Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Buzmavisi

Sayfa: 1 ... 7 8 [9]
121
Hayır tamamı değil, sadece mücadelesinin nasıl başladığını yazıyorum.

122
Rüzgarın Adı'nı aldım. Sırf burada o kadar bahsedildiği için aldım. Kitaba başladım, kitabın ilk 60-65 sayfasını okudum. Buraya kadar, neden bu kadar abartıldığına dair bir ize rastlayamadım. 65 sayfa aslında bayağı uzundu çünkü font da normal kitaplara göre bayağı küçük, sanırım yüksek olan sayfa sayısını daha fazla arttırmamak için yayıncı tarafından böyle basılmış.
Şimdi normalde bu kadar okumuşsam ve çok ilginç bir şey bulamamışsam o kitabı bir köşeye atardım açıkçası, bu kitapta o kategoriye giriyor ama sitedeki incelemesini okudum bu sebeple devam edeceğim okumaya. Bakalım inşallah sarar kitap.

123
Kitabı bitirdim. Yer yer çocuksu, yer yer eğlendirici ve kahkaha attırıcı öykülerle doluydu. Kafa yormayan sözcükler, akıcı anlatım. Özellikle yaşlı şövalye ve geveze kılıç hoşuma gitti. Bir çizgi film bile yapılabilir bununla. Kafamda kılıcın konuşmasını canlandırdım da oldukça eğlendim. Onun daha sonra diğer bir hikayede ortaya çıkması da iyiydi. Kitap için çizimlerle falan bayağı uğraşılmış belli. Çizen arkadaşları da ayrıca tebrik ediyorum. Büyülü kulelerden bir anda cyborgların arasında buluyoruz kendimizi.

Yalnız biraz eleştirim olacak. Özellikle şu soyguncu öyküsünde, hani kedileri kafaya takmış olan var ya. Orada insanlar Türk, ama konuşmaları Amerikalı bir öyküden çevrilmiş gibi duruyor. Ahbap, Bay bilmem kim demeler. Biraz daha Türk gibi davransalardı hoşuma giderdi. Yalnız soyadları falan hoş seçilmişti.

Bir günde bitti öyküler. Bunlar dışında beğendiğimi söyleyebilirim.

Açıkçası ben kısa öykü meraklısı değilimdir. Okuduğumu doğru düzgün hatırladığım kısa öyküler King'in "Hayaletin Kötü Huyları" kitabındaydı. Yalnız o kitaptaki kısa öykülerin neredeyse hepsinin filmi yapılmıştı. Açıkçası ben kitabı elime aldığımda bunu bilmiyordum ama okuduğumda her seferinde, "Aaaa ben bunu da bir filmde izlemiştim," gibi oldu. Darısı sizin de başınıza. Yitik Öyküler için tebriklerimi sunarım.

124
Anatolya Günlükleri 2
Ak Ana'nın Doğuşu


“Tolya!”

Küçük kız yer yatağından kalkmak istemiyordu. Bu yüzden sesi duymazlıktan geldi.

“Tolya! Uyan artık! Gitmek zorundayız.”

Artık daha fazla saklanmanın anlamı yoktu. Tapınağa gidip günlük ibadete başlamalıydılar yoksa başları belaya girerdi. "Haraç," diyordu Elçi. "Sizi hayatta tutan tanrılarınıza olan borcunuzu ancak bu şekilde ödeyebilirsiniz."

Genç kız kirli ve delik deşik olmuş battaniyesini üzerinden atınca annesini çadırın içinde harıl harıl koşuştururken gördü. Kadın eski kazağını ve kirden rengi griye dönmüş olan uzun eteğini giymişti. Bu giysileri de yine Elçi'den almışlardı.

Tolya uykulu gözlerle çevresine bakınarak hemen ayağa kalktı. Karnı gurulduyordu. Bu zaten normal bir durumdu. Asla karnı doymazdı. Hep açtı.

Bu düşüncesini bastırıp ayaklandı. Onun giyinmesine gerek yoktu. Tolya çocukluğundan beri hep aynı hırpani beyaz kumaştan dikilmiş giysiyi giyerdi. Zaten ondan başka bir bildiği de yoktu. Bütün çocuklar da onun gibiydi.

