31
Kurgu İskelesi / Ynt: Kırlangıç' ın Düşü, Devam
« : 13 Aralık 2013, 12:43:35 »
Ortada bir sorun vardı. Çözümü de basitti. Öyle diyorlardı. Bana kalırsa ‘basit’ göreceli bir kavramdı. O sözcüğü alıp bir taraflarına sokabilirlerdi. Şahsen böyle düşünüyordum. Ama benim ne düşündüğümün bir önemi yoktu. İskelet efendinin de ne düşündüğünün bir önemi yoktu. Ben onu müzeye geri getirecek, o da ait olduğu yere gelecekti. Sessizce. Göze çarpmadan. Daha sonra iskeleti uyandıran şeyin ne olduğuyla ilgilenilirdi elbet. Çocuk kandırıyorlardı sanki.
Neyse, demem o ki iş benim üstüme kaldı. İtiraz da edemedim. Düştüm iskelet efendinin peşine. O kaçtı, ben kovaladım. O kaçtıkça güldü. Ben elimden kaçırdıkça sövdüm. Böyle böyle günün yarısını devirdik.
Öğleni biraz geçe Şifaevi’nin sedyelerinden birine oturmuş, vücudumun muhtelif yerlerindeki darbe, pençe ve gaga travmalarının neden olduğu sızıları görmezden gelmeye çalışıyordum. Avuçlarımı gözlerime bastırdım.
“Of, kuşlardan nefret ediyorum! Nefret ediyorum! Nefret…”
Bir kıkırdama sesiyle kafamı kaldırdım. Gülçehre her zamanki gibi otuz iki dişiyle sırıtıyordu. Hafif kavruk teninde gülüşü parlıyordu. Somurtmakla yetindim. Kızılamayan gülüşlerin sahibesiydi o.
“Biliyor musun tatlım, kendini aştın diyeceğim; ama bu olanlar ondan da öte bir şey.”
Gözlerimi kıstım. “Son kez söylüyorum: Ben bir şey yapmadım!”
“Tabii! Ne zaman sen bir şey yapmasan, küçük bir kaos doğuyor.”
“Abartıyorsun.”
Okul formasının üstündeki buz mavi önlüğünü uçura uçura gelip, yanıma oturdu.
“Ne oldu sana böyle?” Saçımdaki minik bir kuş tüyünü aldı. “İlginç deneyimler yaşamış olduğunu sanıyorum.”
Yan yana ona baktım. “O antik kalıntıyı ne zaman bir köşeye sıkıştırsam geberesice kuşlar tepeme üşüştü. Onlarca kırlangıcın sağını solunu didiklemesi nasıl ilginç nasıl ilginç tahmin edemezsin.”
Kahkahayı patlatırdı, ama nezaket icabı kıkırdamakla yetindi. “Kırlangıç’ın nereden geldiğini düşünürsek kuşların onu koruması doğal bir tepki.”
“Başlarım tepkilerine. Madem bu kadar kıymetliymiş ne diye bırakmışlar o zaman? Alsınlar soksunlar bir taraflarına. Hayır, neyi anlamıyorum biliyor musun? O fosili müzeye götürmek zorunda olan niye ben oluyorum? Niye? Hiç birinde akıl mantık kalmamış.”
“İstemiyorsan yapmak zorunda değilsin.”
Kıvrak bir hareketle ayağa kalktı. Sedyenin yanındaki küçük dolabın kapağını açıp, eli kadar büyük bir şişe çıkardı. Gazlı bezlerin yanındaki kutudan da biraz pamuk topları alıp, önüme dikildi. Benden bir kafa uzundu, şimdi daha da uzun görünüyordu.
“Sen öyle san,” diye çemkirdim. “İşin ucunda okul stajım var. İki yılımın heba olmasına izin verecek değilim. Hele ki işlemediğim bir suç yüzünden. Neymiş efendim, Kırlangıç’ ın kaçmasına izin vermişim. Onu geri getirmek de benim görevimmiş. Yesinler! Korkuyoruz, diyemiyorlar ya, bunlar ondan. Korkak tavuklar!”
Gülçehre şişeyi eğip de ince uzun borudan sıvının pamuğa akmasına izin verdiğinde burnumuza keskin bir koku doldu. Dezenfektan kokularının altına ittirilmiş, belli belirsiz duyumsanan notalar anlam kazanmanın coşkusuyla her şeyi bastırdı. Burnumuzda bir tek cam şişenin içinde altın altın ışıldayan amber renkli sıvının tatlı sert kokusu kaldı.
“Belki sende biraz korkmuş gibi yapmalısın,” dedi Gülçehre. “Dikkat çekiyorsun.”
“Yapıyorum ya! Çığlık bile attım.”
“Gerçekten mi? Göstersene.”
