Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - azizhayri

Sayfa: 1 ... 34 35 [36] 37 38 39
526
Kurgu İskelesi / Vagon
« : 21 Aralık 2011, 17:00:18 »
VAGON
   Ne kadar zamandır kendinden geçtiği belli olmayan adam yavaşça gözlerini açtı. Bir an önce nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Bulunduğu ortamda sessizlik vardı. Mutlak kelimesini tartışmasız anlamına geliyorsa burası ve bu durum en uygun koşulları gösteriyor demekti. Birkaç saniye süren bir geçiş döneminden sonra nerede olduğunu anımsadı. Sağını solunu yokladı. Güvenlik önlemleri sayesinde organlarında ciddi bir hasar yoktu. Şimdiden hafiflemeye başlayan bir göğüs ağrısı vardı yalnızca. Kafasını çevirip içerideki yolculara baktığında en son kendine gelen kişinin kendisi olduğunu gördü. Yarı şaşkınlık yarı mahcubiyetle selamladı onları. “Neler oldu” dedi. Sahi neler olmuştu.
   Kafasının içerisindeki sis bulutu dağıldıkça ve bilinci yerine geldikçe neden burada olduklarını iyice anımsamaya başladı. Hemen arkasındaki koltuklarda oturan üzerlerinde sivil kıyafetler olsa da asker oldukları belli olan gençlere baktı. Her birinin yüz hatları sertti. Sanki asker eğitimlerinin arasında kendilerine nasıl sert bakacakları ve nasıl gülmeden duracakları konusunda da eğitim verilmiş gibiydiler. Çatık kaşlar kapalı ve gergin dudaklar kıyafetlerini tamamlıyor gibiydi.
   Kendilerini nelerin beklediği konusunda gereği kadar bilgi verilmiş miydi ondan da emin değillerdi ama bu göreve bu seyahate gönüllü oldukları kesindi. Vadedilen para biraz milliyetçilik duyguları ve çokça merak duygusu macera isteği kendilerini buraya getirmişti. Sessizlik denizinin ortasında hiç kıpırdamadan duran bir teknenin içindeydiler sanki. Eğer bulundukları yerden tavana doğru tam dikine yol alabilselerdi dört yüz kilometre sonra güneş ışığını görebilirlerdi ancak.
   “Albay, sizlerde yaralanan var mı?” dedi. Hemen arkasındaki sırada oturan omuzu yıldızlı orta yaşlı adam yanıtları “Ciddi bir durum yok” diye yanıtladı. Genç mühendis Kendi vücudunu bir kere daha elleriyle yokladı. Kendisinde de bir kırık çıkık yoktu. Yerinden doğruldu. Uzun boylu birinin ayakta durmakta zorlanacağı ama kendisinin orta boyu sayesinde rahatlık durabildiği koridorda yürüdü. Yerlerinde oturan disiplinli gözler kendisini izliyordu sessizce. Aslında yolcu almak gibi bir niyetleri yoktu ama projenin sahibi olan savunma bakanlığı acil göreve gitmesi gereken bir gurup askeri yanlarına vermişti. Beş altı metre geride ayrı bir bölme olarak hazırlanan yere vardı. Arkadaki kalın cama burnunu dayadı. Depoda kendilerini bir zaman idare edecek yiyecek içecek vardı. Ağırlaşmaya başlayan hava kendilerini ne kadar idare edebilirdi onu bilmiyordu. Yedek tankları vardı ve birazdan yedek tankları da açardı. Ama tüm yolculuğun kırkbeş dakika olacağını tahmin ettikleri için kendilerini uzun süre idare edecek yedek havaları yoktu. Üstelik iki veya üç kişi ineceklerdi aşağıya, şimdi ise fazladan on ciğer daha vardı.
   Sorumlu birini aranacaksa o kişi projenin patronu sayılacak Savunma Bakanlığının temsilcisiydi. İş başlarda iyi başlamıştı ama orada yani varacakları yerde işler kötüye gitmeye başlayınca proje hızlandırılmış güvenlik önlemleri göz ardı edilmeye başlamıştı. Tekrar yönünü öne çevirdi. Otuz metre kare bir yerde kısılmışlardı. Yukarıdakilerin yerlerini tam olarak tespit ettiklerini ummaktan başka çareleri yoktu. Beş on adımdan sonra kafasını bir kere daha cama dayadı. Bu kere ön camdan karanlığa bakıyordu. Birkaç metre önlerini gösterecek kadar zayıf bir ışık gibi önlerinde kapkara uzuyordu. Alabildiğine geniş bir kemerden uzayıp giden karanlığa bakıyordunuz.  Arkada sessiz durmaya çalışan askerlerin arasında da kıpırdanmalar başlamıştı. Komutanları Albay
   “Sizce neler oldu mühendis bey” dedi.  Adam arka sıralarda oturan tüm askerlere baktı teker teker. Henüz olayları kavrayamamışlardı. Beş on dakika sonra durumun ciddiyetini anlayacaklarını düşünüyordu. “Bir teknik sorun yaşadık” dedi.  Sesi, soruyu geçiştirmek için yanıt verdiğini haykırıyordu adeta.  Düşünmeye başladı, gerçekten ne olmuştu… Koltuğuna tekrar oturdu gözlerini kapadı olanları baştan düşünmeye başladı.
   Her şey çok iyi başlamıştı, taa ki sonsuz karanlıktaki sonsuz sessizliğe gömülünceye kadar. Yaklaşık yarım saat kadar önce yukarıdaydılar, ilkin karşılarında duran kocaman kapı aralanmıştı. Çift kanatlı kapı kendinden beklenmeyen bir sessizlikte açılmıştı. Karşılarında küçük bir otobüs büyüklüğünde bir araç duruyordu. Biraz ellili yılların otobüslerini birazda hala bazı ülkelerde kullanılmaya devam eden vagonları andırıyordu. Önü bombeli çenesi dışarı çıkmış yaşlı biri havasındaydı. Belli ki bu aracı dizayn eden o yılların arabalarını çok sevmişti. En belirgin farkıysa ön ve yan camlarının küçük olması ve tekerleklerinin eksen mesafesinin oldukça geniş tutulmasıydı. Bu sayede denge daha iyi sağlanmış oluyordu. Yerde vagonun hemen önünde başlayan bir kanal vardı ve kanalın içerisinde büyük bir helisel dişli bulunuyordu. Kapının önünde dikilen bir gurup adam şaşkınlıkları geçince vagona doğru yürümeye başladılar.
   Eğer basının haberi olsaydı proje yüzyılın buluşu ve kendileri de kahraman olarak ilan edileceklerdi. Nereden bile bilirlerdi ki Fransa’nın batısında Rouen bölgesindeki küçük bir sahil kentinde devrim sayılabilecek bir buluşun denemesinin yapıldığını bilemezlerdi. Ama projeyi satın alanlar ve kağıt üzerinden gerçek hayata uygulayanlar gizlilik kuralına kesinlikle riayet ediyorlardı. Yıllardır üzerinde çalıştıkları projenin gerçekleşmesi olasılığının bu kadar yüksek olduğu bir anda en çok kalbi çarpan iki kişi vardı. İki genç mühendis, üniversite yıllarında başladıkları işin sağ salim sonuçlanmasını istiyorlardı.
   Fransız Mühendis Marcel ve Onun Türk arkadaşı Orkun. On bir yıl önce mezun oldukları üniversitede hazırladıkları proje beğenilmemişti. Evet, üniversite kurulu her şeyin tüm hesaplamaların doğru olduğunu ama uygulanabilirliğinin çok zor olduğunu söylemişti. Projeleri ulaştırma alanında bir devrim yapacak nitelikteydi ve bir basit kurala dayanıyordu “ İki nokta arasındaki en kısa yol doğru yoldur.”  İlk verilecek hareket için harcanan enerjinin dışında hiç enerji kullanmadan yol alabilir miyim? Hava direnci olmasa masraflarım azalır mı? Neden her türlü ulaşım aracında önce hava direncini göz önüne almak  aerodinamiği hesaplamak zorunda kalıyorum? Sorularına yanıt bulmuştu bu sistem.
    O yıl dekanın odasında tanıştıkları siyah takım elbiseli bir adam kendilerine reddedemeyecekleri bir öneri sunmuştu. Emirleri altında kocaman bir mühendis takımı olacaktı, istedikleri istemedikleri tüm teknolojik olanaklardan yararlanacaklardı, malzemenin en iyisini kullanacaklardı. Eğer çalışırsa buluşlarının patent ve isim haklarını alacaklardı. Ve İş bitesiye kadar çok iyi maaş alacaklardı. Karşılığındaysa istenilen işlerine dört elle sarılmaları ve çenelerini sıkı tutmalarıydı. Birkaç günlük düşünme süresinden sonra öneriyi kabul etmişlerdi. Artık Nato’nun Araştırma-Geliştirme birimi adı altında Amerikan savunma bakanlığına hizmet edeceklerdi. Biri Fransız diğeri Uzun yıllar önce Fransa’ya çalışmaya gelen bir İzmir’li Türk ailesinin çocuğu olan iki genç körfez krizinin başladığı yıllarda projelerine girişmişlerdi.
   Önce aceleleri olduğu söylenilen on kişi araca bindi. Üzerlerinde sivil kıyafetler olsa da asker oldukları, gerek saç kesimlerinden gerekse disiplinli davranışlarından belli olan kişilerdi bunlar. Özel birlikten oldukları söylenmişti ve orada kendilerine gidecekleri yerde şiddetle gereksinim vardı. Sessizce ama ne yapacaklarını bilen adımlarla yerlerine oturdular, kemerlerini taktılar. Arkalarından geriye dönüp kendilerini uğurlamaya gelen kişilere askerce selam verip içeri giren orta yaşlı bir adam vardı. Fizik Mühendisi Orkun ise vagona en son binen kişiydi. Belli etmese de dudakları kıpırdamıştı. Kapının eşiği sayılabilecek sarı çizginin ötesindeki bir gurup adamın arasındaki arkadaşına ortağına baktı. Saçları hafifçe kırarmaya başlayan mühendis de gözlüklerini çıkarıp arkadaşına göz attı. Önce vagonun kapısı, ardından büyük kapı kapandı. Yaklaşık kırk beş dakika sonra varmak istedikleri yerde Bağdat’ta olacaklardı.
   Uzun ince ve yarım daire kesitli bir vagondaydılar. Araç, belirgin hiç bir özelliği olmayan basit sayılabilecek şekilde düzenlenmişti. Ne de olsa bir prototipti ve askeri amaçlı dizayn edilmişti. Konfordan çok sadelik ve sağlamlık esas alınmıştı. Olması gerektiğinden çok daha kalın duvarları olan bir vagondaydılar. Lokomotifi veya motoru olmayan yalnızca tekerlekleri üzerinde yol alacak olan bir araçtı. Yerlerine oturup emniyet kemerlerini taktıktan sonra ortalığı belli belirsiz bir vınlama kapladı. Bir kompresör vagonun olduğu bölmenin havasını boşaltmaya başlamıştı. Mühendisin yanında oturan komutan neden böyle olduğunu anlamıştı. İçinde yol alacakları tünelin havası olabildiği ölçüde boşaltılmıştı. Vagon, atmosferin yukarısında havanın iyice seyreldiği ve uçaklara direnç göstermediği bir ortamda boşlukta gidecekti. Geçiş kapısıyla kendilerini büyük tünel için hazırlıyorlardı. Birkaç dakika sonrasındaysa ilk başta fark edilmeyen bir başka kapı açıldı. Ön koltukta oturan Mühendis Orkun yanıbaşındaki sivil giyimli subaya baktı. Parmağıyla önündeki az sayıdaki düğmeden birine bastı. Uzun erimli bir ışık önlerinde açılan ve sonu belli olmayan karanlık geçidi aydınlattı. Kapkara ağzını açmış bekleyen dev bir yılan kendilerini bekliyordu. Önce düz başlayan tünel yüz metre sonrasında neredeyse yüzde yirmi eğimle yerin içine dalıyordu.
   Bu öyle bir geçitti ki Atlantik sahilinden başlıyor,  çölün kumun içinden Bağdat’tan çıkıyordu. Özel lazer ölçme tekniğiyle planlanmış çelik ve betonun en kozmopolit birleşimiyle adeta sıvanarak yapılmıştı. Kesiti orta çağ mimarisinin gözde mimari şekli olan gotik tarzda yapılmış ve sonsuzluğa uzanan bir kemer şeklindeydi. Bu sayede yukarıdan gelecek yükü eşit oranda sağa sola dağıtacaktı. Malzemenin ana yapısı Beton ve çelik olsa da bu esnemeye müsait içindeki özel alaşımlarla güçlendirilmiş bir çelikti. Çimentonun be çeliğin bu tür kombinasyonu ilk kez deneniyordu. Savunma Bakanlığı bu konuda bilimsel çevrelerde hazırlanmış en son gelişmeleri kullanmaktan çekinmemişti. Projenin en önemli özelliğiyse gizliliğiydi. Yıllar önce iki mühendis arkadaşa bu öneriyi getiren kişi şöyle demişti. “Düşünsenize bir anda kimseye görünmeden adeta yerden biter gibi kuvvetlerinizi çıkarıyorsunuz. Veya askerlerinizi geri çekebiliyorsunuz.” On bir yıllık bir çalışmadan sonra denemeye müsait duruma gelmişti.
   İşte en önemli an gelmişti. Orkun arkaya dönüp “Şimdi sıkı tutunun, bir Ferrari’deymiş gibi hissedeceğiz” dedi. Ve Zemindeki dişli dönmeye başladı. Devasa bir elektrik motorundan güç alan dişli harekete geçti. Dişli vagonun tabanındaki diğer dişli yardımıyla vagonu hareket ettirmeye başladı. Lunaparktaki oyuncak trenleri hareket ettiren mekanizma birkaç saniyede aracı hızlandırdı ve adeta bir taş gibi ileri fırlattı. Yolcular bir yarış arabasındaymış gibi koltuklarına yapıştılar. Üç saniyede düz ray bitmiş vagonları yokuş aşağı inmeye başlamışlardı. Mühendis Orkun, bir hostes gibi arkasını dönüp “İniş Başladı” dedi. Bu yokuş aşağı iniş yolun yarısına kadar hemen hemen Bulgaristan Türkiye sınırına kadar sürecekti. O noktada en üst hız düzeyine ulaşacak araç sesten çok daha hızlı yol alacaktı. Sonra hızlanmalarına yardım eden yerçekimi kendilerini yavaşlatmaya başlayacaktı. Irak sınırlarına yaklaştıklarında da hızları iyice düşmüş olacaktı. Buraya kadar her şeyi anımsamıştı ya sonra ne olmuştu, işte onu bilmiyordu.
   İki bin kilometreyi aşkın bir mesafe ötede, olayların başladığı yerde merak ve korku vardı. Her şeyin planlandığı gibi gideceğini işlerin aksamadan yürüyeceğini düşünmüşlerdi. Acaba ne olmuştu, işin en kötüsü ne müdahale edebiliyorlar nede iletişim kuramıyorlardı. Ana kumanda odası sayılabilecek bir salonda bir gurup adam öylece bekliyorlardı. Aşağıda bir yerlerde duran bir gurup asker ve projenin diğer sorumlusu Orkun için endişeleniyorlardı.
   Salondaki en geniş koltukta oturan ve ABD savunma Bakanlığının bu projeyle görevli tepe kişisi olan general rahattı. Oldum olası bu projenin yürüyeceğine inanmamıştı. Şimdiyse kendisinin haklı olduğunun ortaya çıkmasıyla yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşmişti. Üstelik mesleği gereği kayıplara alışkın olduğu için aşağıdaki vagonu ve vagonun içinde bulunanları pek umursamıyordu. Rahat bir sesle mühendise seslendi “Mühendis bey, sizce ne oldu”
   Marcel, bir an düşündü. Ne olduğunu gerçekten bilmiyordu. Olasılıkları gözden geçiriyor ama bir tahmin yürütemiyordu. Acaba tünel mi çökmüştü. Sanmıyordu. Kendi geliştirdiği pahalı ama sağlam teknik sayesinde bir ip gibi dümdüz uzanan tünel çökmezdi. Gerek kesitinin yapısı gerekse kullandıkları kozmopolit sağlam ve esnek malzeme buna izin vermezdi. Son bir saat içerisinde erken uyarı sistemlerinden bir deprem uyarısı da gelmemişti. O zaman mekikte bir sorun olmalıydı. Yine de tedbir içim “İkinci Vagon’u hazırlayın” dedi. Başmühendisin cümlesinin ardından koşuşturma başladı.
   Aynı soruya arkadaşından iki bin kilometre ötesindeki yerin kilometrelerce altında duran Orkun’da yanıt arıyordu. İşlevsiz olacağını düşünseler de yaptıkları araca uygun olacağını düşündükleri için ekledikleri uzun huzmeli farları açtılar. Önlerindeki kemer şeklindeki kara delik uzayıp gidiyordu güçlü ışığın ulaştığı son noktalara kadar. Demek ki o çarpma havasını veren vagondaki tüm yolcuları etkileyen sert duruş tünelin çökmesi veya bozulmasından kaynaklanmıyordu. Bu çok iyi bir saptamaydı. Öyleyse kaza nedeni içinde bulundukları araçtan kaynaklanıyor olmalıydı. Arkalarda duran askerlerden biri diğerlerinin duyabileceği yüksek tonda
   “Geçen yıl bizim başımıza da gelmişti böyle bir durum” dedi. Tüm yüzlerin kendisine dönüp herkesin kendini dinlediğini anlayınca yüzü kızardı. Konuşmak istemese de artık sözlerini devam ettirmeliydi.
   “Otobanda seyrederken önümüzdeki araç kaza yapınca aniden durmak zorunda kalmıştık. İşte o zamanda aynen bu şekilde duvara çarpmış gibi olmuştuk” dedi. İşte o zaman Orkun’un aklı başına geldi. Camın önündeki kontrol paneline baktı. Küçük kırmızı ışığı fark etti. Otomatik frenler aniden devreye girmiş kilitlenmişlerdi. Tam orta yerde olmalıydılar. İlk fırlatma hızlarının yüksek olduğunu anımsadı. Projenin savunma Bakanlığı temsilcisi Marcel’in deyimiyle ‘patron’ bu yolculuğun bir deneme yolculuğu olduğunu unutmuş fırlatma hızını maksimuma yükseltmişti. Belli ki sisteme güvenip güvenemeyeceklerini tespit için sınırları zorlamak istemişti. Aşırı hıza ulaştıklarında otomatik olarak devreye girecek mekanik fren çalışmış aracın tekerleklerini kilitlemiş olmalıydı. Nedeni, Albaya söylediğinde az önce arkada konuşan er söze karıştı.
   “İyi ki takla atmadık” dedi. Evet, o hızda yapılacak ani fren düz yolda yani yeryüzünde olsalar belki takla atmalarına neden olacaktı. Ama tünelde olmaları ve aracın kesitinin tünelden az bir şey küçük olması bu takla atmayı olanaksız hale getirmişti. Bir an düşündü olacakları hesapladı. Ve kırmızı ışığın altındaki mekanik kolu çevirdi. Araç birkaç saniye sarsıldı ve ardından geriye doğru kıpırdadı. Birkaç milimlik hareket az sonra düzenli harekete dönüşmüştü gerisini geriye yol almaya başlamışlardı… Vagonun bu hareketi ölü nokta diyebileceğimiz orta noktaya kadar devam etti. Benzini biten arabadan çıkıp istasyon arayan talihsiz sürücülerden daha beter durumdaydılar. Çaresizlik içinde beklemeye başladılar...
   


   


527
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Otuzuncu Ay !!!
« : 21 Aralık 2011, 16:56:24 »
Maça kızı oyunu ne oluyor ben anlayamadım?

Ayrıca Demir yumruk oyuna bağlı değildir, tamamen ayrı bir tema olarak da yazılabilir. Kisinin kendisine kalmış.
Maça kızı bir iskambil oyunu olarak biliniyor genellikle. Hani dedim İskambil kağıtlarının biri olarak değil de Maça Kızı oyununun kendisi mi esas alınmalıydı.

528
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Otuzuncu Ay !!!
« : 21 Aralık 2011, 14:09:24 »
Merhaba
Önümüzdeki ayın konusu biraz daha içsel biraz daha kayıp rıhtım ahalisini müdavimleri ilgilendiren bir konu olacak sanırım. Tüh...
Ve yine sanırım geçen ayın konusu da Maça Kızı oyunuyla ilgiliydi... Ne dersiniz.

529
merhaba:
İyi bir liste yapmak lazım gerekir diye düşünüyorum. Bunun için boş vakte gereksinimim var ama kabaca bir liste yapmam gerekiyorsa ve şu an aklımda kalnlarla yazmam gerekiyorsa -sonradan düzeltme hakkımı saklı tutarak- şöyle diyebilirim.
1. Dune seri - Herbert
2. Vakıf serisi - Asimov
3.Uzayda kaybolanlar-Heinlein
4.Otostopçunun galaksi rehberi - Adams
5.Mesaj Sagan
6.Cesur yeni dünya
7.Nemesis - Asimov
8.Fahrenheit 451
9.Yüksek Şatodaki adam -Philip K.Dick
10. Zaman makinası
Listeyi yapmakta zorlandığımı söylemeliyim. Ama ilk fırsatta daha iyi bir liste yapacağıma emin olabilirsiniz.

530
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: Dune - Frank Herbert
« : 20 Aralık 2011, 15:14:36 »
Bence bu seri daha fazla ilgiyi hakediyor. Okunması gereken temel kitaplardan. Okumaya başladığımda imrenmiş hatta kıskanmıştım Frank Herbert'i. niye ben böyle değilim diye. O nasıl bir hayal gücü o nasıl bir yaratıcılık.

531
Sahi ülkemizde kitaplar niçin bu kadar pahalı?

532
Kurgu İskelesi / Ynt: 19
« : 14 Aralık 2011, 12:03:25 »
merhaba
İyi bir başlangıç. Devamını bekliyorum. Dünya tarihinin en önemli olaylarından birini göz ardı etmemeliyiz...

533
Kurgu İskelesi / Randevu
« : 10 Aralık 2011, 14:49:02 »
RANDEVU

     Ellerinde çiçeklerle taş merdivenlerde öylece kalakalmıştı. Bin yıl gibi süren birkaç saniye  bekledi. Parkın içerisindeki küçük tepenin ardındaki beyaz ışığın yavaşça azalmasını izledi. İçinin rahat olup olmadığını sordu kendisine bir an. Gerçekten içi rahat mıydı, aradığını bulmuş muydu?  İki ayı aşan bir süredir en iyi yazarları, şairleri kıskandıracak kadar güzel sözler söyleyebilen bir sevgili kendisine çiçek vermişti. Onunla kocaman mutlu bir gün geçirmişti.  Burada olduğu gibi bırakmalı mıydı yoksa devam etmeli miydi? Arkadaşı adım adım uzaklaşırken yaşadıklarını düşündü. Bir insanın yaşayabileceği en yoğun romantik duyguları yaşamıştı.

