Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - safir

Sayfa: 1 2 [3] 4
31
Kurgu İskelesi / Ynt: Kırlangıç' ın Düşü, Devam
« : 13 Aralık 2013, 12:43:35 »
       Ortada bir sorun vardı. Çözümü de basitti. Öyle diyorlardı. Bana kalırsa ‘basit’ göreceli bir kavramdı. O sözcüğü alıp bir taraflarına sokabilirlerdi. Şahsen böyle düşünüyordum. Ama benim ne düşündüğümün bir önemi yoktu. İskelet efendinin de ne düşündüğünün bir önemi yoktu. Ben onu müzeye geri getirecek, o da ait olduğu yere gelecekti. Sessizce. Göze çarpmadan. Daha sonra iskeleti uyandıran şeyin ne olduğuyla ilgilenilirdi elbet. Çocuk kandırıyorlardı sanki.
       Neyse, demem o ki iş benim üstüme kaldı. İtiraz da edemedim. Düştüm iskelet efendinin peşine. O kaçtı, ben kovaladım. O kaçtıkça güldü. Ben elimden kaçırdıkça sövdüm. Böyle böyle günün yarısını devirdik.
       Öğleni biraz geçe Şifaevi’nin sedyelerinden birine oturmuş, vücudumun muhtelif yerlerindeki darbe, pençe ve gaga travmalarının neden olduğu sızıları görmezden gelmeye çalışıyordum. Avuçlarımı gözlerime bastırdım.
       “Of, kuşlardan nefret ediyorum! Nefret ediyorum! Nefret…”
       Bir kıkırdama sesiyle kafamı kaldırdım. Gülçehre her zamanki gibi otuz iki dişiyle sırıtıyordu. Hafif kavruk teninde gülüşü parlıyordu. Somurtmakla yetindim. Kızılamayan gülüşlerin sahibesiydi o.   
       “Biliyor musun tatlım, kendini aştın diyeceğim; ama bu olanlar ondan da öte bir şey.”
       Gözlerimi kıstım. “Son kez söylüyorum: Ben bir şey yapmadım!”
       “Tabii! Ne zaman sen bir şey yapmasan, küçük bir kaos doğuyor.”
       “Abartıyorsun.”
       Okul formasının üstündeki buz mavi önlüğünü uçura uçura gelip, yanıma oturdu. 
       “Ne oldu sana böyle?” Saçımdaki minik bir kuş tüyünü aldı. “İlginç deneyimler yaşamış olduğunu sanıyorum.”
       Yan yana ona baktım. “O antik kalıntıyı ne zaman bir köşeye sıkıştırsam geberesice kuşlar tepeme üşüştü. Onlarca kırlangıcın sağını solunu didiklemesi nasıl ilginç nasıl ilginç tahmin edemezsin.”
       Kahkahayı patlatırdı, ama nezaket icabı kıkırdamakla yetindi. “Kırlangıç’ın nereden geldiğini düşünürsek kuşların onu koruması doğal bir tepki.”
       “Başlarım tepkilerine. Madem bu kadar kıymetliymiş ne diye bırakmışlar o zaman? Alsınlar soksunlar bir taraflarına. Hayır, neyi anlamıyorum biliyor musun? O fosili müzeye götürmek zorunda olan niye ben oluyorum?  Niye? Hiç birinde akıl mantık kalmamış.”
       “İstemiyorsan yapmak zorunda değilsin.”
       Kıvrak bir hareketle ayağa kalktı. Sedyenin yanındaki küçük dolabın kapağını açıp, eli kadar büyük bir şişe çıkardı. Gazlı bezlerin yanındaki kutudan da biraz pamuk topları alıp, önüme dikildi. Benden bir kafa uzundu, şimdi daha da uzun görünüyordu.
       “Sen öyle san,” diye çemkirdim. “İşin ucunda okul stajım var. İki yılımın heba olmasına izin verecek değilim. Hele ki işlemediğim bir suç yüzünden. Neymiş efendim, Kırlangıç’ ın kaçmasına izin vermişim. Onu geri getirmek de benim görevimmiş. Yesinler! Korkuyoruz, diyemiyorlar ya, bunlar ondan. Korkak tavuklar!”
       Gülçehre şişeyi eğip de ince uzun borudan sıvının pamuğa akmasına izin verdiğinde burnumuza keskin bir koku doldu. Dezenfektan kokularının altına ittirilmiş, belli belirsiz duyumsanan notalar anlam kazanmanın coşkusuyla her şeyi bastırdı. Burnumuzda bir tek cam şişenin içinde altın altın ışıldayan amber renkli sıvının tatlı sert kokusu kaldı.
       “Belki sende biraz korkmuş gibi yapmalısın,” dedi Gülçehre. “Dikkat çekiyorsun.”
       “Yapıyorum ya! Çığlık bile attım.”
       “Gerçekten mi? Göstersene.”
       “Üf, dalga geçme.”
       “İnsanlar senin için daha büyük bir tehlike. Malum, sende yangına körükle gidiyorsun. Çok rahatsın, Zeren. O bir ruh. Üstelik hayaletler gibi de değil, onu herkes görebiliyor. Saygı gösterdiğine emin ol, arkadaşım. İnce bir ipin üstünde yürüyorsun.”
