Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - azizhayri

Sayfa: 1 2 [3]
31
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Rama Serisi - Arthur C. Clarke
« : 10 Şubat 2012, 13:06:54 »
Yeni bir kitaba başlamak istiyorum. A.C. Clark'ın Rama serisine başlamak istiyorum. Hangi kitaptan başlamalıyım yeni baskıları var mı yoksa eskilerden mi derlemeliyim? Bu konuda ne önerirsiniz...

32
Kurgu İskelesi / Vagon
« : 21 Aralık 2011, 17:00:18 »
VAGON
   Ne kadar zamandır kendinden geçtiği belli olmayan adam yavaşça gözlerini açtı. Bir an önce nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Bulunduğu ortamda sessizlik vardı. Mutlak kelimesini tartışmasız anlamına geliyorsa burası ve bu durum en uygun koşulları gösteriyor demekti. Birkaç saniye süren bir geçiş döneminden sonra nerede olduğunu anımsadı. Sağını solunu yokladı. Güvenlik önlemleri sayesinde organlarında ciddi bir hasar yoktu. Şimdiden hafiflemeye başlayan bir göğüs ağrısı vardı yalnızca. Kafasını çevirip içerideki yolculara baktığında en son kendine gelen kişinin kendisi olduğunu gördü. Yarı şaşkınlık yarı mahcubiyetle selamladı onları. “Neler oldu” dedi. Sahi neler olmuştu.
   Kafasının içerisindeki sis bulutu dağıldıkça ve bilinci yerine geldikçe neden burada olduklarını iyice anımsamaya başladı. Hemen arkasındaki koltuklarda oturan üzerlerinde sivil kıyafetler olsa da asker oldukları belli olan gençlere baktı. Her birinin yüz hatları sertti. Sanki asker eğitimlerinin arasında kendilerine nasıl sert bakacakları ve nasıl gülmeden duracakları konusunda da eğitim verilmiş gibiydiler. Çatık kaşlar kapalı ve gergin dudaklar kıyafetlerini tamamlıyor gibiydi.
   Kendilerini nelerin beklediği konusunda gereği kadar bilgi verilmiş miydi ondan da emin değillerdi ama bu göreve bu seyahate gönüllü oldukları kesindi. Vadedilen para biraz milliyetçilik duyguları ve çokça merak duygusu macera isteği kendilerini buraya getirmişti. Sessizlik denizinin ortasında hiç kıpırdamadan duran bir teknenin içindeydiler sanki. Eğer bulundukları yerden tavana doğru tam dikine yol alabilselerdi dört yüz kilometre sonra güneş ışığını görebilirlerdi ancak.
   “Albay, sizlerde yaralanan var mı?” dedi. Hemen arkasındaki sırada oturan omuzu yıldızlı orta yaşlı adam yanıtları “Ciddi bir durum yok” diye yanıtladı. Genç mühendis Kendi vücudunu bir kere daha elleriyle yokladı. Kendisinde de bir kırık çıkık yoktu. Yerinden doğruldu. Uzun boylu birinin ayakta durmakta zorlanacağı ama kendisinin orta boyu sayesinde rahatlık durabildiği koridorda yürüdü. Yerlerinde oturan disiplinli gözler kendisini izliyordu sessizce. Aslında yolcu almak gibi bir niyetleri yoktu ama projenin sahibi olan savunma bakanlığı acil göreve gitmesi gereken bir gurup askeri yanlarına vermişti. Beş altı metre geride ayrı bir bölme olarak hazırlanan yere vardı. Arkadaki kalın cama burnunu dayadı. Depoda kendilerini bir zaman idare edecek yiyecek içecek vardı. Ağırlaşmaya başlayan hava kendilerini ne kadar idare edebilirdi onu bilmiyordu. Yedek tankları vardı ve birazdan yedek tankları da açardı. Ama tüm yolculuğun kırkbeş dakika olacağını tahmin ettikleri için kendilerini uzun süre idare edecek yedek havaları yoktu. Üstelik iki veya üç kişi ineceklerdi aşağıya, şimdi ise fazladan on ciğer daha vardı.
   Sorumlu birini aranacaksa o kişi projenin patronu sayılacak Savunma Bakanlığının temsilcisiydi. İş başlarda iyi başlamıştı ama orada yani varacakları yerde işler kötüye gitmeye başlayınca proje hızlandırılmış güvenlik önlemleri göz ardı edilmeye başlamıştı. Tekrar yönünü öne çevirdi. Otuz metre kare bir yerde kısılmışlardı. Yukarıdakilerin yerlerini tam olarak tespit ettiklerini ummaktan başka çareleri yoktu. Beş on adımdan sonra kafasını bir kere daha cama dayadı. Bu kere ön camdan karanlığa bakıyordu. Birkaç metre önlerini gösterecek kadar zayıf bir ışık gibi önlerinde kapkara uzuyordu. Alabildiğine geniş bir kemerden uzayıp giden karanlığa bakıyordunuz.  Arkada sessiz durmaya çalışan askerlerin arasında da kıpırdanmalar başlamıştı. Komutanları Albay
   “Sizce neler oldu mühendis bey” dedi.  Adam arka sıralarda oturan tüm askerlere baktı teker teker. Henüz olayları kavrayamamışlardı. Beş on dakika sonra durumun ciddiyetini anlayacaklarını düşünüyordu. “Bir teknik sorun yaşadık” dedi.  Sesi, soruyu geçiştirmek için yanıt verdiğini haykırıyordu adeta.  Düşünmeye başladı, gerçekten ne olmuştu… Koltuğuna tekrar oturdu gözlerini kapadı olanları baştan düşünmeye başladı.
   Her şey çok iyi başlamıştı, taa ki sonsuz karanlıktaki sonsuz sessizliğe gömülünceye kadar. Yaklaşık yarım saat kadar önce yukarıdaydılar, ilkin karşılarında duran kocaman kapı aralanmıştı. Çift kanatlı kapı kendinden beklenmeyen bir sessizlikte açılmıştı. Karşılarında küçük bir otobüs büyüklüğünde bir araç duruyordu. Biraz ellili yılların otobüslerini birazda hala bazı ülkelerde kullanılmaya devam eden vagonları andırıyordu. Önü bombeli çenesi dışarı çıkmış yaşlı biri havasındaydı. Belli ki bu aracı dizayn eden o yılların arabalarını çok sevmişti. En belirgin farkıysa ön ve yan camlarının küçük olması ve tekerleklerinin eksen mesafesinin oldukça geniş tutulmasıydı. Bu sayede denge daha iyi sağlanmış oluyordu. Yerde vagonun hemen önünde başlayan bir kanal vardı ve kanalın içerisinde büyük bir helisel dişli bulunuyordu. Kapının önünde dikilen bir gurup adam şaşkınlıkları geçince vagona doğru yürümeye başladılar.
   Eğer basının haberi olsaydı proje yüzyılın buluşu ve kendileri de kahraman olarak ilan edileceklerdi. Nereden bile bilirlerdi ki Fransa’nın batısında Rouen bölgesindeki küçük bir sahil kentinde devrim sayılabilecek bir buluşun denemesinin yapıldığını bilemezlerdi. Ama projeyi satın alanlar ve kağıt üzerinden gerçek hayata uygulayanlar gizlilik kuralına kesinlikle riayet ediyorlardı. Yıllardır üzerinde çalıştıkları projenin gerçekleşmesi olasılığının bu kadar yüksek olduğu bir anda en çok kalbi çarpan iki kişi vardı. İki genç mühendis, üniversite yıllarında başladıkları işin sağ salim sonuçlanmasını istiyorlardı.
   Fransız Mühendis Marcel ve Onun Türk arkadaşı Orkun. On bir yıl önce mezun oldukları üniversitede hazırladıkları proje beğenilmemişti. Evet, üniversite kurulu her şeyin tüm hesaplamaların doğru olduğunu ama uygulanabilirliğinin çok zor olduğunu söylemişti. Projeleri ulaştırma alanında bir devrim yapacak nitelikteydi ve bir basit kurala dayanıyordu “ İki nokta arasındaki en kısa yol doğru yoldur.”  İlk verilecek hareket için harcanan enerjinin dışında hiç enerji kullanmadan yol alabilir miyim? Hava direnci olmasa masraflarım azalır mı? Neden her türlü ulaşım aracında önce hava direncini göz önüne almak  aerodinamiği hesaplamak zorunda kalıyorum? Sorularına yanıt bulmuştu bu sistem.
    O yıl dekanın odasında tanıştıkları siyah takım elbiseli bir adam kendilerine reddedemeyecekleri bir öneri sunmuştu. Emirleri altında kocaman bir mühendis takımı olacaktı, istedikleri istemedikleri tüm teknolojik olanaklardan yararlanacaklardı, malzemenin en iyisini kullanacaklardı. Eğer çalışırsa buluşlarının patent ve isim haklarını alacaklardı. Ve İş bitesiye kadar çok iyi maaş alacaklardı. Karşılığındaysa istenilen işlerine dört elle sarılmaları ve çenelerini sıkı tutmalarıydı. Birkaç günlük düşünme süresinden sonra öneriyi kabul etmişlerdi. Artık Nato’nun Araştırma-Geliştirme birimi adı altında Amerikan savunma bakanlığına hizmet edeceklerdi. Biri Fransız diğeri Uzun yıllar önce Fransa’ya çalışmaya gelen bir İzmir’li Türk ailesinin çocuğu olan iki genç körfez krizinin başladığı yıllarda projelerine girişmişlerdi.
   Önce aceleleri olduğu söylenilen on kişi araca bindi. Üzerlerinde sivil kıyafetler olsa da asker oldukları, gerek saç kesimlerinden gerekse disiplinli davranışlarından belli olan kişilerdi bunlar. Özel birlikten oldukları söylenmişti ve orada kendilerine gidecekleri yerde şiddetle gereksinim vardı. Sessizce ama ne yapacaklarını bilen adımlarla yerlerine oturdular, kemerlerini taktılar. Arkalarından geriye dönüp kendilerini uğurlamaya gelen kişilere askerce selam verip içeri giren orta yaşlı bir adam vardı. Fizik Mühendisi Orkun ise vagona en son binen kişiydi. Belli etmese de dudakları kıpırdamıştı. Kapının eşiği sayılabilecek sarı çizginin ötesindeki bir gurup adamın arasındaki arkadaşına ortağına baktı. Saçları hafifçe kırarmaya başlayan mühendis de gözlüklerini çıkarıp arkadaşına göz attı. Önce vagonun kapısı, ardından büyük kapı kapandı. Yaklaşık kırk beş dakika sonra varmak istedikleri yerde Bağdat’ta olacaklardı.
   Uzun ince ve yarım daire kesitli bir vagondaydılar. Araç, belirgin hiç bir özelliği olmayan basit sayılabilecek şekilde düzenlenmişti. Ne de olsa bir prototipti ve askeri amaçlı dizayn edilmişti. Konfordan çok sadelik ve sağlamlık esas alınmıştı. Olması gerektiğinden çok daha kalın duvarları olan bir vagondaydılar. Lokomotifi veya motoru olmayan yalnızca tekerlekleri üzerinde yol alacak olan bir araçtı. Yerlerine oturup emniyet kemerlerini taktıktan sonra ortalığı belli belirsiz bir vınlama kapladı. Bir kompresör vagonun olduğu bölmenin havasını boşaltmaya başlamıştı. Mühendisin yanında oturan komutan neden böyle olduğunu anlamıştı. İçinde yol alacakları tünelin havası olabildiği ölçüde boşaltılmıştı. Vagon, atmosferin yukarısında havanın iyice seyreldiği ve uçaklara direnç göstermediği bir ortamda boşlukta gidecekti. Geçiş kapısıyla kendilerini büyük tünel için hazırlıyorlardı. Birkaç dakika sonrasındaysa ilk başta fark edilmeyen bir başka kapı açıldı. Ön koltukta oturan Mühendis Orkun yanıbaşındaki sivil giyimli subaya baktı. Parmağıyla önündeki az sayıdaki düğmeden birine bastı. Uzun erimli bir ışık önlerinde açılan ve sonu belli olmayan karanlık geçidi aydınlattı. Kapkara ağzını açmış bekleyen dev bir yılan kendilerini bekliyordu. Önce düz başlayan tünel yüz metre sonrasında neredeyse yüzde yirmi eğimle yerin içine dalıyordu.
   Bu öyle bir geçitti ki Atlantik sahilinden başlıyor,  çölün kumun içinden Bağdat’tan çıkıyordu. Özel lazer ölçme tekniğiyle planlanmış çelik ve betonun en kozmopolit birleşimiyle adeta sıvanarak yapılmıştı. Kesiti orta çağ mimarisinin gözde mimari şekli olan gotik tarzda yapılmış ve sonsuzluğa uzanan bir kemer şeklindeydi. Bu sayede yukarıdan gelecek yükü eşit oranda sağa sola dağıtacaktı. Malzemenin ana yapısı Beton ve çelik olsa da bu esnemeye müsait içindeki özel alaşımlarla güçlendirilmiş bir çelikti. Çimentonun be çeliğin bu tür kombinasyonu ilk kez deneniyordu. Savunma Bakanlığı bu konuda bilimsel çevrelerde hazırlanmış en son gelişmeleri kullanmaktan çekinmemişti. Projenin en önemli özelliğiyse gizliliğiydi. Yıllar önce iki mühendis arkadaşa bu öneriyi getiren kişi şöyle demişti. “Düşünsenize bir anda kimseye görünmeden adeta yerden biter gibi kuvvetlerinizi çıkarıyorsunuz. Veya askerlerinizi geri çekebiliyorsunuz.” On bir yıllık bir çalışmadan sonra denemeye müsait duruma gelmişti.
   İşte en önemli an gelmişti. Orkun arkaya dönüp “Şimdi sıkı tutunun, bir Ferrari’deymiş gibi hissedeceğiz” dedi. Ve Zemindeki dişli dönmeye başladı. Devasa bir elektrik motorundan güç alan dişli harekete geçti. Dişli vagonun tabanındaki diğer dişli yardımıyla vagonu hareket ettirmeye başladı. Lunaparktaki oyuncak trenleri hareket ettiren mekanizma birkaç saniyede aracı hızlandırdı ve adeta bir taş gibi ileri fırlattı. Yolcular bir yarış arabasındaymış gibi koltuklarına yapıştılar. Üç saniyede düz ray bitmiş vagonları yokuş aşağı inmeye başlamışlardı. Mühendis Orkun, bir hostes gibi arkasını dönüp “İniş Başladı” dedi. Bu yokuş aşağı iniş yolun yarısına kadar hemen hemen Bulgaristan Türkiye sınırına kadar sürecekti. O noktada en üst hız düzeyine ulaşacak araç sesten çok daha hızlı yol alacaktı. Sonra hızlanmalarına yardım eden yerçekimi kendilerini yavaşlatmaya başlayacaktı. Irak sınırlarına yaklaştıklarında da hızları iyice düşmüş olacaktı. Buraya kadar her şeyi anımsamıştı ya sonra ne olmuştu, işte onu bilmiyordu.
   İki bin kilometreyi aşkın bir mesafe ötede, olayların başladığı yerde merak ve korku vardı. Her şeyin planlandığı gibi gideceğini işlerin aksamadan yürüyeceğini düşünmüşlerdi. Acaba ne olmuştu, işin en kötüsü ne müdahale edebiliyorlar nede iletişim kuramıyorlardı. Ana kumanda odası sayılabilecek bir salonda bir gurup adam öylece bekliyorlardı. Aşağıda bir yerlerde duran bir gurup asker ve projenin diğer sorumlusu Orkun için endişeleniyorlardı.
   Salondaki en geniş koltukta oturan ve ABD savunma Bakanlığının bu projeyle görevli tepe kişisi olan general rahattı. Oldum olası bu projenin yürüyeceğine inanmamıştı. Şimdiyse kendisinin haklı olduğunun ortaya çıkmasıyla yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşmişti. Üstelik mesleği gereği kayıplara alışkın olduğu için aşağıdaki vagonu ve vagonun içinde bulunanları pek umursamıyordu. Rahat bir sesle mühendise seslendi “Mühendis bey, sizce ne oldu”
   Marcel, bir an düşündü. Ne olduğunu gerçekten bilmiyordu. Olasılıkları gözden geçiriyor ama bir tahmin yürütemiyordu. Acaba tünel mi çökmüştü. Sanmıyordu. Kendi geliştirdiği pahalı ama sağlam teknik sayesinde bir ip gibi dümdüz uzanan tünel çökmezdi. Gerek kesitinin yapısı gerekse kullandıkları kozmopolit sağlam ve esnek malzeme buna izin vermezdi. Son bir saat içerisinde erken uyarı sistemlerinden bir deprem uyarısı da gelmemişti. O zaman mekikte bir sorun olmalıydı. Yine de tedbir içim “İkinci Vagon’u hazırlayın” dedi. Başmühendisin cümlesinin ardından koşuşturma başladı.
   Aynı soruya arkadaşından iki bin kilometre ötesindeki yerin kilometrelerce altında duran Orkun’da yanıt arıyordu. İşlevsiz olacağını düşünseler de yaptıkları araca uygun olacağını düşündükleri için ekledikleri uzun huzmeli farları açtılar. Önlerindeki kemer şeklindeki kara delik uzayıp gidiyordu güçlü ışığın ulaştığı son noktalara kadar. Demek ki o çarpma havasını veren vagondaki tüm yolcuları etkileyen sert duruş tünelin çökmesi veya bozulmasından kaynaklanmıyordu. Bu çok iyi bir saptamaydı. Öyleyse kaza nedeni içinde bulundukları araçtan kaynaklanıyor olmalıydı. Arkalarda duran askerlerden biri diğerlerinin duyabileceği yüksek tonda
   “Geçen yıl bizim başımıza da gelmişti böyle bir durum” dedi. Tüm yüzlerin kendisine dönüp herkesin kendini dinlediğini anlayınca yüzü kızardı. Konuşmak istemese de artık sözlerini devam ettirmeliydi.
   “Otobanda seyrederken önümüzdeki araç kaza yapınca aniden durmak zorunda kalmıştık. İşte o zamanda aynen bu şekilde duvara çarpmış gibi olmuştuk” dedi. İşte o zaman Orkun’un aklı başına geldi. Camın önündeki kontrol paneline baktı. Küçük kırmızı ışığı fark etti. Otomatik frenler aniden devreye girmiş kilitlenmişlerdi. Tam orta yerde olmalıydılar. İlk fırlatma hızlarının yüksek olduğunu anımsadı. Projenin savunma Bakanlığı temsilcisi Marcel’in deyimiyle ‘patron’ bu yolculuğun bir deneme yolculuğu olduğunu unutmuş fırlatma hızını maksimuma yükseltmişti. Belli ki sisteme güvenip güvenemeyeceklerini tespit için sınırları zorlamak istemişti. Aşırı hıza ulaştıklarında otomatik olarak devreye girecek mekanik fren çalışmış aracın tekerleklerini kilitlemiş olmalıydı. Nedeni, Albaya söylediğinde az önce arkada konuşan er söze karıştı.
   “İyi ki takla atmadık” dedi. Evet, o hızda yapılacak ani fren düz yolda yani yeryüzünde olsalar belki takla atmalarına neden olacaktı. Ama tünelde olmaları ve aracın kesitinin tünelden az bir şey küçük olması bu takla atmayı olanaksız hale getirmişti. Bir an düşündü olacakları hesapladı. Ve kırmızı ışığın altındaki mekanik kolu çevirdi. Araç birkaç saniye sarsıldı ve ardından geriye doğru kıpırdadı. Birkaç milimlik hareket az sonra düzenli harekete dönüşmüştü gerisini geriye yol almaya başlamışlardı… Vagonun bu hareketi ölü nokta diyebileceğimiz orta noktaya kadar devam etti. Benzini biten arabadan çıkıp istasyon arayan talihsiz sürücülerden daha beter durumdaydılar. Çaresizlik içinde beklemeye başladılar...
   


   


33
Kurgu İskelesi / Randevu
« : 10 Aralık 2011, 14:49:02 »
RANDEVU

     Ellerinde çiçeklerle taş merdivenlerde öylece kalakalmıştı. Bin yıl gibi süren birkaç saniye  bekledi. Parkın içerisindeki küçük tepenin ardındaki beyaz ışığın yavaşça azalmasını izledi. İçinin rahat olup olmadığını sordu kendisine bir an. Gerçekten içi rahat mıydı, aradığını bulmuş muydu?  İki ayı aşan bir süredir en iyi yazarları, şairleri kıskandıracak kadar güzel sözler söyleyebilen bir sevgili kendisine çiçek vermişti. Onunla kocaman mutlu bir gün geçirmişti.  Burada olduğu gibi bırakmalı mıydı yoksa devam etmeli miydi? Arkadaşı adım adım uzaklaşırken yaşadıklarını düşündü. Bir insanın yaşayabileceği en yoğun romantik duyguları yaşamıştı.

     Halide Hanım iyi bir üniversiteyi bitirmiş çağdaş bir türk kadınıydı. Gençti, güzeldi, alımlıydı, kültürlüydü. İyi giyinmeyi seven ve giydiklerini kendine yakıştırmasını bilen biriydi. Sarıya çalan kumral saçları omuzlarında en güzel şallardan etollerden daha güzel duruyordu.  Ülke çapında faaliyet gösteren ciddi bir işletmede çalışıyordu. Birkaç yıl önce mezun olduğu üniversite yıllarında bile iyi bir geleceği olacağı söyleniyordu. İyi bir eğitimin her kapıyı açacağına inanan babası sayesinde parlak bir gelecek kendisini bekliyordu. O eğitim sayesinde çalıştığı şirketin geçici görevlendirmesiyle İzmir’e gelmişti. Alsancak’ta güzel bir işhanının deniz gören bürosunda çalışıyordu. Kendine ait bir odası ve emrinde çalışanları vardı. Sonuç olarak Türkiye şartlarında milyonlarca hemcinsinden çok daha iyi bir konumda olmasına rağmen yalnızdı ve mutsuzdu. 

     Mutsuzluğunu anlamak için psikolog olmaya gerek yoktu. Yüzünde her zaman gülümseme olsa da dikkatli bakan biri, iki gülümseme arasındaki kaçamak bakışları ve yalnızlığı anlayabilirdi. Çalışma arkadaşları ve belki de kendisini kıskananlar bunun nedenini öğrencilik yıllarında ineklik etmesine bağlıyorlardı. Hep ders hep ders demekten asosyal biri olmuş diyorlardı. Biraz daha dikkatli baksalar hepsinin altında derinlerde olan nedeni görebileceklerdi. Ya da Halide Hanım daha İzmir’e gelmeden yaptıkları araştırmada kendilerine söylenenleri dikkatle dinleselerdi genç müdireleri hakkında daha gerçekçi bir fikir sahibi olacaklardı.

     Koskoca A.... şirketinin İzmir Bölge Müdiresi gelmeden adı gelmişti İstanbul dan. Çalışanlar nasıl birinin kendilerini yöneteceği konusunda bir bilgi arama yarışına girmişlerdi. Tüm çalışanlar Genel merkezde bilgi alabileceği birini aramaya başlamıştı. Ardından da Halide Hanım hakkında pek çok söz havada uçuşmaya başlamıştı. Söylenenler özünde kötü şeyler değildi. Ciddi biridir diyorlardı  Yeni Bölge müdürleri için. Çalışkan ve disiplinli diyorlardı. Tuttuğunu koparan hırslı biri diyorlardı. Ama içlerinden Halide hanımın eski okul arkadaşı olduğunu söyleyen biri “Üniversite son sınıfa kadar hayat dolu bir kızdı. Biriyle tanıştıktan bir zaman sonra o tatlı kız gitti içine kapanık biri geldi” demişti.

     Aldıkları tüm istihbaratın yerinde olduğunu birkaç gün içerisinde anlamışlardı. Davranışları ve ciddi yüz hatları ise işini seven biri olduğunu anlatmaya yetiyordu.  Her işverenin çalıştırmak isteyeceği bir elemandı. İşine zamanında geliyor ve o günkü işleri tamamlamadan  –ki saat akşamdan geceye dönüyor olsa da-  gitmiyordu. Kendisine verilen yetkileri rahatlıkla kullanıyor, her hangi bir sorun daha önlerine gelmeden çözümleniyordu.

     Diğer yönden haftalar geçmesine rağmen büroda samimi arkadaşları olmamıştı. Yani herkes gibi sabah geldiğinde çalışan arkadaşlarına selam veren ve onların hatırlarını soran biriydi. Öğle yemeklerinde gittikleri lokantada kahkahalar atan çevresine gülücükler dağıtan biriydi ama bu onun bakışlarındaki hüznü ve yalnızlığı engellemeye yetmiyordu. Çevresiyle arasında camdan duvarlar vardı sanki. Açık bir hayranlık ve gizli bir korku cam fanus olup çevresini sarıyordu. Arkadaşlarının bunu fark etmesi ise zaman almamıştı. Birde büroda çalışan ve hemen hemen her büroda bir benzerini bulabileceğiniz tiplerden birinin “ben sizi bir yerlerden anımsıyorum” havası vardı. Arkadaşları ucuz tanışma numarası olarak görseler de o yeni gelen kızı bir yerlerden anımsadığı konusunda ısrarcıydı.

    Çalıştığı şirketin önermesine rağmen lojmanda kalmamış, kendisine Güzelyalı’da iyi bir daire tutmuştu. Gerçi bu defa denizi görmüyordu dairesi ama bu konu kendisi için o kadar önemli değildi  İşten kalan zamanını evde internet başında geçiriyordu. Kah İstanbul da bıraktığı nadir arkadaşlarıyla çetleşiyor kah kendine yeni çet arkadaşları buluyordu. Bu yüzden büro arkadaşlarının akşam yemeği yada gezme tekliflerini geri çeviriyordu. Gerçi birkaç kere kabul etmiş kordon boyunda denizden esen meltemin serinliğinde yemekler yemiş Pasaport iskelesindeki kahvelerde çaylar içilmiş oyunlar oynamışlardı. Ama bu çağımızın en büyük olaylarından biri olan internete girmesine ve çet yapmasına engel olmamıştı.
 
     O akşamda her akşam olduğu gibi eve yorgun gelmişti. Karnı aç olmasına rağmen yemek hazırlamak için mutfağa girmeden önce yanında taşıdığı bilgisayarını salona masanın üzerine koydu. Elektrik fişini takıp modem bağlantısını yaptı ve bilgisayarını açtı. O zaman açlığı aklına geldi ve mutfağa yöneldi. Dünden kalma yemekleri ısıtmalıydı. Birkaç dakika sonrasındaysa her zamanki siteye girmiş kendisine yeni sohbet arkadaşları aramaya başlamıştı. Çoğunlukla olduğu gibi birkaç kanaldan arkadaş aramaya başlamıştı kendisine. Bu nedenle kah bir çiçek adını alıyordu takma ada olarak kah dış dünyadan gelen bir uzaylı yada sinema karakterini kullanıyordu. Özellikle de kendisine başka gezegenlerden gelmiş ve dünyalı bir arkadaş havası vermeyi seviyordu.

     O gece epey ileri bir saatte yeni biri ile tanıştı. Aynı ekran üzerinde izlediği birkaç pencereyi biraz daha kenarına bıraktı ve yeni arkadaşının üzerinde durmaya başladı. Bu yeni tip biraz çekingen görünüyordu. Kendini otuzlu yaşlarda orta halli tanıtan bir erkekti. Yazdıklarından, iyi bir eğitim almış biri olduğu belli oluyordu. En az lise mezunu hatta üniversite mezunu olabilecek bir yaklaşım sergiliyordu. Karşısındakine oldukça çekici geldiğini bildiği gizemli havası vardı. Ya profesyonel bir çapkın ya da eşi az bulunan saf bir aşıktı. Bu yeni arkadaş Halide Hanımın ilgisini çekti. Ve tanımadan sorusuna yanıt alamayacağını biliyordu.

        Birkaç gün sonra ısrarına dayanamayarak chat arkadaşı bir resmini göndermişti. Söylediği kadar yakışıklı biriydi. Biçimli burnu hafif oval bir yüzünde usta bir heykeltıraş elinden çıkmış gibi duruyordu. Yeşile çalan kahverengi gözleri yüzünü daha hoş gösteriyordu. Hafif esmer teni gece siyahı saçlarıyla çok hoş görünüyordu. Resmi bilgisayarının ekranında gördüğü anda aklına tanıdığı büyün yüzleri getirmeye çalışmıştı. Acaba kendi yüzü müydü yoksa medyatik birinin resmini mi göndermişti. İşin aslını ilk buluşmalarına kadar anlayamayacaktı.

     İlk buluşmalarına bir hayli zaman vardı. Evet edebiyattan hoşlanan, şiir yazan,  romantizmi yaşam biçimi olarak benimseyen bir erkek bulmak zordu. Birde buna gençliği ve yakışıklılığı ekleyince vazgeçilmez biri haline geliyordu chat arkadaşı. Uzun yıllardır aradığı kişi olabilirdi.

     Mühendis olduğunu söylemişti. Edebiyat fakültesinde okumak istediğini ama aile baskısı ve iş olanaklarını düşününce mühendislik okumak zorunda kaldığını anlatmıştı. Edebiyata olan ilgisi satırlarında belli oluyordu. Adres konusunda ise nerede oturduğu yada nerede çalıştığı konusunda hiçbir bilgi vermiyordu. Yalnızca İyi bir kazancım var diyordu. “Diplomam sayesinde iyi bir işte çalışıyorum, orta kademe yöneticiyim” diyordu. Halide merakını yenemiyor bilgisayarının belleğinde sakladığı eski görüşmeleri zaman zaman okuyordu. Bu sayede delikanlının kim olduğunu yada ne iş yaptığını çıkarmaya çalışıyordu. Ama her seferinde elde ettiği sonuç sıfırdı. Arkadaşı kendisini bilinçli bir şekilde gizlemeyi başarıyordu. Gerçi bu durumdan şikayet etmeye hakkı yoktu Halide hanımın. Kendisi de benzer bir izliyor kim olduğunu yada ne iş yaptığını saklıyordu.

    Halide deki değişiklikleri arkadaşları da fark eder olmuştu. Arkadaşlarına karşı daha yakın duruyordu sanki. Eskiden kullandığı tepeden inmeci emirler yerini ricaya bırakmıştı. O günlerde Halide nin yüzü biraz daha gülüyordu sanki. O durgun içine kapanık görünen kız biraz daha canlanmıştı sanki.  Bir sabah bürodaki en yakın arkadaşı Mine sorduğunda arkadaşının kulağına “uzun yıllardır aradığımı buldum” demişti. Dahası arkadaşı Mine Halide yi biraz daha tanıyabilmiş olsaydı yüzündeki kararlılığı hemen fark edebilecekti.

     Günler geçti ve chat arkadaşıyla iki hafta sonra yüzyüze görüşme kararı almışlardı. Halide her ne kadar karşısındakinin samimiyetine inanmıyor olsa da arkadaşlıklarının yeni bir aşamaya geçmesi gerektiğini kabullenmişti. İçindeki korkuyu o kimseye anlatamadığı derin  korkuyu aşmanın zamanı gelmişti artık. Kariyerinin zirvesinde olan ama özel yaşamında kendi halinde yaşayıp giden Halide’nin bir arkadaşı olacaktı.

   Bir Cuma akşamı ‘ertesi günü buluşma’ kararı almışlardı. “Yalnızca tanışmadan ibaret olacaktı” buluşmaları. Birbirlerini görecekler ve ilişkilerinin devam edip etmemesine karar vereceklerdi  O gece bayramı bekleyen bir çocuk heyecanı ile bekledi sabahı.

     İzmirin en kalabalık semtlerinden birinde bir parkta randevu vermişlerdi birbirlerine. Fuarın karşısında güzel bir pastaneydi ikinci durakları. Bir gece önce aldıkları karara aykırı olsa da hoşlarına gitmişti birlikte zaman geçirmek. Yaşları lise yıllarını çoktan aşmış olsa da iki okul kaçağı liseli genç gibiydiler. Körfez vapuruna binip Karşıyaka da çay içtiler. İstasyon Caddesinde dolaştılar. Koca bir gün güneşin karşısında eriyen kar gibi erimiş akşamın alaca saatlerine gelmişti. Bir günlük hikaye başladığı yerde bitecekti.

     Halide akşamın alacakaranlığında ellerinde kırmızı güllerden oluşan bir buket çiçekle parkın merdivenlerinde bekliyordu. Saniyeler saniyeleri kovaladı. Yazdan kalma sıcak gün, yerini rüzgarla çıplak dalların sallandığı güz akşamına bırakmıştı. Basamakların ötesinde, giden arkadaşına veda etmiş adım adım uzaklaşıyordu. Onunla kocaman mutlu bir gün geçirmişti  Bu arkadaşlığı burada, olduğu gibi bırakmalı mıydı yoksa devam etmeli miydi. Uzun zamandır içinde acıkan bir yanı devam etmesini söyledi.. Vermesi gereken son bir kararı vardı, bir de sorması gereken son bir sorusu  Hızla merdivenleri çıktı genç adam ağır adımlarla uzaklaşıyordu. Arkasından seslendi.

     “Altan! Altan!  Bir dakika bekle” dedi. Genç adam sanki böyle bir çağrı bekliyormuş gibiydi. İlk seslenmede duymazdan gelse de hafifçe duralamıştı. Bir saniyenin küçük bölümündeki bu belli belirsiz duralamadan sonra yoluna devam etse de genç kızın adını tekrar haykırmasıyla durdu ve geri döndü.

    “Güller çok güzeldi” dedi Halide başı önünde  “Kırmızı gülleri seviyor olmalısınız”  Adam gülümsedi. “Biraz avam tarzı olacak ama ‘güle gül yaraşır diye aldım’ dedi. Halide Hanım bir an durdu. Karşısında dikilen adamın gözlerine baktı. Büyü bozulmaya mı başlamıştı yoksa...

     “Peki siz bu iltifatı buluştuğunuz her kıza söylüyor musunuz?” dedi. Adam hafifçe gülümsedi.  “Estağfurullah” dedi. Sesindeki gurur her halinden belli oluyordu. “Geniş bir çevremin olduğu söylenebilir ama inan bana senin kadar güzelini tanımadım” dedi. İri ellerini uzatarak kızın narin koluna dokundu. İncecik kollar avuçlardan akan su gibi yavaşça sıyrıldı. Yinede, kibar görünmeye çalışan adamın yırtıcının pençelerini andıran elleri kızın parmaklarını yakaladı. Genç kız o zaman sol elin yüzük parmağındaki beyaz izi fark etti.   

     Adam evliydi ve buluşmadan birkaç dakika önce çıkarılmış olan alyansın izi bu durumun açık kanıtıydı.  Halide sesini çıkarmadı. Eğer bakışlarını kaldırabilecek cesareti olsaydı bütün bir öğleden sonra birlikte olduğu adamın zafer kazanmış bir savaşçının bakışlarıyla kendisine baktığını görebilecekti. Adamda eğer bakmasını bilseydi içerilerde derinlerde bir canavarın uyanmaya başladığını görecekti. Yine de narin ellerinde tuttuğu kalın bilekleri bırakmadı. Ağır adımlarla parktan çıktılar.

     Buluşmalarının yada ilişkilerinin bir başka aşamasını yaşamaya başlamışlardı. Bütün gün el ele gezmiş liseli çocuklar birkaç dakika içerisinde büyümüşler birer olgun insan olmuşlardı sanki. Önce İkinci kordondaki bir lokantada yemek yediler. Ardından kordonda dolaştılar bir süre. Denizden gelen esinti yerini sert rüzgara bırakınca kordon üzerindeki pastanelerden birine girip oturdular. Birbirlerini tanımak için sorular sordular. Bütün bir gün boyunca susmuş olan adamın dili çözülmüştü sanki. Gecelere boyu sürdürdüğü klavyenin başındaki becerisini sürdürüyordu. Derin bir kültürü olmasa da karşısındaki etkileyecek kelime dağarcığına sahipti. Ve akıcı konuşmasıyla bu kelimeleri dilediği gibi kullanıyordu. Saatin ilerlediğini fark ettiklerinde saat gece yarısına yaklaşıyordu. Halide yoldan geçen bir taksiye el etti. Biraz çekingen kalan adam eve kadar birlikte gidebileceklerini söyledi. Böylece taksiye birlikte bindiler.

      Sarı taksi düzgün asfalt boyunca yol aldı. Geniş caddelerden aydınlık meydanlardan geçtiler. Arabanın arkasında oturan iki kişi sanki gün boyu birlikte değillermiş de tesadüfen bir araya gelmişler gibi hiç konuşmadılar. Genç kadının evine yaklaştıklarında Halide gecenin en önemli sayılabilecek sorusunu sordu,,,

    “Aşka inanır mısın” dedi. Adam uzun zamandır beklediği avının şimdi oltasının ucunda çırpındığını bilen balıkçı havasındaydı. Balık yemi yutmuştu. Ama misinası gerilmediği için yakalandığının farkında değildi. Artık bütün hüner, fazla çırpınmasına izin vermeden avını sandala çekmekteydi. Ama istemese de başarmanın verdiği kendine güven sesine yansıyordu. Kırk yıllık çapkınlığın edasıyla yanıtladı

    “Eğer aşka inanmıyor olsaydım, burada ne işim olurdu” dedi. Genç kızın evine yaklaşmışlardı. Taksi sürücüsüne dönerek “Köşede durur musunuz” dedi önce. Ardından kurnazca gülümseyerek tekrar sordu

   “Peki sevdiğin birine yüreğini verir misin” dedi.  Araç ana caddeyle geniş bir sokağın kesiştiği noktada durdu. Adam kaçın kurasıydı bir yandan taksiciye ücretini verdi. Para üzerini beklerken kıza dönerek

       “Ben zaten yüreğimi sana verdim” dedi. “Sadece şimdilik yerinde duruyor. Dedi. Sırıtma derecesinde gülümseyerek devam etti. “Bedelini ödedikten sonra onu oradan alabilirsin” Onlar konuşurken kapının önüne varmışlardı. Kaldırımı aydınlatan sokak lambasının altında durdular bir süre.
     “Evli misin” sesinde aleni bir emir vardı. İşyerinden alışkın olduğu emir vermenin rahatlığı  vardı kendisinde, bu rahatlığı kullanıyordu. Adam önce yanıt vermek istemedi. Genç kadın bir kere daha sorduğunda azarlar gibi

     “Bak güzelim” dedi  “Biz, birbirimizi tanımak ve güzel vakit geçirmek için burada bulunuyoruz,  evliliğin ne önemi var ki?” dedi. Bu gizli bir itiraftı, Aşırıya gitmiş olduğunu düşündü ve sözlerini düzeltmeye çalıştı “Yani evlilik dediğin bir formalitedir, insanlar birbirini tanıdıktan, güvendikten sonra resmiyete ne gerek var.” Konuştukça batıyordu, kendisini Halide kurtardı.
.
   “Dur... Dur... Hemen sinirlenme” dedi Halide. “Ne istediğini anladım. Bir gecelik ilişkiden söz ediyorsun sen” dedi. Sesinde kızgınlık yada kırgınlık yoktu.
 
    “Sanırım birbirimizi daha iyi anlamaya başladık” dedi adam kendine gelmenin rahatlılığıyla.  Halide tam kapının önüne gelmişti. Anahtar yuvasında döndüğünde adam vedalaşmak için geriye doğru bir adım attı. Anahtar kilidin içinde bir kere daha döndü ve kapı aralandı.”Gel sana kahve yapayım” dedi  “Yada bir iki kadeh daha içelim”

     Adam şaşırmıştı. Arkadaşları arasında çapkın biri olarak bilinirdi. Uzun boylu ve yakışıklıydı. Düzenli spor yapması sayesinde gençlik yıllarını geride bırakmış olsa da düzgün ve kaslı bir vücudu vardı. Bedenine ve kültürüne güvenerek sıkça hovardalık yapardı. Ama yine de bu durum alışkın olmadığı bir durumdu. Genellikle eve yada bir otele gitmeyi erkek tarafı teklif ederdi. Özelliklede kızın evine gitmek başarı ötesi bir şey kabul edilirdi. Ama bu kere durum daha başkaydı. “Kendimi bir hayli geliştirmiş olmalıyım” diye aklından geçirdi. İyi hazırlanmış bir buket –her ne kadar ücreti daha fazla olsa da- kapıları açmaya yetiyordu.

    “Rahatsız etmiş olmayayım” dedi. “Üstelik evde uyuyan varsa, yani annen baban falan diyorum...” Ama içeri girmek için can attığı her halinden belliydi. “Kimse yok çekinme” dedi. Az önce konuşan asabi kişi gitmiş yerine uysal ve inandırıcı biri gelmişti sanki... “Konuşmamızı kapı önünde sürdürmek hoş değil. İçeride devam edelim” dedi.

    İçeri girdiklerinde adam hafif şaşkındı. Kadın tahmininden daha zengin olmalıydı. Amerikan stili döşenmiş bir evdi. İç kapıyı geçince geniş bir salonun ortasına yerleştirilmiş koltuklar vardı yalnızca. Duvarlarda orijinal olduğunu düşündüğü  karmaşık kompozisyonda  resimler vardı. Tam karşılarında ise kocaman bir plazma televizyon. duruyordu  Geride sol köşedeki merdivenler evin dubleks olduğunu anlatmaya yetiyordu.

     “Sence iki aydır yazdıklarımız, bu gün yaşadıklarımız tensel bir zevk için miydi” dedi içeri girerken Halide.

     “Tam olarak öyle değil” dedi genç adam. “Romantizm vardı elbette...Romantizm hep olacaktır...olmalıdır...”  Halide salonun karşısındaki koridora yöneldi. Genç kadının iyice uzaklaştığını düşünmüş olacak ki  “Ama önce seninle birlikte olmak... O bedenini hissetmek var” dedi alçak sesle ama koridordan gelen ses sözlerini yutmasına neden oldu  “Seni duyuyorum genç adam” Adamın yüzü kızardı.

      Genç kadın bir dakika sonrasında elinde bir şişe şarap ile geldi. “Bu şişe böyle geceler için hazırlanmış bir şişe. Sen başla ben sana az sonra katılırım” dedi. Kadın yukarı çıkan merdivenlerin ilk basamağına vardığında adam birinci kadehi yuvarlamıştı bile...

    Adam loş ışıklı bir odada gözlerini açtığında kıpırdanamıyordu.  Bir baş ağrısı beyninin tüm hücrelerinde yankılanıyordu. Kendisine içki getiren kadının merdivenlere yöneldiğini ve birinci kadehi içindeki ateşi söndürmek için hızla yuttuğunu anımsadı en son olarak.

      Baygınlığı geçince gözleri içinde bulunduğu alaca karanlığa alıştı. O zaman salonun diğer ucundaki beyaz önlüklü gölgeyi fark etti. Tepeden tırnağa beyazları giyinmiş olan gölge ağır ağır yanına yaklaştığında olanları anlıyor gibiydi. Gölgeler içinde duran beyazlı kişi

     “Nasıl” dedi alaycı bir şekilde gülümseyerek “Özel içkimi beğendin mi?” adam burada bu loş mahzen benzeri yerde olmasının nedeninin içki olduğunu anlamıştı ama niçini hala muammaydı. Değişik bir eğlence şekli olmalıydı. İçinden gelmese de bir kahkaha attı.

    “Güzel bir fantezi” dedi.  “Meğer benimle iki aydır yazışan, bütün gün el ele dolaşan cici kız aslında isterik sadistin biriymiş” dedi ve ekledi “Benzerlerini görmüştüm ama bu kadar gerçekçisini görmemiştim” dedi.  Neredeyse kırkbeş derece eğik bir yatakta yatıyordu. Yani ne dik duruyordu ne de yatık yada olanları görebilecek kadar dik kıpırdayamayacak kadar yatık.

    “Bu unutamayacağın bir fantezi olacak” dedi.  Yatakta bağlı olan adamla göz göze geldiler. “Ve son fantezin olacak” dediğindeyse içine bir korku düşmüştü. Korku dolu bakışlarını odada gezdirdi. Yaşadıkları cinsel fantezilere benzemiyordu. Aslında bulunduğu yer bir odadan çok bir kimyager laboratuarına ya da doktor muayenehanesine benziyordu. Tam karşısında uzun mermer bir banko vardı ve bankonun üzerinde çeşitli kavanozlar tanımlayamadığı cihazlar vardı. Sol yanında ağır işçiliği olan ahşap bir dolap duruyordu. Dolabın üst bölümünde kesme camdan yapılmış dizi kavanoz duruyordu. İçlerinde garip bir sıvının içinde yüzen yumruk büyüklüğünde nesneler vardı.

