Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Legolas

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 18
31
1) Lensleri her akşam temizlememek: Lensle uyumak gözün enfeksiyon kapma riskini büyük oranda artırır. Lensinizi günlük olarak temizleyip uyuyun.

2) Kahvaltı yapmamak: Beslenme uzmanları, 'Kahvaltı yapmayan insanlar, sonraki öğünlerde daha fazla yiyor. İnsanlar daha az yediklerini düşünüyor. Tersine giderek şişmanlıyorlar' dedi.

3) Diş ipi kullanmamak: Diş ipi kullanmayı unutursanız ağzınızda yüzde 30 oranında daha fazla diş taşı oluşur. Bu da diş eti hastalığı riskini artırır. Diş ipi kullanmak hayatınıza 6 yıl ekler.

4) Yatarken makyajı silmemek: Kozmetik uzmanları her gece yatmadan önce makyajın silinmesi gerektiği söylüyor. Gözeneklerin açılması ve yüzün nefes alması için mutlaka makyajını yatmadan önce iyice silin.

5) Sebze ve meyve tüketmemek: Beslenme uzmanları günlük vitamin ihtiyacını karşılamak için sebze ve meyve gibi yiyeceklerin tüketilmesi gerektiğini söylüyor. Özellikle de sigara içenlerin sebze ve meyve tüketmesi şart.

6) Kişisel eşyaları paylaşmak: Tıraş makinenizi kesinlikle ödünç vermeyin. Eğer, ödünç verdiğiniz kişide Hepatit B veya C gibi hastalık varsa size geçer. Diş fırçası da paylaşılmaması gereken eşyalar arasında. Diş fırçanızı ve tıraş makinenizi paketleyin ve yedeğini bulundurun. Çünkü evinize yatıya gelen misafirler kendi diş fırçalarını veya traş makinelerini unutabilir.

7) Yeterli cilt bakımı yapmamak: Yüzünüz kadar çeneniz de yaşınızı ele verir. Göğüs ve dekolte bölgeleriniz de güneş ışığından etkilenir. Bu bölgelerinize de mutlaka bakım yaptırın.

8) Telefonda konuşurken yazı yazmak: İşyerinde telefonda konuşurken yazı yazmaya çalışmayın. Çünkü, boyun kaslarınız tahrip olabilir. Konuşurken kulaklık kullanmaya çalışın.

9) Hazır yiyecekler tüketmek: Araştırmalara göre hazır yiyeceklerin yarıya yakınında günlük tuz ihtiyacından yüzde 40 daha fazla tuz var. Hazır yiyecek alırkan 18 gr yağ ve 1.6 gr tuzdan fazlasını içeriyorsa almayın.

10) Hızlı yemek: Hızlı yemek yediğiniz takdirde midenizde ve gırtlağınızda yanma meydana gelir. Bu da şişmanlığa sebep olur. Çiğneyerek ve yavaş yiyin

32
Genel Kültür / Çinlilerin Yemek Çubukları
« : 20 Nisan 2008, 11:09:46 »
Aslında nedeni tam bilinmiyor. Bir görüşe göre, vakti zamanında Çin imparatorlarından biri halkın ayaklanmasından korktuğundan, eritilip silah olarak tekrar kullanılabilecek metal olan her şeyin toplanmasını emretmiş. Ellerindeki bıçak, kaşık ve benzeri şeyleri vermek zorunda kalan Çinliler ne yapsınlar, çaresiz bambu kamışlarından yapılmış ince çubuklarla yemek yemeye alışmışlar.

Akla daha yatkın gelen diğer bir görüşe göre ise çubukla yemek adeti Çinlilerin yiyeceklerini küçük parçalara bölüp yeme alışkanlıklarından ve buna bağlı olarak zaman içinde çok önemli bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Yemek çubukları milattan bir yüzyıl önce doğmuş. Yemeği içindeki yağa atıp karıştırarak pişirmeye yarayan tava benzeri kaplar kullanılmadan önce yiyecekler odun ateşi üzerinde pişiriliyormuş. Nüfus çoğaldıkça artan yiyecek ihtiyacından dolayı ormanlar kesilip tarlalar açıldıkça bu sefer de odun, yani yakacak sıkıntısı başlamış.

Zamanla etleri ve sebzeleri çok küçük parçalara bölüp, yağ içinde karıştırarak kızartmanın hem süratli pişmeyi hem de odundan tasarrufu sağladığını görmüşler.

O zamanlar ağaç sıkıntısı nedeniyle, yemek masası kullanmak zenginlere mahsus bir lüks olduğundan insanlar bir elleri ile yiyecek veya pirinç tabağını tutuyor, yemek yemek için de sadece diğer ellerini kullanabiliyorlarmış.

Çinlilerin yemeklerinin bol soslu olduğunu söylemeye gerek yok. Yerken çubukları kullanmak, her şeyi tek elle yemek zorunda olan Çinlilerin bütün parmaklarının kirlenmesi sorununu çözdüğü için hızla yayılmış. O zamanlar çubukların çok azı ağaçtan, çoğunluğu fildişi ve kemiktenmiş.

Şimdi artık ne metal ne de ağaç kıtlığı var. Zaten onların yerini sentetik malzemeler çoktan almış durumda. Ne var ki bırakın Çin'i, diğer ülkelerdeki bir çok insan bile bir Çin lokantası bulup, çubuklarla yemeğe uğraşıp, Çin imparatorunun veya odun yokluğunun yarattığı eziyete seve seve katlanıyorlar.

33
Genel Kültür / Güvercinler Öldüğünde
« : 20 Nisan 2008, 11:08:40 »
Genellikle hayvanlar kendilerini ölüme yakın hissettiklerinde ölümü beklemek için bir yerlere gizlenirler. Bu, bir ağaç kovuğu, kayaların arası veya saklanabilecekleri herhangi bir yer olabilir. Buradaki içgüdü, hayvanın kendisini güçsüz hissetmesi nedeniyle bir düşmanla karşılaştığında karşı koyamamak ve kaçamamak korkusudur.

Şehir hayatının bir parçası haline gelen serçe, güvercin, karga gibi kuşlar da etrafta çok miktarda bulunmasına rağmen bunların ölülerine aynı nedenle hiç rastlayamazsınız. Saklandıkları yerlerde öldükten sonra da vücutları bir şekilde ya bir başka hayvan ya da böcekler tarafından yenilerek yok edilir veya kendi kendilerine çürüyerek toprağa karışırlar.

Sokaklarda, meydanlarda insanlardan hiç çekinmeden dolaşan güvercinler bazen balkonlarımıza bile konarlar. Hiç dikkat ettiniz mi? Bütün bu güvercinlerin boyutları üç aşağı beş yukarı aynıdır. Öbür hayvanlar gibi yanlarında yavruları, minik güvercinler yoktur.

Bunun nedeni güvercinlerin yuva kurdukları yerlerdir. Onlar yeterince emniyetli görmedikleri ağaçlara yuva yapmazlar. Güvercinlerin ana yurdu Kuzey Afrika'dır. Buralarda yuvalarını kayalıkların üst noktalarına kuruyorlardı. Bu sayede aşağıdan gelecek düşmanlarını görebiliyorlardı.

Sonradan başka bölgelere göç eden güvercinler bu içgüdüsel alışkanlıklarını buralarda da sürdürdüler. Yuvalarını yüksek binaların pencere, çatı gibi yüksek yerlerine kurdular. Yavrularını gelişene kadar buralarda büyüttüler.

Zaten güvercin yavruları çok hızlı büyürler. Kısa bir süre içinde vücutları tüy ve teleklerle örtülür, birinci ay sonunda uçarak anne ve babalarını izlerler. Yani yavrular uçabilecek hale gelince boyut olarak büyüklerinden farkları kalmaz.