       “Gösterdim. Bak, bunlar da sonuçları.” Kollarımdaki kanlı çizikleri gözüne gözüne soktum. “Hem madem bu kadar önemli bir mesele, benim gibi bir müze çırağını işe süreceklerine işin ustasını göndermeleri gerekmez mi?”
       Kolumu pamukla silmeye başladı. “Ihm, haklısın canım.” 
       “Haklıyım tabii.”
       İlacın minik çizikleri saniyeler içinde hiç olmamışlar gibi iyileştirmesini izledim. Pençelerin daha derine girdiği yerlerde yeni iyileşmiş yaraların kızıl izleri kalıyordu.
       “Haklı olman sözlerimin gerçekliğini değiştirmez, canım. Dikkatli ol.”
       Gözlerimi devirdim. “Kuşların bile tek bir tüyüne dokunmadım.”
       Manidarca kalkan kaşlarının altında iki neşeli kara nokta suratıma dikildi.
       “Tamam,” dedim başımı yana eğerken. “Bir ikisi hariç.”
       Güldü. Elindeki kanlı pamuğu değiştirirken, bende cebimden küçük bir kemik çıkardım.
       “Ama iyi bir nedenim vardı. Şuna bak.”
       “O ne?”
       “Sanırım fosilin ayak parmağı.”
       “Ah, evet.”
       “Başıma açtığı onca beladan sonra en azından kendine biraz daha özen gösterebilir. O bir antika. Sağa sola parçalarını döküp duramaz.”
       Bu sefer kaşları şaşkınlıkla kalktı. “Beden bütünlüğü bozuluyor mu?”
       “Hangi bedenden söz ediyorsun sen?” diye homurdandım. “Kemik bütünlüğüyle ayakta dikilmesi bile bir mucize. Dağılmasına mı şaşırıyorsun?”
       “Hım…”
       “Hm, ne demek?”
       İncecik omuzlarını silkti. “Dün bayılan şu çocuk var ya, onu bizim bölüme aldılar.”
       “Ya. İsabet olmuş. Beyin gelişiminde bir sorun var gibiydi zaten. Fakat dur biraz, bu senin alanına girmiyor, değil mi? Giriyor mu?”
       “Uyandığından beri garip davranıyormuş,” dedi beni duymazdan gelerek. “Öz dengesini bozacak bir şey dikkatini çekti mi, diye soracaktım.”
       “Bir iki velet üstüne bastı, fakat bu öz şifası gerektirmez.” Sustum. Biraz düşündüm ve kolumun silinmesine aldırmadan ayağa kalktım. “Gidip şu veledi bir ziyaret edelim bence.”
       “Bu pek mümkün değil. İkincisi ise düşündüğün şey doğru; Kırlangıç’ın ruhu çocuğun bedenine, çocuğun ruhu da Kırlangıç’ın kemiklerine tutunmuş durumda.”
       “Nasıl? Boş ver. Umurumda değil... ”
       Bir çığlık yükseldi. Bir tane daha ve ardından bağırışlar, çığırışlar, koşturmalar, patırtılar.
       Ne oluyor demeye kalmadı, kırlangıçlar tepemizde uçuşmaya başladı. Kuşlarla uğraşmak konusunda belli bir tecrübe edinmiş bendeniz bir iki hamleyle karmaşanın arasından sıyrıldım. Kuşlar buradaysa Kırlangıç çok uzakta olamazdı. Keyifle sırıttım.
       “Sanırım bir taşla iki kuş vuracağız.”
       “Söyledim ya,” dedi Gülçehre keyfimi tuzla buz ederek. “Bu pek mümkün değil.”
       “Neden?”
       “Çocuk Şifaevi'nden kaçtı.”
       “Kaçması değil de, buna izin verilmesi şaşırtıcı.”
       “Verilmesi ya da verilmemesi ne fark ederdi? O çocuğun burada kalması için bir nedeni yoktu. Ama Kırlangıç’ın Şifaevi'ne gelmesi için bir nedeni var. Korkuyor. Güvende olduğu yere, ailesine gitmek istiyor. Ona saldırmayı düşünüyorsan canım, yanlış yoldasın.”
       “Öz Şifa Ustası ne öneriyor, acaba?”
       “Kemikleri istiyorsan ruhun ne istediğini bul.” Cebimdeki kemiği aldı. “Acele etsek iyi olur.”
       “Etsek? Biz derken?”
       “İş bölümü yapıyoruz hayatım. Ben kemikleri alıyorum, sen ruhu. Onları bizden önce bulurlarsa dertlerini millete anlatana kadar şansları yok olur.”
       “Şu anda kemikleri öylece müzeye götürsem benim sorumlarım hallolmuş olur. Eşelemenin manası yok.”
       “Ama bunu istemiyorsun.”
       “Yo, bence gayet istiyorum.”
       Koluma uzandı, etimi parmakları arasına kıstırıp zalimce döndürdü. 