     “Evet bu son fantezim olacak. Bu yaşadıklarımdan sonra her şeyden elimi ayağımı çekeceğim ve kendimi dine vereceğim” dedi. Gerçeği mi söylüyordu yoksa alay mı ediyordu anlaşılamıyordu.  Gün boyu birlikte dolaştıkları küçük, masum avı, avcı olmuş bembeyaz önlüğüyle ellerinde beyaz eldivenleriyle ve beyaz örtü serilmiş servis masasıyla kendine yaklaşıyordu. Bakışları yaklaşan el arabasına takılınca korku dolu bir çığlık attı. Bu kadar alet olsa olsa bir dişçinin yada bir cerrahın masasında bulunabilirdi. Paslanmaz çelikten yapılmış keskin aletler arabanın üzerinde duruyordu. Haftalar boyu yazıştığı romantik genç kız masum sevgili bu muydu. ağza alınmayacak bir küfür dudaklarından döküldü.

    “Birkaç saat önce bana söylediğin bir söz vardı” dedi. Sesindeki ciddiyet elle tutulabilecek kadar hissedilir haldeydi. Adam bağlandığı yerde kıpırdanmaya çalıştı. Yalnızca boynundan yukarısını kıpırdatabilecek haldeydi. Kafasını belli belirsiz salladı. Bedeninin tüm enerjisini ciğerlerine topladı ve ardından olanca korkusu ve nefretiyle haykırdı. Boynu ve çıplak vücudu kıpkırmızı olmuştu.

    “Çöz beni O... ” diye çığlık attı. Korku dolu çığlığı odada yankılandı. Az önce yaşanan öfke patlamasına aldırmayan genç kız devam etti.

    “Yüreğini bana verecektin, şimdi tam zamanı” dedi. Yaşadığı anın tadına varmak için ağır ağır hareket ediyordu. Az önce can havliyle bağırıp çağıran adam yalvarmaya başlamıştı

     “Bak güzel kız, eğer bu şakaysa tadında bırakalım. Eğer beni korkutmak ve bana bir ders vermek istiyorsan ben dersimi aldım... Yok eğer istediğin paraysa ne kadar istediğini söylemen yeterli... Çok param var benim...Evlerim arsalarım var...İstediğin kadar, istediğinden çok daha fazlasını verebilirim...

    “Ya iffet... ya namus... Paraların onları almaya yeter mi?  Bütün paraların bir genç kızın kararan hayatını geri verir mi?” dedi. Parmaklarını birbirine geçirerek ellerine taktığı eldivenleri iyice yerleştirdi. Kendi kendine konuşur gibi sürdürdü konuşmasını “Üniversite son sınıfındaki bir genç kızın geleceğini geri verebilir mi?” Arkasını döndü. Birkaç saniyelik suskunluk odada her şeyin hakimi olmuştu sanki. Arkası dönük konuşmasını sürdürdü..

    “Ama çok paranın olduğunu öğrenmem içimi rahatlattı. Geride kalanlar yaşamlarını sürdürmek için  zorluk çekmezler hiç olmazsa” Kısa ara bitmişti.     

     “Sen iğrenç bir çapkınsın Kendinden başkasını düşünmeyen  hayvani bir zevk uğruna en güzel romantik değerleri bile çiğnemekten çekinmeyen pis bir mahluksun. Evinde bekleyen ailene aldırmadan genç kızların peşinde koşuyorsun” dedi  Elleri usta bir cerrah gibi çalışıyordu. “Elindeki servetin kıymetini bilmeden, uçkurun için pek çok hayatı mahvetmiş olmalısın” Hemen yanına getirdiği seyyar masasının üzerinden iri bir enjektör çıkardı. “Belki de aralarında pırıl pırıl geleceği olan masum genç kızlarda vardı...ne dersin” Adamın bağlı kolunda yavaşça batırdı. Eti delen sivri uçlu iğne boğuk bir ses çıkararak gömüldü. Baş parmağı bastırdıkça tüpteki sıvı yavaşça kana karışıyordu. Olanları anlamak için yüzüne bakan adama sus işareti yaptı.

     “Bu senin iyiliğin için canım” dedi. “Olacakları izlemeni istiyorum ama canın yansın da istemem. İğneyi yavaşça çıkardı. İşine özen gösteren herkes gibi masanın üzerine bıraktı.     

     “Korkma canın hiç yanmayacak” dedi. İnce dişli bir bisturi aldı. Yatakta çığlık atan adama bakarak Evli biri niçin çapkınlık yapar” dedi. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Gül gibi bir ailesi olan biri niçin dışarıda bir şeyler arar. Dünyada aileden daha sıcak ne olabilir ki. Bir insanın sahip olabileceği hazinedir aile” dedi. Yine kendi kendine konuşuyor, ilacın etkisini göstermesini bekliyor gibiydi  Bir dakika sonrasında adam sisli bir gecede gibiydi. Olanların o kadar uzağındaydı ki.... Görüyor hissediyor ama canı yanmıyordu.

     “İnsanın yüreği bir kişiye, ailesine ait olmalıdır.” Uzaklardan gelen vınlama sesi titreşime dönüştü. Soğuk çelik içine yavaş yavaş giriyordu. Ardından kırılan dal sesini andıran bir dizi kırılma sesi duydu. Hiç canı yanmasa da küçük bir çektirmenin gögüs kafesini yavaşça açtığını hissediyordu. Duyduğu son cümle “Şimdi yüreğini vermeye hazırsın” dı. Gözlerinin feri sönmeden son gördüğü ise kristal bir kabın içine zarifçe konulan yumruk büyüklüğünde kanlı bir nesneydi. Ve raftaki yerini almıştı.

    Ertesi sabah büroya gelenler Bölge müdürlerini göremediler. Öğleye doğru ancak gelebildi Halide Hanım ve her zamankinden çok daha neşeliydi. Nedenini sorduklarında ise aldıkları yanıt  “Akşam iyi bir temizlik yaptım” olmuştu.... Ve kendi kendine konuşur gibi devam etti. “Burada işim bitti. Atanmayı istememin zamanı geldi” dedi.

34
Kurgu İskelesi / Kara Nene Kuru Nene
« : 08 Kasım 2011, 16:32:18 »
Merhaba arkadaşlar:
uzun bir aradan sonra sizlere bir denememi daha gönderiyorum. Umarım keyif alır ve beğenirsiniz


KARA NENE KURU NENE
Kara Nene Kuru Nene
Ocağına Düştüm Gene
Ne olur yardım et Bene
Ben ettim sen etme     Kara Belen köyünün manilerinden...

     Genç adam, gecenin bir yarısı yol üstündeki istasyondan trenden indi. Karaova istasyonu öyle sık durulan bir yer olmadığı için şimendiferler bu istasyonda durmazdı. Bu nedenle adam Karaova istasyonunda ineceğini önceden bildirmek zorunda kalmıştı kondüktöre. Havanın, yaklaşan bahara rağmen soğuk olmasına aldırmadan, geceden yola çıkmıştı. Bu kadar soğuk, onun için soğuk sayılmazdı, her yerin kar buz altında kaldığı bembeyaz bir cehennemden çıkıp gelmişti ne de olsa. Bir bütün olarak gittiği cepheden parmakları eksik olarak gelmişti ama silah arkadaşlarının kayıplarının yanında bir iki parmağın sözü bile edilemezdi. Urus gavurunu arkadan çevireceğiz derken Allahüekber dağları almıştı parmaklarının bazılarını.

     Şimendiferden indikten sonrasının bu kadar uzun olacağını ve Selimiye Kazasının bu denli uzak olduğunu bilseydi sabahı bekler, bir atla ya da araba ile giderdi. Uzakta soluk ışıklar belirdiğinde tan söküyordu.  Eski Mülazım-ı evvel şimdinin Muallim Müfit ilk görev yeri olan Selimiye Kazasına varmıştı. Ne uzun şimendifer yolculuğu ne de yorucu bir yürüyüş genç adamın içindeki heyecanı söndürmemişti.  

     Selimiye, Anayoldan içeride kalan, sırtını ovanın güney cephesini bir duvar gibi kaplayan Menteşe dağlarının kuzey yamacına dayamış eski ve köklü bir Kazaydı. Der Saadeti besleyen isimsiz ve yoksul sayısız Anadolu Kazalarından biriydi. Kazanın girişinde sizleri viran binalar karşılıyordu. Genç adam Kazaya ulaştığında tozlu yollar üzerinde, merkeplerinin yada katırlarının üzerinde çiftine çubuğuna giden köylülere rastlamaya başlamıştı. Kimi, dalgın dalgın yol alırken çevresinde olan bitenlere hissiz gibiydiler. Kimileriyse Kazalarına gelen bu yabancıyı kaçak bakışlarla süzüyorlardı. Her adımda menteşe dağları biraz daha yaklaşıyor geçmeyi imkansız kılan duvar haline geliyordu.

     Uzakta güneş parıldamaya başladığında uzun yollar yürümeye alışkın ayaklar toprak yolu bitirmiş, Kazanın ana yolu sayılabilecek taş yola varmıştı. O zaman yolun yukarısında ovaya daha tepeden bakan taş binaları fark etmişti. “İçlerinden biri benim vazife yerim olmalı” diye aklından geçirdi. Saat henüz erken olduğu için taş yolun üzerindeki yeni açılmış kahvehanelerden birine oturdu.

     Kahveci mekanına erkenden uğrayan yabancı karşısında şaşırmıştı. “hoş geldiniz” dedi.

     “Böylesine soğuk bir havada bu kadar erken ne işiniz vardı begim” diye sözlerine devam etti.

      “Soğuk havada mı” dedi istem dışı bir şaşkınlıkla. “Siz bu havaya soğuk hava mı diyorsunuz. Hele geçen aylarda Sarıkamış’ta olanları bilseniz” demek istedi ama yuttu sözlerini. Buraya gelirken Mülazım-ı sani üniformasını bırakmıştı. Yalnızca gözleri doldu. Aradan üç aydan fazla bir süre geçse de unutmamıştı olanları. Kolay kolayda unutulacak değildi yaşadıkları, gördükleri.

   “Yani havalar ne kadar soğusa da bahar yaklaşıyor” dedi. Eliyle yolda kahvedekileri selamlayarak geçen kişileri gösterip “Bahar hazırlıkları başlamış bile” dedi.  

   “Evet begim bahar yaklaşıyor yaklaşmasına da memleketime gerçek bahar ne zaman gelecek bilemiyorum” dedi ve ellerini üzerindeki kirli beyaz önlüğe silerek içeri girdi. Yolcu önüne konan bardağa baktı ve uzun düşüncelere daldı.

    “Tazeleyim mi begim” Kendine geldi. Kahveci ve yanında dikilen yaşlı biri öylece bakıyorlardı kendisine. Gözleri açık uyumuştu sanki. Çevresindeki masalarda birileri vardı. Adamların kendilerine garip garip baktıklarını gördüğünde uzun bir zamandır dalmış olduğunu anladı. Soğukta donduğu için dört parmağı kesilen sol elini masanın üzerine çıkardığını fark ettiğinde hızla elini ceketinin cebine soktu. Kekeler gibi konuşarak

     “Ben... Ben buraya muallim olarak geldim” diyebildi. Soğuk havada ter basmıştı her yanını. Zorlada olsa gülümseyerek yerinden doğruldu

   “Boynu altında kalasıca Enver yüzünden oldu değil mi?” yan masada oturan yaşlı bir köylü kendi kendine konuşur gibi söylemişti. Genç Muallim sesin geldiği yöne bakınca güneşte kurumuş, kırış kırış olmuş bir ağaç gövdesinde iki budak gibi duran bir çift gözle, göz göze geldi. Ama iki budağın altındaki çatlak dudaklar kıpırdanmaya devam ediyordu

    “Alamanlara yaranacağım diye onca Evladı Vatanı soğukta kırdırmadı mı Moskof ayılarına”

   “Halim Ağa” dedi ayakta duran bir başka köylü. Çevresine ürkek bakışlarla bakarak Abbas Ağanın kulağına gitmesin sakın” dedi.

    “Hadi len” dedi bir başkası. “Korka korka tepemize bindirdik Abbas Ağayı” dedi. Dedi ama bir yandan da gözleri gayri ihtiyari çevreyi süzüyordu. Konuşmalardan cesaretlenen bir başkası

     “O kısacık boyuyla, yere yakın kıçıyla küçük dağları ben yarattım diye gezmiyor mu” dedi. Genç muallim araya girdi...

    “Ağalar, biriniz beni hükümet konağına götürebilir mi?”

***

     Bütün günü beklemekle geçmişti. Kendisini bekleyen okulunu ve öğrencilerini düşündükçe heyecanlanıyordu ve sabırsızlığı artıyordu. Nasıl sabırsızlanmasındı ki Yaşadığı o berbat günleri ancak geleceğin umudu unutturabilirdi. Ama Kazanın olağanüstü günler yaşadığını anladığı için sesini çıkarmadan bekliyordu. Yine uzun bir sürede sonra Kazaya atanan ilk muallim olduğu için özel ihtimam görüyordu.
 
    Hükümet binasının hademesi dakika başı yanına girip çıkıyor kahve isteyip istemediğini soruyordu. Sabahtan bu yana beşinci fincanını içmişti bu sayede. O bütün bunları düşünürken kapı birden açıldı ve içeri hademe Muhsin Efendiden sonra kendisini en çok soran kişi olan idare amiri İsmail Hakkı beydi. İsmail Hakkı bey Kazanın ileri gelenlerinden birinin oğluydu. Okuryazar olduğu için babasının yardımıyla hükümet makamında iş bulmuştu.

    “Hadi bakalım Müfit ağabey gidelim” dedi. Genç gazinin ilk cümlesi “Nereye” olmuştu.

   “Otur otur canın sıkılmıştır, seni biraz gezdireyim.” Karşısında duran adamın anlamadığını görünce gülümseyerek  

     “Bu gün bütün Kazayı ilgilendiren bir mahkeme var. Birlikte Kadı Efendinin Makamına gidelim” dedi. Karşısındaki Genç adamın hala bir şey anlamadığını görünce.

   “Lakin ben bir an önce vazifemi ifa edeceğim mektebi görmek, talebelerimi tanımak  isterdim” dedi.

   “Bak ağabey” dedi. Muallimle akran olmalarına rağmen ilk tanıştıkları dakikadan beri kendisine ağabey diyordu. “Kadı Zait Efendi bizim Maarif Müdürümüz yada başka bir ifadeyle Maarif Müdürümüz Zait Efendi Kadılık da yapıyor. O nedenle önce şu mahkeme işi çözümlenmeli ki olağan işlerimize bakalım” dedi. Sıcak bir davranış göstererek muallimin koluna girdiler ve odadan birlikte çıktılar.

    Mahkeme binası hükümet binasının ilerisinde dağ yamacına yakın bir yerdeydi. Yüksek duvarlı tek katlı taş binaydı ama bina ilk yapıldığı günleri arıyor gibiydi. Yıkıklar harita gibi binanın tüm cephesini kaplıyordu. Dam ise tam olarak afet geçirmiş bir havadaydı. Genç muallim daha da kötülerini gördüğü için kanıksamış bir şekilde içeri girdiler.

    İçerisi bir hayli kalabalıktı. İnsanları sağa sola iterek içeriye ana salona geçtiler. Salon kalabalıktı ve çıt çıkmıyordu. Bir kenarı yaslanıp olanları izlemeğe başladılar. Yalnızca konuşanların sesleri yankılanıyordu yüksek tavanda.
  
***

     Tarla işlerinin durduğu, çift ve çubuk işlerinin yavaşladığı soğuk kış günlerinde Kazalı erkekler ava giderlerdi. Av merakı binlerce yıldır genlerinde babadan oğul’a aktarılmış olsa da zorunluluk hali yani ailenin gıda gereksinimlerini karşılamak için yapılan avcılık günleri geride kalmıştı. Yine de şu yoksul günlerde çokları hala evlerine taze et getirmek için ava gidiyorlardı. Bazıları ise dağlarda ve ovalarda özgürce dolaşmanın verdiği huzuru duymak için gidiyorlardı ava.  Bu kişiler Tanrının yarattığı canları zevk için alamayacaklarını düşündükleri için hiçbir şey vurmadan geri gelirlerdi. Yada sağda solda dedikodu olmasın diye bir iki fişek atıp dönerlerdi. Üçüncü bir gurup vardı ki en tehlikelileri onlardı. Benliklerini tatmin etmek için, zevk için giderlerdi ava. İşte bunlar babalarının yanında duydukları ezikliği atmak için kıpırdayan her hedefe ateş ederlerdi. Bir tanesi ise kafasının içinde kurdukları planı gerçekleştirmek için gitmişti ava. Peşinden de kaza dedi olanlar için.

    “Bizler neler olup bittiğini bilmeyiz Kadı Efendi” dedi sıra halinde duran kalabalıktan biri. Diğeri sırıtarak devam etti.

     “Bütün gün kıraathanede oturacağımıza gidelim de kısmetimizi arayalım dediydik” Diğerlerinden daha önde duran ufak tefek genç söz aldı.
 
    “Amacımız karanlığa kadar kalmak değildi. Üstelik bizler Ballı kayaya doğru gittik.” Bir ara durdu  “Bu mevsimde Balıklaya güzel tavşan yapar” dedi. Diğerleri de başlarıyla onayladılar. “Koca yaz beslenen tavşanlar Ballı kayada yuvalanıyorlar” dedi içlerinden bir başkası

    “İşte gördünüz Kadı Efendi” dedi salonda duran kalabalığın önündeki posbıyıklı adam.
“Ballıkaya ovanın kuzey yakasında, KaraBelen ise diğer cihette, güneyde. Merhum delikanlı ise Karabelen de bulundu. Karabelen nere Ballı kaya nere. Demek ki Oğlum suçsuz, Üstelik koca ovada bir araya gelmeleri ne mümkün” Kalabalığın biraz dışarısında duran iki üç kişinin olduğu yöne bakmadan konuşuyordu. Sözünün bu noktasında başını o yöne çevirerek

   “Önüne bakmadan yürüyenler gittikleri yerden karanlık çökmeden döneceklerdi” dedi. Sesindeki alaycılık açıkça  belli oluyordu. Yaşlı adam birden Kadının karşısındaki kalabalığa yürümek istedi. Yanında bulunan yaşlı kadın ve genç kız kendisini zor tuttu. Kadı efendi oturduğu yerden karışma gereği duydu

    “Efendiler...Efendiler. Burası adalet dağıtılan bir yer, kavga yeri değil. Saçları kırarmış ama vücudu dinç adam  

     “Haklısın Kadı efendi” dedi. “Ama benim oğlum on sekiz yaşındaydı” Elinin tersiyle göz pınarlarında beliren yaşları sildi.

     “Hasan'ım gençti kuvvetliydi ve sıhhatliydi. ‘Ne zaman çağıracaklar’ diye askerlik celbinin yolunu gözlüyordu.” Kadının karşısında duran genç guruba dönerek  

     “Öyle önünü görmeden yürüyecek yada yardan kolayca düşecek biri değildi” dedi. Yanında duran hayat arkadaşının koluna girdi.

   “Müsaade ederseniz sözlerime devam etmek istiyorum Kadı Efendi” dedi siyah saçlı yaşlı adam. Abbas Ağa  sözlerine kaldığı yerden devam etti.

    “Hemi de sormak lazım karanlığın çöktüğü vakitte bir adam ne ararmış ovada bir başına” Önünde dinelen kalabalığa bir kere daha baktı yaşlı Kadı. Son zamanlarda Devleti Alinin içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında kanunun bu kadar ayaklar altına alındığı yada kanunsuzluğun bu kadar ileri gittiği sıkça görülür olmuştu. Merkezi otoritenin zayıflığı yüzünden hemen her yerde küçük derebeyleri türemişti. Kah paranın ve altının gücüyle kah kaba güçle köylerde ve Kazalarda padişahlık sürüyorlardı. Abbas Ağa da bu gibi yüzlerce kendini dev aynası karşında duran padişahçıklardan biriydi. Bir de kanunların eskiliğini eklerseniz, kadının yada diğer kanun uygulayıcılarının yapabileceği çok az şey kalıyordu. Gerçi bu durumda İleri ecnebi devletlerinde bile verilecek karar az sonra dudaklarından dökülecek olan kelimelerden farklı olamazdı.

   “Sizler şahit misiniz” dedi suçlanan gencin arkasında duran gençlere dönerek

   “Tabi şahitler Kadı Efendi” dedi Abbas Ağa verilecek kararın ne olacağını tahmin ederek.

   “Size sormadım efendi” dedi sert bir tonda. Tüm gençler kendilerine sıkça telkin edilen sözü  koro halinde yanıtladı  “Şahidiz” diyerek.

   Yaşlı Kadı eliyle sakalını sıvazladı bir süre sessiz kaldıktan sonra kapının yanında dikilen mübaşire dönerek

   “O zaman beylere yolu göster Mustafa Efendi” dedi.

Mahkeme odasından ilk çıkan gözleri yaşlı ana baba tam kapıdan çıkacakken geriye dönerek “Olanları gören biri var elbet” dedi. Acılı anne babanın Gerçekten de olanları gören bir ilahi göz vardı ama birde oralarda dolaşan yaşlı bir bedenin taşıdığı bir çift göz vardı olan biteni gören. Herkes çıktıktan sonra zayıf bedenini taşıyan cılız ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı.
    “İşte olanları gördün” dedi. Kazada olanların özetiydi bu gördüklerin. Abbas Ağanın Oğlu Hilmi ile Kazamızın tek demircisi Halil Ustanın oğlu Hasan arasındaki düşmanlık son buldu böylece.

   “Nasıl” diyebildi yanında yürüyen Muallim. Kazanın idare Amiri İsmail Hakkı Bey durumu dönüşte anlattı yeni Muallime.

     “Bu iki aile önceden de birbirlerini tanıyorlardı. Daha doğrusu iki aile de Kazanın en güzel kızını tanıyorlardı ve ailelerine gelin olsun istiyorlardı”  Bir yandan yanında yürüyen yol arkadaşının sözlerini dinleyen bir yandan da yeni geldiği Kazayı ve Kaza insanlarını tanımaya çalışan Muallim Müfit bir an önce akşamın olmasını bekliyordu. Kabullenmekte zorlansa da bir hayli yorulmuştu. Son zamanlarda yaşadıkları ve uzun sayılabilecek yol yorgunluğunu hissediyordu.

     “Keşke bu görevi istemeseydim” dedi kendi kendine. Ama bu iş çocuk oyuncağı değildi ki... “Evde oturmaktan canım sıkıldı hadi gideyim biraz muallimlik yapayım...Yok yok bu işi sevmedim, canım sıkıldı eve döneyim” diyemezdi. Yine de kendisini Alsancak İstasyonunda uğurlayan babasının sözlerini kafasında atamıyordu.  

     “Bu iş sana göre değil evlat. Telgrafın bana ulaştığı anda seni geriye çağırtılabilirim” demişti. Kendince de haklıydı tabii. İzmir’in de okulları vardı ve İzmirli çocuklarda eğitim ve öğretim bekliyorlardı. Hatta “Damlacıktaki Mektepte yerin hazır” demişti. İşte bu yüzden hemen pes etmemesi gerekiyordu. Düşüncelerinden İsmail Hakkı Beyin sesiyle sıyrıldı

    “Daldın Muallim Bey” dedi .

    “Yok öylesine düşünüyordum. İki aile birbirini daha önceden tanıyorlar mı demiştin” dedi.

    “Evet. Daha doğrusu Abbas Ağayı Kaza da ve çevresinde tanımayan yoktur. Küçük yaşta Kazaya yalnızca çıkınıyla geldikten sonra Allah yürü ya kulum demiş. Şu an Kazanın en zengin ve sözü geçen kişisi” dedi. Sözün burasında Muallime eğilerek “Laf aramızda Kaza ahalisi Abbas Ağayı pek sevmez. Özellikle de meşrutiyetten sonra Enver ci olduğu, hatta İttihatçıların kendisini koruyup kolladığı söyleniyor.”

    “Ya diğer aile kimlerden”

    “Halil Usta buralı. Güneyden Karabelen köyünden. Küçük yaşta Kazaya gelip yerleşmiş. Bir ocağı var dağın yamaçlarında. Mahir bir ustadır, elinden her iş gelir.” Yine gizli bir sır verecekmiş gibi eğilerek sözlerine devam etti.

     “Abbas Ağa ne kadar sevilmezse Hüseyin Usta o kadar sevilir ve sayılır. Dedi. Konuşa konuşa yürürlerken idare Amiri bir dükkanın önünde durdu. Kazanın tek lokantasının önünde durmuşlardı. Eski, camekanlı kapıdan içeri girerlerken İsmail Hakkı “Hikaye ilgini çektiyse yemek sonrası kahvelerimizi içerken anlatırım” dedi. Kendilerini kapıda karşılayan genç aşçı yamağının buyur etmesiyle lokantadan içeri girdiler.

***

      Zorlukla bulmuşlardır bu evi kendisine. Falanca ağa, Gavur İzmir’ine göç edince anahtarı Kadı efendiye bırakmış mış. Kadı efendi de misafirhane gibi kullanır olmuş. Ev Kazanın kenar mahallesinde bir yerdeydi. Yüksek tavanlı, kalın duvarlı, kâgir bir evdi. Bakımsız, ormana dönüşmüş bir bahçenin içerisinde sık ağaçların arasında bir konak yavrusuydu. İsmail Hakkı Bey bir hademe kadını Muallim için görevlendirmişti.

     “Mürrüvet Kadın, senin evin o yönde, sen her akşam bir iki saat erken çık ve Muallim beye bir kap yemek pişir, sağı solu biraz temizle” demişti. Ve o gün de erken gönderip evi temizletmişti. Yaşlı kadının iyi niyetli çabalarına rağmen her yer hala toz toprak içinde duruyordu. Haftaların, ayların verdiği pasaklar ve kirler bir defada temizlenecek gibi değildi. Ama Allah için yatak odasına serilen çarşaflar ve yorganlar kar gibi bembeyazdı. Gündüz olanlar aklına geldi. Bir kız vardı birde o kıza aşık olan iki genç. Klasik bir sevda öyküsü gibi başlamıştı her şey. Kız ise kendisini sevdiğini söyleyen iki gençten fakir olanı tercih etmişti. Zengin genç ise reddedilmeyi gurur meselesi yapmıştı...öff.. yorgun bedeni ve zihni bunları düşünürken uyuya kaldı genç Muallim Müfit. Birkaç gün sonra yaşananlar unutulmuştu. Taa ki o uğursuz gecede başına gelenleri yaşayana kadar.  
    
    Okuldaki işler kendisini iyice yoruyordu. Her ne kadar Kadı Zait Efendi kendisine yardımcı olacak birini hizmetine verse de okuması yazması bile olmayan yaşlı biriyle işleri halledemiyordu. Eğitim ve öğretim bir yandan, mektebi olağan işeri diğer yandan kendisini iyice yoruyordu. Ama yinede bu yorgunluğun iyi bir yanı vardı ki oda uzun zamandır kabuslar görmüyordu. Yine böyle yorulduğu bir akşamüzeri bir akşamüzeri mektepten hükümet binasına vardığında -galiba geldiğinin üçüncü günüydü- İsmail Hakkı Bey kulağına eğilerek

     “Meryem kayboldu” dedi. Meryem’in kim olduğunu bilmiyordu. Şaşkınlıkla

     “Meryem kim” dediğinde Genç İdare Amiri

     “Hani geldiğin gün bir mahkeme vardı. Bir genç Karabelen köyünde ölmüş olarak bulunmuştu ya...” Hatırlamıştı Müfit Bey olanları

    “Eee” dedi

    “Hani o gencin sevdiği bir kızcağızdan bahsetmiştim. İşte o kızın adı Meryem” Genç Muallim üç gün önce yaşadıklarını anımsadı. Adı geçmese de gençleri kendinse aşık eden ve birbirine kırdıran bir genç kız olduğunu anlatmıştı şimdi yanında yürüyen adam.

    “İki delikanlıyı birbirine kırdıran kız mı” dedi aklından geçen kelimeleri kullanarak

    “Yapma Müfit Ağabey” dedi İsmail Hakkı kırgın bir ses tonuyla “Ya sen beni hiç dinlemedin ya da beni yanlış anladın” diye sözlerine devam etti. İki genç kol kola Hükümet binasından çıktılar. Ağaçlıklı bahçenin uzak bir köşesine doğru yürümeye başladılar. Müfit Bey her ne kadar girmek istemese de hikayenin içine itildiğini düşünmeye başlamıştı. Daha sonra olacakları bilse belki de bu konuşmayı daha başlamadan bitirirdi.

    “Meryem ve Hasan birbirini çocukluktan beri seven iki gençti. Meryem Allah için güzel ve alımlı bir kızdı. Hasanda uzun boylu, esmer yiğit bir delikanlı.Herkes babasının mesleğini sürdüreceğini düşünüyordu. Aralarına kara çalı gibi giren Hilmi itiydi” dedi. Genç Muallim ise Kazadaki ilk ve tek arkadaşının  kolundan kurtulup evine dönmeyi düşünüyordu. Son zamanlarda sevmeye başladığı evinde, yine son zamanlarda alıştığı gibi şişesini açıp bir kadeh parlatmak istiyordu. Yine de arkadaşını kıramazdı. Bu yüzden sözü bitene kadar beklemeliydi.

    “İşte o güzeller güzeli Meryem kayıp” dedi İsmail Hakkı Bey. Sözlerine daha devam edecekti ama kendi adını çağırdıklarını duyunca geri döndüler. Haberin devamını ise yemeklerini yapan ve ev işlerini halleden yaşlı Mürrüvet kadından öğrenmişti.

     “Hasan toprağa verildikten sonra Abbas Ağa bir kere haber gönderip Meryem’i isteteceğini söylemiş. Kızın cevabı ise tek cümleymiş. ‘Ölürümde varmam o katile’ demiş. Bir sabah aile uyandığında da Meryem yatağında yokmuş.”

    “Kızı kaçırmışlar o zaman”

    “Kaçırmışlar diyenlerde var, iyi saatlere karışmış diyenlerde” dedi yaşlı kadın gizemli bir sesle. Yaşlı kadının anlattıklarına bakılırsa, ilk şüpheleri üzerine çeken Abbas Ağa ve Oğlu masum görünüyordu. O gece Abbas Ağa oğlunu baş göz etmek için komşu köylerden birinden bir kızla sözlemişti. Ağanın evindeki kalabalık, Hilmi beyin gece hep orada olduğunu söylüyorlardı. Hatta bir ara Kadı Efendinin bile Abbas Ağanın evine uğradığı söyleniyordu. Sonuç olarak güzel kız evinden kaybolmuştu.” Genç muallim bu kadının bu kadar bilgiyi nereden edindiğini bilemiyordu. Kafasını sallayıp geçti.

***
  
  O gece köy bekçisi, mezarlık civarında gezerken uzaklarda ama mezarlığın içinde zayıf bir gölge gördü. Önce düdüğünü çalmayı aklından geçirdi ama ortalığı velveleye vermeden önce biraz daha yaklaştı. O zaman gölgenin elindeki titrek ışıklı yağ kandilini fark etti. Şu aralar mezarlığa defnedilen kişide yoktu. Yalnızca üç dört gün önce ovada bulunan Halil Ustanın oğlu Hasan vardı. Acaba zaman zaman mezarlıklara  dadanan mezar soyguncularından biri miydi?  Olduğu yerden

     “Dur” diye seslendi. Ama ses telleri korkunun ağır baskısı altında görevini yapamamıştı. Gölge alçacık mezarlık duvarını aştı. Yüzyıllık kara servilerin arasında yürümeye başladı. Her gün, her gece buralarda dolaşıyor olsa da hala ürpertisi geçmiyordu. Kalbi deli gibi çarpıyor korkusunu yenmeye çalışan beynine kan pompalamaya çabalıyordu. Her olaya her duruma uyum sağlayabilen insan bedeni korkulara çabuk alışamıyordu. Yine de aklından geçen onca ürkütücü hikayeye rağmen görev duygusu ağır basmış karanlıkta süzülür gibi hareket eden gölgenin peşine düşmüştü.

    Mevtaları rahatsız etmemek için mezar aralarından yol almaya çalışarak kara gölgeye yaklaştı. “Dur” diye tekrar bağırdı. Bu kere sesi gırtlağından çıkmış havayı titreştirerek biraz ileride yürüyen gölgeye ulaşmıştı. Gölge sakince durdu. Başını çevirip geriye baktığında bekçinin elinde taşıdığı ve kendisini seçmek için yüzüne doğru uzattığı fenerle yüz yüze geldi.

    “Benim evlat” dedi. Konuşmak için dudakları aralanınca bembeyaz dişler gecenin içinde ışıldadı. Bekçi olduğu yerde kalakalmıştı.

    “Sen miydin Nene” dedi tanıdık birini görmenin rahatlığıyla. “Gecenin bir yarısında burada ne işiniz var” dediğinde muallimi karşısında konuşabilmek için korkusunu yenmeye çalışan çocuk gibiydi.

    “Çiçekler için toprak alıyorum” dedi zayıf gölge. Alışılmadık bir gece ziyaretçisinden başka ne tür bir cevap beklenebilirdi ki. Üstelik aldığı cevap kendisini tatmin etmekten çok daha başka sorulara yol açmıştı.

    “Kimi çiçekler vardır, havadar toprakta kök salmak, bol güneş ve aydınlıkta büyümek ister. Ama kimi çiçeklerde kasvetli toprağı, karanlığı, nemli havayı sever.” Dedi. Sözlerini tamamladıktan sonra birkaç gün önce örtülmüş bir mezar yığınına yaklaştı. O zaman bekçi davetsiz misafirin elinde taşıdığı küçük kabı fark etti. Sanki orada yokmuş gibi sessizce hareket eden gölge birkaç avuç toprağı elindeki kaba doldurduktan sonra bekçinin donmuş bakışları altında geldiği gibi ağır adımlarla geri döndü. Arkasından söylenen bekçinin sözlerini duymuş gibi durdu.

   “Bekçi efendi, sen burada eylenirken, canavarlar masum bir ceylanın canını yakıyorlar” dedi. Bekçi gölgenin kendisine söylediklerine bir anlam veremedi ama önemli de görmedi. Nede ola konuşan Karabelen köyünün kara bunağıydı.

*****

     Aradan koca bir ay geçmişti. Muallim Müfit eve de, Kazaya da, çalışma arkadaşlarına da alışmıştı. Hatta bu yoksul ama şirin Kazayı sevmeye de başlamıştı. Vazifesini ifa edeceği mektebi diğer binalardan daha iyi durumda bulmuştu. Biraz onarımla daha iyi bir hale getirmişlerdi. Maarif Müdürlüğü de yapan Kadı Zait Efendi kendisinin ricalarını ikiletmiyordu. Kazanın yaşlı ustaları, dülgerler, marangozlar yapıcılar iyi bir çalışmayla binayı onarmışlardı.

     Öğrencileri ise kırka yakın sayıda ve her yaş gurubundandı. Ana kuzusu sayılacak yaşta olanlar olduğu gibi bıyıkları terlemeye başlayanları da vardı. Hepsine yetişmeye çalışıyordu. Hepsini yetiştirmeye çalışıyordu.. Ülkesinin, birkaç ay önce yaşadığı o korkunç günler bir daha yaşanmasın diye iyi yetişmiş gençlere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ülkesini ve milletini seven okuma yazmanın ötesinde meslek sahibi olan gençlere ihtiyacı vardı. Onlara tarih öğretiyor aritmetik öğretiyordu. Daha büyüklerine ise ziraat ve baytarlık bilgileri vermeye çalışıyordu. Kendini mektebine ve talebelerine o kadar çok veriyordu ki akşam eve geldiğinde hiçbir şey düşünmeden uyuya kalıyordu. Bu sayede de kabuslarından da uzaklaşmıştı...
  
     Baharın iyice kendi hissettirdiği günlerden biriydi. Öğrencilerini almış kıra götürmüştü. Yolda tabiat hakkında bilgiler vermeye çalışmış ziraat konusunda bildiklerini anlatmaya çalışmıştı. Yetmediği yerlerde ise kendisine yardımcı olan ve çiftten çubuktan anlayan İsmail Hakkı bey çocukları tenvir ediyordu. Ağaçları, çiçekleri böcekleri anlatıyorlardı. Tatbiki bir ders yapmaya başlamışlardı. Öğrencilerinin çok hoşuna gitmişti bu ders. Güzel bir gün geçmişti her zamankinden çok daha fazla yorulmuştu. Yemekten sonra her akşam yapmaya alıştığı gibi bir kadeh parlatmıştı. İçerken ister istemez gözleri gereksiz bir nesneymiş gibi masanın üzerinde tuttuğu sol eline kayıyordu. Budakmış dal parçası gibi duran parmaklarına kayıyordu. Ama o gece güzel havanın ve rakının etkisiyle uyuya kalmıştı iskemlesinde...

     Birden nereden geldiği belli olmayan bir çığlık ile uyandı. Olabildiğince tiz ve acı yüklü bir çığlık. Ses, uzun zamandır unuttuğu ama öncesinde geceler boyu rüyalarında duyduğu sesin aynısıydı. Derinden beyaz bir karanlığın içinden geliyordu. Değdiği her yeri yakıp kavuran alev rüzgarı gibiydi sanki. Aklına Der saadette hekimlerin söyledikleri geldi.
  
     “Seni bulduklarında donmuş bir haldeymişsin. Parmakların uyuşmaya başlayıncaya kadar uzun süre yüksek ateşte kalmışsın. Dondurucu soğuk ve yüksek ateş sende kalıcı tesirler bırakmış. Gördüğün cehennem yangınları o günleri izi olsa gerek” diyorlardı. Unuttukları yangının dağın taşın bembeyaz olduğu bir yerde çıkmış olmasıydı. O beyaz alevlerin içinden, beyaz karanlığın kalbinden gelen çığlıktı.
  
  Hekimlerine söylemediği bir başka husus ise çığlığın geldiği yerde uzun boylu,örgülü saçlı bir kızın gölgesini gördüğüydü. Eğer söyleseydi gördüğü hayaletin kim olduğunu soracaklar ve mahremiyetini sorgulayacaklardı. O zaman çocukluk aşkı, karşı komşunun kızı Ayşe den söz etmesi gerekecekti. Annesinden bile gizlediği, kumral tenli mavi gözlü, endamlı, Odunkapı merdivenlerinin yokuşunun en güzel kızı Ayşe den. söz etmek zorunda kalacaktı. Uzaktan uzağa sevdiği ve tesadüfen göz göze geldiği anlarda sevildiğini düşündüğü, askerlik dönüşü istetmeyi düşündüğü Ayşe’sini anlatmak zorunda kalacaktı.

     Bir ara Yemen çöllerinde terhisi yaklaştıkça ne kadar da umutlanmıştı bir sıcak yuvanın özlemiyle. Günün yorgunluğuyla ağır ağır çıkacağı merdivenlerin üst başında kendisini oğluyla bekleyen Ayşe’sine varacaktı. Ama bir Aralık sabahı gelen Ulak birliğinin Erzurum’a ulaşması için gerekenin yapılmasını söylüyordu. IX kolordu en kısa sürede Erzurum’a ulaşacaktı. Sonrası ise... Ruslarla çarpışma, ve açlık ve soğuk insanın kanını donduran soğuk. Ve yine açlık ve yine soğuk. Sonra da alevler. Uzun bir tedavi dönemi ve İzmir e dönüş. En sonunda ise Ayşe den, Damlacıktan ve İzmir’den kaçış. İşte buradaydı. Ama yaşadığı kabus gecelerinden uyandığında ise hangisinin daha korkunç olduğu konusunda karara varamıyordu; çığlık mı yoksa yakıp kavuran beyazlık mı?

    Ses, Müfit geçmişinin hayallerine dalmışken bir kere daha geceyi bıçak gibi yardı. Vücudundaki tüm tüyler ürperdi. Soğuk bir ter boşandığını hissetti.  Korktu. Yatağından çıktı ve ağır adımlarla pencereye yaklaştı. Gözleri dolunayın ışıklarıyla yıkadığı bakımsız bahçeyi taradı. Baharın tatlı esintisiyle sallanan dallardan başka bir şey göremedi. Seda, uzaktan ovadan yada Kazanın sırtını dayadığı Menteşe dağlarından geliyor olmalıydı. Bir kere daha duydu aynı sesi ama daha bildik ve daha yakından gelmişti bu kere ses. Bir köpek, çakal veya kurt uluması olmalıydı. Masanın üzerinde duran maşrapasında kalan yudumu da içti. Hafiften sallanarak içeri girdi.

***

    Ertesi gün Kaza da konuşulan konu gecenin içinden gelen sesti. Her ne kadar dağ yamacında kurulmuş olsa da, ne kadar tabiata yakın olsa da o sesler kaza ahalisinde kaygı yaratmıştı. Birde kayıp kızın başına geldiği konuşuluyordu. Bir ay süre geçse de hala bir ses seda yoktu genç kız hakkında. Uzun aramalara rağmen, ne ölüsüne nede dirisine rastlanmamıştı. Son olarak ‘İyi Saate Olsunlar’ a karışmış diyenler kazanmıştı sanki...

     Bir akşam daha oldu. Güneş ovanın karşısında alçaldı. Ufka yaklaşan güneşi izleyen Müfit Bey bahçesine kurduğu masa da oturuyordu. Birkaç gündür içini kavuran acının adını koymuştu. “Hasret” İstediği kadar kaçsa da uzaklaşmaya çalışsa da Badem gözlü Ayşe sini kafasından ve kalbinden söküp atamıyordu. O zaman bir kere görmesinin mahzuru olmazdı. İlk fırsatta gidip görecekti. Mavi körfezi gördüğü merdivenlerin başında birkaç saniye duracak kendisinin geçtiğini hisseden Ayşe’nin perdeyi kıpırdatmasını bekleyecekti. Bir karara varmış olmanın huzuruyla akşam yemeğini yiyebilirdi.

     Gecenin hangi saatiydi bilinmez ama yine bir sesle uyandı. Bismillah deyip doğrulduğunda ses karanlıkta yankılanmaya devam ediyordu. Gece yatarken yastığının altına bıraktığı beylik tabancasını alarak odadan fırladı. Evin dış kapısını açtığında gökyüzünde parıldayan dolunayın ışığında duvarın üzerindeki gölgeyi gördü. İri bir Köpek nasıl çıktıysa bahçe duvarının üzerinde duruyordu. Boz renkli köpek başını dolunaya çevirerek bir kere daha uludu. Ürkütücü vahşi ses dağlarda ve aşağıda ovalarda yankılandı. Genç Muallim o zaman bir akşam önce duyduğu sesin nereden geldiğini anlamıştı. Acı dolu bağırış mı? yoksa hayvani bir çığlık mı? Birden aklına kabuslarından birinde olabileceği geldi. Esen rüzgarın serinliğini ay ışığının yumuşaklığını hissediyordu. Bir kabus bir rüya bu kadar inandırıcı olabilir miydi?

    Sağ elinde tuttuğu ağırlığı fark edince elini poligondaymış gibi hedefine kaldırdı. Ağır adımlarla hayvana yaklaşmaya başladı. Bir adım...Bir adım daha. Göz, gez ve arpacık doğrultusunda kor gibi parlayan gözler vardı. Silahını hafifçe indirince göz göze geldiler bir an köpekle genç adam. Hayvanın bakışlarında kendisini rahatsız eden bir gariplik vardı. Kısa uluma daha duyuldu. Tabancasının horozunu kaldırınca köpek bahçeden dışarı atladı. O zaman Muallim Müfit, Mülazım Müfit olmuştu ve oda bahçe duvarının üzerine fırladı. İri köpek ok gibi fırlamış yukarı yamaca yönelmişti.

