Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - duhan

Sayfa: 1 [2]
16
Kurgu İskelesi / Kan ve Tuz
« : 23 Temmuz 2012, 14:07:38 »
Karanlık kasım sabahını daha da karartan kara bulutlar az sonra başlayacak yağmur için insanları uyarır gibiydi. Güneşin doğmasına yarım saat kadar vardı ama Güneş doğsa da yüzünü göstermezdi bu tehditkar bulutlar yüzünden. İnce, altın sarısı kumlar siyaha yakın görünüyordu bu karanlıkta.  Deniz oldukça dalgalı ve köpüklüydü. Yaz aylarının o mahşer yerini andıran kalabalığından eser yoktu bu mevsim de plajda. Dalga sesine karışan  martı sesleri  ve alaca karanlığı renk cümbüşüne çeviren tepe lambalarının aydınlığı dolduruyordu etrafı.

Birkaç resmi ve sivil polis aracı ile bir tane ambulans vardı sahilde. Onlarca resmi kıyafetli polis ve polis oldukları kolayca anlaşılan sivil giyimli adamlar gruplar yayılmıştı etrafa. Aralarında giyim kuşamlarıyla diğerlerinden çok kolay ayırt edilebilen birkaç tanesi vardı. Ördek ayağı gibi paletleri, dalgıç kıyafetleri, sırtlarında tüpleriyle dalgıç adam oldukları çok kolay anlaşılabiliyordu. Birkaç tanesi denizde, birkaç tanesi de suya girmek üzere karada hazırlık yapıyordu. Su üstüne çıkıp ardından tekrar dalarak gözden kaybolan birkaç balık adam da biraz açıkta karartı şeklinde fark edilebiliyordu.

Park etmiş duran polis aralarına yanaşıp duran siyah bir ford un içinden inen iki adamın polis olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yoktu. Arabanın ızgarasının içinde yanıp sönen kırmızı ve mavi ışıklar onları ele veriyordu zaten. Şoför mahallinden inen 40 lı yaşlarını geride bırakmış, saçları yarı yarıya beyazlamış, hafif göbekli, yüzünde, yaşına göre hayli fazla kırışık taşıyan yüzbaşı Dan  Bryzcak tı.  Dedesi  Polonya göçmeniydi. Yıllar önce Amerika ya yerleşmiş, göçmen Amerikalılardan sadece biriydi.

Diğer polis daha gençti. Aslında oldukça gençti. 22-23 yaşlarında uzun sayılabilecek boyuyla, 3 numara saç tıraşı ve hafif kirli sakalını, kulağındaki küpe tamamlıyordu. Aman aman bir vücudu olmasa da spor yaptığını belli edecek fit bir vücuda sahipti. Hafif esmere çalan teni, kahverengi gözleriyle uyumlu bir birliktelik içindeydi. Teğmen Eser  Çakır. Soy ismi ‘’cakir’’ olarak telaffuz edilebildiğinden, mesai arkadaşlarınca daha da kolaylaştırılmış ve kendisine ‘’ chucky’’ denmeye başlanmıştı. Bunda yüzünde ki küçük yara izinin de hatırı sayılır bir payı vardı. Küçükken bisikletten düşüp   alnının sağ  tarafını yarmıştı. Çok yakından bakıldığında belli olan bir izdi bu.

İki polis ağır harketlerle arabanın kapılarını ardı ardına kapattıktan sonra, az ilerde kümelenmiş bir gruba doğru hareketlendiler. Gruptaki bir bayan polis, kendilerine doğru gelen Yüzbaşı Dan’ ı görünce gruptan ayrılıp onları yolda karşıladı. Başıyla selamladıktan sonra, elindeki not defterinden hızlı hızlı okumaya başladı. Ne oldu sorusunu beklememişti kadın polis.

-   Muhtemelen intihar. Spor için sahilde olan birisi görüp polisi aramış. Adam şurda’’ diyerek az ötede başka bir grubu işaret etmişti. Ardından devam etti.

-   Sahilden denize doğru yürüyüp suda kaybolmuş. Adam ne olup bittiğini anlayamamış. Yüzmek için girdiğini falan düşünmüş ama üzerinde elbiseleri olduğunu fark edince bir şeylerin ters gittiğini düşünmüş. Sahile koşmuş ama yetişememiş kız suda gözden kaybolmuş.

Adam da hemen polisi aramış. Görebildiği kadarıyla genç bir kızmış. Ama emin değil. Uzun sarı saçları vardı diyor. Muhtemelen 1.70 boylarındaymış. Balık adamlar henüz bişey bulamadılar. Boğulduysa ceset karaya vurmuş olmalıydı çünkü yürüyerek açılmış. Dalga kuvvetli, karaya sürüklerdi. Hala arıyoruz, muhtemelen buluruz.

Yüzbaşı Dan anlatılanlardan pek etkilenmiş görünmüyordu. Yılların cinayet masası dedektifi bunu gibi onlarca olaya şahit olmuştu. Ölüm şüpheli de olsa bir intihardı ve onların işi değildi. Geldikleri gibi, ağır hareketlerle yöneldiler arabaya.