“Üf, dalga geçme.”
“İnsanlar senin için daha büyük bir tehlike. Malum, sende yangına körükle gidiyorsun. Çok rahatsın, Zeren. O bir ruh. Üstelik hayaletler gibi de değil, onu herkes görebiliyor. Saygı gösterdiğine emin ol, arkadaşım. İnce bir ipin üstünde yürüyorsun.”
“Gösterdim. Bak, bunlar da sonuçları.” Kollarımdaki kanlı çizikleri gözüne gözüne soktum. “Hem madem bu kadar önemli bir mesele, benim gibi bir müze çırağını işe süreceklerine işin ustasını göndermeleri gerekmez mi?”
Kolumu pamukla silmeye başladı. “Ihm, haklısın canım.”
“Haklıyım tabii.”
İlacın minik çizikleri saniyeler içinde hiç olmamışlar gibi iyileştirmesini izledim. Pençelerin daha derine girdiği yerlerde yeni iyileşmiş yaraların kızıl izleri kalıyordu.
“Haklı olman sözlerimin gerçekliğini değiştirmez, canım. Dikkatli ol.”
Gözlerimi devirdim. “Kuşların bile tek bir tüyüne dokunmadım.”
Manidarca kalkan kaşlarının altında iki neşeli kara nokta suratıma dikildi.
“Tamam,” dedim başımı yana eğerken. “Bir ikisi hariç.”
Güldü. Elindeki kanlı pamuğu değiştirirken, bende cebimden küçük bir kemik çıkardım.
“Ama iyi bir nedenim vardı. Şuna bak.”
“O ne?”
“Sanırım fosilin ayak parmağı.”
“Ah, evet.”
“Başıma açtığı onca beladan sonra en azından kendine biraz daha özen gösterebilir. O bir antika. Sağa sola parçalarını döküp duramaz.”
Bu sefer kaşları şaşkınlıkla kalktı. “Beden bütünlüğü bozuluyor mu?”
“Hangi bedenden söz ediyorsun sen?” diye homurdandım. “Kemik bütünlüğüyle ayakta dikilmesi bile bir mucize. Dağılmasına mı şaşırıyorsun?”
“Hım…”
“Hm, ne demek?”
İncecik omuzlarını silkti. “Dün bayılan şu çocuk var ya, onu bizim bölüme aldılar.”
“Ya. İsabet olmuş. Beyin gelişiminde bir sorun var gibiydi zaten. Fakat dur biraz, bu senin alanına girmiyor, değil mi? Giriyor mu?”
“Uyandığından beri garip davranıyormuş,” dedi beni duymazdan gelerek. “Öz dengesini bozacak bir şey dikkatini çekti mi, diye soracaktım.”
“Bir iki velet üstüne bastı, fakat bu öz şifası gerektirmez.” Sustum. Biraz düşündüm ve kolumun silinmesine aldırmadan ayağa kalktım. “Gidip şu veledi bir ziyaret edelim bence.”
“Bu pek mümkün değil. İkincisi ise düşündüğün şey doğru; Kırlangıç’ın ruhu çocuğun bedenine, çocuğun ruhu da Kırlangıç’ın kemiklerine tutunmuş durumda.”
“Nasıl? Boş ver. Umurumda değil... ”
Bir çığlık yükseldi. Bir tane daha ve ardından bağırışlar, çığırışlar, koşturmalar, patırtılar.
Ne oluyor demeye kalmadı, kırlangıçlar tepemizde uçuşmaya başladı. Kuşlarla uğraşmak konusunda belli bir tecrübe edinmiş bendeniz bir iki hamleyle karmaşanın arasından sıyrıldım. Kuşlar buradaysa Kırlangıç çok uzakta olamazdı. Keyifle sırıttım.
“Sanırım bir taşla iki kuş vuracağız.”
“Söyledim ya,” dedi Gülçehre keyfimi tuzla buz ederek. “Bu pek mümkün değil.”
“Neden?”
“Çocuk Şifaevi'nden kaçtı.”
“Kaçması değil de, buna izin verilmesi şaşırtıcı.”
“Verilmesi ya da verilmemesi ne fark ederdi? O çocuğun burada kalması için bir nedeni yoktu. Ama Kırlangıç’ın Şifaevi'ne gelmesi için bir nedeni var. Korkuyor. Güvende olduğu yere, ailesine gitmek istiyor. Ona saldırmayı düşünüyorsan canım, yanlış yoldasın.”
“Öz Şifa Ustası ne öneriyor, acaba?”
“Kemikleri istiyorsan ruhun ne istediğini bul.” Cebimdeki kemiği aldı. “Acele etsek iyi olur.”
“Etsek? Biz derken?”
“İş bölümü yapıyoruz hayatım. Ben kemikleri alıyorum, sen ruhu. Onları bizden önce bulurlarsa dertlerini millete anlatana kadar şansları yok olur.”
