Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - azizhayri

Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9 10 ... 39
106
Kurgu İskelesi / Hiçkimse: Muran Adasından Kaçış
« : 27 Nisan 2016, 12:53:22 »
Merhaba:
Hikaye devam ediyor, bu bölüm öykü seçkisindeki Ejderha konulu "Her Şeyin Başladığı Yer" bölümünün devamıdır...


Hiçkimse: Muran Adasından Kaçış


   Korkuyu hissetmeye başlamıştı. Daha önce benzer duyguları yaşamıştı ama o zamanlar daha gençti. Kucağında bir bebekle, kendisini sarıp sarmalayan mavi bir ışık yukarıya taşımıştı, gündüzün karanlık gibi göründüğü nefes almanın zorlaştığı yerlere kadar sürmüştü bu yolculuk. Gözlerini sımsıkı kapamıştı. Kapamıştı da aşağıda olanları görmemişti. Görmemişti ama parlak ışık gözkapaklarının ardından bile kendisini kuvvetle hissettirmişti ve korkunç sesi duymuştu. Sesin ardından da kasırganın oralarda her şeyi yerle bir ettiğini öğrenmişti çok zaman sonra. Şimdi ise gecenin bir vakti soğuk rüzgarlı bir havada aşağı doğru iniyordu.

          Gözlerini kocaman kocaman açtı ama karanlıkta hiçbir şey göremedi. Yukarıda olduğunu bildiği ve Tizmengen Ustanın iki adam boyu olduğunu söylediği büyük hava torbasını da göremiyordu. Biliyordu ki o torba sayesinde yavaş yavaş aşağı iniyordu.

          Çevresine bakındı, kendisiyle beraber aşağıya doğru akan üç kişi daha olması gerekiyordu ama görünürde kimseler yoktu. Aklına az önce Tizmengen’in söyledikleri geldi. Önden ve arkadan yükselen kayışları tuttu. Önce öndeki kayışlara asıldı hafifçe. Yavaşça ileri doğru gittiğini gördü. Omuzlarının arkasından yükselen iki kayışı tutunca bedeni havada yüzer gibi geriye doğru ilerlemeye başladı. Kafasını uzattı aşağıya doğru bakmaya çalıştı. Karanlık bir kuyunun dibinde gibi görünen birkaç ışıklı nokta gördü. Artık göremeyeceği kadar yükseklerde kalan araçtaki usta kendilerini doğru yerde sepetten atmıştı.  Bu düşünceler içindeyken ve havadaki yolculuğunun sona ermesini beklerken uzaklardan bir ses duydu. Derinden gelen ses adını çağırıyordu. İki eliyle sağ omuzundaki kayışlara asıldı.

   Yirmi adım ötesinde hemen sağında bir gölge gördü. Bu diğer görev arkadaşlarından biri olmalıydı. Biraz kayışların birazda talihin yardımıyla aradaki mesafeyi kısalttı.  
“Dikkat yere iniyoruz.” Karanlıkta konuşanı tanıdı, bu Shatar olmalıydı. Uyarıyı dikkate alıp baktığında yer sanki kendisine yaklaşıyormuş gibiydi. Kıdemli subay, bir kere daha bağırdı.
“Kayalıklardan uzak dur, kumsala ineceğiz.” o zaman koyu gölgelerin sahildeki kayalar olduğunu gördü. Yıldızların ışığı dalgalara vurdukça gizemli parıltılar saçıyordu. Her saniye her an deniz ve kayalar kendisine doğru yaklaşıyordu. Daran bakışlarını iyice sola çevirince dalgaların sahile vurduğu yeri kumsalı gördü. İneceği yer hedefi belli olmuştu. Yaklaştı, yaklaştı, sanki hızı artmıştı. Ayak bileklerinden başlayıp kalçasına oradan da beline omuzlarına vuran sert bir darbeyle yere indi.  Yuvarlandığı yerden doğrulmamıştı ki Shartar’ın inlemesini duydu. Daran, yerinden kalkıp komutanının yanına koştu. Adam sağ ayak bileğini tutuyordu. Yanına yaklaştı. Arkadaşının ayak bileğini tuttu. Biraz ovuşturunca hafif inlediğini duydu. “Umarım ciddi bir durum yoktur” dedi. Adamın kalkmasına yardım etti. Sıra diğerlerini bulmaya gelmişti ki suya düşen bir nesne sesi arkasından ağıza alınmayacak bir küfür duyuldu. Denizlerin yenilmez korsanı suya düşmüştü.  Onlar Phala’ya yardıma giderlerken uzun beyaz gölge sanki yüzlerce defa bu işi yapmış gibi ayaklarını zarifçe yere basmıştı.

   İki üç dakika sonra dört gönüllü sırtlarındaki kocaman bez torbalardan kurtulmuş silahlarını tıpkı eskisi gibi hemen kullanılabilecek hale getirmişlerdi. Her biri bir yana dağılmış ayak bastıkları bu yeri az çok tanımaya çalışıyorlardı. Önce Shatar’ın fısıltısı duyuldu “Burada dönüşte işimize yarayacak bir tekne var” Dört çift ayağın ezdiği ıslak kumların gıcırtısı duyuldu. Yeni geldiği belli olan tek direkli küçük bir yelkenli yan yatmış öylece bekliyordu. Phala “Dönüş için buluşma noktamız belli oldu” dedi gördüklerinden haz aldığı belli olan bir şekilde.  O ara kimsenin aklına gelmeyen soruyu Shatar, Lord Koyo’ya sordu.

          “Aradığımız çocuğun adı nedir efendim” adam bir an duraladı.

          “Sigael… Kardeşimin çocuğu olan bebeğin adı, adı Sigael” dedi. Patron benim dercesine komutlar vermeye başladı.

          “İkili takımlar olacağız. Ben ve Phala ve Shatar ve Daran. Siz ikiniz; parmaklarıyla bulundukları yerin sağını gösteriyordu “ Alçak kapıdan gireceksiniz ve aşağıya doğru arayacaksınız. Omzunda asılı olan çantadan birkaç küre çıkardı. Gerektiği yerlerde kullanmaktan çekinmeyin” dedi. Ardından Phala’ya dönerek “Biz ikimiz de yukarılara bakacağız.” Aklında bir şeyler varmışta hatırlayamıyormuş gibi durdu. Arkasından cebinden bir çubuk çıkardı. “Bu nesne keskin bir ses çıkarır. Duymamanıza imkan yok. Bu sesi duyduğunuzda nerede olursanız olun buraya gelin. Birden korsanların toplanma yeri olduklarını düşündükleri yönden ses duyuldu “Kim var orada.” Bir gölge kendilerine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Adamın sesinde tedirginlik vardı.  Dört fedai oldukları yere olabildiğince eğildiler neredeyse nefes bile almıyorlardı. Nöbetçi biraz daha yaklaşınca durumdaki anormalliği fark etmişti. Kafasını mağaralara çevirip bağırmak üzereydi ki havada bir vınlama sesi duyuldu ve bir ok korsanın göğsüyle boynunun birleştiği noktaya saplantı. Ciğerlerindeki hava hırıltı olarak dışarı çıkmıştı. Bu harekete geçmeleri için kanlı bir işaret olmuştu. Kumsaldan kayalıklara doğru yol almaya başlamışlardı.
Daran ve Shatar’ın girdikleri açıklık ancak bir insanın girebileceği büyüklükteydi. Gündüz baksalar bir kurt ini veya çakal yuvası zannederlerdi. Karanlık olan dışarıdan daha karanlıktı mağara. Shatar çantasından bir karış boyunda küçük bir çıra çıkardı. Yine çantasından çıkardığı kavla ve çakmak taşıyla yağlı çırayı tutuşturmaları zor olmadı. Titreyen soluk alevin ışığında eğilerek ve tökezleyerek bir zaman hafif yokuş aşağı koştular. Önlerine çıkan dirsekten geniş açıyla sola döndüler ve artan bir eğimle koşmaya devam ettiler. Bir dakika geçmemişti ki dehlizin sonunda hafif bir ışık gördüler. Şimdi daha temkinli koşuyorlardı. Son metrelerde iyice yavaşlamışlardı ve kendilerini olabilecek kötü sürprizlere hazırlamışlardı Koridorun bittiği noktaya geldiklerinde gözleri faltaşı gibi açılmıştı.

          Yüzlerine tatlı bir sıcaklık vurmuştu önce. Belki bir saray salonu kadar geniş, göz alabildiğine uzanan ve bir odanın tavanından daha alçak mağaranın içerisinde yaz gününü hatırlatan bir sıcaklık vardı. Duvarların kenarlarında sıralı bir dizi ocak sürekli yanıyordu. Birkaç adam ki kendilerine adam demek ne derece doğruydu oda belli değil, ocakları kalın kütüklerle besliyor ortamın sıcak kalması için çaba sarf ediyorlardı. Ortalıkta dolanan adamlar o kadar zayıftı ki adımları ve hareketleri yürüyen ölüler gibiydi. Kapının ağzında dikildiler bir zaman ama diğerleri kendilerini görmemişlerdi ve hayalet gibi ortada dolaşmaya devam ediyorlardı. Ortada bir metre kadar yüksek bir duvarla çevrelenmiş geniş bir bölme vardı. Kenarlarda yalnızca bir kişinin geçebileceği kadar boşluk bırakılmıştı. Mağaranın içinde duvarlara bitişik sayılabilecek geniş ve uzun bir havuz vardı ve o bütün boşluğu kaplayan bir havuz içinde ince kumla karşılarında duruyordu.

