Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Celebhol

Sayfa: 1 [2]
16
Kurgu İskelesi / Aletheia
« : 25 Eylül 2016, 00:17:50 »
Tanıtım: Üniversiteye yeni girmiş bir genç kız olan Aletheia, aradığını burada da bulamamıştır. Hayatındaki boşluğu burası da dolduramayacaksa, acaba ne yapmalıdır? Bir gün, oturduğu şehrin gizemli varlıklarca saldırıya uğramasıyla her şey değişir ve kendisini bir hayatta kalma mücadelesi içinde bulur. Saldırının arkasındakiler kim ya da nedir ve içine sürüklendiği bu yol, onu nereye götürecek?

Tür: Aksiyon, Bilim Kurgu, Survival (Hayatta Kalma)

İyi okumalar.

Bölüm 1 - Serengeti

Sınıfta otururken dalgınca bir halde pencereden bakıyordu. Öğretmeni, odaklanmış bir şekilde konuyu anlattığı halde onun ilgisini çekmiyordu. Sol tarafındaki camın dışında bulunan, salınan ağaçlar daha davetkar görünüyordu. Normalde bu yeşil cümbüşe dönüp bakmazdı bile ama nedense o anda, dünyadaki en ilginç şeymişçesine onları inceliyordu.

"Affedersin, dersim seni ilgilendirmiyor mu?" diye sordu, hoca. Sesinde tepkisellik vardı.

"İyi değilim, hocam," diye yanıtladı, o da, yalan söylerek.

Cevabını umursamayan hoca, derse devam etmeye koyuldu. Otoritesini ortaya koymuş ve bu çıkıntıya haddini bildirmişti.

Öğrenci, üniversiteye daha yeni girmişti fakat şimdiden dünyadan bıkmıştı. "Bütün hayatım bu mu olacak?" diye düşündü. Belki bu daha üst seviye eğitimde bir anlam bulabileceğini düşünüyordu fakat yine, boşluğun hükmü altına girmişti. Hayatından anlamı ve değeri alıp götüren o şeyin.

Ağaçları tekrar seyre daldığı sırada bir şey dikkatini çekti. Uzaklarda bir yerde, binaların ötesinde gökte bir ışık gördüğünü sandı. İlk başta bunun bir yanılsama olduğunu düşünürken, ışık yoğunlaştı. Sınıftaki diğer öğrenciler de bunu fark ederek camdan dışarı bakmaya ve şaşkınlık nidaları belirtmeye başladılar. Tahtaya yansıttığı slaytları otomatiğe bağlamış şekilde okumakta olan hoca, olan bitenin farkına çok geç vardı.

Bu esnada ise, ışık kütlesi yere yaklaştı ve ilerideki binaların ardında yok oldu. Bunu bir sarsıntı izledi. Çarpmanın sarsıntısı.

"Meteor!" diye haykırdı, birisi.

Bundan emin olmayan kız, bir şey demedi.

"Beni bekleyin," diyen hoca, bu anormal olayın farkına varmıştı ve ne yapacağı hakkında bilgi almak için dışarı çıkmaya gidiyordu. "Beni bekleyin!" diye komut verdi.

"Gidip resmini çekelim. İnternette ünlü oluruz," diye gevşekçe bağırdı birisi.

"Boş verin be. Olabildiğince uzaklaşalım, gençler," diye başka birisi öneride bulundu, ihtiyatla.

Bunları umursamayan kız, yavaşça sınıftan dışarı çıktı. Zeminin bir üstündeki kattaydılar ve hocalar bir köşede toplanmış, aynı bilinçsizlikle tartışıyordular. Onlardan da bir hayır gelmeyeceğini anlayınca, kendisini binanın dışına attı ve hızlıca yürümeye başladı. Bol miktarda dikilmiş olan yeşil ağaçların arasından geçen yolda koşarken, eve ulaşmanın bir yolunu düşünüyordu. Sınıftakiler ya da bölümündekiler için tasalanmıyordu o anda.

"N'oluyor, bir ses duydum," diyen birisini geçti, cevap vermeden.

Bir kaç dakika sonra toplu taşıma araçlarının kalktığı yerdeydi, en iyi şansı buydu ne de olsa. Derken, onu duydu. Dehşet ve korkuyla atılmış bir çığlık. Bilinçaltının derinliklerine kadar nüfuz eden bu ses, içinde bir adrenalin patlamasına yol açtı. Neydi bu, kimdi, nereden geliyordu ve ona ne kadar uzaklıktaydı? Bütün bunları düşünürken, sesin biraz önce bulunduğu binanın, kendi bölümünün o taraftan geldiğini kavradı. O sırada, bu çığlığa yenileri eklenmeye başladı.

"Hassiktir. Ne yapacağım?" diye düşündü.

Bölüm 2 - Beyaz Gömlek

Gökten düşen parıltıyı gördükten sonra, şehre gitmek için toplu taşıma araçlarının kalktığı yere gelmişti fakat şu an bunun çok da doğru bir seçim olup olmadığını sorguluyordu.

"O da neydi?" diye seslendi birisi o esnada, gelen ikinci bir çığlık üstüne.

N'olduğunu bilmeyen fakat kötü bir şey olduğunu sezen kız, etrafına bakındı. Okuduğu üniversite ve onun bulunduğu şehir bir tepedeydi. Şehirle iç içe olsa da, onun bir ucunda -en yüksek kısmında- bulunan okulun bir tarafından aşağı doğal ve dik bir yokuş uzanıyordu. Yüzlerce metre aşağıda ise göllerle dolu, kara ağaçlarla kaplı genişçe bir orman vardı.

O esnada birilerinin, kendi geldiği tarafı işaret ettiğini gördü ve arkasını dönüp baktı. Koşturan bir sürü -çoğunlukla genç- kişi, canhıraş bir şekilde onlara doğru geliyordu.

"Kaçın!" diye bağırdı, gelmekte olanlardan birisi.

Koşturanlardan bir kaç kişi yere düştü fakat panik içindeki insanlardan hiç kimse onları kaldırmaya uğraşmadı. Hatta, üstlerine basarak yola devam ettiler. Acıyla inleyenlerden birisinden gelen çatırtı, kemiğinin kırıldığını ilan etti. Bu görüntüyü izleyen herkesin içini bir korku hissi kaplarken, sürü psikolojisi etkisini gösterdi ve başkaları da koşturmaya başladı.

Onlardan biraz uzakta olduğu için daha sakin kalabilen kız, kafasını sağa sola oynatarak insanların neden kaçtıklarını görmeye çalıştı. Çoktan bir karar vermiş olması gerekiyordu fakat o an, merak hissi ona üstün gelmişti. Uzakta, koşanların arkasında bir karaltı görür gibi oldu. İlk başta yanlış gördüğünü, aklının bir oyunu olduğunu zannetti. Ancak karaltı hareket etti ve ileriye sıçradı. En arkadaki oğlan, onunla birlikte yere yapıştı. Neler olduğunu göremiyordu ama beyaz gömlekli bu gencin üstünün bir anda kızıla boyandığını fark edebildi.

İşte o anda, diğerlerini ele geçirmiş olan his kızı da pençeleri arasına aldı. Bu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek için beklememeye karar vererek şehirden yüzünü döndü ve yokuşa doğru koşturdu. Bu sırada kalabalık, araçların bulunduğu alana varmıştı. Kimileri koşturmaya devam ederken, bir çok kişi birbirini ittirerek araçların içine girmeye çalışıyordu. Genç adamın biri, başka bir tanesinin yüzüne dirsek vurarak onu yere yapıştırdı. Orta yaşlı bir akademisyen ise, kızın birinin yüzüne tokadı basıp öne geçmişti. Okulda çalışan koca kıçlı ve göbekli orta yaşlı kadınlardan birisi ise, büyük kütlesini kullanarak kalabalığı yardı ve aracın içine girdi.

Güvenli bir şekilde inmek için tutunacak bir şey aramaya zamanı olmayan kız, diğer herkesi boş vererek çitlerin üstünden tırmanıp atladı. Diğer taraftaki, çimlerle kaplı, geniş ve uçuruma benzer yokuşun başına ulaşmıştı. Şu anlık başka birisi görünmüyordu etrafında.

Derken bir silahın sıkıldığını duydu ve keskin eğimli alandan aşağı, aceleyle, inmeye başladı. Kontrolu kaybetmemeye ve aynı anda hızlı olmaya çalışıyordu. İlk başta zorlansa da bunu sağlayabildi ama saniyeler geçtikçe daha da hızla gitmeye başladı. Bir yerden sonra ayaklarını durduramaz halde aşağı doğru koştururken buldu kendini.

"Siktir, siktir, siktir! Bu sefer kesin öleceğim!" diye düşündü içinden.

Yerdeki bir taşa takılmasıyla beraber düşmesi ve dönerek yuvarlanmaya başlaması bir oldu. İçgüdüsel ya da şans eseri bir şekilde, başını korumak için kollarıyla kafasının iki yanını kapadı. Yerdeki yeşil çimenler ve ıslak toprak ağzının içine girerken, onun emrinde olması gereken uzuvları iyice itaatsiz biçimde, arada bir kendi başlarına savruluyordu. Ne kadar zaman geçtiğini anlayamadan bir süre devam etti böyle, tek bildiği ona sonsuz bir işkenceymiş gibi geldiğiydi. Bir yerden sonra, ölüp kurtulmayı diler oldu. Derken, yarım saniyeliğine havalandığını hissetti ve bu isteğinde ne kadar hatalı olduğunu anladı.

"Küt!" sesiyle beraber bir şeye çarparak dururken, ciğerlerindeki hava atmosfere karıştı ve bilincini kaybetti.

17
Düşler Limanı / Uyumsuz
« : 21 Eylül 2016, 18:55:01 »
Uyumsuz

Gündüz, ışığın en parlak olduğu vakitte yatağında oturuyordu.

Pencereden aşağı baktı ve işlerine giden yetişkinlerle, derse geç kalmış öğrenciler gördü.

Normal bir insan en azından az da olsa bir kıskançlık duyardı ama o hiç bir şey hissetmedi.

Sadece, ne kadar yabancı geldiğini düşündü her şeyin.

Bütün bu hayat hengamesi, başarısızlıklar ve başarılar, tutkular ve hayal kırıklıkları... hepsi boştu.