     Genç adam ardından köpeği yakalamaya çalışıyordu. Arkasından seslenen İsmail Hakkı'nın sesini duymadı bile. Aklında yalnızca uzun tüylü köpek vardı. O köpeği yakalarsa veya öldürürse kabusları bitecek sanıyordu. O köpeğe ulaşınca beyaz gecelerin içinden gelen acı dolu çığlıkları duymayacaktı, huzura kavuşacaktı. Sağlıklı hayvan yayından fırlamış ok gibi delip geçiyordu karanlığı. Bir ara hayvanı kaybettiğini sandı. Kazanın bu yakasını hiç gezmemişti. Vahşi hayvan, yukarı dağlara yöneldi önce, ardından batıya döndüler. Bilmediği yerlerde karanlık gecenin ortasındaydı. Biraz arandıktan dolandıktan sonra ileride bir kayanın üzerinde gördü hayvanı. İşte o an kocaman köpeğin yalnız olmadığını fark etti. Çevresini  dişlerini gösteren, ağızlarından salyalar akan ve hırlayan bir sürü köpek kaplamıştı. Elindeki ağırlık aklına geldi ama ya bir tanesini vurabilirdi yada ikisini. Korkmanın zamanı diye aklından geçirdi, yabani bir köpek sürüsünün içine düşmüştü.

     Bir komutanmış gibi havladı kayanın üzerindeki köpek. Ardından zarar vermeyecek lakin tehditlerini sürdürecek mesafeye çekildiler diğer köpekler. Arkası ve yanları köpeklerle sarılmış, yalnızca ileriye yürüyebileceği bir boşluk bırakılmıştı. Bir köpek sürüsü tarafından tuzağa düşürülmüş ve esir alınmış gibiydi. Moskof ordusunun esir alamadığı Mülazımı evvel Müfit efendi köpek sürüsüne esir düşmüştü. Kabuslarıyla bir ilgisi olmalı diyerek olayların akışına bıraktı kendini.

     Köpekler görünmüyorlardı ama yönünü değiştirmek yada geri dönmek istediğinde gecenin karanlığında kor gibi yanan gözler ve sivri dişler kendisine engel oluyordu. Bir zaman köpek sürüsüyle yol aldı. İlerideki boz köpek bir önder havasında aralarındaki mesafeyi koruyarak ilerlemeye devam ediyordu.

    On onbeş dakika bu şekilde yol aldıktan sonra yorulduğunu hissetmeye başlamıştı. Utanmasa bir taşın üzerinde oturup dinlenecekti. Yine de soluklanmak için durduğunda çevredeki sesleri fark etti. İnsan sesleriydi. Gülüşmeler, kahkahalar duyuluyordu. Biraz dikkatli bakınca ileride yanan ateşi ve ateşin ulu bir çınar ağacına vuran yalazlarını fark etti. Seslenmek için ağzını açtığında ayaklarının dibinde hırlayan köpeği gördü. “Sus ve dinle” der gibiydi. Madem bir köpeğe uyarak buralara kadar gelmişti o zaman onu dinlemeye devam etmeliydi.

     Ateşin yandığı yer yamacın ovanın düzlüğüyle birleştiği yerdeydi. Asırlık bir Çınar ağacı altında taştan derme çatma örülmüş bir ocak vardı. Burası hemen yanındaki içilebilir suyu olan kuyusu nedeniyle yolcuların mola verdikleri bir yerdi. Az ötedeyse kayalıkların gölgesinde kalan ahşap bir kulübe vardı. Ocakta yanan ateşin etrafındaysa  üç genç oturuyordu. Birkaç adım sonra tanıdı ateşin başındaki hep konuşan genci. Kazaya geldiğinin ertesi günlerde mektepte ziyaretlerine gelmişlerdi ve Abbas Ağa ve Mahdumu Hilmi diye tanıştırmıştı.

     “Ağam daha ne kadar bekleyeceğiz” dedi elemanlardan biri.
  
   “Babam bir zaman ortalıkta görünmeyelim demişti ya...”
  
  “Niye şikayet ediyon oğlum” dedi diğeri “İşte sana temiz hava, işte sana bol yiyecek” dedi ve eliyle ateşte çevrilip duran et yığınını gösterdi. Ardından söylediğine pişman olan ilk adam elindeki testiyi kaldırarak

    “Bol bol şarap da var” dedi ve elinde sıkıca kavradığı testiyi dudaklarına götürdü. Koca bir yudum alıp gürültüyle yutkundu.

     “Ardından da tatlı” değil mi Ağam...” Kahkahalar yankılandı ayın ışıldadığı gecede.
 
    “İlk yabani oturduğu yerden koca bir tükürük attı arkadaşına
  
   “Ulan ayı” dedi. “Ne arsız birisin sen, Hilmi Ağamda yada Abbas Ağamda hiçbir şey öğrenemedin değil mi?”  Ağasının gözüne girmek konusunda iki ızbandut yarış ediyorlardı. Biliyorlardı ki yaşlı Abbas Ağa bir gün vefat edince bütün mallar Hilmi Beye kalacaktı. O halde Hilmi Beyin gözüne girebilirlerse kendilerini kurtaracaklardı.

    “Her şeyde önce Ağa gelir. Önce o bakar tatlının tadına ardından bizler sebepleniriz.” Bir zaman ortalığı bir sessizlik kapladı.. Müfit Bey, İlk tanıştığı günden beridir sevmemişti Hilmi’yi. Baba parası ile büyümüş uçkur ve işret düşkünü bir gençti. Onun nefreti ise delikanlının bu yönlerinden çok gencecik vatan evlatlarının cephelerde savaştığı günlerde sapasağlam birinin babasının tanıdıkları vasıtasıyla askerden kaçmasıydı. Hilmi Bey, bir ara yarenlik etmek için etrafında çok dolaşmıştı ama kazaya yeni gelen Muallimden yüz
bulmayınca eski hayatına ve çevresine dönmüştü.

“Hadi Ağam” dedi. Çok uzun zaman geçti...” Diğeri daha sabırsız gibiydi.    

“Evet” dedi ama ardından da ekledi “evet ama adam daha yeni girdi içeri” Sözler yalnızca
arkadaşının duyacağı yükseklikteydi, Hilmi Ağası duysun istemiyordu. Fısıldar gibi sözlerini sürdürdü
 
   “Adam önce içecek ki enerji toplasın... değil mi” İkisi birden kahkaha atmaya başladılar. Hilmi bu seslere çok kızdı kısk sesle adamlarını azarladı
  
  “Yavaşın develer, sesiniz ovanın ötesinden duyulacak neredeyse” dedi. Bir zaman sessizlik oldu, ardından ilk konuşan,
    “Yeni parça iyi mi bari” dediğinde diğeri
     “Bahşiş atın dişine bakılmaz diye sırıttı. Ardından “Öncekinin yerini de tutmaz değil mi?” dediğinde Hilmi'nin sırıtması karanlıkta bile fark edilmişti. Genç Muallim konunun kayıplarla ilgisi olduğunu sezmesi uzun sürmedi. Olduğu yerden sürünerek biraz daha yaklaştı ateşe doğru.

    “Aha Meryem” dedi iğrenç bir sesle Hilmi. O zaman karanlıklardan derin bir uluma duyuldu. Soğuk bir yel ateşi söndürmek istercesine esti. Gökyüzünde turunu tamamlayıp batmaya hazırlanan dolunay bile ürkmüş gibi bulutların arkasına saklanmıştı sanki. Gece bir kat daha karanlığa gömüldü korkusundan. Ateşin başında duran üç adam yerlerinden doğruldu. Telaşla, yanıbaşlarındaki ağaca dayadıkları tüfeklerine sarıldılar. Ellerinde tüfekler, Uzun uzun karanlığı süzdüler ama bir şey göremediler. En azından ağalarına yaranacak bir şey yapmışlardı. Hoş yapmasalar da biricik oğlunun başına bir şey geldiğinde Abbas Ağa canlarına okurdu. Birkaç adım ileri ve geri yürüdüler, yalandan da olsa arandılar. Bir şey çıkmayınca tekrar ateşin başına çöktüler. Dolunay ışığıyla tekrar gölgelere hayat vermeye başlamıştı.

     Hilmi Az önce tüfek alacağım diye elinden attığı testiye yöneldi. Bir kısmı dökülmüş şaraptan içti ve ileriye kayalıkların önündeki tek göz kulübeye doğru yöneldi. İşte o zaman Müfit Bey kayalıkların dibindeki kulübeyi fark etti. Kulübede bir parça ışık bile yoktu. Bir melanet yuvası gibi karanlıkta duruyordu Daha iri olan sakallı adam, Ağasına dönerek

     “Sıra kimde” dedi.  “Evet abi sıra kimdeydi” dedi diğeri. Hilmi
 
    “Bende tabii dedi ve ardımdan hanginizin geleceğini de siz kararlaştırın.

     “Yok abi öyle değil... Bundan sonra sıra kimde” Eliyle karanlıkta duran kulübeyi gösteriyordu. Diğer adam anlamıştı neyin kastedildiğini.
  
   “Sanırım sırada Kör Salim in kızı var” İsterik bir kahkaha cümlenin peşinden geldi.

     “Pakize mi” dedi biri kahkahalar içinde... “Pakize o kadar büyüdü mü?” dedi diğeri soluksuz gülerken.

     Seslerdeki şehvet çalıların arasındaki Muallime kadar ulaşıyordu. İrkildi, insanlığından utandı. Kör Salimi diğer adıyla Terzi Salimi tanımıyordu ama kızını yani Pakize yi tanıyordu. Mektebinde okuyan sevimli ve zeki bir kız çocuğuydu. Bırakın gençliği daha çocukluktan kurtulamamıştı. Birden o sabah Pakize’nin mektebe gelmediğini hatırladı. İçinden müthiş bir kusma isteği geldi ama kendini tutmasını bildi. Koşarken kuşağının arasına kıstırdığı tabancasını çekti sessizce. Şahit oldukları karşısında daha fazla seyirci olamazdı  Henüz  yerinden doğrulmamıştı ki duyduğu bütün seslerden vahşi o sesi duydu. Adına Yabani dediğimiz onca hayvan ve haşerat bile gördüklerine tahammül edemediği belliydi. Ertesi günü tüm Kazanın ve köylerinin duyduklarına yemin edecekleri haykırış duyuldu. İçinden gelen nefretin gücüyle saniyenin küçük bir kesrinde harekete geçmiş olsa bile kendisinden daha hızlı birinin daha bir şeyin olduğunu gördü.

     Bir köpek sürüsü küçük meydanlığa dalmıştı. İçlerinden biri doğrudan Hilmi’ye atılmış sivri dişlerini adamın boğazına batırmıştı. Yırtılan boğazdan boğuk bir ses duyuldu

     “Yardım et baba” diye. Öteki köpeklerde diğer iki adama çullanmışlar her yanını param parça etmeye başlamışlardı. Adamların acı içindeki feryatları köpeklerin bağırışlarına karışıyordu. Her yer kan ve et parçalarıyla dolmuştu. Genç Muallim ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Lime lime olan adamlara mı yardım etmeliydi yoksa sıranın ne zaman kendinse geleceğini mi beklemeliydi bilemedi. Kızıl kan rengiyle tüm geceyi boyamıştı sanki.

     Gök gürültüsünü andıran bir ses yankılandı kızıla boyanmış gecede. Patlayan bir av tüfeğinin sesiydi bu. Bir köpek inleyerek yere yığıldı. Kulübeden bir karaltı dışarı çıktı. Silah sesiyle köpekler bir an durmuşlardı ama ardından asıl düşmanları görmüş gibi hırsla ileriye atılmışlardı. Karanlıkta bir kere daha parıldadı alevle namlunun ucu. Kulübeye doğru koşan bir köpek daha yere yuvarlandı, birkaç takla attıktan sonra yerinden doğrulup tekrar koşmaya başladı. O an, yerde yatan Hilmi’nin gırtlağından başını kaldıran ele başı köpek başını batıya çevirerek, artık iyice ufka yaklaşmış dolunaya doğru uludu. Bir meydan okuma yada bir güç toplama merasimiydi sanki bu olanlar. Uluma sesiyle diğer köpekler duraladılar. Ve bir daha patladı alev kusan namlu. Kanlı bir beden daha yuvarlandı ama bu kere yattığı yerden kalkamadı.
 
    İki çift göz karşı karşıya geldiler bir süre. Olanlardan bir şey anlamayan Muallim Müfit orta yerde donup kalmıştı. Biraz ötesinde çırpınan üç beden vardı. Toprak üzerinde gölleşen kırmızı ılık sıvıyla boyanmıştı sanki. Bakışlarını önce köpeğe kaydırdı. Alevlerin dalgaları arasında daha vahşi gözüküyordu köpek. Boz renkli köpeğin dişlerinden damlayan kanlar az sonra olacakların habercisi gibiydi. Bakışlarını karanlığa, kulübenin olduğu yöne çevirdi.      

     Kapıda dikilen adam, fırsatı değerlendiriyor, çiftesine yeni fişekler yerleştiriyordu. Bir kuzu büyüklüğündeki gölge yıldırım gibi atıldı ve kapanan çiftenin metalik sesi duyuldu. Uçar gibi giden hayvan hasmına kilitlenmiş koşuyordu. İlk tetik düştüğünde bedeninde bir acı hissetti. Sol ön kasına giren çelik parçacık hızını yavaşlatsa da hedefine varmasına engel olamamıştı. İkinci fişek tüylü göğsünden girdiğinde dişleri uzun zamandır özlediği eti delmiş şahdamara ulaşmıştı. Gerek çarpmanın gerekse ölümcül yaraların etkisiyle yere iki beden yuvarlandı.

    O an başka silah sesleri de duyuldu. Birkaç dakika içerisinde ovanın yanı başındaki meydan kalabalıklaştı. Yarım saat sonrasındaysa Muallim Bey evden çıkarken hayal meyal hatırladığı sesin İdare Amiri İsmail Hakkı Beye ait olduğunu ve yanına bulabildiği kadar adam alarak kendisini aramaya başladıklarını öğrenmişlerdi. Birkaç el silah sesinden sonra köpek sürüsü karanlığın içerisine dağıldı. Asıl şaşkınlığı ise kulübenin kapısına vardıklarında yaşamışlardı. Kapının eşiğinde Kazanın korkulan ama bir o kadarda saygı gören Ağası Abbas vardı. Çınarın dibinde de üç ceset ve sayısız köpek leşi vardı. Müfit bey neler olduğunu kulübeden gelen ağlamalarla anlamıştı. Küçücük bir beden kedi gibi yanlarına sokuldu. Çok şükür ki son kurbanı kurtarmışlardı.

     Müfit Bey, kalabalığın başında gelen İsmail Hakkı beye olan biteni anlatmak istiyordu ki ayaklarının yanında bir kıpırdanma hissetti. Yerde yatan köpek sürünür gibi hareketlenmişti. İsmail Hakkı Bey elindeki tabancasını doğrulttuğunda Muallim engel oldu. Ölmek üzere olan hayvan inleyerek sürünüyor bir yere varmak istiyordu sanki. Birkaç dakika sonrasındaysa Çınarın öte yanına vardı. Yeri eşelemeye başladı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. İsmail Hakkının işaretiyle iki üç adam geldi Taze kazılmış toprağı tekrar kazmaya başladılar. Elleriyle tırnaklarıyla yaptıkları işlemi aradıklarını buluncaya kadar sürdürdüler.

     Parmaklar yumuşak dokuya vardığında ne bulduklarını anladılar. İsmail Hakkı Bey çukura inip meşalenin loş ışığında toprağı daha nazik bir şekilde eşeleyince bir aydır aradıkları Meryemin yüzünü gördü. Göz pınarlarından damlayan bir damla yaş bozulmadan duran güzel yüzü ıslattı. O ara yaralı sır oldu. Sonrasında ne kadar aradılarsa da bulamadılar...

*****

   Kara tren dumanlar saçarak ovada ilerliyordu. Başını dayadığı koltuk arkalığında yaşadıklarını düşünüyordu genç adam. Bir ay da neler geçmişti başından. Osmanlı Ülkesinin insanları, savaşlarla ve uğraşlarla ne kadar çabuk öğreniyorlardı hayatı. Kardan buzdan cehennemlerde yaşıyorlar ve ateş altında savaşıyorlardı. Bütün çabalarına ve özverilerine rağmen kaybetmeye devam ediyorlardı. Ama bir gün Makus talihlerinin döneceği, kazanmaya başlayacakları günlerinde geleceğine inanmaya başlamıştı. İşin daha da güzel tarafı bulunan o mezar sayesinde Muallim Müfit o gece çok rahat uyumuştu. Ne bir kabus vardı ne de bağırışlar yada çığırışlar.
     Düşüncelerini uzaklaştırmak için sağa sola bakınmaya yol boyunca uzanan manzarayı seyretmeye başladı. Uzaklarda yalnız bir ağaç vardı kilometrelerce öteden görünen. Dağın yamacında ince çizgi gibi görünen eğimli bir patikayla çıkılıyordu. Sanki her zaman dibinde oturuyormuş gibi tanımıştı ağacı. Sanki tüm olanları görebilecekmiş gibi burnunu cama yasladı. Bir leke, patikadan ağır adımlarla çıkan biri vardı. “Hadi ordan” dedi kendi kendine. Bu mesafeden bir insan görülebilir miydi? Başını tekrar tahta arkalığa dayadı. İzmir’e kadar uzun bir yolu vardı, gönül rahatlığı içinde gözlerini kapadı...

     Yaşlı adamın uzun bir aradan sonra buralara ikinci gelişiydi. En son olarak bir ay önce gelmişti, ondan öncesi ise anımsayamayacağı kadar eskiydi. Aradığı kulübeyi bulmak zor değildi. Kayaların başladığı düzlüğün bittiği yerde tek tük ağaçlar vardı. İçlerinden birisi fersah fersah öteden görülebilecek kadar uluydu. Üstelik ağaç, yamacın yukarılarında tek başına duruyordu. Hem ulu hem de öyle civarda kolay rastlanılacak bir ağaç değildi. Kalın ve yayvan gövdesi, geniş bir alanı kaplayan dalları vardı. Yaprakları ise yaz kış yeşil ve iriydi. Uzaktan görünmeyen ağacın gölgesindeki sazdan yapılmış derme çatma bir kulübeydi. Sırtını kayalıklara dayamış sabah ışıkları altında parıldayan bir kulübe. Yokuşun yukarılarında bir yerlerde kısa bir mola verdi yaşlı adam. O sırada uzaklarda ince bir hat olarak uzanan demiryolunda bir şimendifer düdüğünü uzun uzun çalarak yol alıyordu. Adam gözden kaybolasıya kadar dumanlar kusan demir tırtılı izledi. Ardından ağır ama emin adımlarla saz kulübeye tırmanmaya devam etti.
      Sazdan yapılmış garip şekilli yapı ile arasında birkaç metre kalmışken tekrar durdu. Kendisine öğretilen küçüklüğünden beri bildiği tekerlemeyi söylemeye başladı.
     “Kara nene Kuru Nene.
     Ocağına düştüm gene”  Sesi belli belirsiz çıkmıştı dudaklarından. Birkaç saniye geçtikten sonra titrek sesi devam etti.
     “Ne olur yardım et bene
     “Ben ettim sen etme”   Kulaklarının zorlukla duyduğu bu ses ne zaman içeriye varmış olmalıydı ki zayıf ama etkileyici bir yanıt geldi
     “Yaklaş Halil Usta”  Adam başına gelecekler kendisine birkaç defa anlatılmış olsa da hatta bir ay önce yaşamış olsa da ürpermişti. Nereden biliyordu kimin yaklaştığını.
     Halil Usta, son derece gerçekçi biriydi. Eline aldığı demiri ısıtınca istediği şekle sokardı. İsterse toprağı yaran bir saban, isterse bağırsakları dökecek bir kama olurdu o demir parçası. Bu dönüşmenin kanla, terle ve cehennem hararetiyle olacağını da bilirdi. Körüğün cesaretlendirdiği ateşin içine dalan ham demir ısıyınca yumuşardı. Yılların verdiği bilgi ve beceriyle inen balyoz darbeleri kızgın demiri ezmeğe başlar, inen her darbe biraz daha şekle sokardı demiri. Ya bu yaşlı kadın nereden almıştır bu beceriyi. Diğer canlıları nasıl şekle sokabiliyor daha doğrusu tabiatı kendisine nasıl amade hale getiriyordu. Belki de altıncı histir diye düşündü.
           Dışarıdan bakıldığında bir kulübeyi andıran ama içerisi bir mağara olan yapıya girdiğinde zifiri bir karanlık karşıladı kendisini. Dışarının aydınlığı gözleri kamaştırdığı için içeride hiçbir şey göremiyordu. Gözleri alışıp içerideki tek tük karaltıları seçmeye başladığında gözüne önce hasır göründü. İçeride mağaranın dibine doğru taştan yontularak sedir şekline sokulmuş yükseltiye serilmiş eski bir hasır vardı. Gözleri karanlığa alıştıkça çevredeki nesneleri daha iyi görmeye başlamıştı. O zaman hasırda oturan zayıf kuru karaltıyı fark etti. Derin derin solumasa karşısında duranın bir insan olabileceğinden bile kuşku duyardı.
   “Yaklaş” dedi hırıltıyı andıran bir sesle. Bir teşekkür borçluydu ve Kara Nene vefalı insanları severdi. Üstelik bu ziyaret nezaket ziyaretinin ötesinde önemliydi. Gerekliydi. Bir gece önce yaşananlar hakkında o kadar çok şey anlatılmıştı ki... Oğlunun intikam almak için vahşi bir köpeğe dönüştüğü ve kendi katilinin boğazını parçaladığını söylemişlerdi.  
     İnanmamıştı tabii ama ahaliye bunca zulüm eden Abbas Ağa ve Oğlu Hilmi gereken cezayı bulmuşlardı. Üstelik birde bir ay önce kaybolan ve bir ara “gelinimiz” demeye başladıkları kayıp Meryem’in mezarını bulmuşlardı. Birkaç ay önce duysa ve başkası için anlatsalar güler geçerdi ama bu kere kendisi de inanıyordu Kara Nene ye.
     Size şükran borçluyum” dedi. Derinliği bilinmez karanlık bir kuyuyu andıran mağarada bir çift kor parıldadı. İleride, dipte duran gölge kıpırdamış başını kaldırmıştı. Bakışları karanlığı delen korların hemen altında iki sıra beyazlık peydahlandı. O an adamın kulakları tüm dikkatini aralanan beyaz dişlerin arasından dökülecek kelimelere vermişti.
     “Tanrının adaleti bir şekilde gerçekleşir oğlum. Bizler olabilirsek ancak onun aracısı oluruz” dedi dua eder ya da mırıldanır gibi. Gözleri karanlığa iyice alışan Halil Usta yaşlı kadının dudaklarının kıpırdanmaya devam ettiğini gördü. “Zikir ediyor olmalı” diye düşündü.
     “Geri al emanetini” dedi yanında duran çaputu, önünde el pençe duran adama uzattı. Adam bir iki adım atıp kendinse uzatılan mavi çizgili mintanı aldı. Kendisine uzatılan mintanı tanımıştı, gözleri doldu ama ağlamamaya kararlıydı.
    “Canı Allah verdi ve geriye aldı” dedi. Birkaç dakikalık suskunluktan sonra işinin bittiğini anlayan yaşlı adam gerisini geriye mağaradan çıktı.    
    


35
Kurgu İskelesi / Diyet
« : 19 Ağustos 2011, 17:34:58 »
D İ Y E T
 
      “Bir sürü zengin bebesi, babalarının paralarını yiyorlar sabahtan akşama kadar. Yazdıkları metinlerden, yazdıklarının altına attıkları İngilizce cümlelerden zengin kolejlerinden mezun oldukları belli oluyordu. İyi eğitim almış, rahat yaşamaya alışmış yaşamın hiç bir zorluğuyla yüz yüze gelmemiş burjuva özentileri hemen hepsi”

     “Bu nedenle mi onlara düşman oldun?"  Tipik bir servet düşmanı vakıasıyla karşı karşıyaydı adam. Kendi başarısızlıklarının temelinde, başkaları tarafından engellenmiş olma nedeni arayan psikolojiydi bu. Sorusuna başka bir soruyla devam etti.

     “Peki, senin baban zengin değil mi?
   
Soru karşısında acı bir gülümseme belirdi soru sorulan adamın yüzünde, anlatmaya başladı.

      "Rahmetli babam berberdi, mahalle arasında küçük dükkânı vardı.” Karşısındaki adamım ses çıkarmadığını görünce anlatmasını sürdürdü  “Sıradan bir kasabanın ana meydanına açılan bir sokak içindeydi dükkânı. Tüm kasabalı severdi ‘Berber Atilla Usta’yı. Sabah namazını  eda ettikten sonra kendisi açardı dükkânını her sabah. Akşama, hatta gecenin ilerleyen saatlerine kadar saç tıraşı, sakal tıraşı yapardı bizler için. Büyük, küçük ya da zengin, fakir ayrımı yapmadan çalışırdı. Zengin beylerde gelirdi dükkânına tıraş için yoksul dilencilerde ama o müşterileri arasında ayırım gözetmezdi. Kiminin parası, kiminin duası derdi.”

     “Makası kullanmaktan parmaklarına kramp girerdi günler boyu. Bense, minicik bir çocuk olarak akşam evine dönen adamcağızın o ince uzun parmaklarına masaj yapmaya çalışırdım geceleri. O ince uzun parmaklara aşıktım. Sanki camdanmış gibi, sanki çocuk parmaklarımın arasından kayıverip düşecek ve kırılacakmış gibi ellerinin ucunda uzanıyorlardı. O ufacık dükkânda gece yarılarına kadar didinip evini geçindirmeye çalışırdı. Kazandığı anca mutfak harcamalarına yettiği için çocuklarının eğitim masraflarını karşılamaya bir şey kalmıyordu."

Bir an durdu sesinde hüzünlü bir titreme vardı sanki. Aynı hüzünlü titreşimler gri odada yayıldı.

     "Bazen eve parasız gelirdi, ekmek alabilecek parayı ancak denkleştirdiğinde annem söylenirdi "Yine veresiye tıraş yaptın değil mi?" derdi. Dik durmaktan kamburu çıkmış babam omuzlarının üzerinde zorlukla dikletebildiği başını anneme çevirip,
   
     “Öyle deme hanım, kiminin parası, kiminin duası" derdi. İşte bu nedenle çocuklarından yalnız biri okudu, ben okudum.”

   Gizli bir gurur karşısındaki adamın gözlerine bakma cesaretini kendisine vermiş, sesine dirilik katmıştı. 

   "Hem çalıştım, hem okudum. Bazen simit sattım bazen bir mühendislik bürosunda ayakçılık yaptım. Kendi gayretimle okumaya çalıştım." Saçları beyazlamış orta yaşlı adamın karşısında oturan komiser başını çevirip penceresiz odadaki tek aynaya baktı. Yanlış biriyle mi konuşuyordu yoksa. Bir saniyelik bakıştan sonra dikkatini tekrar karşısında duran omuzları çökmüş kişiye çevirdi. Kır saçlı adamsa anlatmaya devam ediyordu.

     “Onlarsa zenginlerdi. Zengin oldukları internetteki her satırdan belli oluyordu. Kulüplere gitmekler, partiler vermekler, içmeler ve sabahlamalar. Sizce ciddi işleri olan ve sorumluluk taşıyan kişilere benziyorlar mı?"  Adam kendi sorusunu kendi yanıtladı. “Hayır".  Sesindeki hüzün frekansı, yerini yavaşça öfkeye bırakıyordu sanki. "Gününü gün etmeye çalışan dünkü veletler, bana işimi öğretmeye kalkıştılar."

      "Ne işi"

      "Yazmak, iyi yazmak, doğal yazmak, abartısız ve gerçekçi yazmak." İlgisiz bir soru ekledi cümlesine.

     "Bir sigara daha isteyebilir miyim?" Bir iki saniye sonra gri penceresiz odanın tek kapısı açıldı. Odaya giren biri elinde yanan bir sigara taşıyordu. Hiç konuşmadan elindekini masanın kenarında oturan iyi giyimli beye uzattı ve geldiği gibi sessizce dışarı çıktı. Adam önce kendisi bir nefes çekti sigaradan. Loş ışıkla aydınlanmış odada sigaranın ucu parladı, ardından konuştuğu kişiye uzattı. Sigara bitesiye kadar hiç konuşmadılar.

     Adam bakışlarını karşısındakine kilitlemişti. Efendiden birine benziyordu bir saat önce sıcak yuvasından, yumuşak yatağından çağrılıp bu soğuk odaya getirilmesine neden olan kişi. Yaşını sorduğunda kırk iki yanıtını almıştı sorgulamanın başında. İlk beş dakika huzurunu ve sevimli yavrusunu bırakıp buralara gelmesine neden olan bu adama öfkeyle bakmıştı. Ama şimdi tipik bir ruh hastasıyla baş başa olduğunu anlamıştı. Sigarayı masanın üzerinde duran metal küllükte söndürmesini izledikten sonra ilk söze başlayan o oldu.

     "Gecenin bir yarısında niçin sinemada olduğunu anlatmanı istedim senden ama sen hayat öykünü anlatıyorsun bana" dedi. Sesine kızgın bir ton vermeye çalışmıştı. İçinden kızmak değil yalnızca uykusuna kaldığı yerden devam etmek geliyordu. Rol yapmaya, -adamın gözünü korkutmak için sözlerine bağırır gibi- devam etti.
   
     “Bir an önce sadede gel be adam!!!.”

     “Babamın o hallerini ömrüm boyunca unutmamaya karar vermiştim. Kendisini ve kendisi gibi olanları anlatacak bir yazar olacaktım. Onun kişiliğinde tozlu dükkânlarda çocuklarının geleceğini kurmaya çalışan babaları anlatacaktım. Kocaman kentlerin dışında da yaşam olduğunu, bu yerlerde, eski ama tertemiz dükkânlarda gelecekler kurulmaya çalışıldığını anlatacaktım. Yazar olma yolunda ne bulursam okumaya karar verdim." Adamın cümlelerini üzerinde kaydıran heyecan dalgası umutsuzluk dalgakıranında erimişti. Sesi alçaldı, alçaldı.
   
     “Ama olmadı, bütün köşe başları tutulmuştu. Ailemin tüm olanaklarını kullanarak başarabildiğimse, yalnızca basit, sıradan bir devlet memurluğuydu. Evet, yazıyordum ama müdürümün söylediklerini, günlük raporları, yazışmaları falan. Kendi düşüncelerimi, duygularımı, beklentilerimi ya da babamın durumunu değil. Bu nedenle borçla harçla eve aldığım eski bir bilgisayarda öyküler, romanlar yazmaya başladım. Yazıyor ve yazdıklarımı yayınevlerine dergilere gönderiyordum. Lakin hiç biri ama hiç biri yayınlanmadı. Hatta yanıt verme gereği bile duymadılar.

     “Sadede gel dedim ya be adam !!!" dedi.

Taa polis okulunda öğretilen sesini kullanma becerisi içinde bulunduklardı odada yankılandı. Bu kere bağırmıştı genç komiser. Yerinden doğruldu. Ağır adımlarla adamının çevresinde dolandı.
 
     “Gecenin bir yarısında sinema izleyen iki genç kızı niçin öldürdün" dedi.

     “Kendilerini daha önceden tanıyor muydun?”

     “Sana bir laf mı atmışlardı. Ya da küçümser bir imada mı bulunmuşlardı?" Durdu. Sorularını peş peşe sormuştu ama kafasından geçenleri tam olarak anlatmalıydı. Bir arkadaş gibi adamın yanına yaklaştı. Sesinde samimiyet vardı

     “Gece uyku tutmadı, sinemaya gitmek istedin. Sinemada, sen karanlık bir evde tek başına yoksulluğunla yaşarken lüks yaşantıları her halinden belli olan zengin kızlarını görünce, yaklaşmak istedin yanlarına.  Ama onlar seni tersleyince tüm nefretini kustun" değil mi?” 

   Kendi kurgusunu, anlatmıştı bir çırpıda. Genç görevli bir an önce işini bitirmek için gayret ediyor gibiydi. Kolundaki saate baktı. Sabah oluyordu neredeyse. Karısı ve küçücük kızı çoktan uyumuş olmalıydı. Yine de bir evi vardı ve evine varmak, sıcak yatağında uyumak istiyordu bir an önce.

   "Ne istedin zavallılardan" İşte bu noktada durdu. Gecenin bir buçuğunda sinemada korku filmi izleyen iki kız ne kadar zavallı olabilirdi ki. "Keratalar evlerinde otursalardı" diye bir salise aklından geçti farklı bir düşünce. Yine de her kim olursa olsun ya da ne olursa olsun boğazları kesilerek öldürülen iki insan böyle bir ölümü hak etmiş olamazlardı.

     “Ben öldürmedim" dedi adam. Evet, haklısınız, izbe evimde uyku tutmadı ve bende o saate sinemadaydım üstelik bizden başka kimse yoktu salonda. Size yemin ederim ki ben öldürmedim. Kendileriyle anlattığınız gibi yakınlık girişimim falan olmadı. Sesi yine ağlamaklı tona bürünmüştü.

     “Ama yine de suçluyum" Gözleri dolmuştu sanki. Başını iyice eğdi ve anlatmaya devam etti.
“Evet, yazar olamamıştım ve benden çok daha kötü olanların kitapları baskı üzerine baskı yapıyordu. Benim gönderdiğim denemelere yanıt verme gereği bile duymuyorlardı. Ama ben ısrarla yazmaya ve yazdıklarımı göndermeye devam ediyordum ta ki...

     “Ta ki kendine iki kurban bulana kadar.” 

     “Ta ki internette o forumu bulana kadar. Bir yarışma vardı internet sitelerinin birinde. Bir korku öyküsü yazılması isteniliyordu. Gece vakti sinemaya giden iki kızın peşindeki katil anlatılacaktı. Ve ben o ödüllü yarışmayı duyunca katılmaya karar verdim. Sırf bu yüzden yaşadığım taşra kentinden çıktım geldim. Amacım yaşamak ve olabildiğince gerçekçi bir öykü yazmaktı. Sırf bu yüzden gecenin bir yarısında sinemaya gittim. Beyoğlu’nun en eski sinemalarından birine.

     “Tesadüfen de salonda iki genç kız vardı öyle mi?”

     “Evet. İlahi bir tesadüf diye adlandırmıştım. Tanrı beni ödüllendiriyor olmalıydı, tasarladığım öykü bire bir gerçekleşiyordu. İçeri girdiğimde film başlamıştı. Önce kapıyı açtım ve içeri girdim. Gözlerim karanlığa alışınca önümdeki minik basamaktan indim. Beş on adım yürüdükten sonra el yordamıyla bulduğum ilk koltuğa oturdum. Sahneden salona karanlık bir ışık vuruyordu. Dikkatle taradım koltukları. İleride sahnenin hemen önünde iki kafa fark ettim yalnızca. Gözlerim karanlığa alışınca iyicene çevreme bakındım, başka da kimse yoktu soğuk salonda. Uzak yoldan gelmiş olmam ve saatinde bir hayli ilerlemiş olmasından dolayı bir kaç dakika sonra uyuduğumu sanıyorum.”

   Komiser yerinden doğruldu. İki eliyle adamın yakasını kavradı. Bir saniye sonrasındaysa burun buruna gelmişlerdi. Sesi bir kere daha sorgu salonunda yankılanıyordu.

     “Bizler geldik ve seni uyandırdık. Elinde kanlı bir ustura vardı. Üstün başın kanlar içindeydi ve kızların kesilmiş boyunları, soyulmuş derileriyle ayaklarının dibinde duruyordu. Kısa bir araştırmadan sonra diğer dört kurbanına da ulaştık. Ve sen hala, bütün bunları ben yapmadım diyorsun öyle mi?"  Kır saçlı adam içinde bulunduğu durumun korkunçluğunu ilk kez anlıyor gibiydi. Yazma tutkusu kendisini nerelere getirmişti. Korkuyla kekeledi.

     “Yemin ederim ki ben yapmadım" dedi. Ama bu yeminin kendisine bir yararı olmayacaktı. Sorgulamayı yapan komiser, ara sıra bakıp durduğu aynaya dönerek.  “Adamımız bu" dedi, sıvadığı gömleğinin kollarını indiriyordu sorgu odasından çıkarken. Adamsa komiserin yanıldığını biliyordu ama ödemesi gereken bir diyet vardı ve ödemeliydi.

   Bir kaç gün sonra internet sitelerinin birinde bir yarışmanın sonucu açıklanıyordu. Birinci olan, dergide yayınlanmayı hak eden kısa öykü şöyleydi...

   "... Koca sinema salonu soğuk ve karanlıktı. Makine dairesinden bakan makinist salonda oturan kızları fark etti. Aynen yöneticiliğini yaptığı internet sitesindeki çağrısı gibiydi. Oltanın ucundaki yemler karşı perdeye yansıyordu. Öyküleri gerçekçi olsun diye yaşayarak yazmak isteyen kuzucuklar geliyordu salona. Bu üçüncü akşamdı, salondakilerde beşinci ve altıncı kurban. Ailesini takmayan asi ruhlu genç kızlar. Tıpkı korku öykülerinde olduğu gibi.
     
     İnce usturanın az önce yağ taşında bilenmiş keskin yüzü karanlıkta ışıldadı. Yıllarca yaptığı gibi usturasını parmaklarının arasına gizledi. Berber olmak isteyen her çırağa ilk öğretilen kuraldı bu, usturanın bir kuş gibi kavranması. Usturayı, fazla sıkarsan ölecek, gevşek bırakırsan uçup gidecek bir kuşun tam ayarında kavramak.

     Lastik ayakkabılarıyla bulutların üzerinde yürür gibi yaklaştı kurbanlarına. Beşinci ve altıncı denemesi olacaktı kendisinin. Bir gece önce yaptığı gibi yaptı, kızların arkalarından yaklaştı. Kimse bu salonu ondan iyi tanıyamazdı. Güven veren bir kaç kelimelik konuşmadan sonra Yavaşça, yılların berberi gibi salladı usturasını. O her tıraşta dayanılmaz bir istekle parmaklarını sürdüğü müşteri boyunları gibi. Babasının koltuğunda oturan müşterilerin yüzünü tıraş sabunuyla köpürttükten sonra parmaklarının arasında tuttuğu usturayı aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya doğru yürütürdü. Adamların uzamış sakalları usturanın keskin yüzeyin de kalırdı köpüklerle birlikte. Bazen, babasının yerli yersiz kendisine bağırdığı zamanlarda arzulamıştı derine sallamayı usturasını. İşte o hep arzuladığı ama bir türlü başaramadığı usturasının dikey hareketini burada yapabiliyordu.

     Etin içinde ilerleyen çeliğin sesi şiir gibi geldi kulaklarına. Ardından fışkıran ılık kan, karanlık salonu kızıl bir güneş gibi ısıttı. Bir saniye sonrasındaysa, ikinci genç kızın bağrışını engellemek için sağ eliyle dudaklarını kapadı. O bir sanatkârdı ve sanatını tüm incelikleriyle icra ediyordu.

   Orkestrasını yöneten maestro gibi hissetti kendisini. Zarif bir baget sallayışıydı attığı ikinci kesik. Yılların verdiği özlemle o her zaman duyulan ama bir türlü gerçekleşmeyecek gibi görünen hazla salladı usturasını. Gözlerini kapadı, duyduğu hazzın tüm hücrelerine kadar yayılmasını bekledi. Bileğinin hareketi babasının/ustasının öğrettiği kadar zarifti. İri damarlı, ucuz, yapay derilerle kaplı, soğuk koltuklara oturan her müşteride hissetmişti dayanılmaz zapt edilemez arzuyu. Babasının her tersleyişinde, parmaklarının arasındaki usturasının yavaşça, koltukta kurbanlık koyun gibi bekleyen müşterisinin boynundan derinlere dalmasını istemişti. İçinde yıllarca bastırdığı o dürtü şimdi sımsıcak akıyordu parmakları arasından.

     O saniye kapatılan ağızdan çıkmayan ses hırıltı olarak döküldü yırtılan derinin arasından. Günlerce yağ taşında bilenmiş keskin ustura, damarları ve kemiği parçalamıştı tek darbede. O cesur çelik, ince sakal taneciklerini değil kalın damarları kesiyordu. Kafası koparılmış tavuklar gibi debelendi iki kurbanda bir süre.

     Sonrasındaysa tatlı bir huzur doldurdu bedenini. Ne bağıracak bir usta vardı kesilmiş boyun için nede kendisini cezalandıracak bir kalfa.

     O an girişteki koltukta uyuyan adamı gördü. Suçu üstlenecek biri de vardı ne güzel. Derin uykudaki adamı kucaklamak için rastladığında irkildi. Böyle bir rastlantı ya eski Türk filmlerinde olurdu veya internet forumlarına öykü yazan amatör yazarların denemelerinde.

     Tanıdı Hakanı, Berber Atilla ustanın büyük oğlunu, ailenin başarılı üyesini, abisini.  Kendi geleceğini hiçe sayarak ailesinin tüm varlığını en büyük ağabeyin okumasına harcayan babası geldi aklına. Zavallı babası, yanlış ata oynamıştı; zeki küçük oğlunu değil aptal yüzlü büyük oğlunu okutmuştu tüm varlığını feda ederek. Askere kadar sabredebilmişti. Askerden sonra çocukluğunu, gençliğini tüketen o küçükçük kasabadan kaçmış büyük şehre gelip izini kaybettirmişti.
   
     Birden durdu, nasılda anlamamıştı, durmadan, ısrarla gönderilen ve tanıdık gelen öykülerin yazarını. Tüm umutlara rağmen basit bir memur olmaktan öte gidememiş ağabeyini tanıması gerekiyordu. Şimdiyse ödeşme zamanıydı. Kendisinin üzerine basarak yaptığı yükselmenin -ya da yükselememenin- diyetini ödemeliydi.

    Usturayı adamın eline tutuşturdu. Az sonra kendisi sinemanın dışındaki telefon kulübesinden polisi arıyordu." 

   Küçük kardeş bu öyküsüyle internetin en büyük ödülünü aldı. Kendisi bu öyküsüyle sanal edebiyattan gerçek edebiyata geçti. Ülkenin tanınan ve sevilen bir gerilim öykücüsü oldu

    Bu kısa öyküde yer almayansa polisin sorguladığı ve gazetelere "Sinema Sapığı" olarak geçen adamın sonuydu. Kendisi büyük adam olmak için okurken babasının yanında çalışan kardeşi, işini bitirdiğinde, yani kendisini kurbanlarının yanına yatırdığında, ağabeyinin hafif aralık göz kapaklarından kendisini izlediğini fark etmemişti. Ağabey, kardeşine olan diyetini ödemiş olmanın verdiği huzurla ağırlaştırılmış müebbet cezasını çekiyordu

36
Kurgu İskelesi / Space İnternet Cafe
« : 09 Ağustos 2011, 18:02:05 »
S P A C E     İ N T E R N E T    C A F E

        Olay, ülkemde pıtrak gibi biten internet cafelerden birinde geçiyor. Hani bilirsiniz modalar yaşanır işyerlerinde. Aerobik salonları açılmıştı bir zamanlar peşpeşe, sonra da karete judo salonu açmak modası başlamıştı. İşte şimdinin modası da internet cafeler açmak. Her kentte, her ilçede her belde de hatta her mahallede açılıyor bu kafelerden. Bizim öykümüzünde böyle bir beldede ki internet kafede geçiyor, yada öyle bir cafe de geçtiği söyleniliyor.
     Yer batıdaki bir ilin kentler arası ekspres yoldan uzak bir ilçesinin, ilçeden uzak bir beldesinde geçiyor. Bir kaç bin yıl önce deniz kenarında olan ama şimdi ovanın ortasında, denizden kilometrelerce uzaklaşmış bir belde. Eski durumunu görmek isterseniz üç-beş kilometre daha gidip harabeye dönmüş mermer blokların sağa sola atılı durduğu antik kente ulaşabilirsiniz. Syriene. Bu kent antik çağın çok önemli bir liman kentiymiş. Eğlencesi ve meyhaneleriyle tanınmış bir yermiş eski çağda. Ticaret gemileri, balıkçı tekneleri buraya yanaşır Anadoluya gidecek yüklerini boşaltırlarmış. Kentin değerini yitirten ana unsur ise hala ovanın ortasında tembel tembel akıyor. Neyse daha sonra bu kente döneceğiz. Buraya ait, ama yerinden edilmiş bir kehanet Bilgesi heykelimiz için döneceğiz.