          Adamlar kendilerini görmemişlerdi ama mağaranın karşı kenarında duran ve elinde kocaman bir kırbacı olan yarı çıplak adam kendilerini görmüştü ve hızla üzerlerine geliyordu. Shatar, sırtındaki sadaktan oldukça düzgün kesilmiş bir ok çıkardı. Yayını gerip okunun hedefini bulması normal bir insanın izleyemeyeceği kadar hızlı olmuştu. Kırbaçlı adam koca göbeğini delip geçen okun nereden geldiğini anlayamadan bir diğeri göğüs kafesine saplanmıştı. Gardiyanlarının ölümünü gören köleler geldikleri yöne doğru kaçmaya başlamışlardı.
Daran, bir sıçrayışla salonun ortasına hazırlanan havuz benzeri duvarın üzerine çıktı. Ayağındaki sağlam ıskarpinlerine rağmen ince milin sıcaklığını hissediyordu. Elleriyle biraz eşeledi sıcak kumu. Önce bir şey bulamasa da biraz derine inince parmak uçları sert bir nesneye değdi. Ellerinin hafif yanmasına aldırmadan nesnenin çevresini açmaya çalışınca yuvarlak biçimli ve pürüzsüz yüzeyli nesnenin yetişkin bir insanın kaldıramayacağı kadar büyük bir yumurta olduğunu anlamıştı. Birkaç adım ileriye gitti tekrar eşeledi kumu bir tane daha buldu. Şaşkınca kendisini izleyen Shatar’da ne olduğunu anlamamıştı.

          “Burada kötülüğün yumurtaları var. Burası bir kuluçka mağarası” dedi. Shatar hala anlamamış gözlerle kendisine baksa da gördüklerinin iyi şeyler olmadığını tahmin ediyordu. Daran Kılıcını çekti, iki eliyle kavrayarak ezeli bir düşmanın yüreğine saplar gibi hırsla batırdı. Uzaklarda acı dolu tiz bir çığlık duyuldu.

          “Bir zaman önce Muran Adasında bize saldıran kanatlı canavarın tohumları bunlar” dedi. Kafası bir makine gibi işlemeye başlamıştı.  Shatar da duvarın üzerine çıktı ve kılıcını çekerek kumun içine saplamaya başladı. Çığlık tekrar ve tekrar duyuldu. Ama çabalarıyla önlerindeki yumurtalığın büyüklüğü kıyaslanınca işlerinin çok uzun süreceğini anlamışlardı. İşte o zaman Tizmengen Ustanın kendisine neden o yok edici küreleri verdiğini anlamıştı.

          Aynı çığlık yukarıda da duyulmuştu. Lord Koyo ve komutan Phala, daha geniş ve daha aydınlık sayılabilecek koridorda hızla yol almışlardı. Çok geçmeden kapıda dikilen iki nöbetçiyi hakladıktan sonra içeriye taht odasına girmişlerdi. Karşılarında kalabalık bir asker gurubu görmek yerine birbirinden güzel altı güzel kız görmek ilk anda hoşlarına gitse de kızların birer ölüm makinesi olmaları çok zamanlarını almamıştı. Zavallı Phala salonun ağzında hayranlıkla izlediği uzun boylu esmer tenli kızın kendisine salladığı kılıçtan güç bela kurtulmuştu. Ağıza alınmayacak bir küfür salladıktan sonra

          “Seninle yanlış yerde karşılaştık yavrum” dedi. Ama rakibini küçük görmemesi gerektiğini birkaç hamleden sonra anlamıştı. Her hareketi önceden tahmin ediliyor ve kesiliyordu. Yaşından umulmayacak kıvrak bir hareketle rakibesinin hamlesini savuşturmuş ve derinlemesine bir kol hareketiyle kılıcını kaburgaların arasına kalp olduğunu düşündüğü yere saplamıştı. Yılların verdiği tecrübe galip gelenin yaşlı komutan olmasına yardımcı olmuştu. Sonra gelen diğer savaşçıyı haklaması daha kolay olmuştu. Bu arada Lord Koyo’da boş durmuyor tahta oturan adamla aralarındaki kadınları yolundan çekmeye çalışıyordu. Başka bir ırkın temsilcisi olmasının avantajı hemen farkedilmişti. Birkaç dakika sonrasında nefes nefese kalsalar da üzeri kürk kaplı mermer tahta oturan insan irisiyle ve hemen yanındaki sarışın afetle başbaşa kalmışlardı. İşte ilk çığlık duyulduğun da taht odasındaki durum buydu.

          Kadın gözünün ucuyla yerde yatan ve kıvranan hemcinslerine acıyarak baktı. Ağır adımlarla en yakınındakine yaklaştı. Belindeki uzun çeliği çıkardı
  
          “Yazık, koca bir hayal kırıklığı yaşıyorum… Sizleri bunca zaman boşuna beslemişiz” dedi.  Ve gözlerindeki kini yansıtarak yerde yatan bedene sapladı. Aynı öfkeli bakışlar yakınında duran beyaz uzun boylu adama kaydı. Duvardaki meşalelerin ışığında daha da kızıl görünen kanlı kılıcını adama savurdu. Eğer karşısında daha az çevik biri olsaydı ve gözle görülemeyecek kadar hızla eğilmeseydi savrulan Efendi Koyo’nın uzun saçlarının yerine kellesi olacaktı. İkinci hamle de aynı hızda gelmişti ama Koyo onu da savuşturmuştu. Kadının savrulan kolu geri gelmeden Lord Koyo karşı hamlesini yapmış eğer sarışın dilber bir adım geri gitmemiş olsaydı soğuk çelik kolunda ciddi bir iz bırakmış olacaktı. Kılıçlar bir daha çarpıştı, çeliğin sesi salonun duvarlarında yankılandı. Hamlesini geri alan adam iki adım geri çekildi rakibesini üzerine çekti Beklenmeyen bir hareketle sağa eğildi ve sağ adımını öne attı. Uzun bacağının verdiği rahatlıkla kılıcını kadının karın boşluğuna sapladı. Güzel kadın neler olduğunu anlamamıştı ki geri çekilen çelik sert bir hareketle görevini tamamladı. Darbenin etkisiyle sendeleyen dilber kılıç tutan kolunu kaldırmaya çalıştı. Yandan gelen darbe sağ kolu bilekten ayırdı. Kabzayı sımsıkı kavrayan parmaklar ait olduğu bilekle birlikte soğuk zemine düştü.

          Kadınının gözünü kırpmadan rakibine saldırdığını gören genç kral salonda yankılanan büyük bir narayla kendisinden çok kısa ve yaşlı olan adama saldırdı. Ağır kılıcı, balyoz gibi adamın kalkanına indi. Eğer toprak zeminde olsalardı komutan Phala’nın ayakları en az bir parmak yere gömülürdü. Daha nefes almadan ikincisi ardından üçüncüsü geldi. “Hayvan çok kuvvetli” diye aklından geçirdi. Phala, kalkanından kurtuldu, kısa boyunun avantajını kullandı ve eğildiği yerde yuvarlanarak rakibinin arkasına geçti. Hal böyle olunca son darbe işlenmiş zeminde patladı ve adamın elindeki kılıç kıvılcımlar çıkararak kırıldı. Yaşlı kurt, daha doğrulmadan kılıcını güç ve yakışıklılık sembolü sayılabilecek taht sahibinin, Muran Adasının hakiminin bacağına sapladı. Koca adam acıyla kendini yere attı. Sol ayağı kan içerisindeydi. Fırsatı ziyan etmeden diğer bacağına da kılıcıyla vurunca salon acı dolu bağırışlarla doldu. Yine de derinlerden gelen öfkeli çığlığı bastıramıyordu. Phala’nın oyun oynamaya niyeti yoktu ve kılıcı yerde kıvranan bedenin baş İle birleştiği yere boynuna saplandı. Önce kara çeliğin çevresinden sızan kanlar kılıcı kanırtıp geri çekince fışkırmaya zemini alevlerin soluk ışığında kahverengi bir renge boyamaya başladı.

          Daran, çantasından küreleri çıkartmaya başlamıştı. Duvarın içlerine dayanabildiği kadar derinlere koymaya çalışıyordu. Shatar’da genç adamın neler yaptığını anlayarak onu taklit etmeye başlamıştı. Aklına Tizmengenin söyledikleri gelmişti. “üzerindeki noktaya basın ve kaçabildiğiniz kadar hızlı kaçın” Birkaç tanesini yerleştirmişlerdi ki uzun salonun diğer ucundaki gölgeyi gördü.  Uzun gövdesi pullarla kaplıydı. Dar yerde olduğu için topladığı kanatlarıyla yürümesi sorun olsa da kendilerine doğru yaklaşıyordu. Başı neredeyse bir koç kadardı ve kocaman gözleri vardı.

          “Benim eşimi sen mi öldürdün” dedi. Sesteki tıslamayı tanımıştı Daran. Birkaç gün önce Tizmengenin Zep-Lynnine saldıran yaratığa benziyordu.

          “Eşimi, türümüzün babası sayılan Ejderhayı öldürdün ama yavrularımı öldürmene izin vermeyeceğim” dedi. Sözleri biter bitmez kulakları sağır edecek bir çığlık attı. Shatar, sadağından bir ok çekti ve fırlattı. Ok kayaya çarpmış gibi sekti.

          “Faydası yok” dedi yanındaki genç. “Belki gözlerine nişan alabilirsen” dedi günler önce yaptıkları aklına gelmişti. Komutan duvardan yere atladı. Eğilerek canavara yaklaşmaya başladı. Bir kaç adım atmamıştı ki dar boşlukta bir alev dalgası önünde belirdi. Kendini yere atmasaydı belki de kavrulacaktı. Ejderha, yumurtalarına zarara vermek istemediği için olsa gerek yukarıdan alev püskürtemiyordu ama yerde iki duvarın arasında yapmasında bir sakınca görememişti.