Hayatları ibadet ve tanrılara yakarmakla geçiyordu. Tolya bunun sebebini anlamıyordu. O, tanrıları hiç görmemişti. Neden onlara yalvararak bütün gününü alnı yere değecek şekilde dua ederek geçirmesi gerektiğine de anlam veremiyordu. O yalnızca bir parça kuru ekmek yemek umuduyla tüm bunlara katlanıyordu.

Tolya doğmadan evvel, babası ormanda geyik avlamaya çalışırken yakalanmıştı. Duyduğuna göre Tanrılar'ın Eli onu köy meydanında öldürene kadar acımasızca kırbaçlatmış, annesinin yüzünün yarısını ise büyü ile yakmıştı. Zira hiç kimse tanrıların vermediği yiyeceği yiyemezdi, tanrıların izin vermediği giysiyi giyemezdi. Hayat sadece tanrıların izin verdiği ölçüde olmalıydı, onun dışında yapılanlar günahtı ve inancın dışına çıkanlar ya cezalandırılır ya da öldürülürdü.

Tolya da birkaç kere Elçi tarafından cezalandırılmıştı. Herhangi bir şey yapmamıştı aslında, Elçi'nin söylediğine bakılırsa insan sadece varoluşuyla bile tanrılara karşı günah işliyordu. Tanrılar'ın görkemini unutmamaları için herkesin  belirli aralıklarla cezalandırılması, acı çekmesi gerekiyordu. Bu doğup yaşayan herkesin boynunun borcuydu.

Tolya Tanrılar'ın Eli'ni hiç görmemişti. Onlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Zaten insanlar büyük bir korku içinde olduklarından dolayı genelde konuşmazlardı. Biri söylediklerini duyup Elçi'ye gammazlayabilirdi. Elçi de tanrıların yüceliğinin, haşmetinin dışındaki konuşmaları duyduğu zaman o kişileri "Uzun Açlık," denilen cezaya çarptırırdı. İnsanları toprağın içine kazdıkları bir kuyuya atarlar ve günlerce güneşin altında aç ve susuz bırakırlardı.

Elçi Hâşim Efendi öğle sıcağında Uğuldayan Tepe'nin üstündeki dev kayın ağacının gölgesinde vaazına başlarken Tolya'nın susuzluğu, açlığının önüne geçmişti. Elçi gölgede konuşmasına devam etti, insanlar ise güneşin kavurucu sıcağını sırtlarında hissettikleri halde alınlarını yerden kaldırmadılar.

"Onlara olan sevgiden başka büyük bir tutku var mı sanki? Başka bir aşk, başka bir şevk, imanın ötesine geçebilir mi? Onlar ki, bizi yaratılışımızla kutsamışlar, onlar ki, hayatımızı inancın dışındaki yollardan, safsatalardan kurtarmışlar. Onlardan büyük var mı?"

Elçi yine havasındaydı, kutsal yazıtlardan alıntılar yapmayı sürdürüyordu. O yazıtları Elçi'den başkası okuyamazdı çünkü kimse okumayı bilmiyordu. Zaten okumak, tanrılara iman için gerekli olmayan diğer birçok şey gibi yasaklanmıştı.

"İman eden hiç mi nefsinin bozgununa uğramadı? Hayır, elbette o da her günahkâr gibi tanrıların arzusuna karşı geldi ve Araf'ın Efendisi'nin karanlık fısıltılarını dinledi. Tanrılar ona, "Sana vermediğimizi yeme," dedi. "Zira diğer kardeşlerin, diğer yoldaşların aç kalacak." O yine de bencilce yedi, başkalarını hiç düşünmedi. Tanrılar ona, "Sana yapma dediğimi yapma" dedi. O yine sadece kendini düşündü ve tanrılarına karşı geldi. Lakin en sonunda günahkâr, hatalarının bütün ailesinin yok olmasına yol açtığını görünce tövbe etti.

Ey tövbe edenler! Bilin ki tanrılar sadece gönülden gelen pişmanlığı kabul eder. Ancak o zaman Yüce Erlik sizi Araf'tan kurtararak Tanrılar'ın Şehri Seherkent'e uğurlar."