     Halide Hanım iyi bir üniversiteyi bitirmiş çağdaş bir türk kadınıydı. Gençti, güzeldi, alımlıydı, kültürlüydü. İyi giyinmeyi seven ve giydiklerini kendine yakıştırmasını bilen biriydi. Sarıya çalan kumral saçları omuzlarında en güzel şallardan etollerden daha güzel duruyordu.  Ülke çapında faaliyet gösteren ciddi bir işletmede çalışıyordu. Birkaç yıl önce mezun olduğu üniversite yıllarında bile iyi bir geleceği olacağı söyleniyordu. İyi bir eğitimin her kapıyı açacağına inanan babası sayesinde parlak bir gelecek kendisini bekliyordu. O eğitim sayesinde çalıştığı şirketin geçici görevlendirmesiyle İzmir’e gelmişti. Alsancak’ta güzel bir işhanının deniz gören bürosunda çalışıyordu. Kendine ait bir odası ve emrinde çalışanları vardı. Sonuç olarak Türkiye şartlarında milyonlarca hemcinsinden çok daha iyi bir konumda olmasına rağmen yalnızdı ve mutsuzdu. 

     Mutsuzluğunu anlamak için psikolog olmaya gerek yoktu. Yüzünde her zaman gülümseme olsa da dikkatli bakan biri, iki gülümseme arasındaki kaçamak bakışları ve yalnızlığı anlayabilirdi. Çalışma arkadaşları ve belki de kendisini kıskananlar bunun nedenini öğrencilik yıllarında ineklik etmesine bağlıyorlardı. Hep ders hep ders demekten asosyal biri olmuş diyorlardı. Biraz daha dikkatli baksalar hepsinin altında derinlerde olan nedeni görebileceklerdi. Ya da Halide Hanım daha İzmir’e gelmeden yaptıkları araştırmada kendilerine söylenenleri dikkatle dinleselerdi genç müdireleri hakkında daha gerçekçi bir fikir sahibi olacaklardı.

     Koskoca A.... şirketinin İzmir Bölge Müdiresi gelmeden adı gelmişti İstanbul dan. Çalışanlar nasıl birinin kendilerini yöneteceği konusunda bir bilgi arama yarışına girmişlerdi. Tüm çalışanlar Genel merkezde bilgi alabileceği birini aramaya başlamıştı. Ardından da Halide Hanım hakkında pek çok söz havada uçuşmaya başlamıştı. Söylenenler özünde kötü şeyler değildi. Ciddi biridir diyorlardı  Yeni Bölge müdürleri için. Çalışkan ve disiplinli diyorlardı. Tuttuğunu koparan hırslı biri diyorlardı. Ama içlerinden Halide hanımın eski okul arkadaşı olduğunu söyleyen biri “Üniversite son sınıfa kadar hayat dolu bir kızdı. Biriyle tanıştıktan bir zaman sonra o tatlı kız gitti içine kapanık biri geldi” demişti.

     Aldıkları tüm istihbaratın yerinde olduğunu birkaç gün içerisinde anlamışlardı. Davranışları ve ciddi yüz hatları ise işini seven biri olduğunu anlatmaya yetiyordu.  Her işverenin çalıştırmak isteyeceği bir elemandı. İşine zamanında geliyor ve o günkü işleri tamamlamadan  –ki saat akşamdan geceye dönüyor olsa da-  gitmiyordu. Kendisine verilen yetkileri rahatlıkla kullanıyor, her hangi bir sorun daha önlerine gelmeden çözümleniyordu.

     Diğer yönden haftalar geçmesine rağmen büroda samimi arkadaşları olmamıştı. Yani herkes gibi sabah geldiğinde çalışan arkadaşlarına selam veren ve onların hatırlarını soran biriydi. Öğle yemeklerinde gittikleri lokantada kahkahalar atan çevresine gülücükler dağıtan biriydi ama bu onun bakışlarındaki hüznü ve yalnızlığı engellemeye yetmiyordu. Çevresiyle arasında camdan duvarlar vardı sanki. Açık bir hayranlık ve gizli bir korku cam fanus olup çevresini sarıyordu. Arkadaşlarının bunu fark etmesi ise zaman almamıştı. Birde büroda çalışan ve hemen hemen her büroda bir benzerini bulabileceğiniz tiplerden birinin “ben sizi bir yerlerden anımsıyorum” havası vardı. Arkadaşları ucuz tanışma numarası olarak görseler de o yeni gelen kızı bir yerlerden anımsadığı konusunda ısrarcıydı.

    Çalıştığı şirketin önermesine rağmen lojmanda kalmamış, kendisine Güzelyalı’da iyi bir daire tutmuştu. Gerçi bu defa denizi görmüyordu dairesi ama bu konu kendisi için o kadar önemli değildi  İşten kalan zamanını evde internet başında geçiriyordu. Kah İstanbul da bıraktığı nadir arkadaşlarıyla çetleşiyor kah kendine yeni çet arkadaşları buluyordu. Bu yüzden büro arkadaşlarının akşam yemeği yada gezme tekliflerini geri çeviriyordu. Gerçi birkaç kere kabul etmiş kordon boyunda denizden esen meltemin serinliğinde yemekler yemiş Pasaport iskelesindeki kahvelerde çaylar içilmiş oyunlar oynamışlardı. Ama bu çağımızın en büyük olaylarından biri olan internete girmesine ve çet yapmasına engel olmamıştı.
 
     O akşamda her akşam olduğu gibi eve yorgun gelmişti. Karnı aç olmasına rağmen yemek hazırlamak için mutfağa girmeden önce yanında taşıdığı bilgisayarını salona masanın üzerine koydu. Elektrik fişini takıp modem bağlantısını yaptı ve bilgisayarını açtı. O zaman açlığı aklına geldi ve mutfağa yöneldi. Dünden kalma yemekleri ısıtmalıydı. Birkaç dakika sonrasındaysa her zamanki siteye girmiş kendisine yeni sohbet arkadaşları aramaya başlamıştı. Çoğunlukla olduğu gibi birkaç kanaldan arkadaş aramaya başlamıştı kendisine. Bu nedenle kah bir çiçek adını alıyordu takma ada olarak kah dış dünyadan gelen bir uzaylı yada sinema karakterini kullanıyordu. Özellikle de kendisine başka gezegenlerden gelmiş ve dünyalı bir arkadaş havası vermeyi seviyordu.

     O gece epey ileri bir saatte yeni biri ile tanıştı. Aynı ekran üzerinde izlediği birkaç pencereyi biraz daha kenarına bıraktı ve yeni arkadaşının üzerinde durmaya başladı. Bu yeni tip biraz çekingen görünüyordu. Kendini otuzlu yaşlarda orta halli tanıtan bir erkekti. Yazdıklarından, iyi bir eğitim almış biri olduğu belli oluyordu. En az lise mezunu hatta üniversite mezunu olabilecek bir yaklaşım sergiliyordu. Karşısındakine oldukça çekici geldiğini bildiği gizemli havası vardı. Ya profesyonel bir çapkın ya da eşi az bulunan saf bir aşıktı. Bu yeni arkadaş Halide Hanımın ilgisini çekti. Ve tanımadan sorusuna yanıt alamayacağını biliyordu.

        Birkaç gün sonra ısrarına dayanamayarak chat arkadaşı bir resmini göndermişti. Söylediği kadar yakışıklı biriydi. Biçimli burnu hafif oval bir yüzünde usta bir heykeltıraş elinden çıkmış gibi duruyordu. Yeşile çalan kahverengi gözleri yüzünü daha hoş gösteriyordu. Hafif esmer teni gece siyahı saçlarıyla çok hoş görünüyordu. Resmi bilgisayarının ekranında gördüğü anda aklına tanıdığı büyün yüzleri getirmeye çalışmıştı. Acaba kendi yüzü müydü yoksa medyatik birinin resmini mi göndermişti. İşin aslını ilk buluşmalarına kadar anlayamayacaktı.

     İlk buluşmalarına bir hayli zaman vardı. Evet edebiyattan hoşlanan, şiir yazan,  romantizmi yaşam biçimi olarak benimseyen bir erkek bulmak zordu. Birde buna gençliği ve yakışıklılığı ekleyince vazgeçilmez biri haline geliyordu chat arkadaşı. Uzun yıllardır aradığı kişi olabilirdi.

     Mühendis olduğunu söylemişti. Edebiyat fakültesinde okumak istediğini ama aile baskısı ve iş olanaklarını düşününce mühendislik okumak zorunda kaldığını anlatmıştı. Edebiyata olan ilgisi satırlarında belli oluyordu. Adres konusunda ise nerede oturduğu yada nerede çalıştığı konusunda hiçbir bilgi vermiyordu. Yalnızca İyi bir kazancım var diyordu. “Diplomam sayesinde iyi bir işte çalışıyorum, orta kademe yöneticiyim” diyordu. Halide merakını yenemiyor bilgisayarının belleğinde sakladığı eski görüşmeleri zaman zaman okuyordu. Bu sayede delikanlının kim olduğunu yada ne iş yaptığını çıkarmaya çalışıyordu. Ama her seferinde elde ettiği sonuç sıfırdı. Arkadaşı kendisini bilinçli bir şekilde gizlemeyi başarıyordu. Gerçi bu durumdan şikayet etmeye hakkı yoktu Halide hanımın. Kendisi de benzer bir izliyor kim olduğunu yada ne iş yaptığını saklıyordu.

    Halide deki değişiklikleri arkadaşları da fark eder olmuştu. Arkadaşlarına karşı daha yakın duruyordu sanki. Eskiden kullandığı tepeden inmeci emirler yerini ricaya bırakmıştı. O günlerde Halide nin yüzü biraz daha gülüyordu sanki. O durgun içine kapanık görünen kız biraz daha canlanmıştı sanki.  Bir sabah bürodaki en yakın arkadaşı Mine sorduğunda arkadaşının kulağına “uzun yıllardır aradığımı buldum” demişti. Dahası arkadaşı Mine Halide yi biraz daha tanıyabilmiş olsaydı yüzündeki kararlılığı hemen fark edebilecekti.

     Günler geçti ve chat arkadaşıyla iki hafta sonra yüzyüze görüşme kararı almışlardı. Halide her ne kadar karşısındakinin samimiyetine inanmıyor olsa da arkadaşlıklarının yeni bir aşamaya geçmesi gerektiğini kabullenmişti. İçindeki korkuyu o kimseye anlatamadığı derin  korkuyu aşmanın zamanı gelmişti artık. Kariyerinin zirvesinde olan ama özel yaşamında kendi halinde yaşayıp giden Halide’nin bir arkadaşı olacaktı.

   Bir Cuma akşamı ‘ertesi günü buluşma’ kararı almışlardı. “Yalnızca tanışmadan ibaret olacaktı” buluşmaları. Birbirlerini görecekler ve ilişkilerinin devam edip etmemesine karar vereceklerdi  O gece bayramı bekleyen bir çocuk heyecanı ile bekledi sabahı.

     İzmirin en kalabalık semtlerinden birinde bir parkta randevu vermişlerdi birbirlerine. Fuarın karşısında güzel bir pastaneydi ikinci durakları. Bir gece önce aldıkları karara aykırı olsa da hoşlarına gitmişti birlikte zaman geçirmek. Yaşları lise yıllarını çoktan aşmış olsa da iki okul kaçağı liseli genç gibiydiler. Körfez vapuruna binip Karşıyaka da çay içtiler. İstasyon Caddesinde dolaştılar. Koca bir gün güneşin karşısında eriyen kar gibi erimiş akşamın alaca saatlerine gelmişti. Bir günlük hikaye başladığı yerde bitecekti.

     Halide akşamın alacakaranlığında ellerinde kırmızı güllerden oluşan bir buket çiçekle parkın merdivenlerinde bekliyordu. Saniyeler saniyeleri kovaladı. Yazdan kalma sıcak gün, yerini rüzgarla çıplak dalların sallandığı güz akşamına bırakmıştı. Basamakların ötesinde, giden arkadaşına veda etmiş adım adım uzaklaşıyordu. Onunla kocaman mutlu bir gün geçirmişti  Bu arkadaşlığı burada, olduğu gibi bırakmalı mıydı yoksa devam etmeli miydi. Uzun zamandır içinde acıkan bir yanı devam etmesini söyledi.. Vermesi gereken son bir kararı vardı, bir de sorması gereken son bir sorusu  Hızla merdivenleri çıktı genç adam ağır adımlarla uzaklaşıyordu. Arkasından seslendi.

     “Altan! Altan!  Bir dakika bekle” dedi. Genç adam sanki böyle bir çağrı bekliyormuş gibiydi. İlk seslenmede duymazdan gelse de hafifçe duralamıştı. Bir saniyenin küçük bölümündeki bu belli belirsiz duralamadan sonra yoluna devam etse de genç kızın adını tekrar haykırmasıyla durdu ve geri döndü.

    “Güller çok güzeldi” dedi Halide başı önünde  “Kırmızı gülleri seviyor olmalısınız”  Adam gülümsedi. “Biraz avam tarzı olacak ama ‘güle gül yaraşır diye aldım’ dedi. Halide Hanım bir an durdu. Karşısında dikilen adamın gözlerine baktı. Büyü bozulmaya mı başlamıştı yoksa...

     “Peki siz bu iltifatı buluştuğunuz her kıza söylüyor musunuz?” dedi. Adam hafifçe gülümsedi.  “Estağfurullah” dedi. Sesindeki gurur her halinden belli oluyordu. “Geniş bir çevremin olduğu söylenebilir ama inan bana senin kadar güzelini tanımadım” dedi. İri ellerini uzatarak kızın narin koluna dokundu. İncecik kollar avuçlardan akan su gibi yavaşça sıyrıldı. Yinede, kibar görünmeye çalışan adamın yırtıcının pençelerini andıran elleri kızın parmaklarını yakaladı. Genç kız o zaman sol elin yüzük parmağındaki beyaz izi fark etti.   

     Adam evliydi ve buluşmadan birkaç dakika önce çıkarılmış olan alyansın izi bu durumun açık kanıtıydı.  Halide sesini çıkarmadı. Eğer bakışlarını kaldırabilecek cesareti olsaydı bütün bir öğleden sonra birlikte olduğu adamın zafer kazanmış bir savaşçının bakışlarıyla kendisine baktığını görebilecekti. Adamda eğer bakmasını bilseydi içerilerde derinlerde bir canavarın uyanmaya başladığını görecekti. Yine de narin ellerinde tuttuğu kalın bilekleri bırakmadı. Ağır adımlarla parktan çıktılar.

     Buluşmalarının yada ilişkilerinin bir başka aşamasını yaşamaya başlamışlardı. Bütün gün el ele gezmiş liseli çocuklar birkaç dakika içerisinde büyümüşler birer olgun insan olmuşlardı sanki. Önce İkinci kordondaki bir lokantada yemek yediler. Ardından kordonda dolaştılar bir süre. Denizden gelen esinti yerini sert rüzgara bırakınca kordon üzerindeki pastanelerden birine girip oturdular. Birbirlerini tanımak için sorular sordular. Bütün bir gün boyunca susmuş olan adamın dili çözülmüştü sanki. Gecelere boyu sürdürdüğü klavyenin başındaki becerisini sürdürüyordu. Derin bir kültürü olmasa da karşısındaki etkileyecek kelime dağarcığına sahipti. Ve akıcı konuşmasıyla bu kelimeleri dilediği gibi kullanıyordu. Saatin ilerlediğini fark ettiklerinde saat gece yarısına yaklaşıyordu. Halide yoldan geçen bir taksiye el etti. Biraz çekingen kalan adam eve kadar birlikte gidebileceklerini söyledi. Böylece taksiye birlikte bindiler.

      Sarı taksi düzgün asfalt boyunca yol aldı. Geniş caddelerden aydınlık meydanlardan geçtiler. Arabanın arkasında oturan iki kişi sanki gün boyu birlikte değillermiş de tesadüfen bir araya gelmişler gibi hiç konuşmadılar. Genç kadının evine yaklaştıklarında Halide gecenin en önemli sayılabilecek sorusunu sordu,,,

    “Aşka inanır mısın” dedi. Adam uzun zamandır beklediği avının şimdi oltasının ucunda çırpındığını bilen balıkçı havasındaydı. Balık yemi yutmuştu. Ama misinası gerilmediği için yakalandığının farkında değildi. Artık bütün hüner, fazla çırpınmasına izin vermeden avını sandala çekmekteydi. Ama istemese de başarmanın verdiği kendine güven sesine yansıyordu. Kırk yıllık çapkınlığın edasıyla yanıtladı

    “Eğer aşka inanmıyor olsaydım, burada ne işim olurdu” dedi. Genç kızın evine yaklaşmışlardı. Taksi sürücüsüne dönerek “Köşede durur musunuz” dedi önce. Ardından kurnazca gülümseyerek tekrar sordu

   “Peki sevdiğin birine yüreğini verir misin” dedi.  Araç ana caddeyle geniş bir sokağın kesiştiği noktada durdu. Adam kaçın kurasıydı bir yandan taksiciye ücretini verdi. Para üzerini beklerken kıza dönerek

       “Ben zaten yüreğimi sana verdim” dedi. “Sadece şimdilik yerinde duruyor. Dedi. Sırıtma derecesinde gülümseyerek devam etti. “Bedelini ödedikten sonra onu oradan alabilirsin” Onlar konuşurken kapının önüne varmışlardı. Kaldırımı aydınlatan sokak lambasının altında durdular bir süre.
     “Evli misin” sesinde aleni bir emir vardı. İşyerinden alışkın olduğu emir vermenin rahatlığı  vardı kendisinde, bu rahatlığı kullanıyordu. Adam önce yanıt vermek istemedi. Genç kadın bir kere daha sorduğunda azarlar gibi

     “Bak güzelim” dedi  “Biz, birbirimizi tanımak ve güzel vakit geçirmek için burada bulunuyoruz,  evliliğin ne önemi var ki?” dedi. Bu gizli bir itiraftı, Aşırıya gitmiş olduğunu düşündü ve sözlerini düzeltmeye çalıştı “Yani evlilik dediğin bir formalitedir, insanlar birbirini tanıdıktan, güvendikten sonra resmiyete ne gerek var.” Konuştukça batıyordu, kendisini Halide kurtardı.
.
   “Dur... Dur... Hemen sinirlenme” dedi Halide. “Ne istediğini anladım. Bir gecelik ilişkiden söz ediyorsun sen” dedi. Sesinde kızgınlık yada kırgınlık yoktu.
 
    “Sanırım birbirimizi daha iyi anlamaya başladık” dedi adam kendine gelmenin rahatlılığıyla.  Halide tam kapının önüne gelmişti. Anahtar yuvasında döndüğünde adam vedalaşmak için geriye doğru bir adım attı. Anahtar kilidin içinde bir kere daha döndü ve kapı aralandı.”Gel sana kahve yapayım” dedi  “Yada bir iki kadeh daha içelim”

     Adam şaşırmıştı. Arkadaşları arasında çapkın biri olarak bilinirdi. Uzun boylu ve yakışıklıydı. Düzenli spor yapması sayesinde gençlik yıllarını geride bırakmış olsa da düzgün ve kaslı bir vücudu vardı. Bedenine ve kültürüne güvenerek sıkça hovardalık yapardı. Ama yine de bu durum alışkın olmadığı bir durumdu. Genellikle eve yada bir otele gitmeyi erkek tarafı teklif ederdi. Özelliklede kızın evine gitmek başarı ötesi bir şey kabul edilirdi. Ama bu kere durum daha başkaydı. “Kendimi bir hayli geliştirmiş olmalıyım” diye aklından geçirdi. İyi hazırlanmış bir buket –her ne kadar ücreti daha fazla olsa da- kapıları açmaya yetiyordu.

    “Rahatsız etmiş olmayayım” dedi. “Üstelik evde uyuyan varsa, yani annen baban falan diyorum...” Ama içeri girmek için can attığı her halinden belliydi. “Kimse yok çekinme” dedi. Az önce konuşan asabi kişi gitmiş yerine uysal ve inandırıcı biri gelmişti sanki... “Konuşmamızı kapı önünde sürdürmek hoş değil. İçeride devam edelim” dedi.

    İçeri girdiklerinde adam hafif şaşkındı. Kadın tahmininden daha zengin olmalıydı. Amerikan stili döşenmiş bir evdi. İç kapıyı geçince geniş bir salonun ortasına yerleştirilmiş koltuklar vardı yalnızca. Duvarlarda orijinal olduğunu düşündüğü  karmaşık kompozisyonda  resimler vardı. Tam karşılarında ise kocaman bir plazma televizyon. duruyordu  Geride sol köşedeki merdivenler evin dubleks olduğunu anlatmaya yetiyordu.

     “Sence iki aydır yazdıklarımız, bu gün yaşadıklarımız tensel bir zevk için miydi” dedi içeri girerken Halide.

     “Tam olarak öyle değil” dedi genç adam. “Romantizm vardı elbette...Romantizm hep olacaktır...olmalıdır...”  Halide salonun karşısındaki koridora yöneldi. Genç kadının iyice uzaklaştığını düşünmüş olacak ki  “Ama önce seninle birlikte olmak... O bedenini hissetmek var” dedi alçak sesle ama koridordan gelen ses sözlerini yutmasına neden oldu  “Seni duyuyorum genç adam” Adamın yüzü kızardı.

      Genç kadın bir dakika sonrasında elinde bir şişe şarap ile geldi. “Bu şişe böyle geceler için hazırlanmış bir şişe. Sen başla ben sana az sonra katılırım” dedi. Kadın yukarı çıkan merdivenlerin ilk basamağına vardığında adam birinci kadehi yuvarlamıştı bile...

    Adam loş ışıklı bir odada gözlerini açtığında kıpırdanamıyordu.  Bir baş ağrısı beyninin tüm hücrelerinde yankılanıyordu. Kendisine içki getiren kadının merdivenlere yöneldiğini ve birinci kadehi içindeki ateşi söndürmek için hızla yuttuğunu anımsadı en son olarak.

      Baygınlığı geçince gözleri içinde bulunduğu alaca karanlığa alıştı. O zaman salonun diğer ucundaki beyaz önlüklü gölgeyi fark etti. Tepeden tırnağa beyazları giyinmiş olan gölge ağır ağır yanına yaklaştığında olanları anlıyor gibiydi. Gölgeler içinde duran beyazlı kişi

     “Nasıl” dedi alaycı bir şekilde gülümseyerek “Özel içkimi beğendin mi?” adam burada bu loş mahzen benzeri yerde olmasının nedeninin içki olduğunu anlamıştı ama niçini hala muammaydı. Değişik bir eğlence şekli olmalıydı. İçinden gelmese de bir kahkaha attı.

    “Güzel bir fantezi” dedi.  “Meğer benimle iki aydır yazışan, bütün gün el ele dolaşan cici kız aslında isterik sadistin biriymiş” dedi ve ekledi “Benzerlerini görmüştüm ama bu kadar gerçekçisini görmemiştim” dedi.  Neredeyse kırkbeş derece eğik bir yatakta yatıyordu. Yani ne dik duruyordu ne de yatık yada olanları görebilecek kadar dik kıpırdayamayacak kadar yatık.

    “Bu unutamayacağın bir fantezi olacak” dedi.  Yatakta bağlı olan adamla göz göze geldiler. “Ve son fantezin olacak” dediğindeyse içine bir korku düşmüştü. Korku dolu bakışlarını odada gezdirdi. Yaşadıkları cinsel fantezilere benzemiyordu. Aslında bulunduğu yer bir odadan çok bir kimyager laboratuarına ya da doktor muayenehanesine benziyordu. Tam karşısında uzun mermer bir banko vardı ve bankonun üzerinde çeşitli kavanozlar tanımlayamadığı cihazlar vardı. Sol yanında ağır işçiliği olan ahşap bir dolap duruyordu. Dolabın üst bölümünde kesme camdan yapılmış dizi kavanoz duruyordu. İçlerinde garip bir sıvının içinde yüzen yumruk büyüklüğünde nesneler vardı.