34
Genel Kültür / Böcekler Daha mı Üstün?
« : 20 Nisan 2008, 11:08:06 »
Biz insanlar kendimizi tabiattaki en mükemmel varlık olarak kabul eder, dünyanın asıl sahibi olduğumuzu zannederiz. Oysa diğer canlılar bir yana insanlar böceklerle yaptığı savaştan bile galip çıkamamıştır. Bir kere böcekler, insanın ortaya çıkmasından milyonlarca yıl önce de dünyada yaşıyorlardı.

O devirlerde onlarla birlikte yaşayan, başta dinozorlar olmak üzere, bir çok canlı türü tabiattan silindikleri halde, onlar çoğalma kapasiteleri ve farklılaşarak yeni türler çıkarma yetenekleri sayesinde günümüze kadar gelebilmişler, okyanusların derinlikleri hariç dünyanın her köşesinde yaşamayı başarmışlardır.

İnsan en baştan beri böceklerle savaş halindedir. Bilim ve teknolojinin bu kadar gelişmesine rağmen insan bu savaşta nihai zafere ulaşamamıştır. Halbuki böcekler fare piresi ile yayılan veba mikrobu aracılığıyla tarihte 100 milyonun üzerinde insanın ölmesine sebep olmuşlardır. Böceklerle taşınan virüs, bakteri ve mikropların insana verdiği zarar ve zayiata tarih boyunca hiç bir savaş sebep olamamıştır.

İlk bakışta boyutlarının küçüklüğü böcekler için bir dezavantaj olarak görülebilir. Oysa böceklerin insanlarla savaşlarındaki başarılarının en önemli faktörlerinden biri de bu boyutlarındaki küçüklüktür. Böcekler bu bedenleri ile her yere girebilmekte, kolaylıkla kaçabilmekte, saklanabilmekte, gıdamıza ortak olmakta, evimizde yaşamakta hatta kanımızı bile emebilmektedirler.

Böceklerin beden yapılarının küçük olması, onların çok kuvvetli bir kas sistemine ve inanılmaz fiziksel özelliklere sahip olmalarını sağlamıştır. Bacak uzunluğu 1,2 milimetre olan bir pire 196 milimetre yüksekliğe sıçrar ve 330 milimetre uzaklığa rahatça atlar.

Eğer insanoğlu kendi bedenine göre pire kadar kuvvetli olabilseydi bacak uzunluğu 90 santimetre olan ortalama bir insan 146 metre yüksekliğe sıçrayabilir, 247 metre uzağa atlayabilirdi. Muhteşem kas yapılan nedeni ile bir kaç milimetre boyunda olan bir sinek saniyede 330 kez kanat çırpabilir, küçük bir karınca ağırlığının 50 katı kadar bir yükü itebilir.

Böcekler üreme bakımından da insanlardan çok üstündürler. Bir çift sineğin bıraktığı yumurtaların hepsi yaşasa ve bunlar erginleştikten sonra hepsi üremeye devam edebilse 5 ay içerisinde sayılan inanılmaz bir miktara ulaşırdı (191'in yanına 18 tane sıfır koyun). Şükür ki tabiatın dengeleri hiçbir zaman buna müsaade etmez.

Böceklerin bir çoğu insan kemiğinden daha sert, daha dayanıklı ve hafif, mekanik ve kimyasal dış etkenlere hatta aside dayanıklı bir dış iskelete veya beden duvarına sahiptirler.

Ayrıca böceklerin dünyada yaşadıkları yerlerde nüfus yoğunlukları da çoktur. Çekirgelerin sürü halindeki uçuşlarında 320 kilometrekarelik bir alanı kapladıkları görülmüştür. Ormanlık bir bölgede 4 500 metrekarelik bir alanda, toprağın üstünde ve altında 65 milyon böcek yaşayabilmektedir. Eğer dünyadaki bütün böcekler bir araya getirilebilselerdi, bunların toplam ağırlığı, dünyamızda yaşayan tüm insanların ve hayvanların ağırlıklarının toplamından fazla olurdu.

Şimdiye kadar böceklerin hep zararlarını anlattık. İpeği yapan ipek böceği ya da balı yapan arı da birer böcektir. Çiçeklerin ve meyvelerin çoğunun üremeleri böceklerin taşıdıkları tozlarla olur.

O halde dünyamızın bu üstün yaratıkları ile savaşta, iyi ile kötüyü ayırt etmeye, tabiatın dengesini bozmamaya çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Zaten şimdilik her iki taraf da belirgin bir üstünlük sağlamış değillerdir.

35
Genel Kültür / Sinekler Kışın Ne Yaparlar?
« : 20 Nisan 2008, 11:07:26 »
Sineklerin her türü kışın ortadan kaybolur. Havaların ısınmasıyla birlikte de aniden ortaya çıkıverirler. Yazın karasinekler gece gündüz evlerimizin baş köşesinde dolanırlarken sivrisinekler gündüzleri ortada görünmezler. Acaba mesai saatlerinin dışında ne yaparlar? Sinekler, böcekler uyurlar mı?

Sinekler ısıya çok hassastırlar. Güneş bir bulutun arkasına girdiğinde oluşan sıcaklık değişikliğinden bile etkilenirler. Kış günlerinde bazı bölgelerde sıfırın bile çok altına inen sıcaklıklar onların, özellikle gelişmiş olanlarının yaşama şanslarını yok eder.

Larva veya yumurta halindekiler ise yaşamaya devam ederler. Bahar aylarında gelişmiş birer karasinek olarak yaşantımıza katılırlar. Yani evinizde gördüğünüz sinekler geçen senekiler değillerdir, onların çocuklarıdırlar.

İnsanların olduğu yerlerde yaşayan sivrisinekler çoğunlukla gece faaliyet gösterirler. Çoğu alacakaranlık saatlerinde, sabaha karşı ve akşamüstü daha aktiftirler. Aktif oldukları bu süre bir veya en çok iki saati geçmez. Öyleyse sivrisinekler aktif olmadıkları, günün en azından 22 saatlik bölümünde ne yapıyorlar?

Kuvvetli ışık, havadaki nem oranının düşük olması ve rüzgar, sivrisineklerin işe çıkmalarına mani olan en önemli faktörlerdir. Boş vakitlerinde çoğunluğu, bitkiler, otlar, çimenler ve ağaçlar üzerinde dinlenirler. Renkleri ve boyutlarından dolayı onları oralarda fark etmek kolay değildir. Bazıları ise evlerin odalarında loş köşelerde kalırlar.

Sineklerin, böceklerin uyuyup uyumadıkları ise uyumak fiilinin tanımına bağlıdır. Zaten uykunun gizemi de tam çözülmüş değildir. Hareketsiz kalıp, dış ortamdan bağlantıyı koparmayı uyku olarak nitelendirirsek böcekler de uyur, balıklar da. Fakat bu arada beyinlerinde neler oluştuğunu kimse bilmiyor.

Memeli hayvanların, örneğin kedilerin, köpeklerin, ineklerin uykuları ve bu sırada beyinde oluşan elektriksel dalgalar konusunda ciddi araştırmalar yapılmıştır. Onların da bizim gibi uyudukları hatta rüya bile gördükleri kesin olarak biliniyor.

Ancak bir karasineğin veya örümceğin beynine elektrik kabloları bağlayıp bir molekül boyutundaki beyinlerinde neler olup bittiğini araştırmak hala pratikte pek mümkün değil.

36
Genel Kültür / Unun Patlayıcı Özelliği
« : 20 Nisan 2008, 11:06:17 »
Tarihte kayda geçen ilk un patlaması 1785 yılında İtalya'da Turiri'de bir ekmek fırınında, bir lambanın un tozunu tutuşturması sonucu oldu. Ölüme ve fazla zarara yol açmayan bu patlamadan sonra konu unutuldu gitti.

