Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - safir

Sayfa: 1 [2] 3 4
16
Az ya da çok değil, kaliteli okumanın önemli olduğunu düşündüğüm için şimdiye değin ne liste yaptım ne de kendime bir hedef belirledim. Okumak istediğim kitapları listelerim, o da unutmamak içindir, o ayrı; fakat şu zamanda şu kadar kitap okuyacağım diye kendimi kasmam. Yeri geldikçe roman da okurum, onun yanında bilimsel yayınları da. Eğlenmek, bir şeyler öğrenmek için okuyorum sonuçta. Ha, belki bu şekilde, okumak konusunda motive olan kişiler vardır, ona da 'sen kötü yapıyorsun' diyemem.           

17
Radyo Kulesi / Ynt: Ryuk'un Radyosu
« : 19 Eylül 2014, 01:22:08 »
Bu çok güzel bir haber oldu işte. Keyifli ve yararlı bir yayın olacağına şimdiden eminim. :)

18
Kurgu İskelesi / Ynt: Yaşlı Upirin Başına Gelenler
« : 14 Ağustos 2014, 23:24:32 »
     Güzel bir hikaye. Özellikle karakterleri bakımından ilgi çekici. Sadece hikayenin atmosferi bence biraz eksik olmuş. Son paragraf güzeldi ama.
     Devamı geldiği sürece okuyacağım. Elinize, kaleminize sağlık.    

19
Çizgi / Ynt: Çizimlerim
« : 14 Ağustos 2014, 22:03:16 »
Teşekkür ederim. :) Beğenmenize sevindim.

20
Çizgi / Çizimlerim
« : 14 Ağustos 2014, 15:31:19 »
       Resim yapmak konusunda iyi değilimdir, ama bazen bir şeyler karalamak güzel oluyor.
Spoiler: Göster

Spoiler: Göster

Spoiler: Göster

Spoiler: Göster

21
Duyurular / Ynt: TRT Radyo’ya Konuk Oluyoruz!
« : 12 Ağustos 2014, 15:07:27 »
Yarım saat beş dakika gibi geldi geçti. Gerçi uzun olsa o da yetmezdi ya. :) Güzel ve faydalı bir programdı. Tebrikler.

22
Kurgu İskelesi / Ynt: Siyah Martı
« : 10 Şubat 2014, 19:16:03 »
 "Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Bülent’in soğukkanlı yüzüne dikti."
Bu kısımdaki son cümlede "... Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti," olması gerekiyor sanırım.
Güzel bir girişti. Elinize, kaleminize sağlık.

23
Giriş bu haliyle daha iyi olmuş. Güzel yazıyorsunuz, ancak Selohre'nin bölümünde fazla bilgi aktarımı olduğu için okuyucu sıkılabilirdi. Noktalama konusunda bazı eksiklikler var. Ayrıca Jolin karakteri benim de gözüme biraz battı. Hareketlerine verdiği isimleri pek benimseyemedim açıkçası. Eğer karakterin kişiliğinde bir sorun varsa bunu ufak bir iki ayrıntıyla belirtmeniz belki daha iyi olurdu. 
Genel olarak iyi gidiyorsunuz. Elinize, kaleminize sağlık.

24
       Bu konu tam benlikmiş aslında. :) Aşağıdaki birkaç ay önce gördüğüm bir rüyaydı. Uyanır uyanamaz not aldığım için hatırlamakta zorlanmadım. Biraz uzun oldu gerçi. :)   