     “Evet bu son fantezim olacak. Bu yaşadıklarımdan sonra her şeyden elimi ayağımı çekeceğim ve kendimi dine vereceğim” dedi. Gerçeği mi söylüyordu yoksa alay mı ediyordu anlaşılamıyordu.  Gün boyu birlikte dolaştıkları küçük, masum avı, avcı olmuş bembeyaz önlüğüyle ellerinde beyaz eldivenleriyle ve beyaz örtü serilmiş servis masasıyla kendine yaklaşıyordu. Bakışları yaklaşan el arabasına takılınca korku dolu bir çığlık attı. Bu kadar alet olsa olsa bir dişçinin yada bir cerrahın masasında bulunabilirdi. Paslanmaz çelikten yapılmış keskin aletler arabanın üzerinde duruyordu. Haftalar boyu yazıştığı romantik genç kız masum sevgili bu muydu. ağza alınmayacak bir küfür dudaklarından döküldü.

    “Birkaç saat önce bana söylediğin bir söz vardı” dedi. Sesindeki ciddiyet elle tutulabilecek kadar hissedilir haldeydi. Adam bağlandığı yerde kıpırdanmaya çalıştı. Yalnızca boynundan yukarısını kıpırdatabilecek haldeydi. Kafasını belli belirsiz salladı. Bedeninin tüm enerjisini ciğerlerine topladı ve ardından olanca korkusu ve nefretiyle haykırdı. Boynu ve çıplak vücudu kıpkırmızı olmuştu.

    “Çöz beni O... ” diye çığlık attı. Korku dolu çığlığı odada yankılandı. Az önce yaşanan öfke patlamasına aldırmayan genç kız devam etti.

    “Yüreğini bana verecektin, şimdi tam zamanı” dedi. Yaşadığı anın tadına varmak için ağır ağır hareket ediyordu. Az önce can havliyle bağırıp çağıran adam yalvarmaya başlamıştı

     “Bak güzel kız, eğer bu şakaysa tadında bırakalım. Eğer beni korkutmak ve bana bir ders vermek istiyorsan ben dersimi aldım... Yok eğer istediğin paraysa ne kadar istediğini söylemen yeterli... Çok param var benim...Evlerim arsalarım var...İstediğin kadar, istediğinden çok daha fazlasını verebilirim...

    “Ya iffet... ya namus... Paraların onları almaya yeter mi?  Bütün paraların bir genç kızın kararan hayatını geri verir mi?” dedi. Parmaklarını birbirine geçirerek ellerine taktığı eldivenleri iyice yerleştirdi. Kendi kendine konuşur gibi sürdürdü konuşmasını “Üniversite son sınıfındaki bir genç kızın geleceğini geri verebilir mi?” Arkasını döndü. Birkaç saniyelik suskunluk odada her şeyin hakimi olmuştu sanki. Arkası dönük konuşmasını sürdürdü..

    “Ama çok paranın olduğunu öğrenmem içimi rahatlattı. Geride kalanlar yaşamlarını sürdürmek için  zorluk çekmezler hiç olmazsa” Kısa ara bitmişti.     

     “Sen iğrenç bir çapkınsın Kendinden başkasını düşünmeyen  hayvani bir zevk uğruna en güzel romantik değerleri bile çiğnemekten çekinmeyen pis bir mahluksun. Evinde bekleyen ailene aldırmadan genç kızların peşinde koşuyorsun” dedi  Elleri usta bir cerrah gibi çalışıyordu. “Elindeki servetin kıymetini bilmeden, uçkurun için pek çok hayatı mahvetmiş olmalısın” Hemen yanına getirdiği seyyar masasının üzerinden iri bir enjektör çıkardı. “Belki de aralarında pırıl pırıl geleceği olan masum genç kızlarda vardı...ne dersin” Adamın bağlı kolunda yavaşça batırdı. Eti delen sivri uçlu iğne boğuk bir ses çıkararak gömüldü. Baş parmağı bastırdıkça tüpteki sıvı yavaşça kana karışıyordu. Olanları anlamak için yüzüne bakan adama sus işareti yaptı.

     “Bu senin iyiliğin için canım” dedi. “Olacakları izlemeni istiyorum ama canın yansın da istemem. İğneyi yavaşça çıkardı. İşine özen gösteren herkes gibi masanın üzerine bıraktı.     

     “Korkma canın hiç yanmayacak” dedi. İnce dişli bir bisturi aldı. Yatakta çığlık atan adama bakarak Evli biri niçin çapkınlık yapar” dedi. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Gül gibi bir ailesi olan biri niçin dışarıda bir şeyler arar. Dünyada aileden daha sıcak ne olabilir ki. Bir insanın sahip olabileceği hazinedir aile” dedi. Yine kendi kendine konuşuyor, ilacın etkisini göstermesini bekliyor gibiydi  Bir dakika sonrasında adam sisli bir gecede gibiydi. Olanların o kadar uzağındaydı ki.... Görüyor hissediyor ama canı yanmıyordu.

     “İnsanın yüreği bir kişiye, ailesine ait olmalıdır.” Uzaklardan gelen vınlama sesi titreşime dönüştü. Soğuk çelik içine yavaş yavaş giriyordu. Ardından kırılan dal sesini andıran bir dizi kırılma sesi duydu. Hiç canı yanmasa da küçük bir çektirmenin gögüs kafesini yavaşça açtığını hissediyordu. Duyduğu son cümle “Şimdi yüreğini vermeye hazırsın” dı. Gözlerinin feri sönmeden son gördüğü ise kristal bir kabın içine zarifçe konulan yumruk büyüklüğünde kanlı bir nesneydi. Ve raftaki yerini almıştı.

    Ertesi sabah büroya gelenler Bölge müdürlerini göremediler. Öğleye doğru ancak gelebildi Halide Hanım ve her zamankinden çok daha neşeliydi. Nedenini sorduklarında ise aldıkları yanıt  “Akşam iyi bir temizlik yaptım” olmuştu.... Ve kendi kendine konuşur gibi devam etti. “Burada işim bitti. Atanmayı istememin zamanı geldi” dedi.

534
Kurgu İskelesi / Kara Nene Kuru Nene
« : 08 Kasım 2011, 16:32:18 »
Merhaba arkadaşlar:
uzun bir aradan sonra sizlere bir denememi daha gönderiyorum. Umarım keyif alır ve beğenirsiniz


KARA NENE KURU NENE
Kara Nene Kuru Nene
Ocağına Düştüm Gene
Ne olur yardım et Bene
Ben ettim sen etme     Kara Belen köyünün manilerinden...

     Genç adam, gecenin bir yarısı yol üstündeki istasyondan trenden indi. Karaova istasyonu öyle sık durulan bir yer olmadığı için şimendiferler bu istasyonda durmazdı. Bu nedenle adam Karaova istasyonunda ineceğini önceden bildirmek zorunda kalmıştı kondüktöre. Havanın, yaklaşan bahara rağmen soğuk olmasına aldırmadan, geceden yola çıkmıştı. Bu kadar soğuk, onun için soğuk sayılmazdı, her yerin kar buz altında kaldığı bembeyaz bir cehennemden çıkıp gelmişti ne de olsa. Bir bütün olarak gittiği cepheden parmakları eksik olarak gelmişti ama silah arkadaşlarının kayıplarının yanında bir iki parmağın sözü bile edilemezdi. Urus gavurunu arkadan çevireceğiz derken Allahüekber dağları almıştı parmaklarının bazılarını.

     Şimendiferden indikten sonrasının bu kadar uzun olacağını ve Selimiye Kazasının bu denli uzak olduğunu bilseydi sabahı bekler, bir atla ya da araba ile giderdi. Uzakta soluk ışıklar belirdiğinde tan söküyordu.  Eski Mülazım-ı evvel şimdinin Muallim Müfit ilk görev yeri olan Selimiye Kazasına varmıştı. Ne uzun şimendifer yolculuğu ne de yorucu bir yürüyüş genç adamın içindeki heyecanı söndürmemişti.  

     Selimiye, Anayoldan içeride kalan, sırtını ovanın güney cephesini bir duvar gibi kaplayan Menteşe dağlarının kuzey yamacına dayamış eski ve köklü bir Kazaydı. Der Saadeti besleyen isimsiz ve yoksul sayısız Anadolu Kazalarından biriydi. Kazanın girişinde sizleri viran binalar karşılıyordu. Genç adam Kazaya ulaştığında tozlu yollar üzerinde, merkeplerinin yada katırlarının üzerinde çiftine çubuğuna giden köylülere rastlamaya başlamıştı. Kimi, dalgın dalgın yol alırken çevresinde olan bitenlere hissiz gibiydiler. Kimileriyse Kazalarına gelen bu yabancıyı kaçak bakışlarla süzüyorlardı. Her adımda menteşe dağları biraz daha yaklaşıyor geçmeyi imkansız kılan duvar haline geliyordu.

     Uzakta güneş parıldamaya başladığında uzun yollar yürümeye alışkın ayaklar toprak yolu bitirmiş, Kazanın ana yolu sayılabilecek taş yola varmıştı. O zaman yolun yukarısında ovaya daha tepeden bakan taş binaları fark etmişti. “İçlerinden biri benim vazife yerim olmalı” diye aklından geçirdi. Saat henüz erken olduğu için taş yolun üzerindeki yeni açılmış kahvehanelerden birine oturdu.

     Kahveci mekanına erkenden uğrayan yabancı karşısında şaşırmıştı. “hoş geldiniz” dedi.

     “Böylesine soğuk bir havada bu kadar erken ne işiniz vardı begim” diye sözlerine devam etti.

      “Soğuk havada mı” dedi istem dışı bir şaşkınlıkla. “Siz bu havaya soğuk hava mı diyorsunuz. Hele geçen aylarda Sarıkamış’ta olanları bilseniz” demek istedi ama yuttu sözlerini. Buraya gelirken Mülazım-ı sani üniformasını bırakmıştı. Yalnızca gözleri doldu. Aradan üç aydan fazla bir süre geçse de unutmamıştı olanları. Kolay kolayda unutulacak değildi yaşadıkları, gördükleri.

   “Yani havalar ne kadar soğusa da bahar yaklaşıyor” dedi. Eliyle yolda kahvedekileri selamlayarak geçen kişileri gösterip “Bahar hazırlıkları başlamış bile” dedi.  

   “Evet begim bahar yaklaşıyor yaklaşmasına da memleketime gerçek bahar ne zaman gelecek bilemiyorum” dedi ve ellerini üzerindeki kirli beyaz önlüğe silerek içeri girdi. Yolcu önüne konan bardağa baktı ve uzun düşüncelere daldı.

    “Tazeleyim mi begim” Kendine geldi. Kahveci ve yanında dikilen yaşlı biri öylece bakıyorlardı kendisine. Gözleri açık uyumuştu sanki. Çevresindeki masalarda birileri vardı. Adamların kendilerine garip garip baktıklarını gördüğünde uzun bir zamandır dalmış olduğunu anladı. Soğukta donduğu için dört parmağı kesilen sol elini masanın üzerine çıkardığını fark ettiğinde hızla elini ceketinin cebine soktu. Kekeler gibi konuşarak

     “Ben... Ben buraya muallim olarak geldim” diyebildi. Soğuk havada ter basmıştı her yanını. Zorlada olsa gülümseyerek yerinden doğruldu

   “Boynu altında kalasıca Enver yüzünden oldu değil mi?” yan masada oturan yaşlı bir köylü kendi kendine konuşur gibi söylemişti. Genç Muallim sesin geldiği yöne bakınca güneşte kurumuş, kırış kırış olmuş bir ağaç gövdesinde iki budak gibi duran bir çift gözle, göz göze geldi. Ama iki budağın altındaki çatlak dudaklar kıpırdanmaya devam ediyordu

    “Alamanlara yaranacağım diye onca Evladı Vatanı soğukta kırdırmadı mı Moskof ayılarına”

   “Halim Ağa” dedi ayakta duran bir başka köylü. Çevresine ürkek bakışlarla bakarak Abbas Ağanın kulağına gitmesin sakın” dedi.

    “Hadi len” dedi bir başkası. “Korka korka tepemize bindirdik Abbas Ağayı” dedi. Dedi ama bir yandan da gözleri gayri ihtiyari çevreyi süzüyordu. Konuşmalardan cesaretlenen bir başkası

     “O kısacık boyuyla, yere yakın kıçıyla küçük dağları ben yarattım diye gezmiyor mu” dedi. Genç muallim araya girdi...

    “Ağalar, biriniz beni hükümet konağına götürebilir mi?”

***

     Bütün günü beklemekle geçmişti. Kendisini bekleyen okulunu ve öğrencilerini düşündükçe heyecanlanıyordu ve sabırsızlığı artıyordu. Nasıl sabırsızlanmasındı ki Yaşadığı o berbat günleri ancak geleceğin umudu unutturabilirdi. Ama Kazanın olağanüstü günler yaşadığını anladığı için sesini çıkarmadan bekliyordu. Yine uzun bir sürede sonra Kazaya atanan ilk muallim olduğu için özel ihtimam görüyordu.
 
    Hükümet binasının hademesi dakika başı yanına girip çıkıyor kahve isteyip istemediğini soruyordu. Sabahtan bu yana beşinci fincanını içmişti bu sayede. O bütün bunları düşünürken kapı birden açıldı ve içeri hademe Muhsin Efendiden sonra kendisini en çok soran kişi olan idare amiri İsmail Hakkı beydi. İsmail Hakkı bey Kazanın ileri gelenlerinden birinin oğluydu. Okuryazar olduğu için babasının yardımıyla hükümet makamında iş bulmuştu.

    “Hadi bakalım Müfit ağabey gidelim” dedi. Genç gazinin ilk cümlesi “Nereye” olmuştu.

   “Otur otur canın sıkılmıştır, seni biraz gezdireyim.” Karşısında duran adamın anlamadığını görünce gülümseyerek  

     “Bu gün bütün Kazayı ilgilendiren bir mahkeme var. Birlikte Kadı Efendinin Makamına gidelim” dedi. Karşısındaki Genç adamın hala bir şey anlamadığını görünce.

   “Lakin ben bir an önce vazifemi ifa edeceğim mektebi görmek, talebelerimi tanımak  isterdim” dedi.

   “Bak ağabey” dedi. Muallimle akran olmalarına rağmen ilk tanıştıkları dakikadan beri kendisine ağabey diyordu. “Kadı Zait Efendi bizim Maarif Müdürümüz yada başka bir ifadeyle Maarif Müdürümüz Zait Efendi Kadılık da yapıyor. O nedenle önce şu mahkeme işi çözümlenmeli ki olağan işlerimize bakalım” dedi. Sıcak bir davranış göstererek muallimin koluna girdiler ve odadan birlikte çıktılar.

    Mahkeme binası hükümet binasının ilerisinde dağ yamacına yakın bir yerdeydi. Yüksek duvarlı tek katlı taş binaydı ama bina ilk yapıldığı günleri arıyor gibiydi. Yıkıklar harita gibi binanın tüm cephesini kaplıyordu. Dam ise tam olarak afet geçirmiş bir havadaydı. Genç muallim daha da kötülerini gördüğü için kanıksamış bir şekilde içeri girdiler.

    İçerisi bir hayli kalabalıktı. İnsanları sağa sola iterek içeriye ana salona geçtiler. Salon kalabalıktı ve çıt çıkmıyordu. Bir kenarı yaslanıp olanları izlemeğe başladılar. Yalnızca konuşanların sesleri yankılanıyordu yüksek tavanda.
  
***

     Tarla işlerinin durduğu, çift ve çubuk işlerinin yavaşladığı soğuk kış günlerinde Kazalı erkekler ava giderlerdi. Av merakı binlerce yıldır genlerinde babadan oğul’a aktarılmış olsa da zorunluluk hali yani ailenin gıda gereksinimlerini karşılamak için yapılan avcılık günleri geride kalmıştı. Yine de şu yoksul günlerde çokları hala evlerine taze et getirmek için ava gidiyorlardı. Bazıları ise dağlarda ve ovalarda özgürce dolaşmanın verdiği huzuru duymak için gidiyorlardı ava.  Bu kişiler Tanrının yarattığı canları zevk için alamayacaklarını düşündükleri için hiçbir şey vurmadan geri gelirlerdi. Yada sağda solda dedikodu olmasın diye bir iki fişek atıp dönerlerdi. Üçüncü bir gurup vardı ki en tehlikelileri onlardı. Benliklerini tatmin etmek için, zevk için giderlerdi ava. İşte bunlar babalarının yanında duydukları ezikliği atmak için kıpırdayan her hedefe ateş ederlerdi. Bir tanesi ise kafasının içinde kurdukları planı gerçekleştirmek için gitmişti ava. Peşinden de kaza dedi olanlar için.

    “Bizler neler olup bittiğini bilmeyiz Kadı Efendi” dedi sıra halinde duran kalabalıktan biri. Diğeri sırıtarak devam etti.

     “Bütün gün kıraathanede oturacağımıza gidelim de kısmetimizi arayalım dediydik” Diğerlerinden daha önde duran ufak tefek genç söz aldı.
 
    “Amacımız karanlığa kadar kalmak değildi. Üstelik bizler Ballı kayaya doğru gittik.” Bir ara durdu  “Bu mevsimde Balıklaya güzel tavşan yapar” dedi. Diğerleri de başlarıyla onayladılar. “Koca yaz beslenen tavşanlar Ballı kayada yuvalanıyorlar” dedi içlerinden bir başkası

    “İşte gördünüz Kadı Efendi” dedi salonda duran kalabalığın önündeki posbıyıklı adam.
“Ballıkaya ovanın kuzey yakasında, KaraBelen ise diğer cihette, güneyde. Merhum delikanlı ise Karabelen de bulundu. Karabelen nere Ballı kaya nere. Demek ki Oğlum suçsuz, Üstelik koca ovada bir araya gelmeleri ne mümkün” Kalabalığın biraz dışarısında duran iki üç kişinin olduğu yöne bakmadan konuşuyordu. Sözünün bu noktasında başını o yöne çevirerek

   “Önüne bakmadan yürüyenler gittikleri yerden karanlık çökmeden döneceklerdi” dedi. Sesindeki alaycılık açıkça  belli oluyordu. Yaşlı adam birden Kadının karşısındaki kalabalığa yürümek istedi. Yanında bulunan yaşlı kadın ve genç kız kendisini zor tuttu. Kadı efendi oturduğu yerden karışma gereği duydu

    “Efendiler...Efendiler. Burası adalet dağıtılan bir yer, kavga yeri değil. Saçları kırarmış ama vücudu dinç adam  

     “Haklısın Kadı efendi” dedi. “Ama benim oğlum on sekiz yaşındaydı” Elinin tersiyle göz pınarlarında beliren yaşları sildi.

     “Hasan'ım gençti kuvvetliydi ve sıhhatliydi. ‘Ne zaman çağıracaklar’ diye askerlik celbinin yolunu gözlüyordu.” Kadının karşısında duran genç guruba dönerek  

     “Öyle önünü görmeden yürüyecek yada yardan kolayca düşecek biri değildi” dedi. Yanında duran hayat arkadaşının koluna girdi.

   “Müsaade ederseniz sözlerime devam etmek istiyorum Kadı Efendi” dedi siyah saçlı yaşlı adam. Abbas Ağa  sözlerine kaldığı yerden devam etti.

    “Hemi de sormak lazım karanlığın çöktüğü vakitte bir adam ne ararmış ovada bir başına” Önünde dinelen kalabalığa bir kere daha baktı yaşlı Kadı. Son zamanlarda Devleti Alinin içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında kanunun bu kadar ayaklar altına alındığı yada kanunsuzluğun bu kadar ileri gittiği sıkça görülür olmuştu. Merkezi otoritenin zayıflığı yüzünden hemen her yerde küçük derebeyleri türemişti. Kah paranın ve altının gücüyle kah kaba güçle köylerde ve Kazalarda padişahlık sürüyorlardı. Abbas Ağa da bu gibi yüzlerce kendini dev aynası karşında duran padişahçıklardan biriydi. Bir de kanunların eskiliğini eklerseniz, kadının yada diğer kanun uygulayıcılarının yapabileceği çok az şey kalıyordu. Gerçi bu durumda İleri ecnebi devletlerinde bile verilecek karar az sonra dudaklarından dökülecek olan kelimelerden farklı olamazdı.

   “Sizler şahit misiniz” dedi suçlanan gencin arkasında duran gençlere dönerek

   “Tabi şahitler Kadı Efendi” dedi Abbas Ağa verilecek kararın ne olacağını tahmin ederek.

   “Size sormadım efendi” dedi sert bir tonda. Tüm gençler kendilerine sıkça telkin edilen sözü  koro halinde yanıtladı  “Şahidiz” diyerek.

   Yaşlı Kadı eliyle sakalını sıvazladı bir süre sessiz kaldıktan sonra kapının yanında dikilen mübaşire dönerek

   “O zaman beylere yolu göster Mustafa Efendi” dedi.

Mahkeme odasından ilk çıkan gözleri yaşlı ana baba tam kapıdan çıkacakken geriye dönerek “Olanları gören biri var elbet” dedi. Acılı anne babanın Gerçekten de olanları gören bir ilahi göz vardı ama birde oralarda dolaşan yaşlı bir bedenin taşıdığı bir çift göz vardı olan biteni gören. Herkes çıktıktan sonra zayıf bedenini taşıyan cılız ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı.
    “İşte olanları gördün” dedi. Kazada olanların özetiydi bu gördüklerin. Abbas Ağanın Oğlu Hilmi ile Kazamızın tek demircisi Halil Ustanın oğlu Hasan arasındaki düşmanlık son buldu böylece.

   “Nasıl” diyebildi yanında yürüyen Muallim. Kazanın idare Amiri İsmail Hakkı Bey durumu dönüşte anlattı yeni Muallime.

     “Bu iki aile önceden de birbirlerini tanıyorlardı. Daha doğrusu iki aile de Kazanın en güzel kızını tanıyorlardı ve ailelerine gelin olsun istiyorlardı”  Bir yandan yanında yürüyen yol arkadaşının sözlerini dinleyen bir yandan da yeni geldiği Kazayı ve Kaza insanlarını tanımaya çalışan Muallim Müfit bir an önce akşamın olmasını bekliyordu. Kabullenmekte zorlansa da bir hayli yorulmuştu. Son zamanlarda yaşadıkları ve uzun sayılabilecek yol yorgunluğunu hissediyordu.

     “Keşke bu görevi istemeseydim” dedi kendi kendine. Ama bu iş çocuk oyuncağı değildi ki... “Evde oturmaktan canım sıkıldı hadi gideyim biraz muallimlik yapayım...Yok yok bu işi sevmedim, canım sıkıldı eve döneyim” diyemezdi. Yine de kendisini Alsancak İstasyonunda uğurlayan babasının sözlerini kafasında atamıyordu.  

     “Bu iş sana göre değil evlat. Telgrafın bana ulaştığı anda seni geriye çağırtılabilirim” demişti. Kendince de haklıydı tabii. İzmir’in de okulları vardı ve İzmirli çocuklarda eğitim ve öğretim bekliyorlardı. Hatta “Damlacıktaki Mektepte yerin hazır” demişti. İşte bu yüzden hemen pes etmemesi gerekiyordu. Düşüncelerinden İsmail Hakkı Beyin sesiyle sıyrıldı

    “Daldın Muallim Bey” dedi .