Modern günlerimizin başlangıcında, insanlık tarihinin ana gıdası ekmeğimizin en önemli girdisi olan unun çok ciddi bir şekilde yanarak patlayabileceğini kime söyleseniz herhalde şaka kabul eder gülerdi. 1981'de ABD'de büyük bir hububat silosu infilak edip, 9 kişi ölüp, 30 kişi de yaralanınca gülmeler durdu. 1988'de hububat bulunan yerlere belirli bir emniyet standardı getiren kuralların uygulanmasına başlanılmasına rağmen 90'lı yıllarda sadece ABD'de undan kaynaklanan ortalama yılda 13 patlama oldu.

Peki nasıl oluyor da un bu kadar tehlikeli bir şekilde patlayabiliyor? Sebebi basit. Çünkü o bir karbonhidrat. Havada toz olarak asılı duran karbonhidratın miktarı, bir metreküpte 50 gramı aşınca herhangi bir şekilde tutuşturulduğunda patlar. Un tozları o kadar küçüktür ki, anında yanar ve bu yangın diğerlerine zincirleme yayılır. Bu da toz bulutunda, ortama da bağlı olarak, patlayıcı bir güç oluşturur. Benzer durum şeker, puding ve hatta çok ince testere talaşlarında bile oluşabilir.

Bir yangının çıkması için üç şeyin bir arada olması gerekir. Hava (içindeki oksijen), yanıcı madde (burada un oluyor) ve tutuşturucu. Silolarda insanların çalıştıkları yerlerde tutuşmak için gereken metreküpte en az 50 gram un tozu miktarına pek ulaşılamaz. Tabii burada unutulmaması gereken patlamaya sebep verenin yanıcı maddenin havada asılı duran toz miktarı olduğudur, yoksa yere serilen unda böyle bir tehlike yoktur.

Silolarda tutuşmaya sebep olan şeyler, bilinçsizce yapılan bir kaynak, bir kesme işlemi, sigara, asansörler ve konveyörlerin mekanizmalarından çıkan kıvılcımlar olabilir. Şüphesiz ortamın da çok önemi vardır. Patlamanın yarattığı büyük basınç boşalacak yer bulamazsa binayı bile yıkabilir. Açık havada ise patlama olmaz ama yine de tehlikeli bir alevlenme olur.

Hanımlar, endişelenmeyin, kurabiye veya börek yapmak için aldığınız bir kilo undan 50 gramı havaya uçmaz. Bu olay için tonlarca un gerekir. Hamur yoğurmak için balkona çıkmanıza hiç gerek yok!

37
Genel Kültür / Filler aynada kendini tanıyor
« : 20 Nisan 2008, 11:05:05 »
Filler aynada kendini tanıyor
ABD'de yapılan bir araştırma, fillerin de şempanze ve yunuslar gibi aynada kendilerini tanıyabildiklerini ortaya koydu.

Araştırmaya katılan bilim adamlarından Joshua Plotnick, fillerinin beyninin hayvanları ayna önünde kendilerini incelemeleri için mantığa uygun bir tercih yapacak hale getirdiğini belirtti.

Araştırmacılar, bu araştırmayı yapmak için New York'ta bulunan Bronx Hayvanat Bahçesi'nde yaşayan üç dişi fili, 2.4 metre boyutundaki dev kare aynalar önünde teste tabi tuttu.

Deney boyunca filler kendi görüntülerini, ağız içi gibi normalde görülemeyecek bölümleri, yansımaları kullanarak ve tekrar tekrar yaptıkları hareketlerle inceledi.

Bu fillerden biri, hortumunu kullanarak gözünün üzerine çizilen renkli bir X işaretine birkaç kez dokunmayı başardı.

Aynı fil, diğer gözünün üzerinde yer alan ve benzer koku ve dokuya sahip olan ancak gün ışığında görülemeyen diğer bir X işaretineyse tepki vermedi

38
Genel Kültür / Nargilenin Tarihi
« : 20 Nisan 2008, 11:04:14 »
İnsanoğlu ilk olarak milattan önce keşfetti tütünü... İbadet amacıyla yaktıkları tütün yapraklarının verdiği keyfi fark eden insanlar, o günden beri onu hayatlarında vazgeçilmez kıldı. Tütün, tarih boyunca çeşitli medeniyetler tarafından şekillendirildi. Pipo oldu, puro oldu, sigara oldu, ağızlarda çiğnendi. Ancak hiçbir şekil, tütün ile nargile kadar bütünleşmedi.

Hindistancevizi'nin dışındaki tütün benzeri tabakayı yakan ve cevizin içine soktukları kamışla keyif yapan Hintliler, asırlar sürecek olan nargile geleneğini de başlatmış oldular. Nargile, aradan geçen yüzyıllar sonunda bir kültür haline dönüştü. Dede torununa miras bırakacak kadar değer verdi nargilesine... Kimi zaman sultanların başucunda yerini aldı, kimi zaman ise hak ettiği ilgiden mahrum bırakıldı. Nargile ve nargile çevresinde oluşan göz kamaştırıcı kültür, bugün yine o ihtişamlı günlerine yeniden dönmenin hazırlığını yapıyor. Tütüne sihir katan kültür, gün geçtikçe daha fazla ilgi, sevgi görmeye devam ediyor.

Doğu kültürünün önemli bir parçası olan nargilenin ismi Farsça'da 'Hindistancevizi' anlamına gelen "nargil" kelimesinden geliyor. Araplarca "şişa", İranlilarca ise "kalyan" olarak adlandırılan nargilenin ilk örnekleri Hindistan'da ortaya çıktı. Hindistancevizinin içi boşaltıldıktan sonra kabuğuna bir kamış sokularak yapılan ilk nargile, hintkeneviri tüketimine yeni bir boyut katarken, hindistancevizi ise zamanla yerini kabağa bıraktı. Gün geçtikçe yaygınlaşmasının ardından da porselen ve bronz gövdeli nargileler ortaya çıktı ve bunları çini, gümüş ve cam gövdeli nargileler izledi.

Önce İranlilar, sonra Araplar arasında yaygınlaştı.

Araştırmacıların 'sohbet medeniyeti' diye tanımladığı Osmanlı ise tütünü tanıdığı 16. y.y dan bu yana nargileyi içine çekip, dumanını göğe savuruyor. Muhabbet erbablarının vazgeçilmez dostu nargile, bu misyonunu günümüzde de hiçbir şey yitirmeden sürdürüyor. Çünkü tiryakilere göre tek başına nargile içmenin hiçbir anlamı yok! Bu nedenle nargile kahveleri hâlâ en koyu sohbetlerin başlıca mekanı olma özelliğini koruyor.

