Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Raisor

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6
31
Şişedeki Mısralar / Bu Rıhtım Acımasız 2
« : 20 Ekim 2011, 20:50:23 »
                       Bu Rıhım Acımasız 2

Kuş sesleri, kitaplar,
Size ne hatırlatabilir ki boş hatıralar?
Uzunca sokaklar, daracık yollar,
Kim duyabilir ki var oluşumdan çığlıklar?

Bir gezinti yaparsan İstanbul’da,
Görürsün parçalanmış hayatlar.
Bazen kuşlar için yem satan satıcılar,
Bazen yem alacak para bulamayan sokak kenarında çalgıcılar.

Öyle bir halk görüyorum ki,
Her sokakta bir zenginin evi var.
Devletten daha zengin adamlar var,
Öğretmenlerin altında Porsche jipler var.

Bir medyaya sahibiz ki gerilemeden başka bir şey yaratmaz.
Yazdıklarımı onlar söylese Tükiye’de sorun kalmaz.
Tek bildikleri yalan haberler, uyuşturucu mafyaları, hırsızlar, cinnet geçirmiş babalar.
Haberlerinde yazmasalar da bunlar tüm Dünya ülkelerinde var!

Bir izlenim bırakmışız ki, İstanbul’da turist çantasını önünde taşıyor.
Etin bile haberi var, at mıdır eşek midir kavgası?
Yediğiniz at ise ne eşek ise ne fark eder?
Her şey toprağa karışmayacak mıdır?

Bir ahmak çıkıyor “Bor çıkarılmıyor” diyor.
Bre pehlivan paran var da sen mi çıkarmıyorsun?
Bir ahmak çıkıyor, “Amerika izin vermedi ki” diyor.
Ey üstad, pahalı bir madeni çıkarmak bu kadar kolay mıdır?

Her gün mesaj geliyor; “şehitlerinize Fatiha okuyun” diyor.
Fatiha okuduk da şehit geri dirildi mi?
O mesajları atan 70 milyon o mesaj parasını atsaydı kumbaraya,
Ne şirketler kurulurdu kokuşmuş Türkiye’min doğusuna.

Marmara’nın güzelliği paha biçilemez.
İstanbul üniversitesini doğuda açsana?
Bir sahte yalanlar söylüyor politikacılar,
Bir kanma merağı var halkımızda.

2. Dünya savaşından çıkıyor ezik bir Almanya.
Bugün ekonomisi en güçlü Devletlerden biridir.
Öyle bir bilinçli ki halk,
Sıfırdan başlayıp geçmiştir hepimizi.

Japonya’da Tsunami olunca devlet adamları istifa ediyor onurları için.
Bizde deprem olsa bakanlar kokteyl düzenleyip depreme gülüyorlar.
Bir de yardım topladık birkaç milyon dolar, onlar için.
O, onların bir günlük yemek parası Tokyo’da.

Yünanistan resmen yanıyor inim inim.
Sonumuz aynıdır, haberiniz olsun.
Beş yüz lira asgari* maaşa, bir kira ödenemezken Levent’de;
Hakkari’den görüntüler var her gün ana haber bültenlerinde.

Bir zamanlar bunları söyleyenleri bir bir asmışlar.
On yılda bir isyan olması lazım demek ki.
Birileri asılacak, diğerleri isyan edecek.
Sonunda bu ülkede adam kalmayacak.

Buyurun size düşünce özgürlüğü.
Buyurun size demokrasi.
Buyurun size Adalet.
Buyurun size; güzel Türkiyem’den soysuz insan manzaraları.

32
Düşler Limanı / Lavrance
« : 18 Ekim 2011, 18:24:40 »
Lavrance

Lavrance, içi boş evine her zaman yaptığı gibi sol ayağı ile ayak bastı. Siyah uzun saçları ve kahverengi iri gözleri vardı Lavrance’in. Orta yaşlardaydı. O, kötülüğü simgeleyen siyah bir fular takıyordu ve çantasında taşıdığı özel parfümünü sürekli çıkararak fularının üzerine sıkardı. Bu alışkanlık, size ya da bana garip gelebilir. Ama en azından sigara ya da alkol gibi alışkanlıkları yoktu.

İri bir vücudu vardı ve şahin gibi çatık gözleri, bir komodo ejderhasını andırıyordu. Önce evin içinde bir şeyler arıyormuşçasına sağa sola bakındı, sonra tek kişilik ahşap sandalyesine oturarak televizyonun kumandasında birkaç tuşa bastı. Bir tek oturma odasının ışığı yanıyordu. Ne gri fayanslarla süslü mutfağa, ne de yerlere kadar boka batmış tuvalete haftalardır ayak basmamıştı. Az ileride, köşesinde bir ayakkabılık bulunan uzunca bir koridor duruyordu. Koridorun sonunda ise küçük bir karartı, babasının gelişini izliyordu sessizce.

Lavrance, yemek programları ve haber bülteni dışında kayda değer bir şey bulamayınca, televizyonu kapattı. Üstünü birçok gazalı bez örten salon masasının yanına doğru yürüyerek bezlerin arasını karıştırdı. Sonunda çikolata ve fıstıklı cips bularak oturduğu koltuğa geri döndü.

Koridorun diğer ucunda duran çocuğu o an fark edebildi. Hiç istifini bozmadan cips paketini açtı, içinden üç – beş çerez çıkartarak ağzına attı.

“Sen de acıktın mı, James?” diye sordu adam yorgun ama güçlü bir ses tonuyla. Çocuk yerinden doğruldu, usulca babasına doğru yürümeye başladı. Koridorun diğer yakasına ulaştığında, Uzun sarı saçları ve mavi renk gözleri belirginleşmişti. En fazla altı – yedi yaşlarındaydı. Oldukça eski, gri bir atlet giyiyordu ama yılın bu zamanlarında hava soğuk olduğundan, üşüyordu. Atlet giyilecek bir zaman değildi. Titremesinin nedeni soğuk muydu, yoksa korku muydu kendisi de bilmiyordu ama, hem üşüyordu, hem korkuyordu.

“Evet.” dedi. “Ben de yemek istiyorum, baba.”

“O halde neden gelmemi bekledin? Neden kendin bir şeyler yemedin?”

Çocuk sesini çıkartmadı. Babasına daha da yaklaşarak, avucunu ona doğru uzattı. O an istediği tek şey, sadece tarihi geçmiş, yumuşak ve besleyici çerezlerdi. Ama Lavrance’in yemeğe devam edip, kendisine vermediğini görünce; elini çekti.

“Neden bana da vermiyorsun baba?” diye sordu.

Lavrance hiç istifini bozmadan tekrar kumandayı aradı ve “kendin alabilirsin.” dedi. Bunun üzerine çocuk bir kez daha elini uzattı ve paketten bir çerez aldı. Sanki aniden biri çerezi elinden kapacakmış gibi çabucak yedi ve elini tekrar pakete yönlendirdi. Hızla ve hışımla diyebileceğimiz bir şekilde, çerezleri yemeye başlamıştı.