   Öykümüzün ana kahramanından söz edelim birazda. Kendisi henüz askere gitmemiş esmer tenli dalgalı saçlı, orta boylu bir delikanlı. En büyük özelliği ise gözlüklerinin camı bir hayli kalın olması. Bir kaç ay önce açılan Space İnternet Cafe de çalışıyor. Öyle dolgun bir ücret falan aldığı yok ama sevdiği işi yaptığı için hayatından memnun. Bu işi bulduğu zaman bir hayli sevinmiştir çünkü bu işi bulasıya kadar bir çok macera yaşamıştır. Hangileri mi? Örneğin Endüstri meslek lisesinden ayrılmıştır. Bir zaman sonra ailesinin, arkadaşlarını ve öğretmenlerinin ısrar ve çabaları sonucu bitirebilmiştir okulunu. Yirmi beş kilometre gidiş yirmi beş kilometre gelişle ilçedeki Endüstri Meslek Lisesine iki yıl gitmiştir yapı işleri teknisyeni olmak için. Böyle bir okulda okumanın gereksizliğini ailesine uzun süre anlatmaya çalışmasına rağmen yine de o okula gitmeye başlamıştır. Babası oğlunun okumasını büyük adam olmasını istemiştir. Evladını sevdiğini iddia eden her baba gibi kendisinin başaramadığını oğlundan beklemektedir.

     Oğul başarısızdır ama başarısızlığın temel nedeni delikanlının okuduğu bölümü sevmemesidir. Gönderildiği okulu sevmemesidir. Bunu kimselere anlatamadığı anlattıklarını da ikna edemediği için okulu bitiresiye kadar bu duruma katlanabilmiştir. Sonrada kendisini değişik yollara sevketmiştir. Ortaokul yıllarında atari hevesine kapılmıştır. İyi niyetli baba oğlunu bu alışkanlıktan vazgeçirebilmek için bir hayli çaba göstermiştir. Oğlunu uzun zaman atari salonlarından toplamıştır. Atari salonlarının çalışanlarıyla ve sahipleriyle çok kavgalar yapmıştır oğlu için. Bir sonuç alamayınca eve bir atari almak zorunda kalmıştır. Yeter ki biricik oğlu kahve ortamına ve kötü arkadaşlara alışmasın diye.

     Şimdi biraz da Space İnternet cafeden söz edelim. Çarşı içinde, Beldenin tek caddesinde, büyük sayılabilecek bir dükkandır. Hemen her yerde rastlanabilecek bir işhanının tozlu basamaklarını iki kat çıktıktan sonra varıyordunuz Cafemize. Otuz ya da kırk metre kare bir yerden söz ediyoruz.      

     Girişimcisi de elemanı gibi hemen her türlü işi denemiş ama girdiği işlerde tutunamamış bir genç. Ercüment. Ercüment askerden bir yıl önce gelmiş, yanında çalıştığı gençten dört beş yaş büyük genç bir girişimci. Salona hâkim geniş bir masası ve rahat bir koltuğu var. Başlıca sermayedarı olan Babasından fırsat bulursa makamında oturmayı seviyor. Ercüment’in babasında bir hayli para var. Askerden gelen oğlunun bir baltaya sap olabilmesi için elinden gelen her türlü yardımı yapıyor. Olabildiği kadarda oğlunun işine göz kulak olmaya çalışıyor. Oğlundan fırsat bulursa o rahat koltukta oturmayı ve salonu izlemeyi seviyor. Aralarındaki gizli rekabet işlere ve müşterilere olduğu gibi yansıyor. Sonuçta bizim kahramanımız Seyhan olmasa Space İnternet Cafenin bir şey yapabileceği yok.

     Seyhan çalışkandır. Seyhan beceriklidir. Seyhan okumayı sever. Seyhan araştırır ve öğrenir. En önemlisi Seyhan zekidir. Gerek kendi arkadaşları gerek beldenin diğer gençleriyle ilgileniyor. Öğrencilerin ödevlerini bulmalarına yardımcı oluyor eğer isterlerse onların istediği oyunları hazırlıyor, yapacakları çetleri öğretiyor, yaşları büyük olanlara özel sitelere girmeleri için yol bile gösteriyor. Yalnızca bu kadar mı? Tabi ki değil. Ana makinede, klavyelerde veya sistemde olabilecek her türlü problemi anında çözebilecek kadar iyi işinde. Büyük patronun oğlu Ercüment’e "Bak da bir şeyler öğren bu çocuktan" dediği kadar var yani  

     Bir akşam geç vakitlerde Cafeye bir adam gelir. Daha doğrusu anlatılan olaylar gizemli bir adamın Space İnternet Cafeye gelmesiyle başlar. Mevsimlerden baharın son günleri yaşanmaktadır. Aslında yaşanmakta olan baharın son günleridir ama bu son günler tanımı yalnızca takvimler için geçerlidir. Sıcaklar yazı çoktan getirmiştir memlekete. Okulların kapanmasına az bir süre olduğu için öğrenciler sınavlardan oyun oynamaya pek zaman bulamamaktadırlar. Yaşça daha büyük gençlerse tarla işlerine başlamışlardır. Bu nedenlerden dolayı salon erken boşalmıştır. Seyhan da makineleri kontrol ediyor temizlikle uğraşıyordu adamın cafeye girdiğinde. O akşam Cafeye gelen adam akşam saatlerinde hala devam eden sıcaklara hiçte uygun olmayan giysiler içindedir. Sırtında kalın pardösü vardı. Kot pantolonunu içine soktuğu botlar bulunabilecek en büyük numaralardı sanki. Öyle uzun boylu sayılmazdı ama yine de ayakkabıları kocamandı. Başındaki şapka ve gözlerindeki geniş çerçeveli ve koyu renkli camlar yaşını tahmini güçleştiriyordu.
     -"En yeni ve en hızlı makinenizde çalışmak istiyorum” dedi. Kalın ve etkili bir sesi vardı. Patron ve patronun babası erken gittikleri için Seyhan kafe de yalnızdı. İçeriye sessizce giren adamı görünce istem dışı ürperdi. Kapının üzerinde asılı her açılışta ve her kapanışta öten çıngırağa rağmen içeri sessizce girmeyi başarmıştı. Öyle boylu poslu biri olmasa da ürkütücü bir tipi vardı. Kılık kıyafeti resmi görevliymiş havası veriyordu. Amerikan filmlerindeki gizli ajanlar gibi. Ve sesi bir garipti. Bir yabancı olduğu her halinden belliydi.
     Seyhan bir an korktu. Acil bir işiniz ya da bir hastanız olduğunda araç bulamayacağınız bir yerdeydiniz. Ana asfalttan yirmi beş kilometre içeride bir beldeye, bu saate böyle bir yabancının gelmesi korkutmuştu kendisini. Korktuğunu belli ederse ayıp olacağını düşündü. Konuşursa sesinin titremesi kendisini ele verecekti. Hiç ses çıkarmadan içeride patron masasının hemen yanındaki masayı gösterdi.

   İnce uzun dikdörtgen şeklindeki kafenin dibinde bir köşede duruyordu siyah monitör. Klavyesi, kasası siyahtı. Hızından dolayı da kara şimşek adını vermişlerdi. Eski bir televizyon dizisinin akıllı ve hızlı bir arabası. İlçede bile daha hızlısı, daha güçlüsü yok diye gururlanıyorlardı.

    —Yalnız bu masa biraz pahalıdır dedi genç delikanlı. Yabancı masaya yöneldi. Seyhan adamın gözlerini göremese de tavırlarından kızgınlığı anlamıştı. Söylediğine pişman olmuştu.

     Adam masaya oturduktan sonra çantasını açtı. İçinden sigara paketi boyutlarında siyah bir cihaz çıkardı. Bir kaçta kablo benzeri araç gereç. Cihazı kısa bir kabloyla klavyeye bağladı. Helisel kabloyu da cihazın diğer ucuna ekledi. Hareketleri seriydi. Seyhan, elindeki süpürgeye dayanmış çalışmaya başlayan müşterisini izliyordu. Ekranda hiç görmediği semboller akmaya başladı. İzlendiğini fark eden yabancı "sen işine bak delikanlı" dedi etkili sesiyle. Seyhan telaşla elindeki süpürgeyi yere sürtmeye başladı tekrar.

     Dakikalar geçti. Seyhan günlük işlerini yapmaya devam ediyordu ama bir yandan da yabancıyı izliyordu. Başka zaman olsa yerleri paspasladığı suyu kerelerce değiştirirdi ama merakından ve adama güvenmediğinden dükkânı boş bırakamıyordu. Ekrandan o garip semboller hızla akmaya devam ediyordu. Adamın parmaklarıysa hiç kimse de görmediği kadar görmediği hızlıydı.

    Önce büyük illerden gelmiş bir yabancı diye düşünüyordu ama sonradan bu işleri yurt dışında öğrenmiş olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Kim bilir belki de adam yabancıydı. Turist olabilir miydi? "Sanmam" dedi kendi kendine. Turistin Tanrının unuttuğu bu yerde ne işi olabilirdi. Kendi arabasıyla gelse dahi  "Hah" dedi kendi kendine. Aşağıya İlçeye gelmişlerdir. Orada harabeler var ya" Evet Efes veya Meryem ana nın evi kadar iyi bilinmese de ileride ovanın kıyısında toprağa gömülmüş koca Syriene kenti vardı. "Mutlaka oraya gelmiş ve yolunu kaybetmiştir." evet bir açıklama getirmişti adamın gecenin bir vakti burada olmasına" Memleketine veya ailesine kaybolduğunu bildiriyor olmalıydı.

     Dakikalar ilerliyor ama adam çalışmasına devam ediyordu. Basit “ben kayboldum, filanca yerdeyim, gelin beni alın” demek bu kadar uzun sürer miydi? Uykusu iyice gelmişti Seyhan’ın. Üstelik bir de ailesiyle yaşadığı sorunları vardı. Babasını bir türlü yaptığı işin iyi bir iş olduğuna inandıramamıştı. Bir meslek olarak görmüyorlardı bu işi. Hakları da vardı. Böyle bir yerde adı Belediye de olsa köy olmaktan ileri gidememiş bir yerde bilgisayarcı olmanın ne anlamı vardı. Beldeye uygun bir iş bulmalıydı, örneğin Çapaya gitmek, pamuk toplamak, hayvan gütmek veya dağdan eşekle odun getirip ilçede satmak gibi.

    -Ne işle meşgulsünüz bayım? dedi sesine elinden geldiğince ilgisizlik vermeye çalışarak. Yanıt tek kelimeydi

    -Araştırmacıyım. Biraz uzun cümleler kursa adamın Türk mü, yoksa yabancı mı olduğunu anlayacaktı ama verdiği yanıt bir tek kelimeden oluşan cümleydi. Bir kaç saniye sonra cesaretini topladı. Bu yabancının kim olduğunu öğrenmeliydi. En azından zararsız biri olduğuna inanmalıydı. Ne de olsa sorumlu olduğu bir işyeri vardı. Mahallesi vardı. Ülkesi vardı. Birden aklına polis geldi. Polise bildirmeli miydi acaba. Kendi kendine güldü. Hiç olur muydu öyle şey. Bir insan mevsime uygun giyinmedi diye polise mi bildirilirdi hiç. Gülerlerdi adama.

     “Ne gibi araştırma acaba” Sınırı aşmış mıydı? Sanmıyordu. Aksine adam işine devam ediyordu. Yüzüne bakmadan tekrar yanıtladı.

     —Arkeolojik. Yine tek kelimelik bir yanıt aldı. Arkeoloji kelimesi Seyhan da mezar hırsızlığı çağrışımı yaptı tabi ama yabancı öyle birine benzemiyordu. Pardösülerin altına kara gözlüklerin arkasına saklansa da düşmanca tavırları yoktu. Belki yalnızca bilgi toplamaktı amacı. Burası da askeri, sivil yüksek teknoloji merkezi olmadığına göre yapabileceği hiç bir şey yoktu.

    Zaman ilerliyor ama yabancının çalışması bitmiyordu. Gerçi bir yandan da iyi oluyordu. Bu saatlere kadar kalmasının bir bedeli olarak kafenin hâsılatı bir tür fazla mesai ücreti gibi kendisine kalıyordu. Üstelik bu turistten iyi bir bahşişte koparabilirdi. Ama yinede zaman ilerliyor eve geç kalıyordu. Saatine bir kere daha baktı. Babasının kendisini kapı önünde beklediğinden emindi. Zavallı annesiyse oğlundan yana çıkacaktı. Onu korumaya kollamaya çalışacaktı. Benim oğlum diğerlerine benzemez, büyük adam olacak o" derdi.

     Kızsa da kendi kendine söylense de Seyhan masa başındaki adamın çalışmasına hayran kalmıştı. Bir sanatkâr gibiydi. Bütün parmaklarını rahatlıkla kullanıyor elleri klavyenin üzerinde okşar gibi dolaşıyordu. Tuşlardan hiç ses gelmiyordu. Hoşlanmaya başlamıştı bu yabancıdan. Adamın çevresinde dönüyor çaktırmadan izlemeye çalışıyordu.

    —Bayım biraz acele etseniz. Kafasında dönüp dolaştırıp söyleyemediği cümleyi söyleyebilmişti. Yine o davudi ses yanıtladı "Tamam şimdi bitiyor." Eliyle yakındaki bir sandalyeyi işaret ederek "İstersen gel yanıma otur" dedi. Şaşırmıştı Seyhan. O kalın tondaki ses gitmiş yerini sevecen müşfik bir ses almıştı. Sanki aklından geçenleri okuyormuş gibi sözlerine devam etti.

   — Benden çekinmediğini hatta hoşlanmaya başladığını düşünüyorum. Sezgilerim senin iyi bir delikanlı olduğunu söylüyor. Seni bekleyenleri de daha fazla merak ettirmemiş olursun dedi.  Acaba saatine çok mu sık bakmıştı? Aradığı uzun cümleler çıkıyordu yabancının ağzından. Güzel bir Türkçesi vardı. Turist falan değildi herhalde.

   —Önemli değil dedi. Siz işinizi göründe. Ardından delikanlının beklemediği bir öneri geldi.

   —Bir yirmilik kazanmak ister misin? Seyhan şaşırmıştı.

   —Yirmi milyon mu? Yabancı gülümsedi.

   —Yirmi dolar" dedi. "Bir antik heykel arıyorum. Bana yardım edeceğin her gün için yirmi dolar vereceğim. Bana kılavuzluk yap ücretini al." Adam Seyhan’ı şaşırtmaya devam ediyordu.

   —Belki kocaman bir bahşiş bile olabilir işin sonunda."  Genç bilgisayarcının tereddüdünün sürdüğünü görünce devam etti.

   —Hatta memnun kalırsam temsil ettiğim kuruluştan özel bir teşekkür yazısı bile alırsın" dedi.

   —Ne yazısı?

   —Zorda kalan yabancılara gösterilen dostluk ve yardımseverlik yazısı. Fena bir öneri değildi doğrusu. "Ailem" dedi fısıldar gibi.

   -O kolay, ailenden izin alırız

   -Babamı tanımazsınız. Aksi biridir. Nuh der, peygamber demez" dediğinde  Yabancı gülümsedi.

   -Ben ikna edici konuşurum" dedi.  Seyhan’ın yüzündeki gülümseme birden kayboldu, ya adam casussa. Ya düşmanlar için ajanlık yapıyorsa. Yabancıyla göz göze geldiler. Adam gözlüklerini çıkardı. İnce uzun bir yüzü Çinlileri andıran gözleri vardı. "Ben casus değilim" dedi. "Yapacaklarımız hepimiz için önemli. Bana mutlaka yardım etmelisin" Sesinde garip bir ikna edicilik vardı. Seyhan yalnızca "Peki" diyebildi.

     Yarım saat sonrada yabancı eşyalarını toplamış kara şimşek i kapatmıştı. Adam Seyhan’a "Hadi git evine" dedi. Seyhan bir an tereddütte kaldı. "Babam, ailem..." diyecekti ki yabancı gülümseyerek sözünü kesti; O zaman birlikte gidelim" İki dakika sonrasındaysa kasabanın karanlık sokaklarında iki kişi aceleyle yürüyordu.

     Babası oğlunu gördüğünde gizliden derin bir oh çekmişti. Çevrenizde görebileceğiniz her Türk babası gibi duygularını gizlemeyi tercih ediyorlardı. Ne de olsa çocukları şımartmamak gerekiyordu. Bu nedenle çekilen gizli "Oh" tan sonra fırça faslı başlamıştı. Üstelik yanlarındaki konuğa aldırmadan. Bir kaç dakika sonrasındaysa durum tatlıya bağlanmıştı. Yabancının ikna edici ses tonu sayesinde tabi. Kalacak yeri olmadığını anlayınca da evde misafir odası açılmıştı. Yapılan yemek ve çay davetlerine aldırmayan adam yorgun olduğunu söyleyerek erkenden yatmıştı. Kısa bir sorgulamadan sonrada Seyhan’da yatmıştı. Gece olaysız geçti.

    Gece olaysız geçti ama sabah bir hayli sorunluydu. Her sabah olduğu gibi, çalar saatinizin sesiyle uyanmıştı Seyhan. Değişmeden yediye ayarlıydı eski saat. Biraz yatakta oyalandıktan sonra kalkıp yüzünüzü yıkamak için dışarı avluya çıktı. Hava karanlıktı ve ezanlar okunuyordu. Dikkatini çeken bir olağan üstülük yoktu. Kafasıysa akşam evlerinde kalan Tanrı Misafirindeydi. Annesi misafir odasını hep hazır tutardı köydeki akrabalar için. Bu nedenle misafir ağırlamakta pek sorun yaşanmazdı evlerinde. Yabancı nasıl karşılamıştı odayı. Rahat edebilmiş miydi tahta divanda ve pamuk yatakta.

     İçeri odasına çalar saatine tekrar bakınca garipliği fark etti. Saat yediyi geçmişti ve hava hala karanlıktı. Şimdiye kadar ortalığın güpe gündüz olması gerekirdi. Dahası güneşin şimdi eşikten baktığı noktadan gözlerinin içine vurması gerekiyordu. Salona geçti. Babası ve kardeşleri televizyon karşısındaydılar. Annesini diğer odada dua ederken gördü. Aptallaşmıştı. Anlayamadığı ve kaçırdığı bir şeyler olmalıydı. Oldum olası sevmezdi televizyonu. Ekranda spikerler heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyorlardı. Babası kanaldan kanala atlamasa bir şeyler anlayacaktı. Birden irkildi "deprem" Deprem mi olmuştu yoksa? Başını kaldırıp salondaki ampule baktı. Sallanmıyordu. Tekrar cümle kapısının eşiğine gitti. Gözlerinin içine girmesi gereken güneşten eser yoktu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Çünkü etraf karanlıktı ve bu karanlık geçeceğe benzemiyordu. Her sabah kendisine gülümseyen Güneş yerinde yoktu. Gün doğmamış olabilir mi? Korktu.

     Salona gitti. Televizyonda konuşanların neler dediğini anlamaya çalıştı. Dünyanın doğu yakasın da güneş doğmadığını anlatıyordu tüm haber kanalları. Avustralya’da, Japonya da sabah olmadığını, güneşin doğmadığını söylüyorlardı. Bilim adamlarının konuya açıklık getiremediğini söylüyordu. Devlet başkanlarının ve hükümetlerin halkları sakin olmaya çağırdığını söylüyordu.

    —Güneş tutulması olabilir mi? Soruyu kendi kendine konuşur gibi sormuştu ama yanıt babasından geldi.

    —Ne güneş tutulması evlat. Bu kadar geniş sahada güneş tutulması mı olurmuş. Bir kere daha şaşırtmıştı babası kendisini. Öyle ilkokulu bile bitirmemiş biri için iyi bir kültürü vardı. Meraklıydı. Kendi çapında okuyor ve araştırıyordu. Bazı konularda babasına çektiği kesindi. Adam devam etti sözlerine.

    —Elbirliğiyle dünyanın içine s.çtılar dedi. Egzoz gazları, spreyler, deodorantlar, nükleer reaktörler, ozon tabakasındaki delik. Anasını bellediler tabiatın. Babası oldum olası böyleydi. Argoyu, küfürü severdi.

    —Peki, sence ne oldu baba.  Dünya kendi ekseninde dönmekten vaz mı geçti yoksa? Baba oğlunun suratına küçümseyerek baktı.

    —Birde internetçi olacan. Dünyadan haberin yok. Güneş patlamış diyenlerde var dünya yörüngesinden çıkıp uzaya savrulduğunu diyenlerde. Ama kesin olan bir şey dünyanın hala döndüğü. İstersen gökyüzündeki yıldızlara bak. Bilinen tek gerçek, şu an tüm dünyada gece yaşandığı. Ne kadar süreceğini ise kimse bilmiyor. Üç saat mi? Üç gün mü? Üç yıl mı? Soruyu eşikteki anne yanıtladı.

     —Üç gün dedi. Salondakiler anneye döndüler. Anne ilginin kendisinde olduğundan memnun ağlamaklı sesle devam etti.  "Az önce komşumuz Müberra kadından geliyorum. "Bu kıyamet alameti" demiş Hoca efendi. Tüm köylüyü, kadın erkek genç yaşlı camiye çağırıyor. Dua için. Tövbe ve istiğfar için. Müberra Hanım mahalle imamının karısıydı. Katıydı dini konularda. "Eğer gelmezlerse doğrudan cehenneme gidecekler diyormuş Alihsan Hoca" diyerekten sözlerini pekiştirdi. Babanın gözleri doldu. Bir yandan da abdest almak için kollarını sıvıyordu. Durumdaki gerginliği hisseden çocuklar ağlayarak annelerine koşmaya başlamışlardı. O an omzuna dokunan elle korktu Seyhan

    —Hadi gidelim biz dedi, o ana kadar varlığını unuttukları yabancı. "Yapacak işlerimiz var" Ters ters baktı yabancının yüzüne Seyhan. Dünyanın sonu gelmiş, neredeyse kıyamet kopacak gibiydi ve adam yapacak işlerimiz var diyordu. Yabancı karşısındaki delikanlının karasızca durakladığını görünce tane tane konuştu. "Yapacağımız iş önemli" dedi. Seyhan'ın aklına dünkü anlaşma geldi. Günde yirmi dolar fena sayılmazdı. "Gidelim" dedi.

    Sokaklar sakin görünüyordu. Öyle telaş panik falan yoktu. Yabancı; "Sizin buralar bu durumu fazla önemsemiyorlar herhalde" dedi. Bahçeler arasından yol alırken evlerin yanan ışıklarına baktılar. İnsanlar durumun önemini henüz kavramamış olmalıydılar. Saat sekize yaklaşıyordu ve ortalık karanlıktı. Gökyüzünde yıldızlar parlamaya devam ediyorlardı. Uzun süren bir sessizlikten sonra Seyhan sordu;

     —Nereye gidiyoruz?  Yabancı düşünmeden yanıtladı;

     —Aradığımız antik heykeli bulmaya ve ait olduğu yere götürmeye.

     —Peki, nasıl bir heykel bu? Deyince adam cebinden küçük bir cihaz çıkardı. Koyu camdan yapılmış küçük bir reçel kavanozuna benziyordu. Aracı dairesel tabanı üzerine elinin üstüne koydu. Bir noktasına basınca da cihazdan bir ışık çıktı. Işık koni şeklinde açıldı. Cihazın önünde otuz kırk santim ötesinde hafifçe titreşen bir şekil belirdi. Seyhan’ın dudaklarında yalnızca bir kelime döküldü. "Hologram" Bu kere şaşırma sırası pardösülü yabancıdaydı.

     —Hologramı biliyorsun demek. Biliyordu tabi. Kasabada otursa da Seyhan teknolojiyi yakından takip ederdi. Ondaki bilgisayar dergisi koleksiyonu büyük kentlerde ki üniversite öğrencilerinde bile az bulunurdu. Çoğunu da severek okumuştu.  Az önce söylediğiyle yanındaki adamı şaşırttığını görünce "Üç boyutlu fotoğraf projeksiyonu" diye sözlerine bilgiççe devam etti. Bir kaç saniye süren bu zevkli anlardan sonra dikkatini araçtan çıkan üç boyutlu şekle yöneltti. Gözlerini hafif kısarak karanlıkta ışıldayan görüntüye bakınca tanıdı. "Diyojen" dedi.

    -Diyojen mi ?

    -Evet Diyojen. Eski çağda karadeniz kıyılarında yaşamış gezgin filozof. Hani "Gölge etme başka ihsan istemem" diyen kişi.

    -Peki nerede buluruz bu heykeli deyince Seyhan az önce aşağı indirdiği kalın gözlüklerini tekrar yerine taktı. Adamın elinden tutarak "Gel, yolda anlatırım" dedi. Bir yandan İlçenin tek meydanına yürüyor, bir yandan da Seyhan anlatmaya başlamıştı.

    -Bu heykel aslında ilerimizdeki Syriene antik kentindeydi. Kimilerine göre kehanet bilgesi Zates, kimilerine göreyse de Diyojen di. Zatesi kimse tanımadığı, bilmediği için Diyojen denilmeye başlamıştı. Bu heykel uzun yıllar antik kentte devrilmiş sütunların yanında durmuştu. Bir ara kazı yaptıklarında zamanın belediye başkanının ricasıyla getirildi ve beldemizin meydanına dikildi.  Bu olayı duyan ilin üniversitesinin arkeoloji profesörü gelip itiraz etse de dinletememişti. Kimi dede dedi adına kimi kahin. Ama onu oraya getiren başkanın ricasıyla Diyojen denilmeye başladı. Diyojen adı daha medyatikmiş Daha çok turist çekermiş(!)  Heykelin nerede olduğunu belirtmek için eliyle ilerideki ışıklı meydanı gösteriyordu.

     Ana caddede hızlı hızlı yürürken telaşlı olanların yalnızca kendileri olmadığını gördüler. Saat ilerliyordu. İnsanlar panik olmaya başlamışlardı. Çoluk çocuk sokaklardaydı. Bazı çocuklar hiç bir şey olmamış gibi önlüklerini giymiş okula gidiyorlardı. Kim bilir belki de öğretmenlerinin bir açıklama yapabileceğini düşünüyorlardı. Bir bölümü de sanki görebilecekmiş gibi karanlık gökyüzünde güneş arıyorlardı. Yabancı tekrar araya girdi.

     —Bu heykelin yanında ilginç bir şeyler var mıydı? Dedi. Seyhan bir an durdu. Sanki yürürken düşünemiyormuş gibi bir kaç saniye ayakta dikildikten sonra "Bir antik saatte vardı yanında" dedi. Sonra yürümeye başladılar.

    —Koca bir mermer bloktu. Bir yemek masasından bile büyük. Sağında solunda delikler kanallar vardı. Diyojen de bu masanın üzerinde duruyordu. Uzun süre tartışıldı bu masanın ne olabileceği. Kazı heyetindeki herkes bir şey söyledi. Hiç kimse doyurucu bir açıklama getiremedi. Sonunda bir güneş saati olduğuna karar verildi. Saatin nasıl çalıştığı konusundaysa kimsenin bir fikri yoktu. O koca koca bilim adamları bile anlamamışlardı. Yabancı heyecanlanmıştı bu sözler üzerine.

    —Peki nerede bu saat. Sorusuna yanıt beklemeden devam etti. "Hemen oraya gitmeliyiz." biraz düşündükten sonra cümlesini yeniden kurdu. "Diyojen'i ait olduğu yere güneş saatinin üzerine yerleştirmeliyiz" dedi. Heyecanlı sesi birazda telaşla devam eti. "Acele etmemiz gerekiyor"

   Bir kaç dakika sonra kalabalık bir meydandaydılar. Bir kaç sokak bu meydanda birleşiyordu. Ortada bir döner vardı. Yeşilliklerle bezenmiş bu adanın ortasında küçük bir fıskiyeli havuz havuzun merkezindeyse hemen hemen bir insan boyundaki mermer anıt duruyordu. Öyle ahım şahım bir eser değildi. Sakallı bir adamın elinde bir fener vardı. Feneri tutan sol eli ilerisini aydınlatmak ister gibi biraz yukarı kalkmıştı. Başını biraz yukarda tutunca Diyojen Efendi gökyüzünden gelebilecek birini bekliyor gibiydi. Adam çimene havuzdaki suya aldırmadan heykele koştu. Sağını solunu incelemeye başladı. Sağında solunda biraz kırıklar olsa da eserin tamamı bütünlüğünü korumuştu. Havuzun kenarındaki Seyhan adamı izliyordu yalnızca. Meydanı dolduran kalabalıkta ilgisini havuz kenarındaki ikiliye yöneltmişti.

     —Bir araç bulmalıyız. Dedi bağıra bağıra yabancı. Uğuldayan kalabalıkta ancak sesini bağırarak duyurabiliyordu. "Bir araç bulmalı ve bu heykeli yerine ait olduğu güneş saatinin üzerine götürmeliyiz" dedi. Zavallı Seyhan olanlara bir anlam veremiyordu ama içinden gelen sesin dediği gibi çarenin bu karanlıkta bile koyu renkli gözlük takan adamda olduğunu söylüyordu. Bir kaç dakika sonrasındaysa orta boy bir kamyonet meydandaki havuzun yanındaydı.

     Kamyonu bulmak zor olmamıştı. Meydana yakın oturan arkadaşı Aykut’un babasının bir kamyonu vardı. Mustafa amca işçi emeklisiydi ve nakliyecilik yapardı eski bir BMC kamyonetle. Oğlu Aykut’sa devamlı müşterisiydi Kafenin. Mahşer yerine dönmüş beldede her kafadan bir ses çıkıyordu. Kıyamet gününün geldiği dedikodusuysa en baskın olanıydı. Dindar olan belde halkı doğrudan camilere koşuyordu. Bakkallara ve marketlere hücum başlamıştı sanki bir savaş çıkmış gibi. Makarnalar ekmekler alınıyordu sayısızca. Aykut’u da evden çıkmak üzereyken yakalamıştı. İkna etmesi zaman almıştı ama bir zaman sonra kasalı Ford yanaşmıştı meydandaki ortasındaki yeşil adaya. Seyhan arkadaşını yabancıya tanıştırmaya karar verdiğinde ismini bilmediğini fark etti.

    —Sahi adınız neydi beyim" dedi. Yabancı genizden gelen sesiyle yanıtladı "Kuday. Bizim oralarda bana Kuday derler dedi. Garip bir isimdi. Ama tanıştırmaya devam etmeliydi.

    —Bu mahalle ve okul arkadaşım Aykut" dedi. Aklına aniden gelmiş gibide ekledi. "Bende Seyhan"

    Yabancının gayreti ve yardımıyla heykeli kasaya koymuşlardı. İnsanların kargaşası arasında kimse ne yaptıklarını sormuyordu. Seyhan, Aykut’a nereye gideceklerini söylemiş kasaya çıkmıştı. İki kişi ancak zapt edebilirlerdi böyle bir yükü.

   Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra beldenin dışına çıkmışlar, antik Syriene kent harabelerine varmışlardı. Yol boyu farları açıktı. Saatler sabahın dokuzuna yaklaşıyordu ama bitmeyen gece sürüyordu. On dakika sonra varmışlardı Syriene’e.

    Aslında burada antik bir hava yoktu, kent havası da yoktu. Karanlıkta hiç bir şey göremiyordunuz. Güneş ışığında da pek bir şey görünmezdi zaten. Ovanın sınırında tepenin başladığı yerde ağaçların arasında bir kaç mermer kalıntı, yer yer yıkılmış surlar vardı yalnızca. Tepeden inen yağmurların tuzu ve çamuru koca kenti örtmüştü yüzyıllar içerisinde. Aşağıdan yoldan görünen yalnızca görkemli bir tapınağın sütün kalıntılarıydı. Aykut tüm becerisini kullanarak yoldan içeri girmeye çalıştı. Patikadan çıkabileceği yere kadar çıktı geri geri. Sonra kamyoneti yolun üzerinde bıraktılar. Gitmeleri gereken yüz metreden fazla yol vardı. Üstelikte tepeye doğru tırmanmaları gereken yüz metreleri vardı.
     Koca heykeli üçü birden sürüklemeye başladılar. Sık sık duruyorlardı. Bir ara Aykut Seyhan’a dönerek sordu. "Bu heykeli oraya götürmek çok mu önemli" Soru asıl sahibini bulmuştu. Evet dedi yabancı. "Uzun zamandır beklenilen bir tehlike düşünün. Büyüklüğü ya da yeri neresi olacağı hiç bilinmeyen bir tehlike. Ona karşı bir önlem hazırlamaz mısınız. Bir erken uyarı sistemi veya kalkan veya silah. Kafalar yabancının sözlerini onaylamak için sallandı.

     —Bizde öyle yaptık. Bin yıllar önce hazırladık ve gizledik. Zamanı gelince çalışacak bir silahtı bu.  Hem bizim hem sizin için. Bu arada yabancının gücü de dikkat çekecek kadar vardı. İki genç nefes nefese kalmışlardı ama yabancı da onca konuşmaya rağmen soluk alışverişinde düzensizlik yoktu. Sanki bir güreşçiymiş ya da halterciymiş gibi koca mermer heykeli kaldırmış kucaklamıştı. İki kafadaraysa yalnızca heykelin ayaklarından tutmak dengeyi sağlamak işi kalmıştı. Ve nefes nefeseydiler. Yabancı yolun dikliğine aldırmadan devam etti.

     —Sizden önce bu kentte oturanlar cihazımızın varlığına ve özelliklerine tanık olmuş olmalılar. Bu nedenle kendisine Kehanet Tanrısı veya bilgesi gibi bir ad vermişler ve onu -sözde korumak için- mermer blok içine katmışlar anlaşılan" Bir an durdu. "Sen olmasaydın bu kadar çabuk bulamazdım" dedi Seyhan’a dönerek.  

    Bir kaç dakika sonra ulaşmak istedikleri noktada güneş saatinin yanındaydılar. Yabancı omzunda taşıdığı çantasından yarım saat kadar önce Seyhan için çıkardığı cihazı çıkardı. Mermer bloğun üzerine koydu. Bir yerine dokundu. Cihazın yanından kanat gibi çıkıntılar, düğmeler çıktı. Az önceki basit cisim karmaşık bir hal almıştı. Adam bir yandan elindeki cisimle uğraşıyor, bir yandan da gençlere anlatmaya devam ediyordu.

    —Bu bir Kara delik. Dedi. Sizinde bildiğiniz gibi nötron yıldızının alabileceği son durum. Araya tekrar Seyhan girmişti. Yalnızca izleyici olmak istemiyor tartışmaya katılmak istiyordu

     —Evrenimizin en gizemli varlıklarından biridir Kara delikler. Bilim adamlarımız gizlerini çözebilmiş değillerdir. Söze parmakları silindirik cihazın üzerinde ayarlar yapan Kuday girdi.

     —Sizin dünya dışına ilginiz bir yüz yıllık macera bile değil. Bizler binlerce yıldır uzaydayız ama Kara delikler bizler için bile bilinmezdir hala. Ellerini göğsünde birleştirip olanlara bir film izliyormuş gibi bakan Aykut un anlamamış yüzünü gördü. Aykut önünde dönmeye başlayan neredeyse yarım metre çapında parabolik bir şekil alan cisimden gözlerini alamıyordu. Cisim mermer bloğun üzerinde yerden bir kaç santim yukarıda dönmeye başlamıştı. Yabancı Aykut a dönerek anlatmaya devam etti.

    —Bir kuyu düşün Seyhan’ın arkadaşı. Her şeyi içine çeken dipsiz bir kuyu. Yakınına gelen yani çekim alanına giren her maddeyi ya da enerjiyi yutan karanlık bir kuyu. İşte öyle bir kuyudan söz ediyoruz. Hemen yanı başınızda birinci gezegenle yıldızınız arasında açılmış bir kuyu." Adam şimdi havada dönen cihazı bırakmış kaidenin üzerindeki heykeli kurcalıyordu. Önce ağır heykeli eğdi. Kehanet bilgesi Zates in elindeki feneri ellemeye başlamıştı. Bir yere, bir düğmeye dokunmuş olmalıydı ki heykelin ayaklarının tabanlarından ikişer metal uzantı çıktı. Bu uzantıları kaidedeki yere oturtunca heykel bulunduğu yerde gıcırtıyla yarım tur attı. İyice şaşıran Aykut dakikalar önce kafasına takılan soruyu sordu şaşkınlıkla.

     —Peki, bu kara delikler nasıl oluşuyor dedi. Bu soruya da kendi arkadaşı yanıt verdi yabancının yerine.

   —Yıldızların ölümüyle." Açıklamaya yabancı devam etti. "Bizde önceleri öyle sanıyorduk ama üzerinde düşündüğümüz başka teoriler de var. Madde ve anti maddenin yoğun olarak çarpışmasıyla oluşabileceğini de düşünmeye başladık. Bunlar şu anki konumuzun dışında. Bir gün gelir bilim adamlarınız bunları çözer nasıl olsa.

    —Peki, burada böyle bir kara deliğin varlığını nasıl fark ettiniz.

    —Uygarlığımızı tehdit edecek her türlü dış tehlikeye karşı duyarlıyız. Çevremiz düzenli olarak izlenmektedir. Yakın ya da uzak komşu tüm yıldızları gözleriz" dedi. Sizin güneşinizin küçük kardeşinin varlığından da haberdardık. İzliyorduk. Hemen burnunuzun dibindeydi. Gezegeninizle yıldızınız arasında karanlık bir yıldız gelip yerleşmişti. Davetsiz misafir. Gezegenlerinizle dönmeye başladı. Aynı hizada ve benzer yörüngede. Bir gün kara deliğe dönüşeceğini biliyorduk. Bir gün tüm bu telaşın yaşanacağını biliyorduk. "Güneşin küçük kardeşi mi?" İki genç yabancının anlattıklarından bir şey anlamamışlardı. Adam anlatmaya devam etti.

    -"Evet, Güneşinizin küçük bir kardeşi vardı. Öz değil, üvey. Bir şekilde Güneşin yörüngesine giren yaklaşık bir kilometre çapında küçük bir nötron yıldızı."

    —Peki, bilim adamlarımız bunun varlığını nasıl fark etmediler

    —Uzayda bir kilometrenin önemi mi var. Hele sizden bu kadar uzaktaysa. Belki hassas ölçümlerle güneşin salınımlarından fark edebilirdiniz. Ama matematiğiniz ve gözlem tekniğiniz o kadar ileri değil.  Bir gün çevreden geçerken güneşinizin yanına gelen bu komşunun kara deliğe dönüşmesini bekliyorduk. Bu nedenle bu sistemi kurduk. Yeri zaman açısından o noktayı görebilecek en uygun yerdi. Kimse ilgilenmesin diye de doğal bir şekilde kamufle etmeye çalışmıştık. Az önce de dediğim gibi bu işleri yaparken birileri bizleri gözlüyor olmalıydı. Bu nedenle bir Tanrısallık bile vermişler ve sistemi mermerin içinde saklamışlar.

     Tiz bir ses çalışmasını böldü. Kendi ekseninde dönen ışıklı cisim hızını iyice arttırmıştı. Cihazın dikey ekseninin üstünden ince uzun ışın demetleri çıktı. Işınlarda cisimle birlikte dönmeye başlamışlardı. Cihaz döndükçe vınlama sesi artıyordu. Işın demetiyse kalınlaşıp karanlığın içinde başlarının üzerinde kayboluyordu. Aykut olanlar karşısında şaşırmıştı. Arkadaşını kenarı çekti.

   -Kim bu adam Seyhan dedi. Seyhan yanıtı tam olarak bilmiyordu ki Aykut a yanıt versin.

   - Az önce tanıştırdım ya "Kuday" Arkadaşının tatmin olmadığını anlamıştı. "Dün gece kapatmak üzereyken cafeye geldi. Gece yarısına kadar çalıştı. İşinin önemli olduğunu hem bizim hem de kendi dünyasını kurtarmaya çalıştığını söylüyor. Onlar kendi aralarında fısıldaşırlarken yabancı çabalamaya devam ediyordu. Çantasından bir başka cihaz çıkardı. bizim kullandığımız çekiçlere benziyordu. Masanın üzerindeki heykelin sol eline vurmaya başladı. Bir kaç darbeden sonra heykelin sol eli parçalandı. İçerisinden granit gibi duran bir parça çıktı.

     Dışardan bakıldığında doğanın her bir yerini işlediği sıradan bir taş gibi duruyordu el ve elin uzantısı gibi duran fener. Dikkatli bakınca girintilerin ve çıkıntıların birer düğme olduğunu anlıyordunuz. Ortada dönen şemsiye şeklindeki nesne hafif havalanarak ait olduğu belli olan eski sol eldeki fenere oturdu. İki makina birleşmişti ve ışın sol eldeki fenerden fışkırıyor gibiydi. İki delikanlı konuşmaya niyetlendiler de etkili bir "Şıış" uyarısı sözlerinin ağızlarından çıkmasını engelledi.

     Yabancı tüm dikkatini vermiş cihaz üzerinde ayarlamalar yapıyordu. Her hareketinde ya heykel kendi ekseninde bir yana dönüyordu veya heykelin elindeki fener sağa sola bir kaç derecede olsa yatıyordu. Uzun sayılabilecek bir süre uğraştı heykelin kolu ve fener üzerinde. Bu arada ışın demetleri gittikçe parlaklaşıyor ve boyları uzuyordu. Rengi de kırmızıdan beyaza dönüşüyordu. Son bir kaç ayardan sonra heykeldeki sesler tizleşti. Sanki içeride bir motor vardı ve bu motor en üst devire çıkmaya çalışıyordu. Vınlama sesi en ince perdeye ulaşıp kulaklarını sağır edecek dereceye vardığında Yabancı son hareket olarak bir noktaya bastı parmağını. Fenerin ucundan gözleri kör edecek kadar parlak bir ışık demeti fenerin ucundan karanlığa fışkırdı.

     -Beklemekten ve umut etmekten başka yapacak bir şey yok artık dedi adam. Şimdi sizlerin her sorusuna yanıt verebilirim. Mermer kaidedeki ve heykeldeki tüm enerji ışın halinde gökyüzünün karanlığına akmıştı saniyelerce. Sanki şimşek çakar gibi bir kaç saniyelik bir parlaklık ortalığı gündüz gibi yapmaya yetmişti. Ama yalnızca bir kaç saniye. Sonrasında ortalık eskisi gibi karardı. Zifiri karanlık tekrar çöktü.

    -Kimsin? dedi Seyhan. "Nereden geliyorsun? dedi. "Bu yaptığın nedir?" dedi Aykut. Sorular peş peşe gelmeye başlamıştı. "Durun bakalım" dedi yabancı. Her şeyi anlatacağım. Az önce gönderilen ışığın kaynağı üzerindeki değişken ışıklı panoya baktı. Geri sayım gibiydi. Sizin zamanınızla yedi küsur dakikamız var" dedi. Bakışları karanlıkta çoktan kaybolmuş olan ışın demetini arıyor gibiydi.

   -Benim adım Kuday dedi. Size yakın bir sistemden geliyorum. En azından bir kaç onyıl daha buralarda olmamam gerekirdi veya sizler bilimde ve teknikte daha çok çalışmalıydınız. Şimdi ise koşullar zorladığı için buradayım. Neden burada olduğumu da biliyorsunuz. Kara delik. Sisteminizde çıkan kara deliği yok etmek. Eğer bu kara deliği burada durduramazsak bir sonraki lokması benim sistemim olacaktı. Burada güneşinizin ışığını yada gezegenlerinizi yutmakla doyacağını düşünmeyin sakın. O yıldız enkazları o kadar oburlardır ki doymak bilmezler. Süreçleri ağırdır ama sağlamdır. Çevresini yuttukça büyürler, büyüdükçe daha fazla yutarlar. Önce çevredeki gezegenler sonra güneşin kendisi onun menüsündedir. Dünyanıza sıra ne zaman gelir diye düşünüyorsanız güneşinizle aranızdaki iki gezegenden sonra diyebilirim. Önce birinci gezegeni yutacaktır, ardından ikincisini. Bu iki gezegen onun ancak kahvaltısı olabilir. Bir kaç yıl -yada beş on yıl- içerisinde de sıra o zamana kadar çoktan ölmüş olan gezegeninizde olacaktır.

     -O zamana kadar ölmüş olan mı? Soru iki gençten birden çıkmıştı.

     -Sizce böyle bir gecede ne yetişir. Karanlıkta hangi bitki büyür. Eko sisteminiz doğrudan merkezi yıldızınıza bağlı. Ondan ışık gelmeyince gezegeninizde hiç bir canlı yaşayamaz inanın. Belki aralarında sağ kalanlar yada yeni duruma uyum sağlayacaklar olabilir ama bu uzak bir olasılık. Öyle olsa dahi türünüzün sonu olacaktır bu kara delik. Sizin gezegeninizi yuttuğunda duracak mıdır? Hayır. Zaten güneşinizdeki enerjiyi alınca korkunç bir hız kazanacaktır büyümesi İşte o zaman sıra komşu yıldızlar ve sistemlere gelecektir. Benim uygarlığıma da tabi. Bu yüzden ben buradayım. İşi daha başında halledebilmek için.

