Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Arlinon

Sayfa: 1 [2] 3
16
Şişedeki Mısralar / Kayıp Rıhtım
« : 06 Haziran 2009, 20:13:35 »
Kayıp Rıhtım

İnaktan somları batırdık biz,
Neşenin hür denizlerine;
Erişsin diye ruhu besleyen giz,
Şu kayıp rıhtımın derinliklerine.

Doldurun kadehleri,
Düşler ile ta çemberine;
Yandı artık uyanıklığın gemileri,
Yoktur dönüşümüz hüzünlere.

17
Ütopya/Distopya / 1984 - George Orwell
« : 02 Mayıs 2009, 18:41:53 »

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
 
Yazarı George Orwell
Dili İngilizce
Türü Roman
Yayınevi Can Yayınları
Türkçe
basım tarihi 8 Haziran 1949

"Kısa Bir Açıklama Yazısı:
Orwell'in bu son kitabı, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı yürekten bir uyarı niteliğindeydi. Dünyanın sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter polis devletinin egemenliği altında olduğu düşsel bir gelecekte geçen roman, hem o dönemde hem de sonraki yıllarda çok sayıda okuru derinden etkiledi."


Etkiledi, hem de ne etkiledi. Son derece derin ve etkileyici bir romandı. Anlatımı ise başlı başına bir inceleme konusu.
Kendi adıma, belkide şu ana dek en çok hoşlandığım romandı. Hakkında pek fazla yazamayacağım, ama içinde herşey vardı. İy bakmak yeterli olacaktır.

18
Genel Kültür / Geçer - Neyzen Tevfik Kolaylı
« : 03 Nisan 2009, 22:27:21 »
Güzel bir şiir daha, Neyzen Tevfik'in şiiri kendi sesinden okuyuşunu da upload ettim, ayrıca sözlük linki de koyayım  ;D

http://www.fileden.com/getfile.php?file_path=http://www.fileden.com/files/2009/4/3/2390295/01%20gecer%20kendi%20sesinden.wma

www.tdkterim.gov.tr/bts/

GEÇER

Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer,
Ömr-i fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyliyemez hânde-i hurrem de geçer,
Devr-i şâdi de geçer gussa-i mâtem de geçer,
Gece gündüz yok olur, ân-ı dem âdem de geçer.

Bu tecellî-i hayat aşk ile büktü belimi,
Çağlayan göz yaşı mı, yoksa ki hicrân seli mi?
İnliyen sâz-ı kazânın acaba bam teli mi?
Çevrilir dest-i kaderle bu şu’ ünun filimi,
Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer.

İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,
Nefsini kurtara gör masyâd-ı mâfihâdan.
Niyyet-i hilkâtı bu aşk-ı cihân-arâdan,
Önü yokdan, sonu yoktan, bu kuru da’ vâdan
Utanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.

Ne şerîat, ne tariykat, ne hakiykat, ne türe,
Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre,
Câhilin korku kokan defterini Tanrı düre!
Mâ’ rifet mahkemesinde verilen hükme göre,
Cennet iflas eder, efsâne-i Adem de geçer.

Serseri Neyzen’ in aşkınla kulak ver sözüne,
Girmemiştir bu avâlim, bu bedyi’ gözüne.
Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.
Pir olur sâkiy-i gül çehre bakılmaz yüzüne,
Hâk olur pîr-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer.


19
Sinema / 13. Kat
« : 02 Nisan 2009, 02:57:56 »


13. Kat (The Thirteenth Floor), Almanya ve ABD sinemalarında gösterime girmiş, Josef Rusnak'ın yönettiği ve 1999 yapımı olan bir filmdir. Yapımcıları arasında Roland Emmerich'in de bulunduğu film, Daniel F. Galouye'un Simulacron-3 adlı romanından ve Rainer Werner Fassbinder'in Welt am Draht (İng., World on a wire; Tür., Kablodaki Dünya) adlı Alman televizyonu mini dizisinden esinler taşır.

13. Kat, aynı sene gösterime girmiş The Matrix ile eXistenZ ve bir sene önce gösterime girmiş Dark City (Gizemli Şehir) gibi varoluşçu temalara sahip filmlerle konusu itibarıyla büyük paralellikler taşısa da bu filmlerin gölgesinde kalmış, genellikle olumsuz eleştiriler almış ve daha çok ev sinemasında meraklısıyla buluşabilmiş bir filmdir.

Wikiden (ç)alıntı

- Film fena değildi, matrixten önce çekilmişse ona esin kaynağı olduğuna emininm, ama sonraysa matrixten bakmışlardır.  :D Bulabilirseniz izleyin derim.


20
Genel Kültür / Amentü - İsmet Özel
« : 31 Mart 2009, 21:23:59 »
Güzel şiir, paylaşayım dedim.

Amentü

İnsan
eşref-i mahlûkattır, derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklâmların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için kanıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm ecza uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.

Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmayacak
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak
rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için
bana deha değil
belgeler gerekli
kanıtlar, ifadeler, resmî mühür ve imza
gençken
peşpeşe kaç gece yıllarca
acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma bile gelmezdi
babam onbeşli olmasa.

Meyan kökü kazarmış babam kırlarda
ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar, çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, Gide meselâ.

Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm
her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana
gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar
resimli bir kitaptan çalardım hayatımı
oysa her gün
merkep kiralayıp ta kazılan kökleri
Forbes firmasına satan
babamdı.

Budur
İşte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku
işte şehirleri bayındır gösteren yalan
işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan
kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla
güçbelâ kurduğum cümle işte bu;
ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan
tenimin olanca ağırlığı yok oldu.

Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak
bile bir bir çınlayan
ihtilâl haberidir
ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu
nisan ayları gelince vücudu hafifletir
şahlanan grevler içinde kahkahalarım küstah
bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur
marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim
gider şehre ve şaraba yaltaklanarak
biraz ağlayabilmek için
fotoğraflar çektirir
babam
seferberlikte mekkâredir.

İnsanın
gölgesiyle tanımladığı bir çağda
marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak
belki ruhların gölgesi
düşer de marşlara
mümkün olur babamı
varlık sancısıyla çağırmak:

Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere

Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde

Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:
Tanrı uludur Tanrı uludur
polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur

bense
anlamış değilim böyle maceralardan
ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur
yalnız
coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan
nüfus cüzdanımda tuhaf
ekmek damgası durur
benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu
etin ıslak tadına doğru
yavaş yavaş uyanmak
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
kokak dualarından cibinlikler kurarak
dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz
nakışsız yaşamakları
silâhlanmak sanarak
çıkardım
boğaza tıkanan lokmanın hartasını
çıkınımda güneşler halka dağıtmak için
halkı suvarmak için saçlarımda bin ırmak
ıhtırdım caddeleri
meğer ki mezarlarmış
hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa
fly Pan-Am
drink Coca-Cola.

Tutun ve yüzleştirin hayatları
biri kör batakların çırpınışında kutsal
biri serkeş ama oldukça da haklı.
Ölümler
ölümlere ulanmakta ustadır
hayatsa bir başka hayata karşı.
Orada
aşk ve çocuk
birbirine katışmaz
nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı
kendi tehlikesi peşinden gider insan
putların dahi damarından aktığı güne kadar
sürdürür yorucu kovalamayı.

Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkalanmış çocuğa rahîm olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?
Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim
takvim yapraklarının arasını dolduran
nedir o katı şey
ki gücü
gönlün dağdağasını durultacak?

Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
Ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifirî kokusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi âlemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.

21
Selam ahali, bu başlıkta ingilizce telaffuzu ile ilgili bir kaç bilgi vermek istedim. Bu ingilizce telafuzla ilgili küçük ve hayati noktalar var, ki gözlemlerimce pek az ingilizce öğrenicisi bu hatalara (büyük ölçüde) düşmüyor.

Öncelikle ingiliz alfabesi ve yazımı türkçedeki gibi 'ses' leri vermiyor, en büyük sorun burada yaşanıyor. Harflerin sesleri vermemesi demek, her kelimeyi tek tek bilmek demek. ;D Sesleri temsil eden belli harf grupları var tabi ama her zaman tutarlı olmuyorlar. Size tavsiyem güzel bir ingilizceden ingilizceye sözlük alın; çünkü onlarda kelimelerin okunuşları güzel veriliyor. Bildiğiniz kelimelerin yanında okunuşlarını da bilin.