"Kimim ben?" diye düşünürken elindeki silaha baktı, "Niye yaşıyorum?"

Evet, hayatta hiç bir amacı yoktu, hiç bir anlam göremiyordu.

Ne bir değer vardı ne de bir katlanma hissi.

Umudu vardı hala, işte bu yüzden acı çekiyordu ya!

Belki bir gün, belki ileride işler düzelirdi.

İşte bu yüzden kaderini kabullenemiyordu.

"Zayıfsın," dedi kendine, "Bozulmuşsun sen."

Kelimeler ağzından çıkarken onların içinden geldiğini ama bütün ruhunu sarmadığını anladı.

İçinde hala bir şeyler savaşıyordu, değişim istiyordu...

Fakat yapamıyordu.

"Demek öyle," dedi gülerek, "Bu dünya ile hiçlik arasında sıkışıp kalmış bir ruhum sadece."

Dünyayı kabullenemiyordu, yine de istencin ateşine atamıyordu kendini.

Arada kalmışlardan birisiydi o.

Bir ömür boyu pişmanlık onu bekliyordu.

Çekti ve vurdu kendini o anda.

Ani bir hareketle olup bitmişti her şey, bir tereddüt olmaması, korkaklığının yüzeye çıkmaması için bir anda yapıvermişti her şeyi.

Barutun dumanıyla kaplanmış odada, her yeri aydınlatan güneşin ışınlarının altında yere düştü vücudu.

O, yok olup giderken, dışarıda hayat devam ediyordu.

Hiç bir şey olmamış gibi.

---

Aynanın karşısında duruyordu.

Baktı dümdüz, görmeye çalıştı. Bir yüz gördü, bir yabancı gibiydi.

"Ben miyim bu? Ben böyle mi görünüyorum, ne kadar komik," diye düşündü.

Kendini ifade edemiyordu fakat bütün duygularını ve fikirlerini sadece bu görüntünün ifade edebileceğini düşünmüyordu.

Sinirlendi, aynaya bir daha baktı. Daha keskin ve daha ateşli gözlerle.

"Sen misin? O kadar şeyi savunuyordun. Nerede hani seninle buna katılacak iyi insanlar? Nerede hani sende bunları savunacak ve gerçekleştirecek cesaret? Cesaretin olsa ne olur? Sen küçücüksün, dünya ise kocaman. Sen bir hiçsin, hiç."

Bunları kavradı. Aynaya bir yumruk atmak geldi içinden fakat kendisine zarar vermek istemedi. Sıktığı çene kaslarını gevşetti.

Odasına döndü, her zamanki gibi. Hiç bir şey... hiç bir şey ve hiç bir şey. Değişim bir yalandı. O aynıydı, hep aynıydı ve hep aynı olacaktı. Aynı dünya gibi.

Günler günleri kovaladı ve bir hiç içinde geçirdi günlerini.

Ta ki o güne kadar.

Haberlerin karşısında afalllamıştı, bunu beklemiyordu.

"Göstericiler her yerde hükümete karşı tepkilerini gösteriyor..."

Bu cümleleri duydu. Ne yapacağını bilmiyordu. Hala inanmıyordu bir şeylerin değişeceğine fakat kendisini ifade etmek istiyordu. Bu baskıya, bu zulme, bu adaletsizliğe, bu kötülüğe karşı isyan ediyordu içten içe fakat bunları gerçekleştirecek bir an gelmemişti hiç.

İşte an buydu fakat yine de inanmadı. Gitmedi gösterilere ilk gününde. Çok az kişinin katılıp da iki kere bağırdıktan sonra hiç bir işe yaramayıp dağılacağını düşünüyordu. Tecrübeleri bunu göstermemiş miydi?

Oysa yanılıyordu. Binlerce kişi toplanmıştı o akşam. Yapılan yanlışa karşı seslerini yükselttiler ve karşılık olarak şiddeti gördüler, tattılar.

Hem kendine acıdın hem de sinirlendin. "Orada olmalıydın!"

Bütün varlığınla bunu haykırdın ve artık sen de buna dahil oldun.

Umudundan değildi, diye düşündün. Hayır, öfkendendi. Böyle düşündün.

Belki de, umudun o kadar kırılganlık bir çiçekti ki onu öfke kisvesi altında gizledin...

Aradan aylar geçti ve değişmiştin. Hayatında ilk kez, ilk kez bir duyguyu hissettin.

O duygunun yalan olduğunu düşünmüştün.

O duygunun zayıfların uydurduğu bir yalan olduğunu düşünmüştün. Pek de haksız değildin, genellikle bu amaçla kullanılıyordu.

Fakat sen, sen onu tattın. Sen onu yaşadın. Sen onunla birlikte hayatın o ferah ve yatıştıran soluğunu içine çektin.

O umuttu.

O yalan değildi.

O vardı. En umulmadık anda karşına çıkmıştı.

18
Düşler Limanı / Girdabın İçinden Aforizmalar
« : 19 Eylül 2016, 18:54:49 »
Ölümü hafifçe ele almak, hayattan daha çok korkan birisinin yeteneğidir.

Mantık istiyor fakat ruh büzülerek cenin pozisyonuna geçmiş; her dokunuşta daha da çok kıvrılıyor. Kendi hacmini tamamen evrenden sürene kadar devam edecek.

Soğuk romantizm; pesimistin aşkı.

Politika kimsenin intihar sebebi olamaz fakat bu süreci onlarca kat hızlandırabilir.

Yalnızlığın tadına sürekli varmak, onun berraklığıyla zehirlenmek, istenmeyen bilgilere hasıl olmaya yol açar. Hiç bir insanın sahip olmaması gereken bilgilere. İnsan soyunun ne kadar kırılgan ve narin olduğunu görmek; anlamsızlığının ne kadar yaygın olduğunu anlamak ve anlamın sadece bir sosyal çemberdeki duygu bulutlarından ibaret olduğunu bilmek.

İnsanlar birbirlerine zincirlidir. Çıkar değil fakat duygusal kölelikle bağlıdırlar. Doğasından özgür insan, delirmiştir ve kendini öldürecektir. Bize, anlam ve doluluğa benzer bir şey verebilecek yegane şey, bu zincirlerdir. Kölelik olmasaydı, insan türü anında yok olurdu.

Birbirini köleleştiren iki insan, Homo sapiens'in bulabileceği en büyük anlama sahiptir. Biz, özgürleştirmek üzere doğmadık. Birbirimizi bağlamak ve acıtmak için yaratıldık.

Dopamin zincirlerinden daha güçlü herhangi bir diktatör, tiran ya da zincir tanımadım.

Zorluklar kötü olarak addedilir. Değildir. Asıl kötü olan, insanı kendisiyle baş başa bırakan boşluktur.

İnsanlığa bakıyorum ve etkileyici bir şey görmüyorum. Acıları, şiddeti, işkencesi ve aşklarıyla... sıkıcı. Uzak. Sıradan.

Nihilizmden çıkmaların anlam bulduğu kısır döngüler de birer yanılsamadır. Varoluşçuluğun zaferi ve nihilistin kendini inkarıdır. Adı ne olursa olsun, onlar da birer anlam arayışıdır. Başka türlü de olamazdı; herkesin hayatında, ufak da olsa bir anlam vardır. Zaten bu, hemen kendimizi öldürmemizi engeller.

Her varoluş, var olan için kötü değildir. Hemen hepsi başka varlıklar için kötüdür fakat kendisi için kötü olan bir varoluş nadirdir. Bu tarz bir varoluşu fark edeneyse tek bir soru kalır.

Yalnız ve güçlü kurt, bir çok insanın özendiği fakat asla olamayacağı şeydir çünkü bu, insan doğasına aykırıdır. İnsan, içten içe özgür olmak istemez. Birlikte köleleşebileceği yoldaşlar arar.

19
Düşler Limanı / Adaletsizlik Krizi
« : 18 Eylül 2016, 16:47:58 »
Adaletsizlik Krizi

Dünyada neyin eksikliğini çekersen, karşıtını her yerde görürsün. Bu, benim için de doğru. Adalet hakkında o kadar çok düşündüm ve o kadar çok yazıp, çizdim ki... hele, gördüğüm ve farkında olduğum adaletsizlik arttıkça daha da çok onu aramaya başladım. Dünya, elimden bu aradığım şeyi çekip aldıkça, ben ona daha çok sarıldım. Nasıl yapmayabilirdim ki bunu? Sonuçta, oturup somurtamazdım. Bir şey yapmaya gücüm yetmiyor olabilirdi fakat onun hakkında bir şeyler öğrenebilir ve farklı farklı adalet anlayışlarının çarpıştığı bu yeryüzünde, belki bir şeyi değiştirebilirdim. Yeni bir fikir, yeni bir yaklaşım ya da daha önce tartışılmış şeylerin bir sentezi.

Oysa, gerçeklik, acımasız ve her türlü küfrü hak eden gerçeklik benimle dalga geçercesine çabalarımı boşa çıkardı. Hayatımdaki küçük değişimlerin ve çevreme yaklaşımımın hiç bir şeye çare olamayacağını anladım. Büyük küçük hiç bir çabamın, tek başıma, bir işe yaramayacağını anladım. Başka bir yerde ve başka bir zamanda bunlar dünyalar kadar fark yaratabilirdi fakat bu topraklarda değil. Bütün adaletin öldüğü ve çaresizliğin asla ama asla bitmeyen bir iğrençlik seliyle sulandığı bu topraklarda değil.

Bu, bozulmuş, kötülükle yozlaşmış diyarlarda sadece kan ve şiddet yetişebilir. Sadece vahşiler ve insaniyetini yitirmiş yaratıklar, burada yaşamaktan keyif alabilir. Kendilerinden daha iyi birisini gördüklerindeyse, yıkımın verdiği keyifle onu kendi seviyelerine çekmeye çalışır ve bu uğurda ya onu süründürür, öldürür ya da bu düşürme işlemini başarırlar. Her şekilde, iyiyi yok etmeyi becerirler.