Tolya kafasını kalabalık arasından fazla kaldırmadan çevreye göz attı. Kuruyan dudaklarını birbirine bastırırken bir anlığına yanlış bir şey gördüğünü sanarak afalladı. Az kalsın duanın son sözlerini kalabalıkla birlikte söyleyemeyecekti. "Kadimler kutsasın!"

Kutsal ağacın küfle kaplı gövdesine yaslanmış ayakta duran siyahlı bir kadın vardı. Kukuletasının altındaki koyu bukleli saçları ırmak gibiydi. Karanlık gözleriyle yerlere kapanmış olan insanları seyrediyordu. İpeksi bir kumaştan yapılmış, arsız yel ile dalgalanan elbisesi oldukça yeni ve zarifti. Tolya onun kim olduğunu bilmiyordu. Beyaz cüppe giymiş olan Elçi'nin etrafında ise bellerinde hilal biçimli baltalar taşıyan elli kadar adamı daha önceleri de görmüştü. Onlara haris deniyordu. Bu boylu poslu, vücutlarının üst kısmı çıplak olan heybetli adamlar Elçi'nin hizmetindelerdi. Elçi'nin günahkâr diye öne sürdüğü kişileri cezalandırmakla, kaçan olursa yakalayıp kellesini uçurmakla görevlilerdi. İnsanlar öldürüleceklerini bildiklerinden kimse kaçmaya kalkışmazdı.

"İman edenler!" dedi Hâşim Efendi. "Hepiniz bana bakın!"

İnsanlar korkuyla başlarını kaldırdılar. Bu iyiye işaret değildi. Elçi bir sorun olmadığı sürece insanlara bu şekilde hitap etmezdi.

Devam edecek...

125
Diğer Fantastik Eserler / Ynt: Vampir Akademisi
« : 05 Mart 2012, 09:29:56 »
Şimdi kitabın içeriğini bilmiyorum açıkçası. Normalde yorum yapmak doğru olmaz. Ancak şu son zamanlarda yok vampirli, yok melekli aşk hikayeleri çok sinir bozucu olmaya başladı. Bunlar da Freddy Elm Sokağı'nda Kabus'taki gibi aynı yemeği pişirip pişirip insanların önüne atıyorlar. Bakıyorlar çok benzeyecek başka bir esere biraz ondan biraz bundan katıp okuyucuya sunuyorlar.

Umarım bu da öyle kitaplardan değildir.

126
Kurgu İskelesi / Ynt: Üzüm Tanesi
« : 04 Şubat 2012, 09:47:55 »
Bundan çok güzel bir seri katil romanı olurdu. Kullanılan üslup gayet akıcı.

Çok iyi yazılmış, kendisini okutturuyor açıkçası.

127
Kurgu İskelesi / Ynt: Veis'in Arayışı
« : 01 Şubat 2012, 01:02:30 »
Baş Veis çok hoşuma giden bir karakterdir. Okuyup beğenmenize çok sevindim.

128
Kurgu İskelesi / Ynt: Ölümsüz Hatıralar Salonu
« : 01 Şubat 2012, 00:55:05 »
Ben teşekkür ederim.

Bahsettiğiniz cümle ile ilgili: iki defa üzerinde kelimesini kullanmışsınız o kadar. Aslında bir aksaklık değil de, ben sevmiyorum aynı kelimeyi aynı cümlede iki kez kullanmayı ondan :)

129
Kurgu İskelesi / Ynt: Kahraman Aslan bey
« : 01 Şubat 2012, 00:06:17 »
Çok harikaydı sahiden. İlk bölüm ikinciden daha iyiydi söylemem gerekir. Biraz betimleme olsa bundan çok iyi işler çıkar. Devamını beklerim.

130
Kurgu İskelesi / Ynt: Ölümsüz Hatıralar Salonu
« : 31 Ocak 2012, 23:50:50 »
Bu sahne bana çok az da olsa zaman çarkı'nın ilk kitabının en başını anımsattı. Şu açıdan: adam hafızasını kaybetmiş sevdiği kadını arıyor, aslında kadın yerde yatıyordu. Bunun da öyle olacağını sandım, yani adam hafızasını yitirmiş sandım.

Oldukça güzel tasvirlerle süslenmiş bir hikâye. Bazı yerlerde okumakta zorlandım fakat o benden kaynaklanıyordur, uykum var çünkü. Yine de size yazının akışını bozan birkaç cümle göstereceğim.

