28
« : 09 Mayıs 2014, 18:07:54 »
Emin Amca farkında olmadan kafamda bir ampul yakmıştı. “Biraları aldığın yer” cümlesi kulaklarımda yankılanıyordu. Fark ettim ki bu beynimin bir oyunu değildi. Emin Amca arkamdan seslenmeye devam ediyordu. Birden koşmaya başladım. Herkesin bildiği o büyük marketlerden biri oldukça yakındı. Atla üç gün sürse de, yürüyerek 10 dakika, koşarak yarım saatlik mesafedeydi. Bu hesaplamalar mantıksız gelmişti ama koca okyanusun bir anda kuruması mantıklı mıydı?
Marketin sokağına döndüğümde, ileride marketin önünde büyük bir kalabalık olduğunu gördüm. Yalnız bu kalabalık sıradan bir kalabalık değil, birbirine girmiş bir insan kümesiydi. Çığlıklar, feryatlar, bağırışlar küfürler dolduruyordu sokağı. İnsanlar yiyecek ve su için birbirine saldırıyordu
muhtemelen.
İşimin zor olduğunu biliyordum fakat yapacak bir şey de yoktu. Gidip ne olursa olsun su ve yiyecek bulmalıydım. Markete yaklaştıkça korkum büyüyordu. İnsanlar birebirlerini bıçaklıyor, yumrukluyordu.
Yüzü maskeli birkaç kişi de,” kahrolsun kapitalizm” nidalarıyla kaldırım taşlarını söküp, marketin camlarına fırlatıyordu. Artık marketin önündeydim. Aradan sıyrılıp içeriye girdim. İçerisi tam bir keşmekeşti. Rafları yağmalayanlar, rafları yağmalayanları yağmalayanlar, cesetlerle sarmaş dolaş olup, telefonun kamerasını kendine çevirip fotoğraf çekenler görüyordum. İlerde şarküteri bölümünün önünde ise üstsüz birkaç kadın, ellerinde pankartlarla bir şeyleri protesto ediyordu.
Raflarla çevrili koridorları hızla dolaşırken, pek bir şey kalmadığını görmek beni ümitsizliğe sevk etmişti. Geç kalmıştım, atı alan Üsküdar’ı geçmişti bile. Alacak bir şeyler bulsam bile başka bir sorunum daha vardı. Neyle taşıyacaktım? Alış veriş arabasıyla, kordonda gezer gibi yürüye yürüye eve gitmem imkansızdı. 100 metre gitmeden yüz parçaya ayırırdı beni insanlar. Su ve yiyecek bulmak bir sorun, onları güvende tutmak başka bir sorundu.
Başka bir plan yapmalıydım. Zehir gibi çalışan beynim derhal bir plan kurgulamıştı bile. Kürek bulmalıydım. Hemen marketin inşaat malzemeleri satılan bölümünü aramaya başladım. Bu bölüme pek insan uğramıyordu. Uğradıysa da kürek almak kimsenin akıl ettiği bir şey değildi. Orta boy, ergonomik bir tanesi kavrayıp, marketin arka tarafında kalan depo kapısından geçip dışarı çıktım. Benimle birlikte içimde ki Mirkelam da dışarı çıkmıştı. Deli taylar gibi koşuyordum.
Plan basitti. Eve gidip arabamı alıp şehirde gezintiye çıkacak, erzak ve su yağmalayacaktım. Yapacağım şeyden ötürü şimdiden vicdan çekiyordum ama yaşamak için buna mecburdum. Bahçe kapısından içeri uçarak girdim.
Çıkarken kapatmayı unuttuğum kapı ardına kadar açılmış, içeride ortalığa saçılmış eşyalarım görülüyordu. Evimi yağmalamışlardı. Elimdeki kürekle pozisyonumu alıp dikkatlice içeri süzüldüm. Bir Ninja kadar sessiz, bir kuğu kadar hafif ve bir ördek kadar korkaktım. Misafir odasına göz attım, eşyalar yere saçılmıştı ama içeride kimse yoktu. Yatak odası da keza öyle. Mutfak tam anlamıyla talan edilmişti. Kaç yılık olduğunu unuttuğum yarım makarna paketlerimi, dolaptaki 3 şişe biramı ve 3 al 2 öde kampanyasından faydalanıp stokladığım cipslerimin hepsini almışlardı. Salona geri döndüm. Parçalara ayrılmış telefonum gözüme ilişti. Allahtan umut kesilmez deyip topladım tüm parçaları. Tamir edilebilirdi belki.