“Şu anda kemikleri öylece müzeye götürsem benim sorumlarım hallolmuş olur. Eşelemenin manası yok.”
“Ama bunu istemiyorsun.”
“Yo, bence gayet istiyorum.”
Koluma uzandı, etimi parmakları arasına kıstırıp zalimce döndürdü.
Neyse, demem o ki iş benim üstüme kaldı. İtiraz da edemedim. Düştüm iskelet efendinin peşine. O kaçtı, ben kovaladım. O kaçtıkça güldü. Ben elimden kaçırdıkça sövdüm. Böyle böyle günün yarısını devirdik.
Öğleni biraz geçe Şifaevi’nin sedyelerinden birine oturmuş, vücudumun muhtelif yerlerindeki darbe, pençe ve gaga travmalarının neden olduğu sızıları görmezden gelmeye çalışıyordum. Avuçlarımı gözlerime bastırdım.
“Of, kuşlardan nefret ediyorum! Nefret ediyorum! Nefret…”
Bir kıkırdama sesiyle kafamı kaldırdım. Gülçehre her zamanki gibi otuz iki dişiyle sırıtıyordu. Hafif kavruk teninde gülüşü parlıyordu. Somurtmakla yetindim. Kızılamayan gülüşlerin sahibesiydi o.
“Biliyor musun tatlım, kendini aştın diyeceğim; ama bu olanlar ondan da öte bir şey.”
Gözlerimi kıstım. “Son kez söylüyorum: Ben bir şey yapmadım!”
“Tabii! Ne zaman sen bir şey yapmasan, küçük bir kaos doğuyor.”
“Abartıyorsun.”
Okul formasının üstündeki buz mavi önlüğünü uçura uçura gelip, yanıma oturdu.
“Ne oldu sana böyle?” Saçımdaki minik bir kuş tüyünü aldı. “İlginç deneyimler yaşamış olduğunu sanıyorum.”
Yan yana ona baktım. “O antik kalıntıyı ne zaman bir köşeye sıkıştırsam geberesice kuşlar tepeme üşüştü. Onlarca kırlangıcın sağını solunu didiklemesi nasıl ilginç nasıl ilginç tahmin edemezsin.”
Kahkahayı patlatırdı, ama nezaket icabı kıkırdamakla yetindi. “Kırlangıç’ın nereden geldiğini düşünürsek kuşların onu koruması doğal bir tepki.”
“Başlarım tepkilerine. Madem bu kadar kıymetliymiş ne diye bırakmışlar o zaman? Alsınlar soksunlar bir taraflarına. Hayır, neyi anlamıyorum biliyor musun? O fosili müzeye götürmek zorunda olan niye ben oluyorum? Niye? Hiç birinde akıl mantık kalmamış.”
“İstemiyorsan yapmak zorunda değilsin.”
Kıvrak bir hareketle ayağa kalktı. Sedyenin yanındaki küçük dolabın kapağını açıp, eli kadar büyük bir şişe çıkardı. Gazlı bezlerin yanındaki kutudan da biraz pamuk topları alıp, önüme dikildi. Benden bir kafa uzundu, şimdi daha da uzun görünüyordu.
“Sen öyle san,” diye çemkirdim. “İşin ucunda okul stajım var. İki yılımın heba olmasına izin verecek değilim. Hele ki işlemediğim bir suç yüzünden. Neymiş efendim, Kırlangıç’ ın kaçmasına izin vermişim. Onu geri getirmek de benim görevimmiş. Yesinler! Korkuyoruz, diyemiyorlar ya, bunlar ondan. Korkak tavuklar!”
Gülçehre şişeyi eğip de ince uzun borudan sıvının pamuğa akmasına izin verdiğinde burnumuza keskin bir koku doldu. Dezenfektan kokularının altına ittirilmiş, belli belirsiz duyumsanan notalar anlam kazanmanın coşkusuyla her şeyi bastırdı. Burnumuzda bir tek cam şişenin içinde altın altın ışıldayan amber renkli sıvının tatlı sert kokusu kaldı.
“Belki sende biraz korkmuş gibi yapmalısın,” dedi Gülçehre. “Dikkat çekiyorsun.”
“Yapıyorum ya! Çığlık bile attım.”
“Gerçekten mi? Göstersene.”
“Üf, dalga geçme.”
“İnsanlar senin için daha büyük bir tehlike. Malum, sende yangına körükle gidiyorsun. Çok rahatsın, Zeren. O bir ruh. Üstelik hayaletler gibi de değil, onu herkes görebiliyor. Saygı gösterdiğine emin ol, arkadaşım. İnce bir ipin üstünde yürüyorsun.”