    “Yok öylesine düşünüyordum. İki aile birbirini daha önceden tanıyorlar mı demiştin” dedi.

    “Evet. Daha doğrusu Abbas Ağayı Kaza da ve çevresinde tanımayan yoktur. Küçük yaşta Kazaya yalnızca çıkınıyla geldikten sonra Allah yürü ya kulum demiş. Şu an Kazanın en zengin ve sözü geçen kişisi” dedi. Sözün burasında Muallime eğilerek “Laf aramızda Kaza ahalisi Abbas Ağayı pek sevmez. Özellikle de meşrutiyetten sonra Enver ci olduğu, hatta İttihatçıların kendisini koruyup kolladığı söyleniyor.”

    “Ya diğer aile kimlerden”

    “Halil Usta buralı. Güneyden Karabelen köyünden. Küçük yaşta Kazaya gelip yerleşmiş. Bir ocağı var dağın yamaçlarında. Mahir bir ustadır, elinden her iş gelir.” Yine gizli bir sır verecekmiş gibi eğilerek sözlerine devam etti.

     “Abbas Ağa ne kadar sevilmezse Hüseyin Usta o kadar sevilir ve sayılır. Dedi. Konuşa konuşa yürürlerken idare Amiri bir dükkanın önünde durdu. Kazanın tek lokantasının önünde durmuşlardı. Eski, camekanlı kapıdan içeri girerlerken İsmail Hakkı “Hikaye ilgini çektiyse yemek sonrası kahvelerimizi içerken anlatırım” dedi. Kendilerini kapıda karşılayan genç aşçı yamağının buyur etmesiyle lokantadan içeri girdiler.

***

      Zorlukla bulmuşlardır bu evi kendisine. Falanca ağa, Gavur İzmir’ine göç edince anahtarı Kadı efendiye bırakmış mış. Kadı efendi de misafirhane gibi kullanır olmuş. Ev Kazanın kenar mahallesinde bir yerdeydi. Yüksek tavanlı, kalın duvarlı, kâgir bir evdi. Bakımsız, ormana dönüşmüş bir bahçenin içerisinde sık ağaçların arasında bir konak yavrusuydu. İsmail Hakkı Bey bir hademe kadını Muallim için görevlendirmişti.

     “Mürrüvet Kadın, senin evin o yönde, sen her akşam bir iki saat erken çık ve Muallim beye bir kap yemek pişir, sağı solu biraz temizle” demişti. Ve o gün de erken gönderip evi temizletmişti. Yaşlı kadının iyi niyetli çabalarına rağmen her yer hala toz toprak içinde duruyordu. Haftaların, ayların verdiği pasaklar ve kirler bir defada temizlenecek gibi değildi. Ama Allah için yatak odasına serilen çarşaflar ve yorganlar kar gibi bembeyazdı. Gündüz olanlar aklına geldi. Bir kız vardı birde o kıza aşık olan iki genç. Klasik bir sevda öyküsü gibi başlamıştı her şey. Kız ise kendisini sevdiğini söyleyen iki gençten fakir olanı tercih etmişti. Zengin genç ise reddedilmeyi gurur meselesi yapmıştı...öff.. yorgun bedeni ve zihni bunları düşünürken uyuya kaldı genç Muallim Müfit. Birkaç gün sonra yaşananlar unutulmuştu. Taa ki o uğursuz gecede başına gelenleri yaşayana kadar.  
    
    Okuldaki işler kendisini iyice yoruyordu. Her ne kadar Kadı Zait Efendi kendisine yardımcı olacak birini hizmetine verse de okuması yazması bile olmayan yaşlı biriyle işleri halledemiyordu. Eğitim ve öğretim bir yandan, mektebi olağan işeri diğer yandan kendisini iyice yoruyordu. Ama yinede bu yorgunluğun iyi bir yanı vardı ki oda uzun zamandır kabuslar görmüyordu. Yine böyle yorulduğu bir akşamüzeri bir akşamüzeri mektepten hükümet binasına vardığında -galiba geldiğinin üçüncü günüydü- İsmail Hakkı Bey kulağına eğilerek

     “Meryem kayboldu” dedi. Meryem’in kim olduğunu bilmiyordu. Şaşkınlıkla

     “Meryem kim” dediğinde Genç İdare Amiri

     “Hani geldiğin gün bir mahkeme vardı. Bir genç Karabelen köyünde ölmüş olarak bulunmuştu ya...” Hatırlamıştı Müfit Bey olanları

    “Eee” dedi

    “Hani o gencin sevdiği bir kızcağızdan bahsetmiştim. İşte o kızın adı Meryem” Genç Muallim üç gün önce yaşadıklarını anımsadı. Adı geçmese de gençleri kendinse aşık eden ve birbirine kırdıran bir genç kız olduğunu anlatmıştı şimdi yanında yürüyen adam.

    “İki delikanlıyı birbirine kırdıran kız mı” dedi aklından geçen kelimeleri kullanarak

    “Yapma Müfit Ağabey” dedi İsmail Hakkı kırgın bir ses tonuyla “Ya sen beni hiç dinlemedin ya da beni yanlış anladın” diye sözlerine devam etti. İki genç kol kola Hükümet binasından çıktılar. Ağaçlıklı bahçenin uzak bir köşesine doğru yürümeye başladılar. Müfit Bey her ne kadar girmek istemese de hikayenin içine itildiğini düşünmeye başlamıştı. Daha sonra olacakları bilse belki de bu konuşmayı daha başlamadan bitirirdi.

    “Meryem ve Hasan birbirini çocukluktan beri seven iki gençti. Meryem Allah için güzel ve alımlı bir kızdı. Hasanda uzun boylu, esmer yiğit bir delikanlı.Herkes babasının mesleğini sürdüreceğini düşünüyordu. Aralarına kara çalı gibi giren Hilmi itiydi” dedi. Genç Muallim ise Kazadaki ilk ve tek arkadaşının  kolundan kurtulup evine dönmeyi düşünüyordu. Son zamanlarda sevmeye başladığı evinde, yine son zamanlarda alıştığı gibi şişesini açıp bir kadeh parlatmak istiyordu. Yine de arkadaşını kıramazdı. Bu yüzden sözü bitene kadar beklemeliydi.

    “İşte o güzeller güzeli Meryem kayıp” dedi İsmail Hakkı Bey. Sözlerine daha devam edecekti ama kendi adını çağırdıklarını duyunca geri döndüler. Haberin devamını ise yemeklerini yapan ve ev işlerini halleden yaşlı Mürrüvet kadından öğrenmişti.

     “Hasan toprağa verildikten sonra Abbas Ağa bir kere haber gönderip Meryem’i isteteceğini söylemiş. Kızın cevabı ise tek cümleymiş. ‘Ölürümde varmam o katile’ demiş. Bir sabah aile uyandığında da Meryem yatağında yokmuş.”

    “Kızı kaçırmışlar o zaman”

    “Kaçırmışlar diyenlerde var, iyi saatlere karışmış diyenlerde” dedi yaşlı kadın gizemli bir sesle. Yaşlı kadının anlattıklarına bakılırsa, ilk şüpheleri üzerine çeken Abbas Ağa ve Oğlu masum görünüyordu. O gece Abbas Ağa oğlunu baş göz etmek için komşu köylerden birinden bir kızla sözlemişti. Ağanın evindeki kalabalık, Hilmi beyin gece hep orada olduğunu söylüyorlardı. Hatta bir ara Kadı Efendinin bile Abbas Ağanın evine uğradığı söyleniyordu. Sonuç olarak güzel kız evinden kaybolmuştu.” Genç muallim bu kadının bu kadar bilgiyi nereden edindiğini bilemiyordu. Kafasını sallayıp geçti.

***
  
  O gece köy bekçisi, mezarlık civarında gezerken uzaklarda ama mezarlığın içinde zayıf bir gölge gördü. Önce düdüğünü çalmayı aklından geçirdi ama ortalığı velveleye vermeden önce biraz daha yaklaştı. O zaman gölgenin elindeki titrek ışıklı yağ kandilini fark etti. Şu aralar mezarlığa defnedilen kişide yoktu. Yalnızca üç dört gün önce ovada bulunan Halil Ustanın oğlu Hasan vardı. Acaba zaman zaman mezarlıklara  dadanan mezar soyguncularından biri miydi?  Olduğu yerden

     “Dur” diye seslendi. Ama ses telleri korkunun ağır baskısı altında görevini yapamamıştı. Gölge alçacık mezarlık duvarını aştı. Yüzyıllık kara servilerin arasında yürümeye başladı. Her gün, her gece buralarda dolaşıyor olsa da hala ürpertisi geçmiyordu. Kalbi deli gibi çarpıyor korkusunu yenmeye çalışan beynine kan pompalamaya çabalıyordu. Her olaya her duruma uyum sağlayabilen insan bedeni korkulara çabuk alışamıyordu. Yine de aklından geçen onca ürkütücü hikayeye rağmen görev duygusu ağır basmış karanlıkta süzülür gibi hareket eden gölgenin peşine düşmüştü.

    Mevtaları rahatsız etmemek için mezar aralarından yol almaya çalışarak kara gölgeye yaklaştı. “Dur” diye tekrar bağırdı. Bu kere sesi gırtlağından çıkmış havayı titreştirerek biraz ileride yürüyen gölgeye ulaşmıştı. Gölge sakince durdu. Başını çevirip geriye baktığında bekçinin elinde taşıdığı ve kendisini seçmek için yüzüne doğru uzattığı fenerle yüz yüze geldi.

    “Benim evlat” dedi. Konuşmak için dudakları aralanınca bembeyaz dişler gecenin içinde ışıldadı. Bekçi olduğu yerde kalakalmıştı.

    “Sen miydin Nene” dedi tanıdık birini görmenin rahatlığıyla. “Gecenin bir yarısında burada ne işiniz var” dediğinde muallimi karşısında konuşabilmek için korkusunu yenmeye çalışan çocuk gibiydi.

    “Çiçekler için toprak alıyorum” dedi zayıf gölge. Alışılmadık bir gece ziyaretçisinden başka ne tür bir cevap beklenebilirdi ki. Üstelik aldığı cevap kendisini tatmin etmekten çok daha başka sorulara yol açmıştı.

    “Kimi çiçekler vardır, havadar toprakta kök salmak, bol güneş ve aydınlıkta büyümek ister. Ama kimi çiçeklerde kasvetli toprağı, karanlığı, nemli havayı sever.” Dedi. Sözlerini tamamladıktan sonra birkaç gün önce örtülmüş bir mezar yığınına yaklaştı. O zaman bekçi davetsiz misafirin elinde taşıdığı küçük kabı fark etti. Sanki orada yokmuş gibi sessizce hareket eden gölge birkaç avuç toprağı elindeki kaba doldurduktan sonra bekçinin donmuş bakışları altında geldiği gibi ağır adımlarla geri döndü. Arkasından söylenen bekçinin sözlerini duymuş gibi durdu.

   “Bekçi efendi, sen burada eylenirken, canavarlar masum bir ceylanın canını yakıyorlar” dedi. Bekçi gölgenin kendisine söylediklerine bir anlam veremedi ama önemli de görmedi. Nede ola konuşan Karabelen köyünün kara bunağıydı.

*****

     Aradan koca bir ay geçmişti. Muallim Müfit eve de, Kazaya da, çalışma arkadaşlarına da alışmıştı. Hatta bu yoksul ama şirin Kazayı sevmeye de başlamıştı. Vazifesini ifa edeceği mektebi diğer binalardan daha iyi durumda bulmuştu. Biraz onarımla daha iyi bir hale getirmişlerdi. Maarif Müdürlüğü de yapan Kadı Zait Efendi kendisinin ricalarını ikiletmiyordu. Kazanın yaşlı ustaları, dülgerler, marangozlar yapıcılar iyi bir çalışmayla binayı onarmışlardı.

     Öğrencileri ise kırka yakın sayıda ve her yaş gurubundandı. Ana kuzusu sayılacak yaşta olanlar olduğu gibi bıyıkları terlemeye başlayanları da vardı. Hepsine yetişmeye çalışıyordu. Hepsini yetiştirmeye çalışıyordu.. Ülkesinin, birkaç ay önce yaşadığı o korkunç günler bir daha yaşanmasın diye iyi yetişmiş gençlere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ülkesini ve milletini seven okuma yazmanın ötesinde meslek sahibi olan gençlere ihtiyacı vardı. Onlara tarih öğretiyor aritmetik öğretiyordu. Daha büyüklerine ise ziraat ve baytarlık bilgileri vermeye çalışıyordu. Kendini mektebine ve talebelerine o kadar çok veriyordu ki akşam eve geldiğinde hiçbir şey düşünmeden uyuya kalıyordu. Bu sayede de kabuslarından da uzaklaşmıştı...
  
     Baharın iyice kendi hissettirdiği günlerden biriydi. Öğrencilerini almış kıra götürmüştü. Yolda tabiat hakkında bilgiler vermeye çalışmış ziraat konusunda bildiklerini anlatmaya çalışmıştı. Yetmediği yerlerde ise kendisine yardımcı olan ve çiftten çubuktan anlayan İsmail Hakkı bey çocukları tenvir ediyordu. Ağaçları, çiçekleri böcekleri anlatıyorlardı. Tatbiki bir ders yapmaya başlamışlardı. Öğrencilerinin çok hoşuna gitmişti bu ders. Güzel bir gün geçmişti her zamankinden çok daha fazla yorulmuştu. Yemekten sonra her akşam yapmaya alıştığı gibi bir kadeh parlatmıştı. İçerken ister istemez gözleri gereksiz bir nesneymiş gibi masanın üzerinde tuttuğu sol eline kayıyordu. Budakmış dal parçası gibi duran parmaklarına kayıyordu. Ama o gece güzel havanın ve rakının etkisiyle uyuya kalmıştı iskemlesinde...

     Birden nereden geldiği belli olmayan bir çığlık ile uyandı. Olabildiğince tiz ve acı yüklü bir çığlık. Ses, uzun zamandır unuttuğu ama öncesinde geceler boyu rüyalarında duyduğu sesin aynısıydı. Derinden beyaz bir karanlığın içinden geliyordu. Değdiği her yeri yakıp kavuran alev rüzgarı gibiydi sanki. Aklına Der saadette hekimlerin söyledikleri geldi.
  
     “Seni bulduklarında donmuş bir haldeymişsin. Parmakların uyuşmaya başlayıncaya kadar uzun süre yüksek ateşte kalmışsın. Dondurucu soğuk ve yüksek ateş sende kalıcı tesirler bırakmış. Gördüğün cehennem yangınları o günleri izi olsa gerek” diyorlardı. Unuttukları yangının dağın taşın bembeyaz olduğu bir yerde çıkmış olmasıydı. O beyaz alevlerin içinden, beyaz karanlığın kalbinden gelen çığlıktı.
  
  Hekimlerine söylemediği bir başka husus ise çığlığın geldiği yerde uzun boylu,örgülü saçlı bir kızın gölgesini gördüğüydü. Eğer söyleseydi gördüğü hayaletin kim olduğunu soracaklar ve mahremiyetini sorgulayacaklardı. O zaman çocukluk aşkı, karşı komşunun kızı Ayşe den söz etmesi gerekecekti. Annesinden bile gizlediği, kumral tenli mavi gözlü, endamlı, Odunkapı merdivenlerinin yokuşunun en güzel kızı Ayşe den. söz etmek zorunda kalacaktı. Uzaktan uzağa sevdiği ve tesadüfen göz göze geldiği anlarda sevildiğini düşündüğü, askerlik dönüşü istetmeyi düşündüğü Ayşe’sini anlatmak zorunda kalacaktı.

     Bir ara Yemen çöllerinde terhisi yaklaştıkça ne kadar da umutlanmıştı bir sıcak yuvanın özlemiyle. Günün yorgunluğuyla ağır ağır çıkacağı merdivenlerin üst başında kendisini oğluyla bekleyen Ayşe’sine varacaktı. Ama bir Aralık sabahı gelen Ulak birliğinin Erzurum’a ulaşması için gerekenin yapılmasını söylüyordu. IX kolordu en kısa sürede Erzurum’a ulaşacaktı. Sonrası ise... Ruslarla çarpışma, ve açlık ve soğuk insanın kanını donduran soğuk. Ve yine açlık ve yine soğuk. Sonra da alevler. Uzun bir tedavi dönemi ve İzmir e dönüş. En sonunda ise Ayşe den, Damlacıktan ve İzmir’den kaçış. İşte buradaydı. Ama yaşadığı kabus gecelerinden uyandığında ise hangisinin daha korkunç olduğu konusunda karara varamıyordu; çığlık mı yoksa yakıp kavuran beyazlık mı?

    Ses, Müfit geçmişinin hayallerine dalmışken bir kere daha geceyi bıçak gibi yardı. Vücudundaki tüm tüyler ürperdi. Soğuk bir ter boşandığını hissetti.  Korktu. Yatağından çıktı ve ağır adımlarla pencereye yaklaştı. Gözleri dolunayın ışıklarıyla yıkadığı bakımsız bahçeyi taradı. Baharın tatlı esintisiyle sallanan dallardan başka bir şey göremedi. Seda, uzaktan ovadan yada Kazanın sırtını dayadığı Menteşe dağlarından geliyor olmalıydı. Bir kere daha duydu aynı sesi ama daha bildik ve daha yakından gelmişti bu kere ses. Bir köpek, çakal veya kurt uluması olmalıydı. Masanın üzerinde duran maşrapasında kalan yudumu da içti. Hafiften sallanarak içeri girdi.

***

    Ertesi gün Kaza da konuşulan konu gecenin içinden gelen sesti. Her ne kadar dağ yamacında kurulmuş olsa da, ne kadar tabiata yakın olsa da o sesler kaza ahalisinde kaygı yaratmıştı. Birde kayıp kızın başına geldiği konuşuluyordu. Bir ay süre geçse de hala bir ses seda yoktu genç kız hakkında. Uzun aramalara rağmen, ne ölüsüne nede dirisine rastlanmamıştı. Son olarak ‘İyi Saate Olsunlar’ a karışmış diyenler kazanmıştı sanki...

     Bir akşam daha oldu. Güneş ovanın karşısında alçaldı. Ufka yaklaşan güneşi izleyen Müfit Bey bahçesine kurduğu masa da oturuyordu. Birkaç gündür içini kavuran acının adını koymuştu. “Hasret” İstediği kadar kaçsa da uzaklaşmaya çalışsa da Badem gözlü Ayşe sini kafasından ve kalbinden söküp atamıyordu. O zaman bir kere görmesinin mahzuru olmazdı. İlk fırsatta gidip görecekti. Mavi körfezi gördüğü merdivenlerin başında birkaç saniye duracak kendisinin geçtiğini hisseden Ayşe’nin perdeyi kıpırdatmasını bekleyecekti. Bir karara varmış olmanın huzuruyla akşam yemeğini yiyebilirdi.

     Gecenin hangi saatiydi bilinmez ama yine bir sesle uyandı. Bismillah deyip doğrulduğunda ses karanlıkta yankılanmaya devam ediyordu. Gece yatarken yastığının altına bıraktığı beylik tabancasını alarak odadan fırladı. Evin dış kapısını açtığında gökyüzünde parıldayan dolunayın ışığında duvarın üzerindeki gölgeyi gördü. İri bir Köpek nasıl çıktıysa bahçe duvarının üzerinde duruyordu. Boz renkli köpek başını dolunaya çevirerek bir kere daha uludu. Ürkütücü vahşi ses dağlarda ve aşağıda ovalarda yankılandı. Genç Muallim o zaman bir akşam önce duyduğu sesin nereden geldiğini anlamıştı. Acı dolu bağırış mı? yoksa hayvani bir çığlık mı? Birden aklına kabuslarından birinde olabileceği geldi. Esen rüzgarın serinliğini ay ışığının yumuşaklığını hissediyordu. Bir kabus bir rüya bu kadar inandırıcı olabilir miydi?

    Sağ elinde tuttuğu ağırlığı fark edince elini poligondaymış gibi hedefine kaldırdı. Ağır adımlarla hayvana yaklaşmaya başladı. Bir adım...Bir adım daha. Göz, gez ve arpacık doğrultusunda kor gibi parlayan gözler vardı. Silahını hafifçe indirince göz göze geldiler bir an köpekle genç adam. Hayvanın bakışlarında kendisini rahatsız eden bir gariplik vardı. Kısa uluma daha duyuldu. Tabancasının horozunu kaldırınca köpek bahçeden dışarı atladı. O zaman Muallim Müfit, Mülazım Müfit olmuştu ve oda bahçe duvarının üzerine fırladı. İri köpek ok gibi fırlamış yukarı yamaca yönelmişti.

     Genç adam ardından köpeği yakalamaya çalışıyordu. Arkasından seslenen İsmail Hakkı'nın sesini duymadı bile. Aklında yalnızca uzun tüylü köpek vardı. O köpeği yakalarsa veya öldürürse kabusları bitecek sanıyordu. O köpeğe ulaşınca beyaz gecelerin içinden gelen acı dolu çığlıkları duymayacaktı, huzura kavuşacaktı. Sağlıklı hayvan yayından fırlamış ok gibi delip geçiyordu karanlığı. Bir ara hayvanı kaybettiğini sandı. Kazanın bu yakasını hiç gezmemişti. Vahşi hayvan, yukarı dağlara yöneldi önce, ardından batıya döndüler. Bilmediği yerlerde karanlık gecenin ortasındaydı. Biraz arandıktan dolandıktan sonra ileride bir kayanın üzerinde gördü hayvanı. İşte o an kocaman köpeğin yalnız olmadığını fark etti. Çevresini  dişlerini gösteren, ağızlarından salyalar akan ve hırlayan bir sürü köpek kaplamıştı. Elindeki ağırlık aklına geldi ama ya bir tanesini vurabilirdi yada ikisini. Korkmanın zamanı diye aklından geçirdi, yabani bir köpek sürüsünün içine düşmüştü.

     Bir komutanmış gibi havladı kayanın üzerindeki köpek. Ardından zarar vermeyecek lakin tehditlerini sürdürecek mesafeye çekildiler diğer köpekler. Arkası ve yanları köpeklerle sarılmış, yalnızca ileriye yürüyebileceği bir boşluk bırakılmıştı. Bir köpek sürüsü tarafından tuzağa düşürülmüş ve esir alınmış gibiydi. Moskof ordusunun esir alamadığı Mülazımı evvel Müfit efendi köpek sürüsüne esir düşmüştü. Kabuslarıyla bir ilgisi olmalı diyerek olayların akışına bıraktı kendini.

     Köpekler görünmüyorlardı ama yönünü değiştirmek yada geri dönmek istediğinde gecenin karanlığında kor gibi yanan gözler ve sivri dişler kendisine engel oluyordu. Bir zaman köpek sürüsüyle yol aldı. İlerideki boz köpek bir önder havasında aralarındaki mesafeyi koruyarak ilerlemeye devam ediyordu.

    On onbeş dakika bu şekilde yol aldıktan sonra yorulduğunu hissetmeye başlamıştı. Utanmasa bir taşın üzerinde oturup dinlenecekti. Yine de soluklanmak için durduğunda çevredeki sesleri fark etti. İnsan sesleriydi. Gülüşmeler, kahkahalar duyuluyordu. Biraz dikkatli bakınca ileride yanan ateşi ve ateşin ulu bir çınar ağacına vuran yalazlarını fark etti. Seslenmek için ağzını açtığında ayaklarının dibinde hırlayan köpeği gördü. “Sus ve dinle” der gibiydi. Madem bir köpeğe uyarak buralara kadar gelmişti o zaman onu dinlemeye devam etmeliydi.