    Madem bu iş bu kadar önemli öyleyse neden yalnızca bir kişi gönderiyorlar" dedi Seyhan. Yabancı bu soruya alınmış gibiydi. "Aşkolsun Seyhan" dedi. Beni tanıdın. Sıradan biri gibi mi duruyorum? Üstelik ben beceremezsem yukarıda başkaları var. dedi. Eliyle gökyüzünü gösteriyordu. Soru sorma sırası Aykuttaymış gibiydi

    -Peki biz neyi bekliyoruz dedi. Seyhan durumu az çok anlamıştı sanki. "Gönderdiğimiz enerji dalgasının kara delik çekirdeğine varmasını" Yabancı gülümsedi. Tahmininden daha akıllı çıkmıştı bilgisayarcı delikanlı. Üçününde gözleri ışın demetinin gönderildiği fenerdeydi. Işıklı panodaki rakamlar tek basamağa düşmüştü. Yabancı yirmi dedi. Ondokuz, onsekiz... Seyhan devam etti; onyedi, onaltı, onbeş. Aykutun hoşuna gitmişti ondört, onüç, on iki... Sıfıra vardıklarında gökyüzünde doğudan batıya tüm ufku aydınlatan bir ışık parladı. Biri dünyayı örten kara perdeyi yırtıp atmış gibiydi. Bir kaç dakika sonrada her yer olması gerektiği gibi aydınlanmıştı. Eski dost güneş gök yüzünde parıldamaya başlamışlardı.

    -Görev tamam" dedi memnun bir sesle. "Sizlerinde benimde uygarlığımız kurtuldu." Aykutta Seyhanda şaşırmıştı. "Bu kadar kolay mıydı? dediler. Aykut

     -Basit bir ışık mı sizleri ve bizleri kurtardı dedi küçümser bir sesle. Seyhan,

     -O bir lazerdi oğlum dedi. Sıradan bir ışk değil.

     - Evet lazerdi ama sıradan bir lazerde değildi. Bir gezegeni yada bir yıldızı yok edecek güçte bir lazer. Üstelik karadelik için karşı maddeyle güçlendirilmiş bir ışın demetiydi. Sözlerinin beklediği etkiyi sağlaması için bir süre sustu. Ardından  "Yapmamız gereken küçük bir iş kaldı yalnızca" dediğinde o eski etkileyici hatta emredici ses tonuyla konuşuyordu. Çantasından ele sığabilecek bir şişe çıkardı. Kendisini izleyen delikanlıların yüzüne doğru birer kere sıktı. Kendisine sersem gibi bakan iki gence  "Şimdi uyuyacaksınız. Uyandığınızda her şeyi unutacaksınız." dedi.

   O günün ertesinde Syriene antik kentinin harabelerinde bulunmuştu iki genç. Güneş saatinin ve güneş saatinin üzerine konulmuş Diyojen heykelinin hemen dibinde uyurken bulunmuştu. Oraya nasıl geldiklerini anımsamıyorlardı. Civarda bulunan Nakliyeci Mustafa nın kamyoneti nasıl geldiklerini açıklıyordu ama ne yaptıkları sırdı. Kocaman bir sır. Belde dedikoduyla çalkalanıyordu.

     Dünyayı Diyojenin kurtardığı söyleniyordu. Diyojenin ve Diyojeni oraya götüren iki kahraman gencin. Diyojenin fenerine ne olduğuysa hiç bir zaman açıklanamadı. Kayıtlara "çalındı" diye geçti.

    Bir gün bu beldeye yolunuz düşerse "Karadelik internet cafe" ye de uğrayın. Duvarda asılı duran teşekkür belgesini inceleyin. İlk bakışta farklılığını anlayacaksınız. Her ne kadar çevresi, özellikle eski patronu  Ercüment Afşar ın sağda solda söylediği "ticari reklam, kendisi İzmir de hazırlatmış" falan gibi cümleleri duyarsanız inanmayın. Seyhanın dediği gibi. "Böyle bir kağıt dünyada üretilmiş olamaz. Böyle bir sembol dünyada tasarlanmış olamaz”.

     Birde belde meydanındaki kamyoncular parkına uğrayın. Nakliyeci Aykutu bulun. Babasının arabasıyla kendisinin çalışmaya başladığını söylemişlerdi. Bir yemek söylerseniz yemekte sizlere arkadaşı Seyhanla gördüğü rüyasını anlatacaktır.       AZİZ HAYRİ  


37
Kurgu İskelesi / Bahtsız Toraman'ın Aşkı
« : 27 Temmuz 2011, 13:06:51 »
BAHTSIZ  TORAMAN’NIN AŞKI


   Hans Efendi” diye seslendi tahta oturan adam birkaç basamak aşağıda saygıyla ayakta dikilen yaşlı köylüye   
       “İstediklerimi yaptın mı?”
        “Evet, lordum” diye yanıtladı adamın karşısında süklüm püklüm duran emektar uşak. “Bu kere işi tamamlayacağız. Adamlarımız bu iş için çok çaba sarf ettiler” dedi. Bir an durduktan sonra “Eğer onlarda halledemezse bu işi kimseler halledemez” dedi. Ses tonunda ki gurur apaçık belli oluyordu. “Oğlum bu tür işler için biçilmiş kaftandır. Günlerdir sınır boylarında özellikle de Türkmenlerin dolaştığı yerlerde konuştuğumuz hikâyeyi anlatıyorlar. Birileri nasıl olsa gelecektir” dedi.
       “Kızım orada durmaktan telef oldu” dediğinde “efendim kendisini orada bekletmeye gerek yok. Eğer kuleye bir yaklaşan olursa gözcüler bize haber verecektir. O nedenle gitsin dairesinde dinlensin” dediğinde adam olumsuzca başını salladı. “Olmaz, kendisinde de suç var. O bana ve soylu ailesine yakışıyor mu? Kendisini cezalandırmış olsun böylelikle” dedi.


       Ne zamandır bu ocakta olduğunu bilmiyordu. Babasından ayrıldıktan sonra Payitahta getirmişler ve yıllardır içinde yaşadığı Sipahi ocağına teslim etmişlerdi. Anası da, babası da ocağı olmuştu. Yamaklık yapmış, seyislik yapmış uzun yıllar çilesini çekmişti bu işin. Nice gazaların ardından anlı şanlı sipahi olmuştu. Askerlik eğitimini bil hakkın yerine getirmiş yıllarca Anadolu senin Urumeli benim oradan oraya gezmişti. Öyle cephelerde bizzat savaştığı azdı Zaman Osmanlının en güçlü zamanıydı. Ne şarkta ne de Garpta kendilerine karşı gelebilecek düşman yoktu. Ama yine de ufak tefek cenkler olmuyor değildi. O cenklerde yaralanan ölen arkadaşlarını görmüştü yanı başında. Pek çoğu ayrılsa da Ese Onbaşı hep yanında olmuştu, şimdi olduğu gibi.
     Uzun süren seferlerden cenklerden, devriye gezmelerden ve aradan geçen beş yıldan sonra tekrar gelmişlerdi bu topraklara. Devletin sınırlarının durağan olduğu zamanlardı. İstanbul’da tembel tembel otururken bir haber geldi mi yollara düşüyorlardı. Sağda solda tüm heybetleriyle gözüktükten ve de dosta itimat düşmana korku saldıktan sonra dönüyorlardı. Kışla da talimle vakit geçiriyorlardı. Şimdi yaşadığı o günlerden biriydi.
     Toraman Gazi yıllardır vatan borcunu ödemek için çabalıyordu. Ve askerlik yaşamının sonun yaklaşmıştı yavaş yavaş. Emekli olup bir dirlik sahibi olacağı günler yaklaşıyordu. O kendisine duyurulan tüm kurallara harfiyen uymuştu. Bazı ağaların yaptıkları gibi ne bir iş tutmuş çil çil akçalar kazanmaya çalışmıştı ne de -gözü arkada kalmasın, yiğitçe savaşmaya devam etsin diye- gizlice evlenmişti. Emekliliği yaklaştıkça çoluk çocuğa karışmanın vaktinin geldiğini biliyordu. Kendisini bekleyen huzurlu günler için neredeyse her şey hazırdı ama bir şey hariç. Şöyle boyu boyuna huyu huyuna bir hatun bulamamıştı Toraman Efendi kendisine.  Kendisine verilecek tımarda kendi dirliğini kuracaktı ama gönül dirliğinin başkişisini hala bulamamıştı.
       İki Hıristiyan derebeyi kendi aralarında kapışmışlardı. Birbirlerini yerlerken zaman zaman Osmanlı toprağına giriyorlar diye şikâyet gelmişti. O nedenle Ese Onbaşının ve Toraman Gazinin birlikleri gelmişti Nemçe sınırına. Akşam olmuş iki arkadaş sınır boyundaki devriyelerini bitirmiş alay Ocağına doğru yürüyorlardı.  İri olan diğerine çekinerek sordu.
       “Sence bu sabah duyduğumuz hikâye doğru mudur?” dedi. Ardından cümlesi eksik kalmış gibi “Beni yanlış anlamıyon değil mi?” dedi. Kafasının içindekilerin okunmasını kösnül düşkünü biri gibi anılmayı istemiyordu. Yanı başında yürüyen arkadaşı gülümsedi.
       “Eh Toraman” dedi “Seninle kundaktaki bebeklikten beridir tanışıyoruz neredeyse. İki kardeşten daha ileri hukukumuz var” dedi. “Seni annıyom, zamanın geldi. Zaten Ağa senin için ne dediydi biliyorsun ‘Dersaadet’e varır varmaz evraklarını Babıâli’ye sunacağım’ dediydi. Ne çabuk unuttun.”
       “Ama yine de bir kere bakalım ne olduğuna olmaz mı?”
        “Sen yine de fazla ümitvar olma. Bir prenses bekliyorsun ama Frengistan’ın tüm prensesleri bizler için sıraya girecek değil ya” dedi. Toraman gazi iri başını öne eğdi. Zaman zaman bir kral olmanın hayalini kurmuyor değil hani. Arkadaşı doğru söylüyordu prenses kim kendisi kim. Kafasındaki soruları dağıtıp
       “Öyle olmadığını biliyon ağa” dedi. “Gayem, Elga yengem gibi sarışın bir gelinle anamın evine gitmek ve ‘Bak sana dünyalar güzeli bir Frenk gelin getirdim’ demekti. Üstelik gâvurlardan birini daha müselman eylemek çok sevapmış geçen Cuma kadı efendi söylediydi” dedi.
       “Tamam, tamam anlaşıldı o Karaorman'a gitmeden senin için rahat etmeyecek” dedi. O veletlere iyice inanmış olmalısın” dedi. Sabah çocuk sayılabilecek bir iki genç kamplarına yaklaşmıştı. Yarım Türkmen yarım Nemçe lisanıyla aç olduklarını söylemişlerdi. Karınlarını doyurduktan sonra ileride karanlık ormanın ötesinde tutsak tutulan prensesten söz etmişlerdi. Neşeli iki genç tüm karargâhı kahkahaya boğmuşlardı. Belli ki zekiydiler ve kulakları delikti. Onları dinleyen herkes anlattıklarına gülüp geçmişti ama bizim yarım akıllı Toraman ciddiye almıştı anlatılanları.
       “Şimdi karavana da ne varsa atıştıralım ardından kısa bir uyku çekelim. Gece yarısında yola çıkarız. Yol bir hayli uzun olacak gibi”. Ve kendi kendine sürdürdü sözlerini “Barış zamanı da olsa bir hayli tehlikeli olacak düşman ellerine girmek” dedi. Ne de olsa kardeşliğinin hatırını kıramazdı.
       En yakın silah arkadaşlarına anlattılar durumu. Tedbirli olmakta fayda vardı Nemçe ülkesinin iç kısımlarına gideceklerdi. Helalleştiler. Yola üç atla çıktılar. Yanlarında konukla döneceklerdi değil mi? Gelin hanım içinde bir binit olmalıydı. Yanlarına bolca pide pastırma ve helva aldılar. Domuz eti yemek istemezlerdi doğrusu helva da iyi enerji verirdi kendilerine.
       Adı gibi kapkaraydı ormanın içi de. Gece boyu nereye kadar gittiği belli olmayan dar patika da at sürmüşlerdi. Çam ağaçları yolun iki yanında duvar gibi uzanıyordu. Hiç konuşmamışlardı. Ancak şafak sökerken bir mola verdiler ve yanlarında getirdikleri pideleri ve pastırmaları atıştırdılar. Ortalık lacivert bir ışıkla aydınlanmaya başladığında çevreyi daha iyi görmeye başlamışlardı. O zaman soru sormak cesaretini bulabilmişti kendinde Toraman
       “Ese Ağa daha çok var mı? Dedi. Adam ağzında çiğnediği lokmasını yuttuktan sonra yanıtladı arkadaşının sorusunu.
       “A oğlum sen Elga yengenle nikâh kıydım diye beni tümüyle cavurlaştı mı zannettin?” dedi. Evet, buralardan birkaç kere geçtim ama bizim memleketler gibi değil buralar. Köroğlu’nun dağları gibi karanlık ve kasvetliydi bu dağlarda. Derin vadileri sarp geçitleri var ama yabancı. Bizim ellerin sıcaklığı yok. Gâvur işte her şeyiyle gâvur.” Bir an durdu. Arkadaşına yanıt vereyim derken içinde biriken nefreti kusmaya başlamıştı.
     “Sanırım öğleye doğru varırız” dedi. Toramanın içine biraz olsun su serpilmişti. Bu yaban ellerde ölüp gitmek istemezdi doğrusu. Birkaç dakikalık dinlenmeden sonra atlara atladılar ve kuzeye doğru yollarına devam ettiler.
       Ese Onbaşı öğleye doğru demişti ama gün ikindi olmuştu hala ortalıkta görüne bir köy ya da kasaba yoktu. Akşamüzeri hava kararırken bir mola daha verdiler. O zaman daha Toraman Gazi sormadan Ese Onbaşı söylemişti ne kadar yollarının kaldığını
       “Aha şu tepeyi aşınca varacağız” demişti. Yanılmamıştı da. Eliyle gösterdiği tepeye vardıklarında öte yandaki küçük alçak düzlüğe inşa edilmiş kuleyi görmüşlerdi. Güneş çoktan dağların ardında kaybolmuş yerini ağır ağır ilerleyen gölgelere bırakmıştı. Yorgun atlarını kulenin yakınlarındaki derede bıraktılar. Daha baharın kar sularıyla taşmamış sakin akan dere yakınlarında yemyeşil otları yer dinlenirdi hayvanlar. Hayvanların kaybolacağıyla ilgili bir endişeleri de yoktu. Ne de olsa sipahi dediğin atıyla bütünleşmiş bir savaşçıydı. Talimli hayvanlarını istekleri dışında kimse götüremezdi. Hem bu koca ormanın içinde kendilerinden ve efsanesini duydukları prensesten başka bir Tanrı kulu olacağını düşünmüyorlardı.
       Ağır adımlarla bastıkları yerlere dikkat ederek kuleye yaklaştılar. Gölgeler sinsice ilerleyen düşman gibiydi. Hissettirmeden her yeri kaplıyorlardı. Toramanın aklına buralara gelmeden önce arkadaşlarının anlattıkları geldi. Karaormanın büyülü olduğu neredeyse tüm Urum eline yayılmıştı. ‘Orada cinler yaşar’ deniliyordu. ‘Bir dudağı yerde bir dudağı gökte devlerden’ söz ediyorlardı. ‘Bir nefes kadar sessizce yaklaşan ve tek hamlede ruhları acıyla teslim alan ifritler’ anlatılıyordu. Ama çavuşları bütün bu anlatılanların ‘Şvabo’ denilen ve kuzeyde yaşayıp giden zengin halk tarafından uydurulduğunu söylemişti. “Bu sayede kimse Karanlık ormanı geçip kendilerine ulaşamıyor” demişti. Asırlık bir meşe ağacının dibinde vedalaştılar. “Bundan sonrası sana ait git getir gelinimizi” demişti Ese. Toraman Gazi istemeyerekte olsa arkadaşını bıraktı ve kuleye doğru temkinli adımlarla yol almaya başladı
       Uzun süre bekleyeceğini umut ediyordu Ese onbaşı ama Toramanı karşısında nefes nefese görünce afalladı. Üstelikte koca adam yalnız geliyordu.
       “Ne oldu Toraman diye seslendiğinde iriyarı arkadaşı yanı başına varmıştı bile. Arkasından gelen bağırışlara bakılırsa yakalanmış olmalıydı. Doğrusu her kız kaçırmada olduğu gibi bu defa da peşinden koşanların olacağını biliyorlardı. Bu nedenle hızlı üç at ile gelmişlerdi. Yıldırım gibi gelecekler ve geldikleri gibi döneceklerdi. Ama nasıl olurda Toraman gazi elleri boş gelirdi. “Dur bakalım ne olacak” dedi kendi kendine.
       “Hadi ağam gidelim bir an önce” dedi ve kendisini bekleyen atına atladı. İki arkadaşın nal sesleri karanlığa karışırken bineklerinin başlarını çoktan geldikleri yöne çevirmişlerdi. Birkaç fersah dörtnala öylece gittiler. Arkadan gelen meşale ışıltıları ve gürültüler çok gerilerinde kaldığına inandıklarında yavaşladılar. O zaman Ese Onbaşı yere atladı. Kulağını yere dayadığında bir süre sessiz kaldılar. Çevreden kendilerine doğru yaklaşan yeri titretecek nal sesleri duyulmuyordu. Ormanın doğal sessinden başka bir ses duyulmuyordu etrafta.  Bu iyi haber demekti. Tekrar atına atladı. Merakı ağır bastı ve kendi anlatmadıkça sormayı düşünmediği soruyu arkadaşına sordu. Bir yandan da atının bağrını okşuyordu.
     “Hele anlat bakalım neler oldu” Arkadaşının yüzü ağlamaklı olmuştu.
     “Ben ne bahtsızmışım meğer” dedi. Ardından devam etti  “Ağa bundan böyle bana ‘Bahtsız Toraman’ diyesiniz” Atlarının dizginlerini gevşettiler. Peşlerinden gelen yoktu ama kendileri yaban ellerdeydi ve her an olay koruculara intikal edebilirdi. Hayvanlar tırıs gidiyordu. Ağaçların gölgeleri bir beliriyor bir yitiyordu. Terli hayvanları daha fazla yormamak için bir müddet böylece gittiler. Uzun süren bir tek düze nal sesinden sonra dayanamayan Ese onbaşı patladı…
     “E hadi yiğidim neler olduğunu anlat. Anlat ta neler olduğunu bilelim” dediğinde Toraman az önceki ağlamaklı ses tonuyla yanıt verdi.
     “Boş ver Ağa” dedi. “Ahmak iti, yol kocatırmış” bizimki de öyle. Kendi memleketimizden kendi köyümüzden birini bulamadık geldik taa Frenk ellerine. Dönüşte anama söyleyeceğim birini bulsun bana” dedi. Ese, arkadaşının başına neler geldiğini tahmin edebiliyordu. Üstelik dünden beri bunu anlatmaya çalışmıştı ama anlamamıştı arkadaşı. Yine de kendisinden duymak istedi ve atını durdurdu.
     “Neler olduğunu anlatmadan bir adım daha gitmem” dedi. Sesinde kararlılık vardı. Kaçacak yeri kalmamıştı Toraman Gazinin. Başladı anlatmaya

      “Senden ayrıldıktan sonra kuleye doğru yürümeye başladım. Bana gösterdiğin kuleden aşağı sarkan uzun sarı saça yaklaşmaya çalışıyordum. Üzerimi yırtan dikenli çalılara aldırmadan yaklaştım. Bosna sarayına kadar ulaşan dedikodular aklıma geliyordu. Her an karşıma iğrenç şekilli bir yaratık çıkacakmış gibi tedirgindim. Hafif bir yel esse bir dal kıpırdasa ürperiyordum. Tanrıya tevekkül ediyor aklıma Çavuşun anlattıklarını getiriyordum.  Her şeyin uydurma olduğunu mırıldanıyordum. Emekli olunca evleneceğim yengem Elga gibi bir hanımla nikâhlanma düşüncesi kamçılıyordu beni. Bir zaman yürüdükten sonra kulenin dibine vardım. Naz yapar gibi yavaşça çekildi bileğim kalınlığındaki sarı perçem yukarı. Raks eder gibi yükseldi yükseldi ve kulenin üzerindeki çıkıntıda kayboldu. O zaman yanında durduğum yapının ne kadar yüksek olduğunu fark ettim Namussuz taş bina neredeyse bir hisar kadar geniş ve bizim Koca Sinan Ustanın yaptığı minarelerden de uzunmuş. Neyse uzatmayayım sırtımı kesme taşlara dayayıp sağı solu dinlemeye başladım İşte o zaman burnuma gelen hoş kokuyu hissettim.
       Allah’ım delirecektim. Sanki binlerce gülü çevreye saçmışlardı. Yok yok gül değildi yalnızca. Lavanta, leylak, papatya, yasemin dünyanın tüm çiçekleri saçılmıştı sanki kulenin etrafına. Ama sonradan fikrim değişmişti, kokular bu dünyadan değildi. Böyle enfes bir koku bu dünyadan olamazdı, olsa olsa cennetten geliyor olmalıydı. Gözlerimi kısıp çevreme bakındım. O zaman kokunun yukarıdan kuleden geldiğini anladım. Eğer kokusu buysa kendisi nasıldır diye aklından geçiriyordum ki o sesi duydum.
     “Ses mi?  Ne sesi. Ben aşağıda ne bir koku ne de ses duydum” dedi.
     “Ağa bırakta anlatayım” dedi yarı pişmanlık yarı öfke dolu bir sesle. Karanlıkta iki adam  muhabbete dalmışlardı. Atlarıysa sanki yolu biliyorlarmış gibi usul adımlarla adeta adımlarıyla yürüyordu.
     “Ses yukarıdan geliyordu. Tatlı bir konuşma sesi ince bir tül gibi aşağı iniyordu. Bülbül şakıması dersen değil, derinden akan latif su sesi dersen hiç değil. Rabbim Şahadet mertebesini nasip eder de cennete gidersek ancak o sesin benzerini hurilerden duyarız” dedi Toraman Gazi.
       “Söylediklerini anlamıyordum ama o kadar tatlı konuşuyordu ki her nağmesi insanın içine işleyen saz dinliyorum zannederdin. ‘İşte aradığımı buldum’ dedim kendi kendime. Kuleye mutlaka tırmanmalıydım. Bu iş için lazım olur diye yanımızda getirdiğimiz urgan aklıma geldi. Talimlerden anımsadıklarımı uygulayıp ucunda kanca olan urganı fırlattım. İkinci atışta tutunmuştu kanca yukarıda bir yerlere. Beni çağıran sese o güzel kokuya doğru var gücümle tırmandım.
       Kolumu korkuluğa atınca iç tarafta divanın üzerine uzanan gölgeyi gördüm. İpek gibi parlayan saçları alaca karanlıkta sihirli bir ışık gibi çevresini aydınlatıyordu. Uzun beyaz elbisesi uzandığı yataktan aşağı doğru sarkıyordu. Libasının her kıvrımının dantellerle işlendiği gecenin zifiri andıran karanlığında bile belli oluyordu. Yorgun başımı yaslayıp dinleneceğim, tüm hayatım boyunca beklediğim kadın orada uzanıyordu. ‘Seni bu tutsaklıktan kurtaracağım’ dedim. Biraz daha sabret gülüm seni almaya geldim’ dedim. Geniş kulenin ortasına doğru yaklaştım. Her adımımım beni saadete götürdüğünü hissediyordum.” Dedi.
     “Ya Toraman sende ne cevherler varmış meğer” dedi şaşkınlıkla Ese onbaşı. Adam sözünün burasında durdu. “Evet dedi. Belki inanmayacaksın ama daha dün sabah o çocuk anlatırken aşık olmuştum ben o prensese” o ana kadar konuşmasındaki heyecan bitmişti sanki. “Gerçi prenses olmasaydı yine olurdu ama kısmet değilmiş” dedi. Karamsarlığın lime lime hissedildiği bir sesle devam etti konuşmasına
     “Ama maalesef bütün saadetim bu kadarmış” dedi. Arkadaşı bir anlam verememişti anlattıklarına. Bir an hayallerini ya da kafasından uydurduklarını anlattığını düşünmüştü. Şimdi ise gerçeğe döneceği anlaşılıyordu.
     “Kulenin karanlık köşesinde bir kıvılcım parladı. Ardından koca bir kav tutuştu. Ben ne olduğunu anlamadan çıralar yandı her yönde. İçine düştüğüm bir tuzakmış. Anlaşılan bizi bekliyorlarmış” dedi.
     “Sende o kalabalıktan korktun kaçtın değil mi?” dedi. Neden soluksuzca buralara geldiklerini anlamamıştı. Yılların yiğidi Toraman yaşlanmaya başlamıştı anlaşılan.
     “Çok mu kalabalıklardı?” dedi. “Bir ıslık çalsaydın yetişirdim” dedi. Arkadaşı hala susuyordu. “Anladım” dedi İkimizin de baş edebileceğinden fazlaydı sayıları”  ama hala arkadaşından bir tepki yoktu.
     “Çatlatma adamı ne olduysa anlat çok istersen daha kalabalık geliriz. Sonuçta bu iş bir hayır işi değil mi?” dedi.
     “Hiç biri değil Ağa” dedi üzgün bir sesle. “Yatakta dantelâlı süslü elbiselerle uzanan ne Elga yengeye benziyor ne de bizim oraların kızlarına. Kulenin tepesinde birilerini bekleyen yaşı geçmiş yüzü pörsümüş, tombalak kız kurusunun biriydi. İnan bana gündüz görsen heyula görmüş gibi kaçarsın.” Dedi  “Aha Ağa ah bende baht olsa yeter, tahtı neyleyeyim.

     Kulenin üzerinde bekleşen kişilerden biri gözleri nemli prensese yaklaşarak gönlünü almaya çalıştı.
     “Kocaman bir prenslik seni bekliyor a kızım bir baldırı çıplak Osmanlıyı ne yapacaksın” dedi. Giden atlıların peşinden sanki görebilecekmiş gibi karanlığa bakan prenses Rapunzel içini çekerek
     “Ah baba ah, bende baht olsa yeter tahtı neyleyeyim.” Dedi.  Ağır adımlarla eteklerini tutarak merdivenlere yöneldi. O ara yaşlı adam kendisine sürekli akıl veren kâhyasına yaklaşarak “Eee, Hans efendi bu planda sökmedi.” Dedi  “Sana kalsa bir taşla iki kuş vuracaktım. Hem kızımı evlendirecektim hem Türk damadım olacaktı, çevremizdeki asil geçinen zorbalara karşı üstünlük elde edecektim. Gittikçe büyüyen toprağım olacaktı”
     “Evet, beyim takdir edersiniz ki planımız çok iyiydi. Gece karanlığında nasıl biri olduğunu görmeden kızınızı kaçıracaklardı. Ardından diplomatik sorun çıkmasın diye evleneceklerdi. Ama niçin o çakmak çakıldı ki” dedi. Adam yavaşça kâhyasına yaklaştı. “Olan güzel kızıma oluyor.” Bir an durdu ve ardından devam etti. 
     “Neyse boş ver onu bunu senin oğlanların yeni bir planı var mı onu söyle” dedi. Yaşlı kâhyanın gözleri parladı. Ne zaman oğullarının adı geçse gizli bir gurur içini kaplıyordu.
      “Var beyim” dedi. “Bir söylenti daha yayacağız çevreye demişti oğlan geçen gün. ‘Yüz yıldır uyuyan ve kendisini uyandırmak için yakışıklı prensini bekleyen prensesin’ söylencesini anlatmaya başlayacaklar çevreye” dedi. “Umarım bu kere kızınızın talihi yaver gider” dedi son söz olarak Derebeyi de “Umarım” diye ekledi. Yoksa evde kalan kızının öyküsü dilden dile anlatılan masallara dönüşecekti.

38
Kurgu İskelesi / Korkunç Deney
« : 25 Temmuz 2011, 17:12:33 »
KORKUNÇ DENEY

    Öykü uzun bir öykü ama dinleyecek vaktinizin kısıtlı olduğunu bildiğim için oldukça kısaltmaya çalışarak anlatacağım. Kaynağı ise benim bu türlü bir araştırma yaptığımı öğrenen bir öğretmen arkadaşım. Kendisiyle Anadolu’nun Ko... Kasabasında bir süre aynı okulda görev yapmıştık. O zamanlar emekliliği yaklaşmış bir Din dersi öğretmeniydi.

   Aydın bir kişiliği vardır öğretmen arkadaşımın, Osmanlıca’sı iyiydi ve en önemlisi tarihe meraklıydı. Kendisinin bu bilgileri, İstanbul İmam Hatip Liselerinin birinde görev yaparken herkesin giremediği, önemli kütüphanelerden birinde eline geçen bir defterden aldığını söylemişti. Doğruluğu konusuna gelince; önce anlattıklarını bir kere okuyun daha sonra tartışırız. Yazının buradan sonrası bir tür tercüme gibidir. Defter bir anı defteri gibi tutulmuş, yaprakları sararmaya yüz tutmuş eski yazı ile yazılmış bir defterdir. Bu nedenle konuyu bir öykü olarak değil bir araştırma olarak kabul etmenizi ve öyle okumanızı rica edeceğim.

   “Karmaşık bir öykü, ama öyküye başlamadan ben kendimi tanıtmak istiyorum. Adım Halik, Şarki karaağaç eşrafından Tüccar zade Hüseyin efendinin küçük oğlu Abdülhalik. Yirmi yedi yaşındayım ve hafiye olarak Devlet-i Ali nin kurduğu zaptiye teşkilatında görev yapıyorum. Bu nameyi ise gelecek kuşaklara ibret olsun diye bırakıyorum. Olur ya bir gün tarihe merak salan birinin eline geçer, o vakit yaşadığı yerlerin nemenem bir yer olduğunu öğrenmek ister.

   Padişah efendimizin sadaret başyaveri Mirliva Cemal Paşanın yaptırmak istediği köşk için bir arazi aranmaktaydı. Şehri- İstanbul’a yakın ama sessiz, sakin bir yer isteniyordu. Yeni açılan Bağdat yolu üzerinde bir arazi bulundu ama arazi hakkındaki şayialar Paşamızı çok üzdüğü için işin aslını öğrenmek gerekti. Bu nedenle Amirim Kerim Bey beni bu göreve uygun buldu. Yaptığım araştırmaların sonucunda duyduğum söylentilerin kısmen de olsa doğru olduğunu, şimdinin huzurlu ve güvenli mahallelerinde bir zamanlar hem kötü hem de iğrenç vakıaların yaşandığını öğrendim. İş bu aşağıdaki satırlar bu olayı tevatür havasında da olsa size anlatmak için kaleme alındı.

   Her şeyin başında beni âdemin ihtirasları ve hayvani hisleri yatmaktadır. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli vasıflardan biri de erdemidir, ahlakıdır. Eğer bu erdemden vazgeçecek olursanız otaya ne tür bir hilkat garibesinin çıkacağını bilemezsiniz. İşte cadı bostanına adını veren Cadı böyle bir iğrençlik sonucu peydahlanmıştır.

   İnsanoğlu Allah’ın yarattıklarıyla yetinmemiştir. Çoğu zaman hırsı ağır basmış, kendisini Yüce Tanrıdan daha akıllı zannedip, tabiata kendisi de yön vermek istemiştir. Misal mi istersiniz; Katır. İşgüzar insanoğlu ne merkeple yetinmesini bilmiş ne de atla. Ama umutları ve beklentileri katırdan daha fazlası olan kişiler kendi çıkarları uğruna yapmadıkları kalmamıştı. Ben bütün bunları olayın içine girdikten sonra öğrendim.

   İşin içine girdiğim günden beri bir “Cadı” lafı alıp yürümüştü yöreyi. Günler boyunca izini sürdüm bu cadının. Hakkında vahşi, canavar, kan emici gibi sayısız sıfatlar vardı ama öldürdüğü kişioğlu yoktu. Genellikle davarlara zarar verir halka zarar vermezdi. Öldürdükleriyse tam anlamıyla vahşetti. Kaçırdığı hayvanları paramparça eder kemiklerini dahi un ufak ederdi. Hakkında İstida verildiği için yakalamaya karar vermiştik. Canavarla ilgili o kadar çok dedikodu vardı ki; cadı diyenlerde vardı, aslan diyenlerde. Hatta kanatlı Ejderha gördüğünü söyleyen köylüler bile vardı. Sonuçta bu cadı yâda canavar her neyse yakalanmalıydı. Ölü yâda diri yakalanmalıydı.

   Uzun hazırlıklardan sonra bir takım düzdüm ve yola koyulduk. Takıma keskin nişancı iki asker, İki usta balıkçı almıştım.  Serpme ağ atan iki genç ve güçlü balıkçı. Yanlarına en sağlam ağlarını almışlardı, amacım cadıyı canlı yakalamaktı. Eğer canlı yakalamayı başaramazsam o zaman keskin nişancılar vuracaklardı. Akla gelebilecek her tedbiri almıştık. Kendimi övmekten hoşlanmam ama bendenizde iyi atıcıydım.

   Karanlık bir gece yol alıyorduk. Cadının görüldüğü Molla kuyusu civarına yol alıyorduk. Hava soğuktu ve kapalıydı ama havada bir damla yağmur veya kar yoktu. Soğuk ve karanlık iliklerimize kadar işliyordu. Ellerimizde meşaleler engebeli arazide önümüzü görmeye çalışıyorduk. Birden ileride bir gölge fark ettim. Bulutların arasından bir ara kendini gösteren ay ışığında, bir kayanın üzerine dikilmişti. Öyle heybetli bir görünüşü yoktu ama yinede ürkütücüydü. Eğer neyin peşinde olduğumu bilmesem yalnız dolaşan vahşi bir kurt ile karşı karşıya olduğumu düşünürdüm.

   Avımızı bulmuştuk, ele geçirmek kalıyordu yalnızca. Ele geçirecektik ama nasıl, çembere alacak kadar kalabalık değildik. O nedenle iyi bir plan dâhilinde hareket etmeliydik. Adamlarıma sessiz olmalarını işaret ettim. Neredeyse parmaklarımızın ucunda yaklaşmaya başladık. Canavar veya yaratık, koca kayanın üzerinde dinleniyor gibi uyukluyordu. Aramızdaki mesafe azaldıkça tedirginliğimiz artıyordu. Bir ara dönüp baktığımda arkamda yürüyen memurlardan birinin dudaklarının kıpırdadığını gördüm, belli ki dua ediyordu. Yanımda yürüyen ve eşyamızı taşıyan kılavuzumuz Abdullah kulağıma iyice yaklaştı.

   “Bu kadar az kişiyle bu iş olmaz" dedi.  "Geri dönelim ve daha kalabalık olarak gelelim" Sesi titriyordu, belli ki heyecanlanmış hatta korkmuştu. Bense tam aksini düşünüyordum. "Tam zamanıdır" dedim. “En etkili müdafaa hücumdur” derler” diye bilmişçe ekledim. "Bu pisliği bir an önce temizlemeliyiz. Üstelik görmüyor musun uyukluyor, kim bilir belki de hastadır. Hem de bu kadar hazırlık yapmışız."

   İki yanımda yürüyen balıkçı gençlere işaret verdim. “Hadi bakalım kahramanlar, şimdi av zamanı” dedim. Sağa sola açılmaya, kayaya sessizce yaklaşmaya başladılar. Daha önce planladığımız gibi iki keskin nişancıda yanlarındaydı birer birer. Bizlerde tabancalarımızı çekmiştik. Adımlarımızı olanca dikkatiyle atarken bir çığlık koptu birden “Yandım Anam” diye. Ardından da bir el silah sesi duyuldu ve acı bir çığlık. Adamlar birbirlerini vurmuş olmalıydılar diye düşünüyordum ki sevinç dolu bir bağırış tüm karanlığı kapladı.

   "Yakaladım... Yakaladım" Sessiz olmayı bir yana bırakmıştık.  Neler olduğunu görmek istiyorduk. Balıkçılardan biri ağını torba haline getirmiş çabuk hareketlerle yüksek bir dala asmaya çalışıyordu. Diğer askerse eliyle omzunu tutuyordu. Uzaktaki balıkçı ve asker gelince biraz daha rahatladım. Yaratığı yerden bir, bir buçuk metre yukarıya astılar. O zaman yaralandığını fark etmiştim. Yaratık yanlarına yaklaşan ikiliyi fark etmiş üzerine atlamıştı. Asker bir el ateş etmiş ama can alıcı şekilde vuramamıştı. Bir pençe darbesiyle askerin omzunu yarmıştı. İşte o zaman balıkçı ağını atmış cadıyı yakalayıp ağaca asmıştı.

   Ne yapacaktık, görevi tamamlamıştık ama avımızı kasabaya götüremezdik. Sabahı beklemeye karar verdik. Bu yaratık ağacın üzerinde acı acı haykırıyordu ama onu burada bırakıp gidemezdik. Yanımızda ise hiç götüremezdik. Hemen askerlerden birini destek çağırmak için gönderdim. Ortaya kocaman bir ateş yaktırdım. Ateş hem bizi ısıtacaktı, hem çevreyi aydınlatacaktı. Ateşten korkan vahşi hayvanlarda yanımıza yaklaşmaya cesaret edemeyeceklerdi. Bizler ateşin çevresinde gözümüzü dört açarak öylece beklemeye başladık.

   Kılavuzumuz Abdullah gideli uzun bir süre geçmişti ve hala beklediğimiz destek gelmemişti. Tedirgindim. Nedenini tam olarak bilemesem de sanki biri yahut bir şey bizi gözetliyor gibiydi. Çevremizi saran karanlık ağaçlar arasında gizli gözler bizi gözetliyordu sanki. Araziden gelen vahşi sesler tedirginliğimizi iyice arttırıyordu. Bir yerlerde baykuşlar ötüyor, kurtlar uluyordu. Böcekler ise ana temasıydı müziğin. Her yönden, her yerden sesler geliyordu. Böyle bir ortamda yalnız benim gibi şehirliler değil, herkes tedirgin olabilirdi.

   Yardım çağırmaya köylüyü merak etmeye başlamıştık. Çevreyi bilen biri olmasına rağmen kaybolmuş veya yolunu şaşırmış olabilir miydi? Az önce kıpırdayan dudaklar yine oynuyordu, üstelik transa geçmiş gibi ileri geri sallanmaya da başlamıştı. Diğer adamlarsa uyuklamaya başlamıştı. Karşımızda, ağ içine ağla sağlamlaştırdığımız avımız başarı madalyası gibi ağaca asılı duruyordu. Ağın içindeki yaratık ise bağırışları bırakmış, sesi inlemelere dönmüştü. Hatta konuşuyordu sanki. Hani mahalle çocuklarından dayak yiyen bir çocuk kenarı çekilir, burnunu çeke çeke mızıldar ya işte öyleydi, cadının içinde bulunduğu durum.

   Can sıkıntısından olacak aklıma yakaladığımız şeyi incelemek geldi. Usul adımlarla yakalanan avımıza yaklaştım. Arkamdan dua okuyan adamın sesi geliyordu; “Beyim aman deyim fazla yaklaşmayın. Elimdeki çıra yeterli ışık sağlamıyordu ve merakım ağır basmıştı. Peşinde olduğumuz cadı nemenem bir şeydi öğrenmeliydim. Zaten insanın başlına ne geliyorsa meraktan geliyordu.

    "Yapmayın beyim çocuk olmayın" dedi ardımdan bir başka ses. Geri dönüp gülümsedim. Hareketimden tedirgin olan balıkçılardı bu defa seslenen. "Ağa takılmış vede sudan çıkmış balık gibi, üstelik askıda görmüyor musun" dedim ukalaca

   “Yine de siz fazla yaklaşmayın dedi diğer kişi. "Uyuyorsa uyandırmak doğru olmaz."  Dedim ya merak duygum kabarmıştı bir kere. Sessiz adımlarla tortop olmuş kıl ve tüy yumağına yaklaştım. Gerçek ölçüleri canavarı öldürdükten sonra alabilirdik ama yine de kabataslak ölçüler çıkarılabilirdi. Yaklaşık Yarım kulaç eninde bir yumak vardı kaşımda. Rüzgârda alazlanan meşalenin titrek ışığında yaklaştığımı gören yaratık inlemeyi bırakmış gözlerime bakmaya başlamıştı. Birbirini tanımaya çalışan iki insan gibi göz göze geldik bir süre. O zaman hayvanın insanoğluna olan benzerliğini fark ettim. Gözleri acı çeken hasta gibi mahzun mahzun bakıyordu.

   “Pekte iğrenç görünüyorsun dedim" fısıltıyla. Yaratık kulaklarını dikti. Kanlı gözleriyle gözlerime bakmayı sürdürdü. İlk başta korkutucu görünse de bakışlarında garip bir hüzün vardı. Yalnızca gözlerine bakınca ağa yakalananın,  buralarda insanları korkuyla evlerine kapatan bir cani, bir cadı değil de masum bir ceylan yâda tavşan yavrusu zannederdiniz.

   “Sen onca cana ve mala zarar ver ve sonra yakalanmamayı bekle olur mu hiç?" dedim. Sesim azarlar tondaydı. Yanıt olarak yalnızca bir hırıltı çıktı hayvanın boğazından, sanki beni anlıyor, onaylıyordu. Olan bitenden kendi sorumlu değilmiş, bir başkasının kurbanıymış gibiydi. Garip bir sihrin etkisindeydim sanki.

   Aradan ne kadar vakit geçmişti bilmiyorum ama yaklaşan ayak sesleri dikkatimizi canavardan uzaklaştırdı. İleride ağaçların arasında bir gurup ellerinde meşalelerle yaklaşıyordu. Çıkardıkları gürültüye bakarsanız koca bir tabur geliyor zannedebilirdiniz ama yaklaşınca o kadar fazla kalabalık olmadıklarını anlamıştık. Biraz daha yaklaşınca gelenlerin ellerinde meşaleler taşıyan askerlerin çoğunlukta olduğu bir gurup olduğunu görmüştük.  

   Yanlarında yaşlı bir sivilde vardı. Hızını kendinden çok daha genç olan guruba uydurmaya çalıştığı için nefes nefese kalmıştı. Uzakta yükselti üzerindeki çam ağacının dalına asılmış ağı görünce yüzüne memnun bir gülümseme yayıldı. Balıkçılar yaptığı işin göz önüne alınmadığı düşünmüş olmalılar ki araya gidiler

   “Yakaladığımız en büyük balıklardan biri bu" dedi. “Gel bakalım kaçak" dedi karanlıkta ağaca asılmış ağa doğru. "Seni gibi asi mahlûk, bir sürü masumun hayvanın canına kıydın, bizi günlerce oyaladın" dedi. Elini yanındaki askerin silahına uzattı. Asker bir an duraladı, komutanına baktı. Bu küçük müfrezenin başındaki yüksek rütbeli subay başıyla onaylayınca silahını yaşlı adamın ellerine bıraktı.

   Karanlıkta ağa doğrulan tüfeğin namlusu bir an ışıldadı. Ardından alev kustu namert delikli demir. Önce bir patlama yankılandı en uzak kuytularda, ardından da bir feryat duyuldu ormanın içerisinde. Dünyanın tüm acıları bu bağırışta gizliydi sanki. Ağaçlar, yapraklar sessizce sallandı bu acıya ortak olur gibi. Kurtlar, kuşlar yanıtladı gecenin karanlığında, kendi dilleriyle acının sahibini. Hain tüfek bir daha patladı inildeyen ağın içine doğru ve bir daha, bir daha. Üç dört el ardı ardına patlayan tüfek sesi ormandaki tüm mahlûkatı susturmuştu. Ağda sallanan inilti sustu, yere düşen kan damlalarının sesini duyuyorduk sessiz karanlık içinde. Derin bir sükûnet kaplamıştı ormanı, dünyayı ve tüm kainatı.