“Annem ne zaman uyanacak baba?” diye sordu birden.

“Bilmiyorum.” dedi Lavrance. “Uyanmadı mı henüz?”

Çocuk, bir an duraksayarak; “uyanmadı.” dedi.

“Anladım. Onun yanında uyumak istemiyor musun?”

“Hayır!” diye cevapladı çocuk. “O çok kötü kokuyor.”

Lavrance, televizyonu yeniden kapattı. Anlamsızca gümüş kol saatine baktı. Saat henüz 9 oluyordu.

“Ooo; oldukça geç oldu; James. Neden hala yatağında değilsin?”

Çocuk ani bir hızla odasına doğru gitti. Uykusu yoktu ama babasından korkuyordu ve karşı çıkmak istememişti. Yatağına yattığında, babasının da arkasında olduğunu hiç bilmiyordu bile. Onu aniden kapıda dikili görünce biraz korktu.

Lavrance, yerde birkaç kırık oyuncak görmüştü. Bunun dışında pek bir şey yoktu zaten. “İyi geceler" diyerek elini ışığı kapatacak olan butona doğru yönlendirdi. Lakin arkasından seslenen bir “dur!” sesiyle irkildi. Oğlunu ilk kez bu kadar korku dolu bir sesle bağırırken görmüştü.

“Ne oldu James?”

“Işığın kapanmasını istemiyorum baba.” dedi çocuk. “Karanlığı sevmiyorum.”

Lavrance geriye doğru bir adım attı. Işığı kapatmaktan vazgeçmişti. “Emin misin?” diye sordu. Sonra James’in kafasıyla onay işareti yapmasını izledi. Yavaş adımlarla yatağın yanına gitti, eğilerek James’in alnını öptü.

“Seni seviyorum James.” dedi. Ve bu anlamlı sözün sonucundaki çocuğun hayret dolu bakışları arasında bir silah sesi duyuldu.

“Neden ışıkları kapatmama izin vermedin, James?” dedi Lavrance. Sonra yavaş adımlarla odanın kapısına doğru yöneldi, arkasına bile bakmadan ışığı kapattı, gözünden akan tek bir damla yaşı da silerek oturma odasına doğru yürüdü.

Bitti

33
Dipsiz Konak / Metamorphosis
« : 16 Ekim 2011, 23:09:19 »

Metamorphosis - Giriş

Sizler, kelimenin tam anlamıyla; birer başkalaşım örneğisiniz.

Sizler, görünenin çok ötesinde yeteneklere sahip birer “mutant” olabilirsiniz.

Duygulardan yoksun veya normalden daha duygusal birer “insan” da olabilirsiniz.

Her biriniz, insan oğlunun son örneklerisiniz.

Yok olmaya ramak kalmış bir Dünya.

Ölmeye hazır bir çok insan ve mutant.

Onları bu hale getirenler ise; diğer mutant ve insanlar.

Maceraya ne kadar hazırsınız?

Metamorphosis, eğer yeterince katılımcı olursa, forum üzerinden oynanacak bir frpdir. Özet olarak Mutant - insan savaşının gelecekteki halidir. 4 mutant, 4 insan olmak üzere en fazla 8 oyuncu ile oynanabilir. Eğer katılmak isterseniz, bu başlık altından yazmanız gerekmektedir. Yeterince katılan olursa, daha fazla bilgilendirilecektir.

34
Düşler Limanı / Ölürsünüz
« : 11 Ekim 2011, 18:25:37 »
Ölürsünüz


Spoiler: Göster
Edebi bir metindir.


Biri son sözünü söylemeden öldüğünde; siz de ölürsünüz.

Ortada hiçbir kesici alet olmamasına rağmen bazen; sevilenin tek bir sözüyle kalbinize saniyede milyon kez bıçak saplanır ve siz; ölürsünüz.

Ölürsünüz; çünkü insanlarla uğraşmak tarım faaliyetlerinden daha zordur. Hayvanınız, bitkiniz, belirli oranda bir yiyecek ve su ister sadece. Oysa insanları asla mutlu edemediğinizden ölürsünüz.

Yapılan iyiliklerin karşılığında tek bulduğunuz çoğu zaman nankörlük ve dayanışmadan uzak kalmış, eciş bücüş bir insan ilişkisi örneğidir. Ve siz yine ölürsünüz.

Özgür düşünce ve demokrasiyi savunan bir cumhuriyette ezildiğiniz için, ölürsünüz.

Barışı ümit edip, bir gün kafeslerinizdeki güvercinleri ve eğlence günleri havaya sıktığınız kurşunları farkettiğinizde; gerçekten farkettiğinizde sizin de barıştan çok uzakta olduğunuzu anlarsınız. Ve o an ölürsünüz.

Ölümünüze beş dakika kala, sahip olduğunuz mal varlığınızdan beş kuruşu bile diğer tarafa götüremeyeceğinizi farkedip, ölürsünüz. Bu mal varlığı için kıyasıya mücadele veren oğullarınızı gördükçe ölürsünüz. Ölümünüzün, onlar için bir önemi olmadığı fark ettiğinizde; ölürsünüz.

Onca hakaret savurduğunuz, bunca zamandır ekmeğini yediğiniz ve karşılığında yüzüne tükürerek evini terk ettiğiniz ailenizin, geçirdiğiniz trafik kazasından sonra hastahane odasında yanınızda bekleyen tek kişiler olduğunu fark edince, ölürsünüz.

Birçok şey yaşadığınızı sanıyorken, aslında kayda değer hiçbirşey yaşamadan öleceğinizi anladığınızda; ölürsünüz. Yaşarken öleceğinizi hiç hesaba katamadan yaşadığınız hayatınızda, elbet geriye dönüp tekrar yaşamak istediğiniz o anı tekrar yaşamak istersiniz. Ve pek çok diğer istek gibi, bunun da gerçekleşemeyeceğini görürsünüz.

Küçüklüğünüzün, yeterince oynayamadığınız o kırlı bahçesinde, kar yağıyorken oluşan manzara; Meyve zamanı toplamaya üşendiğiniz ağaçlardaki salkım salkım meyveler; her sabah okula gitmemek için annenize ettiğiniz ısrarlar; okulunuzun o güzel bahçesi; sonra aynılarını yaşayan çocuklarınız gelir aklınıza. Herbiri için bir kez ölürsünüz. Ahmet için bir kez. Mehmet için bir kez. Canan için bir kez.

Ve değerini bilmeden aldattığınız kocanız/karınız gelir aklınıza. İlk kez anne/baba oluşunuz. Sonra evliliğiniz ve çocuklarınız ile ilgili söylenmeleriniz aklınıza gelir. Annenizin sözlerini hatırlayışınız gelir aklınıza. Sorumluluklarınız. İşiniz, akrabalarınız, bakmak zorunda olduğunuz kayın veya öz anne / babanız. Size 30 yıl sorgusuz süalsiz sahip çıkan, yemeğini yediğiniz, beraber büyüdüğünüz anne - babanız. Ve onun yurtta ölmesine izin verişiniz aklınıza gelir. Evde bir yatak ve bir tabak daha eksilsin diye yurtta ölmesine izin verdiğiniz anne - babanız. Ve her biri için; tüm bu herşey için bir kez ölürsünüz...