       Küçük bir kız. Beş altı yaşlarında. Gözlerinde bir sorun var. Göremiyordu. Bir süre önce ameliyat oldu. Hastane odasında. Annesi yanında. Saçları koyu kahve, gözleri hafif çekik. Ufak bir burnu var. Küçük kızın saçları annesine benziyor. Gözleriyse babasına. Dalgın dalgın soluk mavi duvarlara bakıyor.
       O anda baba başka bir evde. Hayır, ev değil. Ucuz bir otel odası burası. Adam endişeli, kızgın, tedirgin. Bağırıp çağırmamak için kendini zor tutuyor gibi. Neyse ki elleri kolları konuşurken hiç durmuyor. Bu onu biraz sakinleştiriyor. Karşısında deri mont giymiş, kısa saçlı, hemen hemen adamla aynı boyda bir kadın var. Adamın avukatı. Kadın çetin ceviz. Adamın bildiği sırrı biliyor. Sırrı bir kişi daha biliyor. Onun da bir kadın olması muhtemel.
       Adam avukatına endişelerini anlatıyor. Peşindeki adamların şakası yok.
       Sonunda bir karara varıyorlar. Avukat otel odasından çıkıyor. Arabasına yürüyor. Dışarısı alaca karanlık. Sokak lambaları yanıyor. Metalik gri araba zengin duruşuyla sokağın sefaletine tepeden bakıyor. Kadın direksiyonun önündeki yerine yeni oturmuşken cam hafifçe tıklanıyor. Avukat irkiliyor, fakat çaktırmamaya çalışıyor. Gelen bir polis memuru. Lacivertler, maviler içinde. Eğilip, kadından camı açmasını isterken rahat görünüyor.
       Polis memuru avukata arabasının bir sorunu olduğunu, cezai işlem uygulayacağını söylüyor.
       Avukat itiraz edecek gibi oluyor. Ancak oyalanmak istemediğinden orta yolu bulmaya çalışıyor. Polis ısrarcı. Suratına alaycı, çokbilmiş bir sırıtma kondurmuş. Kadına ‘avukat hanım’ diye sesleniyor. O kelimelerden zehir gibi alaycılık akıyor.
       Her şeyin farkında olan kadın harekete geçmek istiyor, ancak geç kalıyor. Arabanın diğer ön kapısı açılıyor ve içeri iri bir adam dalıyor. Uzanıp kararlı hareketlerle eldivenli elini kadının ağzına bastırıyor. Diğer eliyle kadının boynunu sıkıyor. Adamın arkasında bir adam daha var. Artık üç kişiler. Biri öldürüyor, ikisi izliyor. Sonunda kadın debelenmeyi bırakıyor.
       Kadını öldüren adam torpido gözünde bir şeyler arıyor. Polis eğilmiş, adama bir şeyler söylüyor. Diğer adam ise alelade bakışlarla çevreye bakıyor. İzlenmediklerini düşünüyor.
       Yanılıyor.
       Birkaç metre ötelerinde duvarın karanlık köşesine sinmiş bir kız dehşet içinde onlara bakıyor.
       O da izlenmediğini düşünüyor.
       O da yanılıyor.

       Sokağın ucunda durmuş, sarı saçlı kızı izliyordum. Ondaki bir şey dikkatimi çekmişti. Omuzlarına dökülen hafif ıslak saçları yanağını kapatmıştı. Profilden görüyordum onu. Duvarın içine girmek istiyormuş gibi bir hali vardı. Tüm ağırlığı tek dizinin üstündeydi. Öyle korkmuş görünüyordu ki ona doğru gitmekten kendimi alamadım.
       Aramızda yedi sekiz adım mesafe kaldığında kız beni fark etti. Fişek gibi ayağa fırladı. Şaşırdım. Daha önce hayatımda böyle korkmuş bir insan görmemiştim. Kızın suratında kan namına bir şey kalmamıştı.
Kızın ayağa fırlamasıyla duvara dayanmış ıvır zıvır sessizliği parça pinçik ederek yere serildi. Kız inledi ve ardından koşmaya başladı. Biraz ötedeki köşeyi dönerek karanlıkta gözden kayboldu.           
       Kızın ayak seslerine başka ayak sesleri eklendi. Yana dönünce koşarak üstüme gelen bedenleri gördüm. Yüzlerine bile bakamadım. Tabiatlarındaki vahşilik öyle açıktı ki ben koşmam gerektiğini düşündüğümde bedenim çoktan koşmaya başlamıştı.
        Peşimden iki kişi geliyordu. İri olan hemen arkamdaydı. Canhıraş koşuyordum, zira yakalanırsam sonumun geleceği açıktı. İçler acısı bir şekilde öleceğimi düşündüm ve tüm gücümü ayaklarıma verdim. Bina labirentinin sokaklarında bir sağa bir sola dönerek koştukça koştum. Bir köşeyi daha döndüm ve labirentten çıktım. Artık bir kanalla paralel uzayıp giden bir yolda koşuyordum. Nefes alamaz bir hale gelmiştim.
       Adamlardan biri önüme çıkıverdi. Ben de düşünmeden kendimi yana, kanala doğru atıverdim. Suyun dibindeki küçük çardağın çatısı güven vermekten çok uzaktı. Yol hizasının yarım metre kadar altında oluklu saçtan yapılmış çatıda bir an dengemi kaybedecek gibi oldum, ama toparladım. Arkamdan adam da çatıya atlayınca çardağın ağırlığımızla yıkılacağını düşündüm. İki adım attım ve adamın elleri bana ulaşamadan kendimi kanalın suyuna bıraktım. Benim arkamdan adamın da suya atladığını görmekten çok duydum.
       Can korkusuyla yüzdüm ve suya atladığım için kendimden nefret ettim. Çok salakça bir hareketti. Kıyıya yaklaştım. Tırnaklarımla toprağa tutunarak sudan çıkmaya çalıştım. Ama toprak tepe gibi dik bir şekilde yükseliyordu ve bırak tırmanmayı nefes alacak halim kalmamıştı. Arkamdaki izbandutun benden daha idmanlı olduğu ortadaydı ve bana yaklaştığını hissedebiliyordum. Başımı kaldırınca tepemde dikilip benim yola çıkmamı bekleyen bir beden gördüm.
       Dehşetle sarsıldığımı hissettim. Ellerimdeki, ayaklarımdaki son güç kırıntıları da beni terk etti. Ayağım topraktan kaydı. Parmaklarım toprağa tutunmayı çoktan bırakmıştı zaten. Yolun sonuna geldiğini fark etmiş biri için tırmanılacak yer çok dikti. Kaba bir el ensemden tutup beni çekti. Geri geri kaydım. Sırt üstü suya çarpmadan önce bir an gökyüzünü gördüm. Öyle berraktı ki. “Ama yıldızlar yok,” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
       Ağzıma burnuma sular dolmaya başladı. Soğuk suyun içinden karanlık geldi. Ardından soğukluğu da hissetmez oldum.
       Gözlerimi tekrar açtığımda kanalın kenarında ayakta dikiliyordum. Üzerimden sular damlıyordu. İçimde bir soğukluk, aklımda ise tek bir düşünce vardı. O katillerin yüzünü gören tek kişiyi, o sarı saçlı kızı bulmam gerekiyordu. 

