Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Amras Ringeril

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10
16
Yeraltı Edebiyatı / Yumuşak Makine - William S. Burroughs
« : 11 Temmuz 2011, 05:15:18 »

Beat Kuşağının en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen William S. Burroughs'ın Cut-up üçlemesi adıyla anılan serisinin ilk kitabı Yumuşak Makine. Çok farklı bir teknikle yazılmış, serbest çağrışıma dayalı, anlamsız gelebilecek cümleler, farklı dizilişler ve ilginç kurgularla dolu bir kitap. Komformizm karşıtı ve kalıplardan kurtulmuş bir kuşağın ürünü.

Benim için fazla okunabilir bir eser olmadı açıkçası. İçeriğini anlayabilseniz de okumak bir süre sonra deneysel bir filmin görüntüleri içinde boğulmak gibi oluyor. Zevk almaktan çok "a burada da böyle yapmış" diyerek okuyorsunuz. Beat Kuşağı ve Burroughs üzerine ayrıntılı bilgiye sahip olmadığım için de üzerinde fazla durmadım.

Ancak son dönemde toplatılmasının da ötesinde yayımcısının ve çevirmenin hapise varan cezaların istemiyle yargılanması olayıyla gündeme geldi tekrar. Sebep yine "aşırı müstehcenlik".

Dava yaklaşık 1 hafta önce başlamıştı. Son durum nedir bir bilgim yok.

17
Yeraltı Edebiyatı / Ölüm Pornosu - Chuck Palahniuk
« : 11 Temmuz 2011, 05:06:05 »

Ölüm Pornosu (Snuff) Palahniuk'un son yayınlanan kitabı. Türün ve yazarın takipçilerine göre, Palahniuk'un en başarılı eserlerinden birisi. Türkiye'deyse son dönemde hakkında açılan "aşırı müstehcen olduğu gerekçesiyle" toplatılması yönündeki davayla gündeme geldi ve bestseller oldu.

Ben o kadar da hayran kalmadım açıkçası kitaba. Yarıda bırakmıştım gerçi, olaylardan sonra tekrar okumak istiyorum. Konu olarak en fazla adamla seks yapma rekoru kırmaya çalışan bir porno yıldızının olayını farklı insanların gözünden anlatıyor. İsmini de içerisinde ölüm bulunan pornolardan almış (snuff).

Tanıtım'dan
Spoiler: Göster
Palahniuk’un hayal dünyasına hoş geldiniz! Yoksa kâbuslarına mı demeliydik?

Palahniuk bu defa romanın odağına başka bir “marazi” karakteri, porno kraliçesi Cassie Wright’ı oturtmuş; ama bir nesne olarak. Çünkü her ne kadar konu onun efsanevi kariyerini kameralar önünde art arda 600 erkekle seks yaparak kıracağı bir dünya rekoruyla taçlandırmak istemesi olsa da, bu rekoru kırmasında ona yardımcı olacak tali oyuncular, yani “damızlık erkekler”in anlatımıyla şekilleniyor roman. Yeşil odada sırasını bekleyen Bay 72, Bay 137 ve Bay 600’ün gözünden aktarılıyor bu tarihi an. Ve bununla birlikte, onların traji-komik hayat hikâyeleri de, bir rekordan ziyade ölüm pornosuna dönüşecek çekimler sırasında bir bir dökülüyor ortaya.

Anlayacağınız, derin bir araştırma ürünü olduğunu her satırında belli eden, çatlatırcasına güldürürken yüreğinizi de dağlayacak bu çılgın romanla Chuck Palahniuk porno endüstrisinin çağdaş hayatın içindeki muazzam ve bir o kadar da gizli saklı varlığını edebiyata taşıyor. Zaten böyle bir şeyi de ondan başkası bu kadar utanmazca, korkusuzca ve başarıyla yapamazdı herhalde.

Ancak dikkat!

Tabularınız varsa ve onları yıkmaktan korkuyorsanız bu romanı okumayın!

İnsan cenininin mastürbasyona doğumdan bir ay önce ana rahminde başladığı gerçeğiyle yüzleşmek size ağır gelecekse bu romanı okumayın!

Ya da elektrikli vibratörün hayatımıza elektrikli süpürge ve ütüden önce girmiş olmasını kabul edilemez buluyorsanız, bu romanı okumayın!

Kısacası, düşüncesinden bile ürktüğünüz insani hallerle yüzleşmek istemiyorsanız Palahniuk sizin yazarınız değil!

Bizden söylemesi!

18
Kurgu İskelesi / Bungalow Bill Ne Öldürdü?
« : 25 Haziran 2011, 23:37:36 »

Mutluluk ılık bir silah, birini vurduğunuzda.

Bir zamanlar yüksek tepelerin, derin ormanların ve dumanlı kafaların arasında küçük bir ova vardı. O ovada adı sanı şimdilerde anılmayan küçük bir köy varlığını sürdürürdü. Ondan geriye yalnız söylenen şarkılar kaldı. Bu şarkılar da o köyün yegane avcısı hakkındaydı. Yerli halk ona Bungalow Bill derdi. Küçük köyün, tavuk, inek, keçi dışındaki et ihtiyacını karşılamak ona düşmüştü. En başta bunlardan başka ne et ihtiyacı olabilir ki diye düşünmüştü Bill. Ona "Hey Bill, domuz etini sevmiyor musun?" demişlerdi. Bill bunu akıllıca bulmuş ve domuz avlamaya gitmişti. Ancak aradan bir kaç yıl geçtikten sonra köyde bir domuz çiftliği olduğunun farkına varmıştı. Anlaşılacağı üzere, Bungalow Bill, köyün hiç de öyle en zeki insanı sayılmazdı. En güçlüsü de değildi elbette ki ilk seferlerinde bolca yaralanmıştı ormanda. Bu yüzden Bungalow Bill her ihtimale karşı annesini yanına alırdı.

Köy ahalisi, Bill'i avcı olmaya ikna ettikleri zaman, ona üç küçük hediye sunmuşlardı. Bunlardan birisi, köy avcılarının yüzyıllardır taktıkları hasır şapkaydı ve Bill bu hediyeyi görünce çok sevinmişti. Ancak ondan daha çok sevindiği ikinci bir hediye gelmişti hemen ardından. Bir önceki avcının yüzlerce mil yol kat ederek satın aldığı tüfeğiydi bu. Bunu görünce genç adam duygulanmıştı ve başını eğip hüzünlü bir gülümsemeyle bakmıştı dünyaya. Tam o sırada o ana kadar fark etmediği küçük bir ayrıntı dikkatini çekmişti. Annesi, üzerine kırmızı kurdele bağlanmış bir fili tasmasından tutuyordu. Bu da onun üçüncü hediyesiydi.

O günden sonra genç avcı, her avına filiyle birlikte gitti. Ona, düşen kuşları tutmayı, ağaçları devirmeden ormanda nasıl hareket edeceğini, bir ayı karşısında nasıl ölü taklidi yapacağını ve gece olduğunda Trollere yakalanmadan nasıl köye dönebileceğini öğretmişti. Tabii bunları aynı zamanda kendine de öğretiyordu küçük Bill. Filin Bill'e öğrettikleriyse, ağzından su püskürtmek, karıncaları ezmeden yürümek ve kendi sınırlarını dahi aşarak bağırabilmek olmuştu.

Bu arkadaşlığın ve mutlu günlerin bir amacı olduğunu tüm köy halkı biliyordu elbette. Avcılar, yüzyıllardır bu kutsanmış köyü kaplanlardan korurlardı. Güçlü kaplan, arada sırada köye saldırır, domuzları yer, inekleri sakatlar, horozları öldürür ve tavukları dul bırakırdı. Yalnızlık çeken tavuklarsa yumurtlamaz, köy çocuklarının sağlıklı besinler alamamasına sebep olurlardı. Bu yüzden tüm çocukların karnelerindeki notları düşüktü ve hepsi yaz tatillerinde sanayide çalışmak zorundaydı. Köyün marangozu en az on kişiye maaş verirdi ve geçimini zor sağlardı. Oysa ki o zamanlar her şey tahtadan yapılırdı!

Yüzyıllardır bu acıyı çekmiş olan zamanın çocukları ve marangozları, bu yüzden avcı yetiştirir, köyü kaplanlardan uzak tutarlardı. Her avcıyaysa en sevdiği hayvanı hediye ederlerdi. Bir önceki, bir kelaynak kuşuyla gezerdi, ondan öncekineyse her ay yeni bir tavşan bulmak zorunda kalırlardı. Ondan da önceki avcıyı, en sevdiği hayvanın insan olduğunu, diğerlerinin insanın yanında hayvan sayılmayacağını söylediği için vurmuşlar ve bir dağın tepesinde yakıp küllerini gömdükten sonra, gömdükleri toprak parçasını çıkarıp nehre atmışlardı.

Bill ise kendine görev olarak köyü Troll istilasına karşı korumayı edinmişti. Çünkü bu dağlar, dünyanın tek Troll dağlarıydı ve bu troller sürekli ürerlerdi. -Trollerin nasıl ürediğiniyse kimse bilmez, bilmek istemezdi. Bu nedenle zamanımızın fen bilgisi derslerinde üreme ünitesine gelindiği zaman trollerden bahsedilmezdi.- Arada sıradaysa çeşitli şehirlere saldırıp insan hayatını tehlikeye sokarlardı. Bill, bir Troll gördüğünde onu nasıl tanıyacağını bilemezdi. Bu nedenle annesini hep yanında götürürdü çünkü annesi, eskiden Bill'e kızdığı zamanlarda "baban gibi Troll olacaksın" derdi. Bu, genç avcının kafasını karıştırırdı, o da çok fazla düşünmemeye karar vermişti. Yalnızca annesinin Trolleri tanıdığı fikrini çıkarmıştı buradan.

