Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Raisor

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 6
16
Purgatorio / Evelyn Oliveira // Black Helen
« : 20 Haziran 2012, 19:01:01 »
Evelyn Oliveira


İsim: Evelyn Oliveira

Cinsiyet: Kadın

Yaş: 23

Fiziksel Görünüş + Genel Giyim Tarzı: Çene hizasında kesilmiş, hafif dalgalı, koyu renk saçlar, sıradan bir surat ve gereğindan fazla büyük, soluk, gri renge yakın gözler. Ufak tefek ve kırılgan görünüşlü bir yapıya sahip. Genellikle üzerine tam oturan bir kot pantolon, içinde koyu renk bir bluz olan siyah, kısa bir ceket ve bağcıklı çizmeler giyer.

Spesifik Özellikler (Ek Bilgi): Ense bitimine doğru, saçını topladığında ortaya ve çıkan herhangi bir dile ait olmayan işaretlerden oluşan ufak bir dövmesi var.
RP Bonus: 4

Spoiler: Göster
Öznitelikler

Power
Intelligence: ■■■■□
Strength: ■□□□□
Presence: ■□□□□

Finesse
Wits: ■■■■□
Dexterity: ■■■□□
Manipulation: ■□□□□

Resistence
Resolve: ■■■■□
Stamina: ■■□□□
Composure: ■□□□□


Yetenekler

Mental (-3 Unskilled)
Academics: ■■■■□
Computer: □□□□□
Crafts: □□□□□
Investigation: ■■□□□
Medicine: □□□□□
Occult: □□□□□
Politics: ■□□□□
Science: □□□□□

Physical (-1 Unskilled)
Athletics: ■□□□□
Brawl: □□□□□
Drive: ■□□□□
Firearms: □□□□□
Larceny: □□□□□
Stealth: ■■□□□
Survival: □□□□□  
Weaponry: □□□□□

Social (-1 Unskilled)
AnimalKen: □□□□□
Empathy: ■□□□□
Expression: ■■□□□  
Intimidation: ■■□□□
Persuasion: ■■■■□
Socialize: ■■□□□
Streetwise: □□□□□  
Subterfuge: □□□□□



17
Purgatorio / Sohbet Sayfası // Loqui
« : 20 Haziran 2012, 00:34:11 »


Sohbet Sayfası // Loqui


Bu bölümde DM'ler, oyuncular ve diğer forum üyeleri sohbet edebilir, oyunla ilgili görüşlerini paylaşabilir, diledikleri gibi oyunu eleştirebilir ya da sormak istedikleri bir şey varsa dile getirebilirler. Tabi sorularınızı iletmeden önce "Kural Kitapçığını" okumanızı da tavsiye ediyoruz.

Unutmadan söyleyelim, yeni forum oyunumuz herkese hayırlı uğurlu olsun.

Herkese mutlu kaynaşmalar diliyorum!

18
Purgatorio / Başvuru Panosu
« : 19 Haziran 2012, 23:48:12 »

Başvuru Panosu

Bu kısım, oyuna başvurusu onaylanmış olan üyelerimizin, karakter kâğıtlarını yayınlayabilecekleri alandır. Bu kısmı okumadan önce Kural kitapçığı bölümümüzü gözden geçirmeniz ve geçmişiniz için biz DMlerle özel mesaj yoluyla konuşmanız gerekmektedir. Şu an başvurular devam etmektedir.

Karakter kartındaki yardımları için Adramelech'e sonsuz teşekkürler.

Karakter Kartı

İsim:

Cinsiyet:
 
Yaş:
 
Fiziksel Görünüş + Genel Giyim Tarzı:
 
Spesifik Özellikler (Ek Bilgi):

Geçmiş (Özel Bilgi):


Not: İsteyen üyeler, karakterlerini daha rahat ifade etmesi amacıyla, bir de resim ekleyebilmektedir.

Buna ek olarak, zar sırasında kullanılacak puan dağılımımız var. Ancak bu kısmı sizler için DMler dolduracak, karakteriniz için en önemli puanları seçeceklerdir. Puanlar, “World Of Darkness Rulebook”dan alıntı olup, bazı özelliklerinin Türkçe karşılığını tam olarak vermenin mümkün olmadığı için İngilizce olarak bırakılmıştır:

Spoiler: Göster


-Öznitelikler- (5 – 4 – 3)

Power

İntelligence: □□□□□
Strength: □□□□□
Presence: □□□□□

Finesse

Wits: □□□□□
Dexterity: □□□□□
Manipulation: □□□□□

Resistence

Resolve: □□□□□
Stamina: □□□□□
Composure: □□□□□

-Yetenekler- (11 – 7 – 4)

Mental

Academics: □□□□□
Computer: □□□□□
Crafts: □□□□□
Investigation: □□□□□
Medicine: □□□□□
Occult: □□□□□
Politics: □□□□□
Science: □□□□□

Physical

Athletics: □□□□□
Brawl: □□□□□
Drive: □□□□□
Firearms: □□□□□
Larceny: □□□□□
Stealth: □□□□□
Survival: □□□□□   
Weaponry: □□□□□

Social

AnimalKen: □□□□□
Empathy: □□□□□
Expression: □□□□□   
Intimidation: □□□□□   
Persuasion: □□□□□   
Socialize: □□□□□
Streetwise: □□□□□   
Subterfuge: □□□□□


Not 2:Şu minik, kare kutuları Demir Yumruk'dan aldık.


19
Purgatorio / Giriş // Capitulo IX
« : 19 Haziran 2012, 21:05:07 »
Akşam Yemeği

Ağır ağır pencerenizi açıyor ve karanlığın ardında sarpa sarmış duyguları gözünüzün önünde canlandırmaya çalışıyorsunuz. Ancak kötü haberi söyleyeyim, bu duyguların ancak çok küçük bir kısmı gözünüzde canlanabiliyor. O kadar küçük bir kısmı ki… Dört milyar yaşındaki Dünya’da, seksen bin yıldır yaşamış olan insanoğlunun ömrü kadar az bir kısmı. Hiçbir insan, dört milyar yaşındaki bir gezegen için seksen bin yılın, yirmi dört saatlik bir duvar saatine oranlandığında, birkaç saniye kadar kısa olduğunu fark edememişti belki de.

Evet. Karanlıklar ardındaki gerçeğin çok azını anlıyorsunuz ve ne kadar az anladığınızın da bilincindesiniz. Sinirleriniz bozuluyor, zira daha fazlasını öğrenebilmek için her şeyden vazgeçebilecek bir ruh hali içine de sokuyor bu durum sizi. Neden? Bu gereksiz merak buhranı nedendir?

İnsanın bilinmeyene olan tutkusu, bu kadar barizdir işte.

Karanlığa baktığınızda, anladığınız şeylerin sınırlı olması kadar, gördüğünüz şeyler de sınırlıdır. Örneğin siz, ağaçların ardındaki o ucubeleri göremediniz. Hatta ağaçları bile göremediniz. Zifiri bir karanlık, aydınlık bir çölden farksızdır. Bakarsınız; ancak gözlerinizin önünde sonsuz bir kum örtüsünden başka bir şey yoktur. Ve belki birkaç bodur çalı. Karanlıkta da bakarsınız, ama tek görebildiğiniz kumun keskin sarısı gibi, gecenin keskin siyahıdır. Ve belki birkaç farklı obje öbeği dikkatinizi çeker, lakin ne olduğunu anlamak için gösterdiğiniz tüm o itinalı bakışlar, boşu boşunadır.

Şimdi başa dönelim. Pencerenizi açınca, karanlığı gördünüz. Ve korkarım ki, karanlık da sizi gördü. Siz karanlığı anlamadınız, ama karanlık sizi anladı. Tüm bir hayatınızı doğru olduğuna inandığınız şeyleri yaparak geçirmiş olabilirsiniz; fakat çoğu zaman doğru şeyi yapamamış olduğunuz ve bunun idrakına da hala varamamış olduğunuz için, gece sizi lanetledi. Peki ne yapacaksınız? Artık gece sizi keşfetmiş durumda ve siz bundan kaçamazsınız. Tüm o göremediğiniz ağaçları, o ağaçların ardında gizlenmiş o cani şeyleri bertaraf edemezsiniz. Onların tek istediği güzel bir ziyafet oysa.

Ve sizlere korkunç bir haberim daha var; burada her zaman akşam. Ve sürekli akşam yemeği yeniyor. Hayır, ziyafet size değil ama korkmayın; çünkü avcılardan daha tehlikeli bir şeyler var oralarda. O da sizin, önceden yaptıklarınız. Siz, onlarla savaşacaksınız. Kazanırsanız, geceniz gündüz olacak. Kaybederseniz, gece sonsuza kadar gece kalacak.

Aniden, gecenin kızıl bir renge büründüğünü fark ediyorsunuz. Fakat bu kızıl rengin, görüşünüzdeki kısıtlamaları kaldırdığını söyleyemem. Tam tersi, bu göz kamaştırıcı kızıllıkta, fark ettiğiniz obje öbekleri de kayboluyor görüş alanınızdan. Yine de çok geçmeden görüntüler şekiller almaya, düzelmeye yüz tutuyor ve sizler az önceye kadar ayırt edemediğiniz ağaçların aslında ağaç olmadıklarını fark ediyorsunuz. Kızıl bir tepe, bir elin yeryüzündeki silueti gibi, oldukça hayali bir şekilde gözlerinizin önünde duruyor. O tepenin ardında neler olduğunu asla bilemeyeceksiniz çünkü korkunuz merakınızdan biraz daha fazla.

Tam da bu sırada daha baskın, daha bir yoğun fark ediyorsunuz yaşadığınız korku ve merak duygularının varlığını. O kadar gerçek ki bu duygular, hiçbir şey bugüne kadar yaşanmamış da, hissetmeye şu an başlamışsınız gibi. Gerçekliğin sahtekârlığında, bulanık görüş de olgunlaşan bir meyve misali büyüyor, netleşiyor çünkü. Bu hislerinizde de haklısınız, gerçekten de, bugüne kadar kör bir kartaldan farksızdınız.