Neyse fazla uzatmayayım ve anlatayım :D

Burada dikkat edilecek nokta, işin püf noktası, kelimedeki türkçe harflere göre ses vermek yerine onların temsili oldğunu bilmekte ve kelimeleri ingiliz sesleri ile söylemekte. Küçük bir örnek; pek çoğunuz town kelimesini 'tavn' diye okuyacaktır, ama gerçekte bu gelime 3 seslidir ve t au n şeklinde okunur. İşitirken pek fark olmasa da, var ;)

Şimdi önemli sesleri verelim:

Diphtonglar:
Sesli harflerde diphtong, yani çift sesliler yaygın ve bunlar tek bir sesli harf gibi kabul ediliyor. Sesi verirken ağzınız, sesin başından sonuna doğru güzelce şekil değişmeli bunları güzel çıkartmak için. :D
au, mouth, now
ei, day, face
oi, choice, boy
ai, Eye, high
ua, tour, pure
ou, show, boat
ea, fair, square
ia, hear, wear

Gördüğünüz gibi kelimelerin çoğunu sadece onlar kaplıyor.

TH
Genelde 'th' ile gösterilen iki ses var ve hayli önemliler;
1.si: Dilinizi üst dişlerinizin ucuna koyarak 'f' sesi verin. İşte bu. Thing, Thumb. (Mesela tree ile three arasındaki fark burada. Bu farkı yakalamayınca bir iki ağaç dört beş oluyor ;D)
2.si: Aynı şekilde 'v' sesi verin. Bu da budur. This, That, They. (Dis det dey değil yani :bonus)

V ile W Arasındaki Fark
V bildiğimiz V, dudak dişe temas eder. W de ise, dudak dudağa da değmez dişe de değmez. Dudaklarınızı birbirine değdirmeden, v sesi vererek genşletirseniz, bu sesi elde edersiniz.

Uzun ve Kısa Sesler
Türk dilinde olmayan bir özellik olarak, ingilizcede seslilerin bazılarının uzun hali vardır.
Mesela 'i' nin kısası ve uzunu arasındaki fark için, bit ve beat. İlki kısa ikincisi uzun.
Uzun sesler: a, u, i, o, ö

NG
Bu ng sesi çok yaygındır, ring den going e pek çok yerde kullanılıyor. Bu ng ki sesli bir biçimde goyiinng, fılayinng biçiminde oknmuyor.  ;D Ng sesi N ye yakındır, ama farklıdır. Normal n yi söylemek için dilimiz ön dişlerimize temas eder, ama bu ng için dilinizi biraz geriye kırmalısınız. N harfini G yi söylediğiniz gibi ağzınızın gerilerinden verin. İşte size NG

R
R harfi ingilizcede, dil gerilere götürerek söylenir. Aynen söylediğimiz r yi, dilinizi gerilere götürüp deneyin.
R sessizi asıl ingilizcede kelimelerin sonunda okunmaz. Aynı zamanda kimi kelimenin içlerinde de okunmaz, bunun yerine berisindeki harfi uzatır. Mesela temper, temp'a' olarak okunur tempır değil.  :elf
Ancak ulama varsa, r kelimenin sonunda okunabilir. Örneğin Bar dersek baa. Bar is dersek baariz.  ;D

İngiliz 'A'sı :D
Bu ingiliz a sı dediğim ses, yerinden yerine değişiklik gösterebilen, kıl bir sestir ve en yaygın sestir. Ağzınızı biraz açıp, a söyler gibi ı söylemek gibidir.
Örnek kullanımları; Centre (sent'a') flyer (flay'a')
Efendim bu aynı zamanda bildiğimiz a (a cat, a plane) ve of seslerini de meydana getirir. A ve of birazcık farklı okunuyor ama...
Bu harfin sırrı doğal olmakta  :=)

- Ek not, ingilizcede yazılışı farklı ama okunuşu aynı çok kelime var, bunlara dikkat edin. Mesela know ile no, wood ile would.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar, sorularınız olursa buyrun sorun, :hömm: hayırlı olsun :D


22
FRP Arşivleri / Beşgen Oda
« : 08 Mart 2009, 20:40:52 »
Selam millet, bu oyunum beşgen biçiminde geniş bir odada geçecek. Sadece sandalyeler ve kandiller var. En ortada ise bir kaide ve üstünde bir küre. Bu küre dilekler küresidir, pek çok şey için kullanılabilir.

Odanın bir kapısı var ama kapı kapalı durur hep, içeriden açılmaz. Dışarıdan birileri girer ise kapının içinden geçmiş olur: kapı sadece duvarda bir süs gibidir. Yani çıkamazlar. Kapı ikinci bir emre kadar kapalıdır.

Burada bir toplantı yapılacak; toplantının amacı ise ileriki görevler için adam toplamak. Katılanlar içeri gelecek ve kendinden bahsedecek. Geçmişlerini, isteklerini v.b. anlatacaklar. Anlatım diliniz fazla edebiyata kaçmasın.

Oda daki müzakere boyunca herşey serbesttir, düello, güreş, parti, halay ne olursa, katılımcıların manyaklığına kalmış :D Ayrıca küre ye de el atılabilir.

Toplantı Başlasın! ;D

23
Dipsiz Konak / Konak Girişi'nde Yazı
« : 08 Mart 2009, 01:34:48 »
"Ey serüvenci, burada konağın küçük bir rehberini buldun. Sana yol gösterecek ve kuytularda kaybolmadan ilerleyebileceksin.

Burada maceralar ve düşler döğülür, giren her yolcu ise olgulara yön verir. Dilerseniz maceralar kurar, diğerlerine katılırsınız.

Eğer ki macera başlattınız, maceranın koridorunda (başlıkta) genel kaideler belirleyeceksiniz, sonra başlayacaksınız. Bunlar tamamen sizin özgü zevklerinize ve arzularınıza göre olabilir. Misal, maceranızı özetleyebilir, mekanı kurabilir, olayları çizebilirsiniz. En önemlisi, üslup seçersiniz: olaylar nasıl arşivlenecek? Edebi üsluplarla mı yoksa günlüklerle mi, notlarla mı yoksa söylencelerle mi?

Bunları öğrendiysen içeri yönel. Orada zaman geçmez ve görüntüler sizi bırakmaz. Korkarsan var git!"

24
Genel Kültür / The Raven - Edgar Allan Poe
« : 01 Mart 2009, 19:45:12 »
Edgar Allan Poe ün sevdiğim bir şiiridir, keyfini çıkarın :D

Çevirisini ve Orijinalini koyuyorum, bir de orijinalinin dile getirilince nasıl birşey olduğu ile ilgili bir vidyo. http://www.youtube.com/watch?v=FID1CiB4bcU

The Raven

Once upon a midnight dreary, while I pondered, weak and weary,
Over many a quaint and curious volume of forgotten lore--
While I nodded, nearly napping, suddenly there came a tapping,
As of some one gently rapping, rapping at my chamber door.
"'Tis some visiter," I muttered, "tapping at my chamber door--
Only this and nothing more."

Ah, distinctly I remember it was in the bleak December,
And each separate dying ember wrought its ghost upon the floor.
Eagerly I wished the morrow;--vainly I had sought to borrow
From my books surcease of sorrow--sorrow for the lost Lenore--
For the rare and radiant maiden whom the angels name Lenore--
Nameless here for evermore.

And the silken sad uncertain rustling of each purple curtain
Thrilled me--filled me with fantastic terrors never felt before;
So that now, to still the beating of my heart, I stood repeating
"'Tis some visiter entreating entrance at my chamber door--
Some late visiter entreating entrance at my chamber door;
This it is and nothing more."

Presently my soul grew stronger; hesitating then no longer,
"Sir," said I, "or Madam, truly your forgiveness I implore;
But the fact is I was napping, and so gently you came rapping,
And so faintly you came tapping, tapping at my chamber door,
That I scarce was sure I heard you"--here I opened wide the door--
Darkness there and nothing more.

Deep into that darkness peering, long I stood there wondering, fearing,
Doubting, dreaming dreams no mortals ever dared to dream before;
But the silence was unbroken, and the stillness gave no token,
And the only word there spoken was the whispered word, "Lenore?"
This I whispered, and an echo murmured back the word, "Lenore!"--
Merely this and nothing more.

Back into the chamber turning, all my sour within me burning,
Soon again I heard a tapping something louder than before.
"Surely," said I, "surely that is something at my window lattice;
Let me see, then, what thereat is and this mystery explore--
Let my heart be still a moment and this mystery explore;--
'Tis the wind and nothing more.