          “O lanet sürüngen kocanı nasıl hakladıysak seni de haklayacağız” Bu defa konuşan Daran’dı. Kumların üzerinden hızla koşmaya başlamıştı. Kılıcını iki eliyle kavradı ve ejderin ağzına saldırdı. Ama çelik ejderhanın sert pullarına değmeden baş hareketiyle kendini duvarda bulmuştu. Kemiklerinin ufalandığını düşünen genç kıpırdayamaz haldeyken iğrenç kokulu ağız kendisine yaklaşmaya başlamıştı. Neredeyse kolu kadar olan iki azı dişi bir kulaç yakınındaydı.    

          “Önce seni keyifle öldüreceğim, ardından Efendimle birlikte gezegeninize hükmedeceğiz. Tüm ırkınızı kendimize köle edeceğiz, yavrularımın yemeği olacaksınız” demişti ki girdikleri noktada şiddetli bir patlama duyuldu. Daran’ın aklına bıraktıkları ölüm küreleri geldi. İlk küreler patlamaya başlamıştı. Daran kaç tane küre koyabildiklerini düşünürken yaratık acı içinde bağırdı ve iğrenç başını geri çekti dikenle kaplı gibi duran dev kafa sağa sola çırpınıyor duvarlara şiddetle vuruyordu. Genç savaşçı yerinden doğrulunca kocaman göze saplanmış kılıcı gördü. Shatar, sessizce yaklaşmış kılıcı kabzasına kadar batırmıştı.

          Koca salonda nefes alan üç kişi kalmışlardı. Phala, bir kere daha kılıç kılıca mücadeleden galip çıkmıştı bir sonrası olabilecek miydi? Bu tür çarpışmalarda kafasının içindeki soru işareti o oluyordu. Göz ucuyla yanında dikilen Efendi Koyo’ya baktı. “Sanırım kötülüklerin kralını hallettik dedi. Kadın nefes nefeseydi ve karşısında dikilen uzun boylu adamın gözlerinin içine bakıyordu. Koyo rakibiyle göz temasını kesmemeğe çalışarak baktığında az önce gururla tahtında oturan iriyarı bedenin yol arkadaşının ayaklarının dibinde çuval gibi olduğunu gördü. Bakışları çevrede dolandı. Mağarada herhangi bir değişiklik yoktu. Kıza dönerek

          “O sensin değil mi?” dedi. Uzun boylu kadın yerde duran koluna, bileğinin kavradığı kılıcına ve kanların fışkırdığı kolunun köküne baktı. Hızla kan kaybediyordu. Yine de kalan enerjisini sarf ederek bir kahkaha attı. “Sanırım daha önce anlamadın” Anlamayan sadece Koyo değildi Phala’da bir şey anlamamıştı olanlardan. Genç kadın gözlerini rakiplerinin gözlerinden almadan geri geri çekilmeye başladı. Birkaç adım sonra mermer tahta oturmuştu. Bir saniye sonrasındaysa sarı kirli bir duman kadının burnundan çıkmaya başladı. Garip bir sis ortamı doldurdu. Bir saniye sonrasında sis yoğunlaştı bir leke gibi havada asılı kaldı. O zaman iki savaşçı da kafalarının içerisinde duydular sesi.  

          "Ben, Thin Bhoo. Irkının gezegeninden galaksisinden uzakta olan tek temsilcisi, ölümsüz varlık.” Ses bir saniye sustu ve ardından devam etti. “Beni bu mağarada kıstırdınız ve esir aldınız” Duman havada bazen dağılıyor sağa ve sola savruluyor ardından tekrar yoğunlaşarak garip hareketler yapıyordu. Bir ritüel bir ayin gibi bir sağa bir sola gidip geliyordu. Phala, şaşkınlık içerisindeydi. Bu yaşına kadar karada ve dolandığı denizlerde türlü türlü tipler yaratıklar tanımıştı. Böyle bir manzarayı ilk defa görüyordu. Koyo, göz ucuyla yol arkadaşının şaşkınlığını fırsat bilip atıldı ve bir kılıç korsanı gafil avladı. Adam ve olduğunu anlamadan dizlerinin üzerine çöktü. Bir saniye sonrasında ise gözlerinin feri biraz ötesinde duran başsız bedeninin yere yığılmasını izliyordu. Göz kapakları kapanmadan gördüğü son manzaraysa darbesiyle havada dolanan kirli sarı dumanın Efendi Koyo’nun burun deliklerinden içeri girmesi olmuştu.

          Ejderha, pullu bedenini adım adım geri çekiyordu. Dar, uzun sahada kolay hareket edemiyorken bir de buna bir gözünün kör olmasını ekleyince korku ve panik içerisinde kaçmaya çalıştığı belli oluyordu. Shatar, yaratığın diğer yanına geçmiş adım adım izliyor dar açıya rağmen sol gözünü hedef alan oklar savuruyordu. Daran’sa kalan son küreleri yumurtaların bulunduğu taş havuzun uygun noktalarına yerleştiriyordu. Bir dakika sonrasında Ejderha bulduğu geniş boşluktan hızla yükselmeye başladı. Aynı boşluğa gelen iki adam sağa sola bakındılar. Duvar kenarında oyulmuş merdiven şeklindeki çıkıntıları görünce yorgun ama kazanmanın moraliyle dolu iki adam da peşlerinden tırmanmaya başlamışlardı.

          Yukarı vardıklarında önce kanlar içerisindeki cesetleri, biçilmiş organları gördüler. Yerde yatanların bir kısmının birbirinden güzel kızlar olduğunu fark ettiklerindeyse şaşkınlıkları bir kat daha artmıştı. Komutanı sayılabilecek Phala’nın başsız bedenini ve az ötesinde gözleri açık kalakalmış kafayı gördüklerinde içlerini hüzün ve öfke kaplamıştı. Kendi çevrelerinde döndüler birkaç defa canlı bir varlık görünmüyordu. O ara aşağıdan patlama sesleri tekrar duyulmaya başlamıştı. Koydukları küreler harekete geçmiş olmalıydı. Shatar,
“Lord Koyo’nun ne cesedi ne kendisi görünmüyor” dediğinde genç adam neyin eksik olduğunu anladı. Kanlı tahtın tam karşısında duran kapıya baktıklarında karanlık koridordan gelen sesleri duydular. Ejderha oradan çıkmış olmalıydı. Koşarak dışarı çıktılar derinlerden gelen sesler aralıklarla devam ediyordu.  

          Serin taze havayı ciğerlerine çektiklerinde aşağıda Muran Adasına ilk ayak bastıkları yerde gördüler canavarı. Üzerinde ince uzun yapılı Lord Koyo hayal meyal seçiliyordu.  Yaratığın kanat sesleri geceyi doldurdu bir zaman. Tam uzaklaştıklarını düşündüklerinde hayvanın geniş bir daire çizerek geri döndüğünü anlamışlardı. Geniş kanatlar hızla hareket ediyor uzun boyun üzerlerine doğru eğiliyordu. İki adam kendilerini güç bela büyük bir kayanın arkasına attıklarında kızıl bir alev üzerlerinde geçmişti. Yattıkları yerden doğrulduklarında canavar denizin üzerinde kuzeye doğru yol alıyordu. Geri dönüp baktıklarındaysa patlamaların şiddetine dayanamamış olan mağaralar çökmüştü. İki adam sahilde bir süre dinlendiler, ardından kıyıda bulunan teknelerden biriyle yola çıktılar. Kaçırılan çocuk yani veliaht prensin durumuysa saatler sonra gün ışığında kendilerini alan Tizmengen’in yanında akıllarına gelecekti. Orada bulunanların aklından geçen soruyu Tizmengen Daran’a sordu

          “Sence o kutu yani veliaht prens bulunabilir mi?” Daren’in verdiği, ve ne kadar kararlı olduğunu belirten cevap kısaydı,

          “Hayatımı bu işe adayacağım”



          Aslında iki kahraman; Daran ve Shatar geldikleri yöne doğru giderlerken, karanlıkta, başka bir sandal ters yönde yol alıyordu. Sandalın içinde yaşlı bir adam sabırla, ağır ağır kürek çekiyordu ve karşısında dualar eden bir kadın kucağında bir büyük bir kutuyla oturuyordu. Çocuğun sütannesi Enpaza, o kargaşada kutuyu kucakladığı gibi kaçmıştı. Sevimli bebeğin canavarlara yem olmasını istemiyordu. Bir gün kaderinin değişeceğine ve delikanlının derin uykusundan iyi birileri tarafından uyandırılacağına inanıyordu.

          “O'na sütümü verdim, o artık benim çocuğum sayılır. Yavrumuza hiç olmazsa bu kadarını yapalım” demişti kendisine itiraz eden kocasını ikna etmek için. Saatlerce, sabırla kürek çekmişler ardından günlerce dilenci gibi yol almışlardı. Kutuyu dikkat çekmeyecek şekilde çaputlara sarıp sarmalamışlardı. Doğdukları topraklara geldiğinde kimselerin kendisini bulamayacağı bir yere bir dağ başına yerleşmişlerdi. İki iyi insan kendilerini, dikkat çekmeyeceğine inandıkları bir başka kasaya koyup gömdükleri işlemeli kutunun, derin uykuya yatırılmış, o güzel gözlü bebeğin koruyucusu ilan etmişlerdi. Böylece yüzyıllar ve nesiller sonra artık virane haline gelen ve sadece efsanesi geriye kalan bu yerde dolanan birisi kutuyu bulup çıkaracaktı.