Doğal olmayan bir seviyede gelişen o görü yeteneğiniz, sizin az önce penceresinden dışarı baktığınız evin, artık orada olmadığını gösteriyor. Ama şaşırmıyorsunuz, korkmuyorsunuz. Sanki evinizin kaybolması gerektiği bu anı, doğuşunuzdan beri bekliyormuş gibisiniz.

Siyah bir siluet size doğru yaklaşıyor bu sırada. Yaklaştıkça da, onun, sizin siyah bir aynadaki yansımanız gibi göründüğünü düşünüyorsunuz. Bir an için yalnızlık duygunuzu yenmenize ve sevinmenize neden olan bu siyahlığın, aslında yansımanız olması garip.

Yine size ait olan sesiyle kükrüyor:

“Kendinle yüzleş!”

20
Şişedeki Mısralar / Düşler Limanı
« : 11 Haziran 2012, 22:32:26 »
Düşler Limanı

Biri geldi, diğeri gitti,
Biri ağladı, diğeri izledi,
Biri bildi, diğeri öğrenemedi,
Biri söyledi, biri anlayamadı.

Yoldan geçenleri izledim, yoldan geçenler beni izlemiyordu.
Gökten geçen bir uçak gördüm, uçak benden habersiz ilerliyordu.
Sevdiğime bir hoş bakış attım, o somurtuyordu.
Uzakta ambulans geçiyordu, aslında benliğim ölüyordu.

Biri yürüdü, diğeri koştu,
Biri öldü, diğeri doğdu,
Biri gazladı, diğeri durdu,
Biri açtı, diğeri doydu.

Birden annem sırtıma vurdu.
“Unut” dedi “Romanları…”

Çocuksun sen, çocuk kal, giy dedi kazağını.
Çocuksun sen, çocuk kal, giy dedi kazağını.
Layla layla lay la lay, lay la lay la lay la lay…

Edit: İsim Hırsızlığı olarak algılayan olmuş. İsim hırsızlığı değil bu. Daha önce bir araya getirilmiş iki kelimeyi tekrardan bir araya getirme ayini. Bu şiir için belki de en uygun başlık olduğu için bu başlığı kullanıyorum.

21
Düşler Limanı / Aynı şehir, Farklı yer
« : 08 Haziran 2012, 19:49:47 »
Aynı şehir, Farklı yer

Seninle aynı şehirde ama farklı yerlerde olmaktan nefret ediyorum. Sana bunları yüz yüze söyleyemediğim için, büyük haksızlık yaptığımın farkındayım. Sonuçta bu mektupla, gözlerimdeki o ifadeyi görüp gerçeği söylediğimi anlamanı engelliyorum. Bu sözlerin samimiyetinden emin olmayacağını biliyorum. Yazılar insanları şüpheye sürüklerler. Ne de olsa, insanın ruhu gözlerindedir ve mektubun gözleri yoktur.

Seninle aynı şehirde ama farklı yerlerde olmaktan nefret ediyorum. Geçtiğim her sokak bana seni hatırlatıyor çünkü. Çünkü ben Hasan amcanın evinin önünden her gün geçiyorum ve evin yanındaki simitçiyi görüyorum. Her sabah seninle okula giderken, bana ısmarladığın simitler aklıma geliyor. “İnsanlar kahvaltı yapmalıdır” derdin hep. Dolayısıyla sen aklıma geliyorsun.

Fethi abinin evlilik yıldönümünde ona aldığımız çim biçme makinesi hala duruyor. Ne zaman o güzel bahçesinin önünden geçsem, görüyorum onu. O makineyi almak için satıcıyla yaptığın pazarlık aklıma geliyor, gülümsüyorum. Sonra da sen aklıma geliyorsun. Tebessümüm, büyük bir hicranla son buluyor.

Araba yarışlarını seyretmek için gittiğimiz Galat pisti, hiç bu kadar hüzünlü bir saha olmamıştı. İşin en kötüsü nedir bilmiyorsun sen. Nasıl ki artık simit yemiyorum, araba yarışlarını izlemeye de gitmiyorum. Yakın gelecekteki bazı anılar da, en az eskide olanlar kadar buruk. Geçenlerde bizim Hasan abi, evime kadar geldi ve bana kızı Ayşe’nin düğünü için davetiye verdi. Şirinevler nikâh salonunda evlendiriyormuş kızını. Seninle evlendiğimiz yer. Ah, o yaptırdığımız kocaman pastayı hatırlıyor musun? Bir kamyon ve üzerinde araba. Pastayı birlikte yaptırmıştık, pastayı keserken hüzünlendiğini hatırlıyorum. Böyle güzellikler yenmek için değil, saklamak içindi aslında. Ama afiyetle de yemiştik mecburen.

Gitmedim o düğüne. Hasan abiye ne kadar da ayıp ettim, biz liseyi bitirdikten ve ben askerden döndükten sonra iş bulmam için bana epey yardımı dokunmuştu. Ama o salona sensiz gidemezdim. Gidemezdim.

Dün de annem rahatsızlanmış. Gece beni aradı, evde uyumaya hazırlanıyordum. Zavallı kadıncık, karın ağrısından mahvolmuş tüm gece. Soğuk almış. Öyle dedi doktorlar. Ah o arabaya nasıl da koştum, annemi evden nasıl aldım, Behçet hastanesine nasıl da vardık… Her şey çok hızlı oldu. Hastanede Filiz doktorla karşılaştım. Ne kadar da yaşlanmış, yüzü kırış kırış olmuştu. Bize müjdeyi veren oydu, hatırlıyor musun? Senin Berkcan’a hamile olduğun haberini aldığımızda, ne de çok sevinmiştik. Baban da bizimleydi. İlk kez dede olacağı için, pek mutluydu.

Yine aklıma geldin. Çünkü aynı doktor, bize doğuma üç ay kala, rahminin darlığından ve doğumun tehlikesinden de bahseden doktordu. Sezaryen ile çocuğu aldırmak istedim, sen Berkcan’ı öldüremem demiştin.

338 numaralı odanın önünden geçerken durdum. Seni doğuma aldıkları oda. Odaya 21 yaşında bir kadın girmişti, 1 günlük bir bebek çıkmıştı. Berkcan’ı kucak almış bir halde resminizi çekmek isterdim. Birlikte çekindiğiniz tek bir fotoğrafınız bile olamadı.

Sen öldükten sonra, Berkcan benim için dünyanın en değersiz şeyiydi. Ben bir baba değil, katildim daha çok. Sana anlattığım anılar, çok daha fazlası, içimi acıtıyordu. Kendimi soyutlamam gerekiyordu, ben de işime yoğunlaştım. Berkcan’a senin annen, Seza anne bakıyordu. Saatlerce mesailere kaldım, işten eve, evden işe gittim, yıllar sonra seni unutmuştum. Dünya’da belki de en nefret ettiğim işti kasiyerlik, ama seni unutmama da o neden oldu. 18 saat çalışıyor, evime geliyor, 6 saat uyuyor, yeniden kalkıyor, yeniden işe gidiyor, yeniden 18 saat çalışıyordum. Patronum Hüseyin amca, halime en çok yakınan kişiydi. Mesailer için paramı günü gününe ödüyordu, ama para da önemli değildi. Ben, dünyadaki her şeyden kendimi soyutlamak zorundaydım.

6 yıl geçti. 6 yılda Berkcan’ı kaç kez gördüğümü, sana parmaklarımla sayabilirim. Seza anne birkaç kez onu bana getirip göstermişti. Onları terslemedim elbette. Ama iyi de davranmadım. Sonunda Seza anne, beni kendime döndürmeyi başaramayacağını anlamıştı. Son birkaç aydır onu görmedim. Ama Berkcan’ın, babasının kim olduğunu bildiğini biliyorum.

Seni unuttuğum ve Berkcan’ı umursamadığım için, hayat pek kolaydı. Mutluluğun kaynağı, umursamamaktan geçiyordu herhalde. Ama ne zaman ki bedenim bu yükü kaldıramıyordu, bedenim ve ruhum çöküyordu, Hüseyin amca beni işten kovmak zorunda kaldı. Davranışlarım gittikçe sağlıksız bir hal alıyordu zira.

İşte o an, bana acı veren o anılar, yeniden başladı acı vermeye. Oyalanacak bir işim olmayınca, düşünmeye başladım yeniden. Seni düşünmeye başladım. Ve Berkcan aklıma geldi birden. Bir sen aklıma geliyorken bir de Berkcan, seni ne kadar üzdüğümü, Berkcan’ı ne kadar üzdüğümü, her şeyden önce, üzülmeme rağmen nasıl da tüm bu yıllar boyunca üzülmüyormuşum gibi rol yaptığımı anladım. Anladım ama pek de geç olmuştu bunları anlatmak için. Berkcan ile bana yetecek kadar param vardı, ona iyi bakabilirdim, yeniden bir iş bulabilirdim. Lakin Seza anneden Berkcan’ı isteyecek yüzüm kalmamıştı.

Pişmanlık ve vicdan azabı beni kahrediyordu.

Sonra bir gün, amcam aradı beni telefonla. Benden ne zamandır haber alamadığını, özlediğini söyledi. Baba tarafımdan pek çok kişiyi de aradığını ve hafta sonu kebap partisi yapacağımızı söyledi. Amcam, şehir dışında yaşıyordu. Şehirden uzaklaşmak, bana iyi gelebilirdi.

Hafta sonu çok erken geldi. Bir değişiklik yapıp, amcamın şehrine metro ile gidecektim. Sabah erkenden kalktım, iyice giyindim, süslendim ve en sevdiğim parfümü sıktım. 6 yıldır belki de ilk kez böyle süslenmiştim. İstikamet, metroydu.