32
Kurgu İskelesi / Kırlangıç'ın Düşü
« : 12 Aralık 2013, 16:43:06 »
KIRLANGIÇ’ IN  DÜŞÜ

       İçimden sabır çeke çeke derin bir nefes aldım.
       “Mağaralar,” dedim yüksek sesle, “kültürümüzde önemli bir yer tutar. Hatırlatırım şehrimizin kurucusu Azrak Han da bir mağarada doğmuştur. Sadece bunu bilmek bile mağaraların; barınma, sığınma, tapınma gibi ihtiyaçların karşılanmasında önemli bir faktör olduğunu anlatır bize.”
       Arkamda beni takip eden yirmi küsur veletle müzenin en karanlık salonuna girdim. Geri dönerek beni dinleyen alık suratlarına yapmacık gülümsemelerimden birini sundum.
       “Müzenin bu bölümünde mağaralarda bulunanları ve mağaraların minyatürlerini görebilirsiniz. İskelet görme sevdasında olanlarınız ise fazla bir şey beklemesin.”
       Salonun içine doğru ağır ağır yürümeye başladım. Siyahı fazla kaçmış gri misali bir loşluğa sahip salon kibirli bir sessizlikle karşıladı bizi. Her adımda arkamızdaki güçlü ışıktan kopuyorduk, tıpkı bir mağaraya girerken olduğu gibi. Kara taşların en ufak ışık parçasını yalayıp yutan kudreti üstümüze ağır ağır çöktü. Elimizde bir meşalelerimiz eksikti. Aslında daha önce onlar da vardı. Ambiyans yapacağız ya, bir şey noksan kalmasın. Tamamen kazara birkaç kişiyi tutuşturmamdan sonra Müdür Bey meşalelerin o kadar da parlak bir fikir olmadığına karar verdi. Üzüldüm tabii.   
       Veletleri beş on saniye kendi hallerine bırakıp, ortamın loşluğuna alışmalarını bekledim. Üzerimizde aynı okulun formasını taşıyorduk. Seçme şansımız olduğundan değil; Şehirde başka okul yoktu.  Kim bilir, dört beş sene sonra içlerinden biri benim şu an durduğum yerde olurdu. Dört beş sene sonra ben nerde olurdum acaba?   
       Fısıltıların yerini cırtlak sesler almaya başladığında sürüyü toplayıp, yeniden peşime taktım. Taş çatlasa ancak on bahar görmüş olan kuzucuklar arkamdan ağı ağır gelirken, bende muhtemelen kapıdan çıkmadan unutacakları şeyleri anlatmaya koyuldum.   
       “Mağaralar, yaratılış destanlarında ‘ana karnı’ işlevini görür. İlk insanın hayat bulduğu yerdir. Türeyiş tasarımlarında da önemli yerleri vardır.” Başımı çevirip, omzumun üzerinden yan yan baktım. “Varsayıyorum ki ödevlerinizi güzelce yaptığınızdan bahsettiğim bu destanları biliyorsunuz. Ha?”
Laf dinleyen çalışkan bebeler oldukları belli olan birkaç veledin gözleri ışıldarken kafalarını hararetle salladılar. Çoğu onaylamış olmak için kafalarını şöyle bir eğme zahmetinde bulundu. Kalan bir avuç şey ise sorduğum soruyu anlamaya çalışmakla meşguldü.
       Bence iş görürdü.
       Sırıttım. “Güzel.”
       Ay perisi diye bilinen bir tozla güzelce aydınlatılmış cam bölmelerden birinin önünde durdum. İçindeki özenle sıralanmış ok başlarına benzeyen kenarları sivriltilmiş taşları, hayvan kemiklerini gösterdim.
       “Sığınak olarak kullanılan mağaralarda bu tip eşyalara ve,” karşı duvardaki tabloyu işaret ettim, “günlük hayatı betimleyen resimlere sık rastlanır. Örneğin bu resimde büyü yapamayan insanların bir boğayı…”
       “Aa!,” diye cıyakladı çocuklardan biri. “Bakın, burada bir iskelet var!”
       Cümle tamamlanmadan çocuk güruhu o tarafa doğru akmaya başlamıştı bile.
       “Tabii ya,” diye mırıldandım. “Orada ölmüş biri varken buradaki çöp adamların binlerce yıllık resmini kim ne yapsın?”