Hızla atılan birlikte geriye doğru adımlarla tekrar birlikte olunuyor - bu cümlede akışı bozan unsurlar var. İki defa aynı kelimenin kullanılması mesela(birlikte).

Bir de -hızla atılan birlikte- demeniz kötü olmuş. Cümle devrik ötesi olmuş böyle:)

"Geriye doğru birlikte atılan hızlı adımlarla tekrar tek vücut olunuyor." gibi olabilirdi.

Dizleri-nin üzerine çöküp kadının, (üzerinde-olmayabilir) derin yırtıklar(la dolu) bulunan kabarık eteğine kapandı.

Kadını her dizine doğru yatırdığında - Kadını dizine doğru her yatırdığında... gibi.

Neyse bunlar öneridir sonuçta. Yazıyı daha akıcı hâle getirmek içindir.

Bu tür aksaklıklar dışında oldukça beğendiğimi söylemeliyim. Keyifle okudum. Zihinsel bir gösteriden farksızdı, insanı oraya götürüyor. Bir cümleden sonra diğerini arattırıyor. Tebrik ederim.

131
Kurgu İskelesi / Ynt: Veis'in Arayışı
« : 26 Ocak 2012, 12:41:47 »
Gelecek inşallah...

132
Kurgu İskelesi / Ynt: Veis'in Arayışı
« : 31 Aralık 2011, 23:54:54 »
Veis'in Arayışı 2. Bölüm:

Geniş hanın içindeki tozlu katran lambalarının turuncumsu ışığında ona şefkatle bakan kalabalığın yüzleri huşu ve gurur ifadesinin karışımı ile örtülüyken, kendisine göre can-ı gönülden bir hakkaniyetle konuşuyordu büyücü.

“Aziler’in, yani tanrılarımızın ve imanın ışığıyla aydınlatıldığımızdan beri hepimizin yaşamı, benliği huzurla doldu. Bizler Araf’taki Mevtalar Nehri’nde boğulan iblislerin karşısında bir kalkan gibiyiz. Yeşermeye çabalayan hastalıklı tohumları helak ederek koruyoruz Ulu Dünya'yı. Onların Anatolya'ya serpilmesine, kök salmasına müsaade edersek, bizi de onlar gibi sefil ve karanlık bir hayat bekleyecektir.”

Kalabalıktan coşkulu haykırışlar yükseldi. “Öldürün onları!”

“Yakın pislikleri!”

“Yok edin iblisleri!”

Yaşlı adam elleriyle onların uğultularını susturmaya çalıştı. “Canınız bildiğiniz bu kasaba halkından birkaçı Ak Su’yu gönüllerinde istemediler. Yani imanın ışığını bedenlerinde arzulamayan bu insan görünüşlü mahlûkatlar, bu tohumlardan olduklarını zikretmiştirler,” diye haykırdı Vaiz kalabalık arasından sesini duyurabilmek için. Ellerini göğe kaldırdı ve “Kutsal olan Aziler’in adıyla!” diye bağırdı.

“Aziler kutsasın!” diye karşılık verdi kalabalık.

“Getirin canileri!” dedi Vaiz sımsıkı dişleri arasından. Yaşlı ve uzun boylu adamın kırışıkları mavi gözlerinin kenarında son buluyordu. O kadar zayıftı ki, üzerindeki beyaz cüppe olmasa ince bir dal gibi görünecekti neredeyse. Yer yer dökülmüş kısa saçları ağarmış da olmasına rağmen çehresinden akan kibir onu gençleştirmiş bile sayılabilirdi.

Kalabalık ikiye ayrılınca toplantı yüzünden hanın duvar kenarlarına çekilen masa ve sandalyeler göründü. Havada küf kokusu vardı, uzun zamandır bu yere el değmemiş gibiydi. Zaten yakın gelecekte bu eşyalar da önemini yitirecekti, Aziler'e hizmet için gerekli olmayan eşya, ev, hayvan veya insanlar yok edilecekti.