Gençliğinizde, yolun karşısından karşısına geçmesini beklediğiniz o ihtiyar amca aklınıza gelir sizde bir ihtiyar amca olunca. İnsanların sizi beklerlerken ettiği küfürleri duyar gibi olursunuz. Sizi asıl öldüren şey, bu küfürbazların da bir gün yaşlanacağı ve sizin şu an hissettiklerinizi hissedip pişman olacakları gerçeğidir. Yaşlanamadan ölen ve asla bu pişmanlığı hissedemeyenler için bir kez; yaşlanıp bu pişmanlığı hissedenler için ise bin kez ölürsünüz.

İki adım yürümeye üşendiğiniz yolun, siz sakatlanınca artık hiçbir şekilde yürünemeyeceğini anladığınızda; ölürsünüz.

Tüm diğer hayatlar gibi olan sıradan yaşantınızda; öldükten sonra hatırlanmayacağınız gerçeği belirir zihninizde. Bu ömür, üzerine basılan bir toprak parçasından; bitkilere hayat veren bir gübre yığınından öteye gidemeyecektir. Bunu farkettiğinizde; ölürsünüz.

İşte o zaman; herkesin sizin öğütlerinizi dinleyeceği "o an"a dönüp, herkese yaşamaya sıkı sıkı sarılmasını söylemek için ömrünüzün geri kalanını verebilirdiniz. Yüreklerinin sesini dinlemelerini, hiçbirşeyden korkmadan özgürlüklerini kazanmaya çalışmalarını öğütlemeyi dilerdiniz. "Başka birinin asla yaşama şansına sahip olamayacağı kendi bireysel hayatınızı en iyi şekilde yaşayın." diyemediğiniz çocuklarınız ve torunlarınıza, "son konuşma"yı yapamadığınız için, yüzbinlerce kez ölürsünüz...

35
Düşler Limanı / Çatı
« : 05 Ekim 2011, 19:24:38 »

Çatı

“Çıkıp çatıda oynadım. İnsanların sokakta koşturuşlarını izledim. Bir ambulans sesi vardı ve; ve oh gerçekten çocuklar büyüyor büyükbaba. Hani geçenlerde, Ayşe teyzemin bir oğlu olmuştu ya? Çok küçük bir insandı o. İşte çatıdan baktığımda, onun koşuşunu izledim. Şimdi diyeceksin ki, o henüz bırak koşmayı, yürüyemiyor bile. Ama gördüm. O koşuyordu. Ve koştukça yaşlanıyordu. Birden Karşı sokaktaki okulun kapısından içeri girmişti. Neydi o okulun adı? Bende oraya gideceğim diyordun hani? Yoksa sen de benim gibi unutuyor musun büyükbaba? Sonra elinde büyük kitaplarla dışarı çıktı. Büyümüştü.”

13 Ocak.

“Bugün karşıki çatıda bir çocuk gördüm. Elinde bir şey tutuyordu. Sanırım gökyüzünde dalgalanan kırmızı uçurtmanın ipiydi elindeki. Birden kuvvetli bir rüzgar çıktı ve uçurtması diğer yöne doğru sürüklendi. Nerdeyse çocuk da beraberinde uçuyordu uçurtmanın. Çocuklar uçabilir mi büyükbaba? Ben uçmak istiyordum hep. Ama küçükken annem bana uçamayacağımı söylemişti. Sen onun yalan söylediğini biliyorsun değil mi büyükbaba? Sana annem nerede diye sorduğumda bulutlardan bizi izliyor diyordun ya? O oraya nasıl çıktı ki? O uçabiliyorsa ben neden uçamayayım?
Neyse ki uçurtmayı zapt etmek zorlaşınca, karşı çatıdaki çocuk uçurtmayı indirerek evine girdi. Neredeyse düşeceğini sanıyordum. “

14 Ocak.

“Öğretmenimiz bugün bize derslerimize çalışmazsak çöpçü olacağımızı söyledi. Ben derslerime çalışıyorum büyükbaba. Ben çöpçü olmak istemiyorum. Ben doktor olacağım. Annem bana doktor olmamı söylemişti. Sonra sen hasta olursan seni iyileştirmek istiyorum. Doktor olduğum zaman kimseden para almayacağım. Çocukları hep iyileştireceğim ben. Artık sana dokunduğum zaman çok soğuk oluyorsun. Ben seni sıcak yapan ilaçlar vereceğim sana.
Çatıdan dışarıyı izlemek artık bir hobi gibi oldu benim için. Her gün buraya çıkıp sana bir şeyler yazmak hoşuma gidiyor. İnsanları izliyorum ama onlar beni göremiyor. Biri senin onu izlediğini görünce kötü  kötü bakıyor sana. Yoksa insanları izlemek kötü bir şey mi? Yoo. Bazen insanlar da beni izliyorlar. Ben hiç kötü kötü bakmıyorum.”

15 Ocak.

“Bugün benim doğum günüm büyükbaba. Arkadaşım Ahmet bana bir çikolata aldı. Bana oyuncak alacak parası olmadığını söyledi. Sen neden benim doğum günümü kutlamadın büyükbaba? Senin de mi paran yoktu?

Bugün bir adamın, yaşlı bir teyzenin elinden çantasını kapıp koştuğunu gördüm. O adam neden öyle yaptı büyükbaba? Öğretmenimiz bize başkasının eşyalarını izinsiz almamamızı söylemişti. “

16 Ocak.

“Dün izlediğim bir çizgi filmde, çocuğun biri Dünya’yı keşfe çıkıyordu. Çok güzel yerlere gidiyordu babasıyla. Bende keşke keşfe çıkabilsem. Bir sürü insan ile tanışabilmek mümkün olurdu. Çünkü çok yalnızım.
Bunu söylediğim için bana kızma lütfen! Evet biliyorum sen varsın yanımda; ama sürekli uyuyorsun. Sadece bir şeyler  yemek için uyanıyorsun. Ama benim canım sıkılıyor. Keşke birlikte çatıda oynayabilseydik. Buradaki manzarayı seveceğinden eminim ben.”

18 Ocak.

“Sen gittiğinden beri çok şey değişti. Bana, her ne olursa olsun içimden geleni yapmamı söylemiştin. Artık çatıdan hiç inmiyorum. Bilmiyorum belki de burada kendimi size daha yakın hissediyorum. Şöyle bazen bir kuş uçuyor. Gökyüzünde bir uçurtma beliriyor. Ama hep konuyorlar bir yere. Kendimi bununla avutuyorum işte. İstersen bir uçak gibi hızlı uç, istersen bir kuş kadar zarif; Yine gelip kon bir gün evimize, olur mu? Çok uzun bir zamandır annemin de dönmesi umuduylaydım. Sen orada onu bulup gelmesi için ikna edeceksin. Sonra biz yine oturup oyuncaklarla oynayacağız. Ve ben kazanacağım yine…”

2 Şubat.