Saat 10 metrosuna bindim. Tahminen, saat 12 civarında amcamda olur, böylece kebap yapılmasına da yardım edebilirdim. Zaten elim boş gittiğim için kendimi kötü hissediyordum. Amcam, gelirken bir şey almamamı özellikle söylemişti. Ancak bindiğim metroda tanık olduğum o olay ile, her şey değişecekti.

Etraftaki insanları inceledim metroda. İnsanlar bir şeyler konuşuyorlar, herkes bir şeylerle ilgileniyor, bazıları dışarıyı seyrediyordu. Benim yaptığım iş de, onları incelemekti. O sırada, karşıdaki, orta yaşlı adamı fark ettim. Yeşil gözlü, güzeller güzeli bir oğlan çocuğu onun elini sıkıyordu. Adam, çocuğun onun elini sıkmasına izin verse de, o, çocuğun elini sıkmıyordu. Konuşuyorlardı. Ne konuştuklarına kulak kabarttım.

“Baba, neden beni dedemlere bırakacaksın?” dedi çocuk. Üzgün bir yüz ifadesi takınmıştı yüzüne. “Bazı işlerim var Berke.” Diye yanıtladı adam.

Çocuğun gözleri doldu. Dudakları büzüldü. Lakin ağlamadı. Sanırım kendisini kim yetiştirdiyse, iyi yetiştirmişti. Kalabalık içinde ağlayıp sızlanmıyordu.

“O halde işin bitince beni alacaksın değil mi? Bir süre orada kalacağımı söylemiştin?”

Adam cevap vermedi, çocuk boynunu büktü, benim ise gözlerim doldu. Bir sonraki durakta derhal indim. Amcama gitme vakti değildi. Kafama dan etmişti, yapmam gereken önemli bir şey vardı. Otobüse bindim ve geri döndüm. Eve gitmedim, onun yerine Seza annenin evine yürüdüm.

**

Kafam aynı şeye gidip duruyordu. Ufukta, kaybettiğim mutluluğu, yeniden kazanma şansını görüyordum. Bunca zamandır gözümün önündeydi, ben bilmiyordum.

Ah o simsiyah gözleri ve saçları! Evin kapısını çaldığımda, kapıyı açacak kişinin Berkcan olduğunu tahmin edememiştim. Onu kapıda gördüğümde, senin küçük ve erkek halini gördüğümü sandım. Ne kadar da yakışıklı bir oğul sahibiydim.

“Merhaba, Berkcan” deyiverdim sakin bir sesle. Arkasından, Seza annenin de geldiğini gördüm. Beni görünce afallamıştı. Duygulanmış olacak ki, gözleri yaşarıverdi birden.

“Merhaba” dedi. O kadar hüzün dolu ve içten bir sesle konuştu ki, o an için Berkcan’ın bir çocuk olduğuna inanmak pek zordu. Dizlerimin üstüne çöktüm, onun boyuna gelebilmek için. “Beni tanıdın mı Berkcan?” diye sordum. Kafasını usulca ‘evet’ anlamında salladı. Nasıl unuturdu ki? Seza annesi, her 5 – 6 ayda bir, onu göreyim diye getiriyordu.

“Nasılsın Berkcan?” dedim. Yine cevap vermedi, boynunu eğmişti. Beni özleyip özlemediğini sordum. Kafasını kaldırdı, gözü yaşarmıştı. “Özledim, baba.” Dedi.

Doğru ya. Ben onun babasıydım. Beni her gördüğünde bunu söylemişti, ancak ben ona ne zaman “oğlum” demiştim? Asla.

“Gelmek ister misin? Birlikte eve dönelim mi?” diyerek soruları yığdım birden, heyecanlı bir ses tonuyla. Kafasını ‘evet’ anlamında salladı, gülümsedi.

“Bugünün geleceğini Seza annem söylemişti.” Dedi. “Beni seviyordun, değil mi baba? Dedem öyle diyor. O seni sevmiyor diyor. Ben ona inanmadım.”

“Seviyordum, Berkcan. Bu kadar zamandır seni yalnız bıraktığım için çok üzgünüm.”

Berkcan ağlamaya başlayarak, bana sarıldı. Artık ağlamamak için kendini sıkmıyordu. İçim parçalanıyordu. Bir babanın, oğlunu o halde görünce yıkılmaması çok zordur. Ama yapamazdım. Ağlayamazdım. Ona bu kadar zayıf görünmemeliydim. Ayağa kalktım ve Seza annenin yanına ilerledim. “Özür dilerim, anne. 6 yıldır onu sizin başınıza yıktığım için, çok üzgünüm. Artık onu yanıma alabilirim değil mi?”

O gün, Berkcan’ın elini tuttum ve evimize yürüdük. Amcamın beni kebap yemeye davet etmesi nelere sebep açmıştı böyle? Üstelik çocuklar o kadar ucuz şeylerden mutlu olabiliyor ki, şaştım doğrusu. Yolda, bir oyuncakçının önünden geçerken, 3 liralık bir oyuncak gördü ve beğendiğini söyledi. Ona oyuncağı aldığımda o kadar sevindi ki, sırf bu mutluluğu görebilmek için, 3 lira değil, milyarları bile harcardım.

Gel gelelim, sana neden bu mektubu yazıyorum da, okuyabileceğine inanarak mezarına koyuyorum? Çünkü bunca yıldır oğlumuza bakmadığım için, benden nefret ettiğini biliyorum. Ne kadar pişman olduğumu bilemezsin. Dedim ya, bunu gözlerimin içine bakmadan anlayamazsın. Bir mektupla anlayamazsın.

Ben sadece, bu kadar zamandır tüm yaptıklarım için, özür dilemek istedim.

Üzgünüm…

22
Düşler Limanı / Alın buradan yakın:
« : 06 Haziran 2012, 18:31:22 »
Aşağıda geçen yazılar, Siyaset içerebilir. Lakin yanlış anlaşılmasın, tartışılan konu siyaset değildir. Lütfen okuyunuz. Facebook'ta yaşadığımız bir tartışmadır bu. Siz Forumun aydın üyeleri, okuyun, ağlayın.

**

Taner: Kürtajı destekleyenlerin de babası zamanında kürtajı destekleseydi. En azından insan öldürmeyi kazanılmış hak sayan pislikler, leşler, şerefsizler şimdiye oranla daha az olurdu.

Raisor: Her genç hata yapabilir. Bu hataları ört bas etmek ve gençlerin zehir olabilecek hayatlarının önüne geçmek, özeldir, önemlidir. Kürtajı destekleyenleri yanlış yorumlamayın, "bırakın yapsınlar zaten kürtajla aldırırlar" mantığında değil onlar. "Yapmışlar bir hata, napalım yani ölelim mi, gece gündüz ağlayıp kıçımıza mum mu dikelim" mantığında insanlardırlar. İşte o bebekler doğsaydı, asıl o zaman ölürlerdi. 3 hücreyi 1 saniyede yok etmek mi iyidir yoksa o çocuğu doğduktan sonra sefalete sürükleyip her gün öldürmek mi iyidir?

Muhammed: Raisor Kürtaj ne demek biliyor musun ? :) Hayır mı ? Tamm o zaman :)

Ibrahim: sen çocuk nasıl doğdugunu bilionnu 1 salisede olan bişi deil yani hatayla olması çok zor :D kürtaj yasak olmasa hata die çok kişi afedersin ama şey yapar. kürtaj yasak olursa kimse senin hata dedigin şeyi yapmaz. sen hiç gördünnü yanlışlıkla çocuk yapanı?

Raisor: Yok canım kürtaj nedir bilmiyorum ben. Öyle de cahilim işte. Ama vikipedia biliyormuş. ALINTI:

"Kürtaj Nedir?

Gebelik Küretajı rahim içine yerleşmiş olan gebeliğin kendi isteğinizle veya tıbbi zorunluluk nedeni ile yazılı onayınız alınarak çeşitli yöntemler ile sona erdirilmesidir."

Demek ki neymiş, kürtaj bazen tıbbi zorunluluk yüzünden de yapılıyormuş. Sizin anlayacağınız dilde, ANNE ÖLMESİN DİYE, ki inanın bana genç arkadaşlarım, bir anne ölünce çocuk ne hisseder iyi bilirim.

Çocuk nasıl doğuyor bilmiyorum. 1 salisede olan bişey değilmiş yeni öğrendim. Sağol İbrahim kardeşim, engin bilgilerinle aydınlattın bizi.

Kürtaj yasaklanınca insanlar hata yapmayacak demek. Ne yasaklar çiğneniyor Türkiye'de, uyuyun siz. Yanlışlıkla çocuk yapılmaz ama zorla çocuk yapılır. Tecavüze uğrayan bir arkadaşim var ve siz hiç bir bok bilmeden, hayatı daha yaşayamadan, göz göre göre bana "kürtaj ne demek biliyor musun?", "Kürtaj yasaklanırsa kimse hata yapmazdı" diyorsunuz.

Sizler Atatürkçü adamlarsanız, Atatürk gibi düşünmeyi öğreneceksiniz. Geleceği görmekten kendinizi mahrum bırakmayın. Kürtaj yasaklanırsa her hamile kalan evlendirilmek zorunda kalır. Özgürlük kısıtlanır, tecavüze uğrayanlar evinde oturup pilav pişirmek zorunda kalır. Kürtaj yasaklanırsa sırf yasak olduğu için o işi yapacak kadar hastalıklı bir gurup zihniyet geceleri, "arkadaşımda ders çalışacağım" diyerek evden gider ve eve geldiğinde hamiledir ya da birilerini hamile bırakmıştır. Sırf ailelerini utandırmak için. Evet sizler bunu yapmayacaksınız. Ben de yapmayacağım. Ama yapacak olanlar olacak.

