Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - duhan

Sayfa: 1 ... 17 18 [19]
271
Kurgu İskelesi / Ynt: Köpek
« : 05 Eylül 2011, 17:05:12 »
hikaye ilginç geldi yalnız araya giren şunun gözünden baksak, bunun gözünden baksak tarzı, belgesel anlatımı gibi olmuş ve bütünlüğü bozuyor, konsantrasyonu etkiliyor. bir de şu kötüler bana direk gollum u çağrıştırdı, özgünlük bakımından sıkıntı verici.

272
Kurgu İskelesi / Ynt: Yürüyenler
« : 16 Ağustos 2011, 19:19:02 »
İtiraz etmeden acemice beline yerleştirdi silahı franco. Kızına doğru birkaç adım attı, ağlamaktan bitap düşmüş kızcağız hala şoku üzerinden atamamıştı. Sıkıca sarıldı babasına, başını babasının göğsüne gömüp, hıçkırıklarını içine hapsetmeye çalıştı.

‘’ Marin ‘’ dedi adam.  ‘’ ismim Marin’’

Bu beklenmedik cümle ile tanışma faslı sona eriyordu.
‘’ neyin peşindesiniz’’ diye ekledi adam. Bu sert soru karşısında tereddüte düştü Franco. Vereceği cevap, az önceki huysuz tekinsiz adamı geri getirebilirdi.

‘’biz biz’’ diye üst üste kekeledi. Ağzından çıkacak her kelimeye özen göstermeliydi.  ‘’ kızımla beraber güvenli bir yer arıyorduk’’

Alaylı biçimde gülümsedi Marin. Gülümsemesi bile fazlaca soğuktu ve yakışmıyordu kemikli yüzüne.
‘’ güvenli yer’’ dedi.   ‘’ güvenli bir yer yok’’ diye ekledi. Eğildi, önünde yatmakta yatmakta olan ve karnı parçalanmış cesedin midesinden bir cisim çıkarıp pantolonuna sürerek temizledi. Franco nun ve rebeca nın midesi kalktı. Kız kusacak gibi oldu ama başaramadı.

Temizlediği cismi güneşe doğru tutup kısaca inceledi. ‘’ adi herifler her şeyi yiyorlar’’
Cesedin midesinden aldığı cisim altın bir yüzüktü, bir kere daha midesi nin bulandığını hissetti rebecca ama yine kusmadı. Bu arada yüzüğü çoktan cebe indirmiş, diğer cesetlerin arasına doğru, ayağının altında kalan cesetlere aldırmadan, çiğneyerek yürüyordu marin.

‘’ ne topluyorsun’’ diye sordu Franco. Yanıt alamadı. Altın topladığını biliyordu aslında ama bu sama soruyu yine de sormak istemişti. Adamla muhabbet kurmaya çalışıyordu. Marin aniden franco ya döndü ve ;

‘’ asıl siz neyin peşindesiniz’’ dedi. Sesi yine tehditkardı. Franco  panik bir sesle ‘’ hiç bir şey ‘’ diyebildi. ‘’ dediğim gibi, sadece güvenli bir yer arıyorduk’’

‘’ en güvenli yer hayatta kaldığın yer’’ dedi marin.  ‘’ şu an hayattasın ohalde burası güvenli ama 5 dakika sonra kolun şunlardan birinin ağzında sallanıyor olabilir, o halde burası güvenli değil ‘’ dedi cesetlerden birini işaret ederek.

‘’ ne yapmamızı önerirsiniz’’ diye sordu franco.

‘’ hayatta kalmayı öğrenin. Sizden bir şey istediğim yok, hayatta kalmnız sizin yararınıza benim bi çıkarım yok’’ diye ekledi. Sesi yine alaycı ve küçümserdi.

‘’ biz de bunu yapmaya çalışıyoruz’’ dedi franco. Sesi biraz hiddetli çıkmıştı. Adamın delici bakışları yine franco ya kilitlenmişti. Franco yaptığı hatayı çabuk anlamıştı ancak durumu toparlamasına fırsat vermeden üzerine doğru gelmeye başlamıştı marin.
Bir çırpıda franco yu yakasından kavradığı gibi kendine çekti. Franco titremeye başlamıştı.

‘’ az önce sizin yüzünüzden yüzlerce mermi harcadım, buralarda en değerli şey ne biliyor musun? Mermi. Evet mermi’’ ses tonu giderek yükseliyordu. Şu topladığım şeyler ne biliyor musun? Mermi yapımında kullanabileceğimiz metaller. Çok yakında mermilerimiz tükendiğinde onlara ihtiyacımız olacak, sizin gibi gerizekalı iki insanı kurtarmak için onlarcasını feda ediyoruz, buna değip değmeyeceğinizden bile şüpheliyim’’

Duydukları kanını dondurmuştu franco nun, insan hayatından daha m değerlydi mermiler. Nihayetinde insan hayatı kurtarmak için kullanmıyor muydu zaten?
Marin aniden bıraktı franco yu ve sertçe itti. Franco itmenin etkisiyle 4-5 adım geri gidip yere yuvarlandı. Bu harekete bi anlam vermek zor değildi, sinirlenmişti marin ancak gerçek bu değildi. Az önce kıyımdan geçirdiği insanımsılardan biri kendine gelmiş ve marin i bacağından yakalamıştı. Marin franco yu tehlikeli mesafenin dışına itip belki de bir kere daha hayatını kurtarmıştı. Rebecca nın çığlıklarına Franco nun bağırışları eklenmişti şimdi. Az önce yerde yatmakta olan ‘’ ceset’’ şimdi marin i arkasından kavramış, boynuna ulaşmaya çalışıyordu. Hazırlıksız yakalnmış olan marin cesetten kurtulmaya çalışırken diğer cesetlere takılıp yere yuvarlandı. Franco belindeki glock a sarılmış, acemice nişan almaya çalışırken, yerde debelenen iki vücut adeta tek bir vücut haline gelmiş, bu da franco nun zaten zor olan işini daha da zorlaştırmıştı. Ceset in marin in kolundan koca bir ısırık aldığını gördüğünde ne yapacağını iyice şaşırmıştı. Marin az sonra şu an mücadele ettiği cesetlerden birine dönüşecekti. Geç olmadan kurtulmalıydı o ölüm kapanından. Rebecca yı kolundan tuttuğu gibi savurup ayağa kaldırdı tam koşmaya başlayacaklardı ki, marin cesetten kurtulup ayağa kalktı. Bir ayağı cesedin boynuna basıyordu. Şimdi daha iyi seçiliyordu manzara, karnı delik deşik olmuş, iki gözü de olmayan bu yaşayan ölü, tüm gücüyle marin in botunun altından kurtulmaya çalışıyor tıslıyor, bağırıyor çığlık atıyordu. Hiç bitmeyecek gibi görünen enerjiyle yüklüydüler adeta.

Marin Bu hengameye son vermeye karar verdiğinde, sol kolunun altında sarkan magnumunu çıkarıp ceset in başına dayadı. Ve tetiği çekti. Büyük bir gürleme ve etrafa saçılan kafatası ve beyin parçaları görünüp kayboldu birden.
Franco rebecca yı ardına gizlemiş geri geri küçük adımlarla marin den uzaklaşmaya çalışıyordu ki lanet duvar yine onlara engel oldu. Marin cebinden çıkardığı kan revan içinde ki sargı beziyle az önce büyükçe bir parça etinin koptuğu kolunu sarıyor, bir yandan da küfürler savuruyordu. Nihayet işini bitirip, franco ya döndüğünde hoş olmayan bir süprizle karşılaştı.
Franco nun kendine doğrulttuğu glock la karşılaşmak onu hem sinirlendirmiş hem de şaşırtmıştı. Adamın eli daha az titriyordu şu anda. Daha kararlı görünüyordu üstelik.  O an, bu adamın yüzünü dikkatlice inceleme ihtiyacı hissetti. Daha önce dikkat etmemişti hiç. 50-55 yaşlarında, kuru yüzlü, şakakları çıkık ve beyazlamış, ince uzun burunlu bu adam, şu an tetiği çekmekte oldukça kararlı görünüyordu.

‘’ bunu yapmak istemezsin’’ dedi marin. Kolundan kan damlıyordu hala. Sargıyı kontrol ederken, ‘’pişman olacağın son şey o tetiği çekmek olur’’ diye ekledi.

‘’ dönüşüp birazdan bizi parçalamanı mı bekleyelim…. Hayır… hayır… bir adım daha atarsan bu tetiği çekerim’’ dedi sertçe ve inançlı bir biçimde söylemişti.

''bence o tetiği çekmemlelisin’’ dedi adama bakıp. Az önce tutmayı bile beceremiyordun, şimdi oldukça iyisin ama hala eksiklerin var, silahı iyi kavrayamıyorsun, tetiği her çektiğinde nişangahın bozulur, yeniden nişan almak zorunda kalırsın ve bu ölümcül bir vakit kaybıdır’’ derken  yüzünde yine o alaycı gülümseme vardı.

‘’ 2 şarjörüne bahse girerim tetiği çekemez’’

Bu ne franco nun sesiydi ne de marin in.