25
Kurgu İskelesi / Ynt: Kırlangıç'ın Düşü
« : 18 Aralık 2013, 17:37:07 »
:) Aynı Safir'den bahsediyorsunuz, evet. Ve çok teşekkür ederim. Kesme işareti konusunda ayrıyeten teşekkür ediyorum. :) Artık kesinlikle unutmam.

Hikayeden kopma problemi muhtemelen yazı tarzından kaynaklanıyordur. Öykünün girişlerde açıklayıcı birkaç cümleye daha ihtiyacı var sanırım. O zaman okuyucuya fazla yüklenmemiş olurum diye düşünüyorum.

Efsaneleri anlatmak bugünü anlatmaktan daha kolay cidden. Neredeyse hiç zorlanmıyorum. Ama bugünü de anlatmak gerek. O zaman çark tersine dönüyor. Hikayede akışı sağlayabilmek için kelimelerle öyle çok uğraşıyorum ki başka konularda en basit yerlerde hata yapıyorum.  >:(   
Normalde silmeyi düşündüğüm bir öyküydü, ama iyi ki paylaşmışım. Tekrar teşekkür ederim. :)


 
 

26
Kurgu İskelesi / Ynt: Kırlangıç'ın Düşü, Son
« : 17 Aralık 2013, 16:16:59 »
       Onu bulmam pek de zor olmadı.
       Beni Kırlangıç Mağarası’nın önünde görünce donup kaldı. Etten bir surata sahip olsaydı eğer yüzünde şaşırmış bir ifade olurdu, belki korkmuş ya da her ikisi birden. Kurukafa suratıyla ancak sırıtıyormuş gibi görünüyordu. 
       “Kırlangıçlar er geç yuvalarına dönerlermiş,” dedim sakince. Üzüntüyle başımı iki yana salladım. “Sana o kadar yardım etmeye çalıştım. Sense kıçımı tekmelemeyi uygun buldun. Hayır, canım! Bir kızın duygularını incitip de kaçamazsın. Gerçi, nedenini Yaradan biliyor ya, sana bir şey yapmak niyetinde değilim. Sadece kemiklerini almak zorundayım. Anlamalısın, benim de tutmam gereken sözler var.”
       Kırlangıçlar yeniden saldırmaya niyetlenmişlerdi ki bağırdım.
       “Yeter! Karışmayın artık. Yapılan hatanın bedeli çoktan ödendi. Neyin derdindesiniz hala? Bu çocuk size ait değil...”
       Ben böyle havalı havalı esip gürlerken göz ucuyla iskeletin üzerime koştuğunu gördüm. Sevincinden boynuma atılmak için olmasa gerekti. Sırıtıyor olması yanıltmasın. Ellerimi kaldırdım. Yazık, geç kalmıştım. Bacak kadar şey sağ tarafıma esaslı bir biçimde geçirdi.
       Yere düştük. Merhametsiz taşların üstünde yuvarlandık. O bir tarafa ben bir tarafa savrulurken son anda kolunu yakaladım. Bir yandan da canımı cananımı boş vermiş, kol elimde kalmasın diye dua ediyordum.
       Gördüğüm şeyi idrak ettiğimde ise nefesim kesildi. Dik yamacın sert bir çıkıntısında boylu boyunca yatıyordum. Çok değil, bir kez daha dönmüş olsam kendimi boşlukta bulur, ardından da parçalarımı aşağıdaki kayalardan toplarlardı. Kesinlikle hoş bir ölüm olmazdı.
       İskelet benim kadar şanslı değildi. Hafifliğinden olsa gerek, o bir tur daha dönmüştü. Ama o zaten ölüydü. Kaybedecek fazla bir şeyi yoktu. Çok olsa antik kemikleri parçalanır, bu sefer kesin ölürdü. Sonra da olan yine bana olurdu. Dinlemek zorunda kalacağım söylevleri düşününce benim kemiklerim parçalanırcasına sızlıyordu. 
       Bundandır tuttuğum şeyin sadece bir kol olmadığını umarak kafamı uzattım. İncecik kemik parmakların bileğimi sıkıca tuttuğunu hissedebiliyordum, fakat İskelet Efendi öyle hafifti ki en iyi ihtimalle gövdenin yarısını kaybetmiştim. Dikkatle aşağı baktım. Yükseklikten hoşlanmıyordum. Uçurumun kenarında olmaktan hiç hoşlanmıyordum. Dibe yuvarlanan küçük taşların tıkırtıları da beni hiç rahatlatmıyordu.
       Ufak bir kontrolün ardından sırıttım. Korkudan öldü ölecek olmasaydım en keyifli kahkahalarımdan birini de atardım. İyi haber; tuttuğum şeyin devamı da vardı, ayak parmaklarına kadar. İskelet garip bir kuklaymışçasına boşlukta sallanıyordu.
       Onu yukarı çekmeye çalıştığımda elimde bir soğukluk hissettim. Saniye demedi, binlerce buzdan iğne etimi geçip kemiğime saplandı sanki. Soğuk, elimi acıyla uyuşturuyordu. Yine de onu bırakmadım. Safım, her halde beni çaylak sanıyordu. Bu tür şeylere ani tepkiler vermeyecek denli tecrübeliydim ben bir kere.
       “Ne yapıyorsun sen?” diye hırladım.
       Bana bakan oyuk gözlerinin karanlığı dalgalandı. Solgun bir ışıkla parlayan şeffaf bir beden iskeletin üstünde şekillenmeye başladı. Gözler, ağız, burun, dalgalanan saçlar… Gülümsedi. Bileğimi tutan parmaklarının gevşediğini hissettim. Usulca bıraktı beni. Gitmek istiyordu.
       Kırlangıçların itirazları geldi kulağıma. Onlarcası tepemizde çığlık çığlığa ötüyordu. Öte yandan şehrin diğer ucundaki aslan heykellerinin taştan yeleleri parçalanıyor, kıvrım kıvrım yükselen sarı alevleri gelen geceyi Kırlangıç’sız selamlıyordu. Başka bir yerde müzenin büyük oymalı kapıları zedelenen itibarın ve hayal kırıklığının üzerine kapanıyordu. Bir evde bir anne kızının geleceği için endişeleniyordu.
       Ne yapabilirdim?
       Ona inat, parmaklarımın arasındaki kemiği sıkıca tutup olabildiğince doğruldum. Kolumu kaldırıp, suratını suratımın hizasına getirdim. Ürkütücü bir görünüşü var aslında, diye düşündüm. Karanlık boşlukta nazlı nazlı sallanan solgun bir ışıktı. Yüzündeki ifade olmasa, korkardım belki. Hüzün, çocukların yüzünde daha bir güzel oluyordu. İç çektim.
       Ve elini bıraktım.     
       Çok güzeldi.
       Küçük bir yıldız kayıyordu.   