107
Anımsadığım bir başka Necip Fazıl anektodu var...

Ustaya, "Pariste dünya şairler kongresi yapılacak, Türkiyeden iki kişi çağırmışlar" dediklerinde hemen sormuş
"Öteki kim?"

108
           Merhaba:
           Daha önce -ki yukarıda var- Conn İggulden'in Cengiz Han serisini almıştım. Bir süredir okumaya çalışıyorum. Kötü çeviri hataları var. Bunlarla ilgili bir kaç kelamda etmiştim. Mesela "Antik yapraklar üzerinde uyudu gibi. Şimdi yazmak istediğimse konu Koridor yayınları hatası gibi gözükse de diğer yayınevlerininde aynı hatayı yaptıklarını düşünüyorum. Beş kitap var sizlerinde yukarıda belirttiğiniz gibi. Büyük bir boşluğun doldurulduğuna inanıyorum bu seri sayesinde. Cengiz Han gibi dünya tarihini etkileyen gerçek anlamda "Fatih" denilebilecek birinin hakkında bu kadar az yazılması bana garip geliyordu. Koridor sayesinde açık biraz olsun kapanmış oldu...

           Konu oldukça dağıldı, yazmak istediğim şikayete dönersek; Beş kitap var ve beşini de farklı kişiler çevirmiş. Selim Yeniçeri, Sakıp Murat, Dilek Öykü Güneşli, Alp Levi ve Enver Gürsel. Bence böyle seriler bir elden tercüme edilmeli. Hadi olmadı diyelim o zaman bu kişiler birbirleriyle bağlantılı olmalı. Üçüncü Kitap olan Tepenin Kemiklerine geçince ilk iki kitapta var olan kardeşler birden değişiverdi. Hazar oldu Kasar, Timuç oldu Temüge. Hakan diyorlardı liderlerine şimdi sanırım Kağan oldu. Hangisinin doğru olduğu tartışmasına girmek iyi olurdu ama sanırım bu tarihçilerin işi. İstediğim ve konunun özü şu; böyle serileri bir kişi çevirsin, yok eğer olmuyorsa ortak hareket etsinler.
kişisel kanaatime gelince Hazar Ve Timuç daha iyi gidiyordu eserde...

109
Başka Kurgular / Ynt: Açlık - Knut Hamsun
« : 21 Nisan 2016, 11:46:03 »
Merhaba:
Bu tanıtım bana Jack London'un Martin Eden'ini anımsattı. Onda da kahramanının -kendisinin- değişik işlerde özellikle de çamaşırhanede çalışırken çok kitap okumasını ve bol bol yazıp yayınevlerine göndermesini, o aralar bir hayli ekonomik sıkıntı çektiğinden bahsediyor. Açlık'ı da listeme aldım yazılarınız sayesinde...

110
Dışarıda, kendilerini yönetecek kişiyi beklemek için toplanmış kabilelerin mırıltısı duyuluyordu.

Cengiz Han Okçuların Efendisi

111
Mitolojiler / Ynt: Mitolojide Atlar
« : 11 Nisan 2016, 12:41:38 »
Böyle bir coğrafya da efsanelerin birbirine karışması bence çok normal ama Yunan Mitolojisinde Sentorların olduğu zamanı düşünürsek Türklerle veya Moğollarla Hunlarla vb. bir bağlantı kurmak için fiziki mesafenin çok fazla olduğunu düşünüyorum.

112
Kurgu İskelesi / Ynt: Kuzgun
« : 11 Nisan 2016, 12:35:54 »
Merhaba
İyi bir çalışma olmuş. Şiirdeki gizemli ve ürkütücü havayı yakalamışsınız. Yine de biraz daha hikaye havasına dönüştürülebilirdi. Bu da detaylara önem vermek anlamına gelir kanaatimce. Pallas kimdir büstü nasıldır. Üzerine bir kuş konmasına müsait midir. Okuyucu Pallas'la korku arasında nasıl bir bağ kuracak... gibi.
Son olarak, ödevinizden kaç almıştınız?

113
Bu geç kalmış bir destek değil mi? Ejderha için kopya verseniz diyorum... -Kendim için istiyorsam namerdim-

114
Kurgu İskelesi / Hiçkimse:Muran Adası Baskını
« : 06 Nisan 2016, 11:04:57 »
   Muran Adası Baskını

   Akşamüzeriydi, gün doğusundan esen tatlı meltem Afsa köyüne, uzaklardan deniz havasını getiriyordu. Tatlı bir sarhoşluk hissi veren iyot kokusunu ancak aşina olanlar duyabilir tanımlayabilirdi. Köyün ortasındaki tapınağın bahçesinde, yüzyıllık kayın ağacının gölgesinde oturan Hiçkimse, hemen karşısında uyuklayan adama baktı.

   “Sence bu yaratıklar nereden çıktı. Neden bizlerin başına musallat oldu”  

   “Hangi yaratıklardan bahsediyorsun” boş bakışlar sorunun ilgisizliğini sorguluyordu.

   “Ejderhalar, kanatlı yılanlar, dev yarasalar ya da her ne diyorsan adına”

   “Bu konuda tarihçiler farklı yorumlar getirseler de ana tema olarak inanılan bir versiyonu sana anlatabilirim. Tabii eğer dinlersen” Şaman’ın gözleri açılmış uykusu dağılmıştı sanki. Nefret ettiği ve belki de mücadele etmekten bir o kadar da hoşlandığı konu açılmıştı çünkü.

   “Şimdileri yapacak işimiz yok, akşama kadar da bir sürü vakit var. Anlatmaya başla istersen” dedi genç adam. Yaşlı adam yerinden hafifçe doğruldu ve oturduğu tabureyi genç arkadaşına doğru biraz yanaştırdı ve anlatmaya başladı.

            “Büyük felaketten bir hafta sonrası olmalıydı. Orta yaşı bir haylİ geçmiş olan pos bıyıklı şişman bir adam vardı…” yaşlı adam sözlerine açıklık getirme gereği duydu

            “… Yani varmış. Bu adam; yani başkentin en önemli ustalarından olan Tizmengen, telaşın, paniğin ve korkunun egemen olduğu günlerden kısa bir zaman önce, iki küçük torunu için içi özel gazla dolu bir tekne yapmıştı. Bu tür garip araçlara tasarlayanından dolayı Tizmengen’in oyuncakları diyorlardı. Bu araç, Gazap Gününde büyük bir rastlantı olarak havadaydı ve Başkentten uzakta Melekler toprağında bulunuyordu. Bu arada aynı söylentilere göre yılların ustası, sarayın ileri gelen mühendisi, Rabatta Manastrının yakınlarında güneye bakan ve güzel güneş alan bir araziye konak yavrusu bir ev yaptırmıştı. İşte bu nedenle Kaos gününde korunaklı bir yerdeydiler. Kendilerine çarpasıya kadar zayıflayan şok dalgası araçlarını sarssa da büyük bir zarar vermemişti araçlarına. O uğursuz günün ertesinde neler olduğunu anlamak için geniş bir tura çıkmışlar ve denizin ortasında buldukları kazazedeleri manastıra getirmişlerdi. Karaya indiklerinde rastladıkları bir garip bir yaratık araçlarını parçalamıştı. Yaratıkta bedelini canıyla ödemişti.

   Rabatta Manastırı melekler toprağının en güzel yapısı veya en büyük binası değildi ama yemyeşil yamaca kurulmuş kendi halinde sağlam bir binaydı. Aslında bu kadar tanınmış olmasının en büyük nedeni zengin kitaplığıydı. İnceltilmiş derilere derilerin oluşturduğu ciltler perşömenlere yazılmış yüzlerce kitap sayısız odalarda korunuyordu. Aşağıdaki küçük kasaba tamamen manastıra hizmet için kurulmuştu. Büyük felaketten sonra köylülerin bir kısmı öldüğü ve bir kısmı da kaçtığı için manastırda kıtlık çekilmeye başlanmıştı. Daha doğrusu kendilerini zor günlerin beklediği düşünülerek tutumlu olmaya başlamışları.  İşte bu yüzden Tizmengen’in denizin ortasından korsanların elinden çekip aldıkları dört kişiden genç olanı öğleye doğru uyandığında bunları düşünüyordu. Bu gence arkadaşları Daren diyorlardı. Yaşanan olayları düşünen delikanlı kendilerini zor günlerin beklediğini tahmin ediyordu. Sonuç olarak aşağıya kahvaltıya çağrıldığında kendisini kısıtlı bir kahvaltının beklediğini biliyordu. Ve buralara fazla yük olmamak için gitmesi gerektiğini de biliyordu.

   Tahmin ettiği gerçekleşmişti.  Küçük salonlardan birine hazırlanmış masada sandalda bir arada kader birliği etmiş olan dört kişi vardı. Yaşlı sandalcı hala kaybettiği sandalının matemini tutuyor gibi somurtuyordu. Normal zamanlarda olsa zararının tazmin edileceğini biliyordu ama normal zamanların bir göktaşıyla silinip gittiğini de biliyordu. Genç kızın üzerindeki giysileri değiştirmişti. O süslü elbiselerin yerinde sade temiz bir pantolon ve bol dökümlü bir gömlek vardı. Hep şikayet eden kişizade de tüm kibarlığıyla endişelerini gizlemeye çalışıyor ve servisin başlamasını bekliyordu. Masanın başında oturan koyu haki yün elbisesiyle rahiplerden biri huşu içinde oturuyordu. Sessiz başlayan kahvaltının bitmesine yakın ilk konuşan genç subay olmuştu.