     Ateşin yandığı yer yamacın ovanın düzlüğüyle birleştiği yerdeydi. Asırlık bir Çınar ağacı altında taştan derme çatma örülmüş bir ocak vardı. Burası hemen yanındaki içilebilir suyu olan kuyusu nedeniyle yolcuların mola verdikleri bir yerdi. Az ötedeyse kayalıkların gölgesinde kalan ahşap bir kulübe vardı. Ocakta yanan ateşin etrafındaysa  üç genç oturuyordu. Birkaç adım sonra tanıdı ateşin başındaki hep konuşan genci. Kazaya geldiğinin ertesi günlerde mektepte ziyaretlerine gelmişlerdi ve Abbas Ağa ve Mahdumu Hilmi diye tanıştırmıştı.

     “Ağam daha ne kadar bekleyeceğiz” dedi elemanlardan biri.
  
   “Babam bir zaman ortalıkta görünmeyelim demişti ya...”
  
  “Niye şikayet ediyon oğlum” dedi diğeri “İşte sana temiz hava, işte sana bol yiyecek” dedi ve eliyle ateşte çevrilip duran et yığınını gösterdi. Ardından söylediğine pişman olan ilk adam elindeki testiyi kaldırarak

    “Bol bol şarap da var” dedi ve elinde sıkıca kavradığı testiyi dudaklarına götürdü. Koca bir yudum alıp gürültüyle yutkundu.

     “Ardından da tatlı” değil mi Ağam...” Kahkahalar yankılandı ayın ışıldadığı gecede.
 
    “İlk yabani oturduğu yerden koca bir tükürük attı arkadaşına
  
   “Ulan ayı” dedi. “Ne arsız birisin sen, Hilmi Ağamda yada Abbas Ağamda hiçbir şey öğrenemedin değil mi?”  Ağasının gözüne girmek konusunda iki ızbandut yarış ediyorlardı. Biliyorlardı ki yaşlı Abbas Ağa bir gün vefat edince bütün mallar Hilmi Beye kalacaktı. O halde Hilmi Beyin gözüne girebilirlerse kendilerini kurtaracaklardı.

    “Her şeyde önce Ağa gelir. Önce o bakar tatlının tadına ardından bizler sebepleniriz.” Bir zaman ortalığı bir sessizlik kapladı.. Müfit Bey, İlk tanıştığı günden beridir sevmemişti Hilmi’yi. Baba parası ile büyümüş uçkur ve işret düşkünü bir gençti. Onun nefreti ise delikanlının bu yönlerinden çok gencecik vatan evlatlarının cephelerde savaştığı günlerde sapasağlam birinin babasının tanıdıkları vasıtasıyla askerden kaçmasıydı. Hilmi Bey, bir ara yarenlik etmek için etrafında çok dolaşmıştı ama kazaya yeni gelen Muallimden yüz
bulmayınca eski hayatına ve çevresine dönmüştü.

“Hadi Ağam” dedi. Çok uzun zaman geçti...” Diğeri daha sabırsız gibiydi.    

“Evet” dedi ama ardından da ekledi “evet ama adam daha yeni girdi içeri” Sözler yalnızca
arkadaşının duyacağı yükseklikteydi, Hilmi Ağası duysun istemiyordu. Fısıldar gibi sözlerini sürdürdü
 
   “Adam önce içecek ki enerji toplasın... değil mi” İkisi birden kahkaha atmaya başladılar. Hilmi bu seslere çok kızdı kısk sesle adamlarını azarladı
  
  “Yavaşın develer, sesiniz ovanın ötesinden duyulacak neredeyse” dedi. Bir zaman sessizlik oldu, ardından ilk konuşan,
    “Yeni parça iyi mi bari” dediğinde diğeri
     “Bahşiş atın dişine bakılmaz diye sırıttı. Ardından “Öncekinin yerini de tutmaz değil mi?” dediğinde Hilmi'nin sırıtması karanlıkta bile fark edilmişti. Genç Muallim konunun kayıplarla ilgisi olduğunu sezmesi uzun sürmedi. Olduğu yerden sürünerek biraz daha yaklaştı ateşe doğru.

    “Aha Meryem” dedi iğrenç bir sesle Hilmi. O zaman karanlıklardan derin bir uluma duyuldu. Soğuk bir yel ateşi söndürmek istercesine esti. Gökyüzünde turunu tamamlayıp batmaya hazırlanan dolunay bile ürkmüş gibi bulutların arkasına saklanmıştı sanki. Gece bir kat daha karanlığa gömüldü korkusundan. Ateşin başında duran üç adam yerlerinden doğruldu. Telaşla, yanıbaşlarındaki ağaca dayadıkları tüfeklerine sarıldılar. Ellerinde tüfekler, Uzun uzun karanlığı süzdüler ama bir şey göremediler. En azından ağalarına yaranacak bir şey yapmışlardı. Hoş yapmasalar da biricik oğlunun başına bir şey geldiğinde Abbas Ağa canlarına okurdu. Birkaç adım ileri ve geri yürüdüler, yalandan da olsa arandılar. Bir şey çıkmayınca tekrar ateşin başına çöktüler. Dolunay ışığıyla tekrar gölgelere hayat vermeye başlamıştı.

     Hilmi Az önce tüfek alacağım diye elinden attığı testiye yöneldi. Bir kısmı dökülmüş şaraptan içti ve ileriye kayalıkların önündeki tek göz kulübeye doğru yöneldi. İşte o zaman Müfit Bey kayalıkların dibindeki kulübeyi fark etti. Kulübede bir parça ışık bile yoktu. Bir melanet yuvası gibi karanlıkta duruyordu Daha iri olan sakallı adam, Ağasına dönerek

     “Sıra kimde” dedi.  “Evet abi sıra kimdeydi” dedi diğeri. Hilmi
 
    “Bende tabii dedi ve ardımdan hanginizin geleceğini de siz kararlaştırın.

     “Yok abi öyle değil... Bundan sonra sıra kimde” Eliyle karanlıkta duran kulübeyi gösteriyordu. Diğer adam anlamıştı neyin kastedildiğini.
  
   “Sanırım sırada Kör Salim in kızı var” İsterik bir kahkaha cümlenin peşinden geldi.

     “Pakize mi” dedi biri kahkahalar içinde... “Pakize o kadar büyüdü mü?” dedi diğeri soluksuz gülerken.

     Seslerdeki şehvet çalıların arasındaki Muallime kadar ulaşıyordu. İrkildi, insanlığından utandı. Kör Salimi diğer adıyla Terzi Salimi tanımıyordu ama kızını yani Pakize yi tanıyordu. Mektebinde okuyan sevimli ve zeki bir kız çocuğuydu. Bırakın gençliği daha çocukluktan kurtulamamıştı. Birden o sabah Pakize’nin mektebe gelmediğini hatırladı. İçinden müthiş bir kusma isteği geldi ama kendini tutmasını bildi. Koşarken kuşağının arasına kıstırdığı tabancasını çekti sessizce. Şahit oldukları karşısında daha fazla seyirci olamazdı  Henüz  yerinden doğrulmamıştı ki duyduğu bütün seslerden vahşi o sesi duydu. Adına Yabani dediğimiz onca hayvan ve haşerat bile gördüklerine tahammül edemediği belliydi. Ertesi günü tüm Kazanın ve köylerinin duyduklarına yemin edecekleri haykırış duyuldu. İçinden gelen nefretin gücüyle saniyenin küçük bir kesrinde harekete geçmiş olsa bile kendisinden daha hızlı birinin daha bir şeyin olduğunu gördü.

     Bir köpek sürüsü küçük meydanlığa dalmıştı. İçlerinden biri doğrudan Hilmi’ye atılmış sivri dişlerini adamın boğazına batırmıştı. Yırtılan boğazdan boğuk bir ses duyuldu

     “Yardım et baba” diye. Öteki köpeklerde diğer iki adama çullanmışlar her yanını param parça etmeye başlamışlardı. Adamların acı içindeki feryatları köpeklerin bağırışlarına karışıyordu. Her yer kan ve et parçalarıyla dolmuştu. Genç Muallim ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Lime lime olan adamlara mı yardım etmeliydi yoksa sıranın ne zaman kendinse geleceğini mi beklemeliydi bilemedi. Kızıl kan rengiyle tüm geceyi boyamıştı sanki.

     Gök gürültüsünü andıran bir ses yankılandı kızıla boyanmış gecede. Patlayan bir av tüfeğinin sesiydi bu. Bir köpek inleyerek yere yığıldı. Kulübeden bir karaltı dışarı çıktı. Silah sesiyle köpekler bir an durmuşlardı ama ardından asıl düşmanları görmüş gibi hırsla ileriye atılmışlardı. Karanlıkta bir kere daha parıldadı alevle namlunun ucu. Kulübeye doğru koşan bir köpek daha yere yuvarlandı, birkaç takla attıktan sonra yerinden doğrulup tekrar koşmaya başladı. O an, yerde yatan Hilmi’nin gırtlağından başını kaldıran ele başı köpek başını batıya çevirerek, artık iyice ufka yaklaşmış dolunaya doğru uludu. Bir meydan okuma yada bir güç toplama merasimiydi sanki bu olanlar. Uluma sesiyle diğer köpekler duraladılar. Ve bir daha patladı alev kusan namlu. Kanlı bir beden daha yuvarlandı ama bu kere yattığı yerden kalkamadı.
 
    İki çift göz karşı karşıya geldiler bir süre. Olanlardan bir şey anlamayan Muallim Müfit orta yerde donup kalmıştı. Biraz ötesinde çırpınan üç beden vardı. Toprak üzerinde gölleşen kırmızı ılık sıvıyla boyanmıştı sanki. Bakışlarını önce köpeğe kaydırdı. Alevlerin dalgaları arasında daha vahşi gözüküyordu köpek. Boz renkli köpeğin dişlerinden damlayan kanlar az sonra olacakların habercisi gibiydi. Bakışlarını karanlığa, kulübenin olduğu yöne çevirdi.      

     Kapıda dikilen adam, fırsatı değerlendiriyor, çiftesine yeni fişekler yerleştiriyordu. Bir kuzu büyüklüğündeki gölge yıldırım gibi atıldı ve kapanan çiftenin metalik sesi duyuldu. Uçar gibi giden hayvan hasmına kilitlenmiş koşuyordu. İlk tetik düştüğünde bedeninde bir acı hissetti. Sol ön kasına giren çelik parçacık hızını yavaşlatsa da hedefine varmasına engel olamamıştı. İkinci fişek tüylü göğsünden girdiğinde dişleri uzun zamandır özlediği eti delmiş şahdamara ulaşmıştı. Gerek çarpmanın gerekse ölümcül yaraların etkisiyle yere iki beden yuvarlandı.

    O an başka silah sesleri de duyuldu. Birkaç dakika içerisinde ovanın yanı başındaki meydan kalabalıklaştı. Yarım saat sonrasındaysa Muallim Bey evden çıkarken hayal meyal hatırladığı sesin İdare Amiri İsmail Hakkı Beye ait olduğunu ve yanına bulabildiği kadar adam alarak kendisini aramaya başladıklarını öğrenmişlerdi. Birkaç el silah sesinden sonra köpek sürüsü karanlığın içerisine dağıldı. Asıl şaşkınlığı ise kulübenin kapısına vardıklarında yaşamışlardı. Kapının eşiğinde Kazanın korkulan ama bir o kadarda saygı gören Ağası Abbas vardı. Çınarın dibinde de üç ceset ve sayısız köpek leşi vardı. Müfit bey neler olduğunu kulübeden gelen ağlamalarla anlamıştı. Küçücük bir beden kedi gibi yanlarına sokuldu. Çok şükür ki son kurbanı kurtarmışlardı.

     Müfit Bey, kalabalığın başında gelen İsmail Hakkı beye olan biteni anlatmak istiyordu ki ayaklarının yanında bir kıpırdanma hissetti. Yerde yatan köpek sürünür gibi hareketlenmişti. İsmail Hakkı Bey elindeki tabancasını doğrulttuğunda Muallim engel oldu. Ölmek üzere olan hayvan inleyerek sürünüyor bir yere varmak istiyordu sanki. Birkaç dakika sonrasındaysa Çınarın öte yanına vardı. Yeri eşelemeye başladı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. İsmail Hakkının işaretiyle iki üç adam geldi Taze kazılmış toprağı tekrar kazmaya başladılar. Elleriyle tırnaklarıyla yaptıkları işlemi aradıklarını buluncaya kadar sürdürdüler.

     Parmaklar yumuşak dokuya vardığında ne bulduklarını anladılar. İsmail Hakkı Bey çukura inip meşalenin loş ışığında toprağı daha nazik bir şekilde eşeleyince bir aydır aradıkları Meryemin yüzünü gördü. Göz pınarlarından damlayan bir damla yaş bozulmadan duran güzel yüzü ıslattı. O ara yaralı sır oldu. Sonrasında ne kadar aradılarsa da bulamadılar...

*****

   Kara tren dumanlar saçarak ovada ilerliyordu. Başını dayadığı koltuk arkalığında yaşadıklarını düşünüyordu genç adam. Bir ay da neler geçmişti başından. Osmanlı Ülkesinin insanları, savaşlarla ve uğraşlarla ne kadar çabuk öğreniyorlardı hayatı. Kardan buzdan cehennemlerde yaşıyorlar ve ateş altında savaşıyorlardı. Bütün çabalarına ve özverilerine rağmen kaybetmeye devam ediyorlardı. Ama bir gün Makus talihlerinin döneceği, kazanmaya başlayacakları günlerinde geleceğine inanmaya başlamıştı. İşin daha da güzel tarafı bulunan o mezar sayesinde Muallim Müfit o gece çok rahat uyumuştu. Ne bir kabus vardı ne de bağırışlar yada çığırışlar.
     Düşüncelerini uzaklaştırmak için sağa sola bakınmaya yol boyunca uzanan manzarayı seyretmeye başladı. Uzaklarda yalnız bir ağaç vardı kilometrelerce öteden görünen. Dağın yamacında ince çizgi gibi görünen eğimli bir patikayla çıkılıyordu. Sanki her zaman dibinde oturuyormuş gibi tanımıştı ağacı. Sanki tüm olanları görebilecekmiş gibi burnunu cama yasladı. Bir leke, patikadan ağır adımlarla çıkan biri vardı. “Hadi ordan” dedi kendi kendine. Bu mesafeden bir insan görülebilir miydi? Başını tekrar tahta arkalığa dayadı. İzmir’e kadar uzun bir yolu vardı, gönül rahatlığı içinde gözlerini kapadı...

     Yaşlı adamın uzun bir aradan sonra buralara ikinci gelişiydi. En son olarak bir ay önce gelmişti, ondan öncesi ise anımsayamayacağı kadar eskiydi. Aradığı kulübeyi bulmak zor değildi. Kayaların başladığı düzlüğün bittiği yerde tek tük ağaçlar vardı. İçlerinden birisi fersah fersah öteden görülebilecek kadar uluydu. Üstelik ağaç, yamacın yukarılarında tek başına duruyordu. Hem ulu hem de öyle civarda kolay rastlanılacak bir ağaç değildi. Kalın ve yayvan gövdesi, geniş bir alanı kaplayan dalları vardı. Yaprakları ise yaz kış yeşil ve iriydi. Uzaktan görünmeyen ağacın gölgesindeki sazdan yapılmış derme çatma bir kulübeydi. Sırtını kayalıklara dayamış sabah ışıkları altında parıldayan bir kulübe. Yokuşun yukarılarında bir yerlerde kısa bir mola verdi yaşlı adam. O sırada uzaklarda ince bir hat olarak uzanan demiryolunda bir şimendifer düdüğünü uzun uzun çalarak yol alıyordu. Adam gözden kaybolasıya kadar dumanlar kusan demir tırtılı izledi. Ardından ağır ama emin adımlarla saz kulübeye tırmanmaya devam etti.
      Sazdan yapılmış garip şekilli yapı ile arasında birkaç metre kalmışken tekrar durdu. Kendisine öğretilen küçüklüğünden beri bildiği tekerlemeyi söylemeye başladı.
     “Kara nene Kuru Nene.
     Ocağına düştüm gene”  Sesi belli belirsiz çıkmıştı dudaklarından. Birkaç saniye geçtikten sonra titrek sesi devam etti.
     “Ne olur yardım et bene
     “Ben ettim sen etme”   Kulaklarının zorlukla duyduğu bu ses ne zaman içeriye varmış olmalıydı ki zayıf ama etkileyici bir yanıt geldi
     “Yaklaş Halil Usta”  Adam başına gelecekler kendisine birkaç defa anlatılmış olsa da hatta bir ay önce yaşamış olsa da ürpermişti. Nereden biliyordu kimin yaklaştığını.
     Halil Usta, son derece gerçekçi biriydi. Eline aldığı demiri ısıtınca istediği şekle sokardı. İsterse toprağı yaran bir saban, isterse bağırsakları dökecek bir kama olurdu o demir parçası. Bu dönüşmenin kanla, terle ve cehennem hararetiyle olacağını da bilirdi. Körüğün cesaretlendirdiği ateşin içine dalan ham demir ısıyınca yumuşardı. Yılların verdiği bilgi ve beceriyle inen balyoz darbeleri kızgın demiri ezmeğe başlar, inen her darbe biraz daha şekle sokardı demiri. Ya bu yaşlı kadın nereden almıştır bu beceriyi. Diğer canlıları nasıl şekle sokabiliyor daha doğrusu tabiatı kendisine nasıl amade hale getiriyordu. Belki de altıncı histir diye düşündü.
           Dışarıdan bakıldığında bir kulübeyi andıran ama içerisi bir mağara olan yapıya girdiğinde zifiri bir karanlık karşıladı kendisini. Dışarının aydınlığı gözleri kamaştırdığı için içeride hiçbir şey göremiyordu. Gözleri alışıp içerideki tek tük karaltıları seçmeye başladığında gözüne önce hasır göründü. İçeride mağaranın dibine doğru taştan yontularak sedir şekline sokulmuş yükseltiye serilmiş eski bir hasır vardı. Gözleri karanlığa alıştıkça çevredeki nesneleri daha iyi görmeye başlamıştı. O zaman hasırda oturan zayıf kuru karaltıyı fark etti. Derin derin solumasa karşısında duranın bir insan olabileceğinden bile kuşku duyardı.
   “Yaklaş” dedi hırıltıyı andıran bir sesle. Bir teşekkür borçluydu ve Kara Nene vefalı insanları severdi. Üstelik bu ziyaret nezaket ziyaretinin ötesinde önemliydi. Gerekliydi. Bir gece önce yaşananlar hakkında o kadar çok şey anlatılmıştı ki... Oğlunun intikam almak için vahşi bir köpeğe dönüştüğü ve kendi katilinin boğazını parçaladığını söylemişlerdi.  
     İnanmamıştı tabii ama ahaliye bunca zulüm eden Abbas Ağa ve Oğlu Hilmi gereken cezayı bulmuşlardı. Üstelik birde bir ay önce kaybolan ve bir ara “gelinimiz” demeye başladıkları kayıp Meryem’in mezarını bulmuşlardı. Birkaç ay önce duysa ve başkası için anlatsalar güler geçerdi ama bu kere kendisi de inanıyordu Kara Nene ye.
     Size şükran borçluyum” dedi. Derinliği bilinmez karanlık bir kuyuyu andıran mağarada bir çift kor parıldadı. İleride, dipte duran gölge kıpırdamış başını kaldırmıştı. Bakışları karanlığı delen korların hemen altında iki sıra beyazlık peydahlandı. O an adamın kulakları tüm dikkatini aralanan beyaz dişlerin arasından dökülecek kelimelere vermişti.
     “Tanrının adaleti bir şekilde gerçekleşir oğlum. Bizler olabilirsek ancak onun aracısı oluruz” dedi dua eder ya da mırıldanır gibi. Gözleri karanlığa iyice alışan Halil Usta yaşlı kadının dudaklarının kıpırdanmaya devam ettiğini gördü. “Zikir ediyor olmalı” diye düşündü.
     “Geri al emanetini” dedi yanında duran çaputu, önünde el pençe duran adama uzattı. Adam bir iki adım atıp kendinse uzatılan mavi çizgili mintanı aldı. Kendisine uzatılan mintanı tanımıştı, gözleri doldu ama ağlamamaya kararlıydı.
    “Canı Allah verdi ve geriye aldı” dedi. Birkaç dakikalık suskunluktan sonra işinin bittiğini anlayan yaşlı adam gerisini geriye mağaradan çıktı.    
    


535
Kurgu İskelesi / Ynt: Diyet
« : 25 Ağustos 2011, 17:53:40 »
Odukça yapıcı güzel eleştirlerdi. Gururumu okşadı. Bizim oalarda şöyle bir söz vardır "Tabak -aslı debbağ olmalıydı- sevdiği deriyi yerden yere vururmuş.
Hatalar evet her zaman hata hakkını saklı tutuyorum. Yüzlerce kişinin çalıştığı yüzlerce gözün incelediği büyük yapımlarda filmlerde bile hatalar olabiliyor. Ama benim için bir romanda veya hikaye de önemli olan sıkılmadan okunabilir olması. Eğer bu varsa bir kç satırdan sonra içinizden bir kenarı bırakmak arzusu geliyorsa zor bir durumdur yazan için.
Diğer konuya gelince babam veya ben berber değilim ama rahmetli babacığımın mesleğide falçatalarla ve ustlık gerektiren parmak ve bilek hareketleriyle ilgiliydi.
Tekrar teşekkür ederim.
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Daha önce gönderdiğim denemelerimi daha iyi bulurken bu denemenin beğenilmesi hoşuma gitti. (Burada olması gereken sitemdi reklam gibi kokmadı değil mi?

536
Kurgu İskelesi / Ynt: Gece
« : 22 Ağustos 2011, 18:02:02 »
şiirsel...

537
Kurgu İskelesi / Diyet
« : 19 Ağustos 2011, 17:34:58 »
D İ Y E T
 
      “Bir sürü zengin bebesi, babalarının paralarını yiyorlar sabahtan akşama kadar. Yazdıkları metinlerden, yazdıklarının altına attıkları İngilizce cümlelerden zengin kolejlerinden mezun oldukları belli oluyordu. İyi eğitim almış, rahat yaşamaya alışmış yaşamın hiç bir zorluğuyla yüz yüze gelmemiş burjuva özentileri hemen hepsi”

     “Bu nedenle mi onlara düşman oldun?"  Tipik bir servet düşmanı vakıasıyla karşı karşıyaydı adam. Kendi başarısızlıklarının temelinde, başkaları tarafından engellenmiş olma nedeni arayan psikolojiydi bu. Sorusuna başka bir soruyla devam etti.

     “Peki, senin baban zengin değil mi?
   
Soru karşısında acı bir gülümseme belirdi soru sorulan adamın yüzünde, anlatmaya başladı.