Yine günlerden bir gün, Bungalow Bill kanlar içinde köye geldi. Arkasında söylenen annesi vardı ve fil de üzgün görünüyordu. Tüm çocuklar Bill'in etrafında toplanıp bağırmaya başladılar. "Hey, Bungalow Bill, ne öldürdün? Bungalow Bill." Ancak Bill, onlara kesin bir cevap vermeyip evine gidip uyumuştu. Elbette ertesi gün herkes Bill'in bir Troll'ü köye gelmek üzereyken öldürdüğünü duymuştu. Bunun üzerine çocuklar onun etrafına toplanıp bu kez başka bir soru sormuşlardı. "Hey, Bungalow Bill, öldürmek günah değil miydi?" Bill ise onlara çok sert bir bakış atmakla yetinmişti.

Böylece Bill, annesi ve fili ormana Troll avına gitmişlerdi. O günden sonra, Bill'den bir daha haber alınamadı. Bunun yanında, dünyada bir daha Troll de görülmedi. Bill'in ömrünün sonuna belki de sonsuza kadar orada kalıp her yeni doğan canavarı gözlerinin arasından vurduğu ve annesinin ona çorba pişirdiği söylenir.


19
Kurgu İskelesi / Diş Perisi
« : 02 Haziran 2011, 05:19:11 »
Dişim Düşüyor, Öyleyse Varım

Benim adım Selin. İki gün önce ilk dişim düştü. Bugün sabah da bir tanesi daha. Güldüğüm zaman ağzımın ortasında koca bir yarık oluşuyor. Dişlerimi her gün sabah ve akşam fırçalarım. O yüzden bembeyazdırlar. Annem düşmelerinin iyi bir şey olduğunu söyledi ama ona inanmıyorum. Çünkü bana her zaman yalan söyler. Diğer arkadaşlarım da her zaman annelerinin onlara yalan söylediğini anlatmıştı. Tabi artık onlarla konuşmuyorum. Sonsuza kadar evden çıkmamaya karar verdim. Beni böyle görmelerini istemiyorum. Açıkçası çok kızgınım ve bu konuda şikayetlerimi belirtebileceğim birini arıyorum. Bunu dün anneme söyledim. Bana güldü ve diş perisine söylemem gerektiğini belirtti. Ona diş perisini daha önce görmediğimi ve benimle dalga geçmemesini, diş perisinin gerçek olmadığını bildiğimi çünkü dişimin iki gündür yastığın altında durduğunu söyledim.

Aslında biraz güçlü görünmeye çalışıyordum, kabul ediyorum. Diş perisinin gerçek olduğunu tabi ki ben de biliyorum. Ancak dişlerimin dökülmesinin sorumlusunun o olduğuna inanmıyorum. Gerçi ona da kızgınım ben. Neden küçük çocukları mutlu etmek için onların dökülen dişlerine ihtiyaç duyuyor ki? Dişlerim dökülmeden de mutlu edebilirdi beni değil mi? Eğer gerçekten isteseydi yapardı yani. Bence o da görevini yapıyor. Tıpkı öğretmenimiz Ece gibi. Her gün neşeli şeyler söylemeye çalışıyor ama suratı her zaman asık. Bir gün ona bunu sorduğumda ben işimi yapıyorum sen de oyununa dön hadi diye cevap vermişti ve bir hafta gitmemiştim okula. Evime gelip özür dilemişti benden. Ama onu affetmedim. Diş perisini de affedeceğimi sanmıyorum. Bana mantıklı bir açıklama sunması gerekiyor.

İşte bu yüzden, ikinci düşen dişimi de ötekinin yanına koydum ve ışıkları kapattım. Periler Ülkesinde elektrik olmadığı için bundan rahatsız olacağını söyledi annem. Ona hak verdim. Okuduğum hiçbir kitapta ışıkları açıp kapatan perilere rastlamamıştım. Ya da elektrik çarpıp kızartmaya dönen bir kurt duymamıştım. Hiçbir domuzcuk faturaları ödemek için acele etmiyordu. Bizde de sihir olsa biz de ışıkları açmazdık gece olunca dedim anneme. Diş perisini uyuyarak beklememi söyledi, asıl o zaman görünüyormuş. Bana yine yalan söylediğini hissettiğim için odasına gittiğinde yataktan çıktım. Pencereyi açtım, hava soğuktu, karşı apartmanda birkaç ışık yanıyordu. Umarım rahatsız olmaz diye düşünüp gökyüzüne baktım. Açık bir geceydi, bir iki parça bulut uçuyordu. Bir tanesi tıpkı ufak bir gemiye benziyordu. Güldüm. Gülünce de yansımamı camda gördüm. İki dişim yoktu ve çirkin bir canavara benziyordum. Somurttum ben de. Yarın da dışarı çıkmayacaktım. Öbür gün de sonra bir gün daha. Tekrar kafamı kaldırdığımda gemibulutun yaklaşmakta olduğunu gördüm. Yıldızları rahatça seçebiliyordunuz. Birkaç tanesi aya fazla yaklaştıkları için sönükleşmişlerdi ve sadece gözümü kısınca görebiliyordum.

Sonra aşağıdan bir ses duydum. Başımı çevirip baktığımda alt katımızda tek başına yaşayan yaşlı adamın bastonuyla eve doğru geldiğini gördüm. Hep somurturdu ve beni gördüğünde arada sırada hırlardı. Niye böyle yaptığını bilmiyorum, tamam, biraz korkardım ama birazcık. O kadar. Zaten yanına gittiğimde hep cebinden çıkarıp bir iki şeker verir. Geçen yaz da satranç oynamayı öğretti bana. Bir dahaki sefere onu yeneceğim.

Başını kaldırıp bana baktı ve bastonunu sallayıp hırladı. İçeri girip perdeyi çekmemle ufak bir çığlık duymam bir oldu. Cidden, ödüm kopuyordu o an. Bağırıp annemi çağırmamak için zor tuttum kendimi. Benim odamda iki duvarda pencere vardır. Benim caddeyi izlediğim masa yatağın ayak ucunda karşıdadır. Arada boşluk vardır. Ben onun üstüne çıkarım hep. Yatağımın bir yanında kapı vardır. Diğer yanında da öteki pencere ve gece lambamın olduğu küçük sehpa. İşte orada, açık eşikten içeriğe uzanmış halde gördüm Diş Perisini. Beni görüp çığlık atmıştı. Ben de onu görünce çok korktum.

Yeşil, pullu bir elbise giymişti. Çok uzun değildi hani. Annem kadar ya da Ece’nin sevgilisi Erhan kadar değil yani. Benden uzundu yine. Böyle kolumu yukarı kaldırsam ondan biraz daha uzun olurdu herhalde. Kısa dağınık turuncu saçları vardı. Bir de kalın çerçeveli yuvarlak büyük bir gözlük takmıştı. Hiç benzemiyordu resimlerine. Kim çizdiyse çok yanlış çizmiş. Ayrıca kanatları da küçücüktü. Bunlarla uçabileceğine hiç ihtimal vermiyordum. Tabi bunu gidip de yüzüne falan söylemedim. Üzülebilirdi. Zaten o ilk karşılaştığımız an hiçbir şey söylemedim. Tamam, korkmuştum epey. Masadan düşüyordum nerdeyse. O da korkmuştu. Zor tutundu, düşüyordu az daha.

“Neden uyumadın sen?” dedi bir bana bir de yatağıma bakarak.

Yataktan çıkar çıkmaz yerime kıyafetlerimden yaptığım bir yığını koymuştum. Kandırmak için. Bir filmde görmüştüm.

“Sen diş perisi misin?” diye sordum. Yavaşça masadan inip duvar köşesine sindim.

“Ha. Ne?” dedi, rahatlamıştı biraz, anlaşılıyordu. Önce birini sonra da diğer bacağını içeri attı. Biri mor biri kırmızı iki uzun çorap giymişti. Neredeyse dizlerine kadar geliyordu böyle. “Ha. Evet öyle diyorlardı. Evet.” dedi ve kıkırdadı. Sevecen biri gibi görünüyordu.

“Dişlerimi alıp yerine para mı bırakacaktın?” Ben de rahatlamıştım ve biraz yaklaşmaya cesaret etmiştim. Ama kaşlarını çatıp başını eğerek baktı bana. Sonra ayağa kalkıp pencereden aşağı eğildi ve küçük yeşil bir çanta çıkardı. İçini açıp karıştırdı. Bir avuç kadar beyaz paketlenmiş bir şey çıkardı.

“Çikolata var.” dedi ve bir tane fırlattı bana. Havada tutamadım ama yere düşürdüğümü belli etmemek için hemen kaptım. Yani, yemeniz lazım. Hiçbir şey o çikolatan daha tatlı daha güzel olamaz. Onu yediğim zaman kendimi çok daha rahat hissettim. Bir tane daha istedim ama dişleri henüz almadığını söyledi. Ben de gidip yastığımın altından iki dişi çıkarıp ona uzattım. Tam alacaktı ki geri çektim.

“Ben sana kızgınım.” dedim.

“Neden ki? Çikolatayı beğendin sanmıştım.”

“O yüzden değil.” Ellerimi göğsümde kavuşturdum ve somurttum. “Neden bana çikolata vermek için illa da dişimi istiyorsun ki?”