       Çocukların peşlerine takıldım. Meraklı kafalar ileri uzanmış, ağızlar açık, birbirlerini itiştire kakıştıra cam haznesinin içinde yatmakta olan iskelete bakıyorlardı.
       “Lütfen ellerinizi ve suratlarınızı cama yapıştırmayın,” dedim şişko birini camdan kazırken. Bir ikisini daha iteleyince istediğim hizaya girdiler. Kiremit rengi örtünün üstünde anne karnındaki bir bebek gibi kıvrılmış yatan iskeletten gözlerini alamıyorlardı.
       “İsmini bilmediğimiz için ona ‘Kırlangıç’ diyoruz.” Cam kaidenin hemen üstündeki mağara resmini işaret ettim. “Adı bulunduğu Kırlangıç Mağarası’ ndan geliyor. Bin beş yüz yıllık olmasına rağmen hemen hemen sizin yaşlarınızdayken ölmüş olan bir erkek çocuğudur kendileri.”
Hayret nidaları yükselirken gözler daha bir açıldı.
       “Neden ölmüş peki?” diye sordu bir kıvırcık kafa.
       “Kesin olarak bir şey söyleyen yok. Hastalanıp ölmüş de olabilir boğulmuş da. Sizin için önemli kısım mağaraların ölü barınağı olarak da kullanıldığına dair güzel bir örnek olması. Kırlangıçlar bu mağarayı yuva olarak kullanırlar. Muhtemelen çocuğun ailesi kırlangıçların onu koruyup, ruhuna rehberlik edeceğini düşündükleri için çocuğu bu mağaraya bırakmışlardır.”
       “Yani,” dedi saçlarını diken diken dikmiş, artist kılıklı bir velet, “bu iskelet gerçek mi?”
       Kaşlarımı kaldırdım. Acaba bir gün bu çocuk beyninin bedeniyle doğru orantıda gelişmediğini fark eder miydi? Büyük ihtimalle etmezdi.
       “Tabii ki gerçek.”
       “Ya,” dedi ağzını burnunu eğerek. “Nereden biliyorsun?”
       “Nasıl bilmem.” Eğilip yüzümü yüzüne yaklaştırdım ve fısıldadım. “Aramızda kalsın, en son senin sorduğun soruyu soruyordu.”
       Fındık beyniyle ne demek istediğimi tam kavrayamamış olsa da rengi kaçan suratından nefesimi boşa harcamamış olduğumu anladım. Keyfim yerine geliverdi. Anlaşılmak güzel şey.
       “Pekala, devam edelim.”
       Arkamı dönmüştüm ki yumuşak bir patırtı duydum. Geriye döndüğümde az önceki artist boylu boyunca yerde yatıyordu. Yere eğilmiş yirmi şaşkın surat aynı anda bana baktı.
       Ellerimi kaldırdım.
       “Ben yapmadım.”
       Bir şangırtıyla yerimizden zıpladık. Biri düğmeye basmışçasına tüm çocuklar çığlığı koyuverdi. Özellikle bir kız vardı ki evlerden ırak. Aklım şöyle bir gitti geldi.
       “Sessizlik!”
       Ben bağırınca sesleri kesildi. Yarısı ‘eğlenceyi bozdun ama’ gibisinden bana bakıyordu. Daha korkak birkaçının gözleri sağa sola kafalarından hızlı dönüyordu.
       “Kimse kıpırdamasın,” dedim sakince. “Sanırım cam kırıldı. Korkacak bir şey yok.”
       “Hayır,” dedi incecik bir kız. Minik parmağını ileri uzatmış, iskeleti gösteriyordu. “Kıpırdıyor.”
       Gerçekten de kıpırdıyordu. Kabustan uyanmaya çalışan biri gibi, hızlı kesik hareketlerle olduğu yerde doğrulmaya çalışıyordu.
       Şaşkınlık korkuya doğru meylenirken çığlık seli geldim geliyorum diyordu. Hayır, o sese bir daha katlanamazdım. Gücümü yoğunlaştırıp, sesime yükledim.
       “Sakın!” Sesim her öğrencinin zihninde tok bir güçle titredi. “Her kim çığlık atarsa onu buraya gömerim! Anlaşıldı mı?”
       Etrafa şöyle bir atıp kafaların sallandığın emin oldum.