Open here I flung the shutter, when, with many a flirt and flutter,
In there stepped a stately Raven of the saintly days of yore.
Not the least obeisance made he; not a minute stopped or stayed he,
But, with mien of lord or lady, perched above my chamber door--
Perched upon a bust of Pallas just above my chamber door--
Perched, and sat, and nothing more.

Then the ebony bird beguiling my sad fancy into smiling,
By the grave and stern decorum of the countenance it wore,
"Though thy crest be shorn and shaven, thou," I said, "art sure no craven,
Ghastly grim and ancient Raven wandering from the Nightly shore--
Tell me what thy lordly name is on the Night's Plutonian shore!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

Much I marvelled this ungainly fowl to hear discourse so plainly,
Though its answer little meaning--little relevancy bore;
For we cannot help agreeing that no living human being
Ever yet was blessed with seeing bird above his chamber door--
Bird or beast upon the sculptured bust above his chamber door,
With such name as "Nevermore."

But the Raven, sitting lonely on that placid bust, spoke only
That one word, as if its soul in that one word he did outpour
Nothing farther then he uttered; not a feather then he fluttered--
Till I scarcely more than muttered: "Other friends have flown before--
On the morrow he will leave me, as my Hopes have flown before."
Then the bird said "Nevermore."

Startled at the stillness broken by reply so aptly spoken,
"Doubtless," said I, "what it utters is its only stock and store,
Caught from some unhappy master whom unmerciful Disaster
Followed fast and followed faster till his songs one burden bore--
Till the dirges of his Hope that melancholy burden bore
Of 'Never--nevermore.'"

But the Raven still beguiling all my sad soul into smiling,
Straight I wheeled a cushioned seat in front of bird and bust and door;
Then, upon the velvet sinking, I betook myself to linking
Fancy unto fancy, thinking what this ominous bird of yore--
What this grim, ungainly, ghastly, gaunt, and ominous bird of yore
Meant in croaking "Nevermore."

This I sat engaged in guessing, but no syllable expressing
To the fowl whose fiery eyes now burned into my bosom's core;
This and more I sat divining, with my head at ease reclining
On the cushion's velvet lining that the lamp-light gloated o'er,
But whose velvet violet lining with the lamp-light gloating o'er
She shall press, ah, nevermore!

Then, methought, the air grew denser, perfumed from an unseen censer
Swung by Seraphim whose foot-falls tinkled on the tufted floor.
"Wretch," I cried, "thy God hath lent thee--by these angels he hath sent thee
Respite--respite and nepenthe from thy memories of Lenore!
Quaff, oh quaff this kind nepenthe and forget this lost Lenore!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

"Prophet!" said I, "thing of evil!--prophet still, if bird or devil!--
Whether Tempter sent, or whether tempest tossed thee here ashore,
Desolate, yet all undaunted, on this desert land enchanted--
On this home by Horror haunted--tell me truly, I implore--
Is there--is there balm in Gilead?--tell me--tell me, I implore!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

"Prophet!" said I, "thing of evil!--prophet still, if bird or devil!
By that Heaven that bends above us--by that God we both adore--
Tell this soul with sorrow laden if, within the distant Aidenn,
It shall clasp a sainted maiden whom the angels name Lenore--
Clasp a rare and radiant maiden whom the angels name Lenore."
Quoth the Raven, "Nevermore."

"Be that our sign of parting, bird or fiend!" I shrieked, upstarting--
"Get thee back into the tempest and the Night's Plutonian shore!
Leave no black plume as a token of that lie thy soul has spoken!
Leave my loneliness unbroken!--quit the bust above my door!
Take thy beak from out my heart, and take thy form from off my door!"
Quoth the Raven, "Nevermore."

And the Raven, never flitting, still is sitting, still is sitting
On the pallid bust of Pallas just above my chamber door;
And his eyes have all the seeming of a demon's that is dreaming
And the lamp-light o'er him streaming throws his shadows on the floor;
And my soul from out that shadow that lies floating on the floor
Shall be lifted--nevermore!

Çevirisi:

Kuzgun

Evvel zaman önce ürkünç bir gecede,

Eski kitaplardaki yitik hikmeti,

Düşünüyordum güçsüz ve bitkin.

Başım öne düşmüş, uyumak üzereyken,

Nazik vuruşlarla kapı çaldı birden.

“Bir misafir” dedim “çalıyor kapımı”

           “Bir misafir, başkası değil.”

Açık seçik hatırımda, bir Aralık günüydü,

Yerde bir hayalet gibi şöminenin ışığı.

Çaresiz sabahı istedim, kitaplardan diledim

Istırabın bitişini – Lenore’u kaybetmenin ıstırabı.

Meleklerin Lenore dediği o bakire, nurlu ve eşsiz,

Artık ebediyyen isimsiz.

 

İpeksi mor perdelerin süzgün hışırtısıyla,
Garip bir dehşet kapladı, hiç yaşamadığım.

Yineleyip durdum yatıştırmak için kalbimi,

“Odamın kapısında bekleyen kişi bir misafir,

Odamın kapısındaki gecikmiş bir misafir,

Başkası değil.”

 

Canlandım birdenbire, daha fazla beklemeden,

“Bayım” dedim “ya da bayan, affınızı diliyorum.

Gerçek şu ki uyukluyordum, usulca kapıya vurdunuz,

Usulca geldiniz, kapıma dokundunuz.

Emin olamadım işittiğimden.”

Sonra ardına kadar açtım kapıyı,

            Karanlıktı, sadece karanlık.

 

Merak ve endişeyle baktım karanlığa uzun uzun,

Hiçbir faninin cüret edemediği hayaller içinde.

Sessizlik bozulmadı, ne de bir işaret karanlıktan,

Orada tek kelime “Lenore” idi, fısıldadığım.

Ve karanlıktan yankılandı bir mırıltı: “Lenore,”

            Sadece bu, başka bir şey değil.


Ruhum alevler içinde döndüm odama,

Ardından yine bir tıkırtı, daha da şiddetli.

“Eminim” dedim “birşeyler var penceremde,

Gidip ne olduğuna bakayım, gizem çözülsün,

Kalbim sükun bulsun, bu gizem çözülsün.

            “Rüzgardır, başka bir şey değil.” 

 

Tam kepengi açacakken, kanat şakırtılarıyla

Heybetli bir kuzgun belirdi, kutsal günlerden kalma

Hiçbir şey söylemedi, ne bekledi ne durdu

Bir saygın kişi edasıyla, kapının üstüne tünedi,

Oda kapımın üzerinde, bir Pallas büstüne tünedi,

            Tünedi ve oturdu, sadece bu


Cezbederek, takındığı ağır ve şiddetli tavırlarıyla

Üzgün ruhumu gülümsetti, çehresi bu siyah kuşun

“Sorgucun kırpılmış olsa da” dedim “Değilsin namert,

Karanlık kıyılardan gelen, korkunç ve gaddar kuzgun.

Söyle nedir, cehennemi gecenin kıyılarındaki saygın ismin”

           Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

 

Şaştım bu hantal kuşun konuşmasına böyle açık,

Pek anlamlı, pek ilgili olmasa da söylediği;

Çünkü hiçbir şanslı insan yoktur, ki biliriz hepimiz

Oda kapısının üzerine tünemiş bir kuşla karşılaşsın

Kapının üstündeki büste tünemiş bir kuş ya da canavar,

          Adı “Hiçbir zaman” olsun

 

Tek bir söz söyledi o dingin büstteki kuzgun

Taştı sanki bütün ruhu o tek kelimeden

Ne bir söz ekledi, ne bir tüyü kımıldadı

Acıyla mırıldandım: “Diğerleri uçup gittiler,

Sabah o da terkedecek beni, umutlarım gibi”

          Dedi kuş “Hiçbir zaman”


İrkildim tam yerinde söylenen bu sözle,

“Şüphesiz” dedim “bu söz, tek sermayesi,

Üzgün bir sahipten miras, zalim belaların

Şarkıları tek bir nakarata düşünceye dek kovaladığı

Umutsuz ve hüzünlü bir ağıt gibi tekrarlanan

            “Asla---hiçbir zaman”

 

Kuzgun beni hala cezbedip gülümsetirken,

Yöneldim koltuğa, kapının, büstün ve kuşun önündeki

Gömülürken koltuğuma, düşünüyordum

Eski zamanlardan kalma bu uğursuz kuşun

Bu gaddar, hantal, korkunç, ve kasvetli kuşun

Neydi kastettiği, derken “Hiçbir zaman”

 

Tahmin yürütmeye koyuldum, tek ses etmeden

Ateşli gözleriyle sinemi dağlayan kuşa

Devam ettim düşünmeye, uzatıp başımı

Lambanın aydınlattığı kadife yastığın üzerine

Lambanın gözlerini diktiği kadife ve mor yastık ki

            Ah, “hiçbir zaman” yaslanamayacak o! 