39
Genel Kültür / Halı'nın Tarihçesi
« : 20 Nisan 2008, 11:03:20 »
Halıcığının tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar önce hayvan postlarını kullanıyorlardı. İhtiyaçları arttıkça, ihtiyaçlarına uygun post bulamadıkları için, post taklidi yaygılar ürettiler. Zamanla sevdiklerini de desenleştirerek, bügünkü halının kaba örneklerine ulaştılar. Kısaca halı insanoğlunun doğaya karşı ve doğayı kendine uydurma mücadelesinin ilk ürünlerindendir.
Günümüze kadar gelen halı, yaşantımıza ekonomik, sosyal ve kültürel olarak önemli bir yer tutar. Gerek Türklerdeki, gerekse doğu ülkelerindeki ev dekorasyonundaki başlıca unsur halı ve kilimdir.
Önce kuzusundan veya koyunundan yününü kırpar. Elde ettiği yapağıyı derede veya akarsuda yıkar. İyice temizlikten sonra yünü güzelce kabartır ve elde ettiği köpük gibi yünü eğirir. Artık ipini elde etmiştir.
Sıra yünlerin boyanmasına gelmiştir. Çevresinden bildiği otları, kökleri toplar ve elindeki yünleri anasından atasından gördüğü usüllerle kaynatır. Değişik renklerle ihtiyacı kadar ipi elde ettikten sonra fazla boyaları akana kadar, yeniden iyice yıkar. Artık dokuma tezgahına dokumaya kalmıştır. Ve yüreğini de koyarak başlar dokumaya.
Bu arada da oğlu evlenme yaşına gelmiş analar da oğullarına kız bakmaya başlarlar. Gelinlik çağdaki kızların evlerine daha sık girip çıkmaya, kızın marifetlerini, huyunu suyunu anlamaya çalışırlar. İşte kızların çeyizlerine dokudukları halı ve kilim ruhlarının aynası, marifetlerinin diplomasıdır.
Sanırız bu örnek halı ve kilimin Anadolu'daki sosyal önemi hakkında yeterli bilgiyi vermektedir.

Halının üç elemanı vardır. Bunlar sırası ile halının temelini oluşturan saçak uzantıları şeklinde dışarıya taşan çözgü kısmı, enlemesine giden ipler şeklinde atkı kısmı ve halının tüylerini meydana getiren düğüm kısmı. Halının işçiliği incelendiğinde düğümün çeşidi yanında, atkı ve çözgünün de özellikleri, özellikle kullanılan malzemenin çeşitliliği yönünden araştırılmalıdır.

Kullanılan Boyanın Çeşidi ve Kalitesi
Kullanılan boyalar da ikiye ayrlır. Kök boyalar ve sentetik boyalar. Kök boyalar bitkilerden ve bitki köklerinden yapılır. Günümüzde çok mükemmel sentetik boyalar da söz konusudur. Ve çok güzel sonuçlar elde edilmektedir. Ancak hiç bir zaman kök boyaların o üç boyutlu parlak güzelliği veremezler. Bu nedenle kök boyalar tüm eksperlerin tercihidir. Ancak gittikçe kaybolmaya yüz tutmaktadır.
Desen ve Kompozisyon
Desenleri de geleneksel ve ticari desenler olarak ikiye ayıracağız. Ticari desenler hayal gücüne dayalı anlatımla müşteri tarafından beğenilebilirler. Ancak geleneksel desenlerle Türk kültür ve felsefi yapısının tüm unsurları yer alır. Her desenin bir anlamı, her anlamda da derin ve köklü bir felsefe vardır.

Yaş
Halının yaşı, halının garantisidir. Elli yıl kullanılmış ve hiçbir şey olmamış, hiç bozulmamış halı, kendini kanıtlamış halı demektir. Ve iyi bir halı eskidikçe güzelleşir. Bu nedenle eski halı, yeni halıya her zaman tercih edilir.
Biraz da kilimler üzerinde duralım. Kilimlerin de kalitesini belirleyen faktörler halı ile aynıdır. Ancak bazı kilimlerin dokunuşu daha zor, emeği daha fazla, daha dayanıklı ve dekoratiftir. Şimdilik halıya oranla daha ucuz olmakla birlikte, yakın gelecekte halıdan daha pahalı olacaktır.
Kilimlerin desenleri de halıya büyük bir benzerlik gösterir ve aynı anlamı içerirler.
Sonuçta el dokuması halı ve kilim, kadınlarımızın emeğinin ve yüreğinin birleştiği en zor ve en ğüzel el sanatlarından birisidir.

40
Genel Kültür / Kehanet Nedir?
« : 20 Nisan 2008, 11:02:15 »
Kehaneti, en yalın anlamıyla, duyular dışı bir sezgi yoluyla, doğrudan doğruya geleceğin bilinmesi olarak tanımlayabiliriz. Kehanet olgusuna en ilkel kabine kültürlerinden en gelişmiş uygarlıklara kadar her toplumda rastlamak mümkündür. Çünkü bu olgu biz insan şuuruna özgü bir yeteneğin eseridir ve bazı insanlarda doğuştan mevcut olmakla beraber aslında hepimizin içinde saklı durmaktadır. Nitekim hemen hepimiz yaşamlarımızda en azından birkaç kez geleceğe ait sezgiler ya da rüyalarımızın gerçekleşmesi gibi -gerek kendimizde, gerekse çevremizde- olaylara rastlamışsızdır.

Dilimizde yaygın olarak kullanılan kehanet Arapça kökenli bir sözcüktür ve Türkçe karşılığı önbili'dir. Kehanette bulunan kişilere her çağda, her toplumda farklı isimler verilmiştir. Bu isimlerden dilimizde en yaygın olarak yerleşmiş olanı kahin (erkek) veya kahine'dir (kadın). Kahin sözcüğünün anlamı, gaipten haber veren ve Tanrı habercisidir.


Ruhsal alem, beş duyumuzun algı sınırlarının üzerinde bulunan ve çok daha ince vibrasyonlardan oluşan, fizik kanunların dışındaki kanunlara tabi olan bir boyuttur ve insan her an bu boyutla iç içe yaşamaktadır.

Duyular dışı yeteneklere sahip olan kişilere genel anlamda medyum adı verilmiştir. Özel yeteneklere sahip olan medyum tabiatlı kişiler, ruhsal alem veya ruhsal boyutun varlıklarıyla iletişim kurabilmektedirler. Alınan bilgiler, insanın günlük yaşamı içerisinde duyular kanalıyla algılayamadığı, fakat özel şuur durumları içerisinde uzanabildiği farklı boyutlardan ve bu boyutlarda varlığını sürdüren yüksek deneyimlere sahip, insanların gelişimlerinden sorumlu idareci ruhsal varlıklardan alınan ruhsal tebliğlerdir.

Kehanetler büyük bir buz dağının su üstünde görünen küçücük bir bölümü gibidir. Asıl önemli olan suyun altındaki görünmeyen kısmıdır.

Kehanete Duyulan İlginin Temeli
Günümüzde bile gelecekte nelerin olacağı birey, toplum ve dünya insanlığı olarak herkesin ilgi duyduğu, merak ettiği bir konudur. Kehanete duyulan ilginin temelinde, insanın geleceğe karşı zayıf ve bilinçsiz durumda bulunmasından ötürü, yaşama karşı daha bilgili olarak direnebilmek, kendini emniyete almak, arzularının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini öğrenmek, aşırı derecede eş koşulan hedeflerin gerçekleşmeme durumunda hayal kırıklıkları yaşamamak ve kaderinin ne olduğunu bilmek isteği yatmaktadır.

41
Yüzüklerin Efendisi / Istari Hakkında
« : 19 Nisan 2008, 19:39:00 »
Büyücü, Quenya istar (Sindarin ithron) kelimesinin tercümesidir: Dünya tarihi ve tabiatı hakkında seçkin bilgiye sahip olan, bu bilgilerini ortaya koyan ve “divan”ın (onların isimlendirdikleri şekilde) üyelerinden her biri. Büyücü tercümesi çok doğru sayılmayabilir; çünkü Heren Istarion yada Büyücüler Divanı sadece Üçüncü Çağ’a mahsustu, sonra Orta Dünya’dan ayrıldılar. Elrond, Cirdan ve Galadriel hariç onların nereden geldiklerin keşfeden yoktu. Ayrıca Büyücüler Divanı daha sonraki efsanelerde anlatılan “büyücüler” ve “sihirbazlar”dan farklıydılar.