   “Zarar çok büyük mü?” dedi. Konuksever rahip onaylamak için sadece başını sallamakla yetindi.
“Kurtulanlar var mı?” İkinci soru genç soyludan gelmişti.
“Başkentten sağ kurtulan çok az hatta yok gibi. Söylentilere göre saray dahil bütün adayı dalgalar yutmuş. Geride hiçbir şey kalmamış” dedi rahip üzgün bir sesle.  “Muhteşem saraylar, şahane köşkler, güzelim malikaneler, müzeler, okullar, kışlalar, yollar, meydanlar, hepsi sulara gömülmüş. Sanki hiç olmamış gibi…

   “Desenize hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” Yaşlı adamın sesinde gizli bir memnuniyet var gibiydi.  Cesaret edebilseydi “Olması gereken olmuş” diyecekti belki de. Rahip tekrar söze başladığında yaşlı balıkçının aklından geçenleri okur gibiydi.

         “Tanrıların gazabına uğradık. Bir yanda lüks ve zevkin hakim olduğu bir hayat vardı. Başkenti çevreleyen denizin ötesindeyse insanlar çok daha zor koşullarda yaşıyorlardı. Uzakları söylemeye gerek yok açlık, cahillik ve hastalık kırıp geçiriyordu. Galiba gökyüzünün sahipleri, yol göstericilerimiz bizi cezalandırdılar” Sözlerine devam edecekti ki sert bir ses odada yankılandı.
 
         “Onların çoğu bize asi gelen barbarlardı ve korkarım doğanın desteğiyle barbarlar kazandı” . Sorusunun cevabını ise içeriye girdiklerini fark etmedikleri mavi üniformalı subaydan gelmişti. Genç subay yerinden doğruldu saygıyla ayağa kalktı.
 
        “Asker beni izle” dedi. Sonra yaptığı hatayı anlayınca “İzninizle hanım efendi” dedi genç kıza dönerek ve diğerlerini de başıyla selamlayarak dışarı çıktı. Genç askerde çaresiz emre itaat etmek zorunda kalmıştı.
Düzenli ve sağlam adımlarla uzun koridordan geçtiler. Birkaç kat aşağıya indiler. İndikçe gün ışığı yerini loşluğa ve daha sonra karanlığa bırakmıştı. Son kata geldiklerinde duvarda asılı meşaleler olmasa ortam zifiri karanlık olacaktı. Merdivenlerin bittiği yerde önlerinde uzanan dar koridorda yürümeye başladılar. Kendisinden hem rütbece hem de yaşça büyük subayın arkasında yürüyen genç adam birkaç defa soru sormaya niyetlenmişti ama her defasında acele etmemesi gerektiğini kendine telkin ederek susmuştu. Olaylar karşısında kendisinin yapabileceği bir şey olmadığını ve kendisini hayatın akışına bırakması gerektiğini düşünüyordu. Belki farkına varmamışlardı ya da varacaklardı ama insanlığın kaderi kökünden değişmişti. Kısa bir yürüyüşten sonra koridor bitti ve koridorun sonundaki kapı açıldı. İçeridekilerin kendilerini bekliyor olduklarını anlamıştı.

         Çift kanatlı kapı açılınca geniş ama alçak tavanlı bir salona girmişlerdi. Salonun ortasında kocaman bir masa vardı. Masanın üzerinde geniş bir çember üzerine asılmış küçük yağ kandillerinden oluşan bir aydınlatma düzeneği masayı iyice aydınlatıyordu. Karşıdan kendisine gülerek gelen şişman güleç kurtarıcısını gördü önce.

         “Genç adam, neden bana BerMU Dağ savaşından sağ kalan kişi olduğunu söylemedin” dedi. Tizmengen’in sesinde hafif sitem tınısı vardı. Salonun diğer yanından gölgeler arasından bir ses daha duyuldu

         “Üstelik bu arkadaş, Sonsuzluk Gözesinden su içme şerefine nail olmuş biri.” Sesi tanımıştı bir zamanlar güneye yol aldıkları yelkenlinin ve araştırma gurubunun komutanıydı.

         “Komutan Phala” dedi sert ama saygılı ses tonunda. Adam yüzüne gülümsedi. Phala yüksek rütbeli subay olmasına rağmen o zamanlarda olduğu gibi üzerinde üniforma değil sıradan görünümlü birazda eski ama rahat giysiler vardı. Kapıya doğru yürümeye başladığında yanında uzun boylu biri göründü.

         “Lordum” diye selamladı geleni genç adamın yanındaki subay.  O zaman sert bakışlı uzun boylu bir asker ve beyaz üniformalı subayı tanıdı. Lord Koyo’nun uzun boyu, beyaz teni asillerden biri olduğunu veya asil soyundan geldiğini anlatıyordu. Gelenleri yalnızca başıyla selamlamakla yetindi adam. Daren, sonsuzluk gözesini aradıkları gemideki kişileri gördüğünde biraz daha rahatlamıştı. Kısa süren bu tanışma faslından sonra salonda bulunanlar ortada, yağ kandillerinin altında bulunan kocaman masaya yanaştılar. Genç adamda bir adım geriden de olsa onları izledi.

         Masa, kabaca dikdörtgene benzese de kenarları düzenli değildi. Masanın üzeri maviye boyanmıştı ortasına yakın bir yerlerdeyse maket bir dağ yükseliyordu. Komutan Phala diğerlerinin merakını gidermek için söze başladı.

         “Bu Ran denizinin ve Muran adasının maketi. Tizmengen usta çok emek vermiş ve gerçeğe çok yakın bir model yapmış. Birçoğunuz biliyorsunuz ama ben gene bilmeyenler için toparlayayım. Yedi gün önce, gökyüzünün derinliklerinden neredeyse bu manastırın yaslandığı tepe kadar büyük bir kaya, Başkentin yüz fersah batısına düştü. Çarpmanın oluşturduğu depremler ve dev dalgalar uygarlığımızın kaynağını muhteşem başkenti yuttu. Koca denizin çevresindeki şehirler de büyük hasar gördüler ama onların durumunu tam olarak bilmiyoruz henüz. Kayanın etkisi az veya çok tüm dünyada hissedildi. Büyük yıkımların arkasından kargaşa başladı. Bizlere yardımcı olan dostlar ve tüm biriktirdiklerimiz bir anda yok oldu. Şimdi dünyayı uzun ve karanlık bir dönem bekliyor. Ve bu karanlığı fırsat bilenlerde harekete geçeceklerdir. Sözlerinin burasında durdu. Hızlı gidip gitmediğini anlamak için masanın çevresinde dikilip kendisine bakanların yüzlerini tek tek inceledi.  

         “Her ne kadar birinci önceliğimiz düzenini ve uygarlığın tekrar yerleşmesi olsa da şu an burada olmamızın ana nedeni bir kız çocuğudur. O uğursuz olay gerçekleşmeden üç gün önce manastırımızdan bir çocuk kaçırıldı.” Bir an durdu. Beyaz rengini bir üniforma gibi üzerinde taşıyan Efendi Koyo’ya döndü. “Lord Koyo’nun kızı” Uzun boylu adam birkaç adım ilerledi guruba yaklaştı.

         “Henüz altı yaşındaydı. Dadısıyla birlikte bahçede dolaşırken kaçırmışlar. Sanırım fidye isteyeceklerdi ama bir ses seda çıkmadı. Sonradan Muran adasında olabileceği duyumunu aldık.” Az konuşan adam sözlerini tamamlayınca sessizliğe büründü tekrar

         “İşte” dedi ve kocaman masayı gösterdi. “Muran adası. Hırçın Ran denizinin ortasındaki kayalık ada. Buradaki adanın boş olmadığını biliyorduk. Var olan faaliyetleri yıllardır gözlüyorduk.” Durdu. “Küçük kızın kendilerini korsan zanneden bir avuç haydut tarafından buraya kaçırıldığını düşünüyoruz. Oraya gideceğiz ve rehineyi burnu kanamadan alıp geleceğiz. Tabii adayı tertemiz bırakmamız gerektiğini söylememe gerek yok sanırım.” Tizmengen’in yanına vardı. “Masa ve maket içinde ayrıca teşekkürü hak ediyorsun” Yaşlı, şişman adamın yüzü kızardı bakışlarını öne eğdi. Bir anlık suskunluktan sonra guruptaki bir başka kişi, genç askeri toplantıya getiren komutan sözü aldı.

         “Muran adası en yakın karaya yirmi mil uzakta. Gece bile olsa görünmeden sürekli rüzgarlı ve dalgalı denizi geçmek mümkün değil. Baskını bırakın, kocaman bir donanmayla istila etmek bile çok zor. Eskiden olsa düzenli birliklerle ve uzak denizlerden çağıracağımız filomuzla belki bir harekat yapabilirdik ama şimdi nasıl olacak.” Phala sözü tekrar aldı

         “Kalabalık ordulara, onlarca gemiye falan gerek yok.” Parmaklarıyla salondaki kişileri gösterdi. Ben, komutan Shatar, genç asker Daran, Lord Koyo bu iş için yeteriz. Biz içeriye gireceğiz o bizi dışarıya çıkaracak. Çılgın bir projeydi ve cevaplanması gereken çok soru vardı. Phala’ını beklediği gibi sorular peş peşe gelmeye başladı

         “Ran Denizini teknelerle aşamayız. O halde nasıl gireceğiz, uçarak mı?