Şaşırmıştı. Yüzünü buruşturdu ve başını yukarı çevirip biraz düşündü.

“Bilmiyorum.” dedi ve kıkırdadı.

“Ne yani dişlerimi boşuna mı kaybettim ben. Beni böyle görünce ne diyecekler sanıyorsun. Hepsi gülecek. Erhan da gülecek, sonra o kırmızı saçlı kız Merve de gülecek. Yaptığın çok kötü bir şey.”

Kızmıştım çok ve bağırmaya başlamıştım biraz. O da korktu birileri duyacak diye. Sessiz olmam için bir şeyler mırıldandı. Sonra elini omzuma koydu.

“Dişlerin ne zaman ve nasıl döküleceğine karar veren ben değilim. Ben sadece onları alıp yerine çikolata koyuyorum.” Kafam karışmıştı. Diş perisi de bilmiyorsa kim bilecekti. Zaten herkes her şeyi bir başkasına sorardı hep. Kimse sorduğum soruya doğru düzgün cevap vermezdi.

“Kim karar veriyor o zaman?” diye sordum. Kararlıydım, onu bulup bana bunu neden yaptığını soracaktım.

“Hmm. Bilmiyorum yukarıdan birileridir herhalde. Gel istersen beraber arayalım onu.”
 
Hızlıca konuşmuştu. Acelesi vardı sanırım.

“Nerde oturuyor ki?” diye sordum. Çekinmiştim biraz.

“Ha. Nerde mi? Hmm, bilmem. “ dedi hafifçe gülümseyerek.

“Sen dişleri alıp nereye götürüyorsun. O’na mı?”

“Yok yok. Benim gibi çok var. Tek değilim yani. Ben dişleri aldıktan sonra gemide bir güvercinin ayağına bağlıyorum ve bırakıyorum. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Siz ne yapıyorsunuz ki dişleri?” Merak etmiş görünüyordu gerçekten de. Laf olsun diye sormamıştı yani.

“Yemek yiyoruz?”

“Dişlerinizi mi yiyorsunuz?”

“Dişlerimizle yiyoruz.”

“Dişleriniz mi yiyor?”

“Onlar çiğniyor biz yiyoruz.”

“Hmm.” Ağzını açıp elini dişlerine götürdü. Onun da dişleri vardı ki. Neden sorduğunu anlamamıştım.

“Neyse, dinle bak. Gemimiz de var. Gelmez misin?”

Elimi açıp, orada terden biraz ıslanmış olan dişlere baktım. Küçük ve beyazdılar. O filmdeki çocuk gibiydim. Bir öfkenin yarattığı merakla, pencereden aşağı sarkan perinin arkasına takıldım.

Özgürcan Uzunyaşa - Haziran 2011

20
Sinema / Hayat Ağacı | The Tree of Life (2011)
« : 12 Nisan 2011, 16:40:42 »

Yönetmen : Terrence Malick

Senaryo : Terrence Malick

Görüntü Yönetmeni: Emmanuel Lubezki

Sanat Yönetmeni: David Crank

Yapım : 2011, ABD

Tür : Dram / Fantastik

Oyuncular:

- Brad Pitt (Bay O'brien)
- Sean Penn (Jack)
- Jessica Chastain (Bayan O'brien)
- Fiona Shaw (Büyükanne)
- Kari Matchett

Fragman: http://www.youtube.com/watch?v=R02gnYmDpU4

Çıkış Tarihi : 27 Mayıs 2011 (ABD)

1950'lerde geçen filmde büyüdükçe masumiyetin kaybolduğuna tanık olan çocuklar üzerinden hayatın ve yaşamın hikayesi anlatılıyor.



Lütfen fragmanı izleyin. 2012 oscarlarının en büyük adayı olacağını şimdiden tahmin ediyorum. Ve beklentilerimi fena halde tavana vurdurtan bir fragman.

Film hakkında fazla bir bilgi yok. Ama hayat ağacını arayan bir adamın zaman yolculuğu temalı hikayesi olduğu tahmin ediliyor. Dinozorlar falan da var diyorlar filmde.

Sinek ilaçlama arabasının arkasından koşan çocuklar sahnesi beni darmadağın etti.

21
Düşler Limanı / Bırak Uçsun Fare
« : 06 Nisan 2011, 23:14:09 »
İşte buradayım.
Hayır, anteni düzeltmek için çıkmadım. Hayır, çocuklarım da yok. Aslında eskiden beslediğim bir farem vardı. Hamster falan değil. Sadece Sartre'ın parmak uçlarını kemiren bir ev faresi, şehir faresi. Sıçanlar aslında yabani hayvanlardır. Ancak yabani dünyada kemirecek bir şey bulamayınca duvarların arasına sıkışıveriyorlar. Dikkatli bakmadıkça bu pis şeyleri görmezsiniz. Duvardaki çatlağı fark etmek için yaklaşmanız gerek. Ondan sonra hayat çok daha güzel oluyor ve benim gibi çatıya çıkıyorsunuz.

Beni çatının kenarında görenler, hemen neden burada olduğumu sorabilirler. Bazıları bunu sormayı bile ihmal ediyorlar, heyhat, inanabiliyor musunuz? Tek söyledikleri her şeyin yoluna gireceği. Aslında ben buradan tüm yolları görebiliyorum. Hepsi bir duvarla sonlanıyor. Her şey eninde sonunda o duvara çarpacaksa, yola çıkmanın ne anlamı var ki? İşte tam bu yüzden buradayım. Bir duvara çarpma tehlikesi olmadan insanları görmek istedim. Her zaman varlıkları en rahat gözle izleyenin tanrı olabileceğini düşünmüşümdür.

Sümerlerin Zigguratları toplumlarımıza ciddi anlamda önayak oldu. Yoksa üzerine çıkacak gökdelenlerim olmazdı ve ben tanrıya bu kadar yakın olamazdım. Ona yaklaştıkça, sizlerin daha da birbirinin benzeri, komik hareketler yapan anlamsız noktacıklar haline geldiğinizi biliyor muydunuz? Bir araya geldiğinizde yalnızca bir karartı oluyorsunuz buradan. Gerçi ben de kendime dair o gölge ismi verilen karartıdan başka bir şey bilmiyorum. Faremin öldüğünü söylemiş miydim? Sanırım söylemiştim. İşte o günden beri aynaya falan baktığım yok. Kendimin en fazla karartımın büyüklüğü kadar büyük olduğunu biliyorum bu yüzden. Sizlerinse yalnızca karartıdan ibaret olduğunuzun farkına varmanız mümkün değil. Çünkü her yere aynalar döşemişsiniz. Resimler asmışsınız, heykeller yapmışsınız.

Her neyse, bu havada bazı şeyleri görmek çok kolay oluyor. Açık, aydınlık, mavi bir hava var. Gördüğüm şeylerden biri de o oldu bu havada. İşte, yanımda oturuyor. Büyümüş, koskocaman fare olmuş. Ona bir göz atıp gülümsedim  ve tekrar aşağı baktım. Hayatlarınızı para uğruna yaşadığınızı hatırladım tekrar. Onunla aldığınız şeyler bu yüzden sizin için çok değerli. Hayatınızı adadığınız bir şey sayesinde elinizdeler çünkü. Yine de artıkları, gelişmiş medeniyetinizin en büyük gururu olan şehirleri ve sokaklarını şenlendiriyor. Daha geçen gün onu bastonlu beyefendiden almak için silahını kullanmamış mıydı şu adam? Ya da şu köşede oturan kadın, büfedeki adamdan bir parça ekmek istediğinde siktiri yememiş miydi? Şimdi neden o değerli varlıklarını sokaklara yediriyorlar ki?

Fareye döndüm ve yüz ifadesini anlamaya çalıştım. Benim ev farem yalnızca aç olduğunda böyle hüzünlü olurdu, ya da ne bileyim, halsiz falan işte. Bu dev fare de açsa eğer, onu hangi peynirle doyuracaktım?

“Ne görüyorsun?”

Diye sordu o ince fare sesiyle.

“Senin gördüğünü.” diye cevapladım.

“Neden buradasın?” dedi. Gerçekten umursadığını sanmıyordum.

“Beni buraya sen getirdin.” diye hatırlattım ona. Başını salladı. Geçen ay onu kaybettiğimde söz vermiştim. Peşinden gidecektim. Sözümü tutmuştum ya işte. Burada dünyanın tepesinde birlikte oturuyorduk.

Neden sonra ayağa kalktım. Aşağıdaki insanlara baktım. Gökyüzüne bakmak için kafamı kaldırdım. Açık, aydınlık, mavi bir hava vardı. Dumanlar yer yer karartıyordu ama. Gözlerimi kapatıp yüksekliğin çığlıklarını duymaya çalıştım ama önce araç kornaları –ki sanırım bir itfaiye yolu tıkamıştı nedense- sonraysa bir uçak keyfimi bozdu.

Ona döndüm.

“Böyle bir dünyanın tanrısı olmaktan utanmıyor musun?” dedim.

Cevap vermedi. Ben de kendimi rüzgara bıraktım.

[*]Aslında düşler limanına mı yoksa buraya mı uygun emin değilim. Bu ayrım hikaye içeriğiyle ilgili de tartışmalara yol açıyor. Burada bulunsun ama siz fantastikmiş gibi okumayın.

okulda bir ödev için yazmıştım[/*]

22
Kurgu İskelesi / Gökyüzü O Kadar Yakındı Ki!
« : 07 Mart 2011, 01:26:53 »

1.   Kinaye

Gözlerime ne oldu?