Korkaklar ve kötüler toplumunda yaşıyoruz. Acı çektirmekten ve kendisi gibi yaşamayan herkesi yok etmekten zevk alan yabanilerle bir aradayız. Ortak iyi ve birlik adına insanlığın katledildiği diyarlarda, soluk almaya çabalıyoruz. Arada bir, hava açılsa ve bulutlar dağılır gibi olsa da, bunlar uzun bir yolculuktaki kısa molalar sadece. Yetersizler. Öylesine yetersizler ki, öylesine azlar ki, öylesine gerçek bir çareden uzaklar ki... daha fazlasını söylemeye gerek yok. Kötülük, gittikçe artacak olan bir kötülük bizi bekliyor.

Eğer bu diyarda adaleti ararsan, kendini çarpılmış ve acı içinde bulursun. Her insan, korkak ya da kötü olmayan her insan da bunu arayacağına göre, bu topraklarda yaşayan her düzgün kişi sakatlanmıştır. İnsanlığın yozlaşmışlığının kesif kokusu onu zehirlemektedir. Bozuk bir şeyler kokmaktadır zira. Çürümüşlük her yeri sarmıştır. Bu koku, dayanılamaz olana kadar artar. Kaynağını yok etmeye çabalasan da, o çok büyüktür. Çok güçlüdür ve çok yozdur. Kendisine dokunanı bin kat daha şiddetle zehirler.

Hepimiz bozulduk. Koku bizi değiştirdi; ya üzüntüden ve bu konuda bir şey yapamamanın çaresizliğinden dolayı öfke ve nefretle yozlaştırdı. Ya da hissizliğin ve korkaklığın yolunu seçerek, acı yokmuş gibi davranmaya itti. Olan bitene boyun eğmeyi ve köle gibi ezilmeyi kabullenmeyi öğretti. Bu ikisi de seçilmediğindeyse, acı spazmları ve adaletsizlik krizleriyle ruhumuzu tükettik. Her şekilde, yaralandık. Kötülükle temas eden hiç kimsenin saf kalamayacağı gibi, ruhumuzda arı olan bir şeyler bozuldu.

Şimdi, yıkımın eşiğinde dikiliyoruz. Önümüz uçurum, gerimiz yangın. İki kötüden birini seçeceğiz fakat iyiyi değil. Bu seçenek bizden alıkonuldu. Dünya, adaletsizliğin en büyük hali, bunu bizden aldı. Bu kötülerle birlikte yaşamak zorunluluğu sayesinde, bunu bizden aldı.

Bu diyarda artık umut yok. Eskiden, gittikçe zayıflıyor olsa da hala varlığını koruyordu. Artık değil. Önümüzde sadece yıkım, cesetler, kan ve kül var. Kötülük seçme zorunluluğu var. Belki ondan sonra, bir şeyler değişebilir. Belki bizden sonra, barış tekrar buralarda varlığını sürdürebilir fakat biz, bizim neslimiz için artık bir kurtuluş yok.

Not: Bu yazı, 15 Temmuz 2016'dan bir buçuk ay önce yazılmıştır. Zaman, burada yazdıklarımı sadece haklı çıkardı.

20
Kurgu İskelesi / Varoluş Savaşı
« : 18 Eylül 2016, 16:45:41 »
Varoluş Savaşı

Sona geldiğinde yanında sadece o vardı. Onca çabanın, dökülen kanın ve fedakarlığın ardından yanında o vardı. Başında da o vardı, sonunda da. Uğrunda her şeyi yaptığı; kendisinin, arkadaşlarının ve başkalarının kanını döktüğü "o" idi.

Önündeki kişiye yaklaştı. Böğrünün sağ tarafı kanıyordu. "Az biraz daha yaşayacağım" diye düşündü, "Belki de bütün bunları bitirmek için hala zamanım vardır".

Karşısındaki adamı inceledi. Belki de kaybettiği kanlardan dolayı, yarı makinemsi-yarı organik bir görünüşü vardı. Çok ama çok yaşlı görünüyordu. Bir patron koltuğunda otururken, bir yandan da önündeki yazılara bakıyordu. Yazılardaki bilgiyi sömürür bir şekilde okuyordu. Öğrenmek için değil, güçlenmek için okuyordu. Bu belliydi. Arkasındaki pencereler tertemizdi fakat dışarıdaki hava pusluydu. Hava da kararmaya başladığı için turuncumsu bir ışık sislerin arasından ofisten içeri doluyordu. Adamın sağ tarafındaki dolapta yıllanmış, kaliteli viskiler bulunuyordu. Sol taraftaki duvarda ise diplomalar, belgeler asılıydı.

Adam Armani marka bir takım elbise giyiyordu. Grimsi bir siyahlıktaydı ve ince işleme belli oluyordu. Düğmeler ise altındandı. Saçları da takım elbiseyle uyumlu gri-siyah arası bir tona sahipti fakat saçlarının griliği çok daha yoğundu.

Yaşını kestirmek zordu fakat yaşlı olduğu kesindi. Bu adamın klasik ve yıllar boyunca varolmuş bir görünüşü vardı. Belki o değil ama onun görünümünde başkası varolmuştu belki de başından beri hep o vardı. Her şekilde, var olmayı sürdürecekti.

Adama yaklaşmaya çalıştı fakat yürümeye çalışırken başı döndü ve sağa sola yalpaladı. Gözlerini yine de ondan kaçırmadı, n'olursa olsun kaçırmayacaktı. Ağzıdan hafif bir "Ah" sesi çıktı. Bunun üstüne, o ana kadar ona dikkat etmemiş olan adam ona döndü. Üstündeki giysiler lime lime ve onun üstünde yine aynı şekilde lime lime bir pardesü vardı. Saçları siyah, hafif kıvırcıktı. Yüzünde çok ama çok az bir kirli sakal vardı. Otuzlu yaşlarda birisiydi.

"İsteğin nedir? Zamanım kısıtlı" diye sordu koltuktaki adam.

"Aşağıdaki patlamaları duymadın herhalde. Bir çok çalışanını öldürdüm" dedi yaralı adam.

"Önemli değil, yenilerini tutarım. İş gücü hep bulunabilir" dedi patron koltuğundaki. "Fakat diyeceklerini merak ediyorum. Zahmet etmişsin" deyip yaralı böğrünü ve lime lime olmuş giysileriyle pardesüsünü işaret etti.

"Sana yaptıklarını ödetmeye geldim. Yıllardır bunun için uğraştığımı biliyorsun. Nihayet sistemi yıkacağım! -bağırınca öksürdü- İnsanlığa hakettiği geleceği vereceğim. Yıllardır, onlarca da değil hatta yüzlerce, binlerce yıldır güçlü hep güçsüzü sömürdü. Bundan sıkıldım artık, çok fazla acı çektik. Şimdi sıra sende. Yoluma çıkan bütün engelleri yok ettim. Sadece sen varsın artık, ne de olsa en güçlüler sona kalırmış... yine de tek bir adım daha. Özgürlüğe tek bir adım kaldı."

"Cidden beni yoketmekle, bütün sorunları çözeceğini mi düşünüyorsun?" diye sordu.

"Hayır, sen de yokolunca kalan serbest kaynaklarla biz, kendisinin efendisi insanlar olarak kendi geleceğimizi şekillendireceğiz. O zaman, bu sistem değişecek" dedi yaralı adam.

"Saf. Bu sistemi yıkmaktan bahsediyorsun oysa bu sadece bir sistem değil. İnsan evriminin bir aşaması, asla aşamadığınız bir aşama. Bu sistem değişse, başka bir tanesi gelecek ve o da yozlaşacak. İnsanlık varolduğu sürece yozlaşmayı yokedemezsin. Görmüyor musun? Ben ezelden beri varım, farklı şekillerde. Sadece son bir kaç yüzyıldır bu kılıktayım, bu kılığı yoketsen başka kılıkta ortaya çıkarım. Ben insanlığın parçasıyım" dedi patron koltuğundaki adam.

Yağmurluğu lime lime olmuş adam sakince durdu. "Bunları aşağı yukarı düşündüm" dedi ve "Yine de son ana kadar çabalamak zorundayım" diye devam etti. Ardından şunları ekledi;
"Belki hep tarih boyunca aynı kişiydin belki de sadece koşulların yarattığı birisisin. Bilmiyorum! Önemli de değil. Bildiğim şey, seni öldürsem bile ileride tekrar doğacağın. Yine de seni öldürmeliyim ki ilerleme olabilsin. Sevdiklerimin ölümünü izlemek zorunda kaldım. Savaştığım şey için çok kişi öldürdüm. Bu kanların boşa akmasına izin veremem. -bir süre durakladı- Aldığım ve alınan hayatların bir karşılığı olmalı. Boşa gidemezler" dedi.

Takım elbiseli bir an durdu ve düşündü. Daha sonra ayağa kalktı tam o sırada yaralı adam altı patlar silahını çekti ona nişan aldı. Takım elbiseli "Son bir içkiye zamanım var herhalde" dedi. Yaralı adam "Olabilir" dedi. Gri saçlı adam, içkilere doğru gitti ve yıllanmış viskilerden birini, çoktan içinde buz olan bir bardağa boşalttı.

"Eninde sonunda bunun olabileceğini biliyordum çünkü daha önce de, güç sahipleri toplu bir şekilde güçlerini kaybetti. Tarih boyunca sadece bir kaç kez olsa da.
Şunu bil ki, şu anlık sen kazanacaksın fakat uzun vadede yaptıkların boşa gidecek. Sevdiklerin ve öldürdüklerinin kanı boşa gidecek" dedi. "Sonunda kazanan yine ben olacağım. Bu hep böyle oldu."

Pardesülü, durdu ve gülümsedi. Yavaşça düşmanına yaklaşmaya başladı. Her adımda kanı dökülüyor ve arkasında bir iz bırakıyordu. Gözleri de zar zor görür olmuştu. Yine de görüşünü ayırmadan önündeki adama yaklaştı. Arada çok az bir mesafe kalınca durdu. Boş olan eliyle viski bardağını, adamın elinden aldı ve tek seferde yuttu.

"Belki de öyle olacak fakat benim gibiler her zaman olacak, biliyorsun. Ve belki bir gün, bir gün... İnsanlık bu aşamayı aşacak. Sayısız kişinin fedakarlığı sayesinde."

Elinde artık içecek bir viskisi olmayan adam ona "İşte bu yüzden uzun vadede ben kazanacağım. İnsanlar hep senin gibilerine güvenir" dedi.