Yemek masasının üzerinde duran arabamın anahtarlarını aradım. Koyduğum yerde yoktu. Paniğe kapılmadın çünkü hiçbir zaman koyduğum yerde olmazlardı. Koyduğumu hatırlamadığım bir yerlerde bulurdum hep. O yüzden nereye koymamış olabilirim diye düşünüp ararken mutfak tezgahında buldum. Anahtarları kaptığım gibi kendimi dışarı attım. Uzaktan kumandayla kilidi açıp küreği arka koltuğa fırlattım. Marşa basıp hızla hareket ettirdim aracı. Sokaklar savaş alanı gibiydi. Her yer yağmalanmış mağaza, iş yeri bankalarla doluydu. Yer yer yangın çıkmış binalardan yükselen dumanlar mükemmel bir kıyamet filmi setini andırıyordu. Bir an tüm bunların bir film ya da rüya olabileceği aklıma geldiyse de, arabayı kaldırıma çarptıktan sonra, çok pis şişen alnımdaki acı “ bu bir rüya değil” diyordu.
Kurbanlarımı arıyordum. Evine erzak ya da su götürmeye çalışan birileri lazımdı bana. Gerisi kolaydı. Yanlarına yaklaşıp kürekle ağızlarına vuracak, lokmalarını alacaktım. Üstelik fazlasını da zenginlere satıp, para kazanacaktım. Bir gün dünya eski haline dönerse kalan ömrümü zengin olarak geçirecektim. Bir çeşit Robin Hood gibi hissediyordum kendimi.
Zenginden alıp yine zengine veren göt verenin tekiydim...
Uzunca bir süre uygun bir av bulamadım. Yakıtım tükenmek üzereydi ve benzin istasyonları şimdiye kadar çoktan yağmalanmış olmalıydı. Derken; sekiz hava yastıklı, absli, asrli, gpsli aracım bok çuvalı gibi yolun ortasında yığılıp kalınca, beddualarıma maruz kalmıştı.
“ Allah silindirlerine ateşler salsın”
Küreğimi kapıp yaya olarak düştüm yola. Biraz dolandıktan sonra uygun bir hedef bulmuştum nihayet. Ara sokaklarda koşa koşa ilerleyen bir adamla kadın görmüştüm. Önlerinde alış veriş arabaları vardı ve tıka basa doluydu. Adamı halledebilir miyim diye düşünüyordum. Biri kadın da olsa sonuçta iki kişilerdi ve silahlı olabilirlerdi. Onların devam ettiği sokağa paralel uzanan diğer sokağı mümkün olduğunca hızlı biçimde kat edip aniden önlerine çıkıp, uğradıkları şaşkınlıktan faydalanıp, mallarını gasp edecektim.
Ayak seslerinden ve arabaların gürültüsünden iyice yaklaştıklarını anlamıştım. Daha etkili olabilmek adına haykırarak önlerine atladım. Küreğim bir kılıç gibi tepelerindeydi.
“ arabaları bırakın ve gidin, canınızı bağışlarım belki “ kısa bir süre birbirlerine bakan adamla kadın, pek korkmuşa benzemiyordu ve bu beni fena halde ürkütmüştü. Sessizliği adam bozdu ;
“ Ne diyon la sen mına godum evladı.”
Küfür neyse de o arabanın neresinden çıkardığını anlayamadığım odun olmasaydı çok iyiydi diye düşünürken, sol kolumda hissettiğim tarifsiz acıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken yerde yatmakta olduğumu fark ettim ilginç biçimde. Daha ilginci, gasp etmeye çalıştığım adam küfürler eşliğinde elindeki sopayı hiç te sevecen olmayan bir şekilde sallayarak üzerime geliyordu. Otlarken çita görmüş Afrika antilobu gibi depara kalktım birden. Adam mı benden hızlı koşuyordu yoksa ben mi adamdan yavaş koşuyordum bilmiyordum ama, bildiğim ya da tahmin ettiğim diyelim, az sonra o sopanın kafama temas edeceği ve pekmezimin akacağıydı. O an pişman oldum yaptığıma. Su ve yiyecek için değer miydi?
Elbette değerdi. Ya açlıktan ya da susuzluktan ölecektim ya da yemek ya da su bulmaya çalışırken. Yani aynı bokun lacivertiydi her türlüsü. Benden yavaş koşan birini bulup gasp etmem sağlığım açısından daha yararlı olacaktı, tek gerçek buydu. Mucize eseri adam bitirici vuruşu yapacak fırsatı bir türlü bulamadı. Bunda yalnız bıraktığı,- muhtemelen eşi- kadının tehlikede olabileceği düşüncesiydi etkili olmuştu muhtemelen. Bir müddet sonra beni kovalamayı bıraktı. Güvenli bir mesafeden küfür edip, beyhude tehditlerimi savurdum. Yenildim ama en azından ezilmemiştim.
Bu şekilde bir yere varamayacağımı anladım. O odun koluma değil de kafama gelmiş olsaydı şu an protein deposu niyetine birinin buzdolabında parçalar halinde yatıyor olabilirdim. En iyisi Serhat’ı bulmaktı. O geri zekalının stokları ikimizi de uzun bir süre idare ederdi. Tek sorun beni kabul edecek miydi? Denemeden bilemezdim. Kolumu ovuştura ovuştura Serhat’ın evine doğru yola koyuldum.