36
Düşler Limanı / Ölmek
« : 30 Eylül 2011, 20:58:03 »
Ölüyorum. Ya bir apartmanın damından atlamışım ya da arabamı duvarlara çarpmışım içinde yol alıyorken ben. Ömrümün her saniyesinde, var oluşum karanlıkla betimleniyor. Gözlerim yaşlı, anımsıyorum masum çocukluk günlerimi. Ölüyorum. Yaşıyor ve ölüyorum. Ölüyor ve yaşıyorum.

Tüm insanlar hayallerinin peşinden koşuyorken ben ideallerimin peşinden gidiyorum. Bir sona vardığımda dahi vazgeçmeden bu garip labirentte başka bir yol arıyorum, bilinçaltımda bir çıkışın olmadığını bilsem dahi. Biri bana fısıldıyor ve diyor ki sen; olmayacak şeyleri olmayacak yerde ve zamanda düşlüyor gibisin.

Balkonun kapısında otururken yıldızları seyretmek gibisi yoktur. Anlamlı, itişamlı... Ve sonra düşüyorum oradan. Zincir korumalıkların çok uzağında olmama rağmen, onca yıl seyretmeye doyamadığım manzaraya doğru dalışa geçiyorum. Görüyorum ki, manzara sadece yukarıdan izlenebiliyor. Sen düştükçe, bu ihtişamlı manzara da kayboluyor gecenin karanlığında. Vücudumu sert zemine çarptığım zaman, öldüğümün, yeniden öldüğümün farkındalığında, az önce balkonundan düştüğüm gökdelenin merdiven katını arıyor gözüm. Her defasında yıllar geçiyor onu bulana değin. Ve onu bulmak için geçirdiğim tüm o zaman boşa geçiyor...

 * * *

Her sabah uyandığınızda uykuya aç olursunuz ya, işte öyle seversiniz ölümü bir süre sonra. Sizi tüm pişmanlıklarınızdan, tüm tasalarınızdan, tüm sorumluluklarınızdan uzaklaştırıyor siz yeniden doğana kadar. Öyle bir şehirde yaşıyorsunuz ki, her yer yüksek, her yer karanlık... Sizi düşürmek için can atıyor şehir. Siz de ölmekten gurur duyuyorsunuz bir süre sonra.

37
Düşler Limanı / Gözcü
« : 19 Ağustos 2011, 01:17:10 »
İsteğe göre Eşlik Parçası

Gözcü

Mevsimlerden yaz ise, sabah saat 7:00 sularında, ergen gençlik genellikle uyumayı tercih eder. Tabi eğer dershaneye gitmiyorsanız.

ÖSS'ye, yani yeni adıyla "LYS" ve "YGS" şeklinde ikiye ayrılan sınava girmeye hazırlanan bir gurup parlak öğrenci, diğer ergenlerin aksine sabah kalkıp, dershaneye gitme zorunluluğundadır. Aksi takdirde başarısız olacaktırlar.

Yine bir gün, söz konusu sınava hazırlık amacıyla, sabah kalkmış, dershaneye gitmeye hazırlanıyordu Oğuz. Hava sıcaktı. Gerçekten de sıcaktı. Esinti vardı havada ama, kuru bir esintiydi bu. Rüzgar ne kuzeyden esiyordu ne de batıdan. Güneyden esiyordu, sahra çölünden. %80lerde seyreden nem de cabasıydı. Teniniz, güneş altında yapış yapış olabiliyordu. Bu da sizin sıcağı daha fazla hissetmenizi sağlıyordu.

Otobüse bindi, kapı ardından kapandı. Otobüste uyumaya alışmış bir ergen olarak, bu konuda pek de zorlanmadan uyuya kaldı. Lakin, yanlış yerde, yanlış zamanda uyuya kaldığının kendi de farkında değildi.

Bir durakta, dört sakallı bey otobüse bindi. Herbiri, yazın göbeği olsa dahi, sıkı pıkı giyinmişlerdi. Diğerlerine oranla daha uzun olan bey, sağa sola baktı. Oturacak yer arıyor gibiydi.

Oğuz'un yanına oturdu o. Tekli oturabileceği bir yer yoktu çünkü. Otobüsün kapıları, son kez kapandı ve otobüs, şehir merkezine doğru ilerlemeye başladı.

Tüm bu süre boyunca uyuyan Oğuz, yanına biri oturunca irkildi doğal olarak. Kendini biraz daha içe doğru toparladı ve yeterince yeri olan adama daha da fazla yer açtı koltukta. Bey, onun bu halini görünce gülümsedi. Oğuz da şaşkın bir ifadeyle gülümsedi.

O otobüste, 11 kişi öldürüldü. Biri Şöför, dördü öğrenci, diğerleri sivil halktandı. Ömrünün son aylarını yaşayan bir de kanser hastası vardı arabada. Ayşe Gökoğlan. 56 yaşındaki kadın, Bursa'ya gidecek uçağa yetişmeye çalışıyordu. Oğlunun yanına gidecekti, ve kim bilir, belki de onu son kez görecekti.

Kişi 1 - Hakan Yelkenliler

İşadamıydı. Daha doğrusu, işadamı olmak istiyordu. Ancak herkes, zaten olmak istediği şeydi bu Dünya'da. O da, kendini olmak istediği şey için savaşırken bulmuştu. Geleceğin işadamı, otobüs şoförüne vereceği 3 kuruşun hesabını yaparken bulmuştu kendini. Ya simit alacaktı ya da bilet parasını ödeyecekti.

23 yaşındaydı kendisi, açıköğretimden işletme okumuştu. Henüz evli değildi, ama sözlüsü vardı. Ailesi fakirdi. Kırsal kesimde çiftçilik yapardı babası. Kendi kendini büyütmüştü Hakan. Açık öğretimi okurken çalışıordu da.

Ve onca emeği, boşa gitti...

Kişi 2 - Şamil Akyemen

Normal bir insandı. 34 yaşında, 6 çocuk babası, tipik Türk hayatı yaşayan bir sivildi. Onun idealleri yoktu. Onun hiçbir şeyi yoktu. Çocuklarına vaadettiği bir gelecek de yoktu. Sıradan bir Türk hayatının, sıradan bir görünümüydü sadece. Hiçbir şeye değer vermezdi. Değer vermektan yoksundu. İnşaatlarda amelelik yapıyordu. Bunu da kimse için yapmıyordu. Yapıyordu, çünkü herkes öyle yapıyordu.

Kişi 3 - Süreyya Melek

38 yaşında bir bayandı. Sadece dışından değil, içinden de kapalıydı.Kimseye bir zararı yoktu ama, kimseye bir faydası da olmamıştı. Belki de Dünya'nın en güzel saçlarına sahipti ancak, erkeklerden bu güzelliği 38 senedir gizliyordu. O ise, hayal edip bunu gerçekleştirememiş, sonradan da pes etmiş bir kadından başka bir şey değildi. Kendi özel işyerini açmayı hayal ediyordu. Lakin çok sevdiği kuaförlük mesleğini başka ustaların yanında yapmaya mahkumdu.