‘’ varım.3 yapalım. Tetiği çekecek’’

Bu da ikisinden birine yada az önce konuşan 3. Kişiye ait bir ses değildi. Franco şaşkınlıkla etrafına bakarken, arkalarında ki duvarın üstüne tünemiş gibi duran silahlı iki adamla göz göze geldi.
Kıvırcık saçlı esmer olanı ; ‘’ selam babalık, çek tetiği 3 şarjör var işin ucunda ‘’ diyerek sırıttı.

‘’ sakın yapma babalık emekliliğin tadını çıkarmadan ölmek istemezsin’’ dedi sarışın olan.
Franco hiddetle bağırdı,’’ ateş etsenize, ısırıldı az sonra hepimizi param parça edecek, sizi gerzekler ateş edin ne duruyorsunuz???’’

İkili kahkahayı patlattı. Çevik bir hareketle tünedikleri duvardan yere atladılar. Franco rebecca yı da çekiştirerek kendini daha güvenli bir yere doğru attı. Silahı kime çevireceğini şaşırmışken, marin in kendisine doğru hareketlendiğini gördü.

‘’ sakın ha. Bire adım daha atarsan seni vururum. Çok ciddiyim vururum’’ dedi ve silahına iki eliye yapışarak nişan aldı. Bir yandanda  dalkavukluk yapan iki zibidiye söyleniyordu.

‘’ gerizekalılar hepimizi öldürecek, ateş etsenize’’

‘’sen neden etmiyorsun’’ dedi marin.’’ Beni vurablirsin. Kendi iini kendin görmelisin bence’’ ve güldü. Yine alaycıydı gülüşü.

Esmer adam, marin e sokuldu, kolunu işaret edip, ‘’iyi misin dostum’’ dedi. Bunu söylerken aslında pek içten sormamıştı gibi sanki. Dil ucuyla sormuş gibiydi. İlgilenmiyordu sanki. Başını salladı marin. Sarışın olan da marin le esmer e katıldı. Tepeden tırnağa silahlı üç adam a silah doğrultmuş vaziyette  şaşkındı.

‘’ babalık indir silahını’’ dedi sarışın olan.

‘’ anlamıyor musunuz adam ısırıldı diyorum, hepimizi öldürür’’ dese de karşısındakilerin pek umrunda değildi.  Çaresiz indirdi silahını. Yaklaşmaması konusunda son bir kez daha ikaz etti marin i. Franco yu pek ciddiye alan yoktu içlerinde. Döndüler, çıkmaz sokağın başına doğru ağır adımlarla yürüdüler…

273
Kurgu İskelesi / Ynt: Yürüyenler
« : 16 Ağustos 2011, 16:29:29 »
selam arkadaşlar, daha önce sandık isimli hikayemin bir bölümünü foruma eklemiştim ama laptop um çalınınca tüm emeğim boşa gitti. hevesim kaçtı yeniden yazmak istemedim o hikayeyi. şimdi başka bir hikaye ile burdayım. bildiğiniz zombi hikayesi gibi geleblir ama değil. bunlar zaten zombi değil. ilerleyen bölümlerde ne olduklarını anlayacaksınız. biraz karmaşık bir kurgu olacak, sık sık flasback yapacağım. aksiyon dolubir macera olarak kurguladım henüz sonunu bulamadım ama onu da getireceğim. yani biraz uzun olacak o bakımdan sonu gelmedi.

274
Kurgu İskelesi / Yürüyenler
« : 16 Ağustos 2011, 16:10:12 »
Çıkmaz sokağın sonuna geldiklerinde kendilerini karşılayan tuğla duvara lanetler yağdırıp, bir umut bir kaçış yeri aradılar beyhude. ne sağlarında ne sollarında gidebilecekleri bir yer, ne bir kapı nede bir mazgal vardı. tuğla duvar tırmanabileceklerinden hayli yüksekti, belki vakitleri olsa imece usulü kendilerini bu lanet duvarın öte tarafına atabilirlerdi ama o kadar vakitleri yoktu.

''lanet olsun, lanet olsun !!! ''  hem ağlıyor hem lanet ediyordu rebecca. kir ve kana bulanmış yüzünden süzülen gözyaşları yüzünde kıvrımlar oluşturuyordu. umutları tükenmiş gibiydi, keza, kalabalık bir grubun koşarken çıkardıkları ayak sesleri an be an daha net kulaklarına çalınmaya başlamıştı. söz birliği etmişlercesine diz çöktü ikisi birden.  ayak seslerine artık, insanın içini ürperten, dehşete düşüren hayvani çığlıklar, homurtular karışıyor,bomboş şehrin semalarında yankılanan bu sesler adeta duvarlardan sekip, her birinin kulaklarından zorla girip beyinlerine çivi gibi saplanıyordu.

belindeki glock u çıkarıp, şarjörü kontrol etti Franco. Bildiği kadarıyla hiç mermi yakmamıştı bu şarjörden. Biri namluda olmak üzere 18 mermisi var demekti. Acaba diye düşündü, kendilerini bu cehennemden şimdilik kurtarmaya yeter miydi? hiç ıskalamadan 18 atış !!!  ama saymaya vakti olmamıştı peşlerinden gelen grubu. muhtemelen çok daha kalabalıktılar. Bir anda karar verdi. götürebildiği kadarını yanında götürecek, kalan son iki mermiyi de, kendileri için harcayacaktı. hatta hemen şimdi, rebecca yı bu zulümden kurtarıp, son mermisi kalıncaya dek savaşmayı düşündü. sonra vaz geçti. yaşamak umudu baskın gelmişti. son ana kadar beklemeliydi.

Rebecca nın hıçkırıklarını artık duyamadığını farkettiğinde sıyrıldı bu düşüncelerden. Kafasını çevirip kıza baktı, tarifsiz bir korkuyla tarifsiz bir şekil almış kirli ve kanlı yüzünü gördü rebecca nın. ardından yuvalarında fırlamak üzere olan gözleriyle çakıştı gözleri. ters istikamete baktığında, az önce girdikleri çıkmaz sokağın en başında ufak ufak büyümekte olan kalabalığı farketti. Glock elinden düşecek gibi oldu, rebecca  adeta duvarla bütünleşmiş, ne yaptığını bilmez biçimde, duvarın içinden geçmeye çalışır gibi görünüyordu. az önce uzaklardan gelen o ayak sesleri ve çığlık şu an duyulmuyordu, derin bir sessizlik kaplamıştı her yeri yada onlar yaşadıkları korku ve adrenalin patlamasından ötürü hiç birşey duymuyorlardı. yeri göğü inleten bir çığlıkla birlikte, o ürkütücü ayak sesleri çok daha net biçimde çakıldı beyinlerine. onlarca çıldırmış insanımsı, çığlıklar atarak, bağırıp çağırarak, tarif edemeyecekleri sesler çıkartarak üzerlerine koşuyordu. onları durduracak hiç bir şey yoktu. zaten duracak gibi de görünmüyorlardı. silahını kalabalığın üzerine doğrultup, ardı ardına tetiğe bastı. içinden mermileri sayıyordu. 1...2...3...4. mermiler etkisiz gibi görünüyordu. 30-40 metre kaç saniye koşabilirdi ki bu yaratıklar? 5-6 saniye? belki biraz daha uzun. işte hepsi o kadardı kalan ömürleri. umutsuzca silahı indirdi, gözlerini kapadı, olacaklara kendini hazırlıyordu. cesaret edememişti ne kendini, ne de kızını vurmaya. kaderlerine razı olacaklardı.

Yaratıklardan yayılan pis koku burun deliklerinden beynine ulaştığında, gözlerini açtı. salya ve kan saçarak üzerine koşan en öndeki insanımsıyla göz göze geldi adeta. üzerinden silindir gibi geçip gidecekmişçesine hışımla koşuyordu yaratık. donmuş kalmıştı gözlerini bile kırpamıyor, vücudunu hissetmiyordu adeta.korkunç sona bir kaç metre kalmıştı ki, tüm o çığlık ve homurtuları bastıran bir ses tüm düşüncelerinden sıyrılmasına sebep oldu. az önce üzerine gelen yaratık kafasının yarısı parçalanmış şekilde 2 adım önünde yatıyordu. hemen arkasında başka bir ceset ve onun arkasında bir başkası daha. üzerlerine doğru delicesine koşan kalabalık teker teker yere yuvarlanırken, ne olup bittiğine anlam vermeye çalışıyordu. bir an kendini yerde buldu. rebecca onu ayağından çekip yere düşmesine neden olmuştu. elleriyle başlarını korurken, cenin pozisyonunda ne olup biteceğini merak bile edemeden öylesine yerde yatıyordu şimdi iki kişi. tüm çığlık ve homurtuların arasında başka seslerde işitmeye başlamışlardı artık. silah sesi !!

kah seri halde ateşlenmiş bir tüfek kah, küçük çaplı bir top patlamısını andıran başka bir ses. başını hafifçe kaldırıp olana bitene anlam vermek isteğinden, üzerine düşen vücutsuz bir baş sebebiyle vaz geçmişti franco. başını daha beter sıkıştırdı kollarının arasına, insanoğlunun kendini en güvende hissettiği cenin pozisyonunu daha bir sıkı aldı. ara ara başını sıkıca sıkıştıran kollarının arasından önünde cereyan eden korkunç olaya göz atıyordu. her silah sesinden sonra etrafa saçılan insan parçaları, fıskiye misali göğe fışkıran kan daha fazla bakmasına mani oluyor, hemen kollarını biraz daha sıkıca kapatarak dua ediyordu. metalin insan vücuduna girdiğinde çıkardığı sesle, kemiğe denk geldiğinde çıkardığı sesi ayırt edebiliyordu artık. çığlıklar yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığında, yerlerinden kalkabilecek cesareti henüz bulamamışlardı. ayak sesleri ve çığlıklar azalarak yok oldu...

ikisi de nerdeyse aynı anda doğruldular, oturuma pozisyonunda önlerinde ufak çaplı bir tepecik halini almış ceset yığınına bakıyorlardı. ne olmuştu? rüya mı görüyorlardı anlam vermiyordu hiç biri. ölmeyi beklerken, hayattaydılar ama nasıl? yoksa ölmüşmüydüler? herbiri aynı şeyi düşünüyordu şimdi. düşüncelerinden sıyrılmalarına, ceset yığınının üzerine vuran bir silüet ardımcı oldu. bunun bir insan gölgesi olduğunu anlamaları, az önce kendilerini ölüme mahkum eden, aşamadıkları  duvarın üstündenden önlerine atlayan biri sebep olmuştu. irkildiler, refleksleri çok hızlı işledi ve kendilerini bir anda duvarın köşesinde birbirlerine sarılmış vaziyette buldular.