 

Sonra görünmez bir tütsünün kokusuyla ağırlaştı hava

Yüce meleklerin ayak sesleri çınladı tüylü zeminde.

“Ey Sefil” diye haykırdım “Bir ferahlık verdi sana Tanrın”

Lenore’un hatıralarından kurtulasın diye bir ilaç,

İç bu iksiri kana kana ve sil Lenore’u aklından

            Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

 

“Kahin” dedim “şeytani birşey! --kahin yine de, kuş ya da iblis”

Kışkırtıcı mıydı yoksa bir fırtına mı seni bu sahile atan

Kimsesiz ama gözüpek – bu afsunlu çöl toprağında

Bu perili evde—bana gerçeği söyle, yalvarıyorum

Var mı – günahların ilacı? Söyle bana–söyle, yalvarıyorum

            Dedi kuzgun  “Hiçbir zaman”


“Kahin” dedim “şeytani birşey! --kahin yine de, kuş ya da iblis”

Üstümüzde kıvrılan gökler ve yücelttiğimiz Tanrı adına

Söyle bu hüzünlü ruh, uzaktaki cennette, sarılabilecek mi

Meleklerin Lenore adını verdiği kutsal bir bakireye

Meleklerin Lenore dediği o eşsiz, nurlu bakireye

            Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

 

“Bu söz ayrılık imimiz olsun ey kuş, ya da iblis”

“Dön artık fırtınaya, ve cehennemi kıyılara,

Söylediğin yalana nişan tek tüy bırakma.

Yalnızlığıma dokunma, terket o büstü,

Çek gaganı kalbimden, çek suretini kapımdan”

            Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”

 

Uçmuyor kuzgun, oturuyor orada, hala orada

Oda kapımın üzerindeki o süzgün büstte

Rüya gören bir iblisin bakışı gözlerinde

Gölgesi akıyor zemine yüksekteki lambadan

Ve bu gölgeden, yerde uzanmış yatan,

Yükselecek mi ruhum? – “hiçbir  zaman”

25
Kurgu İskelesi / Rıhtımillion
« : 01 Mart 2009, 17:34:43 »

Yöneticilerin en beceriklisi olan Feamras'ın yarattığı üç Rıhtımil'in çalınmasıyla birlikte kadim forumun en kederli olayları gelişmeye başlar. Rıhtımillion, yöneticilerin kuruculara isyan ederek Kayıp Rıhtım'a sürülmelerini; orada üyeler ve modlarla birleşerek üyelerin en kötüsüne, Morgothrin'e karşı verdiği umutsuz savaşı anlatır.

Yakında! ;D

Ayrıca kapak resminin yüksek çözünürlüklü hali için tıklayın!!!

Not: Başlık pek çok elden pek çok edit görür.  :D

26
Kurgu İskelesi / Hatalı Kaos
« : 13 Aralık 2008, 17:47:28 »
(birkaç yazım hatası olması lazım onlara dikkat edin:D)


Hatalı Kaos

     …
     “İnsanları değiştiremezsin, Atilla.”
     “Deneyebiliriz.”
      Raya diretmedi. Atilla döndü ve evden ayrılmadan önce yatağa eğilip üzgün görünen sevgilisine bir öpücük kondurdu.
      Muazzam, sade binaların etekleri yine özgürce koşuşturan insanlarla doluydu. Yükseklerde dolaşan köprülerden uzun taşıma araçları akıyor ve şehir her zamanki güzelliğiyle güneşte parlıyordu.
     
     “Yaşamı aydınlatın. Gelecek Bugündür.”
     Anons ekranlarından işitilen bu sloganı sıklıkla duyardınız. Şu küçük dünyamızda pek de sevilen bir slogan, hele ki herkesin düşüncesi aynı olunca… Ama ben sevdiğimi söylemem.
     ‘Farklı düşünceler.’ Bu kavram günümüzde yok olmanın eşiğinde dolaşıyor. Çünkü insanlar davranışlarında, fikirlerinde ve her şeylerinde ‘mükemmel’e yaklaşıklarına inanıyorlar. Geçmiş hataların tekrarlanmayışı, olumsuz sonuçlarının da hemen hepsini ortadan kaldırdı. Yani bu ‘ideal’i daha da çekici bir hale getirdi. Kurulmuş olan düzenin insanlarının yetiştirilişi ve imkânları ise bunu körüklüyordu.
      İnsanlık tarihinin karanlık geçmişinden ve toplumların birbirlerini kesintisiz tüketişinden sonra, bu şehir Dünya gezegenindeki yegâne insan ‘Şehir’iydi. Onca felaketin ve doğa düzeninin çalkalanışından sonra, insanların kalan birkaç milyonu burada organize olmuştu. Kurulan bu sistem, bu dünya şimdilik kusursuzca işliyordu. Eski tarihlerin feodal kalelerini andıran bu devce kentin nüfusu sabitleştirilmişti.
     Yaşanmış onca ‘insanlık dışı’ diye tabir edilen olay, (şimdilerde de bu tanım mevcut) bu uygarlıkta gerçek değildi, ama sadece ‘bu’ uygarlıkta. Şehrin dışında, Dünyanın kalan her yeri, toparlanmaya çalışan doğanın yaralı bahçeleriydi. Bir de Sektör Hatalı Kaos denilen karantina bölgesi vardı.