Yağmurluklu adam, o anda onu vurdu. Tam alnının ortasından. Turuncumsu güneş ışığının aydınlattığı, lekesiz pencerelere kıpkırmızı kan sıçradı. Silahtan hafif bir duman çıktı ve onu da bu kızıl kanın kapladığı pencerelerden geçen turuncumsu ışık aydınlattı. Ürpertici bir şekilde ahenkli bir manzaraydı.

Pardesülü adam, masanın yanına yaslanarak oturdu. İşte başarmıştı, son ana kadar "onu" kaybetmemişti fakat "o" hala uzaktı. Onun gibiler tarih boyunca hep varolmuştu. Hep onun uğruna savaşmıştı. Hiçbiri de hayatlarında “onu” yakından göremeden ölmüştü. Hep, bir gün birisinin göreceğini düşleyerek.

Dibindeki cesede baktı. "Zaman gösterecek. Ben… görevimi yaptım" hayatında sarf ettiği son sözler oldu.

Güneş battı, başka bir gün doğmak üzere.

21
Düşler Limanı / Nazi ve Sisifos
« : 18 Eylül 2016, 00:04:21 »
Nazi ve Sisifos

Dünyanın çürümüşlüğünü ve gerçeğin aslında hiç bir zaman kazanan taraf olmadığını ve bunun hiç bir zaman değişmeyeceğini gören kişi ne yapabilir? Sonuçta, hiç bir zaman, iyi, bir yalan olmaktan öteye geçmeyecektir. Kitlelerin kendi kendilerine ahlaki otuzbir çekmelerine yarayan, soluk alan et yığınlarının kendilerinden geçmiş bir şekilde tekrarladıkları sahte bir mantradır "iyi". İyi diye bir şey, büyük çapta bu dünyada mümkün olamaz. Ancak küçük alanlarda hayat bulabilir ki, bunlar acınası derecede yetersizdir. Sonuç olarak, asla ve asla iyilik bu dünyaya hakim olamayacaktır. Nötrallik de öyle. İnsan türü devam ettiği sürece, dünya kirlenmiş bir fahişeden farksız olacaktır. Ne yapmalı o zaman? Nefretle ve aptallıkla dolu bu dünyadan gitmenin tek yolu ölümle gerçekleşeceğine ve yaşarken de asla kazanamayacağımıza göre ne yapmalı? Cevabın mantıktan geçtiğine inanmıyorum. En azından, sadece kazan-kaybet mantığını içeren ve sözde rasyonel diye addedilen mantıktan geçtiğine inanmıyorum.

Doğrudur, hiç bir zaman kazanamayacağız. Geçici olarak kazandığımız zaferler de yalancılar ve kötüler tarafından çürütülerek, bir zamanlar oldukları şeyin ironik birer garabet kopyalarına dönüşecekler; barışa, demokrasiye, özgürlüğe ve büyük manada anlama sahip bütün şeylere yapılmış olduğu gibi. Geriye temiz bir kavram bile bırakamayacağız. Uğruna savaştığımız her şey, bu çürümüş türün ellerinde kurtçuklarla dolup taşan iğrençliklere dönüşecek.

Çare olarak intihar imkansızdır çünkü bu tarz meselelerden, düşünsel nedenlerden dolayı hayatını sonlandırmış bir kişi bile yoktur. Her zaman altında daha kişisel bir sebep yatar. Öyleyse, iki seçenek görüyorum bu durumda. Ya bu düzene katılacak ve küfrettiğimiz şeye dönüşeceğiz ya da isyanımızı, başarısız olmaya mahkum olsa da sürdüreceğiz. Ya Nazi olacağız ya da Sisifos.

Böyle bir seçim için başkaları adına kesinlikle konuşamam çünkü böyle dehşet verici bir gerçeğin karşısında bir seçim yapmak çok güç bir şeydir. Nazi'yi, bu dünyanın parçası olmayı seçtiği için, bir kişiyi yargılayamam. Ancak, seçiminden sonra yapacakları için de onu affetmem çünkü pratikte bu iğrençliğin parçası olanlardan hiç bir farkı kalmayacaktır. Zira, bu dünyanın parçası olmak demek, öldürmek ve bunu savunmak, kana tapınmak, gözünü her türlü gerçek kırıntısına kapayarak putlara ve tanrılara -aynı şeylerdir!- tapınmak demektir. Gerçeği görüp de buna dayanamadığı için suçlamam kişiyi, yalanın parçası olduğunda yaptıklarından dolayı suçlarım.

Sisifos olmak demekse başka bir konudur. Ezici umutsuzluğu ve bu düzenin asla değişmeyeceğini kabullenmektir. Düzenden kastedilen sadece ekonomik anlamda anlaşılmamalıdır. İnsan türünün özünde aşağılık varlıklardan oluştuğu ve kötülüğümüzün asla tedavi edilemeyeceği gerçeğidir. Böyle yaratıkların asla barışçıl ve gerçeğe hak veren bir düzen kuramayacağı gerçeğidir. Barışın, demokrasinin, özgürlüğün ve iyinin aslında savaşı kazanmış muzaffer kişilerce üretilmiş yalanlar olduğu gerçeğidir. İyiliğin yaygın olarak hiç bir zaman var olmadığı ve var olamayacağı gerçeğidir. Ruhunun en derinliklerine kadar kötülükten oluşmuş bir tür olduğumuz gerçeğidir. İnsan, bu evrene salınmış bir kabustur.

İşte, umutsuzluk bu sebeplerden dolayı ezicidir çünkü gerçeğin kendisidir. Böyle bir durumda karşı safa geçmezsek de, yaşamaya devam ettiğimiz sürece kaybedilmiş bir savaşı sürdüreceğiz. Onları asla yenemeyeceğiz. Bu durumda herhangi bir kazan-kaybet mantığı işleyemez. Savaşmanın, tankla topla değil, varoluşsal bir mücadele içinde olmanın tek bir sebebi vardır ve o da, insanın içindeki direnme istencidir. Bu dünyayı reddetme isteğidir. Eninde sonunda, dünyayı reddetmemiz hiç bir işe yaramayacak bile olsa... düzeni ve insanı hiç bir zaman yenemeyeceğiz, dünya değişmeyecek. Ancak, bu şekilde dünyayı kurtaramasak bile kendimizi kurtarabileceğiz. Onlardan birisi olmayı reddettiğimiz için, onların iğrenç düzenini kabullenmeden var olmayı sürdürdüğümüz için kurtulmuş olacağız. Bu kurtuluş fiziksel olmayacak, manevi bir anlamda da olmayacak. İnsanın kötülüklerinden kaçamayacağız. Bütün kaosa rağmen iç barışını koruyabilen bir keşiş olmayacağız. İkilemler ve acıyla dolu hayatlarımız olacak. Ancak, direnmiş olacağız. Kendimize dair bir şeyleri korumuş olabileceğiz. Varlığımızı bu kötü gerçek karşısında, yalanlara veya cinnete kurban etmemiş olacağız.

22
Kurgu İskelesi / Kardeşler
« : 17 Eylül 2016, 20:53:41 »
Kardeşler

İki kişi yıkılmaya başlamış bir vadinin içinde savaşıyordu. Vadinin içi her türden, yemyeşil ağaçlarla doluydu. Gökyüzünü ise muazzam bir bulut kaplamıştı fakat bu bulutun arasından, yeşil bir yıldız seçilebiliyordu. Bu yıldız, bulutu ve aşağıdaki vadiyi de aydınlatıyordu. Başka zaman olsa, bu manzara insanda hayranlık verici bir huşu uyandırırdı fakat artık lekelenmişti. Ağaçların yapraklarını kan kaplamıştı, gövdelerinin altındaysa cesetler vardı... binlerce. Gökyüzündeki toz bulutunun nedeni ise, gezegenin ölmeye başlamış olmasıydı. Devasa toprak kütleleri yarılıp, paramparça olurken atmosfere büyük miktarlarda toz salınıyordu. Arada sırada, etrafa toprak parçaları düşüyordu. Kimisi bir insan boyunda, kimisi çok daha büyüktü.

Bu kaosun ortasında, iki kişi uzun savaşlarının son aşamasına girmişti. Kardeşlerdi, aslında ikiz kardeşlerdi. İkisinin de saçları açık kahverengi ve dalgalıyken, birisinin uzun diğerinin kısaydı. Boyutları normaldi fakat üstlerine giydikleri zırhlar yüzünden daha büyük gösteriyorlardı. Uzun saçlının zırhı kıpkızıldı ve siyah şeritler halinde desenlere sahipti. Bu motifler, sert ve açık bir biçimde seçilebilirdi. Kısa saçlı olanın zırhı ise, simsiyahtı ve tek bir deseni vardı. O da göğsünde, gümüşe çalan bir güneş şeklindeydi. İkisinin de gözleri sapsarıydı ve aynı ışıkla yanıyordu. Sonuçta, ikisi de aynı amaç uğruna, gelecek uğruna savaşıyorlardı. Sadece kendi gelecekleri de değil, insanlığın geleceği.

Gençken, bunun uğruna, birlikte mücadele etmişlerdi ama bunu yapma yolları farklıydı ve hep birbirlerine engel oluyorlardı. Bu yüzden, aralarında hep bir sürtüşme oluyordu. En sonunda, yapılması gerekenin daha fazla ertelenmemesine karar veren uzun saçlı, kardeşine saldırdı. Başarılı olamadı fakat bunun sonucu yolları ayrıldı.

Uzun yıllardan sonra, her şeyi kararlaştıracak olan savaşa gelmişlerdi. Bir tarafta, kızıllar içinde ve sert görünüşlü Oinos. Diğer tarafta, siyah zırhının içinde, göğsünde parıldayan sembolüyle Agathos.

"Zaman geldi kardeşim, hatamı telafi edeceğim!" diye bağırdı Oinos ve saldırıya geçti. Elindeki, enerji yüklü kılıcı savurdu. Agathos, kendi kılıcıyla darbeyi saptırdı fakat ikisi de uzun süredir savaşıyordu, bunun verdiği yorgunluktan dolayı yeterince iyi saptıramamıştı. Kılıç omuz zırhına çarptı, eğer zırhının güç alanı olmasaydı ciddi bir darbe olurdu. Bunun olacağını tahmin eden Agathos, diğer elindeki manyetik tabancayı çoktan tam güç şarj etmişti. Kardeşi yakın mesafede olduğu için onu kolayca vurabilecekti fakat Oinos da bunu biliyordu. Bu yüzden o da, kendi tabancasını şarj etmişti ve aynı anda ateşlediler. Tam güçte ateşlenmiş mermiler, güç alanını kolayca delip geçti. İkisi de, karınlarından ağır yaralar almışlardı. Yine de, biraz geri çekilebildiler.