Artık hiçbir şeyi idrak edemiyorlardı. o adamın kim olduğu da mühim değildi. kısa süre içinde yaşadıkları büyük şoklar adeta beyinlerini dondurmuş, aptallaştırmıştı onları. Franco kendilerini farketmemiş gibi görünen adamı izliyordu şimdi. adam sanki onlar orda yokmuşçasına, ceset yığının içine girmiş, kaybettiği birşeyi arıyor gibiydi. kah cesetleri tekmeliyor, kah yuvarlıyor, birbiri üzerine düşmüş cesetleri yuvarlayıp yer açmak istiyor gibiydi. az sonra neden böyle yaptığını anladı. cesetlerden birinin kolundan bir saat, diğerinin boynundan da altın olduğunu düşündüğü bir kolyeyi alıp, bu yaptığı çok normalmiş gibi gayet rahat biçimde cebine doldurmuştu. aramaları halen devam ediyordu. cesetlere dokunan bu adam onu bir kez daha hayret içinde bırakmıştı. bildiklerine göre, değil cesetlere dokunmak fazla yakşalmak bile tehlikeliydi. virüs, hava yoluyla bile bulaşabiliyordu. aslında bu çok düşük bir ihtimaldi ama yine de böyle bir tehdit mevcuttu.  adamın bunları umursamadığı gayet açıktı.

Birden kendini ve kızını tehdit altında hissetti Franco. Elinde tanıdık bir soğukluk hissetti. Glock hala elindeydi. usulca adama doğrulttu silahı ve ''kıpırdama'' dedi. sesi titriyordu. hiç tehditkar bir cümle olmamıştı. Sesi daha çok ağlamak üzere olan bir ilkokul çocuğunun sesini andırıyordu. zaten adam hiç oralı olmamıştı. belki de duymamıştı.

''kıpırdama'' dedi tekrar. sesi bu sefer daha tok ve daha az titrek çıkmıştı. Hemen faydasını gördü akabinde.

'' böyle mi teşekkür ediyorsun ?''

konuşabildiğine göre gerçek bir insan diye düşündü. içi ferahlamıştı biraz. uzun zamandır kızı hariç gerçek bir insanla karşılaşmamıştı. karşılaştıkları da çok uzun ömürlü olmamıştı.

''şey'' diyebildi sadece. ''teşekkür ederim ikimiz adına da hayatımızı kurtardınız''

'' nerden biliyorsun kurtardığımı ? belki az sonra seni öldürürüm. elinde ki glock gayet davetkar. sanırım onu bana vermek istemeyeceksindir. o yüzden seni öldürebilirim.''

'' yooo'' dedi franco.
'' alabilirsin, zaten kullanmayı pek beceremiyorum, hatta al, sana bir teşekkür hediyesi vermiş olurum''

'' hediye kabul etmiyorum.''

Franco adamdan korkmaya başlamıştı. sert ve ezici konuşuyordu adam. uzlaşmaz, tehlikeli bir tipti. ve hala franco nun yüzüne bile bakmamış, ölü soygunculuğuna devam ediyordu.

'' başka verecek bişeyimiz yok'' diyebildi.

bu sözün ardından adam meşgul olduğu ölüyü rahat bırakıp,  usulca ayağa kalktı ve franco ya döndü.
o an adamın heybetli duruşu karşısında, korkusu iki katına çıkmıştı Franco nun.

uzun boylu, iri cüsseli sayılabilecek siyah saçlı, teni yer yer kan lekeleri yer yer morluk ve yaralarla kaplı bu adamın, koltuk altlarından magnumların sallandığını farketti. sol bacağına bağlı bir başka silah, sağ bacağında büyükçe bir bıçak, göğsünde şarjörler, bir kaç el bombası ve sırtına çapraz astığı bir m-16 sı olan adamın askeri kamuflajlı pantolonu yer yer kan lekeleriyle bezenmişti. Sivri ve kemikli yüzü bir kaç ufak çizikle daha da ürpertici bir hal almıştı. is kan ve kirle yoğrulmuş alnının hemen altında iki tane simsiyah göz ve çatık kaşlar uzanıyordu. şimdi gözlerini franco ya dikmiş öylece bakıyordu adam.

Franco da aynı şekilde karşılık vermek istedi ama , adamın delici bakışları karşısında hiç şansı yoktu. gözlerini kaçırdı, hala yerde olduğunu farketti, duvardan destek alarak yavaşça doğruldu. pantolonunu eliyle silkmeye çalıştı, sanki geri kalan elbiseleri çok temiz sadece pantolonu kirliymişçesine. adamın karşısında ezildikçe anlamsız hareketler yapıyordu, bu da onlardan biriydi. şimdi bu iri adamla arasında yarım metre ya vardı ya yoktu, elini uzattı, sevecen bir tavırdı bu tehdit içermiyordu, zaten bu adamı tehdit edebileceğini hiç sanmıyordu. eli kısa bir süre havada kaldıktan sonra, iri adam da aynı şekilde karşılık verdi. elleri bir süre tokalaşır vaziyette havada kaldı.

'' Franco'' dedi.  '' Mario Franco''

adam ismini söylemedi, '' memnun oldum'' demekle yetindi.

'' bu da kızım Rebecca'' diye ekledi Franco. ''Tekrar teşekkür ederim hayatımızı kurtardınız''. ve namlusundan kavradığı glock un kabzasını adama doğru uzattı.

'' sizde kalsın'' dedi adam. '' lazım olacak''....






'

275
yazılmış ve çok tutmuş bir eser üzerinde değişik şeyler denemek yüzde doksan dokuz, okuyanın yada izleyenin yüzünü buruşturur. orjinalinde ki tadı veremez, vermesi de beklenemez zaten. aynı şey filmler için de geçerlidir. remake denen yeniden çevrimlerin yüzde doksan dokuzu tepki derecesinde olumsuz eleştiri alır, fanlar, orjinal eseri sahiplenir ve koruma iç güdüsüyle eleştirirler yenisini. yaptığın iş tebrik edilesi. harcamış olduğun emek taktire şayan.
kendi adıma harry potter hiç okumadım, filmlerinden bir ikisine televizyonda rast geldiğimde çok kısa süreler bakıp geçtim ama göründüğü kadarıyla, özellikle mekan ve durum tasvirlerinin çok kuvvetli olması gerektiği kanısındayım. anlatımın biraz yavan kalmış, bunun da en büyük sebebi tasvirleri iyi yapmaman ve aceleye getirmen.

bunları kötüleme olarak değilde, yapıcı eleştiri olarak kabul etmeni isterim. eminim ki çok daha iyi olacaksın. başarılar dilerim.

276
Kurgu İskelesi / Ynt: Sandık
« : 17 Eylül 2010, 16:06:13 »
Eliot gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmış, lanet ederek, küfürler savurarak aklına mukayet olmaya çalışıyordu. Adamın açılan  paltosunun altından irili ufaklı, renk  renk kurtlar, tiksinç böcekler, çıyanlar ve leş yiyen ne varsa hepsinden onlarcası yüzlercesi ortalığa saçılmıştı. Adamın göğsünde hala binlercesi umursamaz biçimde salınıyordu adeta. Midesi bulandı, midesini ağzından çıkarırcasına kusmaya başladı, adamı unutmuştu bir an.

Göğsünden kucağına dökülen kurtları böcekleri gören alman adeta çıldırmıştı.  Az önce nefes bile almakta zorlanan adam, bağıra çağıra almanca bir şeyler söylüyordu. Sanki içine şeytan girmişçesine kahkahalar atmaya başladı. Adamın kahkahaları eliot u kendine getirdi, adama döndü, alman çoktan ölmüştü, bu o olamazdı, bu ya iblisti Ya da onun gibi Bir şey. Yoksa bir dakika önce ruhunu teslim etmek üzere olan, göz kapaklarını bile kaldıramayan bu adamın gözlerinin fal taşı gibi açılması imkansızdı. Sürekli bağırıyor, ağzından tükürük ve kan karışımı birşeyler saçıyordu. Tüm bunları vücudunu kemirmiş, göğsünü oymuş iğrenç hayvanlara rağmen yapıyordu. Aklını kaçırmak üzereydi eliot, gördükleri ve şu an yaşamakta olduğu şeyler gerçek  olamayacak kadar korkunçtu. Artık tepki veremiyor, sadece adamı izliyordu.