   "Söz dinlemeyenin, efendisine asi olanın sonu budur" dedi yaşlı adam. Başkaca söz söylemeye fırsatı kalmadı. O saniye bir rüzgâr esti ormandaki küçük gurubun etrafında. Rüzgârın şiddetinden tüm meşaleler söndü bir anda. Kara bulutlar tek tük parıldayan yıldızları örtü. Gecenin karanlığını arttırmak olacakları gökyüzündeki ışıltılara göstermemek ister gibiydiler. Ortada, uzun zamandır yandığı için zayıflayan ateş söndü. Zifir gibi karanlık kapladı ortalığı. Korku içindeki askerler, balıkçılar ve ben bir şey anlamadığımızdan şaşkınlıkla birbirimize bakarken, az önce duyduğumuzdan çok daha şiddetli bir çığlık duyduk.

     Karanlıkta alev halinde bir çift göz parıldadı, devasa bir bedenin üzerinde. Kara tüylü bir gövde aramıza daldı. Karanlık bir şimşeğin aranızda dolaştığını ve değdiği her yere kan ve ölüm getirdiğini düşünün... Saniyenin küçük bir kesrinde şimşek yanı başımdaydı. Benim gibi olan biteni anlamaya çalışan yaşlı adamın boğazını yakaladı. O lahza hırs ve öfkeyle başını gövdesinden ayırdı. Önce boynunun kırılmasının sesini duydum. Adamın başı tamamen arkaya döndü. Küçük bir çocuğun ağzındaki sakızı uzatması gibi kafayı çekti. Boyun uzadı, uzadı ve kafa yerinden koptu. Oyuncağından sıkılmış şımarık çocuk gibi fırlattı attı elindeki kafayı. Yaşlı adamın kanlar içindeki gövdesini kaldırdı ve uzakta dikilen neler olup bittiğini anlamamış askerlerin kumandanına fırlattı. İki sıçrayışla üst üste yatan bedenlere vardı.

   Üzerine fırlatılan başsız bedenin kanlarına bulanmış zabit korku içinde titriyordu. Belki kaçmaya çalışacaktı ama üzerindeki ağırlık buna engeldi. Aynı sonun kendisini beklediğini biliyordu. Korku içindeki gözlerinin son gördüğü sahneyse biraz ötede canavarın koltuğunun altındaki cansız vücuduydu. Yaratık işini bir kaç saniyede görmüş kollarında iki başsız bedenle küçük tepedeki ağacın üzerinde sallanan ağa varmıştı.

    Gurupta bulunan bizler ne olduğunu anlamamıştık. Korku ile olduğumuz yere çömelmiştik. Kanımız çekilmişti, her birimiz bir taş heykel kesilmiş öylece duruyorduk. Zaten yaşlı adamın tüfeğinin patlamasıyla gelinen bu nokta arasında bir kuş kanat çırpımı süre anca geçmişti. Gurubun çavuşunun sesini duyduğumda kendime geldim.

   "Ateş" dedi, geceyi bu defa tüfek patlamalarının sesleri doldurdu. Ağaca tırmanmaya çalışan iri bedene çarpan her mermi yaratığın bir an sendelemesin neden oluyordu ama hayvan işine devam ediyordu. Ağı dala bağlayan ipi koparması çok zamanını almadı. Yediği mermilerden hareketleri biraz yavaşlamıştı ama yine de yere düşen ağı sırtlayacak gücü vardı.

   Müfrezedeki askerler başlarındaki çavuşlarının emirlerine harfiyen uyuyorlardı. ona yakın asker ve elinde tabancası olan çavuş hedef tahtasına atış talimi yapar gibi yağdırıyordu mermileri. Sırtında ağla cüssesi artmış iri gövde bir kaç adım daha atabildi ağaçların arasına doğru ve yığıldı kaldı.

   "Yeter, ateşi kesin… Ateşi kesin” diye bağırmaya başlamıştım. Önümde gecenin bir yarısında bir Dram sahnelenmeye başlamıştı. Bende diğerleri de anlamıştık acılı bir annenin yavrusunun cesedini alıp kaçmak istediğini. Yavaştan yağmur yağmaya başladı gecenin üzerine. Yıldızlardan bu korkunç sahneyi gizlemeye çalışan kara bulutlar her şeyi yıkamak istiyor gibiydiler. Bütün korkularımı unutmuş, hızla koşmuştum gölgeye doğru. Yaratığın yanına vardığımızdaysa son nefesini veriyordu. Tıpkı bir ana gibi yavrusunun cansız bedenini kucaklamış, onu tehlikelerden kurtarmak için kendini siper etmişti.

   Askerlere geniş bir çukur kazmalarını söyledim. Ne geceye nede şiddetini arttıran yağmura aldırmadan söylediğimi yapmaya başladılar. Meşaleleri yakmak için yanlarında taşıdıkları yağı bedenlerin üzerine döktüm. Ellerindeki çıraları da çukura attık. Geri dönerken ormanın içerisinden alevler yükseliyordu. Az sonra küçük gurubumuz iki başsız bedeni ve top gibi sağa sola yuvarlanmış kafaları almış geri dönüyorduk. İki üç asker çukuru kapatmak için nöbetçi kaldı.

   Ertesi gün İstanbol da öğrendim olanı biteni. Yaşlı adamın bir ecnebi doktoru olduğunu ve hayvanlarla insanları birleştirip korkunç askerler yapmayı planlayan bir cani olduğunu söylediler. Yanındaki yüksek rütbeli ise kendisine destek veren zabitti. Önce kendi ülkesinde denemiş bu tür çiftleşmeleri. Yasaklanınca kendisine uygun koşulları sağlayacak yerler aramaya başlamış. Kendisine resmi izin verilmediği için Gebze yakınlarında bir çiftlikte gizli gizli çalışıyorlarmış. Deney hayvanlarından biri yavrusuyla birlikte kaçmış bir zaman önce...”

      “Bundan sonrası yazmıyordu belge de.” Dedi arkadaşım. Sonra ne olmuştur. Muhtemelen dosya kapanmıştır tabi. Bense Cadı Bostanı efsanesinin ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olmuştum. İş bu yazıyı günümüz Türkçe sine çevirmeğe ve öykü havasında yazıp meraklılarına göndermeğe kalıyordu.                       AZİZ HAYRİ

39
Kurgu İskelesi / Tepedeki Konak
« : 22 Temmuz 2011, 12:53:57 »
T E P E D E K İ     K O N A K

  Oraya vardığımda sorunun temelinde ne olduğunu öğrenmiştim, tepedeki eski konak. Koca bölgeye uğursuzluk söylentisini, insanları hayalet ya da cadı korkusuyla evlerine kapatan tepedeki eski konağın kiracılarıydı. Evde kimin ya da kimlerin oturduğu tam olarak bilinmiyordu. Bilinen ya da bilindiği sanılan yalnızca sağda solda konuşulanlardı. Dedikodular Değirmenderesi köyünden buraya, Üçgözler Mutasarrıflığına kadar varmıştı. Yok geceleri evde dolaşan ışıklar varmış, yok bağırışlar çığırışlar geliyormuş. Durum bana yani resmiyete intikal ettiğinde neredeyse iş işten geçmişti.

   Kaymakamlığa yazılan dilekçe işleme giresiye ve Mutasarrıflıkta beni görevlendiresiye kadar geçen sürede olanlar olmuş, koca konak yanıp kül olmuştu. Bir gurup çocuk her şeyi halletmişti. Evin sahibi de kadıya dilekçe vermişti. Mülkünün yandığını ve neden olanlardan tazmin edilmesini istiyordu. Bir yanda evini rastgele birilerine verdiği için şikayetçi olan köylüler vardı diğer yanda da evinin kasti yakıldığını iddia eden ev sahibi vardı. Çift yönlü bir soruşturma olacaktı. Konağın yandığının ertesi günü olay yeri olan Değirmenderesi köyüne gitmiştim.

    Yanıma zabıt katibini de alıp köye sabahın erken saatlerinde vardım. Köyün muhtarı bana yardımcı oluyordu. Bu işe bulaşmış olduğu söylenilen çocukları yanıma, muhtarın bana tahsis ettiği eve çağırdım. Dört çocuk gelmişti odama. Kısa bir hal hatır sonra faslından sonra;

     “Hele anlatın bakalım şu olan biteni" dedim. İçlerinden biri başladı anlatmaya

    “Olanlar Abdi Beyin konağına yeni kiracılar taşınınca başlamıştı" diyerek başladı anlatmaya. Kendisi İstanbol da oturan Hassa İdadisi müderrislerinden birinin oğluymuş. Aydınlık yüzlü, zeki ve terbiyeli bir çocuktu. Diğerleriyse Değirmenderesi köylülerinin çocuklarıydı. Hepsi çocukluktan yeni çıkmış bıyıkları henüz terlemeye başlamış gençlerdi.  

    “O yaz her yaz olduğu gibi annemin köyü olan Değirmenderesine gelmiştim. Dedemin yanında kalacak, kendisine işlerinde yardım edecektim. Bu bana hem hava değişikliği olacak hem de dedemin işlerini kolaylamış olacaktım. Tabi her sene görüştüğüm arkadaşlarımla da görüşmüş olacaktım.

     Köye vardığımın ertesi sabahı tepedeki köşke taşınan esrarengiz kiracının lafını duymuştum. Buraya sahilden kara bir yelkenliyle geldiğini söylemişlerdi. Gecenin bir yarısında bir kaç araba yükle inmiş sahile. İşi bağlayan bir uşak gelip köyden yardımcılar almış, yanındaki sandıkları ve çantaları bizimkiler taşımış. Evi tutan adamın kim olduğunu, ya da ne iş yaptığını gören yokmuş. İşlerini takip eden zayıf bir uşak varmış yalnızca. Oda ortalıkta fazla görünmezmiş, bir kaç kerede köye gelip gitmiş, o kadar.

    Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde bu yabancıyı konuşur olmuştuk. Aslında yalnız biz değil, tüm köylü konuşuyordu yabancıyı. Beddualar ve ahlar Abdi efendiye gidiyordu. Üç kuruş paraya tamah edip evini tanımadık birine kiralamasına söyleniyorlardı. Ama yapılacak fazla bir şeyde yoktu.”

    “Bir keresinde babam arkadaşlarıyla ziyaretine gitti yeni kiracının." Bir başka genç sözü aldı. "Benim babam köyün muhtarıdır" dedi gizli bir övünmeyle.  “Yanlarında ben de vardım. O gün kapıyı gene o yaşlı bey açtı. Bembeyaz, kansız bir yüzü vardı. Üzerinde siyah bir takım elbisesi vardı. Bizlere "Beyim uzun bir yolculuktan döndü, istirahat ediyor"  dedi ve kapıyı yüzümüze kapattı.. Bizi ne içeriye davet etti nede bir şeyler ikram etmeyi önerdi. Her ne kadar Osmanlı lisanını düzgün konuşsa da yabancı biri olduğu belli oluyordu. Kös kös geri döndüydük o gün” diye sözlerini bağladı.

   Ben bir yandan muhtarın oğlunu dinlerken göz ucuyla diğer üç delikanlıyı izliyordum. Zaman zaman arkadaşlarını başlarıyla sessizce onaylıyorlardı. Bir ara, araya girip, “O kayıplarla ilgili dedikodular o zaman mı çıkmıştı?” dediğimde bir başkası söze girdi.
    “Hayır. Bizim köyden hiç kaybolan olmadı. Bazı köylülerin davarları saldırıya uğramıştı ama kurtlar yapmıştır diyerek önemsenmemişti." Durdu, yanlış bir söz söylediğini anlamıştı  “Yani tedbirleri arttırdılar, ahırların önünde nöbet tutmaya başladılar ama davara kimin ya da neyin saldırdığını ne gören vardı ne de duyan. Kimse olanlardan bir şey anlamıyordu. Gün geçtikçe korku yayıldı köye. Tarlada bahçede işleri olanlar hava kararmadan evlerine dönmeye çalışıyordu, kimse geceleri sokağa çıkmaya cesaret edemiyordu.”
      “İşte o zaman cadı söylentisi çıktı. Her gece ya bir koyun ya bir dana telef oluyordu. Sabah hayvancık gözleri açık ve kanı çekilmiş olarak bulunuyordu.” Bir diğer genç söze girmişti. Ama araya girme gereği duymuştum
     “İyi de olanları cadıya mal etmek ne demek onu anlamadım. Evet iri bir kurt olabilirdi bütün bu olanlara sebep. Ya da bir ayı dadanmış olabilirdi sizin taze koyunlarınıza ve keçilerinize.”
     “Bir ara Babam evde otururken koyunlarının çılgınca melediğini duyunca dışarı çıkmış. Bir gölge kanatlanmış uçuyormuş”. İlk konuşmaya başlayan müderrisin oğlu söz alan arkadaşını tanıtmaya gerek duydu,
     “Bu İsa, kendisi köy çobanı Tavşan Alinin oğludur.”  
     “O zaman bunların sebebi iri bir kuş mesela bir kartal olmalı" dediğimde sarışın ufak tefek köylü çocuğu yanıtladı beni alaylı ses tonuyla
      “Babam yaratığın önce yürüğünü ardından kuş gibi kanatlanıp uçtuğunu görmüş” dedi Sözlerini desteklemek için “hemi de kartal olsa, o kadar kocaman kartal dünyanın neresinde yaşar ki" diye ekledi. Konuyu uzatmanın gereği yoktu. Aynı alaycı ses tonunu vermeye çalışarak sözlerime devam ettim.
      “Demek kanatlıydı ve kuş değildi... O zaman olsa olsa bir cadıdır" Dördününde yüzüne baktım. Alay ettiğimi anlamışlardı.  


   “Yanlış anladınız, ben sadece neler olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Üstelik Cadı diye bir şey yoktur. İnsan ölür ve ruhu ahrete uçar.”  O dakikaya kadar hiç konuşmayan dördüncü delikanlı utangaç bir sesle konuşmaya başladı
     “Evet haklısınız. Benim babam köy imamı Yunus hocadır. Sözlerinizin benzerlerini babamda söyler her zaman. Ali amcaya da aynı şeyi söyledi. Ama Ali amca ve diğerleri hemen itiraz ettiler. "O zaman merhumu niye aydınlık bir yerde bırakıyoruz, o zaman niye çarşafa sardığımız ölümüzün üzerine bir bıçak bırakıyoruz" dediler. Diyebileceğim bir şey yoktu. Konuyu değiştirip Abdi beyin şikayetine getirdim.
       “Yine de Abdi bey konağını sizlerin yaktığını söylüyor ve bu konuda verilmiş dilekçesi var. Sizse bana, evi neden yaktığınızı söylemediniz hala.”  Dört delikanlı birden itiraz etti.
       “Konağı bizler mi yaktık ???”  Eğer bir araya gelip çalışılmış bir itiraz değilse şaşkınlıktı yaşadıkları. İstediğim etkiyi yaratmıştım. Konuyu anlamak için derine inmeliydim
       “Bütün bunlar tam olarak ne zaman başladı” dediğimde Müderrisin oğlu,
       “Yaz başında" dedi. Çobanın oğluysa
       “Yabancı Abdi beyin köşkünü kiraladıktan bir kaç gün sonra" dedi.
       “Peki siz mi yaktınız Konağı?" diye tekrar sorduğumda az önce bana olanları anlatmak için birbiriyle yarışan gençler sustular.
       “Hadi bana o gece olanları anlatın” dedim. Sesime arkadaşça bir ton vermeye çalışmıştım. Rahatlamaları için o dakikaya kadar oturduğum sedirden doğruldum. Mütevazı köy evinin kalın duvarlı penceresine yaklaştım. Temiz işlemeli pazen perdeyi araladım. Dışarıda çok güzel bir hava vardı. Birkaç dakika süren sessizlikten sonra kendilerinden bir yanıt gelmeyince

       “Hadi yangın yerine gidelim. Orada belleğiniz daha iyi yerine gelir." dedim. O dakikaya kadar olanları kayıt altına almaya çalışan zabıt memuruna dönerek
       “Sen de yazmaktan yoruldun, istirahat et bizler gelesiye kadar" dedim. Çocukların aileleri evin dışında bekleşiyorlardı. Bizle çıkınca itirazlar başladı
       “Orta da henüz bir şey yok, ama Abdi bey konağının kasten yakıldığını düşünüyor. Bu nedenle zararının karşılanmasını bekliyor.” Dediğim de başta çocukların aileleri olmak üzere toplanan köylüler söylenmeye başlamıştı. Ardımızdan gelmek isteyince delikanlılarla yalnız gitmek istediğimi söyledim. Birkaç itiraz mırıldanmasından sonra ardımızdan gelenler oldu. Zabıt memuru araya girince bizler yolumuza devam ettik.

    Tepeye vardığımızda güneş üzerimizde parıldıyordu. Yanık kokusu henüz geçmemişti. Ahşap konaktan geriye fazla bir şey kalmamıştı. Çocuklar yol boyu bir kaç adım arkamdan gelmişlerdi. Aralarında konuştuklarını duymamıştım ama işaretle anlaştıklarına emindim. Muhtar, muhtarlığının cesaretiyle iyice yakınımızdaydı, diğerleriyse daha aşağılarda bekleşiyorlardı. Yalnız gideceğiz sözünün bir hükmü kalmamıştı. Bulunduğumuz tepeye derin bir suçluluk sessizliği dolmuştu. Uzaklarda denizin üzerinde uçan martıların çığlıkları duyuluyordu yalnızca.
       "Bir kazaydı" dedi Müderrisin oğlu.
       “Ne yani koca konak bir kazayla mı yandı.” Elimle çevremizi saran yanmış enkazı gösteriyordum. Bazılarında sanki hala duman tütüyordu. Müderrisin oğlu konuşmaya başladı.
       “Köyün dışında anasıyla oturan Yanık Alinin de tek ineği ölünce kendisi hiddetlenmiş. Hanımının dur etme demelerine aldırmadan Konağa yürümüş. Gecenin karanlığında kaybolduktan sonra Elif bacı ağabeylerine haber vermiş. Yanık Alinin cesedini bir dere yatağında bulmuşlar. Tıpkı öldürülen davarlar gibi gözleri açık ve korku doluymuş. Vücudunda bir damla kanın olmadığı söylenmişti. Ben olayın bu boyutunun bilmiyordum.”
       “Ne zaman oldu bu olay...Niçin bana söylemediniz” dediğimde yılların muhtarı atıldı
       “Beyim bizlere hiç konuşma fırsatı vermiyorsunuz ki. Yalnızca kendiniz soruyor ve cevaplar almaya çalışıyorsunuz. Bulduğunuz dört masumun üzerine atmaya çalışıyorsunuz ...” Ses tonu azarlar gibiydi. Yetkimin gereğini yapmalıydım ve daha yüksek bir sesle
       “Tamam muhtar efendi” dedim. Göz göze geldik. Hatasını anlamıştı, başını öne eğdi, sustu.
       “Devam et delikanlı” dedim.
       “İşte o gün muhtar bey Üsküdar’a gidip Kaymakamlığa dilekçe verdi.” Muhtarın gözleri parladı.
       “Evet kaymakam efendimize bizzat sundum istidamı” dedi. Az önceki bakışımı atınca başını tekrar yere eğdi
       “O gün dört arkadaş cenaze namazından sonra toplandık. Olup bitenleri anlamak için gece Konağa gitmeyi kararlaştırdık.”  Karışma gereği duydum. İçlerinde en zayıf kişiliği olduğunu düşündüğüm Yunus Hocanın oğluna dönerek,
       “Sorunu temelinden çözmeye karar verdiniz ve konağı yaktınız” dedim.
       “Hayır” dedi ağlamaklı bir sesle. "Konağı biz yakmadık. Yalnızca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk."
       “Peki sence konakta bir cadı mı yaşıyordu?” Yanıtı tek kelimeydi
       “Evet”
       “Eğer bir cadı varsa ortadan kaldırmak için yakılması gerekir değil mi?” Yanımıza usul usul yaklaşan Yunus Hoca araya girdi.
       “Dinimizde cadı diye bir şey yoktur dedi.” Aileler sessizce yanımıza yaklaşmışlar İtiraz etmeme rağmen soruşturmaya katılmışlardı.
       “Tamam Hoca efendi, bende biliyorum dinimizde cadılık yoktur. İstirham ediyorum söze girmeyin ve Lütfen yerinizde kalın.”
       “Deminki sözünüze yanıt vermek istiyorum. Cadının ruhunu rahata erdirmek için yapılması gereken, ya mezarını yakacaksınız ya da mezarını açıp göğsüne kızılcık sopasından yapılmış bir kazık batıracaksınız.”

       “Siz ilk yöntemi uyguladınız değil mi?”
       “Hayır yalnızca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk.”  Bu kere itiraz eden çobanın sarışın oğluydu. Babasıyla birlikte hayvan güttüğü teninin yanıklığından belli oluyordu.
       “Gecenin ilerleyen saatlerinde bir araya geldik çünkü amacımız hiç görünmeyen hep dinlenen gerçek ev sahibinin kim olduğunu öğrenmekti. Olan bitenlerle ilgisi var mı? yok mu? anlayacaktık. Kıyıdan kenardan Konağa doğru yürümeye başladık. Cadı bize zarar vermesin diye bir arada yol alıyorduk.” Muhtarın oğlu anlatmaya başlamıştı. Dört kafadar nasılda birbirlerini bulmuştu. Bir yandan anlatıyor diğer yandan usul adımlarla konağın kalıntılarının yanına doğru yürüyordu
       “Şu pencereden içeri girmekti niyetimiz.” Gösterdiği yönde taş temelin üzerinde yerden yarım kulaç yukarıda bir pencere kalıntısı vardı.
       “Sessizce içeri girdik. Karanlıkta yılan gibi sürünerek yol alıyorduk. Niyetimiz evin bodrumundan yukarılara çıkmak, kendisinden sürekli söz edilen ama hiç kimsenin göremediği asıl ev sahibini bulmaktı. Hiç görmediğimiz ev sahibinin bir katil ya da Cadı olduğunu düşünüyorduk.”  Delikanlı sözünün burasında bakışlarını istem dışı beş on metre aşağıda dikilen yaşlı köy imamına çevirdi. Yine de anlatmaya devam etti.
       “İşte o an aşağıdan bir gürültü geldi. İki kişi bağırarak konuşuyorlardı. Bir an durduk. Evet bağırışlar geliyordu aşağıdan. Duyulan tok sesli bir erkek sesiydi. Azarlar gibi bağıra bağıra konuşuyordu, karşısındaki kişidense yalnızca iniltiler ve burun çekmeler geliyordu. İkinci kişinin ya bir çocuktu ya da bir kadın olduğunu düşünmüştüm”
       “Bu kanaate nasıl vardınız?”
       “Benzetme yalnızca, öyle ince bir ses ya bir kadına yada bir çocuğa ait olabilirdi. Üzerinde dikildiğimiz merdivenlerden biri yukarıya çıkıyordu diğerleriyse aşağıda bodruma iniyordu.” Eliyle şu an dikildiğimiz boşluğu gösteriyordu.  "Dördümüz bir kaç saniye karanlıkta bekledikten sonra ben aşağıya inen basamaklara yöneldim, ama koluma bir el yapıştı karanlıkta. Arkadaşlarımı unuttuğum için korkudan neredeyse çığlık atacaktım”


   “Bendim. Babası gibi çobanlık yapan İsa’ydı bu. "Korkuyordum ve geri dönmek istiyordum. Ben geri dönmeyi düşünürken o aşağı, cadının yanına inmeğe çalışıyordu.

    “Kolumu biri kavrayınca korkmuştum ama bizimkilerin kalp atışları o kadar hızlıydı ki varlıklarını anımsadım tekrar ve cesaret geldi. Dizlerim hafiften titrese de taş merdivenleri inmeğe başladım ağır ağır. İlk köşeyi dönünce zayıf bir ışık belirdi aşağılarda bir yerlerde. İkinci köşeden sonraysa ışık iyice belirginleşti. Merakım artmıştı iyice. Nefes bile almadan son basamağa kadar ilerledim.

   “Kocaman bir bodrum vardı merdivenlerin bittiği yerde. Rutubet kokusu havayı iyice ağırlaşmıştı. Uzak köşede bir kaç balya saman ve kocaman bir merdiven vardı. Diğer bir kenardaysa bidonlar, teneke kutular vardı. Bir çeşit depo yada ardiye gibi kullanılıyor olmalıydı. Bodrumun uzak köşesinde bir yağ lambası yanıyordu. İsli lamba içerisini olduğundan daha korkunç görünüyordu. Bizler merdivenin başına çökmüş neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Bir adam vardı tam karşı duvarda sırtı bize dönük duruyordu. Önünde de duvara dayanmış bir koltuk vardı. İskeleti demirden yapılmış genişçe bir koltuktu. Metal olmayan yalnızca otuma ve sırtını dayama minderleriydi.  
    Koltukta da çok güzel bir kadın vardı. İnce narin bir bedeni ve kibar bir yüzüyle, yağ lambasının loş ışığında masum bir şekilde koltukta oturuyordu. Biraz dikkat edince genç kadının koltuğa zincirlerle bağlı olduğunu fark ettik. Arkamdan arkadaşlarımın biri fısıldadı,

     “Cadıyı yakaladık.” Bir diğeriyse

   “Ben babama haber vermeye gidiyorum” dedi ve bir yanıt vermemize zaman bırakmadan merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Muhtarın oğlu Mehmet çoktan yukarıya varmış olmalıydı. İşte o zaman ayakta dikilen adam sesleri duydu ve merdivenlere baktı. Yakalanmıştık.

   “Allah rızası için beni kurtarın" dedi koltukta zincirli kadın. "Yardım edin, beni bu zalimin elinden kurtarın" yalvarıyordu. Ortaya çıkma zamanımız gelmişti.

   "Bırak zavallı kadını" diyerek merdivenlerin karanlığından loş ışığa çıktım. Sesime kalın bir ses tonu vermeye çalışmıştım. Ardından bizlerde çıktık. Adama üç koldan yaklaşmaya başladık. Bir yandan da az önce fırlayan Mehmetin muhtar babasını bir an önce getirmesini diliyorduk.

     Adamla yüz yüze geldik. Onca davarı öldürecek birine benzemiyordu. Hareketleri ölçülüydü ve kibar sayılırdı.

    “Siz bu iş karışmayın” diyordu. Yaklaşınca adamın üst başının kan içinde olduğunu gördük. Koltukta bağlı kadında kanlar içerisindeydi. Ağız çevresi dişleri kanlıydı. Çenesinden damlayan kanlar ağzının içerisinde çiğnediği lokmasından sızıyordu. İnlerken dudaklarından dökülen kelimeler anlaşılmıyordu ama çektiği sıkıntıyı anlayabilmek için gözlerine bakmak yetiyordu. Adam hala "uzaklaşın" diye bağırıyordu. Belimde taşıdığım babamın piştovunu çıkardım.

    “Asıl sen uzaklaş o hanımdan” dedim. Adam belimden çıkardığım silahı görünce bir iki adım geriledi. Başımla Abdullah’a işaret edip,

   “Bağla şu cadıyı” dedim. Sözü Yunus hocanın oğlu almıştı.

   “Adamı yakaladım ve geriye doğru iteledim. Hazırlıksızdık, sağa sola bakınıp bağ olarak kullanabileceğim bir şey aradım. Koca mahzenden ipe benzer bir şey yoktu.”

   “O zaman yerden aldığım kalınca bir dalla kafasına vurdum. Olduğu yerde yığıldı.”  Kafasını kaldırdı, sırıtarak, "Bazen huysuzlanan koyunlara böyle yaparım. Beni dinlemezlerse kafalarına bir dal vurur, sırtımda taşırdım." Sırıtması durdu. "Karşımdaki koyun değildi o yüzden de içimden ölmesin diye dua ediyordum."

 “Bağlı olan kadını çözdük, çözdük ama ilk yaptığı bize saldırmak olmuştu. Ağzında çiğnediğini tükürdü ve çılgınca bize saldırdı. Tüyleri diken diken edecek tiz bir ses bodrumda yankılandı. O zaman geceleri uzaklarda duyulan çığlığın kimden çıktığını anlamıştık. Ellerimle ne kadar itelesem de üzerime geliyordu. Zayıf bedende olağan üstü bir güç vardı. Yere yuvarlandık, üzerime çöktü ağzının iğrenç kokusunu duyuyordum ve koku bana her saniye yaklaşıyordu.”

   “Ben atıldım üzerine. İsa da benimleydi. Amacımız yerde yatan Mithat’ı kurtarmaktı. Ama onca sarsmamıza rağmen bir parmak bile yerinden kıpırdatamamıştık. Sırtından yaklaşıp boğazını kavradım. İsa da başını geriye doğru çekmeye zorluyordu kadının. O saniye bizi üzerinden fırlattı. Birimiz sağa birimiz sola savrulmuştuk. Ben neredeyse duvara çarpıyordum. Bizler canımızı kurtarmaya çalışırken o kahkahalar atıyordu.” Sözü tekrar Mithat aldı.

   “Ağzından damlayan kanlar yüzüme geliyordu. Nefsinin kokusundan bayılmak üzereydim. Bir yandan var gücümle üzerimden atmaya çalışıyor bir yandan da dua ediyordum. Fazla merakın sonu  buydu. İşte o an güçlü bir darbe üzerimdeki beden yana devrildi.  Az önceki bayılttığımız adamdı bu. "Yardım edin tekrar koltuğa bağlıyalım" dedi. Ne yapmamız gerektiği konusunda kafamız iyice karışmıştı. Üçümüz bir adım gerileyip öylece kala kaldık. Adam bir yandan kadının üzerinde duruyor, diğer yandan da biraz ötede duran sandalyeden sarkan zincirlerden birini yerden almaya çalışıyordu. Zorda olsa kancanın birini kadının bileğine takmıştı. Ardından diğerine uzanmaya çalıştı. Uzanamayınca sandalyeden vazgeçip yerden ucu sivriltilmiş kazıklardan birini elin aldı. Az önce yere yuvarlanan narin bedenin üzerine çıktı. O zaman diğer elinde kocaman bir tokmak olduğunu görmüştük. Kazığı kadının göğsüne dayadı. Korkunç bir şey yapacaktı. Sağ elini kaldırıp elindeki tokmağı kazığın üzerine indirecekti ki Abdullah elini tuttu.  ‘Sen ne yapıyorsun be adam!!’  dedi. Adam,  bir eli havada durdu. ‘Bunun yapılması gerekiyor’ dedi. Elini Abdullah’ın elinden kurtarmak için silkindi.

     ‘Beni anlamıyorsunuz. Eğer bunu yapmazsak sonu daha acı olacak dedi. Ağaç tokmağı tutan eli tekrar havalandı.’  "Lütfen yap" dedi yerde yatan ses inilder gibi, hemen ardından da dişlerinin arasındaki kanlı etleri göstere göstere kahkaha attı.

    "Önce senden kurtulmam lazım salak" dedi. Bir silkinişte yerinden fırladı. Bileğine kilitlenen zinciri ve sandalyeyi gördü. Öfkeyle bağırdı. Sesi bodrumun taşlarında duvarlarında çoğaldı, duvarları aştı ovada dağlarda yankılandı. Zincirden kurtulmaya çalıştı. Koca metal sandalyeyi bir o yana bir bu yana savuruyordu. İşte o kargaşada duvardaki lamba devrildi. Yardeki samanları ve ıvır zıvırı tutuşturdu. Alevler çabucak yayıldı.

    “Bizler korkudan zaten basamaklara doğru çekilmiştik, alevleri görünce iyice korktuk ve dışarı kaçtık” dedi, şehirli çocuk. Bense konuyu aşağı yukarı anlamıştım.  Çocuklar bir kaza yapmışlar konağı yakmışlardı. Kafalarından da bir hikaye uydurmuşla çevresindekileri inandırmışlardı.

    “Bütün bu hikayenin kahramanı olan kişiler nerde peki” dedim alay edercesine. “Sandalyeye bağlı cadı kadın ve onunla kavga eden kocası nerede? Kanatlanıp uçmadılar ya?”

     “İşte burada.”  Sesin geldiği yöne dönünce uzun zamandır konuşmayan Muhtarın oğlunu gördüm. Aşağıda basamakların sonunda ki tavan tahtalarını kurcalamış, aradığı delilleri bulmuştu.  Üst üste adeta birbirine sarılmış gibi duran, yanık iki ceset vardı. Cesetlerin biraz ötesindeyse zincirle altta kalan bedenin ayak bileğine bağlanmış ağır metal sandalyede duruyordu. O zaman çocukların doğruyu söylediğine ikna olmuştum. Aşağıda bekleyen kalabalığa dönüp,

     “Peki bu merhumu ve merhumeyi tanıyan var mı?” deyince yanıt kalabalığın dışında sessizce dikilen birinden geldi.

    “Efendim ve eşi”  dedi uzaklardan gelen bir ses. Sesin sahibi zaman zaman köye alışverişe çıkan konakta yaşadığı bilinen tek kişi olan uşaktı. Yangından sonra ortalıktan kaybolmuştu. Muhtar adama dönerek

    “Sen önce nerede olduğunu söyle”  dedi. "Koca konak yanıyor, insanlar ölüyor ve sonra sen ortaya çıkıyorsun" dedi.

   - Müsaade edin anlatayım, dedi. Ağır adımlarla yukarıya konak enkazına çıkmaya başladı.

    “Ölen kişi, yani beyim Londra konsolosumuzun oğlu Kerim beydi. Yeni evliydi, çocukları yoktu. Babası Londra da kendisine yanında bir memurluk vermişti. Mutlu bir yaşantıları vardı. Ta ki o meşum olay gerçekleşesiye kadar.” Adam bir taşın üzerine oturdu. Muhtar başıyla işaret ederek adama bir bardak su getirilmesini istedi. Adam suyunu içtikten sonra sözlerin devam etti.

    “Ben o zamanlarda beyimin hizmetindeydim. Mutlu bir yaşantıları vardı, ta ki bir gece pencereden süzülen bir şey, bir mahluk kendisini ısırasıya kadar. O günden sonra hanımım iflah olmaz bir derde duçar oldu. Dışarı güneşe çıkamıyordu, gündüzleri uyuyor geceleri dolaşıyordu. Sürekli kan içmek, çiğ et yemek istiyordu. Oralarda yabancı memleketlerde rahat edemeyince, Beyim karısını çok sevdiği için alıp buralara getirdi. İstanbol’ dan getirttiği çiğ etleri ve hayvan kanı veriyordu. Yine de zaman zaman hanımım evden kaçıyor çevreye zarar veriyordu. Hastalığı artınca bir sandalye yaptırtıp bodrumda tutmaya başlamıştı. En son bir köylüyü öldürdüğünü öğrenince de sıranın masumlara geldiğini anladığında, canından çok sevdiği eşinin hayatına kendi ellerinle son vermek istedi. Sonrasını biliyorsunuz zaten...”
   Yapılacak bir şey yoktu. Burada olanları anlatsam kimse bana inanmazdı. Bu nedenle konağın  kaza sonuca yandığını belirten bir rapor hazırlayıp kaymakamlığa sundum. Londra Konsolosu Abdül Halim Bey de araya girdi köylülerin zararını tazmin etti. Konuda böylece kapandı.  aziz hayri

40
Kurgu İskelesi / Karanlık Sevgi
« : 20 Temmuz 2011, 18:24:29 »
KARANLIK SEVGİ

Biraz inleme biraz ağlamaydı duyduğum ses ve ben birkaç gündür duyuyordum bu sesi. Zihnimin yorgunluğuna vermiştim önceleri ama kendi kendime yaptığım telkinlere rağmen ses kaybolmayınca üstüne üstlük beni sürekli izleyen bir gölgede görmeye başlayınca sorunlarımın artmaya başladığını düşünmüştüm. İlk fırsatta bir doktora görünecektim. Gerçi sonunda doktora veya hastaneye gitmeye gerek kalmamıştı. En iyisi ben size olanları en başından anlatmaya başlayayım.

Uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra son durak olan büyük şehirden küçük sakin bir kasabaya hanımın memleketine döndük. Sessiz, sakin ve huzurlu bir yerde, yıpratıcı onca yılın yaralarını sarmak daha kolay olur diye düşünüyorduk. Yine de dönüş kapısını tamamen kapatmamıştık. İzmir’deki dairemizi satmamış kiraya vermiştik. Onbin nüfuslu küçük bir yerde yaşamak hoşumuza giderse yerleşip kalacaktık. Yok, yapamazsak o zaman uzun bir tatil dönemi geçirdiğimizi düşünüp geri dönecektik. O nedenle artık evli barklı yetişkin olan çocuklarımız İzmir’de kalmışlardı. Kasaba ile İzmir arası o kadar uzakta sayılmazdı. Eyvah konu gene dağılmaya başladı galiba…

Dört katlı, eski ama bakımlı görünen bir binada kiralık bir daire bulduk. Sevinmiştik. Özellikle de bunca yıllık hayat arkadaşım çok sevinmişti. Kolay değildi hani, nikâhtan sonra öğretmen kocanın peşine takıl o il senin bu ilçe benim oradan oraya gez dolaş. Yıllar sonra doğup büyüdüğün topraklara dön. Belli etmemeye çalışsa da gözlerinin içi gülüyordu. Evde güneye bakan geniş bir cephesi olan lüks olmayan ama gereksinimlerimizi karşılayacak bir evdi. Yıllardır boş duruyormuş. “Mal sahibi öyle kiraya gereksinim duyacak biri değilmiş. Hatır için vermişler yani.” Bütün bunlar kayın babamın ağzından dökülen kelimelerdi. Ne de olsa ev sahibi çocukluk arkadaşıymış.

Eşyaların ağırlıkça büyük bir bölümünü tutan kitaplarımı koyabileceğim bir odası bile vardı. Ve yerleştik. Yıllardır hayalini kurduğum kitaplığıma kavuşmuştum. Tavana kadar rafları olan ortasında mütevazı bir masası, yazı makinesi gibi kullandığım bir eski bir laptopu ve gerektiğinde uzanabileceğim çek-yatı bulunan bir kitaplığım olmuştu. Ve ben gönüllü hapisliğe hazırdım. Defterlere kaydettiğim notları temize çekebilecek, yazdıklarımı gönül rahatlığıyla yayınevlerine gönderecek ve sonunda ileri yaşlarda “yazar” olabilecektim.

Ama birkaç gün sonra işlerin istediğim gibi yürümeyeceğini anlamıştım. Hanım yıllardır istediği hayata kavuşmuştu. Ev misafirden geçilmiyordu. Hoş geldiniz diyenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Akrabalar, dostlar, eski arkadaşlar dur durak demeden geliyorlardı. Ve bana yazabileceğim sessiz bir yer aramak düşmüştü. Çok geçmeden de aradığımı bulmuştum. Apartmanın bodrumu biraz elden geçince tamda istediğim gibi bir yer olacaktı.

Bol badana, iyi bir temizlik ve yeterli ışıklandırmayla izbe görünüşlü bodrum sevimli bir odaya dönüşmüştü. Kala kala tek bir sorun kalmıştı. Kötü zemin. İşinin ehli bir doğramacıyla da o işi hallettik. Masraflar mı, yıllardır evlerinden çıkmayan ev sahibimizle –ki kendisi aynı binada birkaç kat yukarıda oturuyordu- yarı yarıya anlaştık. Ne de olsa biz taşındıktan sonra üç odalı değil dört odalı bir evi kiraya verebilecekti. Bu arada ev sahiplerimizin garipliğinden de söz etmeliyim. Adam neredeyse hiç konuşmazdı. Kadın bütün işleri idare ediyor kocası dahil her şeyi yönetiyordu. Öyle sosyal birileri de değillerdi, özellikle çevre tarafından pek sevilmediklerini belirtmeliyim. Adamın yani Memduh beyin emekli maaşı ve kira gelirleriyle kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlardı. Tamam tamam muhabbet gene uzadı, konuya dönüyorum.
Kısa sürede taşındım bodruma. Masamı, laptopumu ve bir raf dolusu sevdiğim kitabı indirdim aşağı. Sıcacık bir havası olsa da bir sürgün yeri gibiydi,kendi isteğimle gittiğim gönüllü sürgün yeri. Sabahları diğer emekliler kahvelere giderken ben işine sadık bir esnaf gibi merdivenlerden aşağı iniyordum. Önceleri zor olsa da zamanla alışmıştım. Hatta sevmeye başlamıştım. Bazen kendimi unutacak kadar kalıyordum. Ve kendi kendime işte istediğim hayat bu diyordum. Ama her güzel şey gibi bu huzurda uzun sürmedi. Bir zaman sonra eve ilk taşındığımızda rüyama giren ses yanı başımda duyulmaya başlamıştı sanki. Dedim ya her şey olup bittikten sonra anlatmak kolay ama o günler bir hayli zordu.

Bir akşam üzeride çalıştığım dosyaya kaptırmıştım kendimi. Eğer merak ettiyseniz ne olduğunu da söyleyeyim. Bir tarih öğretmeninin yapabileceği en iyi şeyi yapmaya çalışıyor, konusu eski dönemlerde geçen bir roman yazmaya çabalıyordum. Kendimi bir hayli kaptırmış olmalıydım ki aşağıdan döşemenin altından gelen inleme seslerini duydum. Eşimin ince oyalarla işleyip astığı perdenin ardından tavana yakın pencerede karanlık çökmeye başlamıştı. Bir hırıltı ya da bir inilti gibi bir sesti. Aldırış etmemiştim ama ertesi akşam, yine akşam olurken duydum o sesi.

 Bu defa daha fazla dikkat etmiştim. Tam akşam ezanı okunurken duymuştum sesi. Daha belirgin daha yüksek perdeden geliyordu. Ve daha sonra ki gece iyice dinlediğimde yardım istediğini anlamıştım. İyi ama bu ses nereden geliyordu. Ve dedektiflik damarım ağır basmıştı. Birileri beni sessiz sakin bulmuş garip şakalar mı yapıyordu yoksa. İyi de niçin, bu küçük yerde sağlam dostluklar sürecek kadar kalmamıştık. Bir konuk gibi bayramlarda, tatillerde gelir, bir zaman kaldıktan sonra dönerdik. Şakayı yerinde ve zamanında seven ben bundan hoşlanmamıştım. Damadı olduğum bu yerde de bu tür şakalar yapacak samimiyeti kuracak kadar uzun oturmamıştım. Yine de ne olur ne olmaz diye yerimden doğruldum. Eğer şaka yapan biri varsa korkutayım diye sessiz hareket ediyordum. Üzerinde yürüdüğüm ahşap zemin gıcırdamasın diye olabildiğince ev sahibini uyandırmaktan çekinen bir hırsız gibi davranıyordum.

Kapıyı araladığımda önümde gittikçe karanlığın ağır bastığı bomboş bir koridor vardı yalnızca. Bürom!!! Koridorun en dibinde olduğu için ileride merdivenlerden düşen soluk ışık vardı yalnızca. Birde yukarıda oturanların olağan gürültüleri duyuluyordu. Yemek kokuları birbirine karışmış halde buralara kadar geliyordu. Çatal bıçak seslerini heyecanlı konuşmalar bastırıyordu. Zaman zaman öfkeli bir annenin tatlı sert sesi çalınıyordu kulağa. Ya da annenin söylemesiyle harekete geçen aile reisinin homurtusu duyuluyordu. Ama hiç biri birkaç gündür duyduğum o iniltiyi andırmıyordu. Ve artık yukarı çıkma zamanım da yaklaşıyordu. Akşamı siftah etmeden getiren bir esnaf havasında ışığı kapatıp kapıyı kilitledim. Ağır ağır basamakları çıkarken duyduğum o sesi eşime anlatıp anlatmamak gerektiğini kafamda sorguluyordum. Anlatamazdım, eğer anlatsaydım bana kesinlikle inanmazdı, zihin yorgunluğu, stres, uyum sorunu falan gibi gerekçeler ileri sürerdi.

Ses, duyduğum kadarıyla kalsaydı belki hiç söz etmeyecektim ama günden güne artıyordu. Üstelik gündüz saati sağda solda dolaşan çocukların gölgelerini de görmeye başlamıştım. İyice yoğunlaşıp kendimi satırlara verdiğim bir anda arkamda birinin beni gözlediğini hissediyordum. Kafamda sıralanan cümleleri bir yana bırakıp dizüstü bilgisayarımın tuşlarına öylesine vuruyor arkamda birinin olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Ama maalesef kimseyi göremiyordum. Sonra o son vuruşlarımı silip yeniden yazmaya başlıyordum. Bir kere daha bu kere daha ötelerde beni gözlüyorlar gibi geliyordu. İşte o zamanlar gündüzleri yazdığım için dua ediyordum. Hatta bir keresinde ensemde hafif bir soluk alış bile hissetmiştim. Ve uzaktan duyulan ezan sesiyle başlayan iniltiler ve ağlayışlar hiç kesilmiyordu. Mübarek Müezzin efendinin ezanı okumasını bekliyor gibiydi. Birkaç hafta sonrasında ne yapacağımı bilemeyecek hale gelmiştim. Aşağıya inişlerimin azalması eşimin de dikkatini çekmişti. Mazereti o ne zaman gelip ne zaman gideceği belli olmayan ilham’a yıkmıştım.