İki iri yarı adam ortaya çıktı, elleri ve kolları bağlanmış bir kadınla, küçük bir kızı yerde sürükleyerek getirdiler. Korkuyla inleyen orta yaşlı kadın elbiselerinden de anlaşıldığı üzere köylü biriydi. Çiçek desenli uzun eteği çamurla kaplanmış, entarisi yırtılmıştı, altından giydiği kazağı olmasa çıplak bedeni gözükecekti. On yaşlarındaki küçük kızın dehşetle açılmış yeşil gözleri loş ışığın altında bile ışıldıyordu. Ancak ses çıkaramayacak kadar korkmuş görünüyordu.

Vaizin önüne getirdiklerinde, onları dizlerinin üstüne çöktürdüler.

“Biz sana ne yaptık ha? Bizim ne suçumuz var?” dedi kadın öfkeyle karışık. Elleri arkadan kalın iplerle bacaklarına bağlı olduğu için yerinden kıpırdayamıyordu.

“Aziler’e inanmayan hiç kimse masum değildir,” diye karşılık verdi Vaiz. Sonra kalabalığa dönüp, kollarını, onları kucaklarcasına açtı. “Gördünüz mü işte? Kendisini savunuyor bir de. Hem bir kâfir hem de…”

“Ben kâfir değilim,” diye bağırdı kadın. “Bizim kendi inancımız var, bizler…”

“Tek doğru ve gerçek yol Aziler’in inancıdır. Diğer bütün inançlara mensup olanlar, doğru yoldan saptıranlar tarafından Araf’tan bu dünyaya gönderilmiş olan gazabı içerek büyüyenlerdir. Bu yüzden Ak Su’yu içmeye gönüllü olmazlar.”

“Ben eşimi bir yaz evvel kurban verdim vebaya,” diye karşılık verdi kadın. “Ama bu benim inancımı köreltmedi.”

“İşte duyuyorsunuz,” dedi Vaiz ibret olurcasına kadını işaret ederek. Parmaklarının arasına aldığı saçlarını geriye doğru taradı. Şefkatin kusulmuş haliyle onları izleyen insanlara göz gezdirdi. “Bu kadın ve çocuk hâlâ sahte tanrılara, doğru yoldan saptıranlara tapıyorlar.”

“En azından çocuğu kurtaralım,” dedi Muhtar Ragıp Efendi. Ellisini geçmiş yaşlı bir adamdı. O da diğerleri gibi vebadan ölmemek için Ak Su’yu gönüllü olarak içmişti.

“Evet,” dedi Vaiz Mehmet onu onaylarcasına avuçlarını önünde birleştirerek.

Kadın buna itiraz edecek oldu, ama iri adamlardan biri onun ağzını bir bezle tıkadılar.

“Evladım,” dedi büyücü ellerini belinde birleştirip küçük kıza doğru eğilerek. Adamın onunla konuşmasına şaşırmış gibi vaize doğru başını kaldırdı kız. Tozlu yanaklarındaki gözyaşlarının derin izleri yüreğinin altında yatan dehşeti uzaktan da olsa hissettiriyordu. “Sen de tanrıların, Aziler’in büyüklüğünü, ihtişamını görmek istemez misin? Büyük Aydınlanma'nın bir parçası olmak istemez misin?"

Onu sadece gözleriyle uyarabilen annesine doğru baktı kız. Başını sağa sola salladığında iki yandan örgü yapılmış kısa saçları yüzüne vurdu.

Vaiz belinden uzun bıçağını çıkardı ve kızın annesinin boynuna götürdü. “Eğer Ak Su’yu içmezsen annenin boğazını keserim.”

Küçük yüzünü ellerine gömen kız hıçkırıklarla “Ne- olur- büyük efendi- yapma!” diyebildi.

“O zaman Ak Su’yu iç ve imana gel,” dedi Vaiz neredeyse hırlayarak.

Nergis inledi. Annesine bir şey olmasındansa ölmeyi yeğlerdi. Daha önce ona bu ilacın ne yaptığını anlatmıştı annesi. O bunu pek anlamamıştı, tek bildiği bu vaiz denen insanların korkunç kişiler olduklarıydı. Fakat şimdi başka bir çaresi yoktu. “Eğer içersem, anneme zarar vermeyeceğine yemin eder misin? Tanrıların adına,” diye ekledi hemen.

“Evet, yemin ederim,” dedi vaiz yüzündeki zafer edasını ifşa eden menfur bir tebessümle. “Eğer Ak Su’yu içersen annene hiçbir şey yapmayacağımıza söz veriyorum.”