     Atilla fazla uzakta olmayan hedefine doğru sakince yürüyordu. Kendilerine ayrılan yollarda ilerleyen, iki tekerlekli ve yarı insan gücüyle çalışan taşıt kuyruklarını izlemek ona keyif veriyordu. İnsanların hepsi –kendisi de- birbirine benzeyen şu giysiler içindeydi. Giysilerin çeşitli elektronik işlevleri vardı ve kimi tercihe bağlı bezekler dışında hiçbir farkları yoktu.
     İlerlerken, tanımasa da kimileri ona selam veriyordu. Bu kişiler pek sık değildi, Atilla onların okuyucularından olduklarını tahmin edebiliyordu. Kendisi, diğerlerinden farklı da olsa, edebiyat ihtiyacını karşılayan sayılı kişilerdendi. Yeni Dünya dolayısıyla da şişirme eserlerden başka pek bir şey yapamıyorlardı. Sanat için malzeme olacak çelişkiler ve acılar pek bulunamıyordu.
     Yapı girişlerindeki aynı cins tabelaları inceleyerek yürümeye devam etti. Aradığı girişi bulunca da oraya yöneldi. Bu bir ‘ev’ girişiydi. Zira evler, bu büyük, muntazam komplekslerdeki dairelerden oluşuyordu. Komplekslerin isimleri onları bulmayı kolaylaştırıyor olmasaydı bu şehirde binaları gözle ayırt etmek pek zor bir şeydi. Neyse ki zorluk anlarında şu güzel giysiler çok yardımcı olurdu.
     Binaya girdi ve onu istediği daireye götürecek olan numaraları takip etti. Kısa ve hızlı bir asansör yolculuğunun ardından istediği bölgeye ulaştı. Fıskiye ve havuz gibi şeylerle süslenmiş yeşillik alanlarda dolaşanlara bakındı, şehrin güzel yanlarından biri de kat kat bina yığınlarının her tarafının ayrı bir yaşam süsüne sahip olmasıydı.
     Atilla kapının önünde durdu ve zili çaldı. Kısa süre de kapı açıldı.
     “Vay dostum hoş geldin! Ben de seni bekliyordum.”
     “Seni görmek de güzel Ramsey.”
     İçeri yöneldiler. 
     “Sence sonsuza kadar mı yaşayayım, yoksa çocuk mu yetiştireyim?”
     Atilla bunu duymayı pek beklemiyordu. “Bence geberene kadar yaşa.”
     “Ah hadi dostum, edebiyatı bırak da bana yardımcı ol.”
     “Edebiyat işlevinde değildim sadece tavsiyede bulundum.” Evet, konu açılmışken devam edeyim; “Yer”li –Yer, şehrin adı.- insanların hayattaki önemli seçeneklerinden biri de, ‘nasıl’ yaşayacaklarıdır. Ya ölümsüz yaşam seçerler, ya da çocuk yetiştirip ölmeyi seçerler ki her çift için iki çocuk zorunludur. Tabii başka bir çift ile ‘üç’e bir’  paylaşımı yapmazlarsa. İstisnai nüfus değişikliği düzenlemelerine göre de ‘limitler’ ayarlanabilir. Ha, söylemeyi unuttuğum bir seçenek daha var ki o da ne çocuk ne ölümsüzlük seçeneği. Ama bunu seçenler azınlığın azınlığı bile değildir. Bu yüzden seçenek olarak akıllarda pek yeri yoktur.
     “Sen kaçıksın adamım, seni vazgeçirmeyi tekrar deneyebilir miyim peki?”
     “ Bence boş ver. Hatta bana sorarsan, sana da kendiminkini öneririm.”
     “Pekâlâ, senin adına üzülüyorum dostum, zira bu uygarlıkta bile herkes senin kadar şanslı değildir… Raya nasıl bu arada?” gülümseyen adam göz kırptı.
     “ Çok iyi.” Atilla kendini tutmadı ve hafifçe güldü.
     “Haha, işte bu! Çak bakalım!” ellerini çarpıştırdılar.
     “Ben içecek bir şeyler alayım.” Ramsey mutfağa yöneldi.
     Atilla ise bir koltuğa oturdu ve beklemeye başladı. Siyah deri koltuk, su kabarcıklı dekorların loş alaca ışığında hayli hoş görünüyordu. Ramsey kısa süre sonra iki bardakla geldi ve birini Atilla’ya verip oturdu. Kendisi Yer’deki pek az siyahîden biriydi.
     “Ee? Dünkü iş nasıl gitti?” Dedi Atilla.
     “Umduğumdan iyiydi. Sanki herifler bizden istekliydiler bu iş için. Her şey hazır sayılır, yola çıkabiliriz.”
     Bir sessizlikle içkilerini yudumladılar.
     “Yazar olarak, habercilerin güç bela yapmak istedikleri bir şeyi yapmak istiyorsun dostum, buna hayranım doğrusu.”
     “Eh, ama sen de benimle geliyorsun Ramsey?”
     “Senin gitmen benim de gitmem demek oluyor. Sen nereye, ben oraya!”
     “Hadi yola çıkalım, yolda konuşuruz.”
     Kalktılar.
     “Umarım bu iş fazla sürmez adamım, evden uzak kalmak istemem, Yer’de bekâr hayatı gibi bir şey yok çünkü…” Ramsey kapıya doğru giderken kısa ve komik jest danslarından birini sergiledi.
     Bardakları evin hizmetçi robotuna bıraktılar ve çıktılar.
     Bir müddet konuşmadan devam etseler de Ramsey sessizliği bozdu; “Gerçekten de düzen karşıtlığı yapmak istediğine emin misin? Yani dostum… Şu çevrene baksana? İnsanlar altın çağını yaşıyorlar.”
     “Bunun üstüne ben de çok kafa yordum. Sektör’e vardıktan sonra, sana derin olarak anlatacağım.”
     “Peki, öyle diyorsan öyledir. Unutmadan, yetkililere geldiğimizi haber vereyim.” Giysinin kulaklığını aldı ve kısa bir görüşme yaptı.
     Kompleksin taşıt istasyonuna gittiler. Burada, şehrin her yanına giden, Yılan balığı diye çağrılan uzun, vagonlu taşıtlar vardı. Peronda biraz beklediler ve araçları gelince bindiler. Araç harekete geçti ve hızlı, rahat ama uğultulu yolculuk başladı. Araç kompleksten yüksek bir viyadüke geçerek ayrıldı. Bu yükseklikten, pencerelerdeki manzara pek güzeldi, şehrin tüm tertipli mimarisi gözlenebiliyordu. Köprüyü takip edip, surlara geçtiler. Sur denilen devasa yapı, yuvarlak şehre şeklini veriyordu. Sur çoğunlukla ulaşım yolları ve fabrikaları barındırırdı.
     Surun üstünde ilerlemeye başlayan araçta, Atilla ve Ramsey’in keyfi yerindeydi. Pencereleri de şehrin dışına bakıyordu. Aşağılarda ormanlar ve kimi akarsular, uzaklarda ise biraz dağ. Alışıldık ama güzel bir manzara. Gökyüzünün insanlara kurban gitmiş bozuk mavisinin altında, yeşillikler daha bir parlak ve göz alıcıydı. Nehirler de uzak asit yağmurlarıyla kirlenmişti.
     Araç yol değiştirdi ve Surun içine doğru inmeye başladı. İçerde, birkaç durakta durdu ve sonunda Ramsey ve Atilla’nın ineceği yere uğradı.
     Yılan balığından inen iki adam buradan fazla uzak olmayan hedeflerine yöneldiler. Biraz yürüdüler ve halka kapalı bir geçişe geldiler. Geniş metalik kapının önünde, iri ve çelik renkli bir robot bekliyordu. Ramsey giysisinden küçük belge ekranını alırken, robot adamların orda oluşuna hiç tepki vermiyordu. Ramsey cep ekranından izin belgesini gösterdi ve robot başını ekrana çevirip belgeyi onayladı. Hemen ardından da dev kapı iki yana aralandı. Geniş koridorda ilerlediler ve ikinci bir kapıdan geçtiler. Vardıkları yer, Yer’in Kalkan denilen savaş teşkilatının alanlarındandı. Etrafta Kalkanın belkemiğini oluşturan türlü robotlar vardı.
     Kalkan yoğun ve güçlü bir savaş ağına sahipti, ancak olası gezegen dışı tehditler hesaba katılmazsa, dünyada hiçbir düşman oluşum bulunmamaktaydı. Onca zamana rağmen, silahlanmanın insanlara verdiği çapraşık duygular hala gençti.
     Ramsey ve Atilla dalgın dalgın çevreye bakınıyorlardı. Sonrasında ise yanlarına bir ‘insan’ geldi.
     “Hoş geldiniz Bay Atilla, Bay Ramsey, benimle gelin.”
     Kadının peşine takıldılar. Onları bir asansöre götürdü, yükseldiler. Vardıkları yer bir iniş alanıydı, çevrede park edilmiş pek çok uçucu araç vardı. Kadın, ilerideki birkaç kişiyi işaret ederek; “Sizi bekliyorlar.” Dedi.
     “Teşekkürler tatlım.”
     Kendilerini bekleyen adamların yanına gittiler. Adamlar kalkışa hazır bir uçağın yanında bekliyorlardı.
     “Hoş geldiniz baylar.”
     “Merhaba.”
     “Her şey istediğiniz gibi ve hazır, artık gidebiliriz.”
     Araca geçtiler. Hafif bir kara savar-taşıyıcıydı bu. İçerde duvarlara bağlanmış birkaç savaşa hazır robot piyade vardı. Büyük ihtimal pilot da onlardan biriydi.
     Havalandılar. Araç yavaşça hızlanmaya başladı. Aracın dış cephesindeki kameralar sayesinde her yanı izleyebiliyorlardı. 
     Kalkış pisti geride kaldı. Kısa süre sonra da, şehir geride kalmıştı, hatta artık sadece surun çizgisi görünüyordu. Üstünde seyrettikleri ormanın kimi yerlerinde bitkiler seyrekleşmişti. Ara sıra yıkılmış binaların ufak tefek döküntüleri ve insan yapımı şeylerin hurdalarını görüyorlardı. Her yer eski şehirlerin ve korozyonun izleriyle doluydu.
     “Sektör H.K. ya yaklaşıyoruz beyler.”
     Sektör H.K. İşte her şeyin nedeni. Yer yönetiminin ıssız bir toprak parçasında kurmuş olduğu özel bir karantina bölgesi. Gerekçesi ise bilindik anlamda bir hastalık değil; buraya ‘kayıp’ diye nitelendirilen insanları sürüyorlar. Kayıp olarak tanımladıkları ise; şartlanmalara gömülenler ve şiddete eğilimde ısrarcı olanlardı. Aslında gerek yetiştiriliş, gerek de genleriyle oynanmış sebzeler gibi olan insanların kayıp niteliğine bürünme olasılığı nerdeyse yoktu. Eğer yönetim her şeyi düzgün yapıyor ise.
     Bürokrat tipli adamlardan biri Atilla’nın yanına geldi.  “Şu cihazları giysilerinize yerleştireyim. Yerinizi rahat saptarız, ayrıca bizi çağırabilirsiniz.” Parçaları takınca adam iki enerji tabancası getirdi; “Bunları yanınıza alın. Acil bir durum olmadıkça kullanmayın, özellikte dikkat çekmenize sebebiyet verebilirler.” Yanındaki adamın elindeki ‘giysi’leri aldı. “Ayrıca bu paçavralara sarınmanız gerekecek. Yer giysinizi gözden uzak tutun.”
     Gerçekten de paçavraya dönmüş cübbemsi şeyleri sarındılar.
     “İşte Sektör H.K. sınırını geçtik beyler.”
     Savunma kuleleriyle ilerleyen küçük duvarlar geride kaldı. Bu civarlarda ağaçlar çok nadirdi.
     “Sizi yerleşimin biraz uzağına indireceğiz. Böylece sektöre gelişinizi sergilememiş oluruz. Sizi iki ajanımız karşılayacak. SHK da güvenliğinizi sağlayacaklar. Umarım araştırmanız iyi gider Bay Atilla.”
     “Yardımlarınız için teşekkürler.”
     “Önemli değil, görevimiz bu.”
     Pek de uzun sürmeyen uçuş sonlanmak üzereydi. Araç yavaşlamaya başladı, artık üzerinde uçtukları yer bir çöldü; kızgın güneş, güneş ile aynı renkteki kumlar ve eski dünyadan kalan çöpler.
     Alçalmaya başladıklarında, iyiden iyiye heyecanlanmışlardı. Hatta Ramsey bile uzun süredir hiçbir şey söylememişti.
     Aracın motorları kumları uçurmaya başladı. Etraf sert bir kum fırtınasının bulutlarıyla dolmuş gibiydi. İnişin hafif sarsıntısını hissettiler ve kapanan motorların ardından tozlar dağılmaya başladı.
     Dışarı çıktılar. Giysilerinin serinleticileri olmasaydı, bu paçavraların da desteğiyle sıcaktan kavrulurlardı.
     İki kişi yanlarına geldi.  Onların da üstlerinde paçavralar vardı.
“Sektör HK ya hoş geldiniz baylar. Ben Samir, bu da Hans. Burada kaldığınız sürede güvenliğinizi sağlayacağız.
     “Memnun oldum, ben Ramsey, bu da Atilla.”
     “Bizimle cipe gelin.”
     Yakındaki dört tekerlekli garip araca yöneldiler.
     “Şu külüstüre bak dostum, bir otomobil bu! Bu şeylerden birine bineceğimi hiç düşünmezdim.”
     Pek de iyi durumda olmayan cipe bindiler. Koltuklara oturduklarında, güneşin yüzlerine vuran sıcaklığını daha bir belirgin hissettiler. Bu bomboş ve kuru havada, güneş sanki onları izliyordu.
     Patlamayı andıran gürültülerle araç çalıştı ve ilerlemeye başladı. Sarsıntılı bir ilerleyişti, araç kum tepelerinin üstesinden gelmeyi başarıyordu.
     “Buraya tam olarak neden geldiniz Bay Atilla? Yazardınız değil mi?” Dedi direksiyondaki Samir.
     “Evet, bir araştırmam için gözlem yapacağım.”
     “Burasıyla ilgili Yer’de eterince bilgi vardır sanırım?”
     Yerliler sektörü her şeyiyle bilirlerdi ve bu onlara toplumun bozulmasıyla ilgili ibret dolu bir ürkü sağlardı.
     “Şahit olduğum bilgileri kalemime yansıtmayı tercih ediyorum.”
     “Aha, anladım. Umarım buradan hoşlanırsınız !”
      Bir süre sadece çölü ve motoru dinlediler. Sonra adam söze devam etti.
     “Yaklaşıyoruz. Burada insanlar size garip gelebilir. Uyumlu olmaya çalışın, olmazsanız siz onlara garip görünürsünüz.”
     “Ne gibi?” Sordu Ramsey.
     “İnsanların düşüncelerine dokunmayın. Değiştiremezsiniz ve sizi dinlemezler. Dinleseler de dinlemezler. Basit bir örnektir bu.”
     “Sanırım anladım.”
     Kırık dökük bir asfalt yola girdiler. İlerde ise bina denmeye layık olmayan şeyler görünüyordu. Şehre girdiklerinde de bu yargı iyice sağlamlaştı. Sadece bina olması için basitçe yapılmış duvarlardan oluşuyorlardı, düzensiz ve çirkin.
     Öte yandan, çevrede kimi insanlar da vardı. Görünüşlerindeki sefillikleri, bir şeyi bilmek ve görmüş olmak arasındaki farkı Atilla ve Ramsey’e derince yaşattı. Oynayan çocukların bile yüzlerinde hastalıklı bir samimiyetsizlik vardı.
     Karmakarışık ‘şehir’de biraz ilerledikten sonra arabayı yolun kenarına park edip indiler. Samir bir binanın kapısını açtı ve harap koridorda devam ettiler. Merdivenden bir kat çıktılar. Adam anahtarıyla kapılardan birini açtı ve içeri girdiler.
     İçerisi pek kötü değildi, temiz ve Yer yapımı eşyalar, bilhassa bilgisayarlar vardı.
     “Burası üssümüz ve evimiz. Her neyse, sektörde burası gibi mekânlara rastlamayı pek ummayın. Bunun gibi Yer üsleri dışındaki her yer koca bir çöplük…”
     “Ben devriyeye çıkıyorum.” Dedi Hans. Hans gidince Samir çekmeceden bir şey aldı ve onu fırlattı; “Yakalayın!”
     İlkel bir metal anahtardı bu.
     “Lazım olur. Yine de bensiz dışarı çıkmanızı önermiyorum. İsterseniz şimdi bir keşif için çıkabiliriz.”
     “Evet, olabilir.”
     “Biraz dinlenin ve çıkalım.”
     “Bu arada bende buzdolabını inceleyebilirim ha?” Dedi Ramsey.