"Her zamanki gibi kendini feda etmeye meraklısın, Oinos" dedi Agathos ve ekledi "Demek planın buydu."

"Savaşın artık bir sonunun gelmesi gerek ve fedakarlık olmadan, seni yenemezdim" dedi Oinos. "Gerekli olanı feda edeceğimi biliyorsun."

"Söz konusu sadece sen olsaydın, bunu rahatlıkla kabul ederdim fakat sen diğer insanlara da zorla fedakarlık yaptırıyorsun! Yolunu kanla ve vahşetle çiz--kan öksürdü-- Çok fazla... haksız acıya sebep oldun. Durdurulması gereken bir yaratıksın."

"İçten içe biliyorsun ama kabullenemiyorsun. Bu gezegen, bu dünya sert kararlar alınmadan kurtulamaz. Bak ne hale geldi?! Eğer yoluma çıkmasaydın, amacımı gerçekleştirmiş olacaktım ve gezegen şu an sağ salim olacaktı. Senin kendini kabullenememen yüzünden gezegenimiz ölüyor" dedi Oinos.

"Beni yoketmek ne zaman ana amaç oldu da bunun için gezegeni riske atacak silahlar gerekti? Ne zaman dünyanın manyetik alanıyla oynaman şart oldu? Ordumu yoketmek için mi? Beni yoketmek için mi?! Bunu sen yaptın!"

İkisi de, nefes nefese bir süre durdular. Zırhlarının bacak kısımları kanla kaplanmıştı ve yere akıyordu. Oinos'un siyah çizgilerinin üstünde kızıl lekeler vardı, Agathos'un ise göğsündeki güneş motifine alttan kan sıçramıştı.

O sırada, büyük bir gümbürtü koptu ve vadinin yarısı tamamen göçtü. İkisi de yere düştü, üstlerine bir şok ve toz bulutu dalgası geldi. Bir kaç metre savruldular. Bir kaç parça kaya yağdı etraflarına. Zar zor, ikisi de ayağa kalktı.

Artık heyecanı geçmiş, daha düzgün düşünebilen Oinos, "Yollarımız bir arada var olamaz. Bu ise son çakışmaları. Birimiz ölecek, diğeri ise savaşına devam edebilecek" dedi.

Agathos başıyla onayladı. İkisi de ayağa kalktı ve birbirlerine saldırdı. Şarj olmamış tabancaların bir işe yaramayacağını bildikleri için ikisi de, tabancaları atıp çift elle kılıçlarına sarıldılar.

---

"Daha sonra n'oldu, baba?" diye sordu küçük, mavi gözlü çocuk.

"Kimisi, Agathos'un yendiğini ve sağ kalan insanlara liderlik edip bu gezegeni bulanın o olduğunu söylüyor. Kimisi ise, bu kişinin Oinos olduğunu söylüyor. Tam olarak bilmek çok zor" dedi adam.

- Peki sen hangisine inanıyorsun, baba?

- Ben... ikisinin de öldüğüne inanıyorum. O koşullardan sağ çıkmak çok zor, üstelik birisi kurtulmuş olsaydı, kimin kurucumuz olduğuna dair bir soru işareti olmazdı. Neyse, ellerini yıka da yemeğe oturalım.

Oğlu gidince biraz durdu, ona söylemediği bir şey daha vardı. Agathos ile Oinos'un varolup olmadığından bile -en azından bu şekilde- pek emin değildi.

23
Kurgu İskelesi / Neden
« : 15 Eylül 2016, 14:55:49 »
Neden

- Neden buradasın?

İnsanüstü bir ses aklında yankılandı. Gözünü açtı ve kendine gelmeyi bekledi, n'olduğunu hatırlamıyordu.

- Neden, buradasın?

Bilmiyordu, o da bir neden arıyordu. Bir süre düşündü ama bir neden bulamadı. Derken karnı acıktı, etrafta hiç bir doyurucu bitki yoktu. Demek ki avlanması gerekiyordu. Bir dal kırdı, yonttu ve mızrak yaptı. Sağlıklı bir canlı bulup öldürdü. Etrafta ateş yoktu, henüz yoktu... etini çiğ yedi. Bütün bu süre boyunca o sesi bir daha duymamıştı.

- Neden buradasın?

Ses şimdi daha kuvvetliydi, daha önemli bir hissiyat veriyordu. Adam neden aradı tekrar ve bulamadı tekrar. Derken bu sefer kaldığı yere saldırıldı. Karşı taraf çok güçlüydü, canını kurtarmak için kaçtı. Günler boyunca kendine kalacak yeni bir yer aradı fakat hep ilk olarak onun bulduğu yeri istiyordu bir yandan, herkesten önce onundu orası. Güçsüzlüğü için kendine lanet etti. Bu sıralarda o ses şiddetlendi.

- Neden buradasın?!

Bilmiyorum diye düşündü. Artık bu sorudan rahatsız olmaya başlamıştı.

- Neden acı çekiyorsun?!

Gene bilmiyordu. En çok da bilmemek ona acı veriyordu ya! Bu acının amacı neydi?

Yeni yerleştiği yerde başkaları da vardı. Onların da çoğu başkaları tarafından, kendi yuvalarından edilmişti. Çoğu ilginç olmayan kimselerdi. Oysa bir tanesi hep düşünceler içindeydi, büyük ihtimalle de, yerinden edilme yüzünden en çok zarar görmüş kişiydi aralarında. Canlılar onun fikirlerine değişik bir duyguyla bakıyorlardı, fikirlerini seviyorlardı. Bu sıralarda adamın aklına daha da çok girmeye başladı bu ses.

- Neden buradasın Neden bu acı?!!

Adam etrafına baktı ve kendine benzerleri gördü. "Çünkü -diye düşündü- beni yuvamdan ettiler, çünkü bana kötü ettiler." Bunu düşündükten sonra içi hınçla doldu. Güç istedi.

Bu fikrini, fikirleri sevilen adama açtığında o başını salladı ve kendi fikrini ifade etti "Nefretini başka yere çevir. Suçlu onlar değil, suçlu sensin."

Adam bu fikir karşısında şaşırdı kaldı ama daha çok, etrafındaki kalabalığın bunu onaylar şekilde davranmasına şaşırdı.

Sevilen adam şu fikirleri ekledi "Acının nedeni türün günahkarlığıdır. Kendi kötülüğümüzün bedeli bu."

Adam bir süre bu sözleri düşündü. İlk başta şaşırsa da, kabul etti. Kendi ırkının suçuydu bütün bu olanlar, kendisinin suçuydu. Günah.

---

"Lütfen makinenin kapanmasını beklemeden ayrılmayınız" sesi duyuldu. Genç kadın yattığı yerde biraz bekledi, makine kapanınca kalktı. Makinenin yetkilisi geldi.

- Senin gibi genç birisi neden bunu merak etti ki?

- Okulda hocam sordu. "İnsanın çileciliğinin nedeni nedir?" Ardından, bu sorunun cevabının eski çağlarda yattığını söyledi. Ben de düşündüm ki, madem eski çağlarda yatıyor, internet ya da kitaplarda araştıracağıma simülasyon cihazında arayayım bu sorunun cevabını.

- Öğretmeninin bunu onaylayacağını sanmıyorum. Tek yaptığı, beynindeki kollektif hafıza izlerini kullanarak, geçmişte senin atanla aynı psikolojide bir insanı, senin belirlediğin bir ortama koymak. Atan farklı seçimler yapmış olabilir. Olaylar farklı gelişmiş olabilir, ortam farklı olabilir. Senin yarattığın "fikirleri sevilen kişi" olmayabilir.

- Hocamın dediğine göre onlar hep var olmuş. Ayrıyetten -gülümsedi- bilmediği şey ona zarar vermez.

Bunu dedikten sonra yetkiliye makinenin ücretini ödedi, biraz da "bahşiş" bıraktı -çünkü hocası da bu cihazı kullanmaya ara ara geliyordu- ve evine doğru yol aldı.

24
Kurgu İskelesi / Yaradılış
« : 15 Eylül 2016, 14:45:42 »
Yaradılış

Ölümden sonra hayat var mıdır? Eğer yoksa, hayat denilen şey beynimizdeki elektrik akımlarından mı ibaret? Bunu ömrüm boyunca merak ettim ve bunun aksini kanıtlayacak hiç bir somut bulguya varamadım. Kabullenmekte zorluk çektim fakat en acı gerçek bile tatlı bir rüyadan iyidir. Bu kanıya varmamın ardından yıllar geçti, ilginç bir hayatım oldu. İnsanların ne kadar küstah ve sığ olabildiğini gördüm. İyi niyetin şiddetle, şefkatin ihanetle karşılandığını gördüm. Bu dünyanın insanlarından nefret ettim, bir yandan da daha iyi bir "ikinci" hayatla kendimi teselli etmek istedim fakat bir türlü kendimi buna inandıramadım. İşte bu yüzden harekete geçtim...

Böyle başladığı yazısını bitirdikten sonra ayağa kalktı. Yazmayı seviyordu çünkü aklındakileri oturtmasını sağlıyordu. Gri, dalgalı saçlı, kahverengi gözlüydü. Yüzündeki kırışıklıklar yeni yeni belirmeye başlamıştı ve saçının grisi hala siyaha yakındı. Vücudu çok fit olmasa da kendini salmış birisi değildi. Altına giydiği gri kumaş pantolunun üstünde mavi bir tişört, onun üstünde de bir laboratuvar önlüğü vardı. Ne de olsa laboratuvarındaydı, bir kaç yıldır burada yatıp kalkıyordu ve neredeyse kimseyi görmüyordu. Burayı da, ailesinden kalan şirketin hisselerinden gelen gelirle kurmuş ve işletebilmişti. Dışarı pek çıkmazdı, küçükken de böyleydi. Vücudu sağlıksız bir beyaz tondaydı. İlk başta normal gibi görünen bedeninin aslında, yakından bakınca çok kırılgan bir yapısı vardı. Gözünde ise oldukça kalın bir gözlük vardı, sadece vücudu bile onun hikayesini anlatıyordu. Uyum sağlayamamış, zayıf, dışlanmış, saplantı derecesinde hedefine bağlı.