-   ‘’Başka bir şey çıkarsa haberim olsun’’ dedi kapının aralığından ve sertçe kapattı. Kumları yararak 180 derecelik bir dönüş yaptı ford ve gözden kayboldu.

17
Kurgu İskelesi / Çukur
« : 13 Şubat 2012, 00:21:54 »
Yine göz gözü görmüyor, bulutlar m çok alçak yoksa bu dağ mı çok yüksek? peki yağmur nasıl bu kadar şiddetli yağabilir, gökyüzünde neler oluyor allah aşkına...

- Sağında,sağında!!! kaya nın arkasında kanas var.
- Olumsuz... hedefi göremiyorum.. bir tur daha atıcam.. izli mermi istiyorum..
- Tilki 1 acele et, birini indirmeden vur şu pez....gi... izli mermi yolluyorum...
- Anlaşıldı Çakal... izliyorum... hedefi gösterin...

Üsteğmen Hakan saklandığı taşın ardından hızlıca hedefini kontrol edip, tüfeğini uzattı. ardı ardına bastı tetiğe. patlamakta olan belkide yüzlerce silah sesinin arasında kayboldu silahtan çıkan ses, ama izli mermi süzülerek gitti göndermek istediği yere. bir kaç saniye sonra, süper kobra taretini çalıştırıp, mermi yağdırmaya başlamıştı kayalığa. taş, toprak, bitki, canlı ne varsa havaya saçıldı...

-işte böyle işte böyle... göz açtırmayın yav....klara.

Telsizden yükselen sesler çatışmadaki tüm birliklerde dinleniyordu. yamacı aşıp, tepede doğal bir kale şeklindeki mağarayı ele geçirmelerine az kalmıştı. adım adım tepeye doğru ilerliyordu birlikler. epey yaralı vardı, bir kaç askerin şehit olduğu haberi gelmişti ama böyle bir operasyon için zayiyat kabul edilebilecek sayının altındaydı.

- Akşama kalmaz işlerinin bitirirz bu itlerin diye söylendi Üsteğmen Hakan.
- inşallah komutanım dedi Üstçavuş Kemal.

3 gündür operasyondaydılar nerdeyse hiç uyumamışlar, doğru dürüst birşey yememişlerdi. helikopterler sürekli asker ve mühimmat getiriyor, yaralıları arızalanan silahları götürüyordu. yaklaşık 200 kişilik bir terorist grubu kıskaca alınmıştı ve teslim ol çağrısına her zaman olduğu gibi ateşle karşılık vermişlerdi.

Dağ keçisi-Çakal...
Çakal dinlemede
Komutanım mağaradan kaçan 3 kişi... sağ taraftan sizin olduğunuz tarafa doğru intikal ediyor. görüş açımızı kaybettik. dikkatli olun.

konuşan 3. bölüğün teğmeni Murat tı.

Anlaşıldı dağ keçisi...alıyoruz şimdi.

Telsizin mandalı bıraktıktan sonra, etrafta mevzilenmiş askerlere eliyle bir kaç işaret yaptı. sıradan birisi için pandomim i andıran bu hareketler askerleri çoktan harekete geçirmiş, kayaların, çalıların arsından süzülüp gözden kaybolmuşlardı bile.

- Komutanım o  değilde, nası sigara içesim var...
Meslek hayatında yüzlerce çatımaya girmiş Üstçavuş Kemal, sırıtan yüzüyle karşılaşmıştı Üsteğmen hakan. kendisi de epey çatışmaya girmişti ama Kemal Üstçavuş için çatışma demek sinemaya gitmek kadar sıradan hale gelmişti. o yüzden bu sigara muhabbetini o da eğlenceli bulmuştu.
- Valla yakıcam şimdi bi tane ama adam ağzımızdan sokmasın mermiyi. valla korkuyorum. az kaldı hele bitsin şu iş üst üste yakıcam 2-3 tane dedi Üstçavuşa.

Kemal Üstçavuş daha bir neşelenmişti, kafasını salladı hızlı hızlı...

-Bide çay demleyelim yanına

kahkahaları yarım kaldı.... tanıdık bir metal in sesini işittiler çok yakınlarında. ardından bu metalin yuvarlanırken çıkardığı sesi... ikisi de bunun bir el bombası olduğunu anlamıştı.

- el bombasıııı!!!!!!

İçinde bulundukları çukurun etrafında, yakınında bulunan yere yatıp tam siper aldı. ama çukurdan çıkabilecekleri kadar zamanları yoktu Kemal Üstçavuş ve Hakan
üsteğmen in. oldukça derin ve duvarları düz bir çukurdu. yağan yağmur tırmanıp çıkmayı da güç hale getiriyordu. bombayı alıp dışarı atmak bir çözüm olabilrdi ama etrafta onlarca asker vardı. tüm bunları saliseler içinde aklından geçirmişti kemal Üstçavuş. tereddüt etmeden kendini bombanın üstüne attı. Hakan Üsteğmeni de olanca gücüyle itmişti bunu yaparken. çukurun öbür ucuna savrulan üsteğmen refkleks olarak başını kollarıyla kapatıp öylece yerde kalmıştı. bopuk bir patlama sesi ve sonrası karanlık....