      "Rahmetli babam berberdi, mahalle arasında küçük dükkânı vardı.” Karşısındaki adamım ses çıkarmadığını görünce anlatmasını sürdürdü  “Sıradan bir kasabanın ana meydanına açılan bir sokak içindeydi dükkânı. Tüm kasabalı severdi ‘Berber Atilla Usta’yı. Sabah namazını  eda ettikten sonra kendisi açardı dükkânını her sabah. Akşama, hatta gecenin ilerleyen saatlerine kadar saç tıraşı, sakal tıraşı yapardı bizler için. Büyük, küçük ya da zengin, fakir ayrımı yapmadan çalışırdı. Zengin beylerde gelirdi dükkânına tıraş için yoksul dilencilerde ama o müşterileri arasında ayırım gözetmezdi. Kiminin parası, kiminin duası derdi.”

     “Makası kullanmaktan parmaklarına kramp girerdi günler boyu. Bense, minicik bir çocuk olarak akşam evine dönen adamcağızın o ince uzun parmaklarına masaj yapmaya çalışırdım geceleri. O ince uzun parmaklara aşıktım. Sanki camdanmış gibi, sanki çocuk parmaklarımın arasından kayıverip düşecek ve kırılacakmış gibi ellerinin ucunda uzanıyorlardı. O ufacık dükkânda gece yarılarına kadar didinip evini geçindirmeye çalışırdı. Kazandığı anca mutfak harcamalarına yettiği için çocuklarının eğitim masraflarını karşılamaya bir şey kalmıyordu."

Bir an durdu sesinde hüzünlü bir titreme vardı sanki. Aynı hüzünlü titreşimler gri odada yayıldı.

     "Bazen eve parasız gelirdi, ekmek alabilecek parayı ancak denkleştirdiğinde annem söylenirdi "Yine veresiye tıraş yaptın değil mi?" derdi. Dik durmaktan kamburu çıkmış babam omuzlarının üzerinde zorlukla dikletebildiği başını anneme çevirip,
   
     “Öyle deme hanım, kiminin parası, kiminin duası" derdi. İşte bu nedenle çocuklarından yalnız biri okudu, ben okudum.”

   Gizli bir gurur karşısındaki adamın gözlerine bakma cesaretini kendisine vermiş, sesine dirilik katmıştı. 

   "Hem çalıştım, hem okudum. Bazen simit sattım bazen bir mühendislik bürosunda ayakçılık yaptım. Kendi gayretimle okumaya çalıştım." Saçları beyazlamış orta yaşlı adamın karşısında oturan komiser başını çevirip penceresiz odadaki tek aynaya baktı. Yanlış biriyle mi konuşuyordu yoksa. Bir saniyelik bakıştan sonra dikkatini tekrar karşısında duran omuzları çökmüş kişiye çevirdi. Kır saçlı adamsa anlatmaya devam ediyordu.

     “Onlarsa zenginlerdi. Zengin oldukları internetteki her satırdan belli oluyordu. Kulüplere gitmekler, partiler vermekler, içmeler ve sabahlamalar. Sizce ciddi işleri olan ve sorumluluk taşıyan kişilere benziyorlar mı?"  Adam kendi sorusunu kendi yanıtladı. “Hayır".  Sesindeki hüzün frekansı, yerini yavaşça öfkeye bırakıyordu sanki. "Gününü gün etmeye çalışan dünkü veletler, bana işimi öğretmeye kalkıştılar."

      "Ne işi"

      "Yazmak, iyi yazmak, doğal yazmak, abartısız ve gerçekçi yazmak." İlgisiz bir soru ekledi cümlesine.

     "Bir sigara daha isteyebilir miyim?" Bir iki saniye sonra gri penceresiz odanın tek kapısı açıldı. Odaya giren biri elinde yanan bir sigara taşıyordu. Hiç konuşmadan elindekini masanın kenarında oturan iyi giyimli beye uzattı ve geldiği gibi sessizce dışarı çıktı. Adam önce kendisi bir nefes çekti sigaradan. Loş ışıkla aydınlanmış odada sigaranın ucu parladı, ardından konuştuğu kişiye uzattı. Sigara bitesiye kadar hiç konuşmadılar.

     Adam bakışlarını karşısındakine kilitlemişti. Efendiden birine benziyordu bir saat önce sıcak yuvasından, yumuşak yatağından çağrılıp bu soğuk odaya getirilmesine neden olan kişi. Yaşını sorduğunda kırk iki yanıtını almıştı sorgulamanın başında. İlk beş dakika huzurunu ve sevimli yavrusunu bırakıp buralara gelmesine neden olan bu adama öfkeyle bakmıştı. Ama şimdi tipik bir ruh hastasıyla baş başa olduğunu anlamıştı. Sigarayı masanın üzerinde duran metal küllükte söndürmesini izledikten sonra ilk söze başlayan o oldu.

     "Gecenin bir yarısında niçin sinemada olduğunu anlatmanı istedim senden ama sen hayat öykünü anlatıyorsun bana" dedi. Sesine kızgın bir ton vermeye çalışmıştı. İçinden kızmak değil yalnızca uykusuna kaldığı yerden devam etmek geliyordu. Rol yapmaya, -adamın gözünü korkutmak için sözlerine bağırır gibi- devam etti.
   
     “Bir an önce sadede gel be adam!!!.”

     “Babamın o hallerini ömrüm boyunca unutmamaya karar vermiştim. Kendisini ve kendisi gibi olanları anlatacak bir yazar olacaktım. Onun kişiliğinde tozlu dükkânlarda çocuklarının geleceğini kurmaya çalışan babaları anlatacaktım. Kocaman kentlerin dışında da yaşam olduğunu, bu yerlerde, eski ama tertemiz dükkânlarda gelecekler kurulmaya çalışıldığını anlatacaktım. Yazar olma yolunda ne bulursam okumaya karar verdim." Adamın cümlelerini üzerinde kaydıran heyecan dalgası umutsuzluk dalgakıranında erimişti. Sesi alçaldı, alçaldı.
   
     “Ama olmadı, bütün köşe başları tutulmuştu. Ailemin tüm olanaklarını kullanarak başarabildiğimse, yalnızca basit, sıradan bir devlet memurluğuydu. Evet, yazıyordum ama müdürümün söylediklerini, günlük raporları, yazışmaları falan. Kendi düşüncelerimi, duygularımı, beklentilerimi ya da babamın durumunu değil. Bu nedenle borçla harçla eve aldığım eski bir bilgisayarda öyküler, romanlar yazmaya başladım. Yazıyor ve yazdıklarımı yayınevlerine dergilere gönderiyordum. Lakin hiç biri ama hiç biri yayınlanmadı. Hatta yanıt verme gereği bile duymadılar.

     “Sadede gel dedim ya be adam !!!" dedi.

Taa polis okulunda öğretilen sesini kullanma becerisi içinde bulunduklardı odada yankılandı. Bu kere bağırmıştı genç komiser. Yerinden doğruldu. Ağır adımlarla adamının çevresinde dolandı.
 
     “Gecenin bir yarısında sinema izleyen iki genç kızı niçin öldürdün" dedi.

     “Kendilerini daha önceden tanıyor muydun?”

     “Sana bir laf mı atmışlardı. Ya da küçümser bir imada mı bulunmuşlardı?" Durdu. Sorularını peş peşe sormuştu ama kafasından geçenleri tam olarak anlatmalıydı. Bir arkadaş gibi adamın yanına yaklaştı. Sesinde samimiyet vardı

     “Gece uyku tutmadı, sinemaya gitmek istedin. Sinemada, sen karanlık bir evde tek başına yoksulluğunla yaşarken lüks yaşantıları her halinden belli olan zengin kızlarını görünce, yaklaşmak istedin yanlarına.  Ama onlar seni tersleyince tüm nefretini kustun" değil mi?” 

   Kendi kurgusunu, anlatmıştı bir çırpıda. Genç görevli bir an önce işini bitirmek için gayret ediyor gibiydi. Kolundaki saate baktı. Sabah oluyordu neredeyse. Karısı ve küçücük kızı çoktan uyumuş olmalıydı. Yine de bir evi vardı ve evine varmak, sıcak yatağında uyumak istiyordu bir an önce.

   "Ne istedin zavallılardan" İşte bu noktada durdu. Gecenin bir buçuğunda sinemada korku filmi izleyen iki kız ne kadar zavallı olabilirdi ki. "Keratalar evlerinde otursalardı" diye bir salise aklından geçti farklı bir düşünce. Yine de her kim olursa olsun ya da ne olursa olsun boğazları kesilerek öldürülen iki insan böyle bir ölümü hak etmiş olamazlardı.

     “Ben öldürmedim" dedi adam. Evet, haklısınız, izbe evimde uyku tutmadı ve bende o saate sinemadaydım üstelik bizden başka kimse yoktu salonda. Size yemin ederim ki ben öldürmedim. Kendileriyle anlattığınız gibi yakınlık girişimim falan olmadı. Sesi yine ağlamaklı tona bürünmüştü.

     “Ama yine de suçluyum" Gözleri dolmuştu sanki. Başını iyice eğdi ve anlatmaya devam etti.
“Evet, yazar olamamıştım ve benden çok daha kötü olanların kitapları baskı üzerine baskı yapıyordu. Benim gönderdiğim denemelere yanıt verme gereği bile duymuyorlardı. Ama ben ısrarla yazmaya ve yazdıklarımı göndermeye devam ediyordum ta ki...

     “Ta ki kendine iki kurban bulana kadar.” 

     “Ta ki internette o forumu bulana kadar. Bir yarışma vardı internet sitelerinin birinde. Bir korku öyküsü yazılması isteniliyordu. Gece vakti sinemaya giden iki kızın peşindeki katil anlatılacaktı. Ve ben o ödüllü yarışmayı duyunca katılmaya karar verdim. Sırf bu yüzden yaşadığım taşra kentinden çıktım geldim. Amacım yaşamak ve olabildiğince gerçekçi bir öykü yazmaktı. Sırf bu yüzden gecenin bir yarısında sinemaya gittim. Beyoğlu’nun en eski sinemalarından birine.

     “Tesadüfen de salonda iki genç kız vardı öyle mi?”

     “Evet. İlahi bir tesadüf diye adlandırmıştım. Tanrı beni ödüllendiriyor olmalıydı, tasarladığım öykü bire bir gerçekleşiyordu. İçeri girdiğimde film başlamıştı. Önce kapıyı açtım ve içeri girdim. Gözlerim karanlığa alışınca önümdeki minik basamaktan indim. Beş on adım yürüdükten sonra el yordamıyla bulduğum ilk koltuğa oturdum. Sahneden salona karanlık bir ışık vuruyordu. Dikkatle taradım koltukları. İleride sahnenin hemen önünde iki kafa fark ettim yalnızca. Gözlerim karanlığa alışınca iyicene çevreme bakındım, başka da kimse yoktu soğuk salonda. Uzak yoldan gelmiş olmam ve saatinde bir hayli ilerlemiş olmasından dolayı bir kaç dakika sonra uyuduğumu sanıyorum.”

   Komiser yerinden doğruldu. İki eliyle adamın yakasını kavradı. Bir saniye sonrasındaysa burun buruna gelmişlerdi. Sesi bir kere daha sorgu salonunda yankılanıyordu.

     “Bizler geldik ve seni uyandırdık. Elinde kanlı bir ustura vardı. Üstün başın kanlar içindeydi ve kızların kesilmiş boyunları, soyulmuş derileriyle ayaklarının dibinde duruyordu. Kısa bir araştırmadan sonra diğer dört kurbanına da ulaştık. Ve sen hala, bütün bunları ben yapmadım diyorsun öyle mi?"  Kır saçlı adam içinde bulunduğu durumun korkunçluğunu ilk kez anlıyor gibiydi. Yazma tutkusu kendisini nerelere getirmişti. Korkuyla kekeledi.

     “Yemin ederim ki ben yapmadım" dedi. Ama bu yeminin kendisine bir yararı olmayacaktı. Sorgulamayı yapan komiser, ara sıra bakıp durduğu aynaya dönerek.  “Adamımız bu" dedi, sıvadığı gömleğinin kollarını indiriyordu sorgu odasından çıkarken. Adamsa komiserin yanıldığını biliyordu ama ödemesi gereken bir diyet vardı ve ödemeliydi.

   Bir kaç gün sonra internet sitelerinin birinde bir yarışmanın sonucu açıklanıyordu. Birinci olan, dergide yayınlanmayı hak eden kısa öykü şöyleydi...

   "... Koca sinema salonu soğuk ve karanlıktı. Makine dairesinden bakan makinist salonda oturan kızları fark etti. Aynen yöneticiliğini yaptığı internet sitesindeki çağrısı gibiydi. Oltanın ucundaki yemler karşı perdeye yansıyordu. Öyküleri gerçekçi olsun diye yaşayarak yazmak isteyen kuzucuklar geliyordu salona. Bu üçüncü akşamdı, salondakilerde beşinci ve altıncı kurban. Ailesini takmayan asi ruhlu genç kızlar. Tıpkı korku öykülerinde olduğu gibi.
     
     İnce usturanın az önce yağ taşında bilenmiş keskin yüzü karanlıkta ışıldadı. Yıllarca yaptığı gibi usturasını parmaklarının arasına gizledi. Berber olmak isteyen her çırağa ilk öğretilen kuraldı bu, usturanın bir kuş gibi kavranması. Usturayı, fazla sıkarsan ölecek, gevşek bırakırsan uçup gidecek bir kuşun tam ayarında kavramak.

     Lastik ayakkabılarıyla bulutların üzerinde yürür gibi yaklaştı kurbanlarına. Beşinci ve altıncı denemesi olacaktı kendisinin. Bir gece önce yaptığı gibi yaptı, kızların arkalarından yaklaştı. Kimse bu salonu ondan iyi tanıyamazdı. Güven veren bir kaç kelimelik konuşmadan sonra Yavaşça, yılların berberi gibi salladı usturasını. O her tıraşta dayanılmaz bir istekle parmaklarını sürdüğü müşteri boyunları gibi. Babasının koltuğunda oturan müşterilerin yüzünü tıraş sabunuyla köpürttükten sonra parmaklarının arasında tuttuğu usturayı aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya doğru yürütürdü. Adamların uzamış sakalları usturanın keskin yüzeyin de kalırdı köpüklerle birlikte. Bazen, babasının yerli yersiz kendisine bağırdığı zamanlarda arzulamıştı derine sallamayı usturasını. İşte o hep arzuladığı ama bir türlü başaramadığı usturasının dikey hareketini burada yapabiliyordu.

     Etin içinde ilerleyen çeliğin sesi şiir gibi geldi kulaklarına. Ardından fışkıran ılık kan, karanlık salonu kızıl bir güneş gibi ısıttı. Bir saniye sonrasındaysa, ikinci genç kızın bağrışını engellemek için sağ eliyle dudaklarını kapadı. O bir sanatkârdı ve sanatını tüm incelikleriyle icra ediyordu.

   Orkestrasını yöneten maestro gibi hissetti kendisini. Zarif bir baget sallayışıydı attığı ikinci kesik. Yılların verdiği özlemle o her zaman duyulan ama bir türlü gerçekleşmeyecek gibi görünen hazla salladı usturasını. Gözlerini kapadı, duyduğu hazzın tüm hücrelerine kadar yayılmasını bekledi. Bileğinin hareketi babasının/ustasının öğrettiği kadar zarifti. İri damarlı, ucuz, yapay derilerle kaplı, soğuk koltuklara oturan her müşteride hissetmişti dayanılmaz zapt edilemez arzuyu. Babasının her tersleyişinde, parmaklarının arasındaki usturasının yavaşça, koltukta kurbanlık koyun gibi bekleyen müşterisinin boynundan derinlere dalmasını istemişti. İçinde yıllarca bastırdığı o dürtü şimdi sımsıcak akıyordu parmakları arasından.

     O saniye kapatılan ağızdan çıkmayan ses hırıltı olarak döküldü yırtılan derinin arasından. Günlerce yağ taşında bilenmiş keskin ustura, damarları ve kemiği parçalamıştı tek darbede. O cesur çelik, ince sakal taneciklerini değil kalın damarları kesiyordu. Kafası koparılmış tavuklar gibi debelendi iki kurbanda bir süre.

     Sonrasındaysa tatlı bir huzur doldurdu bedenini. Ne bağıracak bir usta vardı kesilmiş boyun için nede kendisini cezalandıracak bir kalfa.

     O an girişteki koltukta uyuyan adamı gördü. Suçu üstlenecek biri de vardı ne güzel. Derin uykudaki adamı kucaklamak için rastladığında irkildi. Böyle bir rastlantı ya eski Türk filmlerinde olurdu veya internet forumlarına öykü yazan amatör yazarların denemelerinde.

     Tanıdı Hakanı, Berber Atilla ustanın büyük oğlunu, ailenin başarılı üyesini, abisini.  Kendi geleceğini hiçe sayarak ailesinin tüm varlığını en büyük ağabeyin okumasına harcayan babası geldi aklına. Zavallı babası, yanlış ata oynamıştı; zeki küçük oğlunu değil aptal yüzlü büyük oğlunu okutmuştu tüm varlığını feda ederek. Askere kadar sabredebilmişti. Askerden sonra çocukluğunu, gençliğini tüketen o küçükçük kasabadan kaçmış büyük şehre gelip izini kaybettirmişti.
   
     Birden durdu, nasılda anlamamıştı, durmadan, ısrarla gönderilen ve tanıdık gelen öykülerin yazarını. Tüm umutlara rağmen basit bir memur olmaktan öte gidememiş ağabeyini tanıması gerekiyordu. Şimdiyse ödeşme zamanıydı. Kendisinin üzerine basarak yaptığı yükselmenin -ya da yükselememenin- diyetini ödemeliydi.

    Usturayı adamın eline tutuşturdu. Az sonra kendisi sinemanın dışındaki telefon kulübesinden polisi arıyordu." 

   Küçük kardeş bu öyküsüyle internetin en büyük ödülünü aldı. Kendisi bu öyküsüyle sanal edebiyattan gerçek edebiyata geçti. Ülkenin tanınan ve sevilen bir gerilim öykücüsü oldu

    Bu kısa öyküde yer almayansa polisin sorguladığı ve gazetelere "Sinema Sapığı" olarak geçen adamın sonuydu. Kendisi büyük adam olmak için okurken babasının yanında çalışan kardeşi, işini bitirdiğinde, yani kendisini kurbanlarının yanına yatırdığında, ağabeyinin hafif aralık göz kapaklarından kendisini izlediğini fark etmemişti. Ağabey, kardeşine olan diyetini ödemiş olmanın verdiği huzurla ağırlaştırılmış müebbet cezasını çekiyordu

538
Kurgu İskelesi / Ynt: Tepedeki Konak
« : 19 Ağustos 2011, 17:23:10 »
Eyvah Yakalandım...
Beğendiğinize sevindim... Konuşmaları nasıl göstermem gerektiği konusunda da bir sonuca varamadım... Bir çizgi ile belirtiyorum bir tırnak işaretiyle...

539
Kurgu İskelesi / Space İnternet Cafe
« : 09 Ağustos 2011, 18:02:05 »
S P A C E     İ N T E R N E T    C A F E

        Olay, ülkemde pıtrak gibi biten internet cafelerden birinde geçiyor. Hani bilirsiniz modalar yaşanır işyerlerinde. Aerobik salonları açılmıştı bir zamanlar peşpeşe, sonra da karete judo salonu açmak modası başlamıştı. İşte şimdinin modası da internet cafeler açmak. Her kentte, her ilçede her belde de hatta her mahallede açılıyor bu kafelerden. Bizim öykümüzünde böyle bir beldede ki internet kafede geçiyor, yada öyle bir cafe de geçtiği söyleniliyor.
     Yer batıdaki bir ilin kentler arası ekspres yoldan uzak bir ilçesinin, ilçeden uzak bir beldesinde geçiyor. Bir kaç bin yıl önce deniz kenarında olan ama şimdi ovanın ortasında, denizden kilometrelerce uzaklaşmış bir belde. Eski durumunu görmek isterseniz üç-beş kilometre daha gidip harabeye dönmüş mermer blokların sağa sola atılı durduğu antik kente ulaşabilirsiniz. Syriene. Bu kent antik çağın çok önemli bir liman kentiymiş. Eğlencesi ve meyhaneleriyle tanınmış bir yermiş eski çağda. Ticaret gemileri, balıkçı tekneleri buraya yanaşır Anadoluya gidecek yüklerini boşaltırlarmış. Kentin değerini yitirten ana unsur ise hala ovanın ortasında tembel tembel akıyor. Neyse daha sonra bu kente döneceğiz. Buraya ait, ama yerinden edilmiş bir kehanet Bilgesi heykelimiz için döneceğiz.

   Öykümüzün ana kahramanından söz edelim birazda. Kendisi henüz askere gitmemiş esmer tenli dalgalı saçlı, orta boylu bir delikanlı. En büyük özelliği ise gözlüklerinin camı bir hayli kalın olması. Bir kaç ay önce açılan Space İnternet Cafe de çalışıyor. Öyle dolgun bir ücret falan aldığı yok ama sevdiği işi yaptığı için hayatından memnun. Bu işi bulduğu zaman bir hayli sevinmiştir çünkü bu işi bulasıya kadar bir çok macera yaşamıştır. Hangileri mi? Örneğin Endüstri meslek lisesinden ayrılmıştır. Bir zaman sonra ailesinin, arkadaşlarını ve öğretmenlerinin ısrar ve çabaları sonucu bitirebilmiştir okulunu. Yirmi beş kilometre gidiş yirmi beş kilometre gelişle ilçedeki Endüstri Meslek Lisesine iki yıl gitmiştir yapı işleri teknisyeni olmak için. Böyle bir okulda okumanın gereksizliğini ailesine uzun süre anlatmaya çalışmasına rağmen yine de o okula gitmeye başlamıştır. Babası oğlunun okumasını büyük adam olmasını istemiştir. Evladını sevdiğini iddia eden her baba gibi kendisinin başaramadığını oğlundan beklemektedir.

     Oğul başarısızdır ama başarısızlığın temel nedeni delikanlının okuduğu bölümü sevmemesidir. Gönderildiği okulu sevmemesidir. Bunu kimselere anlatamadığı anlattıklarını da ikna edemediği için okulu bitiresiye kadar bu duruma katlanabilmiştir. Sonrada kendisini değişik yollara sevketmiştir. Ortaokul yıllarında atari hevesine kapılmıştır. İyi niyetli baba oğlunu bu alışkanlıktan vazgeçirebilmek için bir hayli çaba göstermiştir. Oğlunu uzun zaman atari salonlarından toplamıştır. Atari salonlarının çalışanlarıyla ve sahipleriyle çok kavgalar yapmıştır oğlu için. Bir sonuç alamayınca eve bir atari almak zorunda kalmıştır. Yeter ki biricik oğlu kahve ortamına ve kötü arkadaşlara alışmasın diye.

     Şimdi biraz da Space İnternet cafeden söz edelim. Çarşı içinde, Beldenin tek caddesinde, büyük sayılabilecek bir dükkandır. Hemen her yerde rastlanabilecek bir işhanının tozlu basamaklarını iki kat çıktıktan sonra varıyordunuz Cafemize. Otuz ya da kırk metre kare bir yerden söz ediyoruz.      

     Girişimcisi de elemanı gibi hemen her türlü işi denemiş ama girdiği işlerde tutunamamış bir genç. Ercüment. Ercüment askerden bir yıl önce gelmiş, yanında çalıştığı gençten dört beş yaş büyük genç bir girişimci. Salona hâkim geniş bir masası ve rahat bir koltuğu var. Başlıca sermayedarı olan Babasından fırsat bulursa makamında oturmayı seviyor. Ercüment’in babasında bir hayli para var. Askerden gelen oğlunun bir baltaya sap olabilmesi için elinden gelen her türlü yardımı yapıyor. Olabildiği kadarda oğlunun işine göz kulak olmaya çalışıyor. Oğlundan fırsat bulursa o rahat koltukta oturmayı ve salonu izlemeyi seviyor. Aralarındaki gizli rekabet işlere ve müşterilere olduğu gibi yansıyor. Sonuçta bizim kahramanımız Seyhan olmasa Space İnternet Cafenin bir şey yapabileceği yok.