Kişi 4 - Ayşe Maltepe

Öğrenci. Henüz kişiliği yeni yeni oturmaya başlamıştı. Ne olacağı belli değildi. Doktor da olabilirdi, hiçbirşey olmayadabilirdi. O sadece 13 yaşında bir ortaokul talebesiydi ve tek hatası, büyükannesini ziyarete gidiyor oluşuydu.

Hilal ailesi

Ayşe Hilal ve Ali Hilal. İkisi de aynı gün doğdular ama bir yıl arayla. Ayşe hanım Ali beyden bir yaş büyük. İkisi de aynı üniversitede tanışmışlar, evlenmişler ve ömürleri boyunca hiç de pişman olmamışlardır. 9 yaşında bir de oğulları var, Salim. Henüz ilkokula gidiyor kendisi. Ayşe hanım bir de 3 aylık bebek tutuyor kucağında. Çocuklar çok şanslılar. Annesi de babası da öğretmen ikisinin de. Ancak bu şansı hiç değerlendiremediler. 4ü de vahşice katledildi o otobüsde.

Kişi 9 - Pelin Aksaray

Üniversite öğrencisi ve geleceğin Doktoruydu. Annesi ve babası kültürlü ve zengindi onun. Lakin bu Dünya'dan göçüp giderken ne para onu geri döndürebildi ne da başka birşey. 9 Ağustos katliamında öldürülen en temiz kalpli insandı belki de. Biraz daha yaşamayı hak etmişti. Aslında herkes biraz daha fazla yaşamayı hak eder.

Herkes yaşamayı hak eder.

38
Düşler Limanı / Yasak Dünya
« : 01 Ağustos 2011, 04:46:04 »
Dün sabaha yakın bilgisayarın başından ayrılıp yatağa uzanmak için hazırlandığımda, saat neredeyse 6:00 civarıydı. Önümüzdeki aylarda 18 yaşına basmaya hazırlanan bir genç olarak, sabahın köründe henüz yatmamış olmam garip bir durum. Geç yatıyorum, çünkü geç yatıyor olmanın verdiği o garip mutluluk, beni benden alıyor. Başka ergenlerin daha erken yatmaya zorlanması ama benim özgürlüğüme kimsenin karışmaması, güzel bir duygu.

Şaka yapıyorum tabi ki. Geç yatıyor olmamın sebebi uykusuzluk.

Üstü koyu renk ve "Tebrikler, Amerikan vatandaşlığı kazandınız!" yazan reklamlarla süslü bir sitede okuduğuma göre, bu işin sorumlusu psikolojik baskı ve çok fazla düşünmenin verdiği stresmiş. Yalan. Tepeden tırnağa yalan.

Başka bir sitede ise uykusuzluk sebepleri maddelere ayrılmış. Bakınız o daha mantıklı:

-sert yastık.

-Yeni alınıp alışılamamış bir yatak.

-Sert zemin.

-sıcak.

-soğuk.

Ve daha birçok fiziksel faktörler ortaya konulmuş. Yastığım sert ve hava çok sıcak, doğrudur. Ama hayır, uykusuzluğumun sebebi bu da değil. Düşünüp bir türlü sonuca ulaşamadığım birçok düşünce yüzünden uykusuzum. Ben bir sonuç bulamadıkça daha fazla düşünüyorum. Ben düşündükçe, sonuç bir o kadar benden uzaklaşıyor. Ve düşündükçe uyuyamıyorum.

Gerçekten neyi düşündüğümü ise bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum.

Bazı insanlar, mutlu olamadıkları için kendilerine bir Dünya yaratıyorlar. Çünkü kendi Dünya'larının Tanrı'sı olup istediklerini orada elde ediyorlar. Onlar Dünya'larında Angelina Julie ile evlenerek Gondor'da savaşı kazanmak için orklar ile mücadele ederken, aslında Dünya'nın en güçlü büyücüsü olduklarını farkediyorlar.

Bazı şeyleri sil baştan anlıyorum. Anlıyorum ki Dünya insanları, var oldukları süre boyunca acı ve mutluluğu yaşarlar. Her mutluluğun bir sonu olsa da, Çoğu acının bir sonu olmuyor. Allah aşkına söyleyin, nasıl bir son mutlu olabilir?

Türk filmlerinde kavuşulan mutlu sonların da devamı yok mudur? O büyük aşklar bir tanesinin ölümüyle belki yıllar sonra son bulmayacaklar mı? Geride kalanların sevgisi ise, acıya dönüşmeyecek mi? Peki bu acıya dönüşen mutluluk ne kadar uzun sürüyor ki?

Hiç bir son, bir son oldukça mutlu olamaz. Mutluluklar anlık oluyor. Ve işte, İstediklerini elde edemeyen insanların kendi akıllarında kurdukları Dünya'lar da bir bir bırakılıyor, yasak bir anı haline geliyor. Onlara anlık mutluluk veren bu Dünya'lar, bir acı abidesi haline geliyor.

İnsanlar, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadıktan sonra, sanki hiç yaşamamış gibi ölüyorlar ne de olsa...

Not: Hiçbir edebi değeri yoktur.

39
                                                              Acı
                                                                           

Elektrik çok sık kesiliyor bugünlerde. Küf mantarı ve ekşilice kokusu tüm odayı, hatta tüm evi sarıp sarmalıyor, ama odam dışındaki her odadan bihaberim zaten. Hizmetçi tutmaktan aciz, hindistan cevizi yemek istiyor canım.

Mutluluğum, yüzlerce olmasını istediğim istek arasından hiçbirinin olmayıp sadece bir tanesinin olması üzerine kurulmuş. Ve o da çok yakın bir zamanda gidebilir gibime geliyor. Çünkü her şey, herkes, bir bir gidiveriyor üstü kırlangıç kuşlarının cesetleriyle kaplı bir açık ova üzerinde, az ileride insan mezarlığı var.

Bölüm 1 - Kadın

Okulumuzun belkide en kalabalık sınıfı: 12C sınıfının önünden, üstümde üniformalarım ve içinde aslında okulla yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan bir sırt çantası, peşimde atlı koşturuyormuşçasına hızla geçip gidiyordum. Hayatta en çok sevdiğim insan, kız arkadaşım Melisa ile buluşmaya gidiyordum ve acelem vardı. Fakat yine de 12C sınıfında ağlayan, üniformalı kadını görebildim.

Sakince içeri adımımı atarken, kapıyı anlık çaldım ki, aniden içeri girerek kadını ürpertmeyeyim.

Bölüm 2 - Adam

Yanına yaklaşırken, az ilerideki süpürge çarptı gözüme. "Siz de kimsiniz?" dedim.

"Bilmiyor musun?" dedi. "Okulun bir hademesi." Sesi bir garipti.