Nergis’in başka bir çaresi yoktu. Ellerini çözdüklerinde, içinde bembeyaz, ışıklı bir sıvı olan küçük bir şişe uzattı yaşlı adam ona. Kız annesinin yalvaran elâ gözlerine son kez baktı ve şişeyi bir dikişte bitirdi.

Göğsü aniden ortaya çıkan ıstırabın yangınıyla dolarken öğürdü, ancak kusmadı. Gözlerine kabir karanlığı çöküverdi, bedeninin hâkimiyetini yitirdiğinde yüz üstü yere devrildi. Artık Nergis'e ait her şey yok oluyordu, onun anıları, onun sevdiği veya sevmediği insanlar yoktu. Ak bir ışık doldurdu ruhunu, onu daima seven hatta her şeyden çok sevenlerin olduğunu biliyordu o ışığın içinde. Onları neredeyse duyacaktı, hem çok yakındılar, hem çok uzak; hem gerçek, hem yalandılar.

İçinde onların pırıltılarını görür gibi oldu. Tüm geçmişini yok eden bu ak ışık yüreğine parça parça, kopuk kopuk tutkular yakarır oldu.

Sonunda Nergis ağlamaya başladı, nasıl bu kadar aptal olabilirdi? Annesinin sözlerine kanmıştı; bu muhteşem ışık onun her şeyiydi, onu var eden, onu ölesiye seven sadece onlardı. Zihninde onların şefkatli fısıltılarını duyabiliyordu. Gözlerini tekrar açıp yeniden doğrulduğunda birisinin onu kucakladığını fark etti.

Annesinin bağlarını çözmüşlerdi. Kadın oturdukları ahşap zeminde ona sarılmıştı ve sessizce ağlıyordu.

Nergis hiddetle kendini geri çekti. "Sen!" dedi annesine. Kadın yarı şaşkınlık, yarı korkuyla ne yapacağını bilemez halde kızına baktı. "Sen!" diye bağırdı Nergis bu defa ayaklanarak. İpler bacaklarına dolanmıştı, bu yüzden tökezledi. Vaizin işaretiyle kalabalıktan iki kişi onun bağını bıçaklarla kestiler.

"Sen bana yalan söyledin!" diye bağırdı Nergis kadına.

Annesi neredeyse nutku tutulmuş halde sordu. "Ne yalanı?"

"Bana Vaiz Efendi'nin ve Ak Su'yun kötü olduğunu söylemiştin," dedi Nergis; göğsünden ciğerleri sökülecek kadar kuvvetle soluk alıp veriyordu. "Aziler'in kötü olduğunu söylemiştin, bana zarar vermek istediklerini söylemiştin. Tanrılar benim her şeyim hâlbuki."

"Sana ne oldu böyle?" diye sordu annesi dehşetle, yaşlı gözleri vaizi buldu. "Ona ne oldu? Kızıma ne yaptınız?"

"Her şeyin doğrusunu ve gerçeğini görmeye başladı," dedi vaiz kendinden memnun bir edayla. Kalabalıktan onaylama sesleri yükseldi. "Senin gibi varlığıyla her şeyi zehirleyenlere bunu göstermek bizim borcumuz. En azından kızını kurtarmayı başardık. Ölmeden önce söyleyeceğin son bir şeyin var mı kadın?"

"Onu öldürmeyeceğinize yemin etmiştiniz," dedi kız şaşırarak. Kollarını göğsüne kavuşturmuş, annesine büyük bir kinle bakıyordu. Zihninde o güzelliğin sesini duyabiliyordu hâlâ. Onun benliğini yiyip bitiriyorlardı. Nergis artık sadece onlar için vardı. "Yemininizi bozmanızı istemem yüce efendi."

"Evet, onu öldürmeyeceğime yemin etmiştim," dedi vaiz sırıtarak. "Ama senin onu öldürmeyeceğin konusunda bir şey söylemedim."