Neyin dalgasındasınız lan açın gözlerinizi! Asıl cinayet, sizin, kafanıza her defasında sıçan adamın sözlerine, yaptığı LAF OYUNLARINA kanabilmenizdir.

Her şeyden öte, saygılar değerli arkadaşlarım.

Muhammed: Öncelikle Atatürkcü olup olmadığımıza biz karar verelim Raisorcum o kısmı bize bırak :)) ikincisi ise eğer Bebek istemiyorsan yapmayacaksın. eğer bebek istiyorsan yapacaksın bu kadar basit. Öyle hamile olupta yok ben buna bakamam yok ben bunu istemiyorum bu benim bebegim bu vücut benim demye hkkı yoktur kimsenin. oh valla hamil kal bebeği öldür sonrada istemiyorum diyerekten. ulan bir kedi bile ezildiğinde bir kuş yaralandığında acyorsunuz yazık diyorsunuz. Anne karnındaki bebeği bir aletle parçalaya patrçalaya nasıL çıkarmaya ölürmeye acımıyosunuz. neyse . . saygılar kardeşim :)

Spoiler: Göster
 Arkadaş Atatürkçü değilmiş, boşuna o kadar dil dökmüşüm -.-


Ibrahim: Raisor senin zhniyetin katil olmuş

Raisor: Sağol İbrahimciğim, katilim ben.

Madam Vio: Lan adam tecavüz diyor, siz hala 'istemek'ten bahsediyorsunuz. O insanların sonu Bosna'daki kadınlar gibi mi olsun? Yahu bilim var, tıp var. Kur'an'da bile yazıyor o biyolojik yapıya ruhun ne zaman üflendiği. Canı olmayan bir şeyin öldürülmesinden bahsediyorsanız, önce yumurta yemeyi bırakın arkadaşlar. Sonra tekrar konuşuruz.

Muhammed: Madam Vio, ''tecavüz durumunda veya eğer bebegin engelli olması kesinse '' bu 2 durumda hadi tamm diyelim ama . onun dışında bir bebeği keyfi ben doğurmak isemiyorum diyip bu sekilde öldürmek ne kadar doğru ? istemiyorsn yapmayacaksın o bebeği. :/ canLıbir bebegi aletle parca parca ederekten annne karnından cıkarmak ne kadar güzeL değil mi ? bir kuşun bile azilmesine üzülen yazık diyen bizLer bebeği parcalamaya evet diyoruz neyse . . .

Madam Vio: SANA O EMPRİYONUN CANI OLMADIĞINI SÖYLÜYORUM VE SEN ÇOCUK YAP ÖLDÜR DEMEYE DEVAM MI EDİYORSUN? Abi kim dedi yap yap, sonra aldır diye? O salaklığa biz de karşıyız ama olayın aslını anlayamıyorsunuz. Sen kendini o çocuk yerine gerçekten koymayı bilemilseydin, o zaman anlardın ne demek istediğimi. Kusura bakma ama ben annesi tarafından 'aldırılmamış' ama çöpte bulunarak esirgeme kurumuna verilmiş bir çocuk olmayı tercih etmezdim.

Ömer: engelli bebeğin alınması gibi saçmaca ve cahilce bir şey hayatta kabul edilemez oda bir insan sonuçta o da canlı. senin sağlıklı doğan bebeğinin yüksek ateş geçirip zihinsel engelli olduğu zaman onuda mı öldüreceksin cahil cahil konuşmayalım lütfen !!

Ibrahim: bu kürtaj yasası sayeesindee afedersin ama cinsel ilişkiyede sınır koyuyolar . embroyo memroya gerek kalmıo

Spoiler: Göster
 Hadi canım! MANTIK?


Muhammed: Embriyo mu bebek mi itersen buradakilinkten bir daha bak Madam Vio :))

Spoiler: Göster


Madam Vio: Dalga mı geçiyorsunuz lan. -.- Bu zaten yasadışı, süresi geçtikten sonra yapılan bir kürtaj. Biz 3 haftalık süreçten bahsediyoruz. Empriyo bebeğe dönüştükten sonra değil.

Raisor: Kürtaj 3 haftadan sonra yapılmaz, yapılamaz. Ancak sezeryanla alınabilir bebek 3 haftaya geldikten sonra. Neyin kafasındasın? Her resme inanacaksan söyle, sana bolca uzaylı resmi atalım. Baktıkça inan kork, inan kork.

Ömer: O zaman eğer biri öldürülecekse o bebeklerini döverek işkence yaparak öldüren hayvandan aşağı varlıklar öldürülmeli , günahsız doğmamış bebekler değil. siz kimin neyin savunuculuğunu yapıyorsunuz anlamıyorum, size cinsel ilişkiye girme diyen yok madem çocuk istemiyorsunuz önlemini alın çocuk yapmak istemeyen insan alır önlemini. kimse kaza ile hamile kalmazz !!

Madam Vio: Ben de diyorum ki, öldürecekseniz o işkence yaparak çocuklarının hayatını karartan anaları öldürün peki, ama bu o çocuklar için hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çocuk istemiyorsan al önlemini diyorsun, e ben de aynısını diyorum, bunu anlayamayan insanlar var işte. Göz göre göre bu salaklığı yapan insanlar var. Kaza ile hamile kaldı demiyorum, ama kalıyor işte! Kadın kalıyor! Ve o çocuk da büyüyor, psikopat oluyor. Asıl sen neyin savunuculuğunu yapıyorsun?

Raisor: Abi adam, kimse kaza ile hamile kalmaz diyor. Tamam Ömerim, tamam canım, tamam gülüm. Kazayla değil, değil yavrucuğum. Allah nasip etmesin, umarım kızın olursa tecavüze uğramaz. Yaşamadan anlamayacak kadar empati kıtı adamlarla laf yarıştırıyorum abi ben.

Enes: Bu kürtaj muhabetini niye bu kadar uzatırsınız anlamıyorum. Hayır korkuyorum eğer Ak parti Kürtajı kapatırsa sözüm meclisten dışarı bazı Atatürkçü diyen kesimler parayla kendine Tecavüzcü tutturmazsa Şerefsizim!! Ulan bi konu bu kadar uzatılmaz! Kürtaj yaptırmak istemiyosan önlemini al. Bu kadar basit.. 'Okey' mi?

Ömer: Olm şaka mısın sen tecavüzü kast etmedik herhalde bütün kürtaj yaptıranlar tecavüze uğrayanlar sadece değil mi ?? bi de lütfen canımlı cicimli konuşma :)) sonra sende kaza kurbanı olursun :D

Spoiler: Göster
 Çok komik, ha, ha


Muhammed: yaşamadan anlamayacak diyorsun. sanki yaşamış gibi konuşuyorsun Raisorcuğum :))

Raisor: Yaşadım, Muhammedciğim. Yaşadım. Artık da yazmayacağım.

Madam Vio:
http://www.insanmucizesi.com/bolum1/bolum1_15.html

Tamam mı yavrularım? Ataist bir siteden de almadım bakın. Çok iddialıysanız okursunuz hepsini. Ha özet geç diyenlere:

1. ayın sonunda embriyonun kalbi (ilk atışlar kendini gösterir), karaciğeri, böbrekleri, beyni, gözleri oluşmaya başlar. Embriyo içe doğru eğrilmiş pozisyondadır.

Yani neymiş? 1 aydan evvel bebek diye bir şey söz konusu değilmiş. Yani neymiş? Katili olabileceğiniz herhangi bir bebek yokmuş? Yani neymiş? Susmak lazımmış. Öyle laf salatası yapmadan araştırma yapacakmışız.

Muhammed: Hayır öyle içten anlattı ki dedim heralde yaşadı ne bileyim :)) neyse herkesin görüşü kendine uzatmanın anlamı yok. devlet zaten 4 haftaya izn veriyor. Ayrıc geçen Din işleri dirsi başkanın acıklamasınıda okumuş olsaydınız. Kürtajın ne denli yanlış birsey olduğunu anlamıs olurdunuz. :) Neyse ben uzatmayacağım daha fazla. Kürtaj yaptırmak istemiyosan önlemini al. Bu kadar basit :)

Enes: Vio, araştırmanı 10. yorumunda yapmışsın karşındakilere laf atıyosun! Biz araştırmamızı çoktan yaptık zaten ;) Benim anlamadığım şey şu: Sen neyin peşindesin? Hayır Kürtaj yaptırmaktan zevk filan alınmıyo benim bildiğim.. Amacın ne? Lütfen bunu da özet geç ;)

Madam Vio: Enes, araştırmamı 10. yorumumda, arkadaşların konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığını fark ettikten sonra paylaştım*, bu araştırmamı 10. yorumda yaptığım anlamına gelmez. Madem daha önce araştırmasını yapmadım nasıl oluyorda en başından beri 1 aydan önceki kürtaj katillik değildir, çünkü o bir EMBİRİYODUR diye bağırıyorum? Bunun da açıklamasını yap.

İkinci olarak, neyin peşindeyim; bağnaz zihniyetleri değiştirmenin.

Kürtaj yapmaktan zevk filan alınmıyor evet. Bak doğru bildiğin bir şey çıktı. Da, kürtajı zevk almak için yaptırmıyor insanlar. Biz de onu anlatıyoruz. Hala daha anlamayana özet geçmek yararsız. Başarabilirsin kafanı değiştir sonra görüşürüz.

Bir de lafınızın yetmediği yerde kişiliğe saldırıya başlıyorsunuz ya, çok komik oluyor. Araştırma yapmış haliniz buysa, yapmamış halinizi düşünemiyorum. Bir zahmet açıp 'laf atma'nın anlamına da bak, çünkü bu konuda da inanılmaz cahilsin. Ben belgelerle, kaynaklarla konuşuyor 'konuyu' tartışıyorum, siz 'zevk alma'dan bahsederek laf salatası yapıyorsunuz. Neyin dalgasındasınız bilemedim.