Oturduğum sırayı, hergün yere attığım çöpü, hatta bastığım mermeri temizleyen kadın karşımdaydı ve ben saygısızca "Siz kimsiniz?" diyebiliyordum.

Ne diyeceğimi şaşırdım bir an. Bu şaşkınlığım gözünden kaçmamış olacak ki, "Birşey demen gerekmiyor." dedi. "Her insan ağlar. Temizlikçi olmam, ağlamama engel değil. Bir eşekte bile kalp vardır."

Nitekim, söylediklerine üzülmemem elimde değildi. Onu umursamadığımı düşünmüş, buna karşılık tepki koymuştu kendince.

"Neden ağlıyorsunuz?" diye sordum.

"Anne acısını unutmak kolaydır" dedi. "Baba acısını unutmak da kolaydır. Kardeşin, hatta aşık olduğun insanı unutmak kolaydır. Ancak evlat acısı. Evlat acısı bir ömür insanı kahrediyor. Bir ömür boyu, tek mutluluk kaynağınız ve sahip olduğunuz en önemli şey olarak öngördüğünüz evladınız, hiç yaşamamış gibi yok olunca, kahroluyorsunuz."

Kadının konuştukça daha bir hüzünlendiğini fark ediyordum. Susmak o an için uygun bulduğum şeydi.

"Neden hala okuldasın?" dedi. "Çoktan eve dönmen gerekirdi."

Saate baktım. Epeyi geç oluyordu. "Arkadaşlarla biraz kafeteryada uyalandık." dedim.

"Kafeterya 1 saat önce kapandı."

"Hemen ardından okulun arka bahçesinde yürüdük" diye ekledim.

Kadın bir garip tavıra büründü. Ayağa kalkarak eline süpürgeyi aldı ve "Kendi kendime eve dönüş saatimi uzatıyorum." dedi. "Sende artık eve gitsen iyi olur."

Kapıdan çıkıp gittiğimde, pek de ne demek istediğini anlamamıştım. Daha önce hiç evlat acısı çekmemiştim.

Bölüm 3 - Çocuk

Melisa ile evlendiğimiz gün, kendimi Dünyadaki en mutlu adam sanıyordum. Lakin Ona olan aşkım çok güçlü bir sevgiye, az bir zaman sonra ise daha az güçlü ama hala çok güçlü bir sevgiye dönüşmüştü. Baba olana kadar, hayatta en çok sevdiğim insandı. Ancak baba olunca, kızım Yeliz bana daha büyük bir sevgiyi yaşattı: Evlat sevgisi.

Tabi babalar, çocuklarına verdikleri sevgiyi çok da gösteremiyorlar. Bu, onların kanında var. Ancak inanın bana, onu annesinden bile kıskandığınız zamanlar olur. Bu kıskançlığı gizleyemez, açığa vurur ancak şakaymış gibi davranırsınız. "Bak sen, demek annesinin kucağından inmiyor kerata" gibi.

Uzun yıllar önce 12C sınıfında gördüğüm hademe kadını, geçtiğimiz yıl hatırladım yeniden. Yeliz ve annesi, yani kızım ve karım, bir trafik kazasında hayatını yitirdiler. Hayat arkadışımı kaybetmiş olmanın verdiği acıyı size durup anlatmaya çalışmayacağım, Zira her acı sözlerde yansıyamaz. Üzerinden 2 sene geçmiş olmasına rağmen onu unutmadım, unutmayı da asla istemedim. Yine de onun acısına alıştı yüreğim.

Yine de 10 sene geçse dahi alışamayacağım bir acı var ki, o da evlat acısıdır.

                                                                                       Refik B. Anısına yazdığım kısa bir öyküdür.

40
Yüzüklerin Efendisi / Frodo neden gitti?
« : 20 Temmuz 2011, 06:55:02 »
Uyarı: Spoiler içermektedir.

Bu, okuyucuların ya da izleyicilerin, belki de yüzüklerin efendisi'nde en çok merak ettikleri şey. Tam olarak nedeni "silmarilion" adlı kitapta açıklanıyormuş. Henüz bulup okuyamadım maalesef.

Bazısı, Frodo'nun aldığı büyük yara yüzünden öümsüz diyara gittiğini, kimisi bir ödül olarak kendisine ölümsüzlük verildiğini, kimileri yüzük yüzünden girdiği psikolojik baskıdan kurtulması için olduğunu söylüyor.

Tabi yüzük yok edildiği için son seçenek akla aykırı. Zaten uzunca bir süre hobbit kasabasında kaldıktan sonra ayrılıyor. Yani psikolojik problemler yüzünden olsa bunu anlardık bu uzun sürede.

Bu durumda akla en yakın gelen, aldığı yara yüzünden ölümsüz ülkeye gitmesidir. Zaten Frodo, Sam'e yarası yüzünden ölümsüz diyara gideceğini söylemiştir, ancak doğru mu söyledi, yoksa bu bir bahanemiydi bilemiyoruz. Tabi ne kadar yorumlasak da, kesin ve net olarak bir sonuç getirebileceğimiz bir şey değil bu da, %100 netliğe ulaşmak imkansız.

41
Düşler Limanı / Eşekten adam olur, bizden olmaz.
« : 20 Temmuz 2011, 00:42:38 »
İnsanların bilmediği şey şu: İnsan olunmaz. İnsan doğulur.

Bir memur ile bir mühendis arasındaki tek fark, mühendislerin kalemi kulağının arkasına koymaları, memurların ise kalemi yazmak için kullanmasıdır.

Ha bir porno yıldızı ile bir bilim adamını kıyaslarsanız fark daha büyüktür. Bilim adamı yoktan alet yaratmaya, porno yıldızları ise zaten var olan aletleri kullanmaya yoğunlaşır.

Bir ingiliz ile bir Alman arasındaki tek fark, birinin Rothmans marka sigara, diğerinin winston marka sigara tüketmesidir. Afrikalıların onlardan farkı ise, hiç içememeleridir.

3 yaşında bir çocuk ile 4 yaşında bir çocuk arasındaki tek fark, birinin tuvaletini düzgünce yapmayı geçen sene öğrenmiş olması, diğerinin ise henüz öğrenmekte olmasıdır.

Bir mafya ile bir polis arasındaki fark ise daha şaşırtıcıdır, biri parayı silahla kazanır, diğeri job ile.

Bir asker ile bir PKKlı arasındaki fark da şudur: Biri ölünce şehit olur, diğeri ölünce terorist olur.

Bir kadın ile bir lezbiyen arasındaki tek fark şudur: biri kadınları sever, diğeri erkekleri sever. Ha eğer konu para kazanmak değilse, çünkü kusura bakmayın ama para kazanmak için fahişe olmayı tercih eden tek bir lezbiyen bile yoktur.

Bir İspanyol ile bir kızıl derili arasındaki fark şudur: Biri atı sürmek için kullanır, diğeri yarışmak için.