         “Hadi girdik diyelim aradığımız kızı nerede bulacağız”  

         “Evet, girdik ve aradığımız bulduk diyelim nasıl geri döneceğiz?” Son soru içlerindeki en genç askerden gelmişti. Onlar kendi aralarında konuşur gibi sorular sorarken Tizmengen kafasını sallıyordu. Sorular bitince

         “Sizi uçarak oraya götüreceğim ve adaya bir kuş gibi konduracağım. Hemen her dehanın sahip olduğu güçlü mizah duygusu vardı şişman adamın. Daran’ı nasıl kurtardıysam öyle… Zeplyn’in küçük ölçekli bir örneği daha var elimizde. Onunla gecenin karanlığında adaya ters yönden yaklaşacağız ve sizler...” Elinde nereden ve ne zaman aldığı belli olmayan bir ok vardı. Ucuyla masanın üzerindeki maketin bir noktasını gösterdi.  “En tepeden süzülecek ada sahiline ineceksiniz” Eminim kızı bulmakta zorluk çekmeyeceksiniz. Çünkü fidye alacaklarsa iyi bakmak zorundalar kızımıza” Eğilip masanın altından ceviz büyüklüğünde metal küreler çıkardı. “Bunlar benim yaptığım büyülü küreler. Yok etmek istediğiniz yere bırakıyorsunuz ve üzerindeki düğmeye basıyorsunuz. İçindeki mekanizma çalışmaya başlıyor ve iki dakika süre sonra ortalık cehenneme dönüyor. İki dakika sonra uzaklaşamadıysanız o enkazın altında kalıyorsunuz.” Phala söze girdi.

         “Basit bir çocuk kurtarmada bunlara gerek var mı? İçeri gireceğiz, rehineyi kurtaracağız…” Cevap ev sahibi konumundaki Tizmengen’den gelmişti.

         “Sizce yaptıkları yanlarına kar mı kalmalı? Üstelik adamlar denizi aşabilecek bir tehlike düşünmedikleri için rahat olacaklardır. Bu nedenle adada az adamın olduğunu düşünüyorum.” Son soru yine genç asker Daran’dan gelmişti  

         “Böyle bir yöntem daha önce denendi mi?” Tizmengen mahcup bir şekilde gülümsedi.

         “Ne yalan söyleyeyim hiç deneme yapmamıza fırsat olmadı. Sizler ilk kahramanlarımız olacaksınız. Hadi biraz dinlenin zor bir gece olacak.” Aklına birden gelmiş gibi “Siz aslında inmekten çok aşağıda yapacaklarınızı ve nasıl geri döneceğinizi düşünmelisiniz.”

         “O iş kolay, nasıl olsa korsanların elinde tekneler vardır. Birini ele geçiririz”

         "O zaman iyi dinlenmeler, sizlere detayları uçan makinanın önünde bizzat göstereceğim.” Toplantı bitmişti,  içeridekiler kendilerine yol gösterecek olan posbıyıklı yaşlı adamı izlemeye başladılar.

         Güneşin batıp ışığının hükümranlığının azaldığı saatlerde, Rabatta manastırının biraz dışarısında garip şekle sahip bir iri nesne vardı. Bu kazazedeleri birkaç gün önce kurtaran Zeplyn den daha küçüktü. İki yerinden yere sabitlenmişti. İçerisindeki Tanka dağından sızan gazlarla doldurulmuştu. Araç, özel gazlar nedeniyle, uçmaya hasret kalmış yırtıcı kuş gibi yerinde duramıyor sarsılıyordu. Ama uzaktan bakanlar dağın yamacına konmuş kocaman bir balık görüyorlardı. Zeplinin üzerinde bu defa daha fazla uğraşılmış ürkütücü olsun diye vahşi bir balık gibi yapılmıştı. Rabatta dağının yamacındaki sert rüzgarlar zor duran zeplynin kaçmasına yardım etmek ister gibiydiler. Koca nesne her an yükselecekmiş gibiydi. Geniş sepeti sağlam bir iskelet üzerine hafif olsun diye bambulardan yapılmıştı. Beş adam uzakta görüldüğünde Zeplyn bir kere daha esneyip iplerinden kurtulacakmış gibi silkelendi.

         “Bu aleti düzenli uçurabileceğine emin misin?” Soruyu soran Shatar’dı. Yaşlı mühendis gülümsedi.

         “Bu benim bebeğim, ellerime doğdu. Üstelik ben onu ilk defa kullanmayacağım. Defalarca birlikte seyahat ettik. Siz merak etmeyin” Birkaç dakika sonra havalandıklarında sözlerinin ne kadar doğru olduğunu anlayacaklardı. Sepetin ön sayılabilecek kısmına yerleştirilmiş mekanik kollarla Zeplin dalgalı denizlerde yüzmekten zevk alan bir balık gibi havada süzülüyordu.

         “iki saatten fazla sürecek yolculuğumuz” yaşlı adam yere eğildi ve ayaklarının altında duran dört koca paketin birini aldı. Bunlar özel dikilmiş perdeler, bir çuval gibi. Siz bu askıları omuzlarınıza geçireceksiniz ve kendinizi boşluğa bırakacaksınız. İçi hava dolan bu ipek torbalar sizi yavaşça yere indirecek. “ Alaca karanlıkta dört adam birbirlerine baktı. Bir saniye sonra konuşan Phala “Bu şeyleri daha önce denedin değil mi?” Dedi ürkek bir sesle. Sözlerine destek bulmak için diğer yolculara baktı, ardından bakışları aşağıya yere uzandı. Çoktan Ran denizinin üzerine gelmişlerdi.

         “Bu soruyu daha öncede sormuştunuz ve ben aynı cevabı vermiştim. Evet, birkaç defa denedik ama ne yalan söyleyeyim sadece yükler attık yukarıdan ve ağırlıkları yokmuş gibi yumuşak bir şekilde yere indiler. Hatta bir keresinde bir torba yumurta sorunsuzca yere indi.”
 
         “Hiç kırılmadı mı yani”

         “Elbet kırılanlar oldu ama çoğunluğu sapasağlamdı”  Gülüşmeler oldu ama bu neşeden çok gerginliğin dışa vurumu gibiydi. Uzun bir süre daha sessizce daha yol aldılar karanlığın üzerinde ve bulutlar kadar yükseklerde. Uzakta denizin ortasında Muran adası göründüğünde yolcuların kalp atışları iyice hızlanmıştı. Tizmengen, yolcuların her birine, ellerindeki torbaların askılarını omuzlarına bağladı. Karanlığa rağmen parmakları ne yaptığını biliyordu. Kancalar takıldı, düğümler atıldı. Dört gönüllü de silahlarını sıkıca bedenlerine bağladılar. Son kontroller yapıldı, Daren göğüs hizasına gelen korkuluklara tutundu ve kendini yavaşça boşluğa saldı. İki adam boyundan daha yüksek olan bez torba açıldı uzun kalın bir kütle halinde kendini zepline bağlayan ipin kopmasını bekliyordu. Diğer ucundan sepete bağlı olduğu için havada öylece sallanmaya başladı.

         "Zamanlama önemli, omuzlarınıza bağladığım kayışları sağa sola çekerek kendinize yön vereceksiniz. Ben, dördünüzü de sallandırdıktan sonra ve hedefe en yakın noktada sizi Zeplyne bağlayan ipleri keseceğim ve torbalara dolan hava sayesinde aşağı süzülmeye başlayacaksınız." Mühendis sırayla onları sepetin dışına birbirlerine dolanmasınlar diye ayrı köşelerden attı. Birkaç dakika daha yol aldılar yıldızsız karanlıkta. Yaşlı adam, sesini aşağıya duyurabilmek için bağırarak “iyi yolculuklar” dedi ve elindeki keskin bıçakla ipleri kesmeye başladı. Sonrasında yüklerinden kurtulan Zeplyn hızla yükselmeye başladı.

         Daran, başından beri bunu böyle olacağını hissetmişti. Önce korktu. Yukarıda karanlık bir gölge vardı ve kendilerinden hızla uzaklaşıyor, yükseliyordu. Genç asker, zifiri bir karanlıkta boşlukta havada asılı gibi kalmıştı. Her şey bir anda silinmiş koca evrende tek başına kalmıştı.Başını kaldırıp bakınca huniyi andıran bir bez torba başının üzerindeydi ve kayışlarla kendisini taşıyordu. Çevresine bakındı sadece karanlık vardı ve bedeni ağır ağır aşağıya doğru iniyordu.”    


         Hikayeyi anlatan kısa kır saçlı adam sözlerinin burasında durdu. Beklediği kelime bir saniye geçmeden duyuldu”

         “Sonra?”

         “Dedim ya çevrede yalnızca karanlık vardı.” Uzun ve güçlü bir kahkaha tapınağın kil duvarlarında yankılandı. “Sonrası başka zaman, ben acıktım. İçeri girelim de bir şeyler hazırlayalım, yemeğimizi yiyelim” dedi…

115
Kurgu İskelesi / Ynt: Hiçkimse; Yün
« : 05 Nisan 2016, 08:58:26 »
Günaydın
Okuduğunuz ve eleştirdiğiniz için teşekkür ederim. Noktalama işaretleri benim için uyulması gerekli ama bir türlü beceremediğim bir durum. Önceleri daha çok hata yapardım sanırım azaldı.
Konuya gelince, hikayesi uzun yıllar önce başlamış, oldukça uzun ve halen süren bir konu ve yakın bir gelecekte bitecek gibi görünmüyor. Gerek aylık seçkilerde gerekse Kurgu İskelesinde farklı bölümleri mevcut. Bittiğinde -naçizane- koca bir destan olmasını düşünüyorum... Yani sadece düşünüyorum. Bir dantel bir oya gibi yavaş yavaş işlemek istiyorum.
Yün hikayesine gelince Gökkeçi avı bu olaydan bir iki gün önce yaşandı. Bir gün onuda anlatırım inşaallah. Biraz karışık oldu sanırım... Yok yok bir hayli karışık oldu.
Sonuç okuduğunuz için tekrar teşekkür ederim

116
Tartışma Platformu / Çok Okuyan Ünlüler
« : 04 Nisan 2016, 09:26:47 »
Günaydın
Böyle bir konu daha önce açıldı mı? Şöyle bir baktım göremedim.