Raisor: Televizyondan dinlediğiniz sanal adamlar, sizi sözleriyle ikna edebilecek kadar güçlü. Adamlar siyaset okumuş, felsefe okumuş, işleri bu. Çıkarları için de bu ikna etme yetisini kullanabiliyorlar.

Ama biz çıkar amacı gütmüyoruz arkadaşlarım. Biz, göremediklerinizi görün diye anlatıyoruz, yarım saat boşuna dil döküyoruz. Abi okudum lan ben, okulunu okudum. Araştırdım it gibi. Sizin gibi her duyduğuma inanmadım.

Neyse abi, ocaktaki yemeğimden daha değerli gördüm de 2 kelimeyi size kelam ettim. Yanlış yaptım.

**

Dip not: Konuyu başlatan Taner adlı adam, bir yıldır Coğrafya öğretmenim.

EDİT: Devamını da attım.




23
Düşler Limanı / Alay etme katliamı
« : 05 Haziran 2012, 02:06:54 »
Alay etme katliamı

Liseyi bitirmiş olmanın avantajlarından biri, artık sizin de inci sözlükte gezinebilecek olmanızdır. Bulunduğunuz kurum veya kuruluşlardan ötürü sizinle dalga geçebilecek yapıda insanların, canım cicim Türkiye’mde bolca bulunması, pek de hoş bir durumdur.

(Bu kısımla, yazının giriş bölümü bitmiş olup, ana konuya hazırlanılmaktadır.)

Bu sadece Türklerin yaptığı bir şey değildir. Dünya’da yaşayan pek çok insan, komedinin, başkalarıyla dalga geçmek olduğunu sanır. Olay ilkokulda başlar. Şişman olmak, küçük çocuklar için hep komik bir durum olmuştur. Ve şişman olan kişi, kendisine takılan irdeleyici lakaplara sinirlenir. Bazen ortama uymak için güldüğü de olur. Ama içten içe ağladığını, çocuk yaşta kimse fark edemez. Kendisine söylenen laflara, çocuk karşı bir şey söylemek ister ama söyleyemez. Ve o söyleyemedikleri birikir, eninde sonunda patlak verir. Ben 6. Sınıfa gidiyorken, Ferdi adında bir arkadaşım, kendisine “şişko” dendiği için sinirlenerek kapıya yumruk atmıştı. Kapıdaki cama eli giren arkadaş, elini camdan ani çekince, bileği kesildi. Fışkıran kan, arkadaşımıza tüm bir yıl boyunca söylenen “şişman” kelimesine gülmemizin cezası olmalıydı, çünkü o miktarda kanı bir arada görmek, psikolojimizi alt üst etmişti. 7 yıldır. Evet, 7 yıldır, o görüntü gözümün önünden gitmedi. Ve 7 yıldır, Ferdi’nin bileğindeki kalın yara izi, hiç geçmedi.

Ben, konuya inci sözlüğün liseli esprisini örnek vererek başladım ama o örneği kafanıza pek takmayın. Adamlar güldürmek için dalga geçiyor belki ama bu kimsenin kalkıp da elini camdan içeri sokmasını sağlayacak kadar önemli gelmiyor kimseye. Evet, espriyi görüyoruz, gülüyoruz, ama önemsemiyoruz. İnci sözlük ne ki? Neden önemseyelim ki? Peh.

İşin tuhaf kısmı, liseli esprilerinin çoğunu yapanların, yine liseli olmalarıdır. Yapılan espriler de o kadar mantıksızdır ki… Korku filmi izlerken üstünüze işemek sizin bir liseli olduğunuzu gösterir inci sözlüğe göre. Oysa benim abim liseye falan gitmiyor, 25 yaşında adam, her fırsatta korkudan altına ediyor.

Dalga geçmek, eleştiri için yapılırsa, sonucu iyi olabilir. “Gel benimle dalga geç” diyen pek çok adam da tanıdım. Çok çok sayın bakanımız buna örnektir. “Kürtaj cinayettir” zihniyetinde bir adamda, beyinin o kadar küçük bir kısmı kullanılmaktadır ki, onunla dalga geçtiğinizde, sinirden elini cama falan sokmaz. 3 aylık bebeğin, kendisiyle dalga geçildiğini anlayıp, cama yumruk atma ihtimali nedir?

(Burada konu sapmaya başlıyor ve işin siyasete döndüğünü anlayan yazar, eski konuya dönüş yapmak için güzel ilhamın kendisine vaat edilmesini arzuluyor.)

Diyeceğim o ki, alay etmek, eleştirmek içindir, rencide etmek için değildir. Eleştirmek ise, konuya hakim olanın, bilgisi olanın, her şeyden önce eleştirmeye hakkı olanın yapması gereken bir şeydir. Yapılan hatanın büyüklüğüne göre, yapılan eleştirinin ağırlığı da değişmelidir.

(Burada ise yazar her şeyi silip yazmaya yeniden başlaması gerektiğini düşünmektedir)

Öyle işte.

24
Düşler Limanı / Okyanus ve toprağın hikayesi
« : 22 Mayıs 2012, 04:59:48 »
Okyanus ile Toprak

Okyanusların sadece bir su öbeği olarak değil; pek çok canlıya ev sahipliği yapan bir yuva, bir güzellik abidesi, cennetten bir parça olarak tanımlandığı yıllarda; okyanus, insanları, öldürülmesi ve yok edilmesi gereken tehlikeli bir varlık olarak düşünürdü, ki bu zamanlar, insanların okyanuslara zulmetmediği zamanlardır. Kısacası, okyanusun insan nefreti, tamamen gereksiz, yok yereydi.

İnsanoğlu, bu nefretten payını aldı. Okyanusa sığınıp onu karşıdan karşıya geçmek için bir gemi seyahat merkezi olarak kullandıklarında, en şiddetli dalgalar onları boğdu. En derin hazineler, okyanus tarafından çalındı. Toprak, bu duruma pek sinirliydi doğrusu. Okyanusa, insanlara zarar vermemesi gerektiğini söyledi durdu. Ama okyanus dinlemedi. En güvendiği canlılar olarak insanlarının, kendi öz kardeşi tarafından katledilmesi, toprağı derin bir üzüntüye sevketti.

Toprağın üzüntüsü, kuraklığa neden oluyordu. Toprak çatlıyor, yarılıyor, pek çok canlı yok oluşa sürükleniyordu. Ve okyanus, kardeşinin bu içler acısı haline, pek üzüldü. On binlerce kez bulut oldu, kardeşine yağdı, yine fayda etmedi. Toprak, ölüyordu.

Toprağın bu hali, Okyanusu öyle bir vicdan azabına iteledi ki, kendini bir şeyler yapmak zorunda hissetti.

Ve bir şey yaptı. Kendini öldürdü.

Ölü bir okyanus, insanlara da zarar veremeyecekti. Okyanusu kontrol etmek, kardeşlerin en güçlüsü, rüzgâra kalmıştı artık. Lakin toprak için de çok geçti. Kardeşi de ölünce, o da öldü.

O gün bu gündür, okyanusun dalgaları kıyıya doru seyreder. Bir ilerler, bir çekilir. Rüzgâr, kardeşlerinin bir zamanlar el ele tutuştuğu bu sınır noktalarına çokça uğrar. Onları birlikte görebildiği tek yer, orasıdır zira.

Ve yine rüzgâr, okyanustan taşıdığı nemi, karaya doğru savurur hep. Eski canlılığından eser kalmamış toprağı nemlendirir durur.

Ve zaman geçer, insanlar toprağı, denizi ve havayı kirledir durur… Toprağa canlılığı kazandıran bitkilere zarar verir. Okyanusun kinini o vakit anlar rüzgâr. Ama toprağın hatırına, bir şey yapmaz.

-SON-

25
Düşler Limanı / Gitmeni İstemiyorum.
« : 10 Mayıs 2012, 19:08:44 »
Gitmeni İstemiyorum

Fazlasıyla Şu şarkının etkisi altında kalındığından dolayı ortaya çıkmış bir parçadır.

Gitmeni istemiyorum. Yanlış anlama, seni sevdiğimden değil. Sadece vedaları sevmiyorum. Ve sen, vedaları sevmeyecek merhamete sahip değilsin. Bir şey söylemeden gitmezsin, biliyorum.

Gitmeni istemiyorum. Seni sevdiğim için değil. Sadece, gitme ne olur. Bak; anlamadığın, anlamayacağın pek çok mısra yazıp durdum sana, geceleri ve gündüzleri. Senin için verdiğim emeklere acıdığımdan gitmeni istemiyorum. O kadar da önemli değil aslında, ama gitmen gerekmiyor. Hayallerinin peşinden koşan genç bir kızsın. Belli ki hayatını yaşamak istiyorsun. Pek çok hayatı da beraber götürebilmeyi isterdin, bunu da biliyorum. Ben, hayallerinden vazgeçmeni sağlayacak kadar önemli değilim belki. Ama hayaller, gerçekleşmiyor.

Üzüldüğümden ya da ağladığımdan değil. Sadece gitmeni istemiyorum.

Yanlış anlama. Seni sevmediğimden demiyorum “seni sevdiğimden değil” diye. Gitmeni istemiyorum. Bunun sevmekle, üzülmekle, hayallerinle, ağlamakla alakası yok. Gitmeni istemiyorum.

Bir ömür yaşayıp hiçbir şey başaramayan onca insan gibi değilsin. Ama onlardan biri olmanı görmek… Hatta bunu bile göremeyecek olmak… Beni bitiriyor.