“Gösterdim. Bak, bunlar da sonuçları.” Kollarımdaki kanlı çizikleri gözüne gözüne soktum. “Hem madem bu kadar önemli bir mesele, benim gibi bir müze çırağını işe süreceklerine işin ustasını göndermeleri gerekmez mi?”
Kolumu pamukla silmeye başladı. “Ihm, haklısın canım.”
“Haklıyım tabii.”
İlacın minik çizikleri saniyeler içinde hiç olmamışlar gibi iyileştirmesini izledim. Pençelerin daha derine girdiği yerlerde yeni iyileşmiş yaraların kızıl izleri kalıyordu.
“Haklı olman sözlerimin gerçekliğini değiştirmez, canım. Dikkatli ol.”
Gözlerimi devirdim. “Kuşların bile tek bir tüyüne dokunmadım.”
Manidarca kalkan kaşlarının altında iki neşeli kara nokta suratıma dikildi.
“Tamam,” dedim başımı yana eğerken. “Bir ikisi hariç.”
Güldü. Elindeki kanlı pamuğu değiştirirken, bende cebimden küçük bir kemik çıkardım.
“Ama iyi bir nedenim vardı. Şuna bak.”
“O ne?”
“Sanırım fosilin ayak parmağı.”
“Ah, evet.”
“Başıma açtığı onca beladan sonra en azından kendine biraz daha özen gösterebilir. O bir antika. Sağa sola parçalarını döküp duramaz.”
Bu sefer kaşları şaşkınlıkla kalktı. “Beden bütünlüğü bozuluyor mu?”
“Hangi bedenden söz ediyorsun sen?” diye homurdandım. “Kemik bütünlüğüyle ayakta dikilmesi bile bir mucize. Dağılmasına mı şaşırıyorsun?”
“Hım…”
“Hm, ne demek?”
İncecik omuzlarını silkti. “Dün bayılan şu çocuk var ya, onu bizim bölüme aldılar.”
“Ya. İsabet olmuş. Beyin gelişiminde bir sorun var gibiydi zaten. Fakat dur biraz, bu senin alanına girmiyor, değil mi? Giriyor mu?”
“Uyandığından beri garip davranıyormuş,” dedi beni duymazdan gelerek. “Öz dengesini bozacak bir şey dikkatini çekti mi, diye soracaktım.”
“Bir iki velet üstüne bastı, fakat bu öz şifası gerektirmez.” Sustum. Biraz düşündüm ve kolumun silinmesine aldırmadan ayağa kalktım. “Gidip şu veledi bir ziyaret edelim bence.”
“Bu pek mümkün değil. İkincisi ise düşündüğün şey doğru; Kırlangıç’ın ruhu çocuğun bedenine, çocuğun ruhu da Kırlangıç’ın kemiklerine tutunmuş durumda.”
“Nasıl? Boş ver. Umurumda değil... ”
Bir çığlık yükseldi. Bir tane daha ve ardından bağırışlar, çığırışlar, koşturmalar, patırtılar.
Ne oluyor demeye kalmadı, kırlangıçlar tepemizde uçuşmaya başladı. Kuşlarla uğraşmak konusunda belli bir tecrübe edinmiş bendeniz bir iki hamleyle karmaşanın arasından sıyrıldım. Kuşlar buradaysa Kırlangıç çok uzakta olamazdı. Keyifle sırıttım.
“Sanırım bir taşla iki kuş vuracağız.”
“Söyledim ya,” dedi Gülçehre keyfimi tuzla buz ederek. “Bu pek mümkün değil.”
“Neden?”
“Çocuk Şifaevi'nden kaçtı.”
“Kaçması değil de, buna izin verilmesi şaşırtıcı.”
“Verilmesi ya da verilmemesi ne fark ederdi? O çocuğun burada kalması için bir nedeni yoktu. Ama Kırlangıç’ın Şifaevi'ne gelmesi için bir nedeni var. Korkuyor. Güvende olduğu yere, ailesine gitmek istiyor. Ona saldırmayı düşünüyorsan canım, yanlış yoldasın.”
“Öz Şifa Ustası ne öneriyor, acaba?”
“Kemikleri istiyorsan ruhun ne istediğini bul.” Cebimdeki kemiği aldı. “Acele etsek iyi olur.”
“Etsek? Biz derken?”
“İş bölümü yapıyoruz hayatım. Ben kemikleri alıyorum, sen ruhu. Onları bizden önce bulurlarsa dertlerini millete anlatana kadar şansları yok olur.”
“Şu anda kemikleri öylece müzeye götürsem benim sorumlarım hallolmuş olur. Eşelemenin manası yok.”
“Ama bunu istemiyorsun.”
“Yo, bence gayet istiyorum.”
Koluma uzandı, etimi parmakları arasına kıstırıp zalimce döndürdü.