Öncelikle söylemem gerek ki ben başarılı olmakla kitap okumak arasında doğrudan bir bağ olduğuna inanıyorum.  Bu nedenle okumanın ülkemizde yaygınlaşmasını istiyorum.Bu nedenle birazda geçtiğimiz haftanın kütüphaneler Haftası olması nedeniyle çok kitap okuyan başarılı ve birazda ünlü olan kişileri konuşalım istiyorum. Tam da bu niyetim üzerine pazar günü gazetede Soner Yalçın'ın yazısı yayınlandı. o Yazının bir bölümünde Atatürk'ün nasıl ne ne kadar kitap okuduğunu söylüyordu. Kendisi; 1233'ü Tarih, 388'i edebiyat, 212'si güzel sanatlar ve 161'i din konusunda olmak üzere 4289 kitap okuduğu söyleniyor.

Bir başka ünlü yazar İsaac Asimov'unda gençlik yıllarında ansiklopedi takımını -galiba ana britanica'ydı-baştan sona okuduğunu duymuştum. Hatta daha sonra bir kere daha okuduğunu yazıyordu aynı kaynak.

Sizlerinde böyle tanıdığınız veya duyduğunuz kişiler var mı?

117
Kurgu İskelesi / Hiçkimse; Yün
« : 29 Mart 2016, 12:49:56 »
   GÖKKEÇİ

           Ormanın kıyısında kurulmuş bir dağ köyünün dışarısında kalan bir kulübenin bacasından beyaz dumanlar salına salına çıkıyordu. Kulübenin yan duvarına örülmüş bacanın dışında tüm duvarlar kütüklerden oluşmuştu. Bu kütükler içerisini sımsıcak tutuyordu. Akşam saati kulübenin kalın duvarlarının içerisinde yağ kandilinin aydınlattığı loş salonda üç kişi oturuyordu. Kapının hemen karşısında küçük pencerenin önündeki koltuklarda oturan iki adam ve dipte ocağın önünde oturan bir kadın vardı. Ev sahibi olan adam ve karısının yaşları birbirine yakındı ve hayattan alacaklarını almış gibiydiler. Yaşadığı yılları, yüzlerinde derin çizgiler, saçlarında beyazlar ve ellerinde mavi damarlar olarak görebilirdiniz. Huzur ve dinginlik bedenlerinin her hücresinde hissediliyordu sanki. Yaşlı kadın elinde bir çıkrık yün eğiriyordu ve zaman zaman dikkatini dışarı veriyordu. İki adamınsa alçak sesle konuşmaları devam ediyordu.

          Feta, yılların derici ustası uzaklardan gelen misafirinin anlattıklarını ilgiyle dinliyordu. Yılın büyük bir bölümünde karlarla kaplı köyünün uzağından, bazen imrendiği güneşin hep parladığı, yeşil çimenleri ve ağaçların ovaları tepeleri sardığı yerlerden haberler almaya çalışıyordu. Güneşin toprağı yakıp kavurduğu gözünüzün görebildiği her yerin kızgın kumlarla kaplı olduğu çölleri anlatmasını istiyordu. Karşısındaki adam, orta yaşını aşmaya başlamış, esmer derili, kıvırcık saçlı Tüccar Vanen sürekli anlatıyordu. Meslek olarak ticareti seçen pek çok kişi gibi sürekli konuşuyor tatlı diliyle malını pazarlamaya çalışıyordu. O akşam Deri ustası Fota’nın evinde misafir olmasının nedeni de ondan işlediği derileri ucuza almaktı. Bu nedenle getirdiği sıcak iklim armağanları yaşlı kadının ayaklarının dibinde duruyordu.

          “Sır saklamasını biliyor musun” diye sordu yaşlı adam.  Daha genç olan şaşırmış gibi baktı ziyaret ettiği evin sahibinin yüzüne “Beni tanıyorsun ağzım sıkıdır” dedi. Yaşlı adamın yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Alaycılık, yılların usulca işlediği ve zanaatla perçinlenmiş özgüvenden kaynaklanıyordu. İnsanları tanıyorum, taktığın maskenin ardında duran gerçek yüzü biliyorum demenin farklı bir yoluydu sanki.  Yanan kütüklerin çıtırtıları salonun sessizliğini bozuyordu ve hayat arkadaşını çok iyi tanıyan zayıf kadın kocasının yüzüne baktı. Bu bakış bak yine sarhoş oldun, yanlış yapıyorsun ve ileri gidiyorsun bakışıydı.

   “Bir efsaneye tanık olacaksın az sonra” dedi. Sonra ilgisiz bir cümle daha kurdu. “Daha şarap ister misiniz” dedi. Nice kentler köyler görmüş ve her çeşit insanı tanıma fırsatı bulmuş olan konuk ilginç bir konunun geleceğini tahmin ediyordu. Ocağın başındaki kadın elindeki çıkrığı koltuğun kenarına bıraktı, yavaşça yerinden doğruldu. “Adam, çenen düştü gene, ateşe bir bak istersen” dedi. Yabancı, kadının adamı neden çağırdığını biliyordu, uyarmak için. Bir dakika sonra adam maşrapasındaki son yudumu da aldı ve yavaş hareketlerle karısının yanına gitti. Kadının örgü ördüğü gümüş renkli yün yumağını aldı. Kadın itiraz edecek oldu ama eşinin göz attığını görünce sesini çıkarmadı. Elindeki küçük çakı ile bir kulaç kadar bir parça kesti.  Sakin adımlarla yerine döndü. Bir örümcek ağı kadar ince görünen ipliği konuğuna uzattı.

   “Asıl kopar da gücünü görelim” dedi alaycı bir şekilde sırıtarak. Adam, anlamamış bakışlarla ayakta dikilen adama bakıyordu. Feta, yünün iki ucunu aldı ve koparmak için gerdi tüm gücüyle. Ama o her yerde gördüğü yünlerden daha ince görünen gümüş beyazı yün parçası bana mısın demedi. Sıranın kendisine geldiğini düşünen konuk ipliği aldı ve kendi bir kere tarttı. Sağlam görünüyordu. Asıldı parmaklarının arasındaki parlak iplik hafif esnese de kopmadı. Bir kere daha denedi ve iplik ellerini kesesiye kadar asıldı tüm kuvvetiyle ama gene olmadı. Yünün parmaklarının boğumuna gelen yerlerinde derin kesikler açacağını biliyordu devam ederse.

            “Nedir bu” dedi meraklı bakışlarla önünde kahkaha atan yaşlı adama

   Sana, bir efsaneye tanık olacağını söylemiştim. Bu Zege’nin dün avdan dönüşte getirdiği yün, Gökkeçinin yünü” dedi. Vanen’in yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.

           “Gök keçi yoktur, sadece bir efsanedir.” Dediğinde bir yanlış yoktu. Her yerde her yörede bu tür söylentiler oluyordu. “Neymiş, bizim saygı değer Gökkeçimiz karlı dağların zirveye yakın yerlerinde yaşarmış, ölümlü insanoğlunun göremeyeceği bir şekilde gizlenirmiş. Yalnızca saf kalpli seçilmiş kişiler görebilirmiş, tabii kendi isterse.” İstemese de alaycı bir hal alan ses tonuyla devam etti. “Sütü her derde devaymış, boynuzunu en keskin bıçaklar bile yontamazmış. Kusura bakmayın ama bu tür efsaneler o kadar çok ki... İnsan hangisine inanacağını şaşırıyor.” Feta,  adamın sözlerinin bitmesini sabırla bekledi.

         “Oğlum dün sabah havayı güzel bulunca yayını ve kamasını aldı yola çıktı dağlara doğru. Akşam geç vakitlere kadar dönmedi.” Adam bir an sessizleşti. Yıllar öncesi aklına gelmiş olmalıydı.  Zege yaşlı çiftin biricik oğullarıydı. Yıllar yılı Tanrı kendilerine bir evlat vermemişti. Yıllarca şifacıları dolaşmışlar dertlerine bir çare bulamamışlardı. On beş yıl önce bir sabah obada oturanlar Derici ustası Fota’nın barakasında çocuk sesi duymuşlardı. Kimse Kebasa’nın gebe olduğunu fark etmediği için çok dedikodu çıkmıştı ama bu bize BerMu ananın bir armağanı demişlerdi. Kısa bir duraksamadan sonra Feta, yıllarca deri tabaklayan nasırlı ellerini dizlerinin üzerine koyarak sözlerine devam etti.  
"Sabaha karşı geldiğinde torbasında bir kucak yün vardı. Elleriyle Karısının eğirmeye çalıştığı yünü gösterdi. Kadın elinde çıkrık, topacı bir sağa bir sola çevirerek yumak halindeki yünü ipliğe dönüştürmeye tekrar başlamıştı. Sessizce izlediler ocağın alevleri arasında işini ibadet eder gibi yapan kadını. Birkaç dakika sonrasında buruşuk derili, kemikli parmaklar son kalan parçayı da tamamladı. Az önce ucundan bir parça kesilen yumağı zafer kazanan komutan edasıyla havaya atıp tutmaya başladı.