Hayallerin çok boş. Sevdiklerin olmayınca, pek de önemleri kalmıyor. Hayallerine ulaşacaksın, kimse bunu görmeyecek. Derslerinden iyi notlar alacaksın, kimse “aferin” demeyecek. Hayallerine uzakken, onlara ulaşmanda seni kendinden başka kimse teselli etmeyecek. Bu yüzden gitmeni istemiyorum. Hayallerini bensiz gerçekleştirmeni istemiyorum.

Hayallerinin peşinden giderken, yalnız olmak… Seni anlıyorum. Ve sana acıyorum. Kendini acındıracak bir şey yapmadın gerçi. Sürekli gülüyorsun. Gülüp duruyorsun ama, ben görüyorum, gözlerini örten perdenin ardındaki karanlık, oldukça belli. Gitmeni istemiyorum.

Gitmeni istemiyorum.

Gittiğini ve ardından düşeceğim yalnızlığı görmek ve hissetmek istemiyorum.

Yine de Hoşça kal…

26
Düşler Limanı / Geceyarısı Misafiri
« : 03 Mayıs 2012, 13:57:34 »

Geceyarısı Misafiri

Ahşap duvarlar içinde simetrik olarak döşenmiş iki yatak odası arasındaki, evin tüm odalarını birleştiren bir koridor dibine inşa edilmiş salonda, Jessica’nın saçları mum ışığı ile parıldıyor, güzelliğini mükemmel bir şekilde sergiliyordu. Mum ışığı, kızıl renkteki saçlarının kırmızılığını daha da ortaya sermiş, yüz hatlarının belirsizleşmesine ve daha simetrik bir görünüm kazanmasına neden olmuştu. Uzaklarda bir yerlerde havlayan bir köpek, ortamın sessizliğini bozan tek şeydi ve bu Jessica’nın dikkatini dağıtıyor olmalıydı ki, üzerinde çalıştığı resmi bir türlü bitiremiyordu. Jessica böyleydi işte. Resim çizerken kendini bir yere kapatır, en küçük sesten bile dikkatinin bozulmasına izin verirdi. Bazen resim kusursuz olana kadar üzerinde günlerce çalışır, hiçbir şekilde sabrını yitirmeden en küçük detayı bile çizerdi. Bazen sadece su içmek için mola verir, yemek yemenin bile zaman kaybı olduğunu söylerdi. Bazı zamanlarda ise iştahı tavan yapar, bir yetişkinin üç öğünde yiyebileceğinden fazla yemeği birkaç dakikada bitirerek, işinin başına dönerdi.

Bir kere daha, gözlerinin önüne düşerek görüşünü kısıtlayan saçlarını sabırlıca kulaklarının arkasına iliştirdi ve fırçasıyla, mavi, kırmızı ve az da olsa beyazı karıştırarak elde ettiği o çok tuhaf, ancak sevdiği lila rengini, resimde çizdiği genç oğlanın kıyafetine desen olarak kullandı. Fırça darbeleri sükûnetle tablo üzerine çarparken, Jessica havlama sesinin daha yakından bir yerlerden gelmeye başladığını fark etti. Üstelik bu kez havlamadan çok hırlamaya benziyordu. Ardından pek çok köpek, onun hırlamalarına yakından uzaktan katılmaya başlamıştı.

Bu durum Jessica’ya o an için olağan dışı geldi. Gecenin bir yarısında böyle bir iştahla havlayan bu köpekler, kesinlikle onun dikkatini dağıtıyordu. Çizimine ara vererek, dışarıya bir göz atması gerektiğini düşündü. Fırçasını dikkatlice masanın üzerine, ağzı havaya bakacak şekilde yerleştirdi, paletini de hemen yanına koydu. Ayağında, işten geldiğinden beri çıkartmadığı topuklu ayakkabıları duruyordu. Yürümeye başladığında, kaygan ahşap üzerinde kuvvetli tıkırdama sesleri çıkardılar.

Jessica’nın tabloları, hiç kuşkusuz büyük bir emek ile çiziliyordu, ancak Jessica bu emeğin karşılığını göremiyordu. Aslında umurunda da değildi, o sadece çizmek istiyordu ve çiziyordu. Asla kimseden bir tebrik beklememiş, tablolarını sergiletmek için hiçbir atılımda bulunmamıştı.

Kapıyı açıp dışarı baktığında, gecenin hiç olmadığı kadar gece olduğunu fark etti. Kuşkulu hiçbir şey, dikkatini çekebilecek hiçbir detay yoktu. Tek değişiklik, gecenin hiç olmadığı kadar karanlık olmasıydı. Oysa, ayın bu dönemleri dolunay olması lazımdı. “Hava bulutlu olmalı” diye düşündü Jessica. Korkmuştu ve uykusu da geliyordu. Eve dönüp sıcacık yatağına gömülmeyi arzuladı. Ve tam olarak bunu yaptı; kapıyı kapattı, hızlı adamlarla odasına geri döndü. Mumu hızlıca üfleyerek söndürdü, yatağının üzerine simetrik ve düzgün bir şekilde örtülmüş yorganını kaldırarak yatağın üzerine oturdu. Ayakkabılarını çıkardı, yorganın içine girerek üzerini örttü.

Yatağın içinde sanki yere düşüyormuş gibi hissettiğiniz birkaç saniyelik bir yanılsama yaşarsınız bazı zamanlar. Jessica da benzer bir yanılsama yaşayarak korkuyla yataktan fırladı. Düşme korkusu, Jessica’nın büyük bir fobisiydi. Asla uçurumlara çıkamaz, apartman çatılarından anormal derecede korkardı. Küçük kardeşi Jamie gibi değildi kısacası. Jamie yamaç tırmanıcısıydı ve Dünya’da tanınmış cesur biriydi.

Ancak bu kez yatakta düşüyormuş hissi ile uyanmak, onun işine yaramıştı. Çünkü uyandı ve uyanması kaderini değiştirecek bir şeye neden oldu: evin içindeki tıkırtıları duymasına. Bariz bir şekilde evin koridorundan gelen ayak sesleri, Jessica’nın ödünü koparttı. Evde yalnız olması gerekiyordu ve gecenin bir vakti bu ayak sesleri, Dünya’nın en cesur adamını bile korkutabilirdi.

Kendini çimdikledi, rüyada falan değildi. Oda karanlıktı ancak, yerini ezberlediği sehpayı eliyle kavrayarak arkasına saklanma cesaretini gösterebildi. Sehpa ile duvar arasına kendini atan Jessica’nın dikkatlice bakılmadıkça görülmesine imkân yoktu.

Ayak seslerinin yaklaşması, Jessica’nın üzerinde kötü bir etki bırakıyordu. Kalbi bir kuşunki kadar hızlı çarpmaya başlamış, korkusu adrenalin seviyesini yükseltmiş, ayaklarının istem dışı sallanmasına neden olmuştu.

Bir süre sonra ayak sesleri durdu. Birisi sertçe odanın kapısını çalmaya başladı. Jessica gıkını bile çıkarmıyordu bu sırada.

27
Kurgu İskelesi / Ölümün Çığlığı
« : 17 Nisan 2012, 23:15:31 »
GİRİŞ

Teor merdiveninin görkemli basamaklarına ihtişamlı bir şekilde basarak gecenin karanlığında ilerledi bir gurup savaşçı. Bu savaşçıların lideri beyaz saçlı Gunda, Gündüzün ay’ı olarak da bilinen kadim bir büyücüydü. Yeryüzünde şu anda var olan belkide en yaşlı adamdı ki bu onu güçsüz değil, korkulası bir kişi olarak anmalarına neden oluyordu.

Bu uzun merdivenlerde harcadıkları süre, yedi uzun gece, sekiz uzun gündüzü bulmuştu ama Gunda’ya göre bugün merdivenlerin sonuna ulaşacaklardı. İş merdivenlerin sonuna varmakla da bitmiyordu. Ardından Teor labirentine varacaklar, Harufet’in bataklığından geçecekler, Sonra da Fér şatosuna varacaklardı.

Yeryüzünün en uzun merdiveni, yeryüzünün en büyük labirentine, Oradan da yeryüzünün en iğrenç bataklığına bağlanıyordu. Kötülüğün zarafeti en çok bu üç büyük engelle göz önündeydi. Gunda ve gurubu, onları yavaşlatmasın diye hiç yemek almamışlar, olan suyu ise idareli kullanmaya büyük özen göstermişlerdi. Gunda'nın elindeki meşale de başlı başına bir ağırlıktı. Meşale olmadan da etrafı göremezlerdi tabi bu karanlık yeraltı tünellerinde. Savaşçılar açlığa yirmi dokuz gün dayanacak şekilde eğitilmişlerdi. Gunda ise bambaşka bir adamdı, onun için yeryüzünde süre gelen bu kötülük açlıktan daha fazla acı veriyordu.

Sonunda merdivenlerin sonuna varmışlar, yerin en dibine ulaşmışlardı. Hava sıcaklığı 60 kusur dereceden fazla olmalıydı, Merdivenler ile sekiz uzun gün aşağıya inmiş olabilirlerdi ancak, merdivenler kavisli ilerlediğinden aslında yeryüzüne pek de uzak sayılmazlardı. Bu merdivenlere “Ölümün çağrısı” adı da verilirdi. Merdivenler olduğu gibi bir ölüm tuzağıydı. Ancak yeraltına inmenin bilinen tek geçiti de, bu merdivenlerdi.

Gunda, merdivenler biter bitmez surları gördü. Altı – yedi metre uzunluğunda surlar az ilerlerinde uzanıyor, Gunda’nın baktığı tarafta tek bir giriş rahatça görünüyor, çıkış; belirginliğe bile uzak, insanlar varlığından habersiz, dehşetle oralarda bir yerlerde bekliyordu. Surların sağı ve solu dibe inen boşluklarla donatılmıştı, karşıya geçmenin tek yolu, surun giriş kapısından girmek ve labirentle yüzleşmekti.