İnsanlar (önceleri), kendileriyle ilişkilerde bulunan bu kimselerin uzun ve gizli çalışmalar sonucu ilim, irfan sahibi haline gelmiş başka İnsanlar olduklarını düşünüyorlardı. Orta Dünya’da ilk defa Üçüncü Çağ’ın 1000. yılında gözüktüler. Başta basit bir kılıktaydılar; insanlar gibi yaşlıydılar fakat bedenen dinçtiler. Güçlerini ve gayelerini açığa vurmadan yolcular ve gezginler gibi dolaşarak Orta Dünya ve üzerinde yaşayan her şey hakkında bilgi ediniyorlardı. İnsanlar onları pek seyrek görüyor ve önemsemiyorlardı. Lakin Sauron’un gölgesi büyümeye ve yeniden şekillenmeye başladığında daha faal hale geldiler. Sauron’un gölgesinin büyümesini engellemeye, Elfler ve İnsanlar’ı tehlikeden haberdar etmeye çalıştılar. Daha sonra gelişleri, gidişleri, bir çok meseleye müdahale edişleri insanlar arasında söylentiler yayılmasına yol açtı. İnsanlar fark ettiler ki babaları, kendileri ve hatta oğulları dünyadan göçüp giderken onlar hiç ölmüyor hep aynı kalıyorlardı (yalnızca bir dereceye kadar yaşlanmış gözüküyorlardı). İnsanlar onları sevmelerine, Elf ırkından saymalarına rağmen (ve aslında onlarla arkadaşlık ederlerdi sık sık) onlardan korkarak büyüdüler.

Lakin onlar elf değillerdi; çünkü Uzak Batı’dan geliyorlardı ancak bu yalnızca Üçüncü Yüzük’ün Koruyucusu ve Gri Limanlar’ın efendisi Cirdan tarafından biliniyordu. Zira o Istari’nin Orta Dünya’nın batı kıyısına varışlarını görmüştü. Orta Dünya’nın idaresi hakkında hala istişare eden ve Sauron’un gölgesi büyümeye başladığında ona karşı koymaya girişen Batı’nın Efendileri’nin yani Valar’ın temsilcileriydiler. Eru’nun izniyle kendi yüce ırklarından üyeler gönderdiler; ancak bunlar insan şekline bürünmüşlerdi. Gerçek insan gibiydiler; dünyanın korkularına, acılarına, yorgunluklarına maruzlardı. Acıkabilir, susayabilir ve katledilebilirlerdi; fakat asil ruhları sayesinde ölmezler ve ancak uzun yılların endişeleri, üzüntüleri ve sıkıntılarıyla yaşlanırlardı. Böylece Valar eski hatalarını düzeltmek arzusuyla temsilcilerini, haşmetlerini açığa vurmayı ve İnsanlarla Elflerin iradelerini güç kullanarak idare etmelerini yasaklayarak gönderdi. Çünkü Valar’ın bütün güçlerini ve ihtişamlarını sergileyerek Eldar’ı korumaya ve kanatları altına almaya tenezzül etmeleri büyük bir hata olmuştu. Zayıf ve aciz görünümünde gelerek Istari, İnsanlar ve Elfleri iyiye ikna etmeye uğraşacak, Sauron’un tekrar gelmesi halinde onun nasıl hakimiyet kurmaya, bozgunculuğa çabalayacağını anlatarak onları sevgi ve anlayışla Sauron’a karşı birleştirmeye çalışacaktı.

Bu Tarikat’ın üyelerinin sayısı belli değildir; ancak en fazla umut bulunan Orta Dünya’nın Kuzeyi’ne (çünkü Dunedain ve Eldar’ın kalanları burada yaşıyorlardı) gelen reisleri beş taneydi. İlk gelen, asil görünüşlü, kuzguni saçlı, güzel sesli ve beyazlar giyinmiş biriydi. El işlerinde büyük hüner sahibiydi. Hemen hemen herkes hatta Eldar bile onu Tarikatı’ın başı olarak görmüştü (1) . Diğerlerinin ikisi deniz mavisi biri toprak rengi giyinmişti. Son gelen, diğerlerinin sonuncusu ve en kısa boylusu olarak gözüken, daha yaşlı, gri saçlı, grilere bürünmüş ve bir asaya dayanarak yürüyen biriydi. Ama Cirdan Gri Limanlar’daki ilk karşılaşmalarında onu sezmiş ve hürmet ederek kendi muhafazasındaki Üçüncü Yüzük’ü Kırmızı Narya’yı ona vermişti.

“Zira” demişti “pek çok iş ve tehlike yatıyor önünüzde. Vazifeniz çok mühim ve yorucu; bu sebepten Yüzük’ü yardımcı ve destek olması için al. Bana gizli tutmam için emanet edilmişti; lakin burada Batı Kıyıları’nda lüzumsuz. Zannediyorum ki gelecek günlerde, onu bütün gönüllerin cesaretle tutuşması için kullanabilecek ve benimkinden daha asil olan ellerde olması gerekiyor.” (2) Gri Elçi Yüzük’ü aldı ve hep gizli tuttu; ancak Ak Elçi (bütün sırları açığa çıkarma hünerine sahipti) bir süre sonra bu hediyenin fakına vardı ve kıskandı. Bu, Gri’ye olan daha sonra açıkça göstereceği; ama şimdilik sakladığı kininin başlangıcıydı.

Ak Elçi sonraki günlerde Elfler arasında Curunír, Hüner Adamı olarak anılmaya başladı. Seyahatlerinin sonunda Gondor ülkesine gelip yerleştikten sonra Kuzey İnsanları’nın dilinde Saruman olarak anıldı. Curunír ile Doğu’ya geçtikleri için Batı’da Maviler hakkında pek fazla şey bilinmiyordu ve Ithryn Luin, Mavi Büyücüler haricinde isimleri yoktu. Doğu’dan hiç dönmediler. Orada kalıp kalmadıkları, hangi amaç için gönderildikleri, ölüp ölmedikleri yada Sauron tarafından tuzağa düşürülüp de onun uşakları haline gelip gelmedikleri bilinmemektedir.(3) Yine de bunların herhangi birinin olması imkânsız değildir; çünkü Orta Dünya yaratıklarının suretindeydiler ve her ne kadar tuhaf gözükse de Elflerle İnsanlar gibi amaçlarından şaşabilirler, iyinin gücü için yaptıkları arayışı unutabilirler ve kötülük yapabilirlerdi.

Şüphesiz buraya ait olan ayrı bir paragraf:

Çünkü vücuda gelmiş Istari’nin bir çok şeyi tecrübeyle tekrar öğrenmesi gerekiyordu. Nereden geldiklerini biliyorlardı; fakat Kutlu Diyarlar’ın hatırası uzak bir görüntüden ibaretti. Vazifelerine sadık kaldıkları müddetçe ziyadesiyle hasretini çektikleri bir ülkenin görüntüsü. Bu sayede sürgünün yarattığı ıstıraba ve Sauron’un aldatmacalarına katlanarak kendi hür iradeleriyle o zamanın kötülüklerini düzeltebilirlerdi.

Gerçekten de bütün Istari içinde yalnızca biri sadık kaldı ve bu son gelendi. Dördüncü olan Radagast Elfler ve İnsanlar’dan vazgeçip Orta Dünya’da yaşayan hayvanların ve kuşların sevdasına düşerek günlerini vahşi yaratıklar arasında geçirdi. İsmini (eski Numenor dilinde “hayvanların bakıcısı” anlamına geliyordu) de işte bu yüzden aldı.(4) Curunír’Lân, Ak Saruman ise ayrıldı; kibirli ve sabırsız hale gelip güç sevdasına düşerek Sauron’un iradesine zorla sahip olmaya ve onu defetmeye çalıştı. Ancak kendisinden daha kuvvetli olan o karanlık ruh tarafından tuzağa düşürüldü.