- Beyfendi... beyfendi.... hayal metal duyduğu bu telaşlı ses sanki çok uzaklardan ulaşıyor gibiydi kulaklarına. omzundan tutulup sertçe sarsıldığını hissediyordu.
İrkilere açtığı gözleri buğulu bir camın ardından bakmaya çalıştığı hissini vermişti kendisine. çok sürmedi görüşü düzeldiğinde, kendisine endişeli gözlerle bakmakta olan güvenlik görevlisini gördü.

- iyi misiniz beyfendi???
- ne olduğunu anlaması bir kaç saniye daha almıştı.
- iyiyim diyebildi kısık bir sesle. iyiyim, bişeyim yok, uyuya kalmışım.
- sıranız geldi, isterseniz dinlenin daha sonra yapalım işleminizi?
- yok yok, iyiyim, bişeyim yok, teşekkür ederim.
- su ister misiniz?
- gerek yok, sağolun.

yine  aynı kabustu bu. 3 yıldır sürekli gördüğü, olur olmadık yerde bilincini yitirmesi yetmiyormuş gibi, her seferinde de bu kabusu görüyordu. yine terlediğini farketti. cebinden çıkardığı kağıt mendille önce alnını ardından boynunu sildi. usulca kalktı oturduğu koltuktan ve sıra numarasının yandığı vezneye doğru yürüdü Hakan.

Emekli maaşını almak için gelmişti bankaya, sırasını beklerken yine kendinden geçmişti. yanıbaşında patlayan o bombadan ağır yaralı kurtulmuştu. beyninde kalıcı hasar oluşmuştu. bilincini yitiriyor yarı ölüm halini yaşıyordu zaman zaman. daha 28 yaşındaydı ama emekli olmuştu ordudan. malulen emekli...

18
Kurgu İskelesi / 19
« : 07 Aralık 2011, 11:24:46 »
26 HAZİRAN 1915... BİNLERCE KİLOMETRE ÖTEDEN, HİÇ TANIMADIKLARI TOPRAKLARI, HİÇ TANIMADIKLARI İNSANLARIN ELİNDEN ALMAK İÇİN, NE İÇİN VE KİM İÇİN SAVAŞTIKLARINI BİLMEDEN, SORGULAMADAN, TOPLARIYLA, TÜFEKLERİYLE, DEMİRDEN CANAVARLARIYLA GELDİLER...

26 HAZİRAN... BİNLERCE KİLOMETRE ÖTEDEN, HİÇ TANIMADIKLARI TOPRAKLARI, HİÇ TANIMADIKLARI İNSANLARIN ELİNDEN ALMAK İÇİN GELENLERE ; “Çanakkale Geçilmez” dediler, Çanakkale geçilmesin diye gittiler ve bir daha geri dönmediler, dönmeyi asla düşünmediler.

RUHLARI ŞAD OLSUN....

26 HAZİRAN 1915.... ZIĞINDERE KOYU - TÜRK SİPERLERİ

‘’ Yine mi kuru ekmek be yaaa’’ diye kahkahayı patlatmıştı  Küçük Ali. Üzerine 3 beden büyük üniformaya bile benzemeyen elbisenin içinde kaybolup gitmişti adeta. Yaşı onaltı  ya  var yoktu. Sıska vücudu,  belki genetik olarak belki de yeterli beslenememekten iskeleti andırıyordu. Küçük kemikli yüzünün ortasında mavi gözleri engin denizleri andırıyordu.  başak sarısı saçları kirden birbirine geçmiş her teli ayrı bir şekil almıştı adeta.
‘’ hööösstttttt ulannn !!!!’’ diye gürledi Cafer ağa. ‘’ dıkınmaya mı geldin bre deyyus yoksa cenk etmeye mi ?  Şükür de, koca memleket boğazından kesip sana yolluyor o ekmeği , hala burun mu kıvırırsın deccal ….’’

Bir kahkaha daha patlattı Küçük Ali. Hem yaşından, hem çelimsizliğinden almıştı bu ismi. Babasını görmeyeli aylar olmuştu. Hangi cephede olduğunu bile bilmiyordu. Abisi de keza öyle. Bir anacığı vardı, ondanda en son 3 ay önce mektup almıştı. Güç kuvvet diliyordu ona Allahtan, korkma yavrum diyordu, mert ol diye tembihliyordu.

‘’ şaka ettim ağam, celallenme hemen dur hele, vatan toprağı küffar potini altında ezilirken yemek yemek haram zaten bize, kuzu dolması olsa ne yazar be ya ?’’