Düğüm bir öğleden sonrasında çözüldü.  Bir yönetmen bu hikâyeyi filme çekmeyi denese ancak bu kadar ürkünç bir atmosfer kurgulayabilirdi. O gün sabahtan kayınbabalara gitmiştik. Eşim rahatsızlanan annesinin yanında kalacaktı. Kahvaltıyı birlikte yapmıştık. Kadın ilerlemiş yaşına rağmen dinç görünüyordu ama o yaşlarda en basit bir hastalık bile adamı sarsıyordu. Geçmiş olsun dileklerinden sonra bir zaman oturduk. Ve mecburen öğle yemeğine kaldık Öğleden sonra ise ben eve dönmüştüm. Basit birkaç işi halletmek için çarşıya çıktığımda gökyüzünü kaplayan kara bulutlar olacakların habercisi gibiydiler. O gün bodruma inmeyecek laptopumu açmayacaktım. Kısa da olsa bir ara vermiştim. İçimde bir yerlerde pişmanlık duygusu “ha gayret sonuna yaklaştın” diyordu. Bir yandan bitmek üzere olan projemi düşünüyor ah ediyordum. –bu arada romanım bitti ve ben yayınevine gönderdim. Yanıt bekliyorum- Diğer yandan da küçük bir aranın çokta önemli olmadığını söylüyordu. En azından akşam ezanıyla birlikte duyduğum o sesleri duymayacaktım.

Yol boyu yağmur atıştırdı. Eve girdikten sonra ise sağanağa dönüştü. Çakan şimşekler kalın tül perdelerin ardından bir anda odayı ışığa boğuyordu. Birkaç saniyelik ürkütücü aydınlıktan sonra dekoru tamamlayan o korkunç çatırtı duyuluyordu. Televizyona baktım bir süre. Sesini açmama rağmen sesi gök gürültüsünün sesini bastıramıyordu. Üstelik yıldırım düşme olasılığı da vardı. Çektim televizyonun fişini.

Yatak odasına girip kitaplıktaki kitapları kurcalamaya başladım. O zaman uzun bir süredir belki kafamın içindeki o ses yüzünden belki de bitmeye yakın gelen projeme tüm mesaimi harcadığımdan kitaplara uzak olduğumu fark ettim. Parmaklarım bir zaman kitaplar arasında gezindi ve birinde kaldı. Tanıdık sırtlı kitabı çekmek üzereydim ki koridorda bir ses duydum. Seğirtince küçük bir gölgenin karanlık koridorda kaybolduğunu gördüm. Ama kararımı vermiştim. Akşam hanım çağırdığında hiç düşünmeden evet diyecektim. Hatta gece kayınbabalarda bile kalmaya razıydım. Ve geceyi de atlattıktan sonra sabah ilk iş olarak İzmir arabasına binecek, eşime bile söylemeye çekindiğim durumu –beni özlediğini düşündüğüm- doktoruma anlatacaktım. Bir karara varmış olmanın huzuruyla yerime döndüm. O zaman elimdeki kitabın Monte Kristo Kontu olduğunu gördüm. Fena bir seçim değildi.

Birkaç dakika sonra yumuşak koltuğumda oturmuş dışarıdan gelen seslere aldırmadan kitabımı okuyordum. Birden irkildim. Hemen yanımda yanı başımda küçük bir kız çocuğu duruyordu. Allah’ım, gözlerim, beynim, bedenim hatta ruhum benimle alay ediyordu. Dokuz on yaşlarında, oval yüzlü, hafif çilli, kumral saçı örgülü, sevimli bir çocuk yanı başımda koltuğun kolçağında oturmuş kitaba benimle birlikte bakıyordu. Deliriyor olmalıydım. Ne yapacağımı bilemeyecek durumdaydım. Elimdeki kitaba baktım. Baba Aleksandra Dumas’ın kalın kitabı, incecik, renkli resimli çocuk kitabına dönüşmüştü.

Bir zaman öylece kaldıktan sonra küt küt atan kalbime aldırmadan kafamı çevirdiğimde çocuk bana gülümsüyordu. Oval yüzde iki göz tüm yüzü kaplamıştı sanki ve sımsıcak gülümsüyordu tüm masumiyetiyle. Kimseye anlatmadığım o ses yüzünden çıldırıyor olmalıydım. Eğilip kitaba bakan kocaman gözleri bir anda bana çevrildi ve sımsıcak bir öpücük kondurdu yanaklarıma. Bir saniye sonrasındaysa o masum öpücük dünyanın en büyük günahıymış gibi fırladı. Arkasından seslenmeme rağmen gürültüyle aşağıya indi. Başımı kaldırdığımda öfke dolu bir başka bakışla karşılaştım. Bir diğer çocuk en büyük günahı işlemiş biriymişim gibi bana bakıyordu. Yerimden doğrulduğumda kendimi eski tarz döşenmiş bir odada buldum. Koltuklar, Halı, perdeler hepsi değişmişti. Karşı duvarda dayalı duran Lui tarzı mobilyaların kötü bir kopyası olan büfedeki aynaya gözlerim takılınca şaşkınlığım iyice artmıştı. Ben, ben değildim. On iki on üç yaşlarında bir yeni yetmeydim. Yüce Rabbim neler oluyordu bana böyle. Öfkeli kız da dışarı fırlamıştı. Tüm bunları düşünecek zamanım yoktu. Neler olduğunu anlamıyordum ama soruların yanıtını verecek olan koşarak kaçmıştı. Ne olacaksa şimdi olacaktı ve ben küçük kızın peşi sıra koşmaya başladım.

Kapıyı açtığımda kabası bitmiş tuğla duvarları örülmüş ama sıvanmamış tek katlı bir binadaydım. Bir kikirdeme duyuldu aşağı inen basamaklarda. Kocaman kara gözler gel oynayalım der gibiydi. Her yeri beton ve kireç kalıntılarıyla dolu merdivenlerden hızla indim. Aşağı vardığımda küçük kızın gölgesi dipteki odaya girmişti. Ardından bende indim. Koridorun sonuna kadar koşmuştum ve kendimi savurturarak odaya, o günlerce yazmaya çalıştığım odaya daldım ama kör kasadan içeri adımımı atar atmaz durdum.

Nefes nefese kalmıştım. Şaşkındım ve korkmuştum. Odanın içinde kocaman bir kireç havuzu vardı. Kireç yeni söndürülmüş olmalıydı ki üzerinden hala dumanlar çıkıyordu. Zayıf köpükler kıyıda köşede hala patlıyordu. Karşımızdaki yarım duvar işçilerin binaya daha rahat girip çıkmaları için bırakılmış olmalıydı. Duvar, tahta parçalarıyla kapatılmaya çalışılmıştı ama çevrenin çocukları yer yer tahtaları parçalamışlardı. İşte o zaman her yanı kireç içerisindeki odada yalnız olmadığımızı fark ettim. Az önce yukarıda bana öfke ve kıskançlıkla bakan diğer küçük kızda oradaydı. Aynı yaşlarda ama daha zayıf, uzun boylu ve iyi giyimli bir kız çocuğuydu. Ayaklarım usul usul geri gitmeye başladı. Yeni kız, diğerini belki de iriliğinin verdiği üstünlükle rakibini tartaklıyordu. İşte o zaman kavganın nedeninin “ben” yani aynada gördüğüm kişi olduğunu anlamıştım. İki küçük kız yaşça kendilerinden bir ya da iki yaş büyük olan oğlan çocuğu için kavga ediyorlardı. Duruma bakılırsa bu delikanlıyı da keyiflendirmişti.

Bir anda aralarındaki konuşma bağrışmaya dönüştü. Neredeyse kavga edecek gibiydiler. Aslında eşit güçlerin tartışmasından çok yeni kızın diğerini hırpalıyordu. Biraz önce yanı başımda oturan kız ise yalnızca savunmada kalıyordu. İri kız diğerini acımasızca itiyordu. Ne olduysa birkaç saniyede olmuştu. Büyük kız kendisine karşı gelmeyi sürdüren çilli kızı öyle bir ittirdi ki minik yavrucak ayaklarının ardındaki kireç havuzuna düştü. İşte o zaman uzaklardan ilahi bir ses duyuldu. İnananları camiye çağıran hocanın sesi küçük odada yankuılanmaya başlamıştı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. O sevimli yavrucağın her yanı bembeyaz olmuştu. Kireç yeni sönmüş olmalıydı ki kızcağızın her yanı yanıyordu, eriyordu.. Bir zaman sonra acı dolu haykırışlar azaldı, azaldı. Sesi yalvarmalara inlemelere dönüştü. Ben, yani ben olan kişi ise onu oradan çıkaracak çareler arıyordu. Beyaz cehennemde kavrulan küçük bedense bir yandan acı içinde inliyor diğer yandan kendisini yakıp kavuran havuzdan çıkarmaları için, merhametsizce kendisine bakan kıza yalvarıyordu.

Gördüklerimi anlamaya başlamıştım. Beni rahatsız eden gölge durumun açıklanmasını istiyor gibiydi. Yere çömeldim. Olanları görüyor ama hiçbir şey yapamıyordunuz. Ellerimle kulaklarımı kapatmaya çalıştım ama iniltiler sönmüş kireç havuzundan değil beynimin içinden geliyordu. Henüz birkaç saniye geçmişti ki duyduğum ses dikkatimi başka yöne çekti. Eğer bir deniz kenarında olsaydık duyduğum sesin tramplenden havuza atlayan amatör birinin sesidir diyebilirdim. Ağır bir cisim yüksekten düşmüştü. Ve arkasından da acı dolu haykırışlar duyuldu. “Kurtarın beni” diye bağıran boğuk bir ses sokakta yankılanıyordu. Ne yapacağımı bilemeyecek durumdaydım.

Bodrumdan yukarı koştum. Sokağın ortasına kurulmuş bir başka kireç havuzunun içinde yanan bir başka beden vardı. Düşen yağmur damlaları beyaz ve yoğun havuz üzerinde kabarcıklar oluşturuyordu. Ama bu kere kirecin suyla oluşan ve kavurucu bir sıcaklık veren reaksiyonunda, beyaza boyanmış ölüm havuzunda kıvranan bir küçük çocuk bedeni değildi. Yaşlı bir kadın bedeniydi beyaza boyanan. Yenice soğumaya başlayan beyaz bulamaç tüm deriyi eritmeye başlamıştı. Bana yardım etmem için uzanan ellerin yer yer kemikleri görünmeye başlamıştı. Belki de ses telleri eriyen kadın anlamsızca inlemeye başlamıştı. Bakamıyordum. En cesaretli yönetmenlerin bile filmlerinde istemeyecekleri bir sahneydi bu. Yanık et kokusu, kan kokusu çevreye yayılmıştı. Beyaz saçlar, yaşlı deri gözlerimin önünde eriyordu. Kadın ağlıyor, yalvarıyordu. Hiçbir şey yapamamanın ezikliği içinde bir adım geri yürüdüm. Gözlerimi kapadım, tıpkı doktorumun bana tavsiye ettiği gibi içimden saymaya başladım. Bin bir, bin iki, bunlar gerçek değildi ve ben kâbus görüyordum. Bin üç bilinçaltım bana oyun oynuyordu. Bin dört gözlerimi açınca kendimi oturma odamda bulacaktım. Bin beş işte yüzleşeceğim gerçek” deyip gözlerimi açtım.

Olanlar hem gerçekti hem de hayaldi. Gerçekti çünkü gök gürültüsü ve çılgın gibi yağan yağmur devam ediyordu ve daha kötüsü bodrum penceresinin hemen önünde asfaltın üzerinde kıvranan bir beden vardı. Hayaldi çünkü şuan ne bir kireç havuzu vardı ne de yanmış bir beden. Yalnızca yere yapışmış gibi duran bir gövde bir adım ötemde duruyordu. Akan kan yol üzerinde yağmur sularına karışıyordu. Şimdiden asfaltın rengi kızıla dönmeye başlamıştı.

Yaşlı kadının dudakları bir şey söyleyecekmiş gibi kıpırdıyordu. Usulca eğildim. “Memduh’u en çok ben sevdim” dedi. Başımı kaldırıp yukarı baktığımda balkonda duran yaşlı adamı gördüm. Bir an göz göze geldik. Onca uzaklığa rağmen adamın huzurla gülümsediğini hissedebiliyordum.

O gece polisler her yandaydı. Kimi kendini asan Memduh bey’le ilgileniyordu. Kimi de benim o çok sevdiğim bodrum bozması çalışma odamın zeminini kazıyorlardı. Bir metre aşağıda eski kireç havuzuna ulaştılar, ardından da küçük kızın kemiklerini buldular. Her şey yaşlı adamın bıraktığı mektupta açıklanmıştı. Elif kız yıllar önce kaybolmuştu. Uzun süren aramalara rağmen ne ölüsü ne de dirisi bulunamamıştı. Ailesi kızlarının yokluğuna dayanamamışlar oralardan uzaklara, İstanbul’a göçmüşlerdi. Küçük Memduh ise olanları önceleri anlamamış ama kendisini korkutan kızın dediklerini ömrü boyunca yapmak zorunda kalmıştı. Kendisine yönelen bir Karanlık Sevginin esiri olmuştu. Ta ki vicdan azabına dayanamadığında eşini, hayat arkadaşını yukarıdan aşağı itene kadar ve aynı cesaret tavana astığı ilmeğin bir ucunu boynuna takmaya yetmişti. Birde çoktan ölüp giden bina sahibi vardı. Kızını seven, onun suçlanmaması için kireç havuzunu bir gecede toprak doldurup üzerine beton döken baba. AZİZ HAYRİ
 

41
Kurgu İskelesi / Yatır
« : 19 Temmuz 2011, 17:48:13 »
Y A T I R

     Öykümüz küçük bir kazada geçiyor. Kırık dökük asfaltla ana yoldan başlayıp, yılan kavi bir edayla dağ köylerine doğru şose olarak uzayıp giden yolun üzerinde kurulmuştu Gayretli Kazası. Yağış mevsimindeki sellerden korunmak için dağ silsilesinin kuzey yamacına kurulmuştu kasaba. Halkının çalışkanlığının, cumhuriyetin ilk yıllarında devrin valisinin gözüne batması ile şimdiki adını almıştı. Ana yolun çevresine kurulmuş dükkanları ve balık kılçığı gibi ana caddenin iki yanına sıralanmış sokakları vardı. Ama Gayretli Kasabasını diğer benzerlerinden ayıran temel neden sahiplendikleri “Gökçe Baba” ları. Kasabaya ilahi bir hva ve saygınlık kazandıran Gökçe Baba için yapılmış “Yatır”dı. Daha kasabaya girmeden yolun içerisine yapılmış dört beş metre yüksekliğinde taş binaydı. Kimilerine göre özgün mimari, kimilerine göre de ucubeydi. En belirgin özelliği ise dedenin ayakucundaki çinili plakaya desenlerin arasına ustaca işlenmiş ancak dikkatli bakılınca görülebilen yazıydı. “Mkim 3033” Bina yeni sayılırdı ama öyküsünün zamanını tam olarak çıkaran yoktu. Harbi umumi zamanı diyenlerde vardı İstiklal Harbinden hemen sonra diyenlerde. İşte size  “Yatır”ın hala anlatılan öyküsü...

“Güneş batalı çok zaman olmamıştı. Kasabanın tek lokantası ve meyhanesinin havası yenice dumanlanmaya başlamıştı. Ahşap binanın birinci katı gündüz lokanta olarak gece ise meyhane olarak iş yapıyordu. İkinci katta ise Meyhaneci İsmetin evi vardı. Kapıdan içeri girdiğinizde basık bir salon sizi karşılardı. Ortadaki iki meşe direk, salona dar bir hava verse de bu durum müşterileri fazla etkilemiyordu. Biraz ilerleyince tam karşınızda bir tezgah bulurdunuz. Uzun, tamamen masif meşe ağacından yapılma bir tezgahtı bu. Garsonların siparişleri götürmesi için sık sık uğradıkları bir yerdi. Mutfakla salon arasında bir set gibiydi. Bu setin arkasında da hiç yıkanmamış gibi duran kirli beyaz önlüğüyle meyhaneci İsmet dururdu. Müşteriler kesinlikle tezgah başında durmazdı. Tüm müşteriler salonda masalarda otururlardı. Biri hariç.

Bu her zaman barda, sırtı salona dönük oturan orta yaşlı biriydi. Hava karardıktan bir süre sonra ova yönünden çıkar gelir kendisi için ayrılmış taburesine otururdu. Ne kadar erken gelirseniz gelin o kişiyi orada bulurdunuz. Sırtı kapıya dönük olarak konuşmadan oturur sürekli içerdi.

İlk ne zaman geldiği kimse anımsamasa da haftalardır orada oturduğuna tanıktı meyhanenin çalışanları ve devamlıları. İyi sayılabilecek bir giyimi vardı. Belki ara sıra değiştiriyordu ama sanki üzerinde hep aynı takım elbise varmış gibiydi. Tertipli, lekesiz, tertemiz ve her zaman ütülüydü. İlk zamanlar yadırganmıştı sürekli içmesi. Her akşam hiç aksatmadan ücretini ödemesi onu sevilen ve aranan müşteri haline getirmişti. Dahası bahşişin hesabını yapmıyor, bol bol bahşiş bırakıyordu. Bu nedenlerden dolayı önceleri fısıltıyla sorulan "kimdir?  Kimlerdendir?  Nerelidir?" türünden sorular sorulmaz olmuştu.

İlk geldiği günlerde meyhaneci yabancıya kim veya kimlerden olduğunu sorma cesaretini göstermişti. Ama almış olduğu ters yanıt önceleri moralini bozsa da adamın ciroya olan katkısı göz önüne alındığında sesini çıkarmamaya karar vermişti. Bu yabancı sayesinde meyhanesinin reklamı ummadığı kadar yapılıyordu. Değil kendi kasabası komşu köylerden ve kasabalardan onu görmeye gelenler oluyordu.

Günler geçtikçe meyhane daha kalabalıklaşıyordu. Yabancıyı merak edenler bir kere görebilmek için İsmetin mekanına uğruyorlardı. Yılların Meyhaneci İsmeti para verip bir adam tutsa bu kadar reklamını yaptıramazdı. Hayatı boyunca içkili yere ayak basmamış çevre kasaba ahalisi bile binbir desturla içeri adamı görmeye geliyorlardı. Öylesine laflamaya gelenler olduğu gibi oturduğu yerden gözlerini dikip adamı ciddi ciddi izleyenler de vardı. Zamanla kasabanın erkekleri işlerini güçlerini bırakmışlar hep Yabancıyı konuşur olmuşlardı. Tabi kadınlarında muhabbetlerinin içinde vardı.

Yabancının ilk fark edilen özelliği hiç tuvalete gitmeyişiydi. Saatlerce oturup bira falan içtiği halde bir kere olsun tuvalete gittiğini gören olmamıştı. Bir keresinde bir gurup genç iddialaşmıştı. Ve "Tuvalete gitmeyecek" diyenler kazanmıştı iddiayı.

       Yabancıyla ilgili dikkat çeken bir başka özellikte kendisini kimsenin dışarı da aydınlıkta görmemiş olduğuydu. Ne kasabayı boydan boya geçip, kel tepeye uzanan tek ana caddede gören vardı ne de bu caddeye bağlanan ara sokaklarda. Bir evliya bir ermiş gibi meyhanenin yanınında belirirdi akşam alacasında.Bu rada Sırtını yasladığı Aladağlar nedeniyle ikindiden bir zaman sonra güneşin kaybolduğunu da söylemek gerekir.

      Yine ilk günlerde dedikodular üzerine basit polis memurundan yörenin yaşlı komiserine kadar pek çok polis memuru gelip gitmişti meyhaneye. Adamın üzerinde taşıdığı kimliklerinde ve diğer kağıtlarında görünürde bir olumsuzluk yoktu. İstanbullu görünüyordu. Ticaret yaptığı bu nedenle sürekli gezdiğini söylemişti. Türk Filmlerinden etkilendiği her halinden belli olan Komiser adama bir şey diyememişti. Üstelik adamın hiç kimseye zerre kadar zararı da olmamıştı. O nedenle herhangi bir şey dememişler diyememişlerdi. Yine de üzerinde hissettiği baskı sonucu Babacan komiser adamın kimliğinin bir örneğini kağıda yazdı. Ankara'ya soracaktı ne olur ne olmaz diye.

Zamanla müdavimler iyice alışmıştı yabancıya. İçeri girince adama Yılların meyhanecisinden bile önce selam vermeye başlamışlardı. Hoş adam selam falan almıyordu ama bu onun kabahatiydi kasabalıya göre. Müşterilerin adama alışmaya başladığı günlerde ufak bir yakınlaşma başlar gibi olmuştu. Birahanenin devamlısı olmasa da sık sayılabilecek şekilde gidip gelen ziraatçı Memet adamın yakınına oturma cesaretini göstermişti. Günlerden beri ilk defa adam "tazele"den başka bir kelime sarf etmişti. Zıraatçi Memetin selamını tok bir sesle almış bir kaç cümlede olsa konuşmuşlardı. Zaten o konuşmadan sonra adam hakkındaki dedikodular iyice artmıştı.

      "Birilerini bekliyorum" demişti. Zıraatçi Memede verdiği yanıt, Komisere söylediği yanıtla aynıydı. "Beni buradan alacaklar" demişti. Bu dağ başına kim gelirdi. Niçin onca yer varken dağ başında randevu verilirdi kimse bir şey anlamamıştı."Ne zaman?" dediklerinde de  
      "Yakında" yanıtını vermişti. O kısa konuşmanın sonunda sorulan "kimler" ve "nereden gelecekler" sorularına da hiç yanıt alamamışlardı. Adam tezgahın üzerindeki rakısına dalmıştı çoktan. Emniyet müdürü işte bu olayın duyulmasından hemen sonra Meyhaneye tekrar gelmişti. Önce yumuşak tonda sonra sert tonda sorular sormuştu. Önceki duyduklarından, Ziraatçi Memet’in duyduklarından başka bir söz işitememişti. Üstelik Yabancı bunları Komiserin gözlerinin içine bakarak söylüyordu. Aranan biri olup olmadığını anlayabilmek için kimliğinin örneğini bir kere daha almış Ankara'ya bir kere daha yazmıştı.

İnsan oğlu tanımadıklarını düşman bellermiş. Kasabanın ileri gelenlerinden birinin oğlu olan Memet yine içmeye gelmişti avanesiyle. Bir gece önce kendisine yapılan davranıştan memnun olmadığı her halinden belliydi. Belliydi çünkü bu kere daha kalabalık gelmişti. Maraza çıkacak gibiydi. Biraz içki içip kafaları demlenmeye başlayınca sözlü sataşmalara başlamışlardı. Belki kendisine ve babasına olan aşırı güveninden dolayı, belki de çevresindekilere güvendiğinden dolayı tacizlerinin dozunu arttırmıştı. Yabancı yine de olgun davranmış, bir kere olsun dönüp bakmamıştı bile. Bu tavır, ağa oğlunun iyice küplere binmesine neden olmuştu. Tam ayağa kalkmak üzereyken Komiser Baba içeri girince toparlanıp dışarı çıkmışlardı. O gece Yaşlı komiser niçin hala emekliliğinin gelmediğinin isyanıyla bir kere daha yanaştı yabancıya. Sorunun şımarık ağa oğlunda olduğunu biliyordu ama yine de adamla bir kere daha konuştu. Yabancı ise yalnızca kır saçlı adamın çakır gözlerine baktı.

       Bir sonraki gece bir kaç arkadaşını daha bulup geldi Ağa oğlu Memet. O gece kesin kavga çıkarmaktı amacı. Şehir züppesinden intikam alacaklardı kanını akıtacaklardı. Önceden anlaşmışlardı. Bir ya da bir kaçı araya girmek isteyen meyhaneciyi tutacaklardı. Diğer bir ikisi de adamın kollarından kavrayacaktı mengene gibi. Kasabalılar ise oldum olası böyle işlerden korkarlar, karışmazlardı. Ağa oğlu da, ağız burun dümdüz girecek adamı bir güzel benzetecekti.

     Haberler Komisere ulaşmıştı tabi ama yapabileceği hiçbir şey yoktu, yalnızca uzun zamandır Ankara’dan gelmeyen postayı bekliyordu. Telefon etmeye çalışmıştı. Kazada bulunan birkaç telefondan biri karakolda olsa bile santrala ulaşmak Ankara’ya Bakanlığa bağlanmak zaman alıyordu. Çoğu zaman işlemlerin arasında hat kesiliyor tüm aşamaları tekrar denemek zorunda kalıyorlardı. Bir yandan mevzuatı unutmamış olayı ve kuşkulu kişiyi yazı ile olayı tekrar Ankara'ya bildirmişti. Yazalı; üstelik acele diye işaretleyerek yazalı bir hafta olduğu halde bir yanıt gelmemişti. Gündüzden kulağına gelen olayın tekrarlanmaması için hazırlandı. Gidip meyhaneyi dolaşması gerekiyordu.

      Ağa oğlu Memet ve arkadaşları içeri girdikten sonra sözlü sataşmalara başladılar yine. Meyhanecide anlamıştı bir şeyler olacağını. Uzun zamandır bekliyordu da bu marazayı. Önceden haber gönderdiği, araya ricacılar kattığı halde Ağa oğlu gelmişti. Ve yabancıyı da kapatırken uyardığı halde "yarın içeceğini kaldığın yere ovaya nereye istersen oraya göndereceğim, üstelik en iyi garsonumu bu işle vazifelendireceğim" demişti. Yabancı ise

“Zaman iyice yaklaştı. Gelip beni buradan alacaklar” demişti. İşte adam yine gelmişti. Artık meyhane kurdu olmuş Meyhaneci İsmetin bir işaretiyle garsonlar kıymetli içkileri içeri götürdüler. Kesme kadehler nadide şişeler kaldırılmıştı orta yerden

Tüm arsızlığıyla bir önceki gece olduğu gibi önce sözlü sataşmalar başlamıştı. Yabancı zararsız sayılabilecek sözlere dönüp bakmayınca doğrudan doğruya alaya ve hakaretlere vardırmışlardı. Yabancı yinede aldırış etmeyince yanına gelmişler el kol hareketlerine başlamışlardı. İşte o anda komiser içeri girmişti.
      Her şey bir kaç saniye içerisinde olup bitmişti. Hengameyi bekleyen meraklılar gözlerini dört açmışlardı. Gördüklerini tanık olduklarını sonraki günlerde kahvelerde ballandıra ballandıra anlatacaklardı ama pek bir şey göremediler. Izbandut gibi gördükleri ve bulaşmaya çekindikleri Ağa oğlunun yabancıya elini atmasıyla kendini yerde bulması bir olmuştu. Yabancı bir bilek hareketiyle yüz kiloluk herifi yere yapıştırmıştı. Ne arkadaşlarının adamı tutmasına nede diğerlerinin meyhaneciye engel olmasına gerek kalmamıştı. Ne olduğunu anlamadan kendini yere yapışmış bulan Memet hışımla doğruldu. Fakat oda ne Yabancı o iri cüsseyi bir kere daha hem de fiske ile yere yıkmıştı. Üstelik bu defa koca cüsse havada bir parende de atmıştı. Tabii yenilen pehlivan güreşe doymazmış hesabı Ağa oğlu bu defa oflayıp poflayarak yerden kalkmaya başladı. Belli etmemeye çalışsa da iyi yere çalınmıştı. Hep yanında duran kumral delikanlıya işmar etti. İşareti gören kumral delikanlı ve diğer arkadaşları uzun boylu yabancının çevresini sardılar. Artık hep beraber tekme toket yumruk Allah ne verdiyse girişeceklerdi.

O dakikalarda adam sanki bir sesle uyarılmış gibi kulak kesilmişti. Yalnız o değil kenarda oturanlardan biri de havadaki garipliği farketmişti. Yabancı kendisine yaklaşmaya çalışanları sinek kovalar gibi itti. Kapıya doğru yürümeye başladı. Meyhane kapanasıya kadar ayrılmayan yabancı ilk defa daha yatsı bile okunmadan dışarı çıkıyordu.

      Adamın dışarı çıkması ile birlikte oturdukları yerden kıpırdamayan kasabalı ürkek adımlarla dışarı çıktılar. Vakit akşam olmasına hatta yavaşça geceye dönmesine rağmen hava aydınlık sayılırdı. Ama pek öyle gün ya da ay ışığının verdiği bir ışığa benzemiyordu. Üstelik Kasabanın altını bir ıslık sesi doldurmuştu. Yabancı ağır ama emin adımlarla kasabanın dışına doğru yürüdü. Zaten beş on evden sonra kasaba bitiyordu Çabuk ama telaşsız adımlarla yürüdüler bir zaman, tıpkı usta bir çobanın sürüsünü yönlendirmesi gibi arkasından ahaliyi sürüklüyordu yabancı.

Asfalt yoldan çıkmışlar tarlalarda yürümeye başlamışlardı. Karanlık önce laciverde dönüştü ardından da koyu yeşil bir hal aldı. Yukarıdan gökyüzünün derinliklerinden bir ışık peydahlandı. Göz kamaştırıcı bir ışık Işıkla birlikte gümüş bir tepsi aşağıya inmeye başladı. Yere yirmi santim kala durdu. Yabancı her zaman yaptığı işmiş gibi tepsiye yaklaştı. Üzerine bindi. Tepsi ağır ağır yükseldi. Bir zaman sonra ışık kayboldu. Peşinden de ıslık sesi yankılanmaz oldu ovada
 
Bir daha yabancıyı ne gören oldu ne de duyan, ama onun göğe yükseldiği yerde bir mezar yapıldı. Gökçe Baba adı verildi kendisine yıllar sonra Belediye başkanlarından biride girişteki Yatırı yaptırdı. Bazı geceler oraya nur indiğini gördüğünü söyleyenler bile vardır.”

42
Kurgu İskelesi / Cadı Bostanı
« : 08 Temmuz 2011, 12:49:37 »
CADI BOSTANI

   Yağmur alabildiğine yağıyordu, Binlerce yıldır yağmayan yağmur birikimini bir gecede yeryüzüne aktarmaya çalışıyordu sanki. Karanlık gece, simsiyah bulutların etkisiyle katran karası bir hal almıştı. Beş- on saniyede bir çakan şimşekleri saymazsanız karanlığın sonu yok zannederdiniz. Işık yoktu, madde yoktu, yalnızca koyu bir karanlık vardı. Birden karanlığın içinden böğürtüyü andıran bir ses duyuldu.

    "Gel küçük kız, Arif amcan sana bir şey yapmayacak" Sözünün bitiminde çakan şimşek adamın iğrenç suratını aydınlattı. Kanlı gözleri yuvalarından fırlayacak gibi bakıyordu. Geniş arazide ellerinden kaçan çocuğu bulmak için arkadaşlarıyla birlikte çamurun içerisinde bata çıka yol almaya çalışıyordu. Kendince sessiz olmaya çalışıyordu ama bir boğa gibi soluk aldığı için nerede olduğunu o karanlıkta bile anlayabiliyordunuz.

    "Hadi benim tatlı ablacım" dedi bir başkası karanlığın içinden "Sana güzel armağanlar vereceğiz." Attığı kahkaha çevredeki kayalıklarda yankılandı.
 
    "Güzel pazen libaslar"

     "Cicili bicili kolyeler"

     " Kırmızı elma şekerleri." Karanlığın içerisinde aranan adamlar vaatlerini arttırıyorlardı. Bir kaç adım ötede çıtırtı duyuldu. Çakan şimşek çalıların arasında saklanmaya çalışan korku dolu gözlerde parıldadı. Yumuşak bir ses, "Eğer bizle gelmezsen üşütür hasta olursun. Bu yüzden hem kendin üzülürsün hem de bizleri üzersin" dedi. Sesin sahibi yanında yürüyen arkadaşına fısıltıyla

     "Bulamasaydık Ağa ciğerimizi sökerdi" dedi bir yandan usulca çalılara yaklaşırken. Evet, Koca Ağa, Padişahın bile baş edemeyip bıraktığı Ciğer Söken Ağa kendilerini bir küçük kız çocuğuyla baş edemediği için adamlarını ya asar ya da kazığa oturtur, ciğerlerini de öyle sökerdi.

    Evin bahçesinde günlerdir hüzün vardı. Bir kaç yıl önce buralara Balkanlardan göçen ve içinde oturdukları araziyi satın alan Hacı Beytullah efendinin ikiz torunlarından kız olan kaybolmuştu. Henüz on yaşında olan velet her yerde aranmış ama bir türlü bulunamamıştı. Neden olarak ta kendisine buralarda oturmaması konusunda tehditlerde bulunan Eski yeniçeri ağası sorumlu tutulmuştu. Nice aramalara fayda etmiyordu. Çünkü geniş ve boş arazide kendisine sayısız saklanacak yer bulabilen Ciğer söken Ağa yakalanamıyordu. 

     İşte o sabah, türlü işkencelere maruz kalmış minik cansız beden arazi yakınlarında bulunmuştu. Bir paçavra gibi atılmıştı evin yakınlarına. Evde, çaresiz ağlamalar ve yakarmalar duyuldu yalnızca. Ağlamayan, acısına katlanan bir kişi vardı. İkizlerin annesi, Hacı Beytullahın küçük gelini Zeynep kadın. Zeynep kadın herkesin yadırgadığı bir şey yapmış, yavrusunun cansız bedenini kapmış kaçırmış ve iki gün ortada görünmemişti. İki gün sonra kendisini bir mezar başında bulmuşlardı. Zavallı genç kadın yorgunluktan harap düşmüştü. Genç anne hiç iyi değildi, hastalanmış, üç gün sonra da yavrusunun yanına gömülmüştü. Hacı Beytullah Efendi ise bu olaydan sonra araziyi bırakmış ailesini ocağını toparlayıp güneye adalar denizine doğru yola çıkmıştı.

   Her yan geniş arazilerle doluydu. Arada sırada göze çarpan bahçeli evler manzaranın içinde erimişti sanki. Kente sırtınızı döndüğünüzde, kentin hemen dışında olsanız da sanki kilometrlerce ötedeymiş gibiydiniz. Arada tek tük evler olsa da bu evler bölgenin terk edilmişlik havasını etkilemiyor hatta arttırıyordu. Arazi insansız bölge gibiydi. Hatta bitkileri saymazsanız bölgede canlı yaşadığından bir kuşku duyabilirdiniz. Terk edilmiş bir bölge gibi, hani derler ya "Tanrının unuttuğu yer", işte öyle.   

   Yolcu, uzun süredir oturduğu ağaç kütüğünden baktığı bu araziye hayran kalmıştı. İki tepenin arasında kalmış bir vadi uzaklardaki denize kadar uzanıyordu. Hafif bir eğimle yükselen yamaçlar yeşilin her tonu ile bezenmişti sanki. "Yaradan Rabbim, ne güzel yaratmış ama nankör insanoğlu kendisine verilen nimetin kıymetini bilmeden çarçur etmiş" diye aklından geçirdi. Kentin hemen dışında böyle bir yer olması temsil ettiği kişi açısından önemliydi. Eğer bu terk edilmişliğin nedenini, yani gerçek nedenini öğrenebilirse buralardan yerini bilemediği geniş bir araziyi kumandanına alabilirlerdi. Mirliva Cemal Paşa burada arazi alıp kendisine emekli olduğunda yaşayabileceği bir yer yaptıracaktı.

    Etrafına tekrar bakındı. İstanbul a bu kadar yakın, bu kadar verimli bir arazinin söylenildiği kadar ucuza satılması garipti doğrusu. Evet, bir kaç yıl önce kaldırılan Asilerin kalıntıları bu arazide saklanıyorlardı ama onların temizleneceği belliydi. Bu yalnızca zaman meselesiydi.

    Sabah erken yola çıkmıştı Kadıköy’ünden. Yol tahmin ettiğinden daha uzun sürmüştü. Bir binekle gelmesi dikkat çekeceği için onca yolu yayan gelmişti. Kafasını kaldırıp gökyüzünde iyice yükselmiş olan güneşe baktı. Oturduğu yan yatmış koca ağaç gövdesinden kalktı, hızlı hareket etmesi gerekiyordu. Araziye serpiştirilmiş gibi duran bir kaç evin kapısını çalmayı aklından geçirdi ama bir sonuç alamayacağını düşünüyordu. Yinede kafasından basit bir plan çizdi. En yakın evin kapısını çalacak bir şeyler öğrenmeye çalışacaktı. Sonuç alamazsa doğuya, hayal meyal görünen köye gidecekti.

   Haklı çıkmıştı, bilgi alabileceğini düşündüğü eve gitmiş ama evde kimseyi bulamamıştı. Buralar hakkında hiç iyi şeyler söylenmiyordu. Asker kaçaklarının barınağı, hırsızların, çetelerin yatağı deniliyordu. Bütün bu söylentilere rağmen kumandanı bu araziyi satın almak istiyordu. Asıl varmak istediği arazinin nerede olduğu konusunda hala bir fikri yoktu ve bilgi alabilmek için mecburen köye gidecekti.

     Köyde kendisini karşılayan, sabahtan beri iyice aşina olduğu terk edilmişlik duygusuydu. Gördüğü kadarıyla altmış yetmiş hane olan köyün sokakları bomboştu. Evler bir kaç saat önce gördüğü arazideki evlerden farklı değildi. Bütün kapılar sımsıkı kapanmıştı. Pencerelerin her birinde kalın ağaçlardan yapıldığı belli olan kapaklar vardı. İstenmeyen konuklara karşı Bahçeler bakımsızlıktan harabeye dönmüştü. Köy sakinlerinin büyük bir kısmı ya kente veya başka yerlere göç etmişti anlaşılan.

     Vakit iyice geç oluyordu ve kendisi ne yapacağını bilemez durumdaydı. İstanbul a bu kadar yakın ve İstanbul'dan bu kadar uzak olmak şaşkınlık uyandırıyordu kendisinde. Acil bir durumda ve iyi bir arabayla bir saat sürmezdi Dersaadet'e varmak ama koca şehri İstanbul un hengâmesinden eser bulamazdınız böyle bir çevrede. Şimdiki sorunuysa bu saatten sonra geri dönememesiydi. Gece kalabileceği bir yere gereksinimi vardı. Saatlerdir yürüdüğü için yorulmuştu ve karnı iyice acıkmıştı. Köyün girişindeki ilk evleri geçtik ten sonra ana cadde sayılabilecek taşlı yoldan yürümeye devam etti. Nihayet bir açık kapı buldu. Bu köyün bakkalı olmalıydı. İçeri girdi.

    Selamım Aleyküm" dedi. Selamını alan başında namaz takkesi olan yaşlı bir dedeydi."

    "Aleyküm selam evlat"

    "Ben, birini arıyorum" dedi. Yaşlı adam söyleneni anlamamıştı. Genç dostumuz kendisine uzanan kulakları görünce işitme sorunu olduğunu anlamıştı. Yavaşça kendisine doğru eğilen yaşlı adamın kulaklarına yaklaştırdı dudaklarını. Tane tane ve az öncekinden daha yüksek bir sesle konuştu.

    "Hacı Beytullah efendinin evi için gelmiştim" dedi.   Bir an göz göze geldiler yaşlı adamla. Adam azarlar gibi sordu.

    "Ne edeceksin o evi." Genç yabancı karşısında duran adamın tepkisinden korkmuştu.

    "Şey yy" dedi titrek bir sesle.  "O evin satılık olduğunu duyduk." Yaşlı adamın gözlerinden ayırmadan gözlerini sürdürdü konuşmasını  "Ben Talat... Mirliva Cemal Paşanın yaveriyim. Kumandanım şu an birliğinden izinle Dersaadet'e geldi. Kendisi için iyi bir arazi bakıyor. Kumandanım, Hacı Beytullah efendinin evinin ve arazisinin övgüsünü duydu, almak istiyor" dedi daha alçak bir ses tonunda. Yaşlı adam şaşırmış gibiydi.

     “Desene her şey yeniden başlayacak. Karşısındaki adamın ne demek istediğini anlamamıştı ama genç yabancı sözlerine devam etti. "Evin ve arazinin ucuz bir fiyatla satılacağını duydu. Kendisi de Asitane ye geldiğinde rahat edeceği, huzur bulacağı bir yer istiyor. Araziye geniş bir konak yaptıracak. Bir kaç gün sonra kendisi gelip yeri hususen görmek istiyor. Gerekli tertibatı almak için beni gönderdi" diye sözlerini tamamladı.

     "Senin paşan kendisine alacağı daha iyi bir yer bulamadı mı? Dedi. Sesinde öfkeden çok aldırmazlık vardı sanki. “Oraya Cadı Bostanı” diyorlar, biliyorsun değil mi? O arazi uğursuz bir arazi, kimseye yar olmaz.” Sanki sözleri iyice anlaşılsın diye ağır ağır konuşuyordu. “Oralara Cadı Bostanı diyorlarsa bir bildikleri vardır" dedi. Bu sözler son sözlerdi, yaşlı bakkal başka bir şey söylemeden dükkânın içerisine yöneldi. İlk başta fark edilmeyen bir kapıyı aralayıp seslendi.
     
     "Derya! Hele bir gel bakalım" dedi. Bir kaç saniye sonra kapıda on oniki yaşlarında bir kız çocuğu belirdi.  “Hadi benim akıllı torunum, babanı çağır da gelsin" dedi. Adamın sözü biter bitmez kapıda görünen esmer yüz kayboldu.

     Yarım saat sonra iki adam arazide yürüyorlardı. Patikadan daha genişçe toprak bir yoldu üzerinde yürüdükleri. Yolun iki yanında ağaçlar ve çalılar uzanıyordu. Çoğunca meyve ağaçlarıydı ama sınır belli etmek için dikilen kavaklarda servilerde vardı araya serpiştirilen. Uzun bir zaman sessizce yürüdüler. Bir zaman sonra arkadan gelen yabancı bir iki adım önünde yürüyen köylüye seslendi.

     "Daha var mı Hacı Beytullahın arazisine” Yorgunluğu sesinde hissediliyordu.

     "Az kaldı. Cadı bostanına gelince soluklanırsınız" dedi adam yüzüne bakmadan. Bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Duyduğuna inanmamış gibiydi, ‘demek ki yaşlı adam doğru söylüyormuş diye aklından geçirdi. "Yine mi Cadı Bostanı?" dedi bir yanıt alamayacağını bile bile. Önde yürüyen köylü, adamın yanında durdu. Yabancının yorulduğunu anlamıştı. Birkaç saniye duraklayıp soluklandılar.

    "Karanlık çökmeden geri dönmeliyiz" dedi.  Evet haklıydı. Güneş, şu an içinde olmak için pek çok şeyi vereceği kente doğru alçalmaya başlamıştı. Bir saniye durdu. Çevresine bakındı. Yola çıktıkları köy çoktan bir tepenin ardında kaybolmuştu ama görünürde bir ev falan yoktu. Yürümeye devam ettiler.

    Yaklaşık on dakika kadar daha yürüdükten sonra güneşin batmaya hazırlandığı tepede uzaklarda bir ev göründü. Uzakta görünen eski bir kulübe varmak istedikleri yer olmalıydı. Çünkü görünürde başka bir ev yoktu. "Arazi şurası mı?” dediğinde önde yürüyen adam durdu. Bir angarya yüklendiği babasının zoruyla buralara geldiği her tavrından belliydi.

    "Evet, ev orası ama araziye çoktan girdik" dedi, eliyle bir kaç dakika önce geçtikleri enkazı göstererek. Bakışlarını adamın parmakların ucuna kaydırınca az önce içinden geçtikleri belli belirsiz yapının bir giriş olduğunu fark etti.  Kapı kalıntılarının iki yanında bir iki kazık vardı sınırı belli eden. Kazıklar sağa ve sola doğru uzanıp gidiyordu, kâğıda çizilmiş ama sonradan silinmiş izler gibi. Bazı yerlerde beliriyor ama sonradan kayboluyordu. Zaman değirmeninin güçlü taşları un ufak etmeye başlamıştı tüm izleri. Bu bölgede de ağaçlara vardı ama kurumuştu pek çoğu. Hastalıklı bir organ, zehirlenmiş bir bölge gibi.