Adam bir anda  eski haline dönüverdi. Az önceki o ölmekte olan adam geri gelmişti. Yine o bir türlü anlam veremediği kelimeyi fısıldıyordu. Hırıltıları artmaya, nefesi sıklaşmaya başladı. Hemen ardından öyle güçlü öksürdü ki, nerdeyse ciğerleri ağzından ortalığa dökülecekti. Öksürük nöbeti azalarak bittiğinde, adam birden elinde sıkı sıkıya tuttuğu lugerini şakağına dayayıverdi. Eliot olanları sadece izleyebiliyordu. Bu  dünyadan ayrılmış gibiydi, vücudunu hissetmiyordu adeta. Yaşadığı korku, şaşkınlık ve acaiplik eliot u adeta olduğu yere çivilemiş,bir çeşit transa sokmuştu.

Adam şakağına dayadığı luger in tetiğine dokundu.. büyük bir gürültü çıkarması gereken silahtan yine ince bir metal sesi geldi. Eliot kulağına çalınan bu ''çat'' sesiyle içinde bulunduğu durumdan sıyrıldı ama hala adamı izlemekten başka bir şey yapmıyordu. Adam bir kez daha dokundu tetiğe ve yine aynı ses yankılandı. Arda arda 3-4 kez  daha denedi adam ama, ateşlenmiş mermi sesi yerine o keskin '' çat'' sesi geliyordu her seferinde.

Onlarca almanca kelime çalınıyordu eliot un kulağına ama hiçbiri tanıdık değildi. Bir an için ürperip kendine geldiğinde Birkaç adım atarak aniden adamın üstüne yürüdü. Elinde ki silahı kaptığı gibi aynı hızla geri çekildi. Silahı elinden alınan adam, tüm umudu tükenmiş bir ölüm mahkumu gibi yüzünü buruşturup ağlamaklı oldu.  Tekrar bastıran öksürük nöbeti ağlamasına izin vermiyordu. Çaresiz iki yana düştü elleri. Şimdi sadece başını hareket ettirebliyordu ve o iğrenç hayvanlar adamın göğsünü deşmeye devam ediyordu.

Güçlükle araladığı gözlerini eliot a diken adam, başıyla belli belirsiz bir şekilde, yaklaşmasını işaret ediyordu . tereddüt etmeden bu isteğe cevap verdi eliot. Düşünüp karar verme yetisini kaybetmişti sanki. Yavaşça adama sokuldu, karşısındaki iğrenç manzara yine midesini bulandırdı ama bu defa kendine hakim oldu, adamla arasında bir adım kadar  kalana dek sokuldu. Yine yavaşça eğildi, adam yine mırıldanıyordu ama bu kez net biçimde ne dediğini anlayabiliyordu.

''die kiste..,die kiste..,die kiste'' .... hızlıca tekrarladı ve beynine kazıdı kelimeyi. Belki diğerlerinden biri ne anlama geldiğini biliyordur diye düşündü. Adam güçlükle Birkaç kelime daha etti ;
''tod...'' ve hemen ardından ''Du kannst nicht entkommen'' diye fısıldadı.

''tod'' diye tekrarladı eliot. Bu kelimeyi biliyordu.  ''ölüm''... anlam vermeye çalışmadı daha fazla, ölmekte olan bir adamın ağzından döküldüğünde ekstra bir anlam ifade etmesi gerekmiyordu çünkü.
Ve son olarak ''fortgehen'' döküldü dudaklarından. Yanlış hatırlamıyorsa git demek istemişti alman, o bunları düşünürken, nazi subayı eliot un hiç beklemediği bir biçimde, belinden sarkan kasaturasına hamle yapıp almayı başarmıştı. Geri gitmek isterken, takılıp kıç üstü düşen eliot, bunun şaka mı yoksa, aklını mı kaçırdığını düşünürken, adam, yine biraz önceki gibi öfke nöbetine girmişti. Gözleri pörtlemiş, tükürükler saçarak anlaşılmaz bişeyler bağırıp çağırıyordu.

  Bir anda sustu ve eliot ile göz göze geldiler. Adamın gözlerindeki dehşet ifadesi eliot u  büyülemişti. O da içinden gelen öfke nöbetini , anlamsız biçimde ihtiyaç duyduğu kırıp dökmek, hatta karşısında ki almanı gırtlaklamak isteğini serbest bırakmak üzereydi ki, adam iki eliyle sapından kavradığı kasaturayı, göğsünü deşmekte olan hayvanların olduğu bölgeye saplamaya başladı. Ritmik biçimde yukarı kalkıp, aşağı inen kasatura, adamın göğsünden her çıktığında etrafa, kan, kurt ve et parçaları saçıyordu. Adam defalarca deşti kendini. En sonunda patates çuvalı gibi olduğu yerde yana yığılıverdi. Adam kendi kendini parçalamıştı adeta. Eliot düştüğü yerde oturup kalmıştı.  Boş  gözlerle adama bakıyordu şimdi. Yine uçup gitmiş gibiydi bu dünyadan. Bedeni ordaydı ama eliot içinde değildi sanki...

277
Kurgu İskelesi / Ynt: Denge // Bölüm VII
« : 17 Eylül 2010, 14:43:48 »



1. Ejder Krallar,insan formuna bürünemiyorlar. O yüzdne yalnızlık hissedip, o yüzden halkları tarafından tam anlamıyla kral gibi sevilmiyorlar. Talu'nun yakutlara yüklediği güç ile 3 tanesi sadece insana dönüşebiliyor. Bu yüzden zaten Talu'nun hediyesi büyük bir lütuf gibi geliyor onlara.

2. Herşey kusurludur. Tanrılar zaten kusursuz birşey yaratmazlar. Ne zevki kalır ki o zaman. Ayrıca kusursuz Ejder Krallar yaratsalar Tanrılara ihtiyaç kalmazdı :)
[/quote]

o halde tanrıların yarattığı kusurlu insanların, kusurlarının yarattığı istenmeyen durumları düzeltmek için yeniden kusurlu yöneticiler yaratması da biraz anlamsız kaçıyor bence. fikrine ve yarattığın esere sonsuz saygım var ve bunlar sadece kişisel düşüncelerim.

278
Kurgu İskelesi / Ynt: Sandık
« : 17 Eylül 2010, 13:49:16 »
(devamı)

Olayın şokunu iyice üzerlerinden attıktan sonra dempsey adamlarını yapılması gereken işler için görevlendirmeye başladı.  İlk olarak eliot u görevlendirdi.

'' artık bir çan kulemiz olmadığına göre, etrafı gözetleyebileceğimiz bir yerimiz de yok. O halde bize bir gözetleme yeri lazım. ''

parmağıyla, yıkılan çan kulesinin doğusunda kalan, şu an bulundukları yerden yaklaşık 400-500 metre ilerdeki, yamacı yeşillikler ve irili ufaklı kayalıklarla bezeli, zirvesi ise Birkaç düzine iç içe geçmiş sık ağaçların ufak bir orman oluşturduğu tepeyi işaret ederken, tekrar eliot a döndü ;

'' şu tepe sanırım gözetleme için uygun. Etrafta daha yüksek bir yer yok. Eliot git bak bakalım, iyi kamufle olup sağlıklı gözetleme yapabileceğimiz bir yer bulabilcek misin. Önceliğimiz güvenlik.  bizimkiler gelene kadar hayatta kalmamız ve bizimkilerin de geldiklerinde hayata kalmalarını sağlamak  zorundayız. Hadi eliot fırla, 1 saatin var bana güzel bir yer bul''

eliot thompson unu omzuna asıp ağır ağır tepeye doğru yola koyulurken sıra bu kez robert e gelmişti.
'' robert git bak bakalım bizimkiler nerde, koordinatımızı bildir, ne zaman burda olabileceklerini sor. Ama dur... önce detaylı bir rapor istiyorum. Bak bakalım ne kadar cephanemiz kalmış, yiyeceğimiz ne durumda. Tümenle daha sonra ben konuşurum. ''

 en mühim görevi ise tomy e saklamıştı ;

'' tomy bu görevi başarman ölüm kalım meselesi. Beni iyi dinle '' diyerek sırıtmaya başladı ve hemen ardından devam etti ;
'' sigaramız yok tomy. Kaç gün daha dayanabilirim bilmiyorum, peki ya eliot ? Robert her an krize girebilir, senin de durumunu pek parlak görmüyorum... şimgi git, ne yap ne et bize sigara bul.  Nazi pislikleri muhakkak bir yerlerde bırakmışlardır. Hatta izmarite bile razıyım, iki nefes çekecek kadar olsun kafi'' konuşmasını sırıtarak bitirdi, tomy de ona ayak uydurmuş çoktan sigara arayışlarına başlamıştı.

Taşın üzerinde adeta tünemiş gibi duran marcus a doğru yöneldi dempsey. Gözlerini yere sabitlemiş bu gizemli askere tam ''iyi misin?'' diyecekti ki, marcus ilk defa kendisine bir şey sorulmadan konuştu.

''Orda Bir şey var''

şaşkınlıkla '' nerde '' dedi dempsey. Ağzından öylesine çıkmıştı bu soru.. '' gördün mü onları '' diye ekledi '' almanlar mı? Marcus '' diye devam etti. Hayır anlamında başını sağa sola salladı marcus.