Kısacası evet, herkes farklıdır. Herkes farklıdır ama herkes farklı olsa da, küçük ya da büyük bu farklılıkların, birbirimizi dışlamamıza sebep olmasına izin vermemeliyiz. Ne isterse olsun, farklılıklar ne olursa olsun, hepimizin birer insan olduğu gerçeğini unutmamalıyız.

İran'da 1970'li yıllarda yüzlerce eşcinsel öldürüldü. Neden? Neden Öldürüldü? Çünkü onlar insan değil miydiler?

Amerikan soykırımında beyazlar ve siyahlar arasındaki kanlı savaş sonucu binlerce sivil insan öldü. Neden? Ten rengi siyah olanlar insan değil midir?

Hitler'in Yahudi'leri sevmemesi yüzünden çıkardığı 2. Dünya savaşında ise, milyonlarca insan öldürüldü. Neden? Alman ırkı diğer her ırktan üstün müdür?

Rus soykırımında komünizm ve kapitalizm birbirine girmemiş miydi? Düşünceleri ne olursa olsun onlar insan değil miydi?

Ben insanlar farklıdır ama herkes insandır, herkes eşit olmalıdır diyorum. Bunları yapan insanoğlunun, bir eşekten ne farkı vardır?

Demekki bunları açık açık yazmak gerekliymiş. Benim yazım manasızmış. Neymiş, ben demişim ki: Üç yaşındaki çocukla dört yaşındaki çocuk arasında fark varmış. Demek ki herkes farklıymış. Yoksa biz mi öyle sanmalıymışız? Evet, biz öyle sanmalıymışız çünkü eşekten adam olurmuş; bizden olmazmış.

Niye böyleymiş?

Niye öyleymiş?

42
Kurgu İskelesi / Ejderha Tarihçesi // Bölüm 1 - Shibal
« : 18 Temmuz 2011, 00:45:53 »


Güneş sistemi keşfedildiğinde, Shibal adı verilen bir gurup kuş hemen harekete geçti.

Uzayın milyonlarca yıldız sistemi içerisinden, sadece bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azı bir hayat formuna izin verebilecek yapıya sahiptir. Ve bu yeteneğe sahip olanların da çok azı, bir hayat formunun oluşmasını sağlayacak yeterliliği bir araya toplayabilmiştir. İşte Güneş sistemindeki üçüncü gezegen, bunlardan biri olabilecekti.

Dünya’dan önce Yorksha adı verilen bir diğer gezegen vardı. Canlı formları bu gezegen üzerinde evrimleşerek değişik türleri oluşturdu. Ancak milyarlarca yılın ardından, Yorksha’nın içinde bulunduğu sistem bir kara deliğe dönüştü ve kendi içinde paramparça oldu. Yalnızca Diğer adı Yorksha kuşları olan “Shibal”ler, bu faciadan kurtulabildiler.
 
Shibal’lerin akciğerleri o kadar gelişmişti ki, derin nefesleriyle kilometrelerce ötedeki oksijeni içlerine çekebilirlerdi. Ve aynı oksijeni yakarak metrelerce uzağa ateş olarak fırlatabilirlerdi… Shibal kuşları, Dünya’daki canlı formları arasından var olmuş ve var olan her çeşit organizmadan daha büyüktüler.

Derileri neredeyse çelik kadar sert bir maddeden oluşmaktaydı. Ancak boyutlarına göre o kadar hafiftiler ki, kanatları onları taşımakta bir an bile zorlanmıyordu. Bir füzeden daha hızlı uçabilirler, bir arıdan daha yavaş konabilirlerdi. Bu yaratıklar, oksijeni shibal kemeri adı verilen organlarında depolayabilirler ve aylarca nefes almadan ve hiçbir şey yiyip içmeden yaşayabilirlerdi. Gezegenlerinin sonu geldiğini anladıklarında, uzaya kaçtılar. Havadaki en ufak oksijen parçacığını içlerine çekebildikleri için, yaşam olmayan pek çok gezegende durarak oksijen depolarlardı. Ancak kendilerine uygun gezegen hiç bulamadılar.  Hayatta kalmaları için gençlerin yaşlıları yemesine izin verildi. Ve yaşadılar… Ta ki binlerce yıl sonra Dünya’yı keşfedene kadar.

İşin en ilginç yanı, bu büyülü yaratıklar, ölüme meydan okuyanlar olarak gizemli güçlere sahip olacaklardı. İnsanoğlu onlara “Ejderha” adını verdi…

43
Tartışma Platformu / Kanatsızlar uçamaz.
« : 27 Haziran 2011, 05:49:15 »
Kanatsızlar neden uçamaz?

Herkesin bildiği gibi, kanatsız uçabilen tek tür varlık, Süperman ve diğer kahramanlardır. Onların gücü öyle çoktur ki, kanatsız bir halde yerçekimine karşı geliyorlar. Yani bunların hayal olduğunu bildiğimize göre, uçmak için kanatlarımızın olması gerekir.

Eskiden, tavuk gibi çocukluğumda pek çok kez gördüğüm o komik yaratığın kuş olduğunu bilmezdim. Aslında kanatlara benzeyen kısa çıkıntıları görürdüm ama onları “kanat” olarak hayal edemezdim. Onların kuş olduğunu öğrendiğimde gerçekten inanmakta zorlanmıştım.  Bu da şunu gösteriyor ki, kanadı olmayanların uçamaması gibi, kanadı olanların bazılarının da uçamadığı bir gerçek.

Oysa ben çocukluğumda uçabileceğimi düşünürdüm. Aslında epeyi salakmışım, kendimi bir uçurumdan aşağı atmamam iyi olmuş. Bilirsiniz, kendini uçmaya kaptırıp bunu deneyen ve bu konuda mükemmel bir şekilde başarısız olarak kendi kendinin ölümüne sebep açan birçok çocuğun haberlerini hepimiz gördük. En son kendini pikachu sanarak annesine hızlı atak yapan Joshua adlı Arjantin’li çocuk ölmüştü sanırım. Garip bir durum.

Benim hiç çözemediğim şey bu. Hayaller insanları kötüye mi sürükler yoksa iyi bir şey midir, bunu hep düşünürdüm. Bunu, 7/24 hayal Dünyasında yaşayan bir ergen olarak söylüyorum. Şimdi hayal kurmamızın nedeni nedir, bundan başlayalım.

İnsanlar doğası gereği bencil bir türdür. Devamlı bir şeyler ister. Elde edemeyeceğini düşündüğü zaman ise kendinden daha güçlü bir şeyden yardım istemek zorunda kalır. Tanrı inancını güçlü kılan da budur. Sonuçta Tanrı, biz insanların bize istediğimizi vermesi için olduğunu sandığımız ilahi bir güç olabilir. İstediğimiz şeye aşık oluruz. Çünkü ulaşılmaz olan zor olandır, ve insanlar zor olanı elde etmek, onu sevmek ister.  (bakınız her şeyi ister). Dolayısıyla istenilen şeye duyulan özlem, ona kavuşamadığımızda ona hayallerimizde sahip olmaya iter bizi. Ve insanlar sevdiği şeyle ilgili hayal kurar durur. Oysa bunun yerine, hayal kurmayı bir kenara bırakıp ona gerçekten sahip olmak için elimizden geleni yapsaydık,  ona sahip olurduk. Bir gün.