Gunda yüzüne gözüne akan terleri sol elinin tersiyle siliverdi. Bir yudum su içerek savaşçılara döndü:

“Ölüm ile elbet bir gün karşılaşacaktık. Bizim hayatlarımız, yukarıdaki binlerce, yüz binlerce insana göre fazlasıyla değersiz geliyor bana. İşte bu değersiz hayatlar olarak bizler, yukarıdaki değerli hayatları kurtarmak uğruna buradayız. Teor’un yüzüğünü almanın tek yolu bu labirentten geçmekse, cesur olmalıyız.”

Ardından heybetle ilerledi. Asasını sağ elinde sallaya sallaya, büyük adımlarla labirentin giriş kapısından içeri girerek ortalıktan kayboldu. Savaşçılar onun ardından tek sıra halinde ilerlediler.

**

Labirentin sonuna varmak bir hafta sürmüştü. Aynı yerlerden geçtiler, binlerce kez umutlarını yitirdiler, binlerce kez yeni bir yer bulduklarını sanarak heybetle ileriye koşmaya başladılar. Altı savaşçıdan altısı da ölümün çağrısında başarıyla direnmiş olsa da, dördü labirentte açlıktan ve sıcaktan can verdi. Gundam her birini oraya, öldükleri yere, açtığı ince bir çukurun içine gömdü.

Labirentin gerçekten de sonuna vardıklarını anladıklarında, savaşçılar soğukkanlılığını bir kenara bırakarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlardı lakin durum Gunda için böyle değildi. Heybetli bir üzüntüyle;

“Gittikçe işler zorlaşıyor.” Dedi. Karşılarında yeryüzünün en pis bataklığı duruyordu. Bu bataklık bir gemiyi batırabilirdi. Etrafı yer altı dağlarıyla bağlanıyordu ve etrafından dolaşmak mümkün değildi. Gunda endişelendi, bu bataklıktan geçmek imkânsıza yakın görünüyordu. Ancak hep bir çıkış yolu olurdu. Şatoya gitmenin açık bir yolu olmak zorundaydı.

Gunda’nın diğer endişesi sağlık durumlarıydı. Açlık ölümcül boyutlara ulaşmış, herkes bir deri bir kemik kalmıştı. “Harika,” dedi Gunda. “Artık şişman bir büyücü değilim.”

Gerçekten de, 15 günü aşkındır buradaydılar ve 15 günde 10 kiloya yakın vermişlerdi. Suları, geri dönene kadar yeter mi bilmiyorlardı. Tam da bu sırada, bataklığın üzerindeki belirsiz siyah kayaları gördü Gunda. Aralıkları atlayarak ulaşabilecekleri kadar açık bir gurup siyah kaya, bataklığın üzerinde belli belirsiz duruyordu.

“Karşıya geçmek şans işi.” Dedi Gunda. “Kayalar kaygan ve içlerinde tuzak olanlar var. Yani basınca dibe gömülen kayalar var ve dibe gömülmeyenler de kaygan oldukları için dengenizi kaybetmenize neden olabilir.”

Bir yudum su daha içti ve bataklığa doğru ilerledi. Kayalardan birini ayağıyla kontrol ederek üzerine atladı. Diğer iki savaşçı da peşinden geliyordu.

**

12 saati aşkın bir süre zarfında Gunda bataklığın sonuna varmış, şatoyu gözleriyle görmüştü. Ama karaya yalnız başına ulaşmıştı. Diğer iki savaşçı, bataklığın içinde yitip gitmiştiler. Kendinden emin adımlarla şatoya doğru ilerledi yaşlı adam. Kendinden emindi. Aslında bir tek o kendinden emindi ki buraya kadar ulaşabilmişti. Burada yılmak olmazdı.

Teor, kötülüğün Tanrıçası, Harufet kötülüğün Tanrısı olarak bilinirdi. Fér ise onların yeraltındaki şatosu olarak anlatılırdı mitlerde. Gidebilen, daha doğrusu gidip de dönebilen olmamıştı. Bu şatoda Teor’un yüzüğü saklanmıştı. Bu yüzük, Teor ve Harufet’in varlığını sona erdirebilecek tek şeydi. Bu Tanrı’lar yok olursa, Dünya’da yüzyıllardır süre gelen savaş, tükenebilirdi. Zira Teor ve Harufet yüzyıllar önce insanlara savaş ilan etmiş, Dünya’da insanların işgal ettiği bölgeleri kendi iblis savaşçılarıyla donatmak için çokça mücadele etmişlerdi.

**

Gunda, şatodan içeri sızdı. O an gördü ki şato bomboştu. Hiç oda yoktu, sadece bomboş bir salon, bu salonun ortasında bir masa, bu masanın üzerinde çelikten bir sandık vardı. “Tam da mitlerde anlatıldığı gibi!” dedi Gunda. Yavaş ve temkinli adımlarla salonun ortasına doğru yürüdü. Sandığın yanına vardı, sandığın kapağını temkinli bir şekilde açtı. O an gördü ki, sandığın içi bomboştu.

“Kahretsin!” dedi ihtiyar sinirle. Ardından duraksadı ve etrafına baktı. Belki de yüzük başka bir yerdeydi. Kalan zamanını yüzüğü arayarak geçirebilirdi. Neden ki içinden bir ses başkasının yüzüğü çoktan ele geçirdiğini söylüyordu.

İhtiyar umutsuzca sağa sola baktı, iki çift büyü ağzından dökülüverdi:

“Espeeda, Kurun!” diye bağırdı gür bir sesle. Ve büyücünün sözleri, bomboş şatoda ikinci kez, üçüncü kez yankılandı.


28
Düşler Limanı / Gidebilirdim.
« : 17 Mart 2012, 02:16:00 »


Gidebilirdim

Size uzun zaman önce başımdan geçmiş bir olaydan bahsedeceğim. Bu, belki de hiç bahsedilmemeliydi. Ya da belki de hiç yaşanmamalıydı. Ya da yaşanmadı, sadece bir hayal ürünüydü.

Nisan ayları. 1980li yıllardan beridir bir kabus gibiydi benim için. Ah, ne kadar da aceleciyim. Ben diyerek geçemem ya; biraz kendimden bahsedeyim. Adım Lon. Ben, 1981 yılında, İngiltere'nin katiller şehri olarak da bilinen Londra'sında doğdum. Ve aynı zamanda orada yaşadım, büyüdüm. Başka bir şehir olmadı. Olmamalıydı da. Bir tek Londra vardı.

Aslına bakarsanız, ben bunu bir kaplumbağa olmakla aynı görüyordum. Kaplumbağaların evleri kabuklarıdır. Ne kadar uğraşırsa uğraşsınlar. Kabukları kırılmadığı sürece tabi. Kabukları kırılanlar ise, çok geçmeden ölürler.

İşte benim de Londra'da oluşum bunun gibiydi. Londra kabuğum gibiydi. Onun dışında başka bir yer olamazdı benim için. Biliyor musunuz, bu kötü bir şey değil. İnsanların aynı eve, aynı insana, aynı şeylere bağımlı olması güzel bir şeydir. Sadakat. Sadakat iyidir.

Nisan 1981de Annem ölmüştü. Doğduğum gün. Bu rastlantısal bir şey değildi. Doktorlar biliyorlardı. Doğum ikimizden birine veya ikimize birden sorun yaşatabilirdi. Annemle ilgili birkaç resim dışında bir şeye sahip olamadım.

Babam ise; ah o, kendi Dünya'sında bir adamdı. Hala da öyle. İhtiyacım olan ilgiyi ondan alamadığım için, küçük bir yaşta dedemle birlikte kalma kararı aldım. Babamla sık sık görüşmeyiz. Ama görüştüğümüzde de birbirimize saygımız sonsuzdur. O kötü bir adam olmamıştı hiç. Sadece eşini kaybetmenin acısını 31 yıldır unutamıyor.

Neyse. Ne diyordum? Hah. Olay diyordum.

1997. Nisan. 18. Bu sayılar, spesifik bir tarihi ifade ediyor. Bu tarihse, spesifik bir olayı.

***

"Bırak o silahı Edward."

Edward Froid, Amerikan aksanı öne çıkmış bir ingilizdi. Amerikan aksanıyla konuşma sebebi, babasının bir Amerikan olmasıydı belki de. Çocukluğundan beri onun aksanını örnek almış, onun yaptıklarını yapmak istiyordu. Siyah kısa saçları, buğday teni ve zayıf lakin kaslı vücuduyla hep kızların ilgisini çekmişti. O zamanlar lisenin soytarıları denirdi bize. 16 yaşındaydık lakin denemediğimiz şey, yapmadığımız halt kalmamıştı. Uyuşturucu, sigara, alkol, kızlar...

O zamanları düşünüyorum da, o kadar genç ve toyduk ki. Kızlar bana "Everlyn'in mavi gözleri" lakabını takmıştı. Gençliğimde oldukça yakışıklı olduğumu söyleyebilirim. Kumral uzun saçlarım, mavi gözlerim, pürüzsüz bir yüzüm ve atletik bir vücudum vardı. Şimdiki göbeğime ve yavaş yavaş kelleşmeye yüz tutmuş saçlarıma aldırmayın. Gençliğimde öyleydim işte.

Everlyn iyi bir liseydi. İhtiyar büyük babam zengin bir adamdı. Ona göre Everlyn gitmek için en uygun okuldu. Bende onu o denli seviyordum ki, her ne kadar ineklerin gittiği bir okula gitmek istemesem de, gitmiştim işte. Neyse ki Edward ile tanıştık. O da benim gibi serseri bir tipti.

Hook sokağında, elinde nereden bulunduğu sır olan bir silah, önümüzde iki maskeli adam elleri havada, ve ben, Edward ile o sokak hırsızları arasında bir köprü gibi durmuş halde - ki bunun sebebi kimsenin ölmesini istemememdi - duruyorduk.