'' orası neresi marcus, kim var, nerdeler'' ses tonu yükselmişti dempsey in, bilmece gibi konuşup susan marcus a hiddetlenmişti.
Marcus yine gözünü diktiği topraktan ayırmadan konuştu ;
'' kötülük... kötü bir şey...''

marcus un bilmece gibikonuşmalarından sıkılmıştı dempsey, yüzünü buruşturdu,  belindeki tabancasına dokunup, '' gelsinler, kötülük görsünler''  dedi ve arkasına dönüp Birkaç adım attı.
'' umarım kurşunla karşı durabiliriz''  diye söylendi marcus. İlk defa yuvarlak bir cümle kurmuştu . Genelde evet Ya da hayır dan ibaret cevapları olurdu. Ayrıca sesinde ki umutsuzluk dempsey i ürpertmişti. Bu tuhaf adamı böylesine endişelendiren ne olabilir diye düşündü. Muhtemelen az önce yaşadıklarının etkisindeydi. Uzun zamandır savaşıyordu ayrıca, bu şartlarda pisikolojiyi sağlam tutmak çok zordu. Umarım düzelir diye geçirdi içinden, uzaklaşmaya devam etti.

Tabanı silinmiş postallarla yamaca tırmanmak işkence gibiydi eliot için, sürekli kayıp yere kapaklanıyordu.  '' lanet olsun ''.... ''kahretsin ''....
nihayet  birbirine sıkı sıkıya sarılmış ağaçların oluşturduğu minik ormanın başladığı yere vardığında derin bir nefes alıp verdi. Öne doğru eğilip elleriyle dizlerinde destek aldı, nefesi düzelene kadar öylece kaldı. Ardından yavaşça doğruldu, Birkaç adım adıp tekrar durdu. Sırtına astığı thompsonunu indirdi, şarjörünü çıkardı, mermilerini  şöyle bir göz ucuyla kontrol etti,  ardından şarjörü tekrar yerine taktı, kurma kolunu çekip bıraktı, thompson artık ateş etmeye hazırdı.  Ateş atmeye hazır pozisyona getirdiği tutuşuyla küçük küçük adımlarla ağaçların arasına daldı.

Gözetlemeye uygun,  iyi kamuflaj sağlayacak bir yer bulması gerekiyordu ama ağaçların içinden çevreyi görmek nerdeyse imkansızdı, tepenin güney tarafına doğru yöneldi, ağaçların arasından geçerek, tepenin üzerinde bulunan ikinci bir tepeciğe ulaşacaktı. Ağaçlardan daha yüksekte ve dört bir tarafı gözetleme imkanı sunan, biraz çalışmayla da rahatlıkla kamuflaj sağlayabilecek  alanı dar  bir yerdi burası. O tarafa doğru adımlarını sıklaştırdı. Ağaçların bitip tepeciğin başladığı yerde  tırmanmak için uygun olduğunu düşündüğü  yere vardığında, silahını tekrar omzuna asıp, tırmanmak için hamlesini yaptı.
 
Aynı anda, duymaması gereken bir ses duyduğunu düşündü. Metal bir çarkın çıkardığı sese benzeyen sesi gerçekten duyup duymadığından emin olmak istercesine kulak kabarttığı anda, hırıltılı ve çok zor işitilen bir başka ses daha duydu. Sadece sesi duymuştu. Sesin anlaşılmaz olması, insan sesi olduğunu anlamasına mani olmamıştı, bir anda irkildi, buz kesti hızla arkadına döndü. Az önce hissettiği ürperme yerini başından bacaklarına kadar hızla inen bir sıcaklığa dönüştü.

Gördüğü şey, luger in kendisine dönmüş namlu ağzıydı. Luger müttefik askerleri için çok değerli bir savaş ganimetiydi. Sert ve sağlam, efsaneleşmiş bir alman tabancasıydı. Normalde bir luger gördüğü hatta bulduğu için sevinçten deliye dönerdi ama bu luger şu an kendisine çevrilmiş ti ve silahın arkasında da luger i olduğuna göre subay olması gereken bir nazi güçlükle açık tutabildiği gözlerini ona dikmiş   duruyordu. Adam yarı oturuş pozisyonunda sırtını ağaca dayamış, yüzü gözü kurumuş kan ve çamurla kaplı biçimde nefes alıp verme savaşındaydı. Bitkin olduğu her halinden belli olan nazi subayı, az önce duyduğu ancak anlamayamadığı sesi çıkarmaya devam ediyordu. Çok kısık sesle ve hırıltılı konuşuyordu adam.
Bir an Birkaç dakika önce duyduğu metal çark sesi aklına geldi. Muhtemelen silahın horozunun kaldırılmasından gelen sesti ve dikkatli baktığında yanılmadığını anladı. Kendine çevirilmiş bir silahın namlusunun ucunda ve bir nazi nin karşısında durduğunu aklından çıkarmadan, sırtında asılı olan tüfeğini askı kayışından yavaşça tutarak, tehditkar görünmeden  yavaşça omzundan kaydırdı, ardından usulca yere bıraktı.  Alman subayı, anlam veremediği sesi çıkarmaya devam ediyordu.

''beruhigen'' dedi yavaşça alman subayına. Bu sakin ol anlamına gelen ve her askerin bildiği Birkaç almanca kelimeden biriydi. Zaman zaman Birkaç kelime almanca gerekli oluyordu ve eğitimleri sırasında işlerine yarayacak Birkaç kelime onlara öğretilmişti.

''Ich werde nicht weh '' dedi ardından. Alman ın anlamasını umuyordu. ''sana zarar vermeyeceğim demek istemişti ama doğru kelimeleri kullanıp kullanmadığından emin değildi. Neyse ki alman subayı  güçlükle eliot a doğru havada tutmaya çalıştığı silahı yine güçlükle, yavaş yavaş indirdi. Uzuvlarına söz geçiremiyor gibiydi sanki. Ardından gözlerini kapadı. Eliot onun öldüğünü düşünmüştü ki, hala dudaklarının kıpırdadığını gördü, adama doğru yavaşça sokuldu ve anlamsız sesleri çıkarmaya devam ettiğini duydu. Ne dediğini bir türlü anlamıyordu, zaten net değildi. Net olsa da eliot un almancası Birkaç kelimeden ibaretti ve alman ın söylediği bu kelimenin onlardan biri olmama ihtimali çok yüksekti.

Normal şartlarda, üstelik silahlı bir naziyle, bir amerikan askerinin bu kadar yakınlaşması olanaksızdı. Şimdiye dek ikisinden biri çoktan ölmüş olmalıydı ama, alman ın zaten yaşayacak çok vakti yoktu, bunun farkındaydı eliot. Onu kendisine bir tehdit olarak görmüyordu. Aynı şekilde alman ında onu öyle görmediği aşikardı yoksa tetiği çekmiş olmalıydı çoktan. Adamın nefes alış verişinin dahada hızlandığını farketti eliot, hırıltılar çoğalmıştı galiba ölmek üzereydi. İçinde hala insanlık adına birşeyler taşımanın etkisiyle adamı yere yatırmaya karar verdi. Durduğu pozisyonda nefes alıp vermesi çok güçtü ve son nefeslerini rahat alıp vermesi için sırt üstü yatırmak, bu durumda ki bir adama yapılabilecek en büyük iyilikti. 

Yerde duran thompson unu ayağıyla biraz daha öteye iteledi. Ardından alman ın elindeki silahı usulca almak istedi, hafifçe yokladı ama alman adeta hücrelerinde kalan son enerji damlalarını kullanarak silahına sıkı sıkı sarılmıştı, ısrar etmedi eliot. O şekilde yatırmaya karar verdi. Adamın deri uzun paltosunun yakasından iki eliyle tutarak usulca yana kaydırıp yatıracaktı ki, eliot un uyguladığı kuvvete dayanamayan paltonun yakası ve ön bölümünün bir kısmı yırtılıverdi.  Boşa giden çekme kuvvetinin etkisiyle bir iki adım geri sendeledi eliot.  Yırtılan paltonun altındakileri görünce küçük dilini yutuyordu nerdeyse. Bu kezde istem dışı Birkaç adım daha attı geriye doğru. Aynı anda sarsıntıyla kendine gelen adam, kucağına dökülenleri görünce çılgına dönmüştü...

279
Kurgu İskelesi / Ynt: Denge // Bölüm VII
« : 16 Eylül 2010, 19:30:39 »
çok emek verdiğin herhalinden belli bir hikaye. yarattığın evren fevkalafr. yalnız yanlış anlamazsan bir iki noktada sorum olacak. belki hikaye içinde cevabı vardı ben kaçırdım, eğer öyleyse özür dilerim şimdiden.

birincisi, insan ırkını yönetmesi için gönderilen ejderhalar, bildiğimiz ejderha dormunda yaratıklar mı yoksa insan formuna bürünebilen yaratıklar mı?

ikincisi, tanrıların, insan ırkını yönetmesi için ejderha yollaması, ejderhaları onların yarattığı anlamına gelir. peki tanrıların yönetici olarak atadıkları bu ejderhalara bir nevi bug yada defo diyebileceğimiz değerli taşlara karşı zaafiyet vermeleri biraz tuhaf değil mi? neticede yönetici olarak, düzeni sağlamaları için özel olarak gönderilmişler. bu kötü özelliğin farkında olmamaları biraz tuhafıma gitti açıkçası.

dediğim gibi bu cevaplar belki hikaye içinde vardır ama ben göremedim.