Yani Hayal kurmak belki de bizi gerçekteki isteğimizden uzaklaştırıyor.

Diğer yandan Hayal kuramayan bir insan, Dünyanın en monoton varlığı olur. Düşünebilme yeteneği zayıflaşır ve bu da onu cehalete iter. Hayal kurmak insanlarda mutluluk hormonunu artırıp, pozitif düşünce sistemini geliştiriyor. Jules Verne’in sahip olduğu hayal gücüne Albert Einstein sahip olsaydı, Bugün ölümsüzlüğü bulmuş olurdu. Uçan arabalar gerçekten var olurdu. Hatta, her evde bir robot temizlik yapıyor olurdu. Bilgisayarların beyni olurdu ve konuşabilirlerdi. Belki daha da fazlası. Albert Einstein zekiydi ama, Gerçek dünyada yaşıyordu. Jules Verne gibi hayal dünyasında yaşasaydı, neler olurdu tahmin bile etmek istemiyorum.

Peki sizce Hayal Dünyasında yaşamak mı, Gerçek Dünya'da yaşamak mı?

44
Çizgi & Anime / En çok duygulandığınız Anime sahneleri
« : 17 Haziran 2011, 23:48:10 »
Bana göre elfen lied de;

Spoiler: Göster
Bölüm 4: Nana "uyutulurken" babasına "Farewell, papa." dediği sahne


oldukça duygusaldı. Gundam Seed'in de ağladığım sahneleri olmuştu.

Naruta'da

Spoiler: Göster
Chouji'nin öldüğü bölümde, hani ağaçlara herkes "seni bekliyoruz çabuk gel" falan yazmıştı o da oraya yığılıverdi ya... yani orda koptum resmen.. Kendimi kaybedip ağladığım bir sahneydi (üstelik choujiyi o kadar da sevmem u_u)


Aslına bakarsanız tüm Animeler duygusal oluyor. Sizce en duygusal sahne nedir?

45
Gezginler Kamarası / Bir İsyankar şarkı söylüyor
« : 12 Haziran 2011, 00:41:42 »
Şimdi geçenlerde gittiğim bir sinema filmini anlatayım size. Aslında sinema filmini değil de, o ortamı bir anlatayım. Sağ tarafımda arkası 45 cm ebadında bir adam, 30 cm abadında bir koltuğa sığmaya çalışıyor, sol tarafımda oturan bayan devamlı mısır çerezime elini daldırarak benden mısır yiyor, arkada oturan bir gurup öğrenci ise devamlı öne mısır fırlatarak ses çıkarıyorlar. Önümüzdeki sıra da fazla mı yüksekte kalmıştı nedir, adamların kafalarından bir türlü filmi izleyemedim. Peki film nasıl mıydı? Şöyle özetleyebilirim:

Spoiler: Göster
-Pantolonunu indir yoksa kızı vururum.
-Erkekleri mi arzuluyorsunuz bayım?


Neyse, film bitti, herkes dışarı doğru çıkmaya çalışıyor. Öyle bir kalabalık oluştu ki, inanamazsınız. Bir ara bir çocuğun yere düştüğünü, başka bir adamın ise onun eline basarak yürümeye devam ettiğini bile gördüm. İşte Türk milleti tarzı sinema anlayışı.

                                                                    Realizing people

                                                                Episode 1:  Brainache

Politika yapmak, politika adamlarının işi gibime geliyor. Bakınız Avrupa ülkeleri. Adamlar oy verip, ülkenin başına geçecek kişiyi seçiyorlar. Sivil halk, muhalefet yapmayı muhalefet partilere bırakmış. Kendileri sosyal konulardan konuşmayı, politika konuşmaya yeğliyorlar. Eğer beğenmedikleri bir karar olursa çıkıp bir miting yapıyorlar, karar geri alınıyor. Mitinglerde de kimse ölmüyor, polis kontrolünde adam akıllı yürüyorlar sokaklarda. Hatta her an oturup polislerle mangal yakma ihtimalleri var adamların. O kadar rahatlar yani. Bizim burada durum nasıl?:

Spoiler: Göster
-Abi, cumhurbaşkanı maaşları düşürün diyor.
-O kimmiş lan da benim maaşımı düşürüyor? Ben onu…. … … (Tamamen sansür var orda. Tamamen.)


Dedim ya işte, bizim millet politika ile ilgili konuşmadan beş dakika duramaz. Hatta sırf bu yüzden büyüklerimden çektiğim işkenceleri bir ben biliyorum:

Spoiler: Göster
-Kendi ayda 100.000 tl maaş alıyor, bir de bizim maaşlarımızı düşürmeye çalışıyor. Terbiyesiz ya bizim hükümet…
-Baba, Hilmi abiye bir şey oldu.
-Bir dakika oğlum, sözümü kesme. Dayınla konuşuyorum. Valla Ahmet, bu durumları hiç iyi görmüyorum ben…
-Ya baba bir dinlesene. Hilmi abi galiba ölmüş…
-Bak hala sözümü kesiyor. Oğlum bir dur…


Halbuki politikayı politikacılara, muhalefeti muhalefet partilere bıraksak. Hayat ne kadar da güzel olurdu. Ha tabi ki, yönetim ülkeyi kötü bir yere doğru götürüyorsa bu engellenir, bu konuda bir karar verilir. Ama hiç yoktan konuşmak, zaten bir şeyi de değiştirmez ki bence.

İşte bu da Türk tarzı politika anlayışı.

                                                            Episode 2 : Confused people

Bizim memleket hafiften önyargılı. Çocukken beyinlerine yerleştirdiğiniz bazı görüşleri söküp almanız hiç kolay olmuyor. Bu bilgi güpe gündüz doğru olsa bile. Örnek:

Spoiler: Göster
-İsmail abi, uçak uçarak sizi başka yerlere taşıyan bir taşıma aracı.
-La oğlum mal mısın? Uçak bir kuş türü.
-Ya abi. Sahiden diyorum bak…
-Adam bizimle taysak geçiyor lan.


Bir de şu “la” ve “lan” kelimeleri yok mu? İngilizcedeki “the” gibi, her yere giriyorlar. En gıcık olduğum kelimelerden ayrıca. Gerçi onlara kelime demeye bin şahit ister ama, ne yapalım.

Bir kere Avrupa ülkelerini bir düşünün, zaten yukarıda söylediğim diyalog kesinlikle geçmez. Uçağı kuş bilen bir adam suçlu değildir, ama o kadar önyargılı ki, hayatta uçak görmemiş olmasına rağmen, devamlı uçakla seyahat yapan bir adama inanmıyor. Önyargı, bizim Türklerde hafiften genetik. Bu da Türk tarzı düşünce şekli.


Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6