Son gelen Elfler arasında Mithrandir, Gri Seyyah [not: Metis’de “hacı” olarak çevrilmiş “pilgrim” kelimesini “seyyah” olarak tercüme etmeyi tercih ettim; çünkü bu şekilde ismin anlamı bu bölümdeki açıklamalara daha uygun oluyor] olarak adlandırılmıştı; çünkü belli bir yerde yaşamıyor, ne mal ne de takipçi topluyordu. Hep Batıili’nde Gondor’dan Angmar’a, Lindon’dan Lórien’e, öteden beriye gidiyor, ihtiyaç zamanlarında bütün halklarla dostluklar kuruyordu. Gayretli ve arzulu bir ruhu vardı (ve bunlar yüzük Narya ile çoğalmıştı); çünkü o Sauron’un düşmanıydı. Mahvedici ve harap edici ateşe, tutuşturucu bir ateşle karşı geliyordu. Solgun bir ümit ve kederle yardıma koşuyordu; ama aynı zamanda çoşkusu, kıvrak öfkesi kül rengi bir pelerinin ardında duruyordu. Öyle ki sadece onu çok iyi tanıyanlar içindeki bu kavurucu alevi fark edebilirlerdi. Neşeli olabilirdi, genç ve basit olanlara da nazik. Bunun yanında sivri dil gerektiren zamanlarda ve budalalıklara karşı pek çabuktu. Ama o ne kibirliydi ne de övgü peşinde; bu yüzden kendileri de kibirli olmayanlar arasında çok sevilirdi. Çoğunlukla yorulmaksızın yayan ve bir asaya dayanarak seyahat ederdi. Bu sebeptendir ki Kuzey’in İnsanları ona Gandalf yani “Asa’nın Elfi” derlerdi. Çünkü (yanlış da olsa) onu Elf türünden sayıyorlardı; zira pek çok zaman elflerin kerametleriyle ilgili çalışır, özellikle de ateşin güzelliğine hayranlık duyardı. Yine de işlediği, meydana getirdiği bu harikalar neşe ve zevk içindi. Kimsenin ona hayranlıkla bakmasını veya tavsiyelerini korku içinde dinlemesini arzu etmezdi.

Başka bir yerde; Sauron’un tekrar ortaya çıkmasıyla birlikte Gandalf’ın da kendi güçlerinin bir kısmını ifşa ederek ona karşı direnişin başı oluşu ve direnişin muzaffer oluşu – ki aslında Tek’in altındaki Valar’ın tasarladığı bütün ihtiyati unsurlar ve emek sayesinde olmuştu – anlatılmaktadır. Buna rağmen denir ki yapması için gönderildiği vazifenin sonlarında çok acı çekmiş ve hatta katledilmiştir; ancak bir süreliğine ölümden geri gönderilmiş, aklara bürünmüş ve parlak bir alev olmuştur (ama büyük ihtiyaç olmadıkça bunu gizlemiştir). Her şey sona erip Sauron’un gölgesi yok edildiğinde bir daha geri dönmemek üzere Deniz’e açıldı. Curunír ise tamamen yıkılmış, bütün gücü yok edilmiş bir haldeyken, ezilmiş kölesinin eliyle yok olmuş ve ruhu da mahkûm olduğu yere gitmiş ve bir daha ne öylece ne de bir vücuda kavuşmuş halde Orta Dünya’ya gelmiştir.

Yüzüklerin Efendisi’nde Istari hakkındaki tek genel bilgi Ek B’deki Üçüncü Çağ’ın Yıllarının Öyküsü’ndeki başnotta bulunmaktadır:

1000 yıl geçtikten ve Büyük Yeşil Orman’a ilk gölge düştükten sonra Istari yada Büyücüler Orta Dünya’da gözüktüler. Uzak Batı’dan geldikleri, Sauron’un gücüyle mücadele edecek elçiler oldukları ve ona karşı direnme iradesi olanları birleştirecekleri söylendi. Fakat onun gücüne güçle karşılık vermeleri ve Elflerle İnsanları korku yada zorla etkilemeleri yasaklanmıştı.

Bu sebepten, hiç genç olmamalarına ve çok yavaş yaşlanmalarına, birçok el ve zihin hünerine sahip olmalarına rağmen insan görünümünde geldiler. Pek az kişiye gerçek isimlerini açıkladılar ve onlar yerine kendilerine verilmiş isimleri kullandılar. Bu tarikatın en yüce iki üyesi (toplamda beş kişi oldukları söyleniyordu) Eldar tarafından Curunír “Hüner Adamı” ve Mithrandir “Gri Seyyah” olarak adlandırılırken, Kuzey’in İnsanları onlara Saruman ve Gandalf diyorlardı. Curunír sık sık Doğu’ya seyahat etti; ancak sonunda Isengard’da yaşamaya başladı. Mithrandir Eldarla en yakın dostluğu kurmuştu. Çoğunlukla Batı’da dolandı ve hiçbir zaman kendine kalıcı bir mesken bulmadı.


42
Orta Dünya Günlükleri / Gondor
« : 19 Nisan 2008, 19:32:09 »
Gondor Orta Dünya’nın güneybatısında yerleşmiş bir bölgedir. Ortalama 700 km doğu batı yönünde ve 450 km kuzey güney yönünde bir alana hakimdir. Üçüncü çağın sonunda Gondor’a dahil olan topraklar AkDağların güneyi ile Lefnui ve Anduin nehirleri arasındaki topraklar, Akdağların kuzeyi ile Mering Çayı ve Anduin arasında kalan ve Anorien olarak adlandırılan bölge ve Anduin’in doğusunda kalan ve Mordor’la sınırı çizen İthilien’dir.



Gondor’un en geniş ve nüfus yoğunluğu fazla olan bölümü AkDağlar’ın güneyindeki Belfalas körfezi sahilleridir. Bu bölge Lossarnach, Lebennin, Lamedon, Belfalas, ve Anfalas Prensliklerine ayrılmıştır. Prensler Gondor hükümdarına bağlıdır.

Lossarnach Akdağlar’ın güneydoğu ucundaki vadide yer alan küçük ama kalabalık bir bölgedir. Dağlardan gelen Erui nehri Lossarnach ve Lebennin’in içinden geçerek Anduin’e devam eder. Zengin bitki çeşitliliğine sahip orman ve çayırlıkları bulunan bölgenin tipik bitki çeşitlerinden biri Athelastır. Imloth Melui Vadisi bölge sınırları içinde yer alır.

Lebennin yerleşimi Lossarnach’ın batısında kalır. Burada Erui Nehrine Sirith ve Celos Akarsuları da eklenir ve birlikte Anduine akarlar. Diğer yandan Gilrain ve Serni ırmaklarının oluşturduğu bir başka nehir sistemi de Belfalas Körfezine akar. Gilrain nehri aynı zamanda Lebennin’in batı sınırlarını da çizer. Doğu sınırları ise Anduin’le belirlenir. Lebennin güçlü cesur bir halkı olan büyük bir prensliktir. Halkın çoğunluğu yerleşik bölge halkıyla dunadainlerin melezleridir. Anduin civarındaki Lebennin halkının geneli balıkçılıkla iştigal eder. Bir liman şehri olan Pelargir, Sirith’in Anduin’le birleştiği noktanın yakınlarında yer alır. Linhir kasabası ise Gilrain ve Serni ırmaklarının bağlandığı sığlığa yerleşmiştir. Lebennin’in bilinen zengin bikri örtüsüne tanıtıcı bir örnek olarak Simbelmyne verilebilir.