280
Kurgu İskelesi / Ynt: Sandık
« : 16 Eylül 2010, 18:48:36 »
(devamı )

ERTESİ GÜN

Gecenin ilerleyen saatlerinde nöbeti eliot a devreden dempsey kısa bir dinlenmeye çekilmiş, ağırlaşan göz kapaklarına karşı koyamamıştı. şimdi   uyanmış ve tahta tavana bakıyordu. Üzeri kapalı bir yerde uyumayalı kaç gün olmuştu? Belki de kaç ay demeliydi. Sürekli açık alanda, ağaç tepesinde, bomba çukurlarında, kuş  gibi ürkek uykuları olmuştu. Gözünü tavandan ayırmadan anın tadını çıkardı. Uzun süredir ilk kez kuru bir biçimde uyanmıştı, bundan daha büyük mutluluk heralde janbonlu, haşlanmış yumurtalı bir kahvaltı olurdu. Gülümsedi kendi kendine. Çevik bire hareketle yattığı yerden fırladı, ellerini birbirine vurarak ;‘’ kalkma zamanı kızlar, öperek uyandırmak isterdim ama acele etmezseniz, duşu ve masajı kaçıracaksınız ‘’   diyerek günün ilk soğuk espirisini yaptı.  Tomy ve robert gönülsüz biçimde yattıkları yerden kalkmaya uraşırken, marcus un  orda olmadığını farketti dempsey. Dışarı çıkıp eliot la göz göze geldi. eliot daha soru gelmeden, çan kulesini şaret ederek marcus u gösterdi.  Sessiz adam gözünü ufuğa dikmiş sessiz uzakları gözlüyordu.

Güneş, tehditkar bulutların arasından sıyrılıp yüzünü gösterdiğinde, paketinde kalan son sigarayı çıkarmakla uğraşıyordu dempsey. Sanki isteyerek buruşturulmuş gibi duran paketin içinden, sağ salim çıkan sigarayı görünce bunun küçük bir mucize olduğunu düşünmüştü . Nemli kibritini Birkaç denemeden sonra ateşlemeyi başardığında  önce kükürt kokusunu çekti içine ardından sigarasından derin bir nefes...

göğsünü dolduran dumanı  üflerken yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Bulutların arasında bir görünüp bir kaybolan güneşin sıcaklığını hissetti .  patlama ve kurşun sesi dışındaki tüm sesleri unutmuş gibiydi kulakları, kuş cıvıltılarına dikkat kesilene kadar.  Bir an sevindi kendi adına. Hala insansı tepkiler verebiliyordu. Bir asker için insan olabilmek, insan kalabilmek çok zordu yıllardır süren bu savaşın içinde. İnsanlığını hatırlatacak çok fazla fırsatta bulmazdı insan cephedeyken, hep kan ve ölüm vardı defterlerinde...

Bir asker için en öldürücü ruh haline bürünüyordu git gide. Savaşı sabote edecek duygusalların işi yoktu cephede. Düşündü, tüm askerler 5 dakikalığına insan olduklarını hatırlasa bu savaş o an biterdi.
Tüm bu tehlikeli gel gitlerden sıyrılması  marcus un tüfeğin namlusuna sürdüğü mermi nedeniyle tüfeğin mekanizmasından gelen metal sesinin yankısı yla oldu.  Çan kulesine doğru dönmüştü ki, taş, toprak ve çan sesi birlikteliğinden doğan  gümbürtüyle şoka girdi. Sesin yerini toz bulutu alırken, eliot ve dempsey neden ve niçinlere boğulmuş, donmuş ve dehşetle az önce marcusun üzerinde etrafı gözlediği çan kulesinin  yerle bir olmuş haline bakakaldılar.  Binadan fırlayan tomy ve robert in dempsey ve eliot un üzerine atlayıp yere yuvarlaması ikisininde şoktan sıyrılmasına yetmişti.

'' Almanlar !!! ''

ses yankılanırken dört adamın silahlarıyla birlikte  Birkaç metre aralıklarla siper alması Birkaç saniye sürmüştü. Patlama sesi duyulmamıştı,  bekledikleri silah sesleri de gelmemişti, havan toplarının düşerken çıkardığı ıslık sesinden eser yoktu... Birkaç dakika sessiz ve dikkatlice olan biteni anlamlandırmaya çalıştılar.

''marcus'' dedi dempsey. Yığının altında kalan  sessiz melez bir an aklından çıkıp gitmişti. Siper aldığı kayanın ardından ok gibi fırlayıp moloz yığınına doğru koşmaya başladı. Eliot ve diğerleri onu durdurmaya yeltenmediler bile, bunun alman saldırısı olmadığı konusunda hemfikirdi hepsi.

Önce dempsey ardından eliot ulaştı enkaza. Silahlarını fırlatıp elleriyle yığını kaldırmaya başladılar. Tomy ve  robert ın onlara katılması çok uzun sürmedi. Taşlar, tahtalar, yine taşlar, yine tahtalar... canla başla marcus u arıyorlardı ki, marcus un kesik kesik öksürdüğü çalındı kulaklarına. Sesin geldiği tarafa yoğunlaştıklarında çok fazla çaba sarfetmelerine gerek kalmadı. Marcus kendi kendini kurtarma çalışmalarına katılmış,  sıkıştığı enkazın içinden çıkmaya çalışıyordu.

Birkaç tahta ve taşı kaldırmak yetmişti bu sessiz ama göründüğü kadarıyla şanslı adamı kurtarmak için. Yüzünde Birkaç derin olmayan sıyrık ve zedelenmiş Birkaç organ dışında gayet iyi görünüyordu marcus. Hatta yürüyerek indi enkaz tepeceğinin üzerinden. Az önceki şaşkınlık ve korku yerini sevince bırakmış, 4 adam kah tanrıya şükrediyor kah sevgi ifadesi küfürlerle marcus u kutluyordu.

Ama en çok sevinmesi gereken adamda hiçbir  sevinç emaresi görülmüyordu. her zaman ki ketumluğu ve soğukluğuyla çöktüğü kayanın üzerinde, üstünü başını temizlemeye çalışıyor, sanki az önce molozların altından çıkan kendisi değilmişçesine sakin görünüyordu. Ve her zaman olduğu gibi yine tek kelime etmemişti.

Savaş anıları arasına aldıkları bu tuhaf kazaya kafa patlatıyorlardı şimdi.
'' sanırım yağmurdan'' dedi eliot çok bilmiş bir edayla. ''Hasarlı bölgelerden binanın içine sızan su yapıyı zayıflatır'' diyerek bilimsel açıklamalarına devam ediyordu. Patlama sesi duyulmadığı için en mantıklı seçenek hatta tek seçenek eliot un teorisi gibi duruyordu. Yağmur ve bombalar zayıf düşürmüştü besbelli. Dayanamayacağını hissettiği anda kendini salıvermişti çan kulesi. Kimsenin başka açıklama getirmek gibide bir sıkıntısı yoktu. Bina kimin umrundaydı ki ? Marcus sağ olduğuna göre eliot haklıydı uzatmaya lüzum görmediler...

( devam edecek )

fantastik öğeler nerde kaldı diyenler olabilir, bir daha ki bölümden itibaren aksiyon ve beklenen fantastik öğeler hikayede yer almaya başlayacaktır arkadaşlar. sabır gösterip okuyanlara teşekkür ederim.

281
Kurgu İskelesi / Ynt: Sandık
« : 15 Eylül 2010, 12:34:05 »
(DEVAM)

Eliot  sırt çantasını çıkarıp  elinden düşürürcesine çamur kaplı yere bıraktı, ardından dempsey e dönüp;
‘’bir adım daha atmaktansa, nazilerce kurşuna dizilmeyi yeğlerim’’ dedi.
Onu onaylarcasına ‘’ al benden de o kadar ‘’  dedi   Onbaşı Robert ve o da sırt çantasını yere bıraktı.
‘’kız gibi zırlamayı bırakın, isteseniz de bi yere gidemeyiz, burası son durak, burda bekleyeceğiz bizimkileri ‘’ diyerek yüreklerine su serpti dempsey.
‘’teşekkürler tanrım’’ dedi fısıldarcasına içlerinden biri. Marcus ise her zaman ki ketumluğuyla hiç bir tepki vermeden sessiz kaldı.
‘’ hava kararmadan etrafı kontrol etmeliyiz, süpriz kaldıracak durumda değiliz, zaten bakacak pek bişeyde kalmamış, mayın ve tuzaklara dikkat edin yeter. tomy, robert kaldırın kıçınızı, Eliot sen kiliseye, Marcus biz de  yeni evimizi kontrol edelim ‘’ diyerek başıyla nazi karargahını işaret etti. 5 adam  söylenenleri yapmak üzere birbirinden ayrılırken gün yerini yavaş yavaş  karanlığa bırakmaya hazırlanıyordu.