       “Güzel. Şimdi koşmadan, hızlıca kapıya gidin. Hadi, kıpırdayın.” Ellerimi çırpıp, onları kışkışladım. “İtişmeden insan yavrusu, itişmeden. Kırmızılı çantalı iskelete değil, önüne bak. Kız çocuğu sen de.  Oğlum, arkadaşının üstüne basmasana. Çocuk zaten baygın, bir de kemiklerini mi kırıcan?”
       Yolun ortasında baygın yatan artistin yanına gittim. Artık o kadar da artist görünmüyordu. Başının olduğu tarafa geçip, koltukaltlarından tuttum. Sonra onu burada bırakmanın daha çok hoşuma gideceğini fark ettim. Korkudan arkama bakmadan kaçtığım için onu burada bırakmak zorunda kaldığımı söylesem pekala herkes yerdi. Birden hareketlenen bin beş yüz yıllık iskelet hayra alamet olacak değildi ya!
Ben böyle kararsızlık içinde beli yarı bükük dururken, iskelet efendi son bir çabayla çevresindeki camı tuzla buz ederek doğruldu. Küçük kafasındaki iki kara delikte minik sarı ışıklar yanıyordu. Sağa sola baktı, sonra bana baktı. Biraz daha etrafına göz atıp, dikkati yeniden bende sabitlendi. Şöyle biraz bakıştık. İlginç bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Hayaletleri görmezden gelmeye alışıktım ama, bu iskelete ne yapacaktım ki ben?
       Sanırım o da kendi içinde bir ikilem yaşıyordu. Benden tarafa eğildi. Doğruldu. Çocukların arkasından baktı ve yeniden bana döndü. Sonunda kararını vermiş olacak ki cam bölmeden atlayıp, çocukların peşinden tökezleye yalpalıya koşturmaya başladı. Alınmadım desem yalan olur.
       “Hey!” diye bağırdım önümden geçerken. “Sen nereye gittiğini sanıyorsun?”
       Büyümün işlemesi için istemem yetti. Salonun kapıları kapanmaya başladı. Ah, ama şu sivri zekâlılar yok mu? Kapanmasına milim kalmış kapılar açıldı ve içeri diğer görevliler daldı. Bir anda iskeletle burun buruna gelen adamlar o şokla donup kaldılar. İskelet efendi hiçbirini takmayıp, rahatlıkla zıpladı. Adamların başlarının üstünden geçti. İnişi de havada süzülüşü kadar ustaca olsaydı tüm alkışlarım ona olurdu. Kafa üstü çakılmasına ramak kalmıştı. Ama dengesini iyi topladı. Ayakları yere değer değmez, koştur koştur gözden kayboldu. 
       Beş dakika sonra müdürün odasındaydım.
       Müdür Bey’ i tek kelimeyle tarif etmem gerekirse, seçeceğim kelime ‘yusyuvarlak’ olurdu. Yusyuvarlak kafa, yusyuvarlak göbek. Kardan adam gibi, yalnız bu herif her daim somurtuyordu. Olanları anlatmayı bitirdiğimde hayatında hiç somurtmadığı kadar somurtuyordu. On-on beş saniye suratıma boş boş baktı. Sonra soruyu anladığımdan emin olmak için kelimeleri heceleye heceleye yavaşça sordu.
       “Zeren, kızım, Kır-lan-gıç yü-rü-yüp git-ti mi?”
       “Ev-vet,” dedim onu taklit ederek. Fakat sinir krizi geçirmenin eşiğindeki bir adamcağızla dalga geçmenin pek de olgunca olmadığına karar verdim, özüme döndüm. “Kendi gitti.”
       “Ne?!”
       İç çektim. “Yani; ayaklarını kullanarak bizzat kendisi, öz iradesiyle kapıdan çıktı gitti. Benim gördüğüm bu.”
       Müdür ağzı açık bana bakakaldı. Kaşları çatılırken suratı kıpkırmızı oldu. Sonra hafiften sarıya doğru kaydı. Yine kızardı. Rengi mora çalarken koltuğuna çöküp nefesini bıraktı.
       Adamcağızı ayıplamıyordum. Onu anlıyordum. Kırlangıç yuvadan uçup gitmişti. Müdür Bey’ in itibarını, benim de iki yıllık okul stajımı yakarak.
       Annem beni kesin öldürecekti.