Neden mi? Bu hırsızlar az önce ihtiyar bir kadının el çantasını çalmış, hızla olay yerinden uzaklaşmaya çalışmışlardı. Hırsızlık, yaptığımız onca ahlaksız şeylere rağmen, bize göre bile ahlaksız bir günahtı ki, kendimizde o hırsızları cezalandırabilecek yüzü bularak peşlerine düşmüştük onların.

"Onları öldürmeye değmez" diye ekledim ve ileriye doğru iki adım attım. Lakin geç kalmıştım. Edward, yasal olmayan silahıyla tetiği ateşledi. Silahı iyi doğrultamamış mıydı, acemiliğinden miydi bilinmez ama kurşun, kasıklarıma isabet etti. Atmış olduğum iki adım, nelere sebep olmuştu böyle?

Acıyla yere yığılmam ve çığlıklar atmam için, kurşunun kasıklarıma girmiş olduğunu fark etmem gerekti. Bunu da kurşun kasıklarıma girdikten 2 saniye sonra farketmiştim zaten. Acı. Çok fazlaydı. Şuurum yarı bilinçsiz bir noktaya ulaşmıştı.

Tek fark edebildiğim Edward'ın "Lon!" diye bağırması ve hırsızların korkuyla uzaklaşmaları oldu. Edward onları dikkate alacak durumda bile değildi.

"Lütfen, hareket etme Lon, hemen yardım çağıracağım."

Edward'ın panik dolu hali hala gözlerimin önünde. Duygulardan yoksun boş bir bakışla

"Yapamam, Ed," diye yanıtladım onu. "Hareket, edemem. Ayaklarım. Ayaklarımı hissetmiyorum..."

***

Bir diğer tarih. Nisan 2000. Dedem o tarihte hayata gözlerini yummuştu. Üniversiteye başladığım ilk yıldı. Mutlu bir yıl olmalıydı lakin öyle olmadı. Hep olimpiyatlarda atlet olmak isterdim. Tekerlekli sandalye ise psikoloji okumaya beni mecbur etti. Sevdiğim en iyi ikinci şey, insanların dertlerine ortak olmaktı.

Dedemin öleceğini zaten biliyordum. Son iki haftasını ne yazık ki hastahanede geçirmişti. Günde 3 paket sigara içen bir adamın ciğerlerinin su toplaması, ne garip bir sondu bu böyle?

Dedemin öleceğini bilmeme rağmen ona veda edemedim. Çoğu insan ölen yakınlarına son bir elvedayı diyemedikleri için bir ömür içinde ona söylemek isteyip söyleyemedikleriyle yaşlanır. Benim dedeme söylemek istediğim hiçbir şey olmamıştı. Bunun sebebi onun ben daha bir şeyi söylemeden beni anlamasıydı. Aramızdaki bağ o kadar kuvvetliydi işte.

Ha bir de şu var ki, vedalar yanlıştı. Son ana kadar o sanki hiç ölmeyecekmiş, o sanki hiç hasta olmamış gibi davrandım. O öldüğünde bile bunu kabul edememişim ki, 12 yıldır her gün onu saat 5de kapıyı çalıp işlediği kırtasiye dükkanından dönsün diye bekliyorum evde.

Gariptir, kimse dönmedi.

***

Size bahsetmek istediğim olay, işte buydu. Nisan ayları. Evet. Nisanlar. O kadar tehlikeliler ki. Uğursuzluğun ayı diyebilirim onun için. Bugün, 2 nisan 2012. Varoş bir hastahane odasında, beyin tümöründen ölüyorum. Şimdi. Size bunları anlattım ki bana acıyabilesiniz.

Yalan söylüyorum. Amacım o değil hayır. Birkaç nasihatte bulunmak istiyorum sadece.

Öncelikle, çocuklar. Ailenizde çok sevdiğiniz bir yakınınız olduğunu biliyorum. Başınız ne gibi bir derde girerse girsin, onunla paylaşın. Bunu yaparsanız, o da size yardımcı olacaktır.

İkincisi, tüm insanlar. Bazı şeylerin değerlerini yaşarken anlamıyoruz. Saçma sapan bir uzuv olan ayaklarımız mesela. Onlarla ilgili uyduruk espriler bile yaptınız. Ama kaybettiğinizde önemi daha bir fark edilir oluyor açınızdan. Ya da sevdiğiniz insanlar. Öldükleri için ağladınız. Yaşadıkları için kaç kere gülümsediniz?

Üçüncüsü, zaman bilimcileri. Nisanları takvimden kaldırmalısınız. Nisanlar, kötü.

Ve dört. Gidebilirsiniz. "umurumda olmaz" diyerek sevdiklerinizi terk edebilirsiniz. Bu bile onun umurunuzda olduğunu gösterir. Ben de gidebilirdim.

Gidebilirdim. Gitmedim.

***

Garip. İçimdeki acı son buluyor. Her şey hissizleşiyor. Bu duygu da nedir? Yoksa ölüyor muyum? Öyle olmadığını söyleyin. Ama aksi yok ki. Ölüyorum. Ehehe. Nasıl öldüğünüz önemli değil. Nasıl yaşadığınız önemli. Şu hayatı yaşamak güzeldi.

Sizleri tanımak hayat kadar güzeldi.

29
Düşler Limanı / Eh, öyle işte
« : 12 Aralık 2011, 20:49:18 »
Bir parçamda sen varsın, diğer parçam yok sanki. Evet, doğru okudun. İçimde bir yerde sen varsın bir tek, diğer yerlerim felç olmuş sanki. Şöyle usulca pencereye dayarsın ya başını bazen;  nerede olduğun fark etmez. Bu bir otobüs camı da olabilir, ya da bir tren veya uçaktasındır belki, usulca ağarmış güneşin resmini seyredersin. İşte öylesin sen de! Çok uzaklardan usulca izlerken seni, kulağımda kulaklık, bir aşk şarkısının en vurucu dizeleri çalıyorken, bir güneş gibi ağarıyorsun.

Mimiklerime önem veriyorum sen yanımdayken. Korkuyorum, kötü bir hareket yaparım da soğursun benden diye. Artık daha bir önem vermiyorum yediklerime. Hatta yemiyorum bazen. Biliyorsun, pek de yakışıklı değilim. En azından kilo almayım diyorum. En azından kusursuzluk olsun fiziğimde. Belki sonsuz bir kavramda seversin beni de, gitmezsin diye.

Nar ağacı, kekik kokuları. Bunlar seni anımsatıyor. Usulca kokluyorum, yemeğime tat verecek bu tütüleri. Güneşin ağardığı gibi batabileceğini biliyordum. İşte o yüzden hep koştum batan güneşe doğru. Hiç batmasın güneş diye, Dünya döndükçe ters yöne koştum bende. Ne dağ duracaktı önümde ne bir nehir, ne de okyanuslar. Asla batmayacaktı güneş. Hep tepede yakacak, ısıtacaktı tenimi. Oysa bilmiyorum, ne zaman güz geldi, kara bulutlar kapladı Güneşimi?

Öyle işte.

Eh, ağlayamaz pek çoğumuz. Özellikle de erkekler, ağlayamaz. Sadece oturup bir kadeh daha içerler evdeki balkonlarında. Karşıda betonarme bir manzara, bir sigara daha yakarlar. Sevdiklerine 'Özledim' bile diyemezlerken, Tüm İstanbul'a haykırırlar "Özledim onu!" diye. Ve hala ağlayamazlar. İzmarit kayar ve düşer birden ellerinden, gözlerinden damlamayan gözyaşları gibi.

30
Kurgu İskelesi / Aida
« : 02 Kasım 2011, 15:49:50 »

Önsöz

“Duvarden’in batısında bir yerde, eskiden başkent olan bir şehrin yıkıntıları duruyordu. Daha doğrusu şöyle söyleyelim, eski başkentimizin doğusunda bir yerde, Duvarden adlı bir şehir vardı. Ve o şehir, hala var. Sadece onu yeterince görmüyorsunuz. Ya da bilmediğiniz için, gidip göremediniz. Belki de görmüşsünüzdür ama anlamamışsınızdır oranın Duvarden olduğunu – Kayıp dört prensin yaşadığı yer. Ve benim kaçtığım yer.

Anne babalarımız, ya da daha yaşlı olanlarımız bilirlerdi. 3. Dünya savaşından sonra Kuzey Heradur ülkesi düşmüştü. Düşmanlar, ülkenin düşüşünü başkenti yağmalayarak kutlamıştılar. Ve başkent “Drideni”den kaçan dört prens bulunamamıştı. Kral ölmüştü. Kraliçe ölmüştü. Aslında bakarsanız, herkes ölmüştü. Savaş bittiğinde, kraliyet ailesinin soyu tükendiği için, ülkeyi yeni bir kraliyet soyu yönetecekti. Ve biz halk, bu yeni kraliyet ailesine bağlılık yemini ettik. 20 yıla yakındır onların himayesindeyiz.

4 Ağustos 2894’den beridir bundan nefret ediyorum. Evet, atalarımın bağlılık yemini ettiği bu krallıktan, Dünya’da tekrar egemen olmuş mutlak monarşiden, Bu krallığın bir evladı olmaktan, 4 Ağustos 2894’den beridir nefret ettim. Doğduğum tarih. Annemin öldürüldüğü tarih. Babamın tutuklandığı tarih. Benim Duvarden’e kaçırıldığım tarih.”

Bir kurtarıcının hikayesine hazır olun. O kurtarıcı, sadece bir kurtarıcı değildi. Ayrıca bir devrimciydi. Annesinden ona kalan mirası taşıyordu o bilmeden. O bir “Airnos”du. Görünen Dünya’da, havadaki görünmeyeni görebilen, havanın son temsilcisi…

Hiç hava büyücüsünü duymuş muydunuz? Duyacaksınız.

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 6