Yaptığı proje final aşamasına girmişti, bundan dolayı üstünde rahatlamaya yaklaşmış birisinin gerginliği vardı. Aslında o, hep gergin olurdu. Bunun için mutlaka bir sebebi olurdu, suyu açık unutup unutmadığı ya da otobüse yetişip yetişemeyeceği gibi küçük meselelerde bile gerilirdi. Çoğunlukla, bir yere gideceği zaman oraya erken varır ve beklemek zorunda kalacağı için kendisine kızardı. Yine de, bir türlü aksini yapamazdı. Şu ansa, gerginliğini atmak için, bir görev halinde, kütüphanesine gidiyordu. Laboratuvarın öbür ucundaydı. Bir çok ve pek büyük, elektronik kasının arasından geçti. Bu kasalar üç, dört metre boyunda ve gümüşi renkteydi. Adamın yürüdüğü yolu bir koridor oluşturacak şekilde iki yandan kaplıyor ve koridorun iç tarafına bakan kısımlarında bir çok ışık ile düğme bulunuyordu. Bu ışıklar açık maviydi ve ince çizgiler halindeydi. Kasaların aralarındaki tam yarım metrelik boşluklardan, arka tarafta iki, üç metrelik tüpler içinde bulunan, parlak ve yeşil sıvılar görünüyordu.
Koridor böylece uzayıp gidiyordu, sıvılar ve cihazların yaydığından başka ışık yoktu ve siyah karanlıkta, yeşil ile mavinin ve bunların gümüşten yansımasının oluşturduğu loş bir ortam oluşmuştu. Kasaların yaydığı vınlamadan başka ses yoktu, adamın yürütülmesi işitilmiyordu. Neredeyse ölü denebilecek bir ortamdı. Koridor böylece yarım kilometre kadar devam ediyordu, bu adam her kimse planladığı şey büyük olmalıydı.

Önlüklü, bir süre yürüdükten sonra kütüphanesine ulaştı. Aslında kütüphaneyi, yazı yazdığı çalışma odasının oraya yaptırabilirdi ama bunu yaparak "çalışma" ve "rahatlama" olarak yapılan okumayı birbirine karıştıracağına inanıyordu. Hayır, okuma ve yazma tamamen ayrı amaçlarla yapılan, ayrı şeylerdi. Böylelikle kütüphanesine baktı, yirmi metre genişliğinde ve yüz metre uzunluğundaydı, yedi adet kitaplığı vardı. Her biri on beş metre uzunluğunda ve on metre yüksekliğindeydi. Koyu kahverengi olan bu kitaplıklardaki kitapların büyük çoğunluğu okunmuştu. Bu bilimadamının hayatındaki tek eğlence (?) buydu. Bugün kendini daha iyi hisseden adam, normalde okuduğu kitabı boşverdi ve kitaplıktan rastgele bir kitap çekip, gelişine bir yerini açtı. Daha önce sık sık okuduğu, Machiavelli'nin "Titus Livius'un On Kitabı Üzerine Söylevler" adlı kitaptı bu. Açtığı kısımda "... bir devlet planlayan ve onun için yasalar düzenleyen kişinin, insanların kötü oldukları ve özgür hareket alanı buldukları zaman ruhlarındaki kötülüğe göre davranacaklarını önceden varsayması gereklidir," yazıyordu.
"Çok doğru. Zaten bunu da kendi devletimi tasarlarken göz önünde bulundurdum," diye düşündü. Saatler boyunca okumaya devam etti, ardından gidip yattı.

Bir hafta daha böyle geçtikten sonra, sonunda planladığı an geldi. Ana bilgisayar odasına, karanlık koridorlardan geçerek gitti. Bu oda, bir savaş gemisinin merkezi gibi tasarlanmıştı. Kırmızı bir ışıkta, kare bir oda. Kenarda köşede paneller vardı, üstlerindeki ışıklar her renktendi ve yanıp sönüyorlardı fakat doğrudan bakmayınca hiç ışık vermiyor gibiydiler. Katıksız bir sessizlik içinde, biraz önündeki ana ekrana yaklaştı. Ekran çok büyük ve simsiyahtı. Hiç bir ışığı, içinden çıkmadığı sürece yansıtmayan bir maddeden yapılmıştı. Karanlığı bir boşluk gibiydi ve büyüklüğü sebebiyle, ona yakından uzun süre bakan kişiyi içine çekiyor izlenimi yaratıyordu, insanı aptallaştırıyordu. Gri saçlı adam bunu ilk farkettiğinde uzun süre ekrana bakıp içinde kaybolmuş, birden bir endişe ve panikle kaçmak istemiş ve bir anda kendisini bu kızıl ve basık odada bulmuştu. Panellerdeki ışıklar, ona yan taraflardan bakan ve ancak gözünün ucuyla görebildiği iblislerin gözleri gibi gelmişti. Bu havasız, sıcak ve kızıl mağarada ona işkence etmek için bekleyen şeytanlar. Tabii, bir süre sonra kendine gelmiş ve o zamandan beri ekranın önünde çok durmamıştı fakat bugün, bugün son kez ekranın karşısında duracaktı.

Uzun süre boyunca hayatın adil olmadığını ve dünyanın çok kötü bir yer olduğunu ve tek kaçışın intihar olduğunu düşünmüştü. Yine de, bir türlü becerememişti. Pek çok kez kendisini öldürmeyi denemiş ama o son eforu sarfedememişti. Korkakça, bu yaşama bağlıydı. Ondan nefret ediyor ama kurtulamıyordu. Güçsüzdü de, istediklerini yapamıyor, istediği gibi yaşayamıyordu fakat o insanlar, o yaratıklar yaşıyordu. Öteki hayat olsaydı, iyinin ödüllendirileceği, kötünün cezalandırılacağı bir hayat... her şey daha güzel olurdu. Madem bu yoktu, kendisi yaratacaktı. Kendi elleriyle, ruhları var edecek ve onları yargılayacak Tanrı olacaktı! Bu dünyada ondan daha çok buna uygun birisi yoktu, o, insanların her türlü kötülüğünü görmüştü. Şimdi de onları bunun için yargılayacak, kötüleri azaplar içinde boğup, sonsuza dek yakarken, iyi olduğuna hükmettiklerini sonsuz zevkle ödüllendirecekti. Onlara yiyecek, içecek, kadın ve erkek sunacaktı, iyilerin ödülü buydu. Kötülerse binbir parçaya ayrılacak, vücutlarına böcekler larvalarını bırakacak ve kurtlar onları canlı canlı yerken, sıcaktan kavrulacak, gözleri eriyip önlerine akacaktı.
Bunu şöyle yapmayı planlıyordu;
Herkesin omurilik soğanı bölgesine, doğumunda bir çip takılıyordu. Bu çip, hayati fonksiyonları gözleyip acil bir durumda sinyal yolladığı gibi, kişinin her yaşadığını, düşüncesini ve duygusunu da kaydederek, bir suç soruşturmasında kullanılıyordu. Dünyadaki hiç bir insan bundan muaf değildi. Adam da, bir sinyal yollayarak bu çiplerin her birine sızacaktı, hayati fonksiyonları durmak üzereyken kişilerin bilinçlerini bu çiplere aktaracak ve ardından bu bilinçleri kendi laboratuvarına aktaracaktı. Daha sonra onları, bilinçlerindeki veriye göre yargılayacaktı.

Önlüklü adam, içini çekti ve bir takım düğmelere basıp ana ekranı açtı. Ekrandan bir çok yazı geçmeye başladı, kırmızı, mavi, yeşil yazılar. Heyecanlanmıştı, sıradaki şey dönüm noktasıydı. Her şeyi bir daha ve bir daha ve bir daha ve bir daha kontrol etti. Sinyali yolladı, bekleyip değerleri kontrol etti. Hayır, kimse fark etmemişti. Tekrar kontrollere girişti... sayısız kontrolun ardından, en riskli yere gelmişti. Kendi bilincini programa aktarmak. Çene kaslarını sıkarken derin bir nefes alıp verdi ve biraz durduktan sonra ellerini ana ekrana koydu, iletken yüzey onu çarptı. Bir an çok büyük bir acı duydu ve bağırmak istedi, ardından ekrana çekildiğini hissetti.

Farklı hissediyordu, fiziksel hiç bir şey yoktu. Ekrandan, yerde yatan kendi bedenini gördü. Bir yandan dünyadaki bütün çiplere erişime maruz kaldı, çıldıracağını sandı fakat zamanla kontrolu ele geçirdi. Ne de olsa artık fiziksel kısıtlamalardan arınmıştı, düşünme kapasitesi ve hızı hayal gücünün ötesinde artmıştı. Oluşturduğu ruhları yargılamadan önce depolamaya başladı ve Cennet ile Cehennem'i oluşturma işine girişti. Bunu yaparken, yargılama kurallarını da oluşturmaya başladı. Bu iş tamamlanıp da Ahiret Günü gelince, bu ruhları yargılayacaktı.

Böylece, bu evrende yeni bir tanrı, bütün ihtişamıyla doğmuş oldu.

25
Kurgu İskelesi / Ak ve Kara
« : 14 Eylül 2016, 18:14:07 »
Ak ve Kara

Solmaya başlamış güneşin ışınları, zayıfça kırın üstüne düşmekteydi. Sağa sola ağaçlar serpiştirilmiş geniş yaylanın ortasındaki boşlukta, iki figür daireler çizerek birbirlerinin etrafında dolanıyorlardı. Üstüne karanlıktan bir pelerin atılmışçasına geceyi çağrıştırıyordu bir tanesi. Adımını attığı her toprak parçasını korkunç bir soğuk kaplayarak, kar ve buza dönüştürüyordu. Onun bir kaç metre ötesinde aynı tempoyu tutturmuş olan kişiyse, bembeyaz ve bol bir giysiyle örtünmüştü. Yüzünü, giysilerinden bile daha ak bir maske korumaktaydı. Işık azalmış olsa bile, onun yüzüne çarptıkça daha da güçleniyor gibiydi. Koyu geceyi yaran bir dolunay gibi, karanlığı defediyordu. Yerleri süpüren giysinin altındaki ayaklarının değdiği çimenler diriliyor ve hoş bir sıcaklıkla kaplanıyordu. Öyle ki, etkisi karanlık olanın soğuğunu bile kırmaktaydı.