27
Kurgu İskelesi / Ynt: Kırlangıç' ın Düşü, Devam
« : 15 Aralık 2013, 21:11:50 »
       Nereye bakacağını bildikten sonra insanın aradığı şeyi bulması pek de zor olmuyordu. Çok geçmeden çocuğu elimle koymuş gibi buldum. Oğlan ağaçlara ya da buldukları çıkıntılara tünemiş kırlangıçlarıyla nehrin kenarında, taş köprüyü güzelce gören, bir yerdeydi. Saçlarının dikliğinden eser kalmamıştı. Daha önce artistin şımarık bakışlarının zıpırdayıp durduğu surata bir ağır başlılık çökmüştü. Bence çocuğu bu haliyle bıraksak vatana millete, özellikle ailesine daha bir hayrımız dokunurdu.
      Ona doğru yürüdüm. Beni gördü. Kaçar mıydı acaba? Kaçmadı. Yanına oturdum. Beraber önümüzde akmakta olan nehri izlemeye başladık.
      Selen Köprüsü, Şehri ikiye bölen Selen Nehri’nin gerdanlığıydı. Bana göre gereksizce genişti. Derler ki dört at yan yana koşsa da birinin kuyruğu diğerine değmezmiş. Doğrudur tabii. Ölçme zahmetine katlanmadım. Ama köprü göz alıcıydı. Yıllar geçse de taşları ne aşınıyor ne dökülüyordu. Ve aslanlar! Heybetleriyle, daha çok insanı lokma lokma yemek istermişçesine bakan suratlarıyla nefes kesen tam seksen taştan aslan. Köprünün bir başından diğer başına karşılıklı sıralanmışlar, Şehri izlercesine oturuyorlardı. Hayat onlara güzeldi. 
      Oğlana döndüm. İnsanların karmaşalarına fazla şaşırmıyor gibiydi. İlgiyle izliyordu her şeyi. On beş yirmi metrelik tekneleri her gördüğünde gözlerinin açılmasını izlemek hoştu. Vicdana geldim.
       “Binmek ister misin?”
       “Hayır,” dedi kesin bir şekilde.
       “Eğlencelidir ama.”
       Omuzlarını silkti.
       “Sakın bana korktuğunu söyleme.”
       Kaşları çatıldı. “Korkmam ben.”
       Başımı manidarca eğdim. “Tabii, kesin öyledir.”
       “Korkmuyorum,” dedi katı bir sesle. “Kaybolduğunda olduğun yerde beklemen gerekir. Böylece seni daha çabuk bulurlar. Bunu bilmiyor musun?”
       Aklımdakini içimde tutmayı yeğledim. Daha çok beklersin, dersem, kim bilir başıma neler gelirdi?   
       Soluma doğru, yaklaşık iki metre kadar uzağımda bir dalgalanma oldu. Boğuk bir paf sesinin ardından Gülçehre ve yanında siyah pelerine sarınıp sarmalanmış sıska bir şey göründü.
       “Zeren.” Gözleri yanımdaki çocuğa kaydı. Gülümsemesi daha da genişledi. “Merhaba.”
       Çocuk belli belirsiz bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bakışları pelerinlide kalmıştı.
       Onlar bize doğru gelirken, bende kalkıp onlara doğru yürüdüm. “Vay,” dedim sırıtırken. “Yakalamışsın.”
       “Kibarca sormayı denemiş miydin?”
       “Hayır. Bacaklarını kırmayı denemiştim, ama bir işe yaramadı.”
       Korkarak gerileyen pelerinliyi şefkatle kanatlarının altına aldı Gülçehre. “Yapma,” diye fısıldadı. “Çocuğu korkutuyorsun.”
       “O önce kendi sıfatına baksın.”
       Elime siyah bir torba tutuşturdu. “Artık kemikleri daha iyi kontrol edebildiği için fazla dökülmüyor. Dökülenler de bunlar.” Sıkkın bir ifadeyle etrafa bakındı. “İşler karışıyor Zeren. Müzeden adamlar Şifaevi’ndeydi. Kolcuları söylemiyorum bile. Birini tutuklayabilmek için ortalıkta gezinip duruyorlar.”
       “Eh, sonuçta bir iskelet, kuşlarıyla her gün Şifaevi’ni basmıyor. Söyledim sana, bu çocuğun beyninde bir sorun var. Dur biraz, artık bir beyni bile yok.”
       “Zeren, canım, şu ana odaklanalım. Her an yakalanabiliriz.”
       “Farkındayım.”
       “Ne yapmayı düşünüyorsun?”
       “Çekirdek almayı.”
       “Efendim?”
      Bankta oturan veledi işaret ettim. “Sen şimdi şu çocuğa, hırsızlık kötü bir şey olduğu için çaldığı bedeni sahibine iade etmesi ve kemikleriyle benimle müzeye geri gelmesi gerektiğini güzel güzel anlatırken, bende boşa oturacak değilim herhalde. Çekirdek çitlemeyi düşünüyorum. Ha, birde arada bir yerde babasının yüzyıllar önce öldüğünü de söylersen iyi olur. Zaman ve yaşam olayını tam kavrayamamış görünüyor.”
       “Zerencim, sen var ya…”
       “Ama arkadaşım, öz şifası okuyan sensin. Ruh muh, sonuçta çocuk. Ben ne anlarım çocuk psikolojisinden?”