    "Hemen tepenin arkası deniz" dedi. Kılavuzu. Gösterdiği yönde alçak bir tepe vardı ama yine de dikkat edildiğinde denizin kokusu ve dalgaların uğultusu duyuluyordu buralardan bile.

    Göreceğini görmüştü. Arazi, tahmininden daha iyi bir mevkideydi. Tıpkı kumandanının söylediği gibi. Hele yeni düşünülen yeni Bağdat yolu buradan geçince değeri bir kaç misli artabilirdi. O zaman Mirlivasının keyfine deyecek olmazdı. Gerçi arazi uzun zamandır bakımsız kalmıştı, evin neredeyse bütün duvarları yıkılmıştı. Kapılar ve pencereler kırılmış bazılarıysa kasasından sökülmüştü. Bahçede kuruyan ağaçların yenilerini dikmek o kadar zor olmazdı. Bir sorun kalıyordu geriye yalnızca, az önce adamın söylediği "Cadı Bostanı" deyimi. Evin arkasına dolandı.

    Evin arkası hafif yamaçtı. Bahçenin ötesinde, yavaş yavaş çökmeye başlayan karanlıkta zorlukla seçilen bir karaltıyı işaret etti eliyle

    "Şu görünen taşlar nedir?
   
    "Onun ve annesinin mezarı" dedi korktuğunu belli etmemeğe çalışarak. Yaver şaşırmıştı.

    "O kim... Annesi kim" doğal bir şaşkınlıkla.
 
     "Beyim nerede olduğunuzu unuttunuz galiba" sesi uyarı tonları taşıyordu. Yaverin aklına geldi, burası Cadı Bostanıydı. Geri dönüş boyunca hep kafasını kurcaladı "Cadı Bostanı" Bostanı anlardı ama Cadı nereden geliyordu.

     Köye döndüklerinde, yaşlı amca kendisine izzet ikramda bulunmaktan hiç geri kalmamıştı. Fakir mutfağında ne var ne yoksa paşanın yaveri için hazırlanmıştı. Yemekte bir hayli kalabalıktılar, kendisine eşlik eden küçük oğul ve gelin yemekteydi. Özellikle de o sevimli küçük kız, Derya. En küçük evlat olarak yaşlı adamın evinde kalıyor olmalıydılar. Ağabeyler ve gelinlerde gelip kendisine hoş geldin dediler. Uzun süre askerlikten harplerden söz edildi. En büyük oğlan Mirlivasını tanıyordu.  Ve geç vakitlere kadar süren sohbetten sonra eski bir Anadolu geleneği olarak hazır tutulan misafir odasını kendisi için açtılar. Genç yabancı kendisi için hazırlanan bembeyaz çarşaflarda derin bir uykuya daldı.

     Gecenin bir vaktinde bağırışlarla uyandı. Evin ışıkları yanmamıştı ama fısıltılardan kendisini uyandırmamak için kandillerin yakılmadığını anlamıştı. Yinede dışarıdaki sesleri duyup uyanmamak için insanın ya sağır ya da kütük gibi sarhoş olması gerekiyordu. Bir haykırış bütün köyü bütün vadiyi inletiyordu sanki. Olabildiğince tiz bir sesti vahşi bir kahkaha gibiydi. Bir kadın veya kız sesi olduğu belliydi, acı çeker gibi bağırıyordu. Köpek havlamaları, kurt ulumaları ve çakal sesleri çığlığa eşlik ediyordu. Uzaklardan duyulan baykuş sesleri bile koroya dâhildi.

     Bismillah deyip yerinden doğruldu. Odanın tek penceresini örten perdeyi açtı. Dalın duvarların ötesini ay ışığıyla aydınlanmış bahçeyi inceledi. Hiç bir şey görünmüyordu ay ışığı ve gölgelerden başka. Uykusu iyice dağılmış, gözleri karanlığa alışmıştı. "Destur" deyip kapıyı açtı.

     Kapının açıldığı sofa da karaltılar gördü. Kimi birbirine sarılmış kimi bir kenarı büzülmüştü ev halkı. Yaşlı dede ve nine mırıl mırıl ezberden kuran okuyordu. Her birinin ne kadar korktuğunu anlamak için ışığa gereksinim yoktu. Akşamdan anımsadığı kapıya yöneldiğinde ayaklarına bir şeyin sarıldığını hissetti. Tam silkinip kurtulmak için harekete geçecekti ki, ince, titrek bir ses kendisini durdurdu.

    "Dur gitme, Cadı seni yer" dedi. Bu evin en sevimli kızı, Derya'ydı.

    "Torunum haklı. Dışarıdakine karşı yapabileceğimiz bir şey yok, Yaradana sığınmaktan başka" dedi Yaşlı bakkal. Adam, olabildiğince incitmeden ayağını kurtardı ve kapıyı araladı.

     Geniş bahçede her hangi bir olağanüstülük yoktu. Hala köyde çınlayan çığlığı dinledi, uzaklaşıyordu sanki. Bir iki saniye sesin ne yönden geldiğini anlamaya çalıştı. Kulakları tırmalayan iğrenç çığlık aşağılardan geliyordu. Akşamüzeri evin en küçük oğluyla beraber yol aldıkları Hacı Beytullah Efendinin arazisinin yönünden, yani Cadı Bostanının oradan.

   İçeri girdiklerinde yaşlı adam konuğuna ters ters bakıyordu. Bakışlardaki anlamı sezmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Bir kaç dakika sonrasında Yaver Talat Bey

    " Kimdir bu?" dedi. Ardından düzelmek ihtiyacı duymuşçasına ekledi, "Neydi o ?"

     "Uzun zamandır sesi soluğu çıkmıyordu iyi saatte olsunların. Kendisini rahatsız eden bir şeyler olmalı" dedi yaşlı adam konuğunu direk suçlamadan. Talat beyden önce beraber gittikleri küçük oğlu söze girdi

    "Baba, biz kendisini rahatsız edecek bir şey yapmadık. Evi beye gösterdim ve döndük. Girerken de çıkarken de dualarımızı okuduk" Yaşlı adam yerinden doğruldu

    "Gideyim de, bende bir yasin okuyayım bari" dedi. Ağır hareketlerle odadan çıktı. Hemen ardından da genç yaver yaşıtı, sayılabilecek adama dönerek

    "Bu konuyu bana anlatmalısın" dedi. Karşısında divanda oturan adam duymadı bile. Yalnızca ileri geri hareket ediyordu dudakları kıpırdanarak.


     "Hadi anlat bakalım evlat" dedi koltuğunda oturan yaşlı adam karşısındaki gence. Genç adam da üzerinde askeri kıyafetleri olduğu halde bir gün önce yaşadıklarını anlattı odada bulunanlara. Söylentileri, gece olan bağırışları anlattı. Yörenin terk edilmişliğini söylemeyi unutmadı. Sözlerini tamamladığında yaşlı adam evinde bulunan konuklarına göz ucuyla baktı. Yaverinden dolayı gizli bir gurur bakışlarındaydı.
    Yaveriyle evinde buluşmuştu. Kendisi bu tür ayrıntılara dikkat ederdi, kul hakkından çok korktuğu için çalışma saatlerini değil kendi özel saatlerini ayırmıştı bu işi için. Yaverinin de aynı davranmasına dikkat etmişti. Bu nedenle aslen Ayasulug'lu olan yaverinin de izinli olmasına dikkat etmişti. Bu sayede Devletinin zamanını almamış olacaktı.
 
     "Bak evlat" demişti sözlerine başlarken "Bu benim özel işim ve bana yardım etmek zorunda değilsin"

     "Emir Telakki ederim" demişti yanıt olarak genç yaver. "Üstelik oraların uzun zamandır iyi bir temizliğe gereksinimi var" dedi evdeki üçüncü kişi. Bu kişi yetmişli yaşlarını süren Dersaadet'in asayişinden sorumlu olan Hilmi Paşaydı. Şehremini yardımcısı Ferik Hilmi Paşa.

     "Eğer o araziyi zat-ı âliniz alır bahse konu olan havuzlu konağı yaptırırsanız oralar kanun kaçaklarından da temizlenmiş olacaktır." Bir an durdu. Kırlaşmış bıyıklarını burarak "Belki Padişahımızın iltifatına bile mazhar olursunuz ve başarınız üzerine yıllardır beklediğiniz Ferikliğe kavuşursunuz." Hilmi Paşaya göre bir hayli genç sayılabilecek Mirliva Cemal yanındaki büyüğüne dönerek

     "Paşam nedir bu anlatılanlar" dedi. Ferik Hilmi Paşa alaylıydı. Yani ordu içerisinden yetişmişti. Mektep medrese görmese de yıllarını boş geçirmemiş kendi kendisinin öğretmeni olmuştu. Gerçi hakkında pek çok dedikodu dolaşıyordu ama kazandığı başarılar, Devleti için verdiği çabalar hakkındaki söylentileri çürütmeye yetiyordu. Yaşlı adam bıyıklarını burarak başladı anlatmaya.

      "Evet, yıllar önce Yeniçeri ocağının kaldırıldığı o Hayırlı Olaydan kaçıp kurtulabilenler bir zaman bu yerleri kendilerine mesken tutmuşlardı. Bu güzelim araziler kanunsuzluğa ve zorbalığa teslim olmuştu. Devlet-i Ali, zaman zaman baskınlar yapmış, temizlik harekâtlarına girişmişti. Tüm bu çabalar başıboşluğa kökten bir çözüm sağlamamıştı." Durdu. Gözleri dolmuştu sanki. Bir kaç saniye sonra anlatmaya devam etti.

     "Bir ara bir küçük çocuğun tecavüz edilip öldürüldüğünü duymuştuk. Bir gurup gözü dönmüş yeniçeri eskisi, minik yavruya yapmadığını bırakmamış. Bu olayın ardından kimin işlediği belli olmayan cinayetler başlamıştı bölgede. Dinsizin hakkından imansız gelir hesabı bir zaman cesetler bulunmuştu sağda solda. Halk arasında bir cadının bunlara neden olduğu, iyi saatte olsunların ehl-i müslimi koruduğu söylentisi yayılmıştı. Sonra olaylar kendiliğinden durulmuştu. En son çare olarak yeni bir Anadolu yolu yapılması kararlaştırılmıştı. Hatta o zaman tahta olan Hünkâr Mahmud-u sani ecnebi mimarlara planlar çizdirtmişti. Yaşlı adam durdu.

     "Abdülhamit han da benzer düşüncelere sahip. Yeni Bağdat yolunun bu güzergâhtan geçmesini ister." tekrar durdu. Cebindeki köstekli saatini çıkararak baktı. Toplantının sonlarına gelindiğini anlamışlardı

     "Bak evlat" dedi, "Bu iş senin, Mirlivan senden övgüyle söz etti. Nasıl tuttuğunu koparan biri olduğunu söyledi. Bu nedenle bu işi yapsan yapsan sen yaparsın. Durumu gittin gördün.

    "Ama efendim... Ben yalnızca bir gün dolaştım o arazide"

    "Olsun. Yine de bir fikir edinmişsin. Gece olanlardan söz ettin az önce. Bağırışlar dedin, haykırışlar dedin. Bu işin aslını astarını öğrenmek sana düşer." Bir an gözleri daldı. Yerinden doğruldu, ardından odadaki diğer iki kişide kalktı. Kapıya yöneldiler.

     "Tam yetkili bir gizli görevlisin" dedi genç adama. Kumandanı Cemal paşa ekledi. " Git ve çöz bu işi."

     Kapının ağzında duran yaşlı paşa, pişmanlık ya da hüzün kokan cümlelerle sözlerini bağladı. "Kim bilir belki bu yaşlı adama yıllar önce işlediği günahların kefaretini ödeme fırsatı verirsin." 

     Ertesi gün sabah namazının hemen ardından yola çıktı. O gece ailesiyle görüşmüştü ama kendisini neler beklediğini bilmediği için eşi ve çocuklarıyla vedalaşmıştı. Kanını donduran bağırışlar kulaklarındaydı, sabah bahçe kapısından kendisini yolcu eden hanımından helallik alırken. Mirlivasının harasından iyi bir at seçmişti kendisine. Bu sayede iki gün önce yaşlı bakkalın oğluyla geldiği yere gelmesi zor olmadı. Askerlik eğitimini en iyi şekilde yaptığı için yol bulma konusunda mahirdi. Geçtiği yerleri kolay unutmazdı. Özellikle de pusu kurulabilecek yerlere dikkat ederdi.

    Karanlık çökmeye başladığında verdiği kararın ne derece doğru olduğu konusunda kaygılar taşıyordu. Cadı Bostanı denilen bu yerde kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. O gece karanlıkta çığlık atan kişi çevresine korku yaşatmaya çalışan kaçaklardan biri olabilirdi.  Sonrasını düşünmemeye çalıştı. Rabbinin yarattığı bin türlü mahlûk vardı, Nurdan yaratılanlar, ateşten yaratılanlar ve topraktan yaratılanlar. Onlardan her hangi biri olabilirdi karşısındaki. Hatta sesin şiddetine bakarsanız öyle bir yaratıkla -hem de en azılılarından biriyle- karşı karşıya olduğunuzu da düşünebilirdiniz.

     Bir ara çalılıklar arasında bir gölge gördü. İyi bir askerdi seviliyordu, sayılıyordu ama bu kadar sevilmesinin nedeni dalkavukluk değil, iyi bir asker olmasıydı. İyi asker olmanın gereği olan koşullar tamdı. İyi silah kullanır, iyi iz sürer, iyi koku alırdı. Planlama konusunda da yetkindi. Kendisinde doğuştan var olan bazı özellikler olduğunu söylerdi arkadaşları. Çevrede olabilecek tehlikeleri sezerdi. Gündüz öyle bir hissi yaşamıştı.

     Yemeğini yemek için bir ıhlamur ağacının gölgesinde durduğunda kendisini birilerinin izlediğini hissetmişti. Kim ya da kimler bilmiyordu ama kendisini izleyen gözlerin varlığını biliyordu. Ani bir hareketle o yöne doğru seğirttiğinde yanılmadığını anlamıştı. Evet, yanılmamıştı ama bir o kadar da şaşırmıştı. Bir kaç yüz metre ardından koşmuş tam yakalamak üzereyken buhar gibi uçup kaybolmuştu kendisini izleyen gözlerin sahibi. Şaşkınlığı da o zaman yaşamıştı. Dokuz, on yaşlarında kız çocuğuydu ve bu ıssızlığın ortasında ne arıyordu.

     Cadı Bostanına vardığında geceleyebileceği bir yer aradı. Hala hırsızların kaçakların saklandığı yerlerdi buralar. Askerden kaçan soluğu buralarda alıyordu, hırsızlık yapanında saklanabileceği yerdi, işsiz güçsüz serserilerinde. Onca kanun kaçağı, it, kopuk nerelerde saklanıyordu acaba. Bireysel mi hareket ediyorlardı yoksa çete mi oluşturmuşlardı? Öyle veya böyle kendisini gördüklerine hatta izlediklerine emindi. Zaptiye olduğu fikrine çoktan varmış olmalıydılar. Bu nedenle harekete geçmek için geceyi bekliyor olmalıydılar. Geniş arazide saklanabileceği iyi bir yer bulmaya çalıştı. Saklanıp neler olup bittiğini anlamalıydı. Yol kenarına oturdu, sırtını yaşlı meşe ağacına dayadı. Kısa bir soluk almalıydı yola devam etmeden önce...

   Uyandığında çevresi haydutlarla dolup taşıyordu. Çevresine bakındı bir mağara da olmalıydı. Havadaki rutubet kokusu kanaatini güçlendiriyordu. Yer yer meşaleler takılsa da duvarlara, karanlık hükmünü sürüyordu koca mağarada.
    "Ağam" dedi kalın bir ses. "Sana bir armağan getirdik" Uzandığı yerden doğruldu genç yaver. Bir kayanın arkasındaydı ve loş mağarada onlarca gölge vardı. Kimi oturuyor kimi sağa sola hareket ediyordu. Kafasını sesin geldiği yere çevirdi. İki iri kıyım adam aralarında bir küçük yavru getiriyorlardı. Ürkek bakışlarıyla çevresini kontrol etmeye çalışan kızcağızın saçları iki yana örülmüştü. Karşıya baktı tekrar. Kayaların biraz yukarısında teras gibi bir yerde oturan adamı gördü. Bu mağarada toplanan serserilerin başı olmalıydı.

    "Hele yakınıma getirin" dedi iğrenç bir ses tonunda. Avını yakalamış bir vahşi hayvan, ancak bu kadar keyif alırdı. İki yarmadan biri kolayca sırtladı çocuğu. Bir mal, eşya gibi attı ağasının önüne. Akabinde ödülünü aldı, ayaklarının dibine atılan bir kese altın olarak.

     Ağa oldukça gençti ve ağalığını iri yarılığıyla elde etmiş olmalıydı. Ateşin çevresinde oturan diğerlerinden çok daha iriydi. Önüne atılan yemini inceledi bıyıklarını burarak. Yanı başında duran toprak testiden bir yudum daha aldı.

     "Güzel bir yere saklayın. Hacı mollayı ikna etmek için böyle bir rehineye gereksinimimiz var" dedi. Karşısında oturan zayıf çelimsiz biri çırpı gibi kolları kırarcasına kavradı. Ne olup bittiğini anlayamayacak kadar küçük çocuk acı içerisinde bağırdı. Öfkeyle yerinde doğruldu yaver bey. Tüm enerjisini sesine vermiş gibi bir nara attı mağarada. İşte o zaman bir rüyada olduğunu anlamıştı. Bir rüyanın daha doğrusu bir kâbusun içerisindeydi.

     Sonrasında bir telaş yaşandı mağarada. Çetenin reisi naralar atıyor çevresine tehditler yağdırıyordu. Olmadık küfürlerle emirler veriyordu adamlarına. Uzun bir zaman sonra çamur içerisindeki beden bir kere daha getirildi çete reisini huzuruna. Saçlarından sürükleyerek götürdü bir kayanın arkasına vahşi hayvan kılığındaki çete reisi. Bir kaç saniye sonrasındaysa korkunç bir bağırış geldi yakınına kadar. Ardından da şiddetli bir tokat sesi geldi. Yaver Bey yerinde bağırıyor, çağırıyor ama hiç bir şey yapamıyordu. Çaresiz izlemekti onun da cezası. Beş dakika sonrasındaysa kulağı kanlar içerisinde tekrar belirdi kayaların önünde.

     "Bütün bu olanların sorumlusu yaşlı bunak, isteklerimizi kabul etseydi bütün bunlar olmazdı" dedi kendi kendine konuşur gibi. Daha yüksek sesle, emredici tonla ekledi "Atın bu leşi Hacıağanın evinin yakınlarına. Bizlerle oyun oynanmayacağını anlasınlar. Olanlardan şaşkın, hatta korkmuş kalabalıktan iki adam fırladı. Söylenen anında yapılmasaydı kendi başlarına da benzer olaylar gelebilirdi. Bir ses daha duydu ama bu kere duyduğu küçük kız çocuğunun sesiydi ve yakınlardan geliyordu.

     "Baba geçen gün gelen amca burada" diyordu. O zaman gözlerini açtı. Uyandığında güneş ufka iyice yaklaşmıştı. Kafası karma karışıktı ve neyin rüya neyin gerçek olduğunu hala anlayamıyordu. Yıllar önce neler olduğunu anlamıştı ama öykünün tamamı bu değildi. Daha önemlisi bu öykü kendisinin görevini ifa etmesine engel olmamalıydı.

    "Bizde sizi arıyorduk beyim" dedi yüzüne gülümseyen akranı Halil. Buralar tekin değildir, babam senin geri gelebileceğini tahmin ettiği için beni yolladı. Hala az önce gördüğü rüyanın etkisinde ki Yaver olan biteni kavrayamıyordu ve Halil bunu anlamıştı ısrar etti,

     "Anam güzel tarhana yapar, yengende iyi kahve pişirir. Sabah olunca da araştırmana devam edersin" Öneri çok iyiydi ve üzerine eklenecek hiç bir şey yoktu. Yola koyuldular. Bir ara yaşlı adamın minik torunu Derya yaverin yanına sokuldu

    "Onu gördün mü?  Bir an ne yanıt vereceğini düşündü Yaver Talat Bey. Gördüm dese doğru olur muydu ki? Görmedim dese de yalan söylemiş olurdu. Bir gölge görmüştü
     
     "Bir gölge gördüm, ama ne olduğunu anlayamadım" dedi doğruca. 
     
     "Ben rüyadan söz ediyorum efendi amca" dedi tane tane. “Benim de gördüğüm rüyalardan.”

     "Rüya mı? Nasıl rüyalar bunlar."

    "Bir kız çocuğu var benim yaşımda. Başından kötü şeyler geçtiğini söylüyor. Hep ağlıyor rüyamda, annesini özlediğini yanına gitmek istediğini ama gidemediğini anlatıyor.” Sorun daha da karmaşık hale geliyordu. Ortada çözülmemiş bir mesele vardı. Birde annesine kavuşmak isteyip başaramayan bir kız çocuğu. İçinden bir ses sorunun akşam çözüleceğini söylüyordu.

     Yemekler yenmiş kahveler içilmişti. Yaşlı adam, yatsı namazından gelmişti.  "Ne öğrenmek istiyorsun" dedi yaşlı adam sedir oturan konuğuna.

    "Geçenlerde de anlatmıştım ya amca. Benim Kumandanım buralardan yer almak istiyor. Kendine güzel bir konak yaptıracak ve ailecek oturacak. Oralarda Cemal Paşamın ailesinin dışında bekçiler, aşçılar, bahçıvanlar olacak. Paşamın konak yaptırdığını gören başkaları da, Ona komşu gelmek isteyecekler. Bu sayede çevre kalabalıklaşacak ve sizlerde rahat edeceksiniz, asayişle ilgili bir korku yaşamayacaksınız artık.

     "Uzun zamandır uyuyan bir cadıyı uyandırdınız. Ya sende veya senin çevrende, belki de soyunda bu iyi saatte olsunları rahatsız eden biri var."

      "Kapanmamış bir defter gibi" Artık iyice yakınlaşmışlardı deryanın babasıyla.

     "Bak evlat" dedi yaşlı adam aksakallarını sıvazlayarak. "Bir can öldüğünde ruhu uçar gider öte âleme. Yalnızca iki kişinin ruhu dünyada kalır. Biri öldüğünü fark etmeyerek mahşeri bekleyen şehitlerdir, diğeriyse kendisinde ah kalan masumlardır. Biri ya da bir şey, belki kasıt belki de ihmal onların ruhlarının bu dünyadan gitmesine engel olur. İşte bu ruhunda bir meselesi var. Eğe çözülürse gider. Çözemezse çözülünceye kadar kalır.

     "Ne yani, iyi saatte olsunların meselesi, benimle mi?

    "Ya seninle ya da çevrenden biriyle ilgili. Uzun bir zamandır sesi sedası çıkmıyordu. Sen geldikten sonra torunum rüyalar görmeye başladı. Cadı Bostanı yakınlarına giden köylüler garip şeyler görmeye başladılar.
   
     "Anladım, anladım da bir bedenden ayrılan ruh nasıl burada kalabilir.

     "Eğer cenaze karanlıkta kalırsa yahut gömülmeden üzerinden bir kedi atlarsa, ne bileyim ölmeden az önce insan eti yediyse" yaşlı adam oğlunun sözünü kesti

    "Bunların bizim dinimizde yeri yok. Hurafe hepsi" dedi. Babasının ses tonundaki uyarıyı fark eden oğul sustu. Yalnızca

    "Hayırda şer de hep Allah’tan" dedi. Odadaki herkes bu sözü tekrarladı
   
     "Hayırda şerde hep Allah’tan.”...   "Hayırda şerde hep Allah’tan.”...   

     Tüm ev halkı gecenin bir yarısında acı dolu çığlıklarla uyandı. Hepsi, en küçüğünden en yaşlısına kadar tüm ev halkı böyle bir olaya karşı hazırlıklı olsalar da yine de korkuyorlardı. Duydukları ses insanüstü bir sesti. Bilinmeyen eski çağlarda olsa bir ejderha aynı sesi çıkarabilirdi ancak. Tüm köyün ışıkları yanmış, erkekler ellerinde çıralarla evlerinin önüne çıkmışlardı. Her kafadan bir ses çıkıyor ortalığı daha kargaşalı bir hale sokuyordu. Askerliğin vermiş olduğu disiplinle çabuk davranan Talat Bey köy meydanına çoktan varmıştı.

    Bir kaç saniye duraladı meydanda. Yanı başında Halili görünce biraz olsun rahatladı. Elini akranın omzuna koyup çevresine bakındı.

    "Eli silah tutanlar doğru Cadı bostanına, yaşlılar da evlerine, dualarına gereksinimimiz var" dedi. Ardından Halil’e dönüp, "Hadi Bismillah, Allah yardımcımız olsun" dedi.

     Birlikte Cadı Bostanına doğru koşmaya başladılar. Gökyüzü bir mayıs akşamı için oldukça kapalıydı. Uzaklarda duyulan çığlıklar yol boyu hiç dinmedi. Kimi zaman bir küçük çocuk gibi ağlıyor kimi zaman ise acı içinde kıvranıyordu ses. Büyük sona yaklaştıklarını anlamışlardı.

     Cadı Bostanına vardıklarında nefes nefeseydiler. Uzaklarda bir karaltı vardı. Yamaçta durmuş eğiliyor doğruluyor ilk başta anlamsız gibi görünen hareketler yapıyordu. Bostana adını veren cadıysa hemen yanında bağırıyor, çağırıyor adama engel olmaya çalışıyordu. Cadının bağırışlarına adamın kahkahaları karışıyordu.

    Bir kaç dakika sonra karaltıya iyice yaklaştıklarında adamın bir çukur açmaya çalıştığını fark ettiler. İyice yaklaştıklarındaysa açılmaya çalışılan çukurun bir mezar olduğunu anladılar. İşi yapansa yaşlı bir adamdı.
 
    "Gel yaver" dedi karanlıktaki ses. "Bütün bunlara neden olan cadıyı kıstırdım. Az sonra yaptığı bütün fenalıklar sona erecek." Sesi tanımıştı, ses ile karaltı belleğindeki yere oturmuştu. Ferik Hilmi Paşa

     "Paşam, sizin burada işiniz ne ola ki" Adam elindeki küreği bir yana bıraktı. Yanı başında duran kol boyundaki kazığı aldı.

     "Eğer bu kazığı mezardaki cesedin göğsüne çakabilirsek, cadı, cadı olmaktan çıkar." dedi. Yaver, Talat kumandanının söylediğini akşam konuk olduğu ev sahibinden de duymuştu. Biraz ötede şuursuzca çığlık atan cadıya döndü. Cadının korkunç çığlıkları susmuş sessizce gözyaşı döken bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Bir an göz göze geldiler. Yalvaran bakışları rüyalarında görmüştü daha önce.

     "Kumandanım, müsaade ederseniz bir şey eklemek istiyorum.

     "Müsaade etmiyorum." Yaverin yanında duran adama dönerek, "Evlat sende askerlik yapmışsındır, ben seninde komutanın sayılırım. Gel birazda sen kaz bu mezarı" dedi. Halil bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Yaşlı adam iyi birine benziyordu. Tam adamın uzattığı küreğe doğru yürüyecekken karanlıktan gelen bir ses kendisini durdurdu.

     "Oğlum Halil, bu iş senin işin değil, üstelik sırası da değil. Önce küçük yavrucak kendisini bu hale koyanı bulmalı." Köylülerde birer ikişer bostana doluşmaya başlamışlardı. Manzarayı görenler bir şey anlamıyorlardı. Bir adam mezar kazmaya çalışıyor, bir kaç adım sağında bir kız çocuğu dikiliyordu. Yaşlı köy bakkalı sözlerine devam etti.

    "Aramızda şu sabiyi rahatsız eden biri var." Suçlayıcı parmaklar beyaz entarisi içindeki kızı cadıyı gösteriyordu. "Bu kişi eğer tövbe istiğfarda bulunursa, Tanrı da affeder kendisini" dedi. Bakışları Ferik
Paşadaydı ama yaşlı Paşa hiç üzerine alınmadan kazmaya devam etti.

   Bir kürek darbesi daha vuracakken acı içinde bağırdı. "Yandım Allah" Ne olduğunu anlamamıştı. Kazmayı tutan elleri bir kez daha yukarı kalktı. Sanki sırtına görünmeyen bir darbe yemiş gibi geriye düştü. "O an yanı başına kayan bakışlar kız çocuğunun tekrar cadıya dönüştüğünü gördüler. O taranmış saçlar bir anda karmakarışık olmuştu. Tertemiz entarisi çamur ve kan içerisindeydi.

     "Bak halime namussuz. Hiç mi acımadın bana? Yaşlı Paşa yerinden yavaşça doğruldu. Uzağa fırlamış kazmaya baktı. Ulaşamayacağını anlayınca açtığı çukura tekrar gömüldü. Toprağı eleriyle kazmaya başlamıştı. Görünmeyen darbenin şiddetiyle bir kere daha kazdığı mezarın çukurunda yuvarlandı.

     "Benim gibi sabi sübyandan ne istedin" Cadı tekrar konuştu. Sesinin tonundaki korku, kendilerini seyirlik bir oyun izler gibi izleyen kalabalığın tüylerini diken diken etti. Aralarında yaşlı olanlar o geceleri anımsadı. Küçük kızın eşkıyalarca öldürülmesinden bir kaç gün sonra kanlı günler başlamıştı. Hemen hemen her gün birinin cesedini buluyorlardı kanlar içerisinde. Kiminin boynu kırılmış oluyordu, kiminin de kasıkları parçalanmış. Ama her seferinde bu korkunç ses çevrede yankılanıyordu. Çetede olan üyelerin çoğu küçük cadının kurbanı olmuştu ya da diğer bir deyişle Cadı bostanında olanların intikamını alıyordu. Yalnızca kaçabilenler kurtulmuştu. Ciğer Söken Ağanınsa Rumeli’ne geçtiğini yahut Arabistan’da saklandığını söyleyenler vardı.

    Kendini kalabalığın kurtarıcısı gibi göstermeye çalışan yaşlı paşa Bir yandan tırnaklarıyla kazıyor diğer yandan kızla konuşuyordu.  "Bak kızım, bak minik yavrum" diyordu, "Sen beni birine benzetiyor olmalısın? Beni herkesler tanır. Nasıl biri olduğumu tüm Osmanlı bilir." Başını bir ara kaldırıp az aşağıda biriken kalabalığa baktı.

     "Aha şu beye sor,  kendisi anlı şanlı Osmanlı askeridir. Yalan söylemeyecektir. Aşağıda kalabalıkta bir hareketlenme oldu. Köylüler kendi aralarında mırıldanmaya başlamışlardı. Paşa kalabalığa dönerek sözlerine devam etti.

     "Efendiler, kardeşlerim, sizler de yardımcı olun. Yıllardır sizlere kök söktüren sayısız cana kıyan bu cadıyı ortadan kaldıralım" Sözlerinin etkisi olmuştu kalabalık yukarıya mezarlara doğru bir kaç adım attı. Küçük karaltı kendisini savunmaya geçti

     "Ama… Ama ben... Ben masumum. Olanların hiç biriyle alakam yok" dedi. Hilmi Paşanın böğürtüyü andıran sesi kızın sesini bastırmaya yetti.

    "Bakın hele bir de 'Ben masumum diyor' Ne yani onca insanı ben mi katlettim geceler boyu. Bu gün benim gibi varlığını devletine, milletine adamış bir paşayı suçlayan bir cadı, yarın sizlere neler yapmaz ki?"  Kalabalık içerisindeki Yaver ne yapması gerektiğini bilemeyecek haldeydi. Bir yanda gördüğü rüyalar sonucu masumiyetine inandığı bir yavru vardı. Diğer yanda da devleti için çalışan bir kumandan. Kalabalığa dönerek bağırdı.

    "Durun" Kalabalık bir an duraladı. Ferik Paşanın elleri ve dili boş durmuyordu.

     "Ey ahali, ey ehli Müslim, cadı şeytandır, şeytan lanetlenmiştir. Hala ne bekliyorsunuz" Şaşkınlık içerisindeki köylüler kime inanacağını bilemeyecek durumdaydılar. Yıllardır bu araziyi mesken tutmuş Cadı karşılarındaydı. Karşılarındaki yaşı küçükte olsa bir cadıydı, şeytandı, geldiği yere geri gönderilmesi gerekiyordu. Koskoca Osmanlı Paşası yalan söylüyor olamazdı. Kalabalık yavaş yavaş kayanın üzerinde büzülmüş duran minik bedene doğru yürümeye başlamıştı homurdanarak. Ama o an çakan bir şimşek ve ardından gelen korkunç gök gürültüsü kalabalığı durdurmaya yetti. Kimse neler olduğunu anlamamıştı. Birden Paşanın kahkahası duyuldu. Toprağı kazan parmakları sert bir cisme takılmıştı.

     "Küçük Or... Şimdi seni tekrar öldürdüm" dediğinde ellerinde beliren kazığı dizlerinin dibindeki toprağa saplamıştı. Yılların saygın Osmanlı Paşası asi bir yeniçeri ağasına, bir eşkıyaya dönüşmüştü. Sessizce olanları izleyen kalabalık kırılan kemikleri çatırtısını duydu. Kayaların üzerindeki gölge sendeledi, yalnızca bir hıçkırık duyuldu. Hani uzun süren bir ağlamadan sonra gözyaşınız bittiğinde ağlayamazsınız yalnızca hıçkırırsınız ya işte öyle bir hıçkırıktı duyulan. Cadı tekrar bir kız çocuğu olmuştu. Bembeyaz elbisesiyle, karanlıkta ayakta durmaya çalışıyordu.

     Mezarın içerisindeki haydut, avuçlarındaki kazığa bir kere daha yüklendi tüm gücüyle. "Bana yıllardır vicdan azabı çektirdin" dedi kendi kendine konuşur gibi. Titreyen ayaklarının üzerinde dik durmaya çalışan beyaz gölge, hafifçe ışıldamaya başlamıştı. Mezarın içindeki karanlık bir şeytana dönüşmüş karaltının yaptığı yetmemişti. Elindeki kızılcık kazığını hafifçe kanırttı, "Geceler boyu kâbusum oldun"

     Dakikalardır olduğu yere çakılmış gibi kıpırdamadan duran Yaver Bey ok gibi yerinden fırladı. Dizlerinin üzerine çöken küçük kızı kucakladı. Buruk bir gülümsemesi vardı masumun dudaklarında.
İşte o an yerin derinliklerinden gelir gibi bir ses duyuldu. Zelzele oluyor zannettiler bir an o korkunç uğultuyu. Gökyüzünden gelen seslerle yerin dibinden gelen sesler birbirine karışmış gibiydi. Ardından bir çatırtı koptu. Hilmi Paşanın az önce kazık çaktığı mezarın yanı başı yarıldı. Bir alev fışkırdı dışarıya gökyüzüne doğru. Alev top halinde gökyüzünde süzüldü bir müddet. Kalabalığın üzerinden alıcı kuş misali geçti. Köylüler eğilmeseydi o alev kuşu kendilerini yakıp kavuracaktı. Tekrar gökyüzüne yükseldikten sonra açılmış mezarın yanına kondu. Az biraz cesareti olanlar kafalarını kaldırıp baktıklarında alevlerin kırmızılığı solduğunu ve ardından kuşun bir insana, genç bir kadına dönüştüğünü gördüler.

     "Alçak adam, Biz sana ne kötülük yapmıştık." Sesi tüm meydanda çınlıyordu. Öfkesi sesine yansıyordu. "Ne istedin bizlerden, ne istedin şuncaaz masumdan" Kucağında on yaşındaki kız çocuğu öylece kala kalan yaver beye bakıyordu. Az önce böğürtülerle bağıran yeniçeri ağası tekrar saygın Osmanlı Paşası Ferik Hilmi Paşa olmuştu.
 
     "Ne bildin a kızım benim yaptığımı. Bana iftira atıyor olmayasın" dediğinde genç anne, az ötesinde dikilen Yaver Halil e dönerek
     
     "A ağabey, yavrumun ağzındakini çıkarsana" dedi içten bir sesle. Halil Bey parmaklarını usulca kucağındaki bebeğin ağzına soktu. Dişlerinin arasında kalmış minik bir et parçası buldu ve çıkardı. Görmek için gözlerine yaklaştırdığında

     "O, iblisin sol kulağının parçası" dedi. Yaşlı adam elini istem dışı kulağına götürdü. "O et parçası bize öte âlemde şahitlik edecek" der demez

    "Evet, itiraf ediyorum, bendim. Lütfen acı bana. Yaptıklarımdan çok pişmanım. Ben tövbekâr oldum" dediğinde bakışları az önce tövbeden bahseden yaşlı köy bakkalını arıyordu. Bulamayacağını anlayınca yerinden kalktı. Dizleri titriyordu. Önünde dikilen genç kadına baktı. Kadının gözleri yaşlı adamı deliyordu sanki.
 
    "Sana yalvarıyorum, beni bağışla. Evde beni bekleyen çocuklarıma, torunlarıma acı" dedi. Bir yandan konuşuyor bir yandan da arkasında sakladığı kazık ile ayakta dikilen genç anneye yaklaşmaya çalışıyordu.

    "Ne olur acı" derken ani bir hamleyle elinde tuttuğu ve az önce mezardaki minik bedenin göğüs kemiklerini parçalamış olan kazığı kadının göğsüne saplamaya çalıştı.

     "Geber Kaltak"  Kendisinden bir hayli zayıf olan bedeni yere yıkması zor olmamıştı Hilmi Paşa için. Tüm ağırlığını kazığa verince ucu özenle sivriltilmiş kazık önce eti delmiş ardından da kemiklere saplanmıştı. İki çığlık birbirine karıştı. Yaşlı eşkıyanın zafer çığlığı ve bir annenin acı dolu çığlığı. Tekrar şimşekler çaktı gökyüzünde ardı ardına. Bir an tekrar alev kapladı ortalığı. Cadı tekrar kor ateşe dönüşmüş ardından da alevden yapılmış bir alıcı kuş olmuştu. Pençeleriyle yaşlı adamın bedenini sımsıkı sarmıştı alıcı kuş. Zafer çığlığıydı şimdi ortalıkta yankılanan. Gökyüzüne yükseldi, yükseldi, yükseldi. İzleyenler takip edemez olmuştu onları. Ardından bir yıldırım düştü ötelere. Cesur köylülerden bir kaçı koşup baktıklarında yaşlı paşanın yanmış bedeniyle karşılaştılar. Bir lahza gözlerini açtı üzerinden hala dumanlar tüten yaşlı adam.

     "Su" diye inledi. Kalabalık çevreye henüz toplanmıştı ki, alevden sayısız el çıktı topraktan. "Bizlerin bu hale düşmesine sen sebep oldun 'Ciğer Söken', gel bizlere katıl" diyerek toprağın içine çektiler Ciğer Söken Hilmi nin bedenini. Birkaç saniye içerisinde feryat eden ağza toprak dolmaya başlamıştı. Eşkıya mezarlığı son müşterisini de almıştı artık.
   
     Az önce yarılan mezardaysa genç bir kadın yatıyordu tüm masumiyetiyle. Usul usul damlalar düşmeye başladı gökyüzünden. Halil Bey kucağındaki cansız bedeni incitmeden yavaşça bıraktı. Anne kız yan yana yatacaklardı artık. Çevrede biriken yaşlı genç tüm ahali yavaş yavaş mezarların çevrelerinde toplanmaya başlamıştı. Yaşlı Bakkal

     "Ruhlarına Fatiha" dedi gür bir sesle. İnsanlar mırıltılarla surelerini okumaya başladılar. Bir yandan da mezarların üzerlerini örtmeye çalışıyorlardı

     Ertesi gün olanları duyan Mirliva Cemal Bey Cadı bostanına geldi. Yaverinden dinledi olanları. Sözlerinin sonunda 

     "İyi bir iş başardın evlat. Mimar Ağayla konuşup iki havuz yaptıracağız konağımızın önüne. İki havuz ve iki çeşme. Biri kendini korumaya çalışan minik yavru Emine için, diğeri çaresizlik içerisindeki anne için. Belki o zaman rahat uyurlar yattıkları yerde" dedi.


   Yaşlı adam akşam yemeğinden sonra oturmuştu bahçeye. Evlatlarının seslenmelerine aldırmadan saatlerdir burada tek başına oturuyor, geçmişiyle hesaplaşıyordu. Yılların verdiği alışkanlıktı bu, güzel havalarda işinden gelir bu kanepede otururdu. Gökyüzünde yıllardır göremediği kuzey yıldızını arardı. Ama her seferinde, ne kadar dikkat ederse etsin her seferinde bulamazdı. Yıllar içinde kâh çocukları, kâh torunları kendisine kuzeyde parıldayan sayısız yıldızlar göstermişlerdi. O ise onların işaret ettikleri yönde koca bir boşluk bulurdu hep. Kocaman karanlık bir boşluk...

     Güzel bir geceydi. Tatlı bir yel denizden karaya doğru esiyordu. Yaşlı adam bir çocuk olarak geldiği bu topraklarda kendini hep yabancı hissetmişti. Onun vatanı, kardeşiyle birlikte koşup oynadığı Cadı Bostanıydı. Bu akşam, buralara büyük babası Hacı Beytullah Efendiyle geldiğinden beri ilk kez kendini yabancı gibi hissetmiyordu. Kuşaklardır buraların sakiniymiş gibiydi. Başını hafifçe kaldırdı, kuzeydeki karanlık gökyüzüne baktı. O karanlık bölgede bir nokta belirdi. Nokta her saniye ışığının artırmaya başladı. Bir sevinç kapladı içini. Bu yıllar önce kaybolduğu söylenilen ama başına neler geldiğini çok iyi bildiği ikiz kardeşinin yıldızıydı.

     Çocukluğun masumiyetinin her şeyden önemli olduğu o yıllarda Dersaadet yakınlarındaki geniş arazilerinde, gökyüzüne bakıp bu yıldızı izlerlerdi. Hatıralarının en seçkin yerinde, annesinin iki yanında oturan iki kardeş vardı. Anneciği bir kardeşinin bir kendisinin saçını okşar karanlık gökyüzüne doğru parmağını uzatırdı. "Şu uzaklardaki yıldıza iyi bakın o sizin yıldızınız" derdi. Hiç batmayan yıldız hep gökyüzünde var olan yıldız kız kardeşinin kaybolmasından sonra görünmez olmuştu. Utancından saklanıyordu besbelli. Belleğinin bir kenarında, karanlık bir yerinde, başka anılarda parıldamaya başlamıştı.

     Bir sabahı anımsadı. İşkence edilmiş, örselenmiş cılız kolların anne sevgisiyle kucaklandığı sabah. Annesi kardeşini almış uzaklara gitmişti. Çiftliğin az kullanılan bölgesinde buldukları bir mağaraya gitmiş, bir gece boyunca mağarada kalmıştı ölen kızıyla. Onu, zavallı kardeşini karanlıkta bir başına bırakmış, kendisi de mağaranın kapısında beklemişti. Sayısız kereler babası dedesi yahut diğerleri yanlarına gelmiş ama o asker gibi mağaradaki kızının cesedini savunmuştu.

      "Benim kızım kendisine bu kötülükleri edenlerden intikam alacak" demişti. "Kendi namusunu kendi temizleyecek" demişti. Sonra, sabah mağaradan kardeşinin cesedini almış tırnaklarıyla kazdığı mezara koymuştu.

     Kuzey yıldızı parıldamaya sanki kendisine gülümsemeye başlamıştı. "Kardeşim aradığı huzuru sonunda buldu" dedi kendi kendine. Kendisinin de içini tatlı bir huzur kaplamıştı. Kafasını kaldırıp ağarmaya başlayan gökyüzüne baktı. Uzaklarda beyazlaşmaya başlayan bulutların içerisinde iki gölge, kendisine el sallıyor, yanlarına çağırıyordu.

     Yaşlı babasını kahvaltıya çağırmak için dışarı çıkan oğlu, babasının artık soluk almayan ama mutlu bir şekilde gülümseyen dudaklarıyla karşılaştı. Gözleri uzaklarda parıldayan kutup yıldızındaydı...
     


Sayfa: 1 2 [3]