Küçük kızın yüzüne dehhaş bir tebessüm yayılırken az önceki hayat dolu yeşil gözleri, şimdi fersiz ve soğuktu. "Ben mi öldüreceğim?" diye tısladı kız neredeyse kendisine ait olmayan bir sesle. Bıçağı vaizin elinden kaptığı gibi annesinin üzerine sıçradı. Hayrete uğrayan kadının feryatları hanın ıssız duvarlarını tırmalarken olanları en arkadan izleyen Baş Veis'in de ağzı sulandı. Ne zaman vahşet görse karnı acıkırdı. Zaten aç olmadığı zaman yok gibiydi.

Biraz sonra kahverengi küçük örgülerine kadar annesinin kanıyla yıkanmış olan küçük kız elindeki bıçağı bırakarak vaizin ayaklarına kapandı. "Beni affedin Vaizim," dedi incecik bir sesle. "Bu kötülüğün var olmasına dayanamadım. Tanrılarıma hakaret etmişti bu pis kadın."

"Affedilecek bir şey yok," diye yanıt verdi vaiz kızın başını okşayarak. Gözleri terk edilmiş bir evin pencerelerini andıran kadının cansız bedenini götürmeleri için başıyla kasaba halkına işaret etti.

"Gerçekten etkileyiciydi, büyücü," dedi Baş Veis en sonunda dayanamayarak. Bütün kafalar onun devasa bedenine çevrilince bazıları yüzlerinde korku, bazıları da huşuyla ona odaklandılar.

133
Kurgu İskelesi / Ynt: Veis'in Arayışı
« : 31 Aralık 2011, 23:50:53 »
Haklısınız hocam. Öykü aslında kitapla biraz bağlantılı. Oradaki dünyada geçiyor. Bu yüzden anlamanız biraz zor olabilir, ama yine de kitabı okumayan biri okuyabilir diye düşünüyorum.


134
Kurgu İskelesi / Ynt: Veis'in Arayışı
« : 29 Aralık 2011, 17:42:29 »
Bu öykülerin kitapla bağlantısı birazcık olacak o kadar. Bir iki karakter burada da çıkacak.

Albastı, kulaktan doyma konulmadı aslında, ama bilinen efsanedeki albastı benim yazmak istediğime uymuyordu. Bu yüzden sadece ismini kullandım. Karakura da aynı mesela.

Ama öyküde hiç duyulmamış uydurma bir isim veya yabancı mitolojilerin yaratıklarını kullanmak yerine Türk mitlerinde geçen yaratıkların isimlerini kullanmayı tercih ediyorum.

Yorumunuz için teşekkürler.

135
Kurgu İskelesi / Anatolya Günlükleri 1-Veis'in Arayışı
« : 16 Aralık 2011, 22:07:36 »
Anatolya Efsaneleri ilk kitabındaki olayların öncesinde geçen kitabın dışındaki kısa bir kurgu tamamlayıcı sayılan bir öyküdür.

Veis'in Arayışı
1. Bölüm
"Ömür mü kaldı sanki? Ölüm mü kaldı?" diye söylendi Baş Veis kendi kendine.

Ulular'a mezar olmuş habis toprakların üzerindeydiler. Dünyanın üzerine bir musibet gibi yayılmış, buzlarla kaplı ölüm kokan bir yaraydı sanki. Binlerce fersah güneydeki Fırtına Tepeleri ile kuzeydeki Yedi Tanrıları'n kutsadığı bereketli yemyeşil anakaranın arasında kalırdı. Sanki dünyanın bu parçası güneyden ve kuzeyden hor görülmüştü. Ulu Tanrılar'ın kanı ve kemiği Buz Okyanusu'na çevirmişti burayı; sıcaklığı, yaşamı uzaklaştırmıştı.

Kuzey'deki Büyük Vaha etrafı buzlarla çevrili olmasına rağmen çölün ortasında kalmış bir cennet sayılırdı. Devasa ada, milyonlarca cadının, sahirin eviydi.

Veis başını bir gök gürlemesiyle yukarı kaldırdı. "Şuraya bak. Tanrılar ağlıyor," dedi gökten düşen iri taneli yağmur damlalarını gördüğünde. Esirine döndü. Kıtırtır ismini taktığı esiri onu dinlemiyordu. Bu yüzden ona bir tekme salladı.