       Başını eğdi. “Doğru söze ne denir.”
       Pelerinliyi benim yanımda bırakarak, bankta bizi dikkatle izleyen çocuğa yürüdü.
       “Sen de çekirdek ister misin?”
       Pelerinin kapüşonu sağa sola sallandı.
       “Sonra istesen de vermem, ha.”
       Başını kaldırıp kurukafa suratıyla beni bakışmak zorunda bıraktı.
       “Hım, haklısın. Çekirdeklerin sana yardım edebileceği bir durum kalmamış.”
       Alt çenesi öyle bir titredi ki dişlerinin takırtısı bana geldi. Ardından yükselen ağlama sesiyse kulaklara haramdı. İnsan sanır ki köpekler uluyor. Gülçehre arkasını dönme zahmetine dahi katlanmadı.
       “Zeren!”
       “Ben bir şey yapmadım.”     
       Küçük bir paket çekirdeğin yarısını yemiş, üzerimize dikilen birkaç gözü başka tarafa bakmaları için ikna etmiş, günün ışıkları son kudretini göstermeye başlamışken biz hala fazla yol kat edememiştik. Çocuk epey inatçı çıkmıştı.
       Çekirdek poşetini çöpe attım. Sakince yürüdüm. Veledin tepesine dikildim. Gülçehre merakla ne yumurtlayacağım diye bakıyordu.
       “Baban öldü. Şu anda buraya gelmesine imkan yok.”
       Çocuk sanki bunu ilk kez duyuyormuş gibi sarsıldı. “Hayır, ölmedi.”
       “Zeren!” Gülçehre yerinden doğrulmuştu ki onu durdurdum.
       “Kabullenecek ve dayanacak. Bundan çok daha kötüsüne katlananlar var.” Köprünün kenarlarına sıra sıra dizilmiş taştan aslanları gösterdim. “Onları mı izlemek istiyorsun? İzle. Tamam, sana bir de ‘baba’ bulalım.”
       Etrafıma bakındım. Benden baba olmazdı. Gülçehre’den hiç olmazdı. Yabancıya dert anlatılmazdı. Ama yakınlardaki çınar ağacı hiç fena görünmüyordu. Yanına gidip, avcumu gövdesine vurdum.
       “Al bakalım. Farz et ki bu senin baban. Ona sarılabilirsin. Hatta korkmadan sırtını bile dayayabilirsin. Şimdi, ağaçtan baba olmaz, diyeceksin. Pekala bal gibi de olur. Ağaçlar da bizi besler. Soluduğumuz havayı verirler bize. Sığındığımız ev olurlar. Gölgesinde serinleriz. Konuştuklarında bilgelikleriyle bize yol gösterirler. Ayrıca, laf aramızda, kadınların söylediklerine göre erkeklerin çoğu odu…”
       “Zeren,” diye cıyakladı Gülçehre.
       “Ne? 'Baba, çınar ağacı gibidir,' diye bir söz duymadın mı hiç?”
Şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştıran çocuğun sırtını sıvazladı. “Aldırma canım sen ona. Hatta yokmuş gibi davranabilirsin. İnan sorun olmaz.”
       Yüzümü buruşturdum. “Ben ona iyilik etmeye çalışıyorum. Bak çocuk, aslanları izleyebilirsin. Üstelik tüm gece Şehri gezmen için sana yardım dahi ederim. Ama sonra bedeni sahibine geri verip, benimle gelmek zorundasın.”
       Başını eğdi ve oturduğu yerden kalktı. “Şimdi de gidebiliriz.”
       Şaşırdım. “Buraya kadar geldin. Aslanları izlemeden gitmek ayıp olmaz mı?”
       “Söz vermişti.”
       Huzursuzca Gülçehre’ye baktım. Benden iyi görünmüyordu. İç çektim. “Tutmak için elinden geleni yaptı. Buna inan.”
       Yeni kurumuş yanakları yeniden damlalarla ıslandı ve çocuk fısıldadı.
       “Söz vermişti.”
       İrkildim. Beni bile sarstı bakışları. Bir çocuğun gözlerinde bir babanın kudretini yitirişini gördüm.
       Değer miydi, ha?
       Çocuk birden olduğu yere yığıldı. Hemen arkasından pelerine sarınmış iskelette olduğu yere çöktü. Artist için güzel bir gelişmeydi. Görünen o ki dikebileceği saçlarına kavuşmuştu.
       “Ben çocuğu Şifaevi’ne götürüyorum,” dedi Gülçehre.
       “En kötüyü bana bırak zaten.” Kemiklerin üzerini örten kara örtüye baktım.
       Güldü. “Onu götürmekte acele etme. Ah?”
       Sert hışırtılar duyuldu. Kuşlar ağaçların yapraklarını savurarak fırladılar yerlerinden. İnce çığlıkları olağan akan zamana bir bir saplandı. İnsanlar merakla karmaşaya çevirdiler başlarını.
       Onlarca kırlangıç etrafımda fır dönüyordu. Beni sevdiklerinden de değil. Fosil yine kaçacaktı ve kaçtı da.  Sesler susup, kuşlar ağaçların dallarına sığındığında iskeletten geriye bir şey kalmamıştı. Torbanın içindeki kemikler bile gitmişti.
       Derin bir nefes aldım. Gerçekten kızmaya başlıyordum artık.