Belfalas merkezi aynı adlı körfez üzerinde yer alan dağlık bir burun üzerine yerleşmiş çok büyük bir prensliktir. Bir liman şehri olan Dol Amroth burnun en batı ucunda yer alan tüm burna hakim bir konumda bulunmaktadır. Cobas Limanı Dol Amroth’un yerleştiği koy üzerinde kuruludur. Şehir güçlü ve yüksek duvarlarıyla koy rüzgarlarına ve dalgalara karşı korunaklıdır. Aear Tirith muhafız kulesi Dol Amroth prenslerinin yönetiminde bulunan önemli bir kaledir.

Belfalas Dol Amroth prensleri tarafından yönetilir. Prensler Numenorian ve elf kanı taşımaktadırlar. Keza Belfalas sakinlerinin çoğunluğu da Numenorian soyundandır.
Bir diğer Belfalas yerleşimi olan Tarnost, Gilrain Irmağı’nın doğusu ile Dol Amroth’un batısı arasında yer alır. Kuzeyinden Ringlo ırmağı geçmektedir.

Lamedon, Belfalas’ın kuzeyinde AkDağlar eteğinde kurulu bir prensliktir. Ciril ve Ringlo nehirleri buradan Lamedon topraklarından doğarlar. Nehrin Ringlo vadisinden ayrıldığı bölgede Ethring kasabası yerleşmiştir. Prensliğin başşehri olan Calembel, Ciril sığlığı’ nda küçük bir tepe üzerine kurulmuştur. Lamedon’un en batı sınırında Ciril ve Ringlo nehirleri Blackroot ile birleşerek Belfalas körfezi’ne akarlar. Bir elf limanı olan Edhellond Blackroot’un denize karıştığı koy üzerine kurulmuştur. Edhellond elf halkının yaşadığı kadim yerleşim yerlerinden birisidir.

Blackroot Nehri Akdağlar’dan doğar. Irmak Ölüler Yolu Kapısının yer aldığı Blackroot vadisine akar. Erech taşının bulunduğu Erech tepesi de bu vadi içinde yer almaktadır. Verimli tarım alanlarına sahip olan olan bu vadinin nüfusu yoğundur.

Anfalas, Belfalas sahilinin batısı boyunca uzanan bir prensliktir. Halkı hayvancılık, avcılık ve balıkçılıkla uğraşan pek çok küçük köyden müteşekkildir. Pinnath Gelin diye bilinen bölge ( yeşil tepeler ) Anfalas’ın Kuzeyinde yer alır. Anfalas’ın batı sınırını Lefnui nehri çizer. Aynı zamanda bu sınır Akdağların güneyinde Gondor'un en batı sınırlarını da teşkil eder. Lefnui’nin ötesinde koyu üzerindeki bir yarım ada olan Andrast bulunur. Andrast topraklarında druedainlerin gizli bir halk olarak ikamet etmektedir. Druadan toprakları aslen kıyıdan kuzeye doğru Adorn ve Angren ırmakları kıyısı boyunca genişleyen bölgedir. Gondorlular buralarda yerleşim kurmamışlardır.

Güney Yolu, Minas Trith içinden geçerek Lossarnach ve Lebennin’i geçip Pelargir’e devam der. Pelargir’den batıya Linhir’e devam eden yol Ethring ve Calembel’den geçer. Dar bir geçit olan Tarlang’ı katedip Erech Tepesinde sonlanır.

Anorien, Akdağlar’ın kuzeyinde yer alır. Güney sınırı dağ sırasının doğu kanadı boyunca uzanır. Doğu sınırını Anduin nehri kuzey sınırını ise Entsuyu çizer. Mering Çayı batı sınırlarında Rohan ülkesiyle Anorien topraklarını ayırmaktadır. Minas Trith’den Rohan’a giden Büyük Batı Yolu da Anorien topraklarından geçer ve Kuzey Güney Yolu ile birleşir. Firien Korusu Anorien ve Rohan arasında sınır teşkil eder. Firien Korusu'nun yarısı Anorien toprakları üstünde kalmasına rağmen Rohan’ın nüfuz alanında mütalaa edilir. Haifirien Tepesi korunun içinde yer alır. Halfrien, Gondor işaret kulelerinin bulunduğu yedi tepeden sonuncusudur. Diğer işaret kuleleri Akdağlar boyunca uzanan Calenhad , Min-Rimmon ve Erelas üzerinde ve Anorien’in doğusunda Druadan Ormanı boyunca Nardol , Eilenach, ve Amon Din olarak sıralanır. Anorien toprakları üzerinde kurulu herhangi bir şehir bulunmamaktadır.

Druadan Ormanı bir druedain yerleşimidir. Drueadinler bu ormanlarda genellikle dışa kapalı bir yaşam tarzı sürerler. Druadan Ormanı ile AkDağlar arasında Stonewain Vadisi yer almaktadır. Vadiden geçen bir yol taş ocağından elde edilen taşların Minas Trithe kadar ulaştırılmasını sağlar.

Minas Trith, Mindolluin Dağı üzerine kurulmuş 200 metre yüksekliğinde yedi katlı muhteşem bir şehirdir. Şehrin her katı ortak merkezli duvar çemberleri ile muhafaza etmekte ve kemerlerle dağa bağlanmaktadır. Şehrin ilk basamaklarında büyük kasabalar yer almaktadır. Minas Triht’in etrafı Pelennor Çayırlarının verimli toprakları ile çevrelenmiştir. Şehri Pelennor çayırlarından ayıran dış duvarlar Rammas Echor adıyla bilinir. En üst katı 90 metre yükseklikteki Ecthelions Kulesi’yle nihayetlenen Minas trith, Osgiliath’dan sonra Gondor’un ikinci başkentidir.

Gondor’un asıl başkenti olan Osgiliath son derece görkemli ve güzel bir şehirdir. Minas Trihtin 15 mil Kuzeydoğusunda Anduin’in iki yakası üzerine inşa edilmiştir. Şehrin iki yakası gösterişli büyük bir köprü ile birbirine bağlanır. Şehrin batı yakası Anorien doğu yakası ise İthilien toprakları üzerinde bulunur. Krallık sarayı ve Palantirin korunmuş olduğu Yıldız Kalesi şehrin önemli yapılarına örnektir. Anduin üstünde küçük gemilerle yapılan yük ve insan taşımacığı Osgiliath’lıların geçim kaynaklarından biridir.

İthilien Anduin ile Mordor’la sınırı çizen gölge dağlar arasında yer alan bölgedir. Kuzeyinde Emyn Muil tepeleri ve Ölü Bataklıklar yer alır. Poros Nehri İthilien’in güney sınırını çizer. Güneyden gelen Harad Yolu nehirle keşişme noktasını geçip ithilien üzerinden kuzeye doğru devam eder. Poros Irmağı ise İthilien içinden geçerek Mordor’a doğru devam eder. Kuzey İthilien de yer alan Henneth Annun’un ardına gizlenmiş olduğu şelaleler Yasak Havuz’a döküldükten sonra Cormallen çayırlarını aşarak Anduin’e kavuşurlar. İthilien bölgesinde daha pek çok irili ufaklı göl ve akarsu bulunmaktadır. Bölge zengin bitki örtüsü ve pek çok tarım ürünü yanı sıra özellikle yabanmersini, çilek, ahududu, mercanköşk ve zeytinleriyle tanınır.

Minas Trith’in kardeş şehri olan Minas Ithil Gölge Dağlar eteklerine kurulmuştur. Nazgul tarafından ele geçirildikten sonra Minas Morgul adıyla anılmıştır. Minas Morgul’dan Oggiliath’a giden yolun adı da Morgul Yolu olarak bilinmiştir. Morgul Akarsuyu, Morgul vadisinden geçerek ve köprünün altından aşıp Morgul Yolu’nu paralel takip ederek ithilien içinden geçmekte ve Anduin’e akmaktadır. Emyn Arnen Tepeleri Morgul Yolu’nun güneyinde kalmaktadır.