   “Sahi delikanlı nerede” dedi Vanen. “En son iki kış önce görmüştüm kendisini.” Yaşlı adam elindeki bira bardağını bırakarak alt dudaklarına kadar inen bıyıklarındaki köpükleri elinin tersiyle sildikten sonra cevap verdi
“Sabaha karşı geldi. Bütün gün ve gece dağlarda dolaşmış durmuş.  Ortalıkta biraz dolandıktan ve sözde bana yardım ettikten sonra yattı”

          “Çocuk ne yaparsa yapsın sana yaranamıyor. Taze av eti için dağlara gitti, sabaha karşı geldi ve uykusuz ve yorgun bütün gün sana yardım etti ama yine ona tembel diyorsun.” Ana oğlunu savunmaya geçmişti ister istemez. Ama Usta söylediklerinin arkasındaydı.
        
         “Sağ olsun yardım etti ama daha çok ayakaltında dolandı durdu. Onca yıldır yanımda ama hala bir şeyler öğrenemedi gitti. ” Konuşma tartışmaya doğru gidiyordu.

          “Oğlum buraya ait değil, bu köyde dağlarda yaşlanmak istemiyor. Senin gibi derici ustası olmak istemiyordur belki de ha…”  Adam, eşinin sözlerini kesti sertçe.

          “Onun buralara ait olmadığını bende biliyorum ama elinde bir zanaatı olsa fena mı olur? Sözlerinin burasında bir an sustu. Dışarıda dikkatini çekecek bir ses duymuştu. Cevap vermek üzere olan karısına bakarak elini dudaklarına götürdü sus işareti yaptı. Tepkisini seslendirmekte gecikmez.

          “Birileri dolaşıyor dışarıda” dedi. Kadın yaşlandıkça daha çok zevk alır olduğu tartışmanın yarıda kesilmesine bozulmuştu sanki

          “Dağ başında kim olabilirdi ki” dedi oturduğu yerden. O ana kadar tatlı sert konuşmayı gülümseyerek izleyen Konukları da tedirgin olmuştu. İkisinin sözlerine ekleyecek birkaç söz söyleme ihtiyacı duydu

          “Gecenin bu saatinde” dedi kısık bir sesle. Kısa bir sessizlik kapladı odayı. Kulübenin dışından gelen fısıltıları daha iyi duydular bu defa. Yaşlı adam, ağır bedenini kendisinden umulmayacak bir hareketle kaldırdı. Kapıya yöneldi. Ağır meşe kapı aralandığında gecenin serinliği içeriye doldu. Çalışa çalışa körük gibi olmuş ciğerlerinden boşalan hava, ses tellerinde kalın ve tok bir cümle olarak çıktı

           “Kim var orada” telaşla uzaklaşan patırtılar haklı olduğunu kanıtlamıştı. Hışımla dışarı fırladı. Karısının gitme diye bağırışlarını duymamıştı bile. Kapıdan çıkınca hemen sağa döndü. Atölyesi evinin hemen bitişiğindeydi. Üç ya da dört kişi kaçışıyordu ki geri kalan birini ensesinden yakaladı. “Sen…” dedi. Sırtına saplanan ok başka bir söz söylemesine engel olmuştu. Onun yerine boğuk bir çığlık dudaklardan döküldü ve karanlıkta kayboldu. Gördüğü kişide belindeki uzun kamayı çekti ve adamın karın boşluğuna sapladı. Bu defa boğazdan çıkan nefes sese dönüşecek gücü bulamamıştı ama birkaç adım ötede kapının eşiğinde duran kadının acı dolu sesi tüm obaya yayılmıştı. Gölgelerdeki adam elindeki kalın çeliği kanırttı ve biraz daha itti. İri beden titredi ve dizleri büküldü. Bir saniye sonrasında olduğu yere yığılmıştı. Kapının loş aydınlığındaki ses bir daha bağırdı içeriden gelen genç kollar kadını yavaşça içeri çekti ve dışarıya fırladı. Uzaktan gelen ıslık sesiyle ne yaptığının şaşkınlığını üzerinden atan katil karanlığa yöneldi. Kulübeden çıkan genç yalın ayak olduğuna aldırmadan peşlerinden seğirtti.

   Bildiği dar patika yukarı tepelere doğru yollanıyordu. Karlı buzlu yolda düşe kalka babasının katledenlerin peşinden koşmaya çalışıyordu ama babasına isabet eden okun bir benzeri gecenin karanlığını ıslığıyla böldü ve yayı geren kolların ustalığını ispatlarcasına delikanlının göğsüne saplandı. Genç yürek ne olduğunu anlayamamıştı ki ikinci ok diğerinin birkaç santim aşağısına karın boşluğuna saplanmıştı. Kendilerini kovalayanın yaralandığını gören kaçanlar geri dönmüşlerdi. Ayakta durmakta zorlanan genç adamı bir omuz darbesiyle yolun dışına ittiler. Yamacın aşağısına yuvarlanan kaslı gövdeyi az önce Debbağı bıçaklayan adam tekmeledi. Zorlama bir kahkahayla “Bir yere ayrılma geri döneceğim” dedi.

          Olayların şaşkınlığını atlatamamış yaşlı kadın içeri girdi ve iki parmak kalınlığındaki sağlam kapıyı kapadı. Titreyen parmakları henüz sürgüsünü takamamıştı adamlar omuz darbesiyle yıktı. Bağırışları duyan diğer köy sakinleri kulübelerinin ışıklarını yakmaya başlamışlardı ki Fota’nın atölyesinden kızıl dilli alevler yükselmeye başlamıştı. Kapıda bekleyen adam, içeri giren diğerlerine seslendi “Acele edin birazdan tüm köylü burada olur”  Hakikatten de neler olduğunu anlamaya çalışan birkaç kişi dericinin kulübesine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Alevler biraz daha belirgin hale gelince kalabalıktan şaşkınlığı geçen biri bağırdı “Yangın” diye.

          Bir dakika geçmemişti bir kirli sakal karmakarışık saçlı baş belirdi kapının ağzında, “Yok bulamıyorum” dedi.  “Belki de dedikodudur” dedi diğeri. Alevler daha da güçlenmiş, gecenin karanlığını kızıl dilleriyle iyice aydınlatmaya başlamıştı. Kapıdaki adam emredici tonda “Biraz daha arayın o yünler çok kıymetli “ dedi. Dedi ama köyün halkı ellerinde satırlar baltalarla çoğalmaya başlayınca yakalanma korkusu ve daha önemlisi bir tanıyan çıkar mı? Telaşı paniğe yol açmıştı. İsteseler tüm köyü yakabilirlerdi ama bu iş için biraz daha beklemeleri gerekiyordu. Kapıda dikilen adam sadağından çektiği bir oku en yakın kişiye yöneltti. Hafifçe gerilip bırakılan yay emanetini ancak karşıdaki adamın ayaklarının dibine kadar iletebilmişti. Bu bile yaklaşanların birkaç adım gerilemesine yol açtı. “Lider başarısızlığın verdiği öfkeyle” Biz alamıyorsak kimseye nasip olmasın” dedi ve atölyenin oradan aldığı yanan bir ağaç dalını kulübenin üzerine attı. Biraz zorlansa da ağaçtan yapılmış çatı ateşin kırmızılığıyla parlamaya başlamıştı. Diğerleri de birkaç dal atınca kızıl canavarlar avını yutmaya başlamıştı.

   Karanlıkta uzunca boylu bir gölge, yamacın aşağısında bulduğu bedenin üzerindeki iki okun ucunu kırdı. Kan, yaralı delikanlının üzerindeki tüm giysiyi koyu bir renge bürümüştü. Adam, mintanından bir parça yırttı ve gencin iptidai bir şekilde yaraları sardı. Parmaklarını yerde yatan gencin boynunun yanına tuttu. Parmakları hiçbir atım hissetmemişti. Hayat belirtisi yoktu ama yine de genç delikanlıyı sırtladı. Eğirilmiş yün yumağını, olanca kuvvetiyle asılmasına rağmen koparamadığı iplik parçasını düşündü. Galiba yaşlı ev sahibinin doğruyu söylüyordu. O yünlerin kulübeyi yerle bir eden alevlerden kurtulmasına imkân yoktu. Bir an o kadar ince ve o kadar sağlam iplik görüp görmediğini düşündü. Öyle bir yünden güçlü zırhlar yapılır ve o zırhlar bir kazak veya bir hırka gibi giyilebilirdi. Şimdi yapması gereken omzunda taşıdığı genç delikanlıyı katillerden oldukça uzağa götürmeliydi yaşıyorsa tabii. Diğer tüccarların konakladığı kasabaya kadar uzun bir yolu vardı.
 


118
Merhaba
Böyle bir köşenin bitmesine üzüldüm. Bu sayede diğer arkadaşlarla bir arada bir kitabı okumak nasip oluyordu. Bence neden katılım bu kadar düşük diye tartışmalıyız. Tür veya kitap seçiminde mi hata yapıyoruz yoksa motive edici noktaları mı ihmal ediyoruz. Bu nedenle uzun bir ara vereceğimizi düşünelim istiyorum.

119
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Seksen Birinci Ay
« : 21 Mart 2016, 08:57:33 »
Sevgili Hiçkimse, Tanrılar bize yardımcı olmaya başladı sanırım. Gelecek ay senin ayın olmalı, belki bu sayede boşa geçen iki ayın farkını kapatmış olursun...

120
Kurgu İskelesi / Ynt: Sürgün
« : 21 Mart 2016, 08:52:12 »
Okuduğunuz ve eleştirdiğiniz için teşekkür ederim hem de nerelerde hata yaptığımı gösterdiğiniz için. Yazdıklarınızın tümüne katılıyorum. Virgül başımın derdi bu tür yazımlarda Keşke fıkrada olduğu gibi yerlerinize desem de noktalama işaretleri yerlerine kendiliğinden gitse. Ve son olarak klavyemde sorun var bir türlü değiştiremedim yenisiyle.

Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9 10 ... 39