28
Kurgu İskelesi / Ynt: Kırlangıç' ın Düşü, Devam
« : 14 Aralık 2013, 11:35:19 »
       Bin beş yüzyıllık uykuyu bölecek denli güçlü bir istek ne olabilirdi?
       Hiçbir fikrim yoktu. İnsanoğlu bu, etten püften birçok şey isteyebilirdi. İskelet Efendi’nin soyunu sopunu doğru düzgün bilen de çıkmıyordu ki onlara sorayım desem. Ha sorsam da ne kadar işe yarar bilgi edinebilirdim, orası da ayrı bir konuydu. En mantıklı hareket iskeletin bulunduğu mağaradan başlamaktı. İnsanları geç, oradaki ruhlardan birine yalvarıp yakarırsam belki biri bana yardım edebilirdi.
       Böylelikle Kırlangıç Mağarası’nın yolunu tuttum.
       Günün ışıkları dağın dik yamacını yıkıyordu. Gri taşlar çalıların ağırbaşlı yeşilini üstlerine çekmişler tatlı tatlı esen yelin fısıltılarını dinliyorlardı. Kırlangıç Mağarası’nın girişi hemen önümdeydi; yarım insan boyunda karanlık bir delik. Davetkardı, ama içeri girmeyi istememe yetecek kadar değil.   
       “Ne istiyorsun?”
       Arkamda bir yerden gelen sesle yerimden zıpladım. Korku minik iğneler şeklinde ciğerlerime saplandı. Bu denli gergin olduğumun hiç farkında değildim.
       Derin bir nefes alırken arkamı döndüm. Bir çalı yığının dibinde yere oturmuş bir adam garip gözleriyle bana bakıyordu. Bende ona baktım. Benim gözlerim de ona göre garip olmalıydı. Ancak benim sabrım onun ki kadar derin değildi. Yanına gittim. Gözleri daha da garipleşti. Ceylanlarla yarışacak denli iri, badem şeklinde, siyahtan ibaret gözleri vardı. Omuzlarına dökülen çalımsı kara saçları bazen bir göz yanılması sanılacak denli belli belirsiz dalgalanıyordu. İnsansı olmaktan uzak, tuhaf sesiyle yeniden sordu sorusunu.
       “Ne istiyorsun?”
       “Hikayeyi,” dedim.
       “Kırlangıçların hikayeleri çoktur.”
       “Sadece biri benden kaçıyor.”
       “Sonu söylenmemiş, yarım bir masaldır aradığın. Neredeyse silinmiştir Hikayecilerin sözlerinden, unutulmuştur.” Hem gür hem ince, yankılı, hoşa mı gidiyor kulak mı tırmalıyor anlayamadığım bir sese sahipti. 
       “Belki siz bana yardımcı olabilirsiniz.”
       “İyi düşün sözlerini. Başında da sonunda da getireceği izleri, iyi düşün.”
       “Bilmek istiyorum.”
       Bakışlarının olanca ağırlığıyla beni eze eze baktı. Öleceğim sandım. Terleyen avuçlarımı bastıra bastıra kotuma sildim.
       “İyi dinle öyleyse,” dedi o acayip sesiyle. Bende olduğum yere çöküp, oturdum.
       “Uzun zaman önce bu dağın eteklerindeki bir köyde bir çocuk yaşardı. Oynarken kendi halinde bir kırlangıcın yuvası ilişti gözüne. Merak sinsi bir çakaldı. Kovaladı aklı, ataların seslerini susturdu. Çocuk dayanamadı, yuvayı kırıverdi ölüme bırakarak içindeki yavruları.
       "Ana kırlangıcın ahı derindi, yemini çelik. ‘Ant olsun,’ dedi. ‘Dağlara taşlara ant olsun. Zalimlik edene ibret olsun. Göğü yeri yaradan şahit olsun. Bu çocuk, zalim çocuk, boy boylasın, yaş yaşlasın. Hatun alsın, ocak kursun. Kara saçlı, kara gözlü oğlancığı olsun. Bize reva gördüğü kader onu da vursun. Kara gözlü oğlancığı uçsun da onu tutamasın. Kara saçlı oğlancığı koşsun da ona varamasın. Yuvamı yıkanın ocağı yıkılsın,’ dedi. Yemini buydu.
       "Kış bahara dönünce, fidan boy verip göğe erince oğlan yiğit oldu. Hatun aldı, ocak kurdu. Hatuncuğu ona kara gözlü kara saçlı bir oğlan verdi. Güzeldi her şey olabildiğince, ta ki çocuk babasının günahkar yaşına erince. Unutmamıştı kırlangıçlar edilen yemini. Geri istediler kaybettiklerini. Ve çocuk çıktı ocağından. Bir daha geri gelmedi.   
       "Oğlancığın zavallı anacığı dizini dövdü, kanlı yaşlar döktü. Neye yarar. Yitirdi aklını. Bilemedi o günden sonra neresi yurdu neresi ocağı.
       "Adamcağız vurdu kendini yollara. Dolandı dünyayı baştan sona. Yine de bulamadı bir parça merhem kanayan yarasına.
       "Ama bu atasının hikayesi. Kara gözlü oğlanın ki daha kederli.
       "Kırlangıçların şarkıları güzeldi. Karda açan bahar çiçekti. Oğlancık küçük, nasıl kanmasın. Sözü bildi şarkıların sözlerini. Yurdu bildi kırlangıçların düşlerini. Dinledi, dinledi ve yıllar geçti. Bir gün geldi, şarkıların silemediği hatıraları titredi. Umudun evladı hüzün ipekten bir ağ, sardı ruhunu. O günden beri bir tek nağme değmedi yüreğine. İstedi ki verilen söz tutulsun.
       "Hala istiyor, hala bekliyor; verilen söz tutulsun.”
 