     Binadan çıkınca Atilla ve Ramsey bir süre manzaranın gerçekliğinden emin olmak istiyormuş gibi boş boş bakınmışlardı.  Her tarafta renk renk, kötü kumaşlara sarınmış insanlar vardı. Bazılarının giysileri gerçekten iyiydi. Ayrıca duruşları, ifadeleri de farklıydı. Sanki… Büyüklük hissi? Kısacası insanların mimikleri, hareketleri birbirlerinden ‘fazlasıyla’ farklıydı. Atilla, insanların birbirinin yanından bunca farklılık; düşünsel ve fiziksel farklılıkla geçmesine sebep olan ruhsal çözümlemeleri biliyordu. (Bütün Yerliler gibi.) Ama gerçeği görmek, gerçekten çok farklıydı.
     Ahşap tezgâhlarında bekleyen esnaflar da çoktu. İnsanlar birbirlerinden karşılık olarak garip metal parçaları alıyorlardı. Bu para denilen olgu, asırlarca insanlığı ve dünyayı zehirlemişti. Hala da mevcut! Bu materyal, dünyadaki her şey için bir karşılık olarak kullanılırdı. İnsanlar için bile. Uygun ve düzeni sağlayan bir şey olarak görülmüşse de, vahşetten başka bir şey getirmemişti. Bunlar anlaşıldıktan sonra bile, burada geçmişin yaşanması çok hazindi. Büyük ihtimal, şurada oturan cılız, sefil adam da ‘para’ yüzünden böyle kötü bir haldeydi.

     Bu gördüklerim sadece temeldi ve muhtemelen burada karşılaşacağım pek çok rezalet daha var. Nelerle karşılaşacağımı biliyorum, ama göreceğim…