     Seyhan çalışkandır. Seyhan beceriklidir. Seyhan okumayı sever. Seyhan araştırır ve öğrenir. En önemlisi Seyhan zekidir. Gerek kendi arkadaşları gerek beldenin diğer gençleriyle ilgileniyor. Öğrencilerin ödevlerini bulmalarına yardımcı oluyor eğer isterlerse onların istediği oyunları hazırlıyor, yapacakları çetleri öğretiyor, yaşları büyük olanlara özel sitelere girmeleri için yol bile gösteriyor. Yalnızca bu kadar mı? Tabi ki değil. Ana makinede, klavyelerde veya sistemde olabilecek her türlü problemi anında çözebilecek kadar iyi işinde. Büyük patronun oğlu Ercüment’e "Bak da bir şeyler öğren bu çocuktan" dediği kadar var yani  

     Bir akşam geç vakitlerde Cafeye bir adam gelir. Daha doğrusu anlatılan olaylar gizemli bir adamın Space İnternet Cafeye gelmesiyle başlar. Mevsimlerden baharın son günleri yaşanmaktadır. Aslında yaşanmakta olan baharın son günleridir ama bu son günler tanımı yalnızca takvimler için geçerlidir. Sıcaklar yazı çoktan getirmiştir memlekete. Okulların kapanmasına az bir süre olduğu için öğrenciler sınavlardan oyun oynamaya pek zaman bulamamaktadırlar. Yaşça daha büyük gençlerse tarla işlerine başlamışlardır. Bu nedenlerden dolayı salon erken boşalmıştır. Seyhan da makineleri kontrol ediyor temizlikle uğraşıyordu adamın cafeye girdiğinde. O akşam Cafeye gelen adam akşam saatlerinde hala devam eden sıcaklara hiçte uygun olmayan giysiler içindedir. Sırtında kalın pardösü vardı. Kot pantolonunu içine soktuğu botlar bulunabilecek en büyük numaralardı sanki. Öyle uzun boylu sayılmazdı ama yine de ayakkabıları kocamandı. Başındaki şapka ve gözlerindeki geniş çerçeveli ve koyu renkli camlar yaşını tahmini güçleştiriyordu.
     -"En yeni ve en hızlı makinenizde çalışmak istiyorum” dedi. Kalın ve etkili bir sesi vardı. Patron ve patronun babası erken gittikleri için Seyhan kafe de yalnızdı. İçeriye sessizce giren adamı görünce istem dışı ürperdi. Kapının üzerinde asılı her açılışta ve her kapanışta öten çıngırağa rağmen içeri sessizce girmeyi başarmıştı. Öyle boylu poslu biri olmasa da ürkütücü bir tipi vardı. Kılık kıyafeti resmi görevliymiş havası veriyordu. Amerikan filmlerindeki gizli ajanlar gibi. Ve sesi bir garipti. Bir yabancı olduğu her halinden belliydi.
     Seyhan bir an korktu. Acil bir işiniz ya da bir hastanız olduğunda araç bulamayacağınız bir yerdeydiniz. Ana asfalttan yirmi beş kilometre içeride bir beldeye, bu saate böyle bir yabancının gelmesi korkutmuştu kendisini. Korktuğunu belli ederse ayıp olacağını düşündü. Konuşursa sesinin titremesi kendisini ele verecekti. Hiç ses çıkarmadan içeride patron masasının hemen yanındaki masayı gösterdi.

   İnce uzun dikdörtgen şeklindeki kafenin dibinde bir köşede duruyordu siyah monitör. Klavyesi, kasası siyahtı. Hızından dolayı da kara şimşek adını vermişlerdi. Eski bir televizyon dizisinin akıllı ve hızlı bir arabası. İlçede bile daha hızlısı, daha güçlüsü yok diye gururlanıyorlardı.

    —Yalnız bu masa biraz pahalıdır dedi genç delikanlı. Yabancı masaya yöneldi. Seyhan adamın gözlerini göremese de tavırlarından kızgınlığı anlamıştı. Söylediğine pişman olmuştu.

     Adam masaya oturduktan sonra çantasını açtı. İçinden sigara paketi boyutlarında siyah bir cihaz çıkardı. Bir kaçta kablo benzeri araç gereç. Cihazı kısa bir kabloyla klavyeye bağladı. Helisel kabloyu da cihazın diğer ucuna ekledi. Hareketleri seriydi. Seyhan, elindeki süpürgeye dayanmış çalışmaya başlayan müşterisini izliyordu. Ekranda hiç görmediği semboller akmaya başladı. İzlendiğini fark eden yabancı "sen işine bak delikanlı" dedi etkili sesiyle. Seyhan telaşla elindeki süpürgeyi yere sürtmeye başladı tekrar.

     Dakikalar geçti. Seyhan günlük işlerini yapmaya devam ediyordu ama bir yandan da yabancıyı izliyordu. Başka zaman olsa yerleri paspasladığı suyu kerelerce değiştirirdi ama merakından ve adama güvenmediğinden dükkânı boş bırakamıyordu. Ekrandan o garip semboller hızla akmaya devam ediyordu. Adamın parmaklarıysa hiç kimse de görmediği kadar görmediği hızlıydı.

    Önce büyük illerden gelmiş bir yabancı diye düşünüyordu ama sonradan bu işleri yurt dışında öğrenmiş olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Kim bilir belki de adam yabancıydı. Turist olabilir miydi? "Sanmam" dedi kendi kendine. Turistin Tanrının unuttuğu bu yerde ne işi olabilirdi. Kendi arabasıyla gelse dahi  "Hah" dedi kendi kendine. Aşağıya İlçeye gelmişlerdir. Orada harabeler var ya" Evet Efes veya Meryem ana nın evi kadar iyi bilinmese de ileride ovanın kıyısında toprağa gömülmüş koca Syriene kenti vardı. "Mutlaka oraya gelmiş ve yolunu kaybetmiştir." evet bir açıklama getirmişti adamın gecenin bir vakti burada olmasına" Memleketine veya ailesine kaybolduğunu bildiriyor olmalıydı.

     Dakikalar ilerliyor ama adam çalışmasına devam ediyordu. Basit “ben kayboldum, filanca yerdeyim, gelin beni alın” demek bu kadar uzun sürer miydi? Uykusu iyice gelmişti Seyhan’ın. Üstelik bir de ailesiyle yaşadığı sorunları vardı. Babasını bir türlü yaptığı işin iyi bir iş olduğuna inandıramamıştı. Bir meslek olarak görmüyorlardı bu işi. Hakları da vardı. Böyle bir yerde adı Belediye de olsa köy olmaktan ileri gidememiş bir yerde bilgisayarcı olmanın ne anlamı vardı. Beldeye uygun bir iş bulmalıydı, örneğin Çapaya gitmek, pamuk toplamak, hayvan gütmek veya dağdan eşekle odun getirip ilçede satmak gibi.

    -Ne işle meşgulsünüz bayım? dedi sesine elinden geldiğince ilgisizlik vermeye çalışarak. Yanıt tek kelimeydi

    -Araştırmacıyım. Biraz uzun cümleler kursa adamın Türk mü, yoksa yabancı mı olduğunu anlayacaktı ama verdiği yanıt bir tek kelimeden oluşan cümleydi. Bir kaç saniye sonra cesaretini topladı. Bu yabancının kim olduğunu öğrenmeliydi. En azından zararsız biri olduğuna inanmalıydı. Ne de olsa sorumlu olduğu bir işyeri vardı. Mahallesi vardı. Ülkesi vardı. Birden aklına polis geldi. Polise bildirmeli miydi acaba. Kendi kendine güldü. Hiç olur muydu öyle şey. Bir insan mevsime uygun giyinmedi diye polise mi bildirilirdi hiç. Gülerlerdi adama.

     “Ne gibi araştırma acaba” Sınırı aşmış mıydı? Sanmıyordu. Aksine adam işine devam ediyordu. Yüzüne bakmadan tekrar yanıtladı.

     —Arkeolojik. Yine tek kelimelik bir yanıt aldı. Arkeoloji kelimesi Seyhan da mezar hırsızlığı çağrışımı yaptı tabi ama yabancı öyle birine benzemiyordu. Pardösülerin altına kara gözlüklerin arkasına saklansa da düşmanca tavırları yoktu. Belki yalnızca bilgi toplamaktı amacı. Burası da askeri, sivil yüksek teknoloji merkezi olmadığına göre yapabileceği hiç bir şey yoktu.

    Zaman ilerliyor ama yabancının çalışması bitmiyordu. Gerçi bir yandan da iyi oluyordu. Bu saatlere kadar kalmasının bir bedeli olarak kafenin hâsılatı bir tür fazla mesai ücreti gibi kendisine kalıyordu. Üstelik bu turistten iyi bir bahşişte koparabilirdi. Ama yinede zaman ilerliyor eve geç kalıyordu. Saatine bir kere daha baktı. Babasının kendisini kapı önünde beklediğinden emindi. Zavallı annesiyse oğlundan yana çıkacaktı. Onu korumaya kollamaya çalışacaktı. Benim oğlum diğerlerine benzemez, büyük adam olacak o" derdi.

     Kızsa da kendi kendine söylense de Seyhan masa başındaki adamın çalışmasına hayran kalmıştı. Bir sanatkâr gibiydi. Bütün parmaklarını rahatlıkla kullanıyor elleri klavyenin üzerinde okşar gibi dolaşıyordu. Tuşlardan hiç ses gelmiyordu. Hoşlanmaya başlamıştı bu yabancıdan. Adamın çevresinde dönüyor çaktırmadan izlemeye çalışıyordu.

    —Bayım biraz acele etseniz. Kafasında dönüp dolaştırıp söyleyemediği cümleyi söyleyebilmişti. Yine o davudi ses yanıtladı "Tamam şimdi bitiyor." Eliyle yakındaki bir sandalyeyi işaret ederek "İstersen gel yanıma otur" dedi. Şaşırmıştı Seyhan. O kalın tondaki ses gitmiş yerini sevecen müşfik bir ses almıştı. Sanki aklından geçenleri okuyormuş gibi sözlerine devam etti.

   — Benden çekinmediğini hatta hoşlanmaya başladığını düşünüyorum. Sezgilerim senin iyi bir delikanlı olduğunu söylüyor. Seni bekleyenleri de daha fazla merak ettirmemiş olursun dedi.  Acaba saatine çok mu sık bakmıştı? Aradığı uzun cümleler çıkıyordu yabancının ağzından. Güzel bir Türkçesi vardı. Turist falan değildi herhalde.

   —Önemli değil dedi. Siz işinizi göründe. Ardından delikanlının beklemediği bir öneri geldi.

   —Bir yirmilik kazanmak ister misin? Seyhan şaşırmıştı.

   —Yirmi milyon mu? Yabancı gülümsedi.

   —Yirmi dolar" dedi. "Bir antik heykel arıyorum. Bana yardım edeceğin her gün için yirmi dolar vereceğim. Bana kılavuzluk yap ücretini al." Adam Seyhan’ı şaşırtmaya devam ediyordu.

   —Belki kocaman bir bahşiş bile olabilir işin sonunda."  Genç bilgisayarcının tereddüdünün sürdüğünü görünce devam etti.

   —Hatta memnun kalırsam temsil ettiğim kuruluştan özel bir teşekkür yazısı bile alırsın" dedi.

   —Ne yazısı?

   —Zorda kalan yabancılara gösterilen dostluk ve yardımseverlik yazısı. Fena bir öneri değildi doğrusu. "Ailem" dedi fısıldar gibi.

   -O kolay, ailenden izin alırız

   -Babamı tanımazsınız. Aksi biridir. Nuh der, peygamber demez" dediğinde  Yabancı gülümsedi.

   -Ben ikna edici konuşurum" dedi.  Seyhan’ın yüzündeki gülümseme birden kayboldu, ya adam casussa. Ya düşmanlar için ajanlık yapıyorsa. Yabancıyla göz göze geldiler. Adam gözlüklerini çıkardı. İnce uzun bir yüzü Çinlileri andıran gözleri vardı. "Ben casus değilim" dedi. "Yapacaklarımız hepimiz için önemli. Bana mutlaka yardım etmelisin" Sesinde garip bir ikna edicilik vardı. Seyhan yalnızca "Peki" diyebildi.

     Yarım saat sonrada yabancı eşyalarını toplamış kara şimşek i kapatmıştı. Adam Seyhan’a "Hadi git evine" dedi. Seyhan bir an tereddütte kaldı. "Babam, ailem..." diyecekti ki yabancı gülümseyerek sözünü kesti; O zaman birlikte gidelim" İki dakika sonrasındaysa kasabanın karanlık sokaklarında iki kişi aceleyle yürüyordu.

     Babası oğlunu gördüğünde gizliden derin bir oh çekmişti. Çevrenizde görebileceğiniz her Türk babası gibi duygularını gizlemeyi tercih ediyorlardı. Ne de olsa çocukları şımartmamak gerekiyordu. Bu nedenle çekilen gizli "Oh" tan sonra fırça faslı başlamıştı. Üstelik yanlarındaki konuğa aldırmadan. Bir kaç dakika sonrasındaysa durum tatlıya bağlanmıştı. Yabancının ikna edici ses tonu sayesinde tabi. Kalacak yeri olmadığını anlayınca da evde misafir odası açılmıştı. Yapılan yemek ve çay davetlerine aldırmayan adam yorgun olduğunu söyleyerek erkenden yatmıştı. Kısa bir sorgulamadan sonrada Seyhan’da yatmıştı. Gece olaysız geçti.

    Gece olaysız geçti ama sabah bir hayli sorunluydu. Her sabah olduğu gibi, çalar saatinizin sesiyle uyanmıştı Seyhan. Değişmeden yediye ayarlıydı eski saat. Biraz yatakta oyalandıktan sonra kalkıp yüzünüzü yıkamak için dışarı avluya çıktı. Hava karanlıktı ve ezanlar okunuyordu. Dikkatini çeken bir olağan üstülük yoktu. Kafasıysa akşam evlerinde kalan Tanrı Misafirindeydi. Annesi misafir odasını hep hazır tutardı köydeki akrabalar için. Bu nedenle misafir ağırlamakta pek sorun yaşanmazdı evlerinde. Yabancı nasıl karşılamıştı odayı. Rahat edebilmiş miydi tahta divanda ve pamuk yatakta.

     İçeri odasına çalar saatine tekrar bakınca garipliği fark etti. Saat yediyi geçmişti ve hava hala karanlıktı. Şimdiye kadar ortalığın güpe gündüz olması gerekirdi. Dahası güneşin şimdi eşikten baktığı noktadan gözlerinin içine vurması gerekiyordu. Salona geçti. Babası ve kardeşleri televizyon karşısındaydılar. Annesini diğer odada dua ederken gördü. Aptallaşmıştı. Anlayamadığı ve kaçırdığı bir şeyler olmalıydı. Oldum olası sevmezdi televizyonu. Ekranda spikerler heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyorlardı. Babası kanaldan kanala atlamasa bir şeyler anlayacaktı. Birden irkildi "deprem" Deprem mi olmuştu yoksa? Başını kaldırıp salondaki ampule baktı. Sallanmıyordu. Tekrar cümle kapısının eşiğine gitti. Gözlerinin içine girmesi gereken güneşten eser yoktu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Çünkü etraf karanlıktı ve bu karanlık geçeceğe benzemiyordu. Her sabah kendisine gülümseyen Güneş yerinde yoktu. Gün doğmamış olabilir mi? Korktu.

     Salona gitti. Televizyonda konuşanların neler dediğini anlamaya çalıştı. Dünyanın doğu yakasın da güneş doğmadığını anlatıyordu tüm haber kanalları. Avustralya’da, Japonya da sabah olmadığını, güneşin doğmadığını söylüyorlardı. Bilim adamlarının konuya açıklık getiremediğini söylüyordu. Devlet başkanlarının ve hükümetlerin halkları sakin olmaya çağırdığını söylüyordu.

    —Güneş tutulması olabilir mi? Soruyu kendi kendine konuşur gibi sormuştu ama yanıt babasından geldi.

    —Ne güneş tutulması evlat. Bu kadar geniş sahada güneş tutulması mı olurmuş. Bir kere daha şaşırtmıştı babası kendisini. Öyle ilkokulu bile bitirmemiş biri için iyi bir kültürü vardı. Meraklıydı. Kendi çapında okuyor ve araştırıyordu. Bazı konularda babasına çektiği kesindi. Adam devam etti sözlerine.

    —Elbirliğiyle dünyanın içine s.çtılar dedi. Egzoz gazları, spreyler, deodorantlar, nükleer reaktörler, ozon tabakasındaki delik. Anasını bellediler tabiatın. Babası oldum olası böyleydi. Argoyu, küfürü severdi.

    —Peki, sence ne oldu baba.  Dünya kendi ekseninde dönmekten vaz mı geçti yoksa? Baba oğlunun suratına küçümseyerek baktı.

    —Birde internetçi olacan. Dünyadan haberin yok. Güneş patlamış diyenlerde var dünya yörüngesinden çıkıp uzaya savrulduğunu diyenlerde. Ama kesin olan bir şey dünyanın hala döndüğü. İstersen gökyüzündeki yıldızlara bak. Bilinen tek gerçek, şu an tüm dünyada gece yaşandığı. Ne kadar süreceğini ise kimse bilmiyor. Üç saat mi? Üç gün mü? Üç yıl mı? Soruyu eşikteki anne yanıtladı.

     —Üç gün dedi. Salondakiler anneye döndüler. Anne ilginin kendisinde olduğundan memnun ağlamaklı sesle devam etti.  "Az önce komşumuz Müberra kadından geliyorum. "Bu kıyamet alameti" demiş Hoca efendi. Tüm köylüyü, kadın erkek genç yaşlı camiye çağırıyor. Dua için. Tövbe ve istiğfar için. Müberra Hanım mahalle imamının karısıydı. Katıydı dini konularda. "Eğer gelmezlerse doğrudan cehenneme gidecekler diyormuş Alihsan Hoca" diyerekten sözlerini pekiştirdi. Babanın gözleri doldu. Bir yandan da abdest almak için kollarını sıvıyordu. Durumdaki gerginliği hisseden çocuklar ağlayarak annelerine koşmaya başlamışlardı. O an omzuna dokunan elle korktu Seyhan

    —Hadi gidelim biz dedi, o ana kadar varlığını unuttukları yabancı. "Yapacak işlerimiz var" Ters ters baktı yabancının yüzüne Seyhan. Dünyanın sonu gelmiş, neredeyse kıyamet kopacak gibiydi ve adam yapacak işlerimiz var diyordu. Yabancı karşısındaki delikanlının karasızca durakladığını görünce tane tane konuştu. "Yapacağımız iş önemli" dedi. Seyhan'ın aklına dünkü anlaşma geldi. Günde yirmi dolar fena sayılmazdı. "Gidelim" dedi.

    Sokaklar sakin görünüyordu. Öyle telaş panik falan yoktu. Yabancı; "Sizin buralar bu durumu fazla önemsemiyorlar herhalde" dedi. Bahçeler arasından yol alırken evlerin yanan ışıklarına baktılar. İnsanlar durumun önemini henüz kavramamış olmalıydılar. Saat sekize yaklaşıyordu ve ortalık karanlıktı. Gökyüzünde yıldızlar parlamaya devam ediyorlardı. Uzun süren bir sessizlikten sonra Seyhan sordu;

     —Nereye gidiyoruz?  Yabancı düşünmeden yanıtladı;

     —Aradığımız antik heykeli bulmaya ve ait olduğu yere götürmeye.

     —Peki, nasıl bir heykel bu? Deyince adam cebinden küçük bir cihaz çıkardı. Koyu camdan yapılmış küçük bir reçel kavanozuna benziyordu. Aracı dairesel tabanı üzerine elinin üstüne koydu. Bir noktasına basınca da cihazdan bir ışık çıktı. Işık koni şeklinde açıldı. Cihazın önünde otuz kırk santim ötesinde hafifçe titreşen bir şekil belirdi. Seyhan’ın dudaklarında yalnızca bir kelime döküldü. "Hologram" Bu kere şaşırma sırası pardösülü yabancıdaydı.

     —Hologramı biliyorsun demek. Biliyordu tabi. Kasabada otursa da Seyhan teknolojiyi yakından takip ederdi. Ondaki bilgisayar dergisi koleksiyonu büyük kentlerde ki üniversite öğrencilerinde bile az bulunurdu. Çoğunu da severek okumuştu.  Az önce söylediğiyle yanındaki adamı şaşırttığını görünce "Üç boyutlu fotoğraf projeksiyonu" diye sözlerine bilgiççe devam etti. Bir kaç saniye süren bu zevkli anlardan sonra dikkatini araçtan çıkan üç boyutlu şekle yöneltti. Gözlerini hafif kısarak karanlıkta ışıldayan görüntüye bakınca tanıdı. "Diyojen" dedi.

    -Diyojen mi ?

    -Evet Diyojen. Eski çağda karadeniz kıyılarında yaşamış gezgin filozof. Hani "Gölge etme başka ihsan istemem" diyen kişi.

    -Peki nerede buluruz bu heykeli deyince Seyhan az önce aşağı indirdiği kalın gözlüklerini tekrar yerine taktı. Adamın elinden tutarak "Gel, yolda anlatırım" dedi. Bir yandan İlçenin tek meydanına yürüyor, bir yandan da Seyhan anlatmaya başlamıştı.

    -Bu heykel aslında ilerimizdeki Syriene antik kentindeydi. Kimilerine göre kehanet bilgesi Zates, kimilerine göreyse de Diyojen di. Zatesi kimse tanımadığı, bilmediği için Diyojen denilmeye başlamıştı. Bu heykel uzun yıllar antik kentte devrilmiş sütunların yanında durmuştu. Bir ara kazı yaptıklarında zamanın belediye başkanının ricasıyla getirildi ve beldemizin meydanına dikildi.  Bu olayı duyan ilin üniversitesinin arkeoloji profesörü gelip itiraz etse de dinletememişti. Kimi dede dedi adına kimi kahin. Ama onu oraya getiren başkanın ricasıyla Diyojen denilmeye başladı. Diyojen adı daha medyatikmiş Daha çok turist çekermiş(!)  Heykelin nerede olduğunu belirtmek için eliyle ilerideki ışıklı meydanı gösteriyordu.

     Ana caddede hızlı hızlı yürürken telaşlı olanların yalnızca kendileri olmadığını gördüler. Saat ilerliyordu. İnsanlar panik olmaya başlamışlardı. Çoluk çocuk sokaklardaydı. Bazı çocuklar hiç bir şey olmamış gibi önlüklerini giymiş okula gidiyorlardı. Kim bilir belki de öğretmenlerinin bir açıklama yapabileceğini düşünüyorlardı. Bir bölümü de sanki görebilecekmiş gibi karanlık gökyüzünde güneş arıyorlardı. Yabancı tekrar araya girdi.