Neden göremiyorum?

Gözlerim açık, öyleyse neden göremiyorum? Yoksa gözlerim kapalı mı?

Belki de yalnızca gözlerinin karanlığa alışmasını beklemelisin.

2.   Küçük Yeşil Çanta

Bir kamyondayım ve arkama bakıyorum. Az önce küçük yeşil bir çanta düşürdüm. Bir arabanın plakasına çarpıp şarampole yuvarlandığını gördüm dehşetle. İşte gitmişti onca zamandır uğraştığım ve uğruna tüm o şeylerden vazgeçtiğim kazançlarım. En kötüsü de lanet çantayı bir kez olsun açamamıştım.  Doğrusunu söylemek gerekirse çanta çok da umurumda değildi. Umurumda olan onu isteyen kadındı. Sanırım ona kıymetlisini bir kamyondan düşürdüğümü söylediğimde gözlüklerini çıkarıp masasına koyacak, bana sakince dönüp şöyle söyleyecek:

“Neden kendini de düşürmedin?”

Hayır. Sanmıyorum. Bir kere o öğretmen değil. İkincisi gözlük takmıyor. Yani son gördüğümde takmıyordu, öyle değil mi Sivrisinek?

Ah, tam beklediğim gibi. Sivrisinek kıçına diğer arkadaşlarını toplamış zızlamaktaydı. Burnundan çıkan ve şişip sönen büyük beyaz baloncuğu görebiliyordum. Samanların üzerine uzanmıştı. Tulum peyniri, tezek ve gülsuyu kokuyordu. Neden onunla dolaştığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Sanırım seviyordum piçi. Filmlerdeki Adam annesini ve babasını öldürmüş o daha bebeyken. Sonra da yanına almış. Klasik samuray hikayesi sizin anlayacağınız. Mafya artığı kendisi –ki böyle söylememden nefret eder.

“Ben hiçbir zaman o şerefsize çalışmadım.” der sürekli. Aslında haklıdır da. Herkesin anlattığına göre Filmlerdeki Adam bunu çok severmiş daha veletken. Onda gelecek görürmüş. İşleri eline alacağını düşünürmüş ama bu çocuk asiymiş epeyi. Öyle der herkes. Yine de adam bunu büyütmüş beslemiş falan bugünlere getirmiş. Geçen gün adamı filmlerde yaptıkları gibi öldürdüğümüzde Sivri’ye bakarak kahkahalar atmıştı. Acı çekmiyor, bağırmıyor diye öfkelenmişti bizim Sivri de. Kısmet dedim, geçtik o işi.  Ha, Sivri’nin başka düşmanları da varmış. Öyle der herkes. Bilmem ben, bana çantayı verdi sonra da peşime takıldı.

Kamyon çorak arazide kırmızı bir evin önünde durdu. Müstakil köy evi. Ama çevrede başka hiçbir şey yok. Dramatik film çeksen esas kadının dönüp gidebileceği en yakın yer dört kilometre ötedeki benzin istasyonu. Orada da bacım sen gel şöyle ben göstereyim yolu derler en fazla.

Neyse, bizim kamyoncu kadın öfkeli tabi. Ağır Metal Kraliçesi kamyonunun adı. Hep öfkeli yani. Sisteme öfkeli. Çok televizyon izlediğini sanmıyorum ama yine de o pazarlama ürünü ambalajlı kadınları biliyordur. Düşünür elbet beni burada direksiyon sallayıp kas yapmaya iten neydi diye. Sonra siktir eder bir sigara yakar. Koyar kasedi teybe. Kaset ya. Gerçi şimdi müzik falan duymuyorum.

“Hadi lan inin artık sizle mi uğraşacağım." Sivri uyanmış tabancasının kabzasıyla gözlerini ovuşturuyor. Mesaj veriyor aklınca. Kadın fıttırdı tabi. Bir gittiğini gördüm ön tarafa bir de elinde koca bir levyeyle üzerimize koştuğunu. İnanır mısınız, dostlar, o an kendimi top sakallı bilim adamlarından kaçan zombiler gibi hissettim. Kamyondan atlayıp kırmızı eve öyle hızla dalmışım ki silah seslerini sonradan fark ettim. Çıkıp bakamadım. Çünkü kapıyı açtığımda gördüğüm şey daha da garipti. Küçücük kırmızı bir evin içinde sadece yukarı doğru çıkan tek bir merdiven vardı. Bir de şu ilkokullarda notların yapıştırıldığı mantar panolardan. Pano boştu tabi, kim not bıraksın tanrının unuttuğu bu yere.

Merdivene şaşırılır mı dediğinizi duyar gibiyim. Amma öyle böyle merdiven değildi. Nereye gidiyor mu diyorsunuz? Eh bunu tırmanmadan bilemezdim elbet.

3.   Cennete Merdiven Yol

“Ahah abi yok böyle bir şey ama!”

Diye tepki verdi Özgür. Neye tepki verdiğini kendisi de bilmiyordu esasen. Kendi anlatıp kendi tepki vermişti. Diğerlerinin pek iplerine iliklediği yoktu konuyu. O da onları dinlememeyi seçti. Zaten dinleyecek bir şey de yoktu ortalıkta. Sahi müzik çalarını açsa yolun ortasında bu kadar adamın içinde ayıp olur muydu ki?

Yok ya ne olacak, diye düşündü. Bir otobanın kenarında öğlen vakti yolun ortasına stencil yapıyorlardı. Etrafına da koca koca yazılar. Nuri Alço İyi Yolculuklar Diler tarzı şeyler. Eh modası geçmişti de heves işte. Belki sokaklar tekrar bizim olurdu ya? Belki punk tekrar doğardı? Belki, belki ülkede sokak kültürü gelişirdi! Duvar ve Barış!

Özgür kafasına çakılların çarpmasıyla kendine geldi. Hepsi bağırışa çağırışa yol kenarından çekilmişlerdi. Bir şey düşüyordu tepeden. O şey puf diye yere kapaklanana kadar kamyon farı görmüş Alis tavşanı gibi gökyüzüne baktılar. Özgür zamanı yavaşlattı. Arka plana müzik koydu. Eh yavaş da olsa zaman akıyordu elbette ve  gökyüzünden yeşil bir şey geliyordu.

Bir dakika içinde beş arkadaş küçük yeşil çantanın başında daire oluşturmuşlardı. Başında garip bir renkli bere olanı –ki havanın oldukça sıcak olduğunu sürekli belirtirdi- yine renkli parmak uçları kesilmiş eldiveniyle çantaya doğru uzandı.

“Semih, ne yapıyorsun oğlum sen? Manyak mısın bomba falan olmasın?” dedi diş telleri olan ve saçının bir kısmı pembe diğer kısmı turuncu, boynunda fotoğraf makinesiyle takılan kız.

Onu da kimse umursamamıştı. Elbette o yükseklikten düşüp de patlamayan bir bomba fermuar sesiyle patlamazdı. Ha bu ülkede bazen durum farklı olabilirdi. Bazı bombalar cidden pantolonun fermuar sesiyle patlıyordu. Bomba uzmanlarının önerisiyse o yükseklikten düşmekti. Semih’in o an bunları düşündüğü yoktu. Bazı şeyler Japonya’da büyük olduğun zamanlar çok da önemli görünmez gözüne. Öyle derdi artist. Artist ya, grubun sanatçısı oydu. Stencilleri o hazırlardı. Fikirler ondan çıkardı, kafa dumanlıydı ve fermuarı çoktan çekmişti.

Hepsi başlarını kendisinden uçarken piyano eşliğinde nikah masasından bahsetmesi istenmiş köpek gibi eğmişti. Elbette içeride bir şey göremediler. Çünkü tam o sırada bir kargo arabası büyük, korkunç, dehşet verici bir korna çalmıştı ve hepsi olduğu yerden sıçrayarak otobanın kıyısındaki dağa yapışmıştı. Bıyıklı ve göbekli şoför yerdeki çantayı görmüş olacak ki inatla direksiyonu kırıp çantayı ezdi. Bu sırada da pis pis sırıtarak ağzındaki sigarasını camdan tükürdü.

Fotoğraf makineli kız büyük bir öfkeyle kendisine ait olmadığı sırıtan onlarca küfrü savurdu o an için. Kızın fark etmediğiyse, arkadaşlarının ona destek vermek yerine arkalarını dönmüş az önce fark etmedikleri dik dağı meydan okurcasına tırmanan kırmızı merdivene baktıklarıydı.

“Bu burada mıydı az önce ya?” dedi kısa siyah dağınık saçlı, tulumba tatlısına benzeyen yanaklara sahip kız.

“Nereye çıkıyor ki acaba?” dedi Semih. Bir yandan sinsice gülüyordu. Arkalarındaki ezilmiş çanta artık pek umurlarında değildi.

“Kısmet o işler abi.” dedi Özgür ve hızla merdivene tırmandı.

4.   Kaplanın Gözü

Söz vermişti kendisine. Bir erkek sözünde kesinlikle durmalıydı. Ya da yalnızca o durmalıydı. Çünkü eğer durmazsa anası avratı olacaktı ve avratı oldukça güzeldi. Onu çirkin anasıyla değiştirmek istemiyordu Osman.