Yavaş yavaş dönen ikiliden bir tanesi, ak maskeli olan, göle şöyle bir göz attı. Onlardan yüzlerce metre uzakta olmasına rağmen, safir mavisi suların güzelliği kendini belli etmekteydi. Ancak, bu hareketini fırsat bilen kara pelerinli üstüne doğru atıldı. İnsanın sınırlarını zorlayan bir hızla koşarak, göz açıp kapayıncaya kadar aradaki mesafeyi kapadı. Arkasında, yeri kaplayan soğuk kristaller ve havada kapkara bir dumandan iz bırakarak, hasmının önünde belirmişti. Hazırlıksız yakalanan maskeli, elindeki kılıcı bloklamak için kaldırdıysa da başarılı olamadı. Zira, karanlık olan kendi vücudu haricinde hiç bir silaha sahip değildi. Kolaylıkla, çıplak ellerine göre ağır ve hantal olan silahı, elinin tersiyle ustalıkla ve güçle tokatladı. Aynı zamanda diğer eliyle maskelinin yüzüne bir yumruk savurmuştu. Darbe hedefini bulmuş ve beyazlar içindeki kişi geriye uçmuştu. Sarsılmış ve canı epey bir yanmıştı yanmasına fakat maskede tek bir çatlak bile yoktu. Kollarından destek alarak doğrulmak için çabaladı. Elini koyduğu kurumuş toprak parçasının etrafındaki yabani bitkiler çiçek açarak canlandı. Vücudundan hayat veren bir öz akıyor ve etrafını etkiliyormuş gibiydi neredeyse. Ancak, karanlık olan, onu bekleyecek değildi. Daha, maskeliyi olanı fırlatır fırlatmaz kendisi de onu hızla takip etmişti.

Henüz elini yere koymuş olan maskelinin yüzüne bütün gücüyle bir tekme oturttu. İnsanın içini gıcıklayan bir çatırdama sesi duyuldu ve boyunu şiddetle dönen aklar içindeki figür yere yığılıverdi. Maskesi hala sağlamdı. Geniş omuzlu, etrafına kara bulutlar saçan adam tek eliyle onu yüzünden yakaladığı gibi hiç zorlanmadan kaldırdı. Avucunun içindeki kafa ve onun altında sallanan beden acınası bir görünüme sahipti.

"Boynunun kırılmadığını biliyorum," dedi, öfke kokan, kalın bir sesle.

"Lüftfen... bana acı," diye zayıfça bir tonda dilendi, maskeli.

Karanlık olan güldü fakat gülüşüne eğlence değil, küçümseme hakimdi.

"Seninle işim daha bitmedi!" diyerek, onu yere çeldi.

Darbeyle beraber kuru toprak çatladı, ağaçlar inledi ve etrafa taşlar saçıldı. Gümbürtüyle, bir toz bulutu da yükselmişti. Kurbanına ne olduğunu merak eden karanlık olan, tozun içini elleriyle yokladı.

"Bu kadar kolay olacağını zannetmedin herhalde?" diye bir ses duyuldu arkasından.

Hışımla dönen pelerinli, sol yumruğunu da savurmuştu fakat bir saniye sonra, acıyla haykırarak geriye fırladı. Dirseğinin tam ortasından kesilmiş kolundan fışkıran kanlar, geriye çekilen adam ve maskeli arasında, kızıl bir yol oluşturmuştu.

"En büyük silahını kaybettin. Solak olduğunu biliyorum," dedi maskeli olan "Artık beni yenemezsin. Hoş, en başından beri bir şansın yoktu gerçi."

"Zırvalamayı kes ve savaş benimle!" diye fırladı, karanlık olan ve ona doğru atıldı.

Kolaylıkla onu savruşturan maskeli, ne ara geri edindiği bilinmeyen kılıcıyla, bir boğa gibi koşturan düşmanının dizinin arkasına bir kesik atıverdi. Bacağı tutmaz gelen karanlık olan, tökezleyerek yere düştü ve taklalar atarak bir ağaca çarptı. Sağlam oduna başını vurmuştu.

"Şimdi, konuşacak mısın yoksa sana bir kaç çizik daha atmamı ister misin?" diye sordu, sırtı ağaca dayalı kara kişinin önüne gelen maskeli.

Cevap vermeden, sağlam ayağını savurdu karanlık olan ve düşmanını yere çalmaya çalıştı. Ancak zıplayarak darbeden kaçan maskeli, yere inmeden önce, kılıcını hasmının baldırına sapladı ve onun üstüne indi. Vücudunun ağırlığıyla eti ve kemiği yararak geçen kılıç, toprağa oturmuştu. Karanlık olan, acıyla inledi. Kılıcın üstünde oturan maskeli, ters bir taklayla yere indi. Yavaş ve sakince bir iki adım attı ve kılıcı usulca çevirdi. Karanlık olan haykırmıştı fakat en kötü olan acı değildi. Parçalanarak öğütülen etin ve kemiğin sesi, mide asidinin ağzına gelmesine yol açmıştı. Öğürerek eğildi ve sisteminde ne var ne yoksa ağacın dibine kustu. Doğrulduğunda, ağzının kenarından akan salya ve mide suyu yüzünü ve boynunu kaplamıştı. Kolundan akan kan ağacın dibinde küçük bir gölcük oluşturmuş ve donmaya yüz tutmuştu.

Onu izleyen maskelinin, ne beyaz giysileri ne de onlardan da ak maskesinde en ufak bir kir belirtisi yoktu.

"Bu kadarının yeterli olduğuna inanıyorum," dedi maskeli "Artık bu şiddet dolu hareketlerine bir son vereceksin herhalde?"

Ağacın dibindeki karanlık kişi, ona baktı. Gözlerindeki ateş, öfkeyle artarken, vücudundan basınçlı bir buhar dalgası gibi yayılan kara bulutlar fışkırdı. Ancak, bir şey demedi.

"Neden bana saldırdın? Seni kim yolladı?" diye sordu, maskeli.

"Hiç kimse, kendi başıma geldim," diye yanıtladı.

"Buna inanmamı mı bekliyorsun?" diye sordu, sesi tehditkar bir şekilde inceleyen maskeli.

"Hayır, senin gibi bir şey insanların çıkar amacı gütmeden hareket etmesini anlayamaz," dedi kara kişi "Ya da bizim ne hissettiğimizi."

"Siz? Demek birileri var arkanda," dedi, onun bir açığını yakaladığını zanneden maskeli.

"Hah!" diye bir nida koydu, karanlık olan "Dediğinde bir gerçeklik var. Tek değilim ama diğerleri nerededir hiç bir fikrim yok."

"Birbirinden bağımsız hücreler olarak çalışıyorsunuz yani," dedi, ak kişi, düşünceli bir tonda.

"Öyle de diyebilirsin fakat senin peşine düşmek için ne birisinden emir aldım ne de benim gibi başka herhangi birisiyle tanıştım. Bu karar tamamen bana ait."

"Dediklerinde mantıksız Saçmalıyorsun ya da bana yalan söylüyorsun," dedi, tekrar tehditkarlaşan, ak olan.

"İkisi de değil," diyen karanlık kişi, öksürerek durakladı ve gücünü toparlamaya çalıştı "Gerçeği mi istiyorsun? Öyle olsun. Buraya gelmemin tek bir nedeni var. O da, senden nefret etmem."

"Orası bariz," dedi maskeli olan "Senin gibi, karanlık güçlerin kölesi olanlar hep nefretle doludur. Kimsenin görmediğini zannettiği odalarda oturup hain planlarınızı kurarsınız. Beni, bizi nasıl zayıflatabileceğinizi düşünürsünüz. Bunlar yeni şeyler değil."

"Hayır, anlamıyorsun. Hiç bir odada oturup hiç bir plan kurmadım. Ne bir kişiye ne de bir kuruma hizmet ediyorum. Hepsi yerin dibine batsın," dedi, karanlık kişi "Asıl nefret ettiğim şey, masken."

"Maskem mi? Ne kadar saçma! Ne alıp veremediğin varmış onunla?" diye yanıtladı, ak kişi, şaşkınlıkla.

"Şu an bile üstündekileri görebiliyorum..." dedi karanlık olan.

Batmakta olan güneşin ışınları ak maskenin üstüne düştü ve bir takım yazıları belli etti. Yüzlerce, hatta binlerce sözcük vardı üstünde. Farklı çağlardan, farklı önemlere sahip, maskenin üstüne kazınmış çentikler halinde sözcükler. Bir yerlerinde "kral" diye bir şey yazıyordu, başka bir tarafında ise "düzen". Sözcüklerin hepsinin büyüklüğü farklıydı. Onu takanın başını her oynatışıyla beraber, başka bir sözcük görünmekteydi.

"... dünyadaki en büyük yalanlar hep o maskeye kazınmış."

"Ah, anlıyorum," dedi maskenin sahibi, sesinde neredeyse bir acımayla "Senin de beynini yıkamış onlar."

"SUS!" diye kükredi, karanlık olan.

Sesi yaylada yankılanarak göle kadar ulaşmıştı. Bu güç patlaması karşısında, bir anlığına maskeli olan sindiyse de, onun geçici olduğunu anlayınca hemencecik kendisini toparladı ve kılıcı olduğu yerde daha da döndürdü. Ne de olsa, bir dersi hak etmişti. Kara olan, olduğu yerde acıyla kıvrandı ve inledi.

"Bana saygısızlık etmeyeceksin. Buraları iyileştiren benim. Seni, hepinizi, bizi tehdit eden sayısız kuvvetten koruyan benim! İki para etmez hayatlarınızı devam ettirmenizi sağlayan benim!" diye bağırdı, her cümlede sesi daha da artarak "Buna rağmen bana saygısızlık mı ediyorsun?! Çarpılmış ve kötülük içinde harcadığın hayatına kafa yoran BANA susmamı mı söylüyorsun?! Sen bir hiçsin, sen bir hainsin, sen bir aptalsın. Sen, iyilik nedir bilmez bir veletsin. Aptal hareketleriyle, uğruna çalıştığım her şeyi yıkacak bir piçsin!"