Son üç gündür bir sabah bir akşam yemek yiyebiliyorlardı.  O da bir parça kuru somun dan ibaretti. Ama hiçbiri şikâyet etmiyordu. Şimdiye kadar yediklerine sayıyordu hepsi, açlıktan bir şikâyetleri yoktu da, oturup beklemek sıkıyordu canlarını.

Savaş patlak verip İngiliz i, Fransız ı cümleten memleketin üstüne çöreklenmeye kalkınca, Çanakkale yi savunmak düşmüştü onlara. İngiliz donanması  Çanakkale yi geçip, güzel İstanbul u işgal etmek istiyordu, bunu duyan kendini cepheye atmıştı. Hiç görmedikleri İstanbul İngiliz e Fransız a verilir miydi hiç? Fatih in mirasına hıyanet eder miydi Türk evladı. Ahrette ne cevap verirdi sonra?

Zığındere nin sağ ve sol cenahlarında kazılan siperler içinde İngiliz i, Fransız ı beklemek artık sıkıcı olmaya başlamıştı.

 ‘’ Onlar gelmiyorsa biz gidelim’’ dedi, Mersin li Murtaza Çavuş.  

‘’Gidelim, analarından emdikleri sütü burunlarından getirelim’’ diye haykırdı.
 
‘’ Otur len oturduğun yerde’’  diye çıkıştı  Cafer ağa.

‘’ Hele gelsinler, gelecekleri varsa görecekleri de var’’  diye ekledi, kucağında ki mavzerine daha bir sıkı sarılarak.

Vatan görev beklediğinde, çiftliğini, ineklerini tarlasını tokadını bırakıp cepheye koşmuştu o da. Ağalığı oradan geliyordu. Kumandanlar Cafer çavuş derdi, öbürleri Cafer ağa.

26 HAZİRAN 1915

İnsan boyu kazılmış, duvarları ağaçlarla desteklenmiş siperler içinde oturarak geçiriyordu askerler vakitlerini. Eller tetikte gözler ufukta.  Bir türlü gelmeyen İngiliz i bekliyorlardı. Derenin iki yakasında konuşlanmıştı Türk birlikleri. Saldırı olursa sol cenahta bulunan siperlerin ilk hedef olacağı belliydi. O yüzden büyük yığınak yapılmıştı oraya. İlk direniş cephesi orası olacaktı çünkü. Orası düşerse sağ cenah savunacaktı bölgeyi. Hemen arkalarında bulunan Sirte köyüne ulaşmamalıydı İngilizler. Stratejik olarak çok mühim bir köydü, çoktan boşaltılmıştı ancak İngilizlerin Sirte köyünü alması demek felaket demekti. Ne pahasına olursa olsun, savunulmalıydı.

Alman subaylarının kontrol ettiği birlikler, yeni güne yine sessizlik ve kuru somunla başlamıştı. Gelmekte olan büyük yıkımdan hiçbirinin haberi yoktu… bekliyorlardı.. çok uzun sürmedi.. İngiliz in demirden canavarı geldi…

Gök gürültüsünü andıran bir sesle irkildi tüm siperler. Ne olup bittiğini anlamak için kafasını siperden çıkaranlar ölüm kusan İngiliz topçusunun gülleriyle yüzleşti. Beklendiği gibi sol cenahta ki siperler demirden ateş toplarıyla dövülmeye başlanmıştı. Oysa bu daha hazırlık atışıydı. Mesafe kontrolü bittikten sonra canavar tüm gücüyle ateşini kusacaktı bunu hepsi biliyordu. Ardı ardına ve giderek sıklaşan gürlemelerin hemen ardından toprağı havalandırıp ter yüz eden patlamalar Türk siperlerinin içlerine kadar gelmeye başladı. Her atıştan sonra daha bir isabetli geliyordu gülleler. Geldiklerinde de cehennemi getiriyorlardı düştükleri yere. Onlarca  yüzlerce top mermisi birden yağmaya başladı siperlere. Sol cenah zor durumdaydı. Siperdeki askerlerin karşılık vermek gibi bir şansı yoktu çünkü, topları yoktu. Bu memleketin hiçbir şeyi yoktu aslında. Bir şey i olmasına izin vermemişlerdi yıllardır. Hep fakir, hep bitaptı, güzel Anadolu.

 Kimse İngiliz topçusunu hesaba katmamıştı. Ah bu Alman lar... Kibirli Alman lar. Her şeyi kendileri bilirdi ya;  Kimseye kulak asmadılar yine. Türk askeri kurbanlık koyun gibi, bir çukurun içinde kapana kısılmış, başına demirden gülleler yağıyordu. Çok geçmeden siperler alt üst olmuştu bile. Askeri koruması beklenen siperler tahrip olmuş, tahrip olmakla kalmamış, Türk askerine bir tek kurşun bile sıkamadan mezar olmuştu. İleri hatlar teker teker çökmüş, bir, iki ve üçüncü siper hatları saf dışı kalmıştı. Burada bulunan askerlerin büyük bölümü ölmüş, kalanları ise yaralanmıştı. Saat 11.00 da başlayan İngiliz piyade taarruzu geride kalan cılız Türk savunmasını silip süpürmüştü.