“Anam avradım olsun geberteceğim seni, geliyorum ulan!” diye bağırmıştı telefonda. Gitmişti de, aslında yolunun üzerinde olması iyi olmuştu. O benzinci bozuntusu etmediği küfrü bırakmamıştı telefonda. Şimdi belasını bulmuştu. Benzin pompasını ağzına sokmuştu Osman herifin. Sonra da çükünden kamyonetine benzin doldurabilene kadar pompalamıştı. Kavganın doğası bu. Böyle bir cinayeti kimsenin çözebileceğini sanmıyordu. Aynada kendine bakıp gülümsüyordu. Sırıtmak daha doğru terimdi doğrusu. Bıyıklarını burdu ve göbeğini okşadı. Gömleğinin cebinden bir tek kamel soft çekti. Şimdi keyif sigarası zamanıydı. Kara kara olmuş ellerini sol aynasına astığı havluya siliyordu bir yandan.

Beyaz havlu her dalgalanmada biraz daha kararırken küçük kırmızı bir ev geçti Osman’ın gözünün önünden. Küçükken böyle bir evi olsun isterdi hep. Tabi küçük değil. Kırmızı da değil. Şehir dışında da değil. Evi olsun isterdi sadece. Apartman dairesi de olurdu. Devasa külotlarını asabileceği bir balkonu ve plastik çamaşır ipi. Sonra külotunu alt katın balkonuna düşürür, atleti ve pijamasıyla komşusunun kapısını çalardı. Kapıyı uzun dalgalı sarı saçları olan, neredeyse bir traktör kadar kırmızı ve tabi şişkin dudaklı, çay bardağı inceliğinde bele sahip, karpuz gibi memeleriyle sigara gibi tüten bir kadın açardı.

Osman kamelinden bir fırt alır, tek kaşını kaldırır, göbeğini kaşıyarak şunları söylerdi:

“Genç bayan, iç çamaşırım arka balkonunuzu ziyarete gelmiş.” Araya bir kahkaha koyar. “Onu görmeme izin verir misiniz?”

Ve sabaha kadar o evden sigara dumanları tüterdi.

Osman’ın sırıtmasına rağmen aslında bunlar tek bir detay dışında gerçekleşmişti.

Kapıyı açan kadın uzun sarı dişlere sahip, neredeyse bir traktör kadar siyah ve iri popolu, patlıcan gibi aşağı bakan memeleriyle yeşil soğan kokuyordu.

Osman ise buna karşılık “bacım külot düştü.” demişti.

Kargocu, kadının verdiği cevabı düşünmeye çalışırken bir kamyonun üst yoldan şeytan peşlerinde çıplak koşuyormuş gibi geçip üzerine taşlar fırlattığını gördü ve bildiği tüm küfürleri savurmaya başladı. Neyse ki bu sonsuzluk senfonisi, yolun ortasında duran beş tane garip çocuk sayesinde kesilmişti. Aniden kornaya bastı adam. Çocuklar çil yavrusu gibi dağılmıştı ama Osman öfkesini onlardan çıkartmakta kararlıydı. Sonuçta herkes bu dünyada şimdi orduda. Önce çocukların üzerine sürmeyi düşündü ama arkalarında dikilen takım elbiseli, elinde siyah evrak çantası olan çökük yüzlü adamı görünce içini bir an bir korku kapladı ve direksiyonu onlar yerine yerde yatan çantalarına kırdı. Tekerleğin altından hiç ses gelmemişti. Belki de küçük, yavru bir kediyi ezmişti. Bunun hayaliyle sırıttı Osman ve siyah çantalı adama bakarak sigarasını tükürdü.

Çocukları gözden kaybettiğinde düşünmeye başladığı şey dağın tepesinden gelen gürültüydü. Ancak neyse ki fazla çözümlemek zorunda kalmadı çünkü aniden frene basmıştı. Yan koltuğundan gökyüzüne doğru koca kırmızı bir merdiven çıkıyordu!

“Hay koduğum doğalgazcıları. Merdiven kargoyla mı yollanır?” diye düşündü ama içindeki şüpheye uyarak aracı durdurdu. Kısmet marka sakızından bir tane attı ağzına. Gördüğü şey karşısında sakinleşmesi lazımdı. Kırmızı merdiven dünden kalma silik aya kadar çıkıyordu neredeyse!

5.   Siyaha Boya Onu

Yalnızdım. Yalnızca biraz mutluluk aramıştım ve bulduğum tek şey yalnızlıktı. Yalnızca onunla uzaklaşmak istemiştim buradan, her yerden, herkesten. Bana her zaman gidilebilecek en uzak yerin ay olduğunu söylüyordu. Şimdi onun ayda olmasını dilerdim. Çünkü gökyüzü o kadar yakındı ki, ona dokunabiliyordum. Ay o kadar yakındı ki onu görebiliyordum. Ama komşu şehir. Öylesine uzaktı ki oradan buraya gelmeye çalışırken kendini öldürtmüştü.

Tanrım, senin aksine, ben ondan çok şey istemiştim. Bir çanta istemiştim. Filmlerdeki Adam ile mücadele etmek çok zordur. O aydınlığı karanlığa çevirebilir. Mutluluğu yalnızlığa çevirebilir. Güzelliği canavara çevirebilir. Onunla mücadele edemezsiniz. Tüm şehirlerden, tüm insanlıktan uzak bu küçük ormanda, bu küçük tapınağımda sen tanrım. Sen bile onunla mücadele edemedin.

Diğer bütün tanrılar tek tek uyum sağlarken, gözleri karanlığa alışırken ve karanlık dört bir yanlarını sardığında gözlerindeki o kırmızı ışık insanları korkuturken sen yalnızca hüzünle oturup aydınlığın bir gün geleceğini bekledin.

Tanrım, gökyüzü o kadar yakındı ki diğer tanrılar oradan uzanıp sana dokunabiliyorlardı.

O küçük mafya artığı onu öldürdüğünde o eller neredeydi?

Merdivenler, kralın tapınağında gökyüzüne doğru kırmızı kırmızı parladığında, saçlarımı kim okşayacak? Onları siyaha boyamak istiyordum.

Gözlerim onun kanıyla boyanmış merdivenleri görmek istemiyordu. Gökyüzü o kadar yakındı ki, oraya ulaşmak için merdivene ihtiyacım yoktu.

[*]kurgu iskelesine tamamlanmış bir öykü koymak ne kadar güzel[/*]

23
Yıldız Savaşları / Darth Vader Temalı Volkswagen Reklamı
« : 03 Şubat 2011, 22:58:29 »
http://www.youtube.com/watch?v=R55e-uHQna0

Bana kendimi hatırlattı bir an ^^

24
Duyurular / Artemis'ten Ödüllü Öykü Yarışması !!
« : 11 Ocak 2011, 23:39:04 »

Artemis yayınevi, fanastik hikayelerle dolu bir yarışma düzenliyor. Fakat bu yarışmada kazanmak sadece bir ödülle bitmiyor! Kazanan 10 hikaye bir kitapta toplanıp basılacak ve aynı zamanda 1 kişi de kitabın kapağını hazırlayacak. Kısacası yazar olmak isteyenler için bulunmaz bir fırsat.

Yarışma kurallarına gelecek olursak:

*15 A4 uzunluğunda 12 Punto ,Tek Ara, Times New Roman'la yazılacak

*Yollanacak hikayelerin ortak özelliği olarak doğaüstü olmaları gerekiyor. (Vampir istenmiyor ancak illa vampir olacaksa bir farkı olmalıdır)

*Çağdaş teknikle yazılmalı, macera ve edebiyat hissi taşımalıdır.

*Edebiyat,sinema, müzik göndermeleri olan iyi metinler olmalıdır. Kullanılan kelimeler metin için gerekli olmalı, gereksiz kelimelerden kaçınılmalıdır.

*Göndereceğiniz hikayelerin başında lütfen gerçek adınızı ve soyadınızı yazınız.

Yarışmayla ilgili daha fazla detay için buradan veya şuradanbakabilirsiniz.

Son olarak, jüri üyeleri hepinize başarılar diliyor.

Katılım tarihleri: 10.01.2011 -07.02.2011

Öykülerin yollanacağı adres: Artemiskitapsevgisi@hotmail.com

25
Sinema / Ezik (2011)
« : 06 Ocak 2011, 21:07:24 »

Yazan Yöneten: Alper Çağlar

Biri Türkiye'nin en ezik genci. Diğeri Avrupa'nın en çapkın piçi. Ve tüm istihbarat örgütlerinin ve tarifsiz kötülerin peşinde olduğu tarihin akışını değiştirecek bir icat.

Ne ters gidebilir ki?

Yönetmen Alper Çağlar (Tamu Öyküleri) iddialı sayılabilecek bir bilim kurguyla geliyor. Gayri resmi olarak Tamu Öyküleri altyapısı üzerine konuşlanacak ilginç bir film gibi görünüyor. Facebook Sayfası'ndaki resimler ve espriler Half-Life - Portal havası sezdirdi biraz.

Yabancı çalışanlar, görüntü yönetmenleri, bir kaç ünlü oyuncu falan kullanmayı düşünüyorlarmış. WGA (Writer's Guild of America) destekli bir senaryosu varmış.  Bakalım nasıl bir şey çıkacak.