     —Bu heykelin yanında ilginç bir şeyler var mıydı? Dedi. Seyhan bir an durdu. Sanki yürürken düşünemiyormuş gibi bir kaç saniye ayakta dikildikten sonra "Bir antik saatte vardı yanında" dedi. Sonra yürümeye başladılar.

    —Koca bir mermer bloktu. Bir yemek masasından bile büyük. Sağında solunda delikler kanallar vardı. Diyojen de bu masanın üzerinde duruyordu. Uzun süre tartışıldı bu masanın ne olabileceği. Kazı heyetindeki herkes bir şey söyledi. Hiç kimse doyurucu bir açıklama getiremedi. Sonunda bir güneş saati olduğuna karar verildi. Saatin nasıl çalıştığı konusundaysa kimsenin bir fikri yoktu. O koca koca bilim adamları bile anlamamışlardı. Yabancı heyecanlanmıştı bu sözler üzerine.

    —Peki nerede bu saat. Sorusuna yanıt beklemeden devam etti. "Hemen oraya gitmeliyiz." biraz düşündükten sonra cümlesini yeniden kurdu. "Diyojen'i ait olduğu yere güneş saatinin üzerine yerleştirmeliyiz" dedi. Heyecanlı sesi birazda telaşla devam eti. "Acele etmemiz gerekiyor"

   Bir kaç dakika sonra kalabalık bir meydandaydılar. Bir kaç sokak bu meydanda birleşiyordu. Ortada bir döner vardı. Yeşilliklerle bezenmiş bu adanın ortasında küçük bir fıskiyeli havuz havuzun merkezindeyse hemen hemen bir insan boyundaki mermer anıt duruyordu. Öyle ahım şahım bir eser değildi. Sakallı bir adamın elinde bir fener vardı. Feneri tutan sol eli ilerisini aydınlatmak ister gibi biraz yukarı kalkmıştı. Başını biraz yukarda tutunca Diyojen Efendi gökyüzünden gelebilecek birini bekliyor gibiydi. Adam çimene havuzdaki suya aldırmadan heykele koştu. Sağını solunu incelemeye başladı. Sağında solunda biraz kırıklar olsa da eserin tamamı bütünlüğünü korumuştu. Havuzun kenarındaki Seyhan adamı izliyordu yalnızca. Meydanı dolduran kalabalıkta ilgisini havuz kenarındaki ikiliye yöneltmişti.

     —Bir araç bulmalıyız. Dedi bağıra bağıra yabancı. Uğuldayan kalabalıkta ancak sesini bağırarak duyurabiliyordu. "Bir araç bulmalı ve bu heykeli yerine ait olduğu güneş saatinin üzerine götürmeliyiz" dedi. Zavallı Seyhan olanlara bir anlam veremiyordu ama içinden gelen sesin dediği gibi çarenin bu karanlıkta bile koyu renkli gözlük takan adamda olduğunu söylüyordu. Bir kaç dakika sonrasındaysa orta boy bir kamyonet meydandaki havuzun yanındaydı.

     Kamyonu bulmak zor olmamıştı. Meydana yakın oturan arkadaşı Aykut’un babasının bir kamyonu vardı. Mustafa amca işçi emeklisiydi ve nakliyecilik yapardı eski bir BMC kamyonetle. Oğlu Aykut’sa devamlı müşterisiydi Kafenin. Mahşer yerine dönmüş beldede her kafadan bir ses çıkıyordu. Kıyamet gününün geldiği dedikodusuysa en baskın olanıydı. Dindar olan belde halkı doğrudan camilere koşuyordu. Bakkallara ve marketlere hücum başlamıştı sanki bir savaş çıkmış gibi. Makarnalar ekmekler alınıyordu sayısızca. Aykut’u da evden çıkmak üzereyken yakalamıştı. İkna etmesi zaman almıştı ama bir zaman sonra kasalı Ford yanaşmıştı meydandaki ortasındaki yeşil adaya. Seyhan arkadaşını yabancıya tanıştırmaya karar verdiğinde ismini bilmediğini fark etti.

    —Sahi adınız neydi beyim" dedi. Yabancı genizden gelen sesiyle yanıtladı "Kuday. Bizim oralarda bana Kuday derler dedi. Garip bir isimdi. Ama tanıştırmaya devam etmeliydi.

    —Bu mahalle ve okul arkadaşım Aykut" dedi. Aklına aniden gelmiş gibide ekledi. "Bende Seyhan"

    Yabancının gayreti ve yardımıyla heykeli kasaya koymuşlardı. İnsanların kargaşası arasında kimse ne yaptıklarını sormuyordu. Seyhan, Aykut’a nereye gideceklerini söylemiş kasaya çıkmıştı. İki kişi ancak zapt edebilirlerdi böyle bir yükü.

   Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra beldenin dışına çıkmışlar, antik Syriene kent harabelerine varmışlardı. Yol boyu farları açıktı. Saatler sabahın dokuzuna yaklaşıyordu ama bitmeyen gece sürüyordu. On dakika sonra varmışlardı Syriene’e.

    Aslında burada antik bir hava yoktu, kent havası da yoktu. Karanlıkta hiç bir şey göremiyordunuz. Güneş ışığında da pek bir şey görünmezdi zaten. Ovanın sınırında tepenin başladığı yerde ağaçların arasında bir kaç mermer kalıntı, yer yer yıkılmış surlar vardı yalnızca. Tepeden inen yağmurların tuzu ve çamuru koca kenti örtmüştü yüzyıllar içerisinde. Aşağıdan yoldan görünen yalnızca görkemli bir tapınağın sütün kalıntılarıydı. Aykut tüm becerisini kullanarak yoldan içeri girmeye çalıştı. Patikadan çıkabileceği yere kadar çıktı geri geri. Sonra kamyoneti yolun üzerinde bıraktılar. Gitmeleri gereken yüz metreden fazla yol vardı. Üstelikte tepeye doğru tırmanmaları gereken yüz metreleri vardı.
     Koca heykeli üçü birden sürüklemeye başladılar. Sık sık duruyorlardı. Bir ara Aykut Seyhan’a dönerek sordu. "Bu heykeli oraya götürmek çok mu önemli" Soru asıl sahibini bulmuştu. Evet dedi yabancı. "Uzun zamandır beklenilen bir tehlike düşünün. Büyüklüğü ya da yeri neresi olacağı hiç bilinmeyen bir tehlike. Ona karşı bir önlem hazırlamaz mısınız. Bir erken uyarı sistemi veya kalkan veya silah. Kafalar yabancının sözlerini onaylamak için sallandı.

     —Bizde öyle yaptık. Bin yıllar önce hazırladık ve gizledik. Zamanı gelince çalışacak bir silahtı bu.  Hem bizim hem sizin için. Bu arada yabancının gücü de dikkat çekecek kadar vardı. İki genç nefes nefese kalmışlardı ama yabancı da onca konuşmaya rağmen soluk alışverişinde düzensizlik yoktu. Sanki bir güreşçiymiş ya da halterciymiş gibi koca mermer heykeli kaldırmış kucaklamıştı. İki kafadaraysa yalnızca heykelin ayaklarından tutmak dengeyi sağlamak işi kalmıştı. Ve nefes nefeseydiler. Yabancı yolun dikliğine aldırmadan devam etti.

     —Sizden önce bu kentte oturanlar cihazımızın varlığına ve özelliklerine tanık olmuş olmalılar. Bu nedenle kendisine Kehanet Tanrısı veya bilgesi gibi bir ad vermişler ve onu -sözde korumak için- mermer blok içine katmışlar anlaşılan" Bir an durdu. "Sen olmasaydın bu kadar çabuk bulamazdım" dedi Seyhan’a dönerek.  

    Bir kaç dakika sonra ulaşmak istedikleri noktada güneş saatinin yanındaydılar. Yabancı omzunda taşıdığı çantasından yarım saat kadar önce Seyhan için çıkardığı cihazı çıkardı. Mermer bloğun üzerine koydu. Bir yerine dokundu. Cihazın yanından kanat gibi çıkıntılar, düğmeler çıktı. Az önceki basit cisim karmaşık bir hal almıştı. Adam bir yandan elindeki cisimle uğraşıyor, bir yandan da gençlere anlatmaya devam ediyordu.

    —Bu bir Kara delik. Dedi. Sizinde bildiğiniz gibi nötron yıldızının alabileceği son durum. Araya tekrar Seyhan girmişti. Yalnızca izleyici olmak istemiyor tartışmaya katılmak istiyordu

     —Evrenimizin en gizemli varlıklarından biridir Kara delikler. Bilim adamlarımız gizlerini çözebilmiş değillerdir. Söze parmakları silindirik cihazın üzerinde ayarlar yapan Kuday girdi.

     —Sizin dünya dışına ilginiz bir yüz yıllık macera bile değil. Bizler binlerce yıldır uzaydayız ama Kara delikler bizler için bile bilinmezdir hala. Ellerini göğsünde birleştirip olanlara bir film izliyormuş gibi bakan Aykut un anlamamış yüzünü gördü. Aykut önünde dönmeye başlayan neredeyse yarım metre çapında parabolik bir şekil alan cisimden gözlerini alamıyordu. Cisim mermer bloğun üzerinde yerden bir kaç santim yukarıda dönmeye başlamıştı. Yabancı Aykut a dönerek anlatmaya devam etti.

    —Bir kuyu düşün Seyhan’ın arkadaşı. Her şeyi içine çeken dipsiz bir kuyu. Yakınına gelen yani çekim alanına giren her maddeyi ya da enerjiyi yutan karanlık bir kuyu. İşte öyle bir kuyudan söz ediyoruz. Hemen yanı başınızda birinci gezegenle yıldızınız arasında açılmış bir kuyu." Adam şimdi havada dönen cihazı bırakmış kaidenin üzerindeki heykeli kurcalıyordu. Önce ağır heykeli eğdi. Kehanet bilgesi Zates in elindeki feneri ellemeye başlamıştı. Bir yere, bir düğmeye dokunmuş olmalıydı ki heykelin ayaklarının tabanlarından ikişer metal uzantı çıktı. Bu uzantıları kaidedeki yere oturtunca heykel bulunduğu yerde gıcırtıyla yarım tur attı. İyice şaşıran Aykut dakikalar önce kafasına takılan soruyu sordu şaşkınlıkla.

     —Peki, bu kara delikler nasıl oluşuyor dedi. Bu soruya da kendi arkadaşı yanıt verdi yabancının yerine.

   —Yıldızların ölümüyle." Açıklamaya yabancı devam etti. "Bizde önceleri öyle sanıyorduk ama üzerinde düşündüğümüz başka teoriler de var. Madde ve anti maddenin yoğun olarak çarpışmasıyla oluşabileceğini de düşünmeye başladık. Bunlar şu anki konumuzun dışında. Bir gün gelir bilim adamlarınız bunları çözer nasıl olsa.

    —Peki, burada böyle bir kara deliğin varlığını nasıl fark ettiniz.

    —Uygarlığımızı tehdit edecek her türlü dış tehlikeye karşı duyarlıyız. Çevremiz düzenli olarak izlenmektedir. Yakın ya da uzak komşu tüm yıldızları gözleriz" dedi. Sizin güneşinizin küçük kardeşinin varlığından da haberdardık. İzliyorduk. Hemen burnunuzun dibindeydi. Gezegeninizle yıldızınız arasında karanlık bir yıldız gelip yerleşmişti. Davetsiz misafir. Gezegenlerinizle dönmeye başladı. Aynı hizada ve benzer yörüngede. Bir gün kara deliğe dönüşeceğini biliyorduk. Bir gün tüm bu telaşın yaşanacağını biliyorduk. "Güneşin küçük kardeşi mi?" İki genç yabancının anlattıklarından bir şey anlamamışlardı. Adam anlatmaya devam etti.

    -"Evet, Güneşinizin küçük bir kardeşi vardı. Öz değil, üvey. Bir şekilde Güneşin yörüngesine giren yaklaşık bir kilometre çapında küçük bir nötron yıldızı."

    —Peki, bilim adamlarımız bunun varlığını nasıl fark etmediler

    —Uzayda bir kilometrenin önemi mi var. Hele sizden bu kadar uzaktaysa. Belki hassas ölçümlerle güneşin salınımlarından fark edebilirdiniz. Ama matematiğiniz ve gözlem tekniğiniz o kadar ileri değil.  Bir gün çevreden geçerken güneşinizin yanına gelen bu komşunun kara deliğe dönüşmesini bekliyorduk. Bu nedenle bu sistemi kurduk. Yeri zaman açısından o noktayı görebilecek en uygun yerdi. Kimse ilgilenmesin diye de doğal bir şekilde kamufle etmeye çalışmıştık. Az önce de dediğim gibi bu işleri yaparken birileri bizleri gözlüyor olmalıydı. Bu nedenle bir Tanrısallık bile vermişler ve sistemi mermerin içinde saklamışlar.

     Tiz bir ses çalışmasını böldü. Kendi ekseninde dönen ışıklı cisim hızını iyice arttırmıştı. Cihazın dikey ekseninin üstünden ince uzun ışın demetleri çıktı. Işınlarda cisimle birlikte dönmeye başlamışlardı. Cihaz döndükçe vınlama sesi artıyordu. Işın demetiyse kalınlaşıp karanlığın içinde başlarının üzerinde kayboluyordu. Aykut olanlar karşısında şaşırmıştı. Arkadaşını kenarı çekti.

   -Kim bu adam Seyhan dedi. Seyhan yanıtı tam olarak bilmiyordu ki Aykut a yanıt versin.

   - Az önce tanıştırdım ya "Kuday" Arkadaşının tatmin olmadığını anlamıştı. "Dün gece kapatmak üzereyken cafeye geldi. Gece yarısına kadar çalıştı. İşinin önemli olduğunu hem bizim hem de kendi dünyasını kurtarmaya çalıştığını söylüyor. Onlar kendi aralarında fısıldaşırlarken yabancı çabalamaya devam ediyordu. Çantasından bir başka cihaz çıkardı. bizim kullandığımız çekiçlere benziyordu. Masanın üzerindeki heykelin sol eline vurmaya başladı. Bir kaç darbeden sonra heykelin sol eli parçalandı. İçerisinden granit gibi duran bir parça çıktı.

     Dışardan bakıldığında doğanın her bir yerini işlediği sıradan bir taş gibi duruyordu el ve elin uzantısı gibi duran fener. Dikkatli bakınca girintilerin ve çıkıntıların birer düğme olduğunu anlıyordunuz. Ortada dönen şemsiye şeklindeki nesne hafif havalanarak ait olduğu belli olan eski sol eldeki fenere oturdu. İki makina birleşmişti ve ışın sol eldeki fenerden fışkırıyor gibiydi. İki delikanlı konuşmaya niyetlendiler de etkili bir "Şıış" uyarısı sözlerinin ağızlarından çıkmasını engelledi.

     Yabancı tüm dikkatini vermiş cihaz üzerinde ayarlamalar yapıyordu. Her hareketinde ya heykel kendi ekseninde bir yana dönüyordu veya heykelin elindeki fener sağa sola bir kaç derecede olsa yatıyordu. Uzun sayılabilecek bir süre uğraştı heykelin kolu ve fener üzerinde. Bu arada ışın demetleri gittikçe parlaklaşıyor ve boyları uzuyordu. Rengi de kırmızıdan beyaza dönüşüyordu. Son bir kaç ayardan sonra heykeldeki sesler tizleşti. Sanki içeride bir motor vardı ve bu motor en üst devire çıkmaya çalışıyordu. Vınlama sesi en ince perdeye ulaşıp kulaklarını sağır edecek dereceye vardığında Yabancı son hareket olarak bir noktaya bastı parmağını. Fenerin ucundan gözleri kör edecek kadar parlak bir ışık demeti fenerin ucundan karanlığa fışkırdı.

     -Beklemekten ve umut etmekten başka yapacak bir şey yok artık dedi adam. Şimdi sizlerin her sorusuna yanıt verebilirim. Mermer kaidedeki ve heykeldeki tüm enerji ışın halinde gökyüzünün karanlığına akmıştı saniyelerce. Sanki şimşek çakar gibi bir kaç saniyelik bir parlaklık ortalığı gündüz gibi yapmaya yetmişti. Ama yalnızca bir kaç saniye. Sonrasında ortalık eskisi gibi karardı. Zifiri karanlık tekrar çöktü.

    -Kimsin? dedi Seyhan. "Nereden geliyorsun? dedi. "Bu yaptığın nedir?" dedi Aykut. Sorular peş peşe gelmeye başlamıştı. "Durun bakalım" dedi yabancı. Her şeyi anlatacağım. Az önce gönderilen ışığın kaynağı üzerindeki değişken ışıklı panoya baktı. Geri sayım gibiydi. Sizin zamanınızla yedi küsur dakikamız var" dedi. Bakışları karanlıkta çoktan kaybolmuş olan ışın demetini arıyor gibiydi.

   -Benim adım Kuday dedi. Size yakın bir sistemden geliyorum. En azından bir kaç onyıl daha buralarda olmamam gerekirdi veya sizler bilimde ve teknikte daha çok çalışmalıydınız. Şimdi ise koşullar zorladığı için buradayım. Neden burada olduğumu da biliyorsunuz. Kara delik. Sisteminizde çıkan kara deliği yok etmek. Eğer bu kara deliği burada durduramazsak bir sonraki lokması benim sistemim olacaktı. Burada güneşinizin ışığını yada gezegenlerinizi yutmakla doyacağını düşünmeyin sakın. O yıldız enkazları o kadar oburlardır ki doymak bilmezler. Süreçleri ağırdır ama sağlamdır. Çevresini yuttukça büyürler, büyüdükçe daha fazla yutarlar. Önce çevredeki gezegenler sonra güneşin kendisi onun menüsündedir. Dünyanıza sıra ne zaman gelir diye düşünüyorsanız güneşinizle aranızdaki iki gezegenden sonra diyebilirim. Önce birinci gezegeni yutacaktır, ardından ikincisini. Bu iki gezegen onun ancak kahvaltısı olabilir. Bir kaç yıl -yada beş on yıl- içerisinde de sıra o zamana kadar çoktan ölmüş olan gezegeninizde olacaktır.

     -O zamana kadar ölmüş olan mı? Soru iki gençten birden çıkmıştı.

     -Sizce böyle bir gecede ne yetişir. Karanlıkta hangi bitki büyür. Eko sisteminiz doğrudan merkezi yıldızınıza bağlı. Ondan ışık gelmeyince gezegeninizde hiç bir canlı yaşayamaz inanın. Belki aralarında sağ kalanlar yada yeni duruma uyum sağlayacaklar olabilir ama bu uzak bir olasılık. Öyle olsa dahi türünüzün sonu olacaktır bu kara delik. Sizin gezegeninizi yuttuğunda duracak mıdır? Hayır. Zaten güneşinizdeki enerjiyi alınca korkunç bir hız kazanacaktır büyümesi İşte o zaman sıra komşu yıldızlar ve sistemlere gelecektir. Benim uygarlığıma da tabi. Bu yüzden ben buradayım. İşi daha başında halledebilmek için.

    Madem bu iş bu kadar önemli öyleyse neden yalnızca bir kişi gönderiyorlar" dedi Seyhan. Yabancı bu soruya alınmış gibiydi. "Aşkolsun Seyhan" dedi. Beni tanıdın. Sıradan biri gibi mi duruyorum? Üstelik ben beceremezsem yukarıda başkaları var. dedi. Eliyle gökyüzünü gösteriyordu. Soru sorma sırası Aykuttaymış gibiydi

    -Peki biz neyi bekliyoruz dedi. Seyhan durumu az çok anlamıştı sanki. "Gönderdiğimiz enerji dalgasının kara delik çekirdeğine varmasını" Yabancı gülümsedi. Tahmininden daha akıllı çıkmıştı bilgisayarcı delikanlı. Üçününde gözleri ışın demetinin gönderildiği fenerdeydi. Işıklı panodaki rakamlar tek basamağa düşmüştü. Yabancı yirmi dedi. Ondokuz, onsekiz... Seyhan devam etti; onyedi, onaltı, onbeş. Aykutun hoşuna gitmişti ondört, onüç, on iki... Sıfıra vardıklarında gökyüzünde doğudan batıya tüm ufku aydınlatan bir ışık parladı. Biri dünyayı örten kara perdeyi yırtıp atmış gibiydi. Bir kaç dakika sonrada her yer olması gerektiği gibi aydınlanmıştı. Eski dost güneş gök yüzünde parıldamaya başlamışlardı.

    -Görev tamam" dedi memnun bir sesle. "Sizlerinde benimde uygarlığımız kurtuldu." Aykutta Seyhanda şaşırmıştı. "Bu kadar kolay mıydı? dediler. Aykut

     -Basit bir ışık mı sizleri ve bizleri kurtardı dedi küçümser bir sesle. Seyhan,

     -O bir lazerdi oğlum dedi. Sıradan bir ışk değil.

     - Evet lazerdi ama sıradan bir lazerde değildi. Bir gezegeni yada bir yıldızı yok edecek güçte bir lazer. Üstelik karadelik için karşı maddeyle güçlendirilmiş bir ışın demetiydi. Sözlerinin beklediği etkiyi sağlaması için bir süre sustu. Ardından  "Yapmamız gereken küçük bir iş kaldı yalnızca" dediğinde o eski etkileyici hatta emredici ses tonuyla konuşuyordu. Çantasından ele sığabilecek bir şişe çıkardı. Kendisini izleyen delikanlıların yüzüne doğru birer kere sıktı. Kendisine sersem gibi bakan iki gence  "Şimdi uyuyacaksınız. Uyandığınızda her şeyi unutacaksınız." dedi.

   O günün ertesinde Syriene antik kentinin harabelerinde bulunmuştu iki genç. Güneş saatinin ve güneş saatinin üzerine konulmuş Diyojen heykelinin hemen dibinde uyurken bulunmuştu. Oraya nasıl geldiklerini anımsamıyorlardı. Civarda bulunan Nakliyeci Mustafa nın kamyoneti nasıl geldiklerini açıklıyordu ama ne yaptıkları sırdı. Kocaman bir sır. Belde dedikoduyla çalkalanıyordu.

     Dünyayı Diyojenin kurtardığı söyleniyordu. Diyojenin ve Diyojeni oraya götüren iki kahraman gencin. Diyojenin fenerine ne olduğuysa hiç bir zaman açıklanamadı. Kayıtlara "çalındı" diye geçti.

    Bir gün bu beldeye yolunuz düşerse "Karadelik internet cafe" ye de uğrayın. Duvarda asılı duran teşekkür belgesini inceleyin. İlk bakışta farklılığını anlayacaksınız. Her ne kadar çevresi, özellikle eski patronu  Ercüment Afşar ın sağda solda söylediği "ticari reklam, kendisi İzmir de hazırlatmış" falan gibi cümleleri duyarsanız inanmayın. Seyhanın dediği gibi. "Böyle bir kağıt dünyada üretilmiş olamaz. Böyle bir sembol dünyada tasarlanmış olamaz”.

     Birde belde meydanındaki kamyoncular parkına uğrayın. Nakliyeci Aykutu bulun. Babasının arabasıyla kendisinin çalışmaya başladığını söylemişlerdi. Bir yemek söylerseniz yemekte sizlere arkadaşı Seyhanla gördüğü rüyasını anlatacaktır.       AZİZ HAYRİ  


540
Kurgu İskelesi / Ynt: Tecra Güncesinden
« : 27 Temmuz 2011, 17:32:39 »
çok iyi devam edin lütfen...

Sayfa: 1 ... 34 35 [36] 37 38 39