33
Kurgu İskelesi / Ynt: Tarih'in Kuralları
« : 21 Ekim 2013, 01:01:58 »
       İlginç bir hikaye olacak gibi. Giriş güzeldi.
       "Ne bir zaman efendisi tarih baştan yazabilirdi..." Bu cümlede ufak bir bozukluk var. "tarihi" olmalı.
       Elinize, kaleminize sağlık. Devamı için fazla beklemeyiz umarım.
 

34
Kurgu İskelesi / Ynt: Yeni Tür
« : 08 Ekim 2013, 13:29:56 »
       Hiç acemilik yok. Tek bir yerde duraksamadım dahi. Fiddler arkadaşımızın değindiği gibi, noktalama işaretlerini kullanım şeklinizi çok beğendim. Hatta, izninizle, bir çıktısını alıp, örnek metin olarak kullanmak niyetindeyim.
       Elinize, kaleminize sağlık. 

35
       Sadece son kitap olan Büyünün Bedeli' ni okudum. O yüzden ilk iki kitap hakkında bir şey diyemem. Yine de insan olaylar ya da kişiler bakımından ciddi bir kopukluk yaşamıyor.
       Öncelikle eşcinsellik gibi konulara hassasiyeti olanlar için kitap doğru bir seçim değil. Çünkü baş karakterimiz Vanyel, eşcinsel biri ve bunun getirdiği dışlanmışlığı da yara izlerini de taşıyor. Bunun dışında klişe bir kahraman profili çiziyor. Çok yetenekli, çok yakışıklı, erdemli, bir savaşçının katı disiplinine sahipken bir sanatçının duygusallığını taşıyor ve gerek sevdiği insanların hayatlarını gerek ülkesini kendi hayatından üstün tutuyor. Diğer karakterler de yerinde işlenmiş diyebilirim. Toplumun genelinden farklı olmanın hem toplumsal hem öznel sıkıntıları Vanyel ve arkadaşlarının gözlerinden dile getiriliyor. Ama kitap tabii ki sadece bu çizgi üzerinden ilerlemiyor. Sonuçta öldü ölecek bir kral, tek tek ölen büyücü dostlar ve tehlikede olduğu düşünülen bir aile var. Tahtın hemen yanında duran Vanyel’in günden güne artan sorumlulukları omuzlarını çökertirken zor kararlar vermesi gerekiyor.    
       Kitabın duygusal yönü macera yönünden bir adım önde gidiyor. İnsan okurken sıkılmıyor, fakat kitap yoğun bir merak duygusu da barındırmıyor. Yazım dili sade. Yiğit Değer Bengi’nin çevirisi de güzel. Ben büyü sistemini pek beğenmedim açıkçası. Sonunu ise tatmin edici buldum.

36
Başka Kurgular / Ynt: Oğullar ve Rencide Ruhlar
« : 06 Ekim 2013, 14:53:44 »
Buram buram karamsarlıkla dokunmuş olmasına rağmen okuduğum en eğlenceli eserdi. İkinci kitap olan, Cehennem Çiçeği'nden bile daha iyiydi bence. Alper Kamu da sevdiğim karakterler arasında yer almakta hiç zorlanmadı.