     “Size yakın çevreyi gezdireyim, kafanızda minik bir harita oluşsun. Bu çöplük hayli büyük bir yer.” Dedi Samir.
     Dolaştılar, ara sokaklardan geçtiler. Her karesi tüyler ürperticiydi. Nereden geldiklerini kestirmekte güçlük çektiğiniz tekerlekli demir yığınlarınca ezilmemek için ihtiyatla yürüyorlardı.
     “Neden kendine böyle bir meslek seçtin sen?” Dedi Ramsey Samir’e atıfta bulunarak.
     “Hareketlilik hoşuma gidiyor. Yer’in huzuru çok bunaltıcı… Biraz adrenaline ihtiyaç duyuyorum.”
     “Aslında bana da uyabilirdi, ama ürkek bir kıçım var.”
     “Aah, fazla tehlikeli değil. Yer bizi gayet iyi donatıyor. Unutmadan, Sektör HK da bizim için yasa yok. İstediğimiz her şeyi yapabiliyoruz!”
     “Peki, sen bundan ne kadar yararlanıyorsun?”
     “Fazla diyemem. Ha ha, peki sen neler yaparsın?”
     “Bir eğlence kulübünde çalışıyorum. Kalabalık mekânlar hoşuma gider. Monotonluktan uzak tipler de bol bulunuyor. Standart Yer görevleri dışında da, uzantılarım nereye götürürse oraya giderim!”
     “Ya siz, Atilla?” Dedi Samir, Ramsey’in saatlerce anlatabileceğini fark edince.
     Ramsey Atilla’ya fırsat vermeden anlatmaya başladı; “O mu? O yazılarıyla ya da eşiyle vakit geçirir. Bunun dışında çıkıp okuyucularını ve kendi gibi tipleri arar…”
“Anlattığınız için teşekkürler Bay Atilla!”  Dedi Samir.
     Atilla güldü; “Doğru anlattı.”
     Karışık sokaklarda ilerlemeyi sürdürdüler. Buradaki her şey Atilla ve Ramsey’e ürkütücü görünüyordu. Çevredeki çürük arabalar, kullanılan ilkel eşyalar… Yirmili yüzyıllardan kalan berbat görsellerdeki şeyler burada aynen kisveye bürünmüştü.
     Gün batımı yaklaşana kadar köhne sokaklarda dolaştılar. Bu süre boyunca çevreye bir miktar alışmışlardı. Şimdi ise apartmandaki dairenin kapısından geçiyorlardı. İçeriyi görmek huzur vericiydi.
     “Siz takılın. Benim birkaç işim var.”Samir özel odasına çekildi. Atilla ve Ramsey de kendilerini bitkince koltuklara bıraktılar. Yorucu bir geziydi.
     
     “Belki de haklıydın dostum, gerçekten, Korkunç bir şey bu.” Dedi Ramsey.     
     “Çok şüphen var mıydı ki?”   
     “Çok olmasa da, vardı. Ağır bir girişim bu dostum. Gelmiş geçmiş en iyi sistemi darbelemek istiyordun.” 
     Atilla yüzünü ona çevirdi; “Sence de o kadar iyi mi? Bugün gördüklerinden sonra hem de? Aslında biliyordun. Geçmiştekinden bir farkımız var mıymış?”
     
“Buranın varlığı Yer düşüncesini ayakta tutuyor Atilla, sen de biliyorsun. Hiç değilse bir kısmımız gönenç içinde. Bunca teknolojiye rağmen insan evriminin temel davranışları pek değiştirilemedi. Düzen ancak bu ibret sistemi sayesinde baskısız işliyor.”
     “Acaba teknolojileri mi yetmiyor?” Dedi Atilla alayla.
     “Başka neden olur ki?”
     “Ben de bilmek istiyorum.”
     “Bu manyakça, dostum. Sanki yanlış yapıyormuşuz gibi hissetmeye başladım. Gördüklerimizi düşünsene? En azından Yerliler huzur bulabilsin.”
     “Bu bencilce, Bay Yerli. Hedefimizi hatırlayalım.”

     Evet, hedefimiz. Doğruluğundan asla emin olamadığım, yinede gördüğüm her şey gerçekleştirilmesi yönünde benliğime baskı yapan bir rüya. Yerlileri teşvik etmek, yönetime karşı ayaklanmak, sektör HK’yı kaldırmak, tüm insanların eşit şartlarda yaşamasını sağlamak. Uçukça, ama Yer eski mükemmelliğini korumasa da, tüm insanları aynı eşit çatıya koymak. Evet, bu sürgün düzeni olmadan, Yer asla şimdi olduğu kadar iyi olamaz. Hiç yoktan, kısmen iyi bir düzende, herkes eşit şartlarda bulunabilir. Bir kesimin iyi, bir kesiminse ‘insanlık’ dışı yaşamasına yeğdir.
     Aksine, bu idealin ters tepmesi, insanlığı eski dönemlerin karanlığına da itebilir…

     Sonraki gün yine gözlem için çıktık. Bu sefer rehberimiz yanımızda değildi. Yüzümüze vuran sıcak güneş ve ağır insan kokularının arasından merakla ilerliyorduk. Herkes huzursuzca, bir an önce kovuğuna çekilmek için yapmak istediklerini bitirmeye çalışıyor gibiydi. Bu tedirgin hallerinin bir nedeni, hiçbir şey için rahat davranamamalarıydı. Rahat davrananlar garipsenirdi ki garipseyenlerde aslında rahat davranabilmeyi isterdi… Keza, Ramsey ve ben de onların bu hallerini garipsemiş oluyorduk. Öyleyse garipseme duygularımız sadece tersine işliyor, yine de işliyordu…
     Şartlanmalı düşüncelerle bozulmuş yüzlerin arasından geçtikçe, başlarından geçen onlarca renksiz olay zihnimizde az çok beliriyordu. Hepsi birer hiç uğruna yaşanmış korkunç acıların kurbanıydılar. Çevredeki her şey yaşanmış şiddetleri çağrıştırıyordu. Bencil duyguların körüklediği, kafalarda oluşan sayısız koşullanmanın insanlara uygulattığı şiddetler. Özgürlükleri kısıtlanmış hastalıklı hayatlar böylelikle akıp gidiyordu. Hep olmuş olduğu gibi…
     Yer yönetiminin buraya sürmeye layık bulduğu kişiler bir yana, ya burada doğanlar? Onların bu vahşeti çekmesi ise Yer’in en büyük haksızlığı…