Yarım saat kadar sonra tomy ve robert neşeli bir muhabbet eşliğinde yavaş yavaş binaya doğru gelirken, eliot kiliseden arta kalan harabeyi kolaçan etmiş, çavuş dempsey ve marcus la birlikte ateşin başına çöreklenmişti.
‘’ hareket yok, canlı emaresi yok, bomba yok, mayın yok kısaca hiç  bi bok yok bu lanet yerde’’ diyerek raporunu vermişti dempsey e. Ardından ekledi ‘’ siz de bişeyler var mı ?’’’
‘’bildiklerin dışında bişey yok, çamur, moloz ve leş ‘’ diye cevap verdi dempsey.  Robert ve tomy de ateşin başında ilişecek bir yer buldular kendilerine.  Lanet ettikleri botlarını çıkardılar,  binanın bahçesindeki kuyudan su çektiler, katran karası yüzlerini yıkadılar sırayla,  olabildiğince temizlediler kendilerini,  ateşin üzerindeki çaydanlık içindeki suyun kaynadığını belli edercesine sesler çıkartmaya başlayınca, çantalarında kalan son kahveleriyle, uzun bir aradan sonra ilk defa keyif çattılar.

Cılız odun ateşinin aydınlattığı yüzleri insan formuna bürünmüştü yıkanınca. ‘’ seni zenci zannediyordum tomy’’ dedi robert ‘’meğer beyazmıssın’’ diye ekledi , bıyık altından güldüler birbirlerine bakıp.
Bu takımın neşe kaynağı ve en çok konuşanıydı robert.  bir asker için cılız sayılırdı, boyu da kısa gibiydi ama  keçi gibi inatçı katır gibi güçlüydü. Sıska bacakları hiç beklenmeyecek kadar hızlıydı.  bu özelliği sayesinde bir çok çarpışma da yaralanmadan kalabilmişti. Siperden sipere atlarken ceylan gibi sektiğini söylerdi arkadaşları, alay konusu bile olurdu zaman zaman.  Gönüllü olarak katılmıştı orduya, içindeki enerjiyi savaşarak  kullanmayı seçmişti ama hayata  bağlı, yaşamayı seven bir yapısı vardı. İçindeki maceracı ruhu bir çok kez ölümle burun buruna gelmesine sebep olsa da, gamsızlığı onu ölümü düşünmekten alıkoymuştu hayatı boyunca.

Dempsey ateşi karıştırıken tam karşısında, dans eden alevlere dalmış, gözünü diktiği yerden ayırmayan marcus  a dikkat kesilmişti.  Onun hakkında çok şey bilmiyordu. Beraberlikleri henüz yeniydi,  aralarına katılalı 2 hafta kadar olmuştu. Vücudunun bir parçası gibi hiç yanından ayırmadığı M1 i ile oldukça tehlikeli bir  keskin nişancıydı. Tanışmadan önce de bu adamın meziyetlerini duymuştu, beraber çalışmaya başladıklarından bu yana ise, bizzat şahit olmuştu bu ketum, buz adamın meziyetlerine. İşte  yine M1 ini kucağına almış, dans eden alevlerde belki de sevgilisini izliyordu. Gerekmedikçe konuşmayan, konuştuğunda ise gereksiz hiçbir şey söylemeyen bu uzun boylu, atletik yapılı sarışın askerin yüzündeki derin yara izinin hikayesini merak etmiyor değildi  Ama sormakta istemiyordu . marcus konuşmaktan hazzetmediğini her fırsatta belli ediyordu çünkü. Nereli olduğunu bile bilmediği bir adama hayatını emanet ediyordu diğer arkadaşları gibi.

Yaklaşık 10 dakikadır ayak parmaklarına masaj yapan eliot a takıldı dempsey in gözü. Aralarında bombacı diye çağırdıkları bu melez asker, defalarca hayatlarını kurtarmıştı sinsi nazi tuzaklarından. Sanki 6. Hissi ile eliyle koymuş gibi buluyordu tuzaklanmış bombaları, mayınları. Gömülü bir mayın yada patlamaya hazır bir bomba bulduğunda sevinçten deliye dönerdi. Her seferinde bakalım bu kez neyimiz var diyerek ağzına sıkıştırdığı küçük pensesi ile işe koyulur göz açıp kapayana kadar işini bitirirdi. Zaman zaman nazilere küfrederdi. Sürekli aynı şeyler, yaratıcı olun, çocuk oyuncağı gibi tuzak mı kurulur diye söylenirdi. Ölümle alay eder gibi bir hali vardı, kimbilir belki birgün etkisiz hale getirmeye çalıştığı bir bomba patlayacak, eliot işte o gün çok mutlu olacaktı. Mutlu ölecekti.

Dempsey in  en yakınında bulunurdu hep tomy. Okumuş ilim irfan sahibi birazda entel bir askerdi. Orduya katılması birazda milliyetçi babasının zorlamasıyla olmuştu. Hangi baba oğlunu bile bile ölüme göndermek için uğraşır ki diye düşündü. Ama iyiki göndermişti. Bir çok kararı onunla birlikte alır, beraber plan yaparlardı. Çok cesur olduğu söylenemezdi, hele ilk zamanlarda çarpışma başladığında kafasını siperden bile çıkarmaya korkan bu adam zamanla ürekekliğini üzerinden atmış, ne yapması gerekiyorsa onu yapan, lüzumsuz kahramanlık peşine düşmeyen, elinden geldiğince hünerlerini sergileyen  tam bir görev adamına dönüşmüştü. Takımda olmasının en büyük sebebi , sırtında taşıdığı kocama seyyar telsizdi. İrtibat onun işiydi.  Bu tarz karmaşık cihazları kullanmayı iyi biliyor olmasının yanında, arıza giderme  konusunda da epey yetenekliydi.  Şifreli mesajların şifresini çözen, şifreli mesaj gönderen kısaca, takımla bağlı olduğu tümeni birbirine bağlayan yegane adamdı tomy.  Zaman zaman cüzdanından çıkardığı nişanlısının fotoğrafına bakıp  gizli gizli göz yaşı dökerdi. Oldukça duygusaldı, bu özelliği savaş alanında ölümcül bir özellik olsa da birbirini tamalayan bu 5 kişi için sorun teşkil etmemişti şimdiye kadar.

Kasaturasını temizleyip parlatmaya çalışırken,  kendisiyle göz göze geldi dempsey. Kasaturadan yansıyan  gözlerine baktı uzun uzun. Kendi gözlerinde yabancılaşıyordu gitgide.  Gönüllü olarak katıldığı orduda bu 4. Senesiydi. İlk yılında nazi öldürmek zevkli geliyordu, savaş sanki    hobisi gibi oluvermişti.  Rutine bağlandığında kendini bir anda alman hatlarının ardında düşmanın kucağında bulduğunda yaptığı çılgınlık onu orduda efsaneleştirmişti. Düşman ikmal karagahını tek başına havaya uçurduktan sonra peşindeki yüzlerce nazi yi atlatıp, tek bir yara bile almadan geri döndüğünde onun bir büyücü olduğu bile konuşulur olmuştu. Çavuş rütbesini kendisi istemişti. Aldığı bir kaç madalya onun umranda olmamıştı.

Küçüklüğünden beri  tek idolü olan babası da bir çavuştu. bu yüzden çavuşluk onun gözünde genelkurmay başkanlığından bile daha yüce bir rütbeydi. Çavuş olmak istediğini bildirdiğinde, tümen komutanı oldukça  şaşırmıştı.  benzer şekilde başarı göstermiş askerlerin eve dönmek  ten başka isteği olmamıştı  çünkü bu güne kadar.  Bu adam eve dönmeyi değil kalıp savaşmayı isteyince tuhaf görünmüştü.

1.75 boylarındaydı dempsey. Orduya ilk katıldığı günlerde ,  kamuflajını özel olarak terzi de tam üstüne oturacak şekilde tamir ettirmiş, botlarını özel olarak demir pençeyle kaplattırmış, thompson unun üzerine babasının adını kazımıştı. Jilet gibi bir askerdi. Aynanın karşına geçtiğinde kamuflaj içinde kendini seyretmeyi çok severdi.  Peki ya şimdi dedi  içinden. ‘’Şu halime bak.’’  Postallarım  yırtık, demir pençeleri bile düşmüş,  kamuflajım param parça, keşke üzerime tam oturmayan sağlam bir kamuflajım olsaydı... peki ya thompson un??? Bir kaç önce çatışmada kaybetmişti , üzerinde babasının adı kazılı tüfeğini. Elindeki thompson ona çok yabancıydı, soğuk bir demirden fazla birşey ifade etmiyordu ona.  ölmüş bir askerin yanı başından  almıştı çatışma devam ederken. Takıntılı derecede askerlik mesleğine düşkündü. Belki savaş bitince de orduda kalmayı sürdürürdü kimbilir. Tabi savaşın bittiğini görebilirse...

Geri çekilen nazilerin  kaçarken bıraktığı mayın, tuzaklanmış bombaları bulup yok etmek,  arkalarından gelen birlikleri olası pusulardan korumak dahası kurulmuş hertürlü pusuyu ve tehlike yaratacak herşeyi bertaraf etmekle yükümlü bu öncü birlikteki beş adam,  hücrelerinin herbirine sirayet eden yorgunluk ve bıkkınlıktan biraz olsun kurtulabilmek için yanıp tutuşuyordu. 4 adam ev dedikleri eski nazi karargahında inzivaya çekilmek için ağır adımlarla binaya yürürken, dempsey ateşin başında gönüllü olarak nöbete kalmıştı...