19
Kurgu İskelesi / Yürüyenler
« : 16 Ağustos 2011, 16:10:12 »
Çıkmaz sokağın sonuna geldiklerinde kendilerini karşılayan tuğla duvara lanetler yağdırıp, bir umut bir kaçış yeri aradılar beyhude. ne sağlarında ne sollarında gidebilecekleri bir yer, ne bir kapı nede bir mazgal vardı. tuğla duvar tırmanabileceklerinden hayli yüksekti, belki vakitleri olsa imece usulü kendilerini bu lanet duvarın öte tarafına atabilirlerdi ama o kadar vakitleri yoktu.

''lanet olsun, lanet olsun !!! ''  hem ağlıyor hem lanet ediyordu rebecca. kir ve kana bulanmış yüzünden süzülen gözyaşları yüzünde kıvrımlar oluşturuyordu. umutları tükenmiş gibiydi, keza, kalabalık bir grubun koşarken çıkardıkları ayak sesleri an be an daha net kulaklarına çalınmaya başlamıştı. söz birliği etmişlercesine diz çöktü ikisi birden.  ayak seslerine artık, insanın içini ürperten, dehşete düşüren hayvani çığlıklar, homurtular karışıyor,bomboş şehrin semalarında yankılanan bu sesler adeta duvarlardan sekip, her birinin kulaklarından zorla girip beyinlerine çivi gibi saplanıyordu.

belindeki glock u çıkarıp, şarjörü kontrol etti Franco. Bildiği kadarıyla hiç mermi yakmamıştı bu şarjörden. Biri namluda olmak üzere 18 mermisi var demekti. Acaba diye düşündü, kendilerini bu cehennemden şimdilik kurtarmaya yeter miydi? hiç ıskalamadan 18 atış !!!  ama saymaya vakti olmamıştı peşlerinden gelen grubu. muhtemelen çok daha kalabalıktılar. Bir anda karar verdi. götürebildiği kadarını yanında götürecek, kalan son iki mermiyi de, kendileri için harcayacaktı. hatta hemen şimdi, rebecca yı bu zulümden kurtarıp, son mermisi kalıncaya dek savaşmayı düşündü. sonra vaz geçti. yaşamak umudu baskın gelmişti. son ana kadar beklemeliydi.

Rebecca nın hıçkırıklarını artık duyamadığını farkettiğinde sıyrıldı bu düşüncelerden. Kafasını çevirip kıza baktı, tarifsiz bir korkuyla tarifsiz bir şekil almış kirli ve kanlı yüzünü gördü rebecca nın. ardından yuvalarında fırlamak üzere olan gözleriyle çakıştı gözleri. ters istikamete baktığında, az önce girdikleri çıkmaz sokağın en başında ufak ufak büyümekte olan kalabalığı farketti. Glock elinden düşecek gibi oldu, rebecca  adeta duvarla bütünleşmiş, ne yaptığını bilmez biçimde, duvarın içinden geçmeye çalışır gibi görünüyordu. az önce uzaklardan gelen o ayak sesleri ve çığlık şu an duyulmuyordu, derin bir sessizlik kaplamıştı her yeri yada onlar yaşadıkları korku ve adrenalin patlamasından ötürü hiç birşey duymuyorlardı. yeri göğü inleten bir çığlıkla birlikte, o ürkütücü ayak sesleri çok daha net biçimde çakıldı beyinlerine. onlarca çıldırmış insanımsı, çığlıklar atarak, bağırıp çağırarak, tarif edemeyecekleri sesler çıkartarak üzerlerine koşuyordu. onları durduracak hiç bir şey yoktu. zaten duracak gibi de görünmüyorlardı. silahını kalabalığın üzerine doğrultup, ardı ardına tetiğe bastı. içinden mermileri sayıyordu. 1...2...3...4. mermiler etkisiz gibi görünüyordu. 30-40 metre kaç saniye koşabilirdi ki bu yaratıklar? 5-6 saniye? belki biraz daha uzun. işte hepsi o kadardı kalan ömürleri. umutsuzca silahı indirdi, gözlerini kapadı, olacaklara kendini hazırlıyordu. cesaret edememişti ne kendini, ne de kızını vurmaya. kaderlerine razı olacaklardı.