     Sektör HKdaki birkaç günümüz böyle geçmişti. Şahit olduğumuz kimi korkunç olayların da etkisiyle, artık burada kalmaya tahammülümüz kalmamıştı. Burada geçirdiğimiz sürenin sonunda nasıl bir ifadeye sahip olacağımızı çoktan bildiğine dair Samir’in yüzünde müstehzi bir gülümseme asılıydı.
     Bizim için gelen taşıyınca binince derin bir rahatlama hissetmiştik. Sektör HK ve ardından çöl geride kaldı. Şimdi aracın çevreyi izlememize mani olmayan hızı eşliğinde arkamıza yaslanmıştık.
     Yer e döndüğümüzde bu muhteşem şehri şimdi özlenmiş bir zevkle izliyordum, her karesini, işleyişini ve insanlarını. O an ‘hedefimiz’ hakkında yine yargı yapmama neden oldu.
     Ramsey ile vedalaşıp evime döndüğümde ise, kendimi Raya’nın kollarına tüm her şeyden soyutlanmış hislerimle bıraktım. İşte bu gerçek bir huzurdu. Onun kahverengi saçlarını okşarken, insanlığın onca belasından kendimi bir an uzak hissedebildim…
     Dönüşten hemen sonra Sektör HK üzerine olan kitabımı bitirdim. Kitap fazla geçmeden büyük tartışmalar yaratmıştı. İsmimin neredeyse herkesçe bilinmesi yanında, hedefimi destekleyenlerin sayısının biraz artmasına da yaramıştı. Yine de hala kayda değer bir kitle değildik. Yerlilerin pek de var olmayan bencilliği, bu hedefi hayli itici kılıyordu. Her bireyin idealist olduğu savındaki bir toplumun bu kadar az ilgi göstermesi beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Belki de sadece zevk ve erince gömülmenin sarhoş iyimserliğine kapılmış, aymaz bir ferahlığı yaşıyorlardı.
     Ve yine çok geçmeden, önemli bir davetiye almıştım. Başkan beni bir sohbete çağırıyordu. Şimdiyse kendimi Çekirdek*(* Yer’in yönetim binası.) koridorlarında bulmuştum. Görkemli arklar ve epik heykeller, berrak mermer satıhlara aksediyordu. Az süren bir yürüyüşten sonra başkanın odasına vardım. Beni kapıda karşıladı ve el sıkıştık.
     “Hoş geldiniz Bay Atilla.”
     “Merhaba Bay Rotschild.”
     “Buyurun, oturun.”
     Ben masanın önündeki kara deri koltuğa kaykılırken o da usulca masasına geçti. Yaşlı ve ufak tefek bir adamdı. Pek fazla olmayan beyaz saçları, lekeli teniyle neredeyse aynı renkteydi Gri gözleri ise bir ölününkileri andırıyordu. Rahatça masasına kuruluşunu izledim. Masadaki koyu ahşap kutudan bir puro aldı. Sakince tutuşturup ilk nefesini çekti. Odayı o aheste, hoş görünümlü duman kaplamaya başlamıştı. Onun yavaş ve rahat hali, dumanlarla uyum içinde, adeta aynı tabiattandı.
     “Bu şeylerden hala bulunduğunu bilmiyordu.” Dedi Atilla.
     “Ah, evet, hala birazcık var.” Dedi ilk külünü serpiştirirken. “Sizi neden davet ettiğimi az çok tahmin edebiliyorsunuzdur.”
     Atilla’nın girişimlerinin başkanı rahatsız ettiğini anlamak zor değildi. Adam sözünü sürdürdü; “Son zamanlardaki çalışmalarını dikkatle takip ediyordum. Derin ve tahrik edici şeylerdi bunlar. Ama önce küçük bir soru; hayatınızdan memnun değimliydiniz Bay Atilla?”
     Puroyu tuttuğu kolunun dirseğini masaya koymuş, dumanların arasından ifadesizce Atilla’ya bakıyordu. Bu sorunun basit görünüşüne karşın adamın bakışları aksini söylüyordu. O, gerçek cevabı istiyordu; belki tahmin edebiliyordu, ama istiyordu.
     “Esasen mutlu değildim. Bu cennetsi şehirde, her şeyin güzel ve huzurlu olması hemen her insanı tatmin ederdi. Ama benim için barış bu değildi ve her an aklımı kurcalayan bir şey vardı. Herkes. Herkesin bir kısmı Yerde, bir kısmı da sektör HK da yaşıyordu. Bunun anlamı, insanların büyük bir kısmının acı ve vahşet içinde yaşamasıydı. Tamamının bu durumda olması vaziyetinde, pekâlâ kendimi avutabilirdim. Ama mevcut olan durumun bariz eşitsizliği baba zulmediyordu. Bu dengesizlik nedendir ki beni çıldırmanın eşiğine getirdi. Artık dayanamayacağımı kestirince, bir takım çareler aramaya koyuldu. En başta gelen ise savaşmaktı.”
     “Hmm. ‘Savaşmak’ sözüyle isnat ettiğiniz şeyler nelerdi? Yahut hedefiniz?”
     “Eşitsiz düzene karşı alternatifler aramaya koyuldum. Kalemimi de kullanarak insanları bu ideale hazırlamaya uğraştım. İlk adım sektör HKnın olmayışıydı, arkasından kimi önlemeler ve düzenlemeler oluşturmak kolay olurdu.”
     “Sizin de bildiğiniz gibi, sektör HK Yer’in halkına sahip oldukları düzenin olmayışının en dokunaklı ve somut aynası oldu. Bununla birlikte, sektör, tüm uygarlığımıza rağmen gerçeği idrak edemeyenlere bir ceza seçeneği idi.”
     “Evet, bir kesim için geri kalanların feda edilmesi.”
     Rotschild iç geçirdi ve puroyu küllüğüne koydu. “Tarihle ilgilenir misiniz Bay Atilla?
     “Evet, kısmen.”
     “Sabık zamanların toplum bilimlerini incelemişsinizdir. İlk günden beri düzen hemen hemen aynı kalmıştır. Tablolar sürekli değişse de, boyaları hep aynıdır. Adaletsizlik ve eşitsizlik, kan ve isyan. Dahiler ise her dönem buna karşı çıktılar, sıkça yeni düzen fikirleri bulundu. Sonuçta hepsi paranın kudretine yenik düştü. Şüphesiz, bu sonsuza kadar böyle süremezdi ve paranın düzeni kendi kendini yok etmeye başladı. Milyarlarca insan ise bunun kurbanı oldu. Hem de kısa bir dönem önce, siz de biliyorsunuz.”
     “Bana söylemek istediğiniz, mutlak adaletin asla var olamayacağı sanırım.”
     “Kesinlikle.”
     “Ben bugünün şartlarıyla, başarılabilineceğine inanıyorum. Sahip olunan teknoloji, bilinç ve birikim bunu başarabilir. Bugüne kadar alınmış yol inanılmaz, örneğin şu ibareleri bile size özgürce anlatabiliyorum.”
     Özgürce dediğinde, Rotschild ona ironiyle bakıvermişti; “Şu anki durumda bile, sektör HK gibi bir yere ve kimilerini oraya sürmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bilakis siz bunu yapmadan da başarabileceğimizi söylüyorsunuz. Hmm evet, belki de mümkün. Ama şartlarımız sürekli ve sürekli düşecek. Yer, bir daha şu andaki ile mukayese edilemeyecek bir seviyeye inecek…”
     “En azından koşullar kötü de olsa herkes eşit bir durumda olmuş olur.”
     “Bu, tarihi başa döndürmek olur; sahip olduğumuz bilgi mirasıyla, tarih kendini daha acı bir biçimde tekrar etmiş olacaktır. Eşitlik bir süre sağlansa da, tekrar bozulacaktır.”
     Bunun üstüne Atilla düşünceye boğuldu. Kısa sessizliğin arkasından, başkan onu uğurladı. Sonraki birkaç gün Atilla başkan ile yaptığı konuşmayı irdelemeye çalışmıştı. Hala üst düzenin yaratılabileceği kanısındaydı. Teknik bilgisi er ya da geç insan dogmalarının hakkından gelecekti. Ama bunun sadece dogmalarla sınırlı kalmaması ihtimali de vardı…
     Atilla çalışmalarına devam etti.
     Birkaç gün sonra masasında otururken, haberleşme aygıtına yeni bir mesaj gelmişti. Cam parçasını andıran cihazı alıp mesajına baktı. Okudukça, şu ana kadar düşündüğü her şey, sırtlarındaki bilgilerle kafasından hızla geçmeye başladı. Şu ana dek düşündüğü ve öğrendiği şeyi en sonunda teyit edebilmişti. Bildiği tüm tarih, okuduğu şeyin daha da aydınlattığı bir ışık olmuştu.
     Elindeki alete yollanmış olan, bir sürgün belgesiydi…

27
Oyunlar / Guild Wars
« : 25 Ekim 2008, 12:27:40 »


Bir zamanlar bugüne kadar oynadığım en iyi oyundu. Müzikler, atmosfer, oynanabilirlik, senaryo herşeyi en iyiydi.
Sonradan çıkan ek paketler eski orjinalliğini bozdu ama hala güzel.

Guild Wars MMORPG oyunudur ama bunu sadece şehir bölgelerinde hissedersiniz. Aksiyon bölgelerinde ortalama 8 kişi gibi gruplar halinde oynanır. Fantastik oyunlar arasında, bulabileceğiniz en iyi PvP sistemine sahiptir. Mesela arenalarda herkes eşya, yetenek bakımından eşittir. Ama en iyi kombinasyonu yapan, iyi oynayan taraf kazanır.
PvE kısmında ise en iyi eşyalar hemen herkeste vardır. Ama en güzelleri yoktur:D Yani en son özelliklere ulaşmak çok kolaydır ordan sonrası oyuncuların yeteneğine kalır.


28
Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin
içinden bir türlü çıkamıyordu...
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapadı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:
"Dünya bir düştür. Evet, dünya..Ah! Evet, dünya bir masaldır."
(Arka Kapak)

Kitabın arkasında yazan bu kısım kitabı özetlemekte pek başarılı değil, ama buna kızmayın, kitabı özetlemek gerçekten zor olsa gerek.

Eseri gözümü kırpmadan okudum ve şu ana kadar böylesine zevk alarak okuduğum pek fazla eser olmamıştı. Her sayfasında da ayrı bir dönüş, ve her dönüşten yeni derinliklere savruluşun böylesine derin olduğu ilk kitabım oldu.

Anlatımı hem günümüz diliyle yazılmış, hem de geçtiği dönemin dil özelliklerini de ustaca içinde barındırmış. Her satırında ayrı bir nükte...

Tarihi, fantastik kurgu'yu ve duyguyu böylesine harmanlayan bir eseri, kendi edebiyatımızdan çıkan bu eseri sonsuz bir içtenlikle size tavsiye ediyorum. Kesin okuyun


Yazarın forumumuzda bulunan diğer eserleri:

-Amat
-Efrasiyab'ın Hikayeleri
-Suskunlar
-Kitab-ül Hiyel

29
Müzik / Çaldığınız;
« : 29 Temmuz 2008, 20:14:32 »
Çaldığınız çalgı varmı, varsa yazın. Ne seviyede olduğunuzu, görüşlerinizi, v.b.

Ben davul çalıyorumbiraz merak ettikleriniz olursa sorabilirsiniz, ayrıca ileri bende size sorabilirim.

30
Fantastik Diller Okulu / Eski Türkçe
« : 27 Temmuz 2008, 17:04:50 »
En eski ve güzel bir dil. Kalite. Eski türkçe bildiğiniz kelimeler, kurallar varsa burda paylaşalım.

Sayfa: 1 [2] 3