Çok uzaklardan  gelen tok uçak savar sesleri ve zaman zaman  patlayan bombaların kendisine ulaşabilen boğuk yankıları  gecenin sessizliğini rahatsız etmeden bozuyordu. Bomba ve silah sesleri... Askerlerin  hiç bitmeyen nağmeleriydi... rahatsız olmuyordu...

(Devam Edecek)

282
Kurgu İskelesi / Ynt: Sandık
« : 14 Eylül 2010, 19:04:21 »
arkadaşlar hepinizden özür dileyerek hikayede bir takım değişiklik yaptığımı belirtmek istiyorum. kopyaladığım bölümün eksik olduğunu farkettim. tamamen benim hatam. bu şekilde anlam bütünlüğünü yitirmiş olduğunu gördüm ve aradaki eksik kısmı kopyalayrak tekrar yayınlıyorum. hepinizden özür dilerim. yorgunluktan biraz dikkat eksikliği yaşıyorum bugünlerde. affınıza sığınıyorum.

283
Kurgu İskelesi / Ynt: Sandık
« : 14 Eylül 2010, 16:48:09 »
Sanırım tarihin içinden kurguladığınız bir hikaye anlatacaksınız, fantastik bir öğeye rastlayamadım ama devamını merakla bekliyorum. Dikkat ettiğim ufak bir yeri belirtmek istiyorum, tüm Fransız şehirleri yerle bir olmadı, zira Almanlar Fransa'ya girdiğinde bombardıman altında kalan birlikler geri çekilmiş, Paris Almanlara teslim edilmişti. Paris'e gitme fırsatı elde edebildiniz mi bilmiyorum, şehir açık hava müzesi gibi olup savaşla ilgili herhangi bir yıkıntı barındırmamaktadır.

Belki kurgunuz için tarihte belli yerleri değiştirmişsinizdir eğer öyleyse sonsuz saygı duyuyor, affınıza sığınıyorum. Devam edin lütfen merak ettim gerçekten nasıl devam edeceğinizi.

dikkatiniz ve uyarınız için teşekkür ederim, tüm değil bir çok fransız şehri vs olacaktı yazım yanlışı ve dikkatimden kaçmış. tekrar teşekkürler. fantstik öğeler ne kadar tatmin edici olur okuyanlar için bilemicem ama onlarada sıra gelecek. aslında başka bir türde yazmaya başladığım bir öyküydü, fantastik olursa nasıl olur görmek istedim ve türünü değiştirdim böyle denemeye karar verdim. alacağım yorumlar çok önemli bu yüzden. iyi yada kötü tüm eleştirilere sonuna kadar açığım.

284
Kurgu İskelesi / Sandık
« : 14 Eylül 2010, 12:51:00 »
ZAFER İN BÜYÜKLÜĞÜ ; NE KADAR ÇOK İNSANIN ÖLDÜĞÜYLE DEĞİL, NE KADAR ÇOK İNSANIN KURTULDUĞUYLA ÖLÇÜLÜR...

Haziran başlarında müttefiklerce başlatılan Normandiya çıkartmasının üzerinden nerdeyse 3 ay geçmişti. Kanlı çatışmalar günlerce gecelerce devam etmiş, binlerce ton bombanın,  binlerce uçak tarafından toprak anaya zorla yedirildiği hava saldırıları, milyonlarca kurşunun ardında bıraktığı barut ve kan kokusu müttefikler için yeni zaferler müjdelerken , yaprak döken ağaçlar,  sararmaya yüz tutan yeşillikler ve ölen onbinlerce asker, sivil, çocuk ve hayvan için ise hiçbir anlam ifade etmiyordu. Kıta avrupasını devasa bir  kabristana çeviren bu ateş artık düştüğü yeri değil, ateşin bizzat sahibini yakmak üzereydi.

Müttefikler  uzun uğraşlar sonunda, alman savunmasını  yarmış,  alman birliklerini fransa topraklarında itmeye başlamışlardı. Savaşın başından bu yana ilk defa reich ( alman imparatorluğu) in sınırlarına hücum etmek için hazırlanıyordu müttefikler. Ardından milyonlarca ölü ve harap olmuş 3 kıta bırakan nazi mezalimi artık kendini kaçınılmaz sondan kurtarmak için savunmaya geçmiş, işgal ettiği topraklardan bir bir sökülüp atılırken, kendi ana yurtlarını müttefik işgalinden korumanın derdine düşmüştü. ..

EYLÜL  1944
Chatillion- FRANSA


Püskürtülen nazi ordularının en son terkettiği yerlerden biriydi chatillion. Savaş öncesinde diğer fransız kasabalarından çok büyük bir farkı yoktu, bu özelliğini savaş sırasında da kaybetmemiş ve pek çok  fransa  şehri, kasabaları köyleri gibi yerle bir olmuştu. Bir zamanlar Yeşil ve tonlarının hakim olduğu, otlaklarında  yüzlerce büyük ve küçükbaş hayvanın otladığı bu kendi halinde kasaba artık, siyah ve grinin tonlarına bürünmüş,  mis gibi çiçek kokularının yerini is, duman ve otlaklarında telef olmuş yüzlerce hayvan leşinin kokusuna bulanmıştı.

Gökyüzü  akan kanı temizlemek için olanca gücüyle yağmur olup yağarken, kara bulutlar siyah ve griye bürünmüş bu kasabayı dahada siyaha boğuyordu. Yere düşen her damla yağmur adeta toprağı eşiyor, kan ve leş kokusunu serbest bırakıyordu.

Çavuş dempsey in ne kasabanın bitap halinden etkilendiği vardı nede insanın burnunun direğini düşüren leş kokusundan rahatsızlığı. tıpkı diğer arkadaşları gibi tek bir isteği vardı, çamur ve suyla dolmuş, bir kaç yerinden patlamış, ayaklarına işkence yapan bu adi postallardan kurtulmak... üzerine temiz su ve şöyle bir kaç saat deliksiz uyuyabileceği yağmur almayan herhangi bir yer. günlerdir ordan oraya  sürüklenip durmaktan doğru dürüst ne yemek yemişlerdi nede temiz bir su kaynağı bulup su içebilmişlerdi. sırt çantaları sanki tonlarca ağırlığa ulaşmış, sırtlarına yapışmıştı...

keşif uçaklarından gelen son istihbaratlara göre almanlar burayı terkedeli yaklaşık 10 gün olmuştu. alman birlikleri kilometrelerce uzakta olmalıydılar. bu nedenle kasabada kendilerine yönelecek bir tehlike olmayacağı varsayımıyla hızla kasabanın içine doğru daldılar. aslında bir grup alman askeriyle karşılaşmak, çatışmaya girmek şu an için onlara bir sipere girip nefes almak, ateş ederken dinlenmek fırsatı anlamına gelirdi. etraflarını üstün körü kolaçan ederek ilermeye devam ettiler.

 Boylarının birbirlerinden biraz uzun yada kısa olması dışında bu adamları birbirinden ayırt etmek oldukça güçtü. Her biri perişan haldeydi. Üstlerine başlarına bakılınca epey uzun süredir arazide oldukları belli oluyordu.  Şu halleriyle kim  oldukları hakkında fikir yürütmek imkansıza yakındı. Sadece kafalarındaki miğferler ve omuzlarından sarkan thompson lar  onların amerikan askerleri olabileceği ip ucunu veriyordu. Yüzlerinde ki  is çamur karışımı simsiyah tabaka, yırtık postallar, uzun süredir yıkanmadığı belli olan yer yer parçalanmış kamuflajlar... siyahla kahverengi arasında gidip gelen  bir renge bürünmüşlerdi. Zencimiydiler, sarışın mı ? bu şekilde anlamak nerdeyse imkansızdı.

çok fazla yürümelerine gerek kalmadan aradıkları yeri bulmuşlardı. gelip durdukları, yer yer molozla kaplanmış geniş alan, kasabanın merkezinde olduklarını anlamına geliyordu. yine umarsız ve amaçsızca etraflarına bakındılar. Hiç hayat belirtisi yoktu. varsa yoksa moloz yığınları, çamur ve leş kokusu...

Ayakta kalan tek bina, duvarında parçalanmış, bir kısmı yanmış, nazi bayrağı asılı olan iki katlı, taş bir bina ve kasabanın kilisesi ile onun çan kulesiydi. Taş bina muhtemelen nazilerce karargah olarak kullanılmıştı.yerlerinden fırlamış pencere demirleri, kısım kısım çökmüş pencere pervazları,  etrafa rast gele saçılmış kapılar ve çatısında açılmış kocaman delikle kaçan nazilerce havaya uçurulmaya çalışıldığı çok belli oluyordu.

Kilise ise yarı yarıya yıkılmış, çatısı yanmış, bahçesindeki gotik mermer heykeller etrafa savrulmuş biçimde, daha çok top mermilerine hadef olmuş gibi görünüyordu. Kasabanın tek caddesi artık bir caddeden çok , sağlı solu cadde boyunca dizlmiş, ama artık moloz yığını halinde olan binaların enkazlarıyla kapanmış engebeli bir patikayı andırıyordu. Ayakta kalmış bir kaç parça bahçe çiti, yanmış ağaçlar, yer yer  sönmeye yüz tutmuş yada sönmüş yangınlardan arta kalan siyah dumanlar bu yıkım tablosunu  tamamlıyordu...

( Devam Edecek )

Sayfa: 1 ... 17 18 [19]