Yerde sürünerek onu takip eden çelimsiz, zayıf ve zavallı yaratık yalvardı ona alçak sesli hıçkırıklarla. Baş Veis kalın kaşlarını çatarken ona karşı kayıtsız kalarak siyah gömleğinin yakasını düzeltti. Usançla bir iç geçirdi ve yoluna devam etti. Bir eliyle de yaratığın zincirlerini çekiştiriyordu. Karakura dört ayak üstünde ilerlemeye çalışırken boynundaki tasmaya dokundu.

Baş Veis durdu ve ona döndü. "Bana bak süprüntü. Eğer o tasmaya bir kere daha dokunursan seni burada bağırttırırım. Seni dünyaya getiren her neyse..."

Karakura, "Ama Efendi,” diye başlıyordu ki, sözünü karanlık şimşekler kesti.

"Şimdi çeneni kapat ve beni takip et," dedi Veis sertçe.

Ona boşuna Baş Veis demiyorlardı. Nice yiğitler, nice büyücüler can vermişti onun elinde. İstese bu çelimsiz yaratığı çıplak elle ikiye bölerdi, zira tanrıların kanıyla kutsanmıştı, yüz adamın kudreti damarlarında coşkuyla akıyordu. Hiçbir ölümlü onunla boy ölçüşemezdi.

Gökyüzündeki beyaz dumanların yaklaştığını görünce durdu.

Yaratık ise bacaklarına kapandı. Karanlık ince derisi sadece dışardan sayılan kemiklerini kapatıyordu. Yüzü, ağzı deforme olmuştu. Keskin dişlerini tıkırdattı ve insan parmağı uzunluğundaki kara tırnaklı pençelerini birbirine sürtünce çelik çınlaması gibi bir ses çıkardı.

Karakura dilini dışarı çıkararak havayı olmayan burnuyla kokladı. Korkunç yüzüne bir gülümseme yayıldı. Albastılardan her zaman iyi yiyecek olurdu. Beyi onu ödüllendirecekti. Yoksa başka neden buraya gelmiş olabilirlerdi ki?

Baş Veis beyaz dumanların arasından fırlayan ak derili yarasa gibi zar biçimli devasa kanatları olan yaratıkları görünce pos bıyıklarını kıvırdı. İki avucunu kuvvetle birbirine vurdu. Ondan yayılan ses ve hava dalgası ak dumanları yok edince iki beyaz canavar sersemlemiş bir halde buzun üzerine düştüler.

Baş Veis insan değildi. Dış görünüşü karşısındakini yanıltabilirdi, tabii iki kulaç yüksekliğindeki boyu, devasa gövdesi ve kasları olmasaydı. Bir devden farksızdı. Yırtıcı ak gözleri yaratıklara odaklanınca burun kıvırdı, yine buna talim edecekti. Onları yakaladığı gibi elleriyle kanatlarını kopardı. Albastılar çığlıklar attılar, pençelerini savurdular, ama bu Veis'in boyunlarını kırmasına engel değildi. En keskin çelik bile onun kudretli bedeninde sıyrık bile açamazken iki tane pençe mi ona zarar verecekti?

Veis keskin dişleriyle bir parça et kopardı ve yanındaki karakuraya attı. Canavarın karanlık gözleri menhus yıldırımların ışığıyla bir anlığına gümüşe döner gibi oldu. Canavar iğrenç  bir şekilde eti şapırdatırken ağzından kanlar dökülüyordu.

Veis ise ondan farklı sayılmazdı. Çiğ et dişleri arasında kaymak gibi yayılıyordu.

"Nereye gidiyoruz Efendi?" diye sordu karakura. Beyinin karnını doyurması cesaretini arttırmıştı.

Baş Veis önce ona dik dik baktı, ama kafasını yemeğine çevirerek cevap vermeyi ihmal etmedi. "Babalarımızı bu dünyadan kovan cadının diyarına, onun çocukları orada büyüyüp imansızca yaşıyorlar."

"Neresi orası?" diye sordu canavar. Ağzındaki lokmayı yutmuştu.

Başıyla güneyi uçsuz bucaksız görünen devasa Fırtına Tepeleri’ni gösterdi. "Anatolya diyorlarmış şimdi," diye hırladı nefretle. "Orada o lanetli cadıya tapan bir lideri yok edeceğiz." Sonra kanlı dişlerini gösteren tiksindirici bir tebessüm yüzüne yayıldı.

Sayfa: 1 ... 7 8 [9]