Ezik Resmi Site

26
Sinema / 2001 - A Space Odyssey (1968)
« : 21 Aralık 2010, 14:50:09 »


Tür:   Bilim Kurgu, Gizem, Macera

Yönetmen:   Stanley Kubrick

Senaryo: Stanley Kubrick, Arthur C. Clarke

Görüntü Yönetmeni: Geoffrey Unsworth

Kurgu: Ray Lovejoy

Çıkış Tarihi:   19 November 1973 (Turkey)

Uzunluk:   141 min  |  160 min (premiere cut)

Dil:   İngilizce

I M D B

Oyuncular

Keir Dullea (Dave) , Gary Lockwood (Dr. Frank Poole) , Gary Lockwood (Dr. Frank Poole) , William Sylvester (Dr. Floyd) , Daniel Richter (Moonwatcher) , Leonard Rossiter (Smyslov) , Margaret Tyzack (Elena)

İnsanlığın şafağında Afrika çölünde bir grup primat kavga etmektedir. Aniden beliren siyah bir taş bu maymun insanlardan birini esrarengiz bir şekilde etkileyerek bir kemiği silah olarak kullanmasını sağlar: İnsanın ataları ilk aleti bulunmuştur.

2001'de, bir önceki sahneden 4 milyon yıl sonra, bir uzay gemisi aydan gelen esrarengiz sinyallerin ardında aynı siyah taşı keşfeder. Hem de ay yüzeyinde. Sinyaller Jupiter'e gitmektedir.

On sekiz ay sonra Discovery'nin güvertesinde, astronotlar David Bowman ve Frank Poole Jupiter'in gölgesine doğru yola çıkmışlardır. Uzay gemisinde HAL 9000 adında, yapay zekaya sahip, dünyanın en gelişmiş bilgisayarı bulunmaktadır. Ve hiç kuşkusuz, bu sonuncunun, kendi planları vardır...

Arthur C. Clarke'ın bir kısa hikayesinden yola çıkılarak geliştirilmiş olan bu film çoğu kişi tarafından başyapıt mertebesine oturtulurken kimileri tarafından da hiç sevilmemiştir. 2001'in birçoğu dini olan sayısız altmetni içerdiği açıktır.

Kubrick'in kendisi, yaşadığı süre boyunca insanların kafasının karışık olmasını istediğinden soru işaretlerinin hiç birini aydınlatmamıştır. Filmlerde karşılaştığımız bilgisayarlar arasında belki de en ünlüsü olan HAL bu eserde en önemli rolü üstlenen "canlı"dır.

Filmin Ay'daki sahneleri tasvir edern çekimleri bir yıldan uzun sürede ve henüz insanoğlu ayak basmadan önce tamamlanmıştır. Neil Amstrong'un seyahati sonrası Kubrick'in en ince detaya kadar -henüz açıklanmamış- gerçeklere bağlı kaldığı şaşırtıcı bir biçimde göze çarpar.

2001 kuşkusuz, insanı hayvanlardan ayıran en büyük adımın "zeka"nın ortaya çıkması olarak tanımlar ve binlercesinin yanısıra şu soruyu sorar: bir sonraki ayrım noktası ne? Evrimin bir sonraki basamağı hangisi? İlkini başlatan dış bir güç müydü? Eğer öyleyse bu kez bizi ne bekliyor.

 

27
Sinema / Monsters (2010)
« : 18 Aralık 2010, 05:43:13 »




Tür:       Bilim Kurgu / Gerilim   

Slogan:   "Altı Yıldan Sonra, Onlar Artık Uzaylı Değiller. Yerliler."

Yönetmen:   Gareth Edwards

Uzunluk:   94 min

Dil:           English |  Spanish

Oyuncular:    Whitney Able (Sam), Scoot McNairy (Kaulder)

Altı yıl önce Nasa güneş sistemindeki uzaylı yaşamı ihtimalini keşfetti. Bir sonda örnek toplaması için ateşlendi, fakat döndüğünde Orta-Amerika'da yere çakıldı. Kısa süre sonra yeni yaşam biçimleri belirdi ve neredeyse tüm Meksika HASTALIKLI BÖLGE olarak karantinaya alındı. Bugün Amerika ve Meksika ordusu yaratıkları kontrol altına almaya çalışıyor......


28
Kurgu İskelesi / Uzak
« : 17 Aralık 2010, 18:58:47 »

   “Ay’ın dünyadan her yıl dört santimetre kadar uzaklaştığı söylenir. Bu hesaplamaya yıl içindeki gelgitler de dahildir. Ortalama uzaklık sürekli artar. Bunun dünyanın dönüşü ve bazı insanların bünyeleri üzerinde olumsuz etikler yarattığı yaygın bir inanıştır. Bunun yanında ayın dünya yörüngesindeki uzaklaşıp yakınlaşmaları, yüzeyde depremlere, büyük dalga oluşumlarına sebep olur.”



U  Z  A  K



  O gün dünya tarihi açısından çok dikkat çekici bir gündü. Mkim3033 isimli robot kürenin ay yörüngesinde ilerleyip yüzeye ineceği gündü. Yaklaşık yirmi yıllık proje kapsamında önce aya Eros istasyonu kurulmuştu. Beş yıl yalnızca yaşanabilir ortam yaratmak için yakıt takviyesi ve inşa çalışmaları sürdürüldü. Astronotların Eros’ta rahat çalışabileceği bir düzen oluşturulması gerekiyordu. Bunun ötesinde kendi ihtiyacını karşılayabilecek bir yapıya ihtiyaç vardı. Daha sonraysa gönderilen küre ay merkezine yerleştirilecekti. Küre, daha önce dünya gövdesine yerleştirilen Mkim1011 isimli cihazın bir kopya uydusuydu. Asıl amaç, ayın dünya yörüngesine kusursuz oturmasını sağlamaya yönelikti. Böylece iki cisim bulundukları gövdeleri aynı yörüngede tutacaktı.

   Mkim2022 görevini tamamlayamamıştı. Görevliler, cismi istasyondaki hızlandırıcıya yerleştirdikten sonra istasyonun bu güvenli bölmesinde bir patlama meydana gelmişti. Mkim3033’ün fırlatılmasından tam yedi sene önceydi. Tüm hasarı gidermek ve hızlandırıcıyı düzenlemek yıllar almıştı. Nihayetinde şimdi dört görevli, bu büyük, küre halindeki cismi genişletilmiş hızlandırıcıya taşımakla yükümlendirilmişti. Cisim, içine iki kişi alacak şekilde geliştirilmişti. Dışarıdan da iki yol açıcıyla yoluna devam edebiliyordu. Enerji odaklı hassas dokungaçları vardı. Bu yüzden fırlatılırken oluşabilecek her türlü enerji açığına karşı özenle korunması gerekmişti.

**

“Sakin ol.” Dedi 21. Aslında kendisi sakin sayılmazdı. Tam on dört yıldır bu Eros’taydı. Tek bir görev için buraya geldikleri söyleniyordu ama düzenli olarak farklı görevler veriliyordu. Ayda bir koloni kurma hazırlıkları olduğunu anlamak zor değildi. Bir çeşit sera kurmuşlardı. Yüksek düzeyde oksijen ve güneş ışığı istemeyen hemen hemen her bitkiyi yetiştirebiliyorlar, geri dönüşümü olan su tüketimini gerçekleştirebiliyorlardı. Tek görevlerinin bu cihazı yerleştirmek olduğundan emin değildi ya da cihazın etkilerinin ne olacağından.

“Tamam sakinim. Güvenlik şifresini girdin mi? Yolda kapak açılırsa bütün istasyonu patlatırız. Güvenli bölgede değiliz.” 27 aralarında en genç olanıydı. Onun böyle bir görev için seçilmesini pek anlayamamıştı 21. Sadece üç senedir buradaydı. Bilgiliydi, zekiydi ancak fazla heyecanlıydı. Geçmişine ait anıları çok tazeydi. İstasyona gönderilecek adayların bilgilendirilmesi, uçuştan beş veya altı yıl önce olurdu. Onlara kendilerini hazırlamaları için fırsat verilirdi. Genelde otuz beş yaşın altında kimse alınmazdı ama 27 ve onunla birlikte gelen 18 ile 30, otuz üç yaşlarına daha yeni girmişlerdi. 21, hiçbirinin geçmişlerini silemediğini fark etmişti. Genç adam henüz yeni kız arkadaş edinmişti. Sürekli onun güzelliğinden bahseder. Resimlerini yanında taşırdı.

Birilerine ya da bir şeylere bağlanmak böyle bir iş için her zaman kötüdür. Çünkü terk ettiğinde zarar vereceğin bir şeylerin varolduğunun bilincinde olursun. Terk edildiğindeyse, yeni bir düzene alışman gerekir, zarar görmüşsündür. Yapmak zorunda olduğun, doğanın şartları gereği ellerinin altında olan görevler, bağlılıkların yüzünden farklı ve değersiz görünür.

“Sakin ol 27. Her şey doğru. Bir sorun yok. Ölmeyeceğiz, şimdi onayla şu gönderiyi de harekete geçelim.”

27 elini kaldırdı. Dar bölmede yalnızca iki koltuk vardı. Karşısındaki ekranda Hareket Onayı yazıyordu. Onun yapması gereken tek şey. Altındaki yeşil kutucuğa parmak ucunu değdirmekti. Adam, yavaşça dokundu.

Alet sorunsuz harekete geçti. İniş noktasından güvenli bölgeye üç saatlik yolculuğu sıfıra yakın enerji kaybıyla tamamladı. Bu beklenenden de iyiydi. İki adam, Eros’a indiklerinde karşılarındaki kalabalık onları alkışlıyordu. 21 hiçbir şey yapmadıklarının farkındaydı. Yalnızca dışarıdaki arkadaşlarının tek tek yolladığı koordinatları onaylıyorlardı. Asıl görevi onlar yapmıştı. Aslında büyük korku, onun için şimdi başlamıştı. Çünkü bu 4 kişi, asıl etkiye maruz kalmak zorunda olanlardı. Yeni uranyum karışımı ışınları olumsuz yönde etkiliyor, belirli bir mesafenin ötesinden komut vermeyi engelliyordu.