       “Peki, söz neydi?”
       Başını olumsuzca salladı. “Büyücülerin Kudreti, bu sözü tutmaya senin erkin dahi yetmez. Ölüm bencildir, aldığını geri vermez.”
       “Şansımı denerim. Söz neydi? Lütfen söyleyin.”
       “Basit kelimelerdi, önemsiz. Lakin bir çocuğun inancının efsunuyla sarınınca, çelikten yeminler bile eğiliyor karşısında. Atasının sözü, kırlangıçların boynunu eğdi. Babası bir gün götürecekti çocuğu Selen Köprüsü’ ne. Geceyi selamlarken şahlanan, seksen taştan aslanı görmeye.”
       “Ah, demek derdi buydu. Bu yüzden kırlangıçlar onu mağaradan çıkartmalarına izin verdiler. Anladım.” Eğilip, onu selamladım. “Şükranlarımı size nasıl sunmalıyım?”
       “Bir hikayeye karşılık bir hikaye duymak isterim. Ve son bir öğüt sana tekrar görüşene dek. Bırak onu kendi haline. Kırlangıcın kaderidir; bırakıp gitse de er geç yuvasına geri gelir.”
       İç çektim. Onu rahat bırakacak bir şansım olsaydı eğer kesinlikle öyle yapardım.