Yaratıklardan yayılan pis koku burun deliklerinden beynine ulaştığında, gözlerini açtı. salya ve kan saçarak üzerine koşan en öndeki insanımsıyla göz göze geldi adeta. üzerinden silindir gibi geçip gidecekmişçesine hışımla koşuyordu yaratık. donmuş kalmıştı gözlerini bile kırpamıyor, vücudunu hissetmiyordu adeta.korkunç sona bir kaç metre kalmıştı ki, tüm o çığlık ve homurtuları bastıran bir ses tüm düşüncelerinden sıyrılmasına sebep oldu. az önce üzerine gelen yaratık kafasının yarısı parçalanmış şekilde 2 adım önünde yatıyordu. hemen arkasında başka bir ceset ve onun arkasında bir başkası daha. üzerlerine doğru delicesine koşan kalabalık teker teker yere yuvarlanırken, ne olup bittiğine anlam vermeye çalışıyordu. bir an kendini yerde buldu. rebecca onu ayağından çekip yere düşmesine neden olmuştu. elleriyle başlarını korurken, cenin pozisyonunda ne olup biteceğini merak bile edemeden öylesine yerde yatıyordu şimdi iki kişi. tüm çığlık ve homurtuların arasında başka seslerde işitmeye başlamışlardı artık. silah sesi !!

kah seri halde ateşlenmiş bir tüfek kah, küçük çaplı bir top patlamısını andıran başka bir ses. başını hafifçe kaldırıp olana bitene anlam vermek isteğinden, üzerine düşen vücutsuz bir baş sebebiyle vaz geçmişti franco. başını daha beter sıkıştırdı kollarının arasına, insanoğlunun kendini en güvende hissettiği cenin pozisyonunu daha bir sıkı aldı. ara ara başını sıkıca sıkıştıran kollarının arasından önünde cereyan eden korkunç olaya göz atıyordu. her silah sesinden sonra etrafa saçılan insan parçaları, fıskiye misali göğe fışkıran kan daha fazla bakmasına mani oluyor, hemen kollarını biraz daha sıkıca kapatarak dua ediyordu. metalin insan vücuduna girdiğinde çıkardığı sesle, kemiğe denk geldiğinde çıkardığı sesi ayırt edebiliyordu artık. çığlıklar yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığında, yerlerinden kalkabilecek cesareti henüz bulamamışlardı. ayak sesleri ve çığlıklar azalarak yok oldu...

ikisi de nerdeyse aynı anda doğruldular, oturuma pozisyonunda önlerinde ufak çaplı bir tepecik halini almış ceset yığınına bakıyorlardı. ne olmuştu? rüya mı görüyorlardı anlam vermiyordu hiç biri. ölmeyi beklerken, hayattaydılar ama nasıl? yoksa ölmüşmüydüler? herbiri aynı şeyi düşünüyordu şimdi. düşüncelerinden sıyrılmalarına, ceset yığınının üzerine vuran bir silüet ardımcı oldu. bunun bir insan gölgesi olduğunu anlamaları, az önce kendilerini ölüme mahkum eden, aşamadıkları  duvarın üstündenden önlerine atlayan biri sebep olmuştu. irkildiler, refleksleri çok hızlı işledi ve kendilerini bir anda duvarın köşesinde birbirlerine sarılmış vaziyette buldular.

Artık hiçbir şeyi idrak edemiyorlardı. o adamın kim olduğu da mühim değildi. kısa süre içinde yaşadıkları büyük şoklar adeta beyinlerini dondurmuş, aptallaştırmıştı onları. Franco kendilerini farketmemiş gibi görünen adamı izliyordu şimdi. adam sanki onlar orda yokmuşçasına, ceset yığının içine girmiş, kaybettiği birşeyi arıyor gibiydi. kah cesetleri tekmeliyor, kah yuvarlıyor, birbiri üzerine düşmüş cesetleri yuvarlayıp yer açmak istiyor gibiydi. az sonra neden böyle yaptığını anladı. cesetlerden birinin kolundan bir saat, diğerinin boynundan da altın olduğunu düşündüğü bir kolyeyi alıp, bu yaptığı çok normalmiş gibi gayet rahat biçimde cebine doldurmuştu. aramaları halen devam ediyordu. cesetlere dokunan bu adam onu bir kez daha hayret içinde bırakmıştı. bildiklerine göre, değil cesetlere dokunmak fazla yakşalmak bile tehlikeliydi. virüs, hava yoluyla bile bulaşabiliyordu. aslında bu çok düşük bir ihtimaldi ama yine de böyle bir tehdit mevcuttu.  adamın bunları umursamadığı gayet açıktı.

Birden kendini ve kızını tehdit altında hissetti Franco. Elinde tanıdık bir soğukluk hissetti. Glock hala elindeydi. usulca adama doğrulttu silahı ve ''kıpırdama'' dedi. sesi titriyordu. hiç tehditkar bir cümle olmamıştı. Sesi daha çok ağlamak üzere olan bir ilkokul çocuğunun sesini andırıyordu. zaten adam hiç oralı olmamıştı. belki de duymamıştı.

''kıpırdama'' dedi tekrar. sesi bu sefer daha tok ve daha az titrek çıkmıştı. Hemen faydasını gördü akabinde.

'' böyle mi teşekkür ediyorsun ?''

konuşabildiğine göre gerçek bir insan diye düşündü. içi ferahlamıştı biraz. uzun zamandır kızı hariç gerçek bir insanla karşılaşmamıştı. karşılaştıkları da çok uzun ömürlü olmamıştı.