Cair Andros, Anduin üzerinde yer alan ve İthilien ile Anorien toprakları üzerinde yer alan bir adadır. Söz konusu adanın nehir yolundaki düşman unsurları kontrol altında tutmada stratejik önemi vardır.Ve bir Gondor garnizonu ada üzerinde konuşlanmıştır. Diğer bir ada olan Tolfalas ise Anduin’in Belfalas Körfezi’ne döküldüğü yerde yer almaktadır.
Kayalık bir ada olan Tol Brandir, Rauros Şelalesiyle sonlanan Nen Hithoel Gölü'ne set çekmektedir. Bir zamanlar Gondor’un önemli ileri gözetleme kulelerinden birine sahip olan ada uzun zamandır kimsenin uğramadığı bir yerdir.

43
Müzik / Marija Serifovic
« : 19 Nisan 2008, 19:23:22 »
2007 Eurovision Şarkı Yarışması'nda ilk defa Yugoslavya veya Sırbistan-Karadağ olarak değil de ayrı olarak katılan Sırbistan adına yarışmıştır. Dua anlamına gelen Molitva adlı şarkıyla yarı finalden çıkmıştır ve finalde birincilik elde etmiştir.

İlk albümü olan Naj, najbolja'yı 2003'te yapmıştır. Albümde yer alan Znaj da znam (Bildiğimi bilmelisin) adlı şarkıyla büyük çıkış yapmıştır.

2004'te Budva Festivali'nde Bol do Ludila adlı şarkısıyla birinci olmuştur.

2005 yazında Agonija isimli single'ını çıkarmıştır. Aynı yıl Sirbistani Eurovision da temsil edecek kişiyi belirlemek icin yapilan Beovizija yarismasina katilmis ve Ponuda (Teklif) isimli şarkıyla 7. olmuştur. Yine bu yılda U Nedelju şarkısıyla Sırp Radyo Festivali'ni kazanmış ve en iyi ses dalında ödül almıştır.

İkinci albümü olan Bez Ljubavi(Aşksız) 2006'da çıkmış ve oldukça başarılı olmuştur.

2007 yılının başlarında ise ikinci single'ı olan Bez Tebe(Sensiz) müzik marketlerde yerini almıştır.

Bir röportajda Türkiye benim de ülkem sayılır diyen Mariya, tatillerde birçok kez Türkiye'ye geldiğini söylemiştir. Final öncesi gazetecilerin sorularını yanıtlayan Şerifoviç, aile kökeniyle ilgili şu açıklamaları yaptı: 'Dedem Josko Şerifoviç bir Türk ama Türkiye'nin neresinden geldiğini bilmiyoruz. Bütün bildiğim; atalarımın Türkiye'den, Sırbistan'ın güneyine göçüp yerleştikleri. Babam Rajko ise Sırp vatandaşı olmuş bir Türk' dedi.

44
Genel Kültür / Ulu Önder'in Sözleri Örnek Olsun
« : 19 Nisan 2008, 19:09:58 »
Independent'tan 'Ata' yazısı!
İngiltere'de yayımlanan The Independent gazetesinin Ortadoğu uzmanı köşe yazarı Robert Fisk, ulu önder Atatürk'ün Gelibolu'da şehit düşen yabancı askerler için söylediği sözlerin, ''Müslüman bir lider tarafından sarf edilmiş en
şefkatli ifadeler olduğunu'' yazdı.

''Gelibolu'nun hayaletlerinden alınacak dersler'' başlıklı makalesinde kendi aile tarihi ve Yeni Zelanda bağlantılarını uzun uzun anlatan Fisk, Gelibolu savaşının batının bir Müslüman ordu karşısında 20. yüzyılda aldığı en büyük yenilgi olduğunu belirtti.

''Yeni Zelanda'nın Gelibolu'daki büyük kayıpları karşısında acı duymamak için insanın kalbinin taş olması gerektiğini'' kaydeden yazar, Gelibolu'ya gönderilen 8450 askerden 2721'inin öldüğünü, 4752'sinin yaralandığını ifade etti.

''Başka hangi ülke bir savaşta ordusunun yüzde 88'ini bir şekilde kaybetmiştir?'' sorusunu yönelten Fisk, Yeni Zelanda'da bir kilisede tanıştığı yaşlı bir kadının babasını Gelibolu'da kaybettiğini kendisine anlatırken, ''Babam için onlar Müslüman değil, sadece birer düşmandı. O, Müslümanlara karşı değil, yalnızca ülkesi için savaşıyordu'' dediğini aktardı.

Aynı yaşlı kadının yaşadığı yerdeki Müslümanların sayısının artışından şikayetçi olduğunu da belirten Fisk, 11 Eylül'ün gölgesinin artık her yerde hissedilmeye başlandığını yazdı. Atatürk'ten ''Laikti, sigara tiryakisiydi ve Arapça harfleri, peçeyi kullanımdan kaldırmıştı, halifeliği lağvetmişti ancak bir Müslüman'dı'' diye söz eden yazar, Atatürk'ün evlatlarını Gelibolu'da yitiren Avustralyalı ve Yeni Zelandalı aileler için sarf ettiği sözlerin önemine işaret etti.

Atatürk'ün yabancı orduların şehit düşen askerleri için, ''Şimdi dost bir ülkenin topraklarında yatıyorsunuz. Huzur içinde uyuyun. Bizim için Mehmetler ile Jonny'ler arasında bir fark yok'' dediğini, yabancı şehitlerin annelerine de ''Oğullarını uzak ülkelerden buraya gönderen anneler siz de gözyaşlarınızı silin. Oğullarınız şimdi bizim bağrımızda huzur içinde yatıyor. Canlarını bu ülkede kaybederek, onlar artık bizim de evlatlarımız oldu'' mesajı gönderdiğini kaydeden Fisk, ''Merak ediyorum, acaba Usame bin Ladin bu konuda ne düşünüyor?'' diyerek yazısını noktaladı.

45
Bilim & Teknoloji / İlk yerli uçağımız havada!
« : 19 Nisan 2008, 16:23:11 »
Motor hariç tümü özgün olan “Turna” ilk test uçuşunu başarıyla gerçekleştirdi.

TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TAI) tarafından geliştirilen motor hariç tümü özgün bir hedef uçak sistemi olan ”Turna”, ilk test uçuşunu başarıyla gerçekleştirdi.



TAI’den yapılan açıklamada, Turna’nın, Türkiye’deki hava araçlarında kullanılan motorların tasarımı, geliştirilmesi ve üretimi alanlarında faaliyet gösteren TUSAŞ Motor Sanayii A.Ş. (TEI) tarafından geliştirilen özgün turboprop motoru ile ilk test uçuşunu 4 Nisan 2008′de Akıncı’da TUSAŞ tesislerinde başarıyla gerçekleştirdiği bildirildi.

TAMAMEN MİLLİ ÜRÜN

Havacılık alanında dışa bağımlılığın azaltılması ve azami yurt içi faydanın sağlanmasını teminen yerli uçak-yerli motor entegrasyonu amacıyla TAI ve TEI arasında 11 Eylül 2007′de İşbirliği Protokolü imzalandığı anımsatılan açıklamada, bu çerçevede bugüne kadar motor hariç tümü özgün bir Hedef Uçak Sistemi olan ”Turna”nın, TEI tarafından insansız hava araçları için geliştirilen özgün turboprop motor ile tamamen milli bir ürün kimliği kazandığı belirtildi.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 18