29
Kurgu İskelesi / Ynt: Kırlangıç' ın Düşü
« : 13 Aralık 2013, 15:13:11 »
 Teşekkür ederim. :) Karakteri beğenmenize özellikle sevindim. Üzerinde çalıştığım romanın başkişisi olur kendisi.
Yanlışlar ise illaki var. Biliyorum da, ah bir görebilsem! Dersime biraz daha çalışıp, bir süre sonra tekrar kontrol ederim. Bakalım, bahsettiğiniz yanlışları görebilecek miyim? :) Sağ olun.
 
   Dinlendikten sonra yaptığım kontrolde bulduklarım; 'Gülçehre' yazarken birinde bir 'e' fazla yazmışım. 'Dikelmek' değil, 'dikilmek' olmalı. Kesme işaretlerinden sonra boşluk bırakılmalı. Bu noktada şok oldum yalnız. Bıraktığıma emindim oysa. Özel adlardan sonra gelen, yapım eki hariç, ekler kesme işareti ile ayrılır. 
    Çok basit şeylermiş. Bulduklarımı düzelttim. :) 

30
       Alice Ölüler Diyarında / Mainak Dhar
       Güzel bir şey anlatılmak istenmiş, ancak becerilememiş bir kitap. İnsanların açgözlülüğünün, çıkarcılığının nerelere varabileceğini, bilinmeyeni ya da farklı olanı anlamaya çalışmaktansa yok etmeyi tercih ettiğimizi iyi hoş anlatıyor. Ne yazık ki, bu benim gözümde kitabı kurtarmaya yetmiyor. Kelime yanlışları ve basit cümle yapısı beni benden aldı.
       Kitabın kapağı ve ismi en beğendiğim taraftı. Karanlık bir masalı anlatıyor gibi. Aslında biraz da anlatıyor hani. Yine de ismine bakıp bizim bildiğimiz Alice kızımızın gotik bir evrene gittiğini sanmamak lazım. Bu Alice başka Alice. Kimyasal silahın sonuçlarından sonra harap olmuş bir dünyada hayatta kalmaya çalışan bir Alice. Oyuncak bir bebeğin varlığına, hatta daha çok bir zamanlar onunla oynayan insanların var olduğuna şaşıran bir Alice. On beş yaşında olmasına rağmen bıçağını belinden, tüfeğini omzundan eksik etmiyor.   
       Tavşan Kulaklı en sevdiğim karakter oldu. En azından diğerlerinden daha gerçekçi bir profil çiziyordu. Isırıcı falandı, ama tokadı yapıştırması gereken yerde yapıştırdı, hırlaması gereken yerde hırladı, koruması gereken yerde korudu. Tüm kitap boyunca tek bir kelime etti, o da yeterdi zaten. Bu arada, Kraliçe hariç, Isırıcılar konuşamıyor diyerek karizmasını biraz daha arttırayım.
       Zombi hikayelerini sevmeyenler dahi kitabı rahatlıkla okuyabilir. Hatta bir süre sonra zavallılara neredeyse acıyor insan.
       Alice Ölüler Diyarında; ‘İnsanın insandan büyük düşmanı yoktur,’ düsturuyla hareket eden, edebi yönü çok çok zayıf, aksiyon bol bir ilk kitaptı.
       İkinci; Öldüren Aynanın İçinden

      Rüzgarın Adı/ Patrick Rothfuss     
      Harika bir kitap.
     
       

Sayfa: 1 [2] 3 4