''şey'' diyebildi sadece. ''teşekkür ederim ikimiz adına da hayatımızı kurtardınız''

'' nerden biliyorsun kurtardığımı ? belki az sonra seni öldürürüm. elinde ki glock gayet davetkar. sanırım onu bana vermek istemeyeceksindir. o yüzden seni öldürebilirim.''

'' yooo'' dedi franco.
'' alabilirsin, zaten kullanmayı pek beceremiyorum, hatta al, sana bir teşekkür hediyesi vermiş olurum''

'' hediye kabul etmiyorum.''

Franco adamdan korkmaya başlamıştı. sert ve ezici konuşuyordu adam. uzlaşmaz, tehlikeli bir tipti. ve hala franco nun yüzüne bile bakmamış, ölü soygunculuğuna devam ediyordu.

'' başka verecek bişeyimiz yok'' diyebildi.

bu sözün ardından adam meşgul olduğu ölüyü rahat bırakıp,  usulca ayağa kalktı ve franco ya döndü.
o an adamın heybetli duruşu karşısında, korkusu iki katına çıkmıştı Franco nun.

uzun boylu, iri cüsseli sayılabilecek siyah saçlı, teni yer yer kan lekeleri yer yer morluk ve yaralarla kaplı bu adamın, koltuk altlarından magnumların sallandığını farketti. sol bacağına bağlı bir başka silah, sağ bacağında büyükçe bir bıçak, göğsünde şarjörler, bir kaç el bombası ve sırtına çapraz astığı bir m-16 sı olan adamın askeri kamuflajlı pantolonu yer yer kan lekeleriyle bezenmişti. Sivri ve kemikli yüzü bir kaç ufak çizikle daha da ürpertici bir hal almıştı. is kan ve kirle yoğrulmuş alnının hemen altında iki tane simsiyah göz ve çatık kaşlar uzanıyordu. şimdi gözlerini franco ya dikmiş öylece bakıyordu adam.

Franco da aynı şekilde karşılık vermek istedi ama , adamın delici bakışları karşısında hiç şansı yoktu. gözlerini kaçırdı, hala yerde olduğunu farketti, duvardan destek alarak yavaşça doğruldu. pantolonunu eliyle silkmeye çalıştı, sanki geri kalan elbiseleri çok temiz sadece pantolonu kirliymişçesine. adamın karşısında ezildikçe anlamsız hareketler yapıyordu, bu da onlardan biriydi. şimdi bu iri adamla arasında yarım metre ya vardı ya yoktu, elini uzattı, sevecen bir tavırdı bu tehdit içermiyordu, zaten bu adamı tehdit edebileceğini hiç sanmıyordu. eli kısa bir süre havada kaldıktan sonra, iri adam da aynı şekilde karşılık verdi. elleri bir süre tokalaşır vaziyette havada kaldı.

'' Franco'' dedi.  '' Mario Franco''

adam ismini söylemedi, '' memnun oldum'' demekle yetindi.

'' bu da kızım Rebecca'' diye ekledi Franco. ''Tekrar teşekkür ederim hayatımızı kurtardınız''. ve namlusundan kavradığı glock un kabzasını adama doğru uzattı.

'' sizde kalsın'' dedi adam. '' lazım olacak''....






'

20
Kurgu İskelesi / Sandık
« : 14 Eylül 2010, 12:51:00 »
ZAFER İN BÜYÜKLÜĞÜ ; NE KADAR ÇOK İNSANIN ÖLDÜĞÜYLE DEĞİL, NE KADAR ÇOK İNSANIN KURTULDUĞUYLA ÖLÇÜLÜR...

Haziran başlarında müttefiklerce başlatılan Normandiya çıkartmasının üzerinden nerdeyse 3 ay geçmişti. Kanlı çatışmalar günlerce gecelerce devam etmiş, binlerce ton bombanın,  binlerce uçak tarafından toprak anaya zorla yedirildiği hava saldırıları, milyonlarca kurşunun ardında bıraktığı barut ve kan kokusu müttefikler için yeni zaferler müjdelerken , yaprak döken ağaçlar,  sararmaya yüz tutan yeşillikler ve ölen onbinlerce asker, sivil, çocuk ve hayvan için ise hiçbir anlam ifade etmiyordu. Kıta avrupasını devasa bir  kabristana çeviren bu ateş artık düştüğü yeri değil, ateşin bizzat sahibini yakmak üzereydi.

Müttefikler  uzun uğraşlar sonunda, alman savunmasını  yarmış,  alman birliklerini fransa topraklarında itmeye başlamışlardı. Savaşın başından bu yana ilk defa reich ( alman imparatorluğu) in sınırlarına hücum etmek için hazırlanıyordu müttefikler. Ardından milyonlarca ölü ve harap olmuş 3 kıta bırakan nazi mezalimi artık kendini kaçınılmaz sondan kurtarmak için savunmaya geçmiş, işgal ettiği topraklardan bir bir sökülüp atılırken, kendi ana yurtlarını müttefik işgalinden korumanın derdine düşmüştü. ..