37
Tartışma Platformu / Ynt: Fantastik mekanlar
« : 06 Ekim 2013, 14:44:44 »
Hogwarts. Sahip olduğu ve olmadığı her şeyle başlı başına yeter bence.

38
Çizgi / Ynt: Mürekkep Çizimler
« : 30 Ağustos 2013, 22:58:05 »
Ne güzel çizmişsiniz. :) Özellikle üçüncüsü çok hoşuma gitti. Sadecik. Elinize sağlık.

39
Kurgu İskelesi / Ynt: Gemileri Yakmak
« : 16 Ağustos 2013, 13:41:49 »
Okuma listeme ekledim ve fırsat buldukça bölüm bölüm okuyorum. Daha başlardayım. Okuduğum bölümler ise akıcı ve merak uyandırıcıydı. Betimlemeleri biraz daha fazla kullanmanı öneririm. Sanki zorunda olduğundan ne azını ne fazlasını kullanmıyormuşsun gibi geldi. Böyle bir hikaye için bölümlerin birazcık uzaması sorun olmaz. Ayrıca hızlı okuyan bir için bazı noktalarda konuşan kişinin kim olduğu belirsizleşiyor. Betimlemeleri arttırman bunu da düzeltebilir belki.
Beğenerek okuyorum. Umarım yarım kalmaz.
Kaleminize, emeğinize sağlık. :)
 

40
Güzel yazılmış, eğlenceli bir seri. Sadece Bartimaeus'un muhteşem hitabet yeteneği için dahi okunabilir. :)
Dördüncü kitap ile ilgili şöyle bir şey bulunca günüm daha da bir güzelleşti. 
http://www.imge.com.tr/product_info.php?products_id=133890

41
Ben de kitabımı elime aldım ve okumak için sabırsızlanıyorum. Gözüm gibi bakacağım, bu güzel hediye için teşekkür ederim. :) 

42
Mutlu Prens - Oscar Wilde; Bu zamana kadar okumayı ertelediğim için pişman olduğum bir kitap. Hikayeler daha ilk satırlarda insanı içine çekiyor. Ya yazarın hayal gücüne ne demeli? Öylesine özgür ki kıskanmadan edemedim. Yalnız şimdiye kadar okduğum öyküler pek hüzünlüydü. Sanırım en mutlu sonlarda bile Oscar Wilde için bir hüzün var. Yine de çok beğendim. 

   

43
Liman Kütüphanesi / Ynt: En son hangi kitabı aldınız?
« : 10 Şubat 2013, 09:30:34 »
Dövmeli Adam - Peter V. Brett

44
Ahmet Ümit - Patasana; Çok sıkıcıydı. Yarısına kadar zor okudum ki, o da Patasana'nın tabletleri sayesinde. Araştırmalar ve kurgu güzel, fakat ardı ardına sıralanan cümleler öyle acemiceydi ki kitap boğazımda takılıp kaldı. Ahmet Ümit'in Kavim adlı kitabını daha çok beğendim.

Şebnem Pişkin - Kırklar Diyarı; Çok sade yazıldığından olsa gerek akıcı bir kitap. Bölümler aceleyle yazılmış gibi kısa kısa ilerliyor. Her ne kadar fantastik de olsa kişisel gelişim türünü sevmeyenler sıkılabilir bence.     

45
Diğer Fantastik Eserler / Ynt: Dresden Dosyaları
« : 26 Ağustos 2012, 16:08:08 »
Ben ilk iki kitabını okudum ve açıkçası diğer kitaplarını da alıp okumayı düşünmüyorum. Her iki kitap da, özellikle karakterleri, klişelerle ve abartılarla doluydu. Ayrıca Yazar, sanki karakterlerinin kafasına silahı dayamış ve şurada şunları yapacaksınız, burada bunları diyeceksiniz, der gibi yazmış.
Başarılı bulduğum tarafları da vardı. Büyü sisteminin işleyişini belli bir mantığa oturtmaya çalışmış ve bence bir yere kadar başarılı da olmuş. Bob da oldukça tatlıydı.
Sanırım bu denli övülen kitaplardan daha iyisini bekliyordum. :(

   

Sayfa: 1 2 [3] 4