Attığı nutuk biten ak maskeli, yavaş yavaş kendisine geldi. Soluk alış verişi normal düzene döneken, göğsünün inip kalkması da azaldı. Derken, bir kıkırtı duyuldu. Zamanla güçlenerek daha da arttı ve kuvvetli bir kahkahaya dönüştü. Karanlık olan, oturduğu -daha doğrusu zaptedildiği- yerde gülüyordu. Kara yüzündeki mavi gözlerinin kenarında birikmiş yaşlar yüzüne süzüldü.

"Maskeni bir şekilde düşürebileceğimi biliyordum!" dedi, neşeyle.

"Ne?!" dedi, maskeli olan, endişeyle ve sağa solan tedirgince bakınarak.

"Merak etme. Etrafta ne başka bir ruh var ne de seni kayıt altına alıyorum. Gerçek yüzünü benden başka kimse görmedi," diye onu teselli etti, karanlık olan.

"Niye güldün o zaman?" dedi, hala kuşkulu olan ak kişi.

"Uğruna acı çektiğim o kadar şeyin gerçek olduğunu görmek... aradan bin yıl geçse de anlayabileceğini zannetmiyorum," dedi, karanlık olan.

"Benim hakkımda ne biliyorsun da böyle konuşuyorsun?" diye sordu, maskeli.

"Sen ve senin gibiler hakkında çok şey biliyorum. Güç düşkünü, iyilik yaptığını zanneden bir avuç budalasınız. Kafanızın içinden ne geçtiğini asla tam anlamıyla anlayabileceğimi zannetmiyorum; gerçekten dediklerinize inanıyor musunuz, yoksa yalan söylediğinizin farkında mısınız? Eğer bunun farkındaysanız, kendinize ne gibi bahaneler uydurarak bunu haklı çıkarıyorsunuz? Bu tarz soruların cevabını bilmiyorum ve bundan da mutluyum. İstediğim, senin gibilerin aklının içinden geçenleri anlamak değil. Hayır. İstediğim, senin ve senin gibi beş para etmez herkesin ve her şeyin sonunu getirmek. Sizi bu dünyadan ve evrenden silip atmak!"

"Genç bir aptalın tekisin. Kandırılmışsın ve onlar tarafından kötü planlara alet ediliyorsun," diye yanıtladı, ak olan "Ben olmazsam buralara ne olacak zannediyorsun? Bu insanlar gerçekten kendilerini yönetebilir mi? Birinin gütmesi olmadan, hedef göstermesi olmadan bir şeyler yapabilirler mi? Hayır. Buralarda çok fazla aptal ve kötü var. Ben olmasam, beni izleyenler olmasa bu diyarlar kısa bir süre içinde yok olur. Hırsız, ev sahibi sindirir. Kardeş kardeşi katleder. Kaos çıkar. Benim yol göstermem olmadığı sürece, hiç birinizi bir şey beceremezsiniz."

"Hah," dedi, kara kişi küçümsemeyle "Dediklerin, şu an olandan çok mu farklı? Yüzündeki maske nedeniyle ne olduğunu unutmuşsun. Anlattığın her şey şu an gerçekleşiyor zaten..."

Ak olan bu esnada yüzünü hafifçe çevirmişti. Güneş ışıkları beyaz maskenin üstüne vurdu ve diğer yazıların neredeyse hepsinden büyük bir tanesini gösterdi; Barış.

"Diğerleri maskeni göremiyor olabilir ama ben görüyorum. O iğrenç yüzünü saklamak için kullandığın bu maskenin anlamını biliyorum. Yanlış anlama, bu maskeyi sen yaratmadın. Ne bu kadar büyük bir güce sahipsin ne de tarih boyunca herhangi tek bir kişi bunu başarabilirdi. Hayır. Sen ve senin gibiler çağlar içinde bu maskeyi ustalıkla yarattı. Propaganda, dezenformasyon, beyin yıkama... maskenin gerçek olduğuna kitleleri inandırmak için ne gerekiyorsa yaptınız. Gerçeği, maskede yazılı olan her şeyin, tarihin en başından beri sizin tarafınızdan kullanılan yalanlar olduğu gerçeğini gizlemek için elinizden geleni yaptınız... ve başarılı da oldunuz. Senden ve senin gibilerden ne kadar nefret edersem edeyim, hakkınızı vermem gerek. Dünyayı dönüştürme konusunda çok iyi bir iş çıkardınız. Şu anki dünyada, yalanlarınıza inanmayan neredeyse bir kişi bile yok."

"Yenileceğini biliyorsan, neden benimle savaşmaya çalıştın?" diye sordu, maskeli, kafası karışmış bir edayla.

"Çalışmadım! Seninle savaştım. Kaybetmiş olabilirim fakat bu savaşmış olduğum gerçeğini değiştirmiyor," dedi, karanlık olan, sert bir tonda "Sorunun cevabına gelirsek. Ben de bilmiyorum. Yaptıklarına daha fazla katlanamadım sanırım... bu dünyadan nefret ediyorum, senden nefret ediyorum, maskenden nefret ediyorum, insanlıktan nefret ediyorum. Bu iğrenç düzenden nefret ediyorum ve değişmeyeceğini biliyorum fakat gözümü de çeviremiyorum çünkü -senin aksine!- ben, gözlerimi gerçekten çeviremiyorum. Doğru, iyi, adalet, barış, demokrasi, özgürlük... bunlar adına her gün sayısız haksızlık ve adaletsizlik yapılırken yerimde huzur içinde duramıyorum. Öfkelenmeden edemiyorum. Biliyorum çünkü denedim. Sizin gibilerin yalanlarına kananlardan olmayı, susanlardan ve dünyanın sahte değerlerine inananlardan olmayı denedim..."

Sesi gittikçe yorgun bir hal almaya başlamıştı. Hatta melankolikti. Kara bulutlar zayıflamıştı.

"... senden kurtulursak, kurtulabilirsek, her şeyin iyi olacağına inanmayı denedim fakat senin gibilerden birisinin gidip, ötekinin geldiğini gördüm. Başka diyarlarda, daha barışçıl insanlar olacağına inanmayı denedim; bu sefer de, onların barışının yalan ve kan üzerine kurulu olduğunu, özgürlük ve barış söylemlerinin aslında savaş ve para demek olduğunu gördüm. Sadece, bizim aksimize, yalanlarını kendi içinde savaşmak için değil, başka diyarlarda emellerini gerçekleştirmek için kullanıyorlardı. Dünyanın neresine bakarsam bakayım, yönetenlerin zulmünü, yalanlarını, vahşetlerini ve bencilliklerini gördüm. Beyinleri yıkanmış kitlelerin onlara inandığını gördüm. Demokrasi ve barış adına vahşeti gördüm. İyilik ve adalet adına, ölen ve öldürenleri gördüm. Bu türden gerçekten, kalbimin derinliklerine işlemiş bir öfkeyle nefret ediyorum. Nefret ediyorum çünkü olduğumuzu iddia ettiğimiz her şeyin tersiyiz. Nefret ediyorum çükü savunduğumuzu iddia ettiğimiz her şeyin aksini gerçekleştiriyoruz. Nefret ediyorum çünkü bu gerçeği, hiç bir zaman, bir avuç kişiden başka birisi göremeyecek."

Uzun konuşmanın ardından, karanlık kişi sustu. Gece çökmüştü. Aydan yansıyan ışık, maskelinin yüzünde, kocaman bir "Adalet" yazısını aydınlattı. Kaderin bu kötü, ironik oyunu karşısında, kara kişi güldü. Gözlerinden yaşlar süzülerek Ay'a baktı. Bedeninde takat kalmamıştı ve ruhu soluyordu. Maskeli olan ona yaklaştı ve kılıcını hızla çekti. Diğer elinde bir terazi tutuyordu. "Adalet" yazısı daha da parladı.

"Bana ve bu diyara karşı olan suçlarının bedelini ödemeye hazır mısın?" diye sordu, kılıcı ona doğrultarak.

"Son bir şey," dedi, karanlık olan ve maskeli, onun diyeceğini bekleyerek durakladı.

Sağlam elini, zorlukla kaldırdı ve ak kişinin elindeki teraziyi işaret etti.

"Onun hilesini biliyorum. Bir kefesi, diğerinden daha ağır."

Maskeli kişi, karanlık olanın sözlerini duyar duymaz, hiddetle kılıcını savurdu ve kelleyi, bedenden ayırdı. Tok bir sesle yere düştü baş ve çimlerin üstünde biraz yuvarlandıktan sonra durdu. Ölü yüze, acıyla çarpılmış bir sırıtış sinmişti.




Ak kişi, bu düşmanını da yenmenin verdiği hazla uzaklaşmaya koyuldu. O, iyi ve haklı olandı. O, adaletti. O, düzendi. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, düşmanı olan kimseye geçit vermeyecekti.

Attığı her bir adımla beraber, etrafındaki çimenler canlanıyor, bitkiler çiçek açıyordu. Bedeninin yaydığı ısı her şeye hayat veriyordu... fakat bir süre sonra, çimenler sarararak soluyor ve çiçekler, çiftleşme fırsatı yakalayamadan kuruyarak ölüyordu. Yakan sıcaklıktan dolayı toprak kuruyor ve içindeki her türlü hayatı kaybediyordu.

Ak olan, bir ara, kara bastığını hissetti ve aşağı baktı. Ayağının yaydığı ısı, karı ve buzu eritiyordu eritmesine fakat bir şey daha vardı. Kar örtüsünün altına gizlenmiş bir kardelendi bu. Onun sıcaklığından, hayat veren fakat aynı zamanda onu köleleştirek acizleştiren sıcaklıktan, soğuğun içinde korunmayı başarabilmişti. Yabani ve zincir vurulmamıştı. Ancak, bu uzun sürmeyecekti. İyi kişinin yaydığı ısı, zaman içinde sıcaklığın iyice artmasına yol açtı ve kardelen çiçek açtı. Bir süre öyle