EYLÜL  1944
Chatillion- FRANSA


Püskürtülen nazi ordularının en son terkettiği yerlerden biriydi chatillion. Savaş öncesinde diğer fransız kasabalarından çok büyük bir farkı yoktu, bu özelliğini savaş sırasında da kaybetmemiş ve pek çok  fransa  şehri, kasabaları köyleri gibi yerle bir olmuştu. Bir zamanlar Yeşil ve tonlarının hakim olduğu, otlaklarında  yüzlerce büyük ve küçükbaş hayvanın otladığı bu kendi halinde kasaba artık, siyah ve grinin tonlarına bürünmüş,  mis gibi çiçek kokularının yerini is, duman ve otlaklarında telef olmuş yüzlerce hayvan leşinin kokusuna bulanmıştı.

Gökyüzü  akan kanı temizlemek için olanca gücüyle yağmur olup yağarken, kara bulutlar siyah ve griye bürünmüş bu kasabayı dahada siyaha boğuyordu. Yere düşen her damla yağmur adeta toprağı eşiyor, kan ve leş kokusunu serbest bırakıyordu.

Çavuş dempsey in ne kasabanın bitap halinden etkilendiği vardı nede insanın burnunun direğini düşüren leş kokusundan rahatsızlığı. tıpkı diğer arkadaşları gibi tek bir isteği vardı, çamur ve suyla dolmuş, bir kaç yerinden patlamış, ayaklarına işkence yapan bu adi postallardan kurtulmak... üzerine temiz su ve şöyle bir kaç saat deliksiz uyuyabileceği yağmur almayan herhangi bir yer. günlerdir ordan oraya  sürüklenip durmaktan doğru dürüst ne yemek yemişlerdi nede temiz bir su kaynağı bulup su içebilmişlerdi. sırt çantaları sanki tonlarca ağırlığa ulaşmış, sırtlarına yapışmıştı...

keşif uçaklarından gelen son istihbaratlara göre almanlar burayı terkedeli yaklaşık 10 gün olmuştu. alman birlikleri kilometrelerce uzakta olmalıydılar. bu nedenle kasabada kendilerine yönelecek bir tehlike olmayacağı varsayımıyla hızla kasabanın içine doğru daldılar. aslında bir grup alman askeriyle karşılaşmak, çatışmaya girmek şu an için onlara bir sipere girip nefes almak, ateş ederken dinlenmek fırsatı anlamına gelirdi. etraflarını üstün körü kolaçan ederek ilermeye devam ettiler.

 Boylarının birbirlerinden biraz uzun yada kısa olması dışında bu adamları birbirinden ayırt etmek oldukça güçtü. Her biri perişan haldeydi. Üstlerine başlarına bakılınca epey uzun süredir arazide oldukları belli oluyordu.  Şu halleriyle kim  oldukları hakkında fikir yürütmek imkansıza yakındı. Sadece kafalarındaki miğferler ve omuzlarından sarkan thompson lar  onların amerikan askerleri olabileceği ip ucunu veriyordu. Yüzlerinde ki  is çamur karışımı simsiyah tabaka, yırtık postallar, uzun süredir yıkanmadığı belli olan yer yer parçalanmış kamuflajlar... siyahla kahverengi arasında gidip gelen  bir renge bürünmüşlerdi. Zencimiydiler, sarışın mı ? bu şekilde anlamak nerdeyse imkansızdı.

çok fazla yürümelerine gerek kalmadan aradıkları yeri bulmuşlardı. gelip durdukları, yer yer molozla kaplanmış geniş alan, kasabanın merkezinde olduklarını anlamına geliyordu. yine umarsız ve amaçsızca etraflarına bakındılar. Hiç hayat belirtisi yoktu. varsa yoksa moloz yığınları, çamur ve leş kokusu...

Ayakta kalan tek bina, duvarında parçalanmış, bir kısmı yanmış, nazi bayrağı asılı olan iki katlı, taş bir bina ve kasabanın kilisesi ile onun çan kulesiydi. Taş bina muhtemelen nazilerce karargah olarak kullanılmıştı.yerlerinden fırlamış pencere demirleri, kısım kısım çökmüş pencere pervazları,  etrafa rast gele saçılmış kapılar ve çatısında açılmış kocaman delikle kaçan nazilerce havaya uçurulmaya çalışıldığı çok belli oluyordu.

Kilise ise yarı yarıya yıkılmış, çatısı yanmış, bahçesindeki gotik mermer heykeller etrafa savrulmuş biçimde, daha çok top mermilerine hadef olmuş gibi görünüyordu. Kasabanın tek caddesi artık bir caddeden çok , sağlı solu cadde boyunca dizlmiş, ama artık moloz yığını halinde olan binaların enkazlarıyla kapanmış engebeli bir patikayı andırıyordu. Ayakta kalmış bir kaç parça bahçe çiti, yanmış ağaçlar, yer yer  sönmeye yüz tutmuş yada sönmüş yangınlardan arta kalan siyah dumanlar bu yıkım tablosunu  tamamlıyordu...

( Devam Edecek )

Sayfa: 1 [2]