21 sol yanında 27, onun yanında 18 ve sağ yanında da 30 ile bilgi işlem kabinine girdi. Karşılarında az önce çıktıkları koca tüpün içinde havada asılı duran iri beyaz bir küre vardı. Tüpün içeriğinde zenginleştirilmiş uranyum vardı. Patlamaya hazır bir atom bombası gibiydi.

21 kendi geçmişi hakkında artık hiçbir şeye sahip değildi. Tüm benliğini ve kişiliğini yitirmişti. On dört senedir dış dünyayla neredeyse tamamen kapalı bir alanda isimsiz yaşamını sürdürüyordu. Merkez, çalışanların isimleri olmaması gerektiğini söylemişti. Bu onların insanlık adına feda edecekleri bir şeydi. Tam anlamıyla kendilerini vereceklerdi. Uydu bağlantılarıyla dönem dönem dünyayla iletişim kuruyorlardı. Özellikle internet erişimi onların hayatta kalma sebeplerinden biriydi. Ancak kısıtlı erişim bile kişiliklerini tamamen yitirmelerine engel olamamıştı.

21 şu anda elli iki yaşındaydı ya da kırk dokuz. Emin olamıyordu. Eskiden bir sevgilisi vardı, onun abisiyle kavga ettiklerine dair ufak anılar canlanıyordu kafasında. Buradaki radyasyon uzun süreli anıların yok olmasına sebep oluyordu. 21, anne ve baba kavramlarını anımsıyordu ama kendisinin varolmasına onların sebep olduğu gerçeğini kavrayamıyordu. Çünkü onlara dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Sanki hep varolmuş ve zihinsel süreçleri sürekli tazeleniyor gibiydi. İstasyondaki sağlık merkezleri yalnızca görevle ilgili anıların taze kalmasını sağlıyordu. 21 bu yüzden yaptığı her şeyi hayatının amacı olarak görüyordu. Evet, bu ona mutluluk veriyordu. Eskiye dair anımsadığı şeylerden birisi, hayatının bir amacı olmadığıydı. Aşk, iki cins arasındaki ilişki idi elbette. Burada da karşı cinsten insanlar vardı. Onlarla ilişkiye girmek ve hatta son dönemlerde çocuk yapmak bile serbestti. 21 bir kez 13 ile yatmıştı. Zevkli bir deneyimdi ancak hayatının amacına dair duyduğu inanç karşısında zayıf bir etkiden ibaretti.

Görevini yap.

Dört adam, görevlerini yapmanın mutluluğuyla, kombinasyonları girmiş ve sonucu beklemeye başlamışlardı. İstasyon, enerji tasarrufuna gitmiş, tüm sera görevleri sonlandırılmış, yalnızca güvenli bölge tam güç ile çalışmaya başlamıştı. Tüpün kapağı ağır ağır kapandı. Çevresinde yeşil bir çizgi halinde hologramlar belirmeye başladı. Adamların hiçbiri bunların normal olup olmadığını bilmiyordu.  Kameralar, tüpün içinde neler olduğunu gösteriyordu. Şemaya göre, küre ağır ağır aşağıya inmeye başlamıştı. Merkeze kadar yolculuk edecek ve orada dokungaçları yeterli enerjiyi bulduğunda çevresine saldırıp sabitlenecekti. Teorik olarak tüpün o anda kapanması gerekiyordu.

Ya da yok edilmesi.

18 bir dişiydi ve 30’un elini tutuyordu. İkisi de heyecanlılardı. Yeni doğmuş bir bebeğin ağlamaları ve karanlığa dönüş çabaları diye düşünürdü hep 21. Zararsız duygusal yakınlaşmalar olarak görüyordu. Ancak kesinlikle anlamaktan uzaklaşmaya başlamıştı. Kendini, burada daha çok zaman geçirdikçe dünyadan tamamen kopuyormuş gibi hissediyordu. Başka bir çok his onun için hiç varolmamıştı. Yakında heyecan da bunlardan biri haline gelecekti. Yalnızca dünyada yaşanmış anıların getirdiği etkilerin, ondan uzaklaştıkça yok olması gayet doğal geliyordu.

Doğal seçilim derler. Güçlü olan hayatta kalır.

Küre, girişini neredeyse tamamlamıştı. Şimdi tüpün kapanması için zaman aralığını girmeleri ve onaylamaları gerekiyordu. 27 zaman aralığını girmiş, 21 onaylamıştı. 18 elleri titreyerek onaylamış. 30 ise donakalmıştı.

Olur şey değil! İnsanlık tarihinin en önemli anında, koca bir adam donakalmıştı! 21 öfkeden ne yapacağını bilemiyordu. Bu onun için çok yabancıydı. Sanki yaşadıklarını daha önce hiç yaşamamış gibiydi. Öfkelenmeyi uzun süredir ilk kez deneyimliyordu. Kör olmuş birinin gözlerinin yeniden açılması gibi. Hoşuna gitmişti. Şimdi hayatından vazgeçme düşüncesi hiç de tatlı gelmiyordu ona. Ayrıca bir kaç şey anımsamaya başlamıştı. Hızla ileriye atılıp otuzun başına vurdu.

“Onayla şu lanet şeyi! Hepimizi öldüreceksin.”

“Zaten öleceğiz.” 30 herkesi şaşırtan çok sakin bir sesle konuşmuştu. “Buradan çıkıp, güneşinizin altında, mavi gökyüzünü izleyerek uyuyabileceğinizi mi düşünüyorsunuz. Hepimizi öldürdüler.” Adamın yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı.

21 bir zamanlar okuduğu bir şeyi anımsadı. Uzun süre radyasyona maruz kalan insanlar hayaller görmeye başlarlar. Ani görüntüler ve paranoyalar da bu etkilerdendir. Ancak Eros’a alınan görevliler özel bir aşılama döneminden geçer ve bu etkilerden kurtulurlar.

“Kapa çeneni ve şunu onayla.” Bağıran 18’di. Gözünde bir damla yaş vardı. 21 tam bir tokat daha atmak için elini kaldırdığında bir şey fark etti. Hemen elinin tersiyle yüzünü sildi ve ufak bir ıslaklık gördü. Ağlıyordu!

“Hepimiz ölüyüz. Bu istasyonun görevi önemli değil. Bizler, insanoğlunun en üstün bireyleriydik. Ve şimdi asla onlar için daha üst düzey hizmetler veremeyeceğiz. Dünyaya geri dönebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Dönseniz bile, orada yaşayamazsınız. Burada size enjekte edilen onca aşı, soluduğunuz hava. Asla dünyaya uyum sağlayamazsınız.”

“Ölmedik. Yalnızca burada yaşıyoruz, şimdi dokun şu ekrana!” 27 öfkelenmişti bu kez. Sesi titriyordu.

“Bizler varlığımızı aldığımız yerden, bizi var eden yerden uzakta yaşayamayız. O dünyaya ait olan hiçbir şeye sahip değiliz.. Önemli değil.” 30 önüne döndü ekrandaki yeşil kutucuğa dokundu. Bilgisayar girişi onayladı. Bu arada ekranda kürenin dokungaçlarının fırladığı ve hazneye sert bir şekilde yapıştığı göründü. Küreden büyük bir akım fırladı ve kapak kapanmadan hemen önce hazneye doldu. Ufak çaplı bir depremin ardından, her şey normale döndü. Güvenli bölge kapıları açıldı. Tüp, yeraltına girdi. Göstergeler üst düzeydeydi ama anomali oluşturmuyordu.

21 koşarak dışarıya çıktı ve içindekileri boşalttı. Dizleri üzerine çöktü, gözlerinden yaşlar boşanıyordu.. Koca bir istasyon bu dört kişinin durumlarını şaşkınlıkla inceliyordu. Dünya gezegenini kurtarmışlardı. Ancak yok olmak ile kurtuluş arasındaki çizgide kaybolmuşlardı.

[*]TBD 2010 Bilimkurgu Öykü Yarışması için gönderdiğim bir öyküydü. Yaklaşık 6 aylık bir yazı. Bugün rastladım koymak istedim.[/*]

29
Sinema / Dr. Caligari'nin Muayenehanesi (1920)
« : 27 Kasım 2010, 15:06:50 »

Tür : Korku / Gerilim / Fantastik

Yapım : 1920, Almanya, 71 Dk.

Yönetmen : Robert Wiene

Senaryo : Hans Janowitz | Carl Mayer

Görüntü Yönetmeni : Willy Hameister

IMDB Notu: 8.0/10

Oyuncular

Werner Krauss (Dr. Caligari) , Conrad Weidt (Cesare) , Friedrich Feher (Francis) , Lil Dagover (Jane) , Hans Heinrich von Twardowski (Alan) , Rudolf Lettinger (Dr. Olsen)

Alman dışavurumcu döneminin ilk ve en önemli örneklerinden biri olan Dr. Caligari'nin Muayenehanesi, bir sirk göstericisinin 23 senedir uyuyan kahini uyandırıp geleceği söyletmesini anlatıyor.

Caligarism isimli bir kurgu anlayışının doğmasına sebep olan Robert Wiene filmi başına ve sonuna Fritz Lang tarafından eklenen sahnelerle günümüz izleyicisi için daha uygun bir hal almıştır. Sürpriz sonuyla erken dönem sineması içinde bile bir başyapıt oluşturuyor.

Not: Şuradan izlenebilir: http://video.google.com/videoplay?docid=-8455250375270835043

30
Kurgu İskelesi / Öksüzler
« : 19 Kasım 2010, 02:08:21 »
Sahne: Sıfır
Üvertür

    Bir zamanlar şimdi adları unutulmuş iki kardeş vardı. Michael küçük olandı, büyük olana ise George derlerdi. Güneşli ama kısmen yağmurun çiselediği sarı bir ekim akşamında doğmuşlardı. Önce George annesinin acı çığlıklarına kendi sessizliğiyle karşılık vermişti. Ebe nefes almadığını düşünüp işaret parmağını göğsüne uzattığında gayet sağlıklı bir şekilde elini tutmuştu. Ancak çok geçmeden güneşin ışıkları tamamen yok olurken, anneden son bir korkunç çığlık duyuldu. Kadın sessizliğe gömülüyordu ama ortalığın sakinleşmesini istemeyen bir kişi daha vardı. Küçük Michael acı çeken bir bebekten çok, öfkeli bir adamın karanlık çığlıklarıyla ebenin kollarına yerleşti. Birini yolcu ederken, iki kişilik yer açmışlardı kalabalık dünyada.

   George sarı saçları ve açık, griye yakın gözleriyle sevimli bir bebekti. Fazla ses çıkarmaz, sürekli gülümserdi. Bakımevi yetkilileri onun ses tellerinin doğumda hasar gördüğünü düşünürlerdi. Hatta sekiz yaşına gelip de radyodan duyduğu o anlamsız şarkıyı kusursuz tekrarlayana kadar bundan oldukça eminlerdi. Zaten yaptığı en iyi şey tepki vermek ve tekrarlamaktı. Beş aylıkken yanındaki daha büyük bebekler yürümeye başladığında o da karşılık olarak onlarla yarışa girmişti. Bahçe oyunları sırasında matematik çözen bir büyüğünün yanında on dakika durmuş ve basit hesapları tekrarlar olmuştu. Bunu yaptığında ise henüz altı yaşındaydı. Ne zaman okumaya başladığınıysa kimse bilmez. Sadece ilk defa okurken görüldüğünde, elinde onlarca yıl önce yazılmış ünlü bir öykünün kopyası vardı. Bu ise beş yaşındayken olmuştu.

   Michael’ın ise yıldızsız bir kış gecesinden daha karanlık saçları, içlerine bakanı uçurumun dibine çeken derin, siyah gözleri vardı. Onda bir katilin sessizliği var yazmıştı bakımevi müdürü dosyasına. Michael ağabeyine göre daha konuşkandı, en azından insanlarla iletişimi kuvvetliydi. Ancak tek bir kelimesi bile içinde bulunduğu ortama karanlık bir sükunetin çökmesi için yeterliydi. O konuşurken herkes dinlerdi. O sustuğundaysa herkes susar ve düşünürdü. Yurtta iyi bir arkadaş çevresi edinmişti, ancak diğerlerinin aksine arkadaşlarıyla paylaşmayı değil, onları yönetmeyi seviyordu. Onları korkutmaktan ise kesinlikle vahşi bir zevk alıyordu. Sık sık kısa süreli de olsa gülümserdi ancak kahkaha attığı hemen hiç görülmemişti. Daha altı yaşındayken geleneksel kamplardan birinde yedi arkadaşını ateşin başına toplamış ve onlara tamamen o an uydurduğu bir hikaye anlatmıştı. Hikayeye göre o sahilin yakınlarındaki bir mağarada hüzünlü bir yaratık ve kızı yaşıyordu.

“Bu yaratık öylesine iğrençmiş ve öylesine çirkinmiş ki hayatını devam ettirmek için içtiği suda kendini gördüğünde öfkeden çılgına dönüyormuş. Ancak daha sonra her zamanki gibi hüzünlenip ağlıyormuş. Kızıysa dünyalar güzeliymiş. Bayan Kendrick’in saçlarına benzeyen sapsarı saçları ve tarif edilemez güzel bir yüzü varmış.” Michael burada durmuş ve çocukların yüzlerindeki hayranlık ifadelerine bakarak gülümsemiş. “Evet çocuklar, o kadar güzelmiş o kadar güzelmiş ki babası kızını gördükçe daha da hüzünleniyor daha da nefrete boğuluyormuş. Kızın annesi güzel bir kadınmış, ancak o pis yaratıktan kaçmış. Biliyor musunuz? Bence bu Bayan Kendrick olabilir. O yüzden belki bu kadar çok ağlıyordur?” Bir çocukların kahkahalarına bir de ileride burnunu silen bakıcıya bakmış.”Bakın. Kızın annesi kaçtığında, yaratık çok sinirlenmiş. Kızı o mağaradan asla çıkarmayacağına yemin etmiş.” “Peki onu neyle besliyormuş? Bisküvi tatlıları var mıymış?” diye sormuş küçük kızlardan birisi. “Onu çikolatayla besliyormuş. Evet, bisküvi tatlısı olup olmadığını bilmiyorum. Ama orada, yaratığın mağarasında tüm dünyanın yüzyıllardır aradığı çikolata nehri varmış.” Bunu öyle bir fısıltıyla söylemiş ki tüm çocuklar sadece çikolata kelimesiyle irkilmişler ama sonra hayranlıklarını belirtmişler.

Sonra hepsini mağaradaki kızı kurtarıp yaratığı dışarı çıkarabilirlerse, ay ışığının –ki o gün dolunay varmış.- canavarı eritip yok edeceğine ve mağaradaki tüm çikolatanın kendilerinin olabileceğine ikna etmiş. Sonra onları tuvalete götürmesi için bir hemşireye yalvarmış ve onu da kandırmış. Hep birlikte gittikleri tuvaletlerin arka pencerelerinden kaçan çocukları, daha önceden gördüğü küçük mağaraya sokmuş ve ilginç sesler çıkararak hepsinin altlarını doldurmalarına ve ağlayarak sahile koşmalarına sebep olmuş. Bunun üzerine bir hafta ceza alsa da tatlısız geçirdiği o bir hafta boyunca suratından bakanların, özellikle George’un kanını donduran o vahşi gülümseme hiç eksik olmamış.

Elbette iki kardeşin ilişkisi diğerleriyle olan ilişkilerinden tamamen farklıydı. İnsanların daha çok sevdiği ama daha az aralarına aldığı George, Michael’in yapmaya çalıştığı her şeyi ilk kelimesinden anlardı. Bazen ona engel olur bazense güler geçerdi. Michael ise ergenlik çağına kadar çocuksu şakalarına rağmen hep bakımevinin en ünlü üyesi olmuştu. Başlarda iki kardeş birlikte yattıkları için kendi kendilerine oyunlar oynarlardı. En uzun süre sessiz kalma, birbirlerine uzun süre bakma, önce emekleme sonra da koşma yarışları gibi çocuklar için ilginç oyunlardı. Çoğunu George kazanırdı ama bebek Michael hiçbir zaman aldırmazdı. Büyüdükçe daha da umursamaz oldu.

Yavaş yavaş birbirlerinden ayrıldılar. Aslında Michael George’un büyük bir potansiyeli olduğunu biliyordu. Herkes onun sekiz yaşında konuşmaya başlayan bir zeka özürlü olduğunu sanıyordu ancak ikisi bebekliklerinden beri konuşuyorlardı. Aslında tam bir konuşma denemezdi ama George her derdini Michael’a anlatabiliyordu. Küçük, bir süre sonra bundan sıkılmaya başladı, ağabeyinin tek dert tahtası kendisiydi. Ancak onun da kendi hayatı vardı ve ondan uzaklaştı. Bu, George’un konuşmaya başladığı zamanlara denk geliyordu. Bundan sonra iki kardeş, masum ya da değil, sürekli birbirlerinin eğlencelerini bozmaya başladılar. George, diğerinin arkadaşlarını korkutma çabalarını engelliyor, planlarını bozup diğer çocukları uyarıyordu. Michael ise ağabeyinin alması gereken her şeyi istemese bile alıyordu. Bazen diğer çocukları ona karşı kışkırtıyor ve küçük kavgalara sebep oluyordu.

 İki çocuk on beş yaşlarındayken gerçek bir kavgaya tutuşmuşlardı. Bu kavganın sebebiyse insanlık tarihinin yazdığı en eski duygu olan kıskançlıktı. İki kardeş, Sophie adında aynı kıza aşık olmuşlardı. Siyah kıvırcık saçları, yuvarlak beyaz bir yüzü ve dairesel hatlarıyla güzel bir vücuda sahipti Sophie. Tabi on beş yaşında erkekler için. Çok güler yüzlü ve sıcakkanlıydı. Aslında kız, diğer tüm kızların da olduğu gibi Michael’dan hoşlanıyordu. Michael, büyüdükçe eskisine göre daha sessiz, karanlık ama daha etkileyici bir hal almaya başlamıştı. Buna karşın kardeşi George daha konuşkan ve daha sıcakkanlı olmuştu. Herkese aynı sevgiyle yaklaşan genç, Sophie ile tanıştığında bir ikileme girmişti. Çünkü onun da kardeşinden hoşlandığını biliyordu. Yine de bir gece kendini tutamayıp kıza onu sevdiğini söylemişti. Sophie gülümsemiş, ama aralarında bir ilişkinin mümkün olmadığını çünkü bu sabah, Michael ile çıkmaya başladıklarını söylemişti. Sonra gözlerini devirip George’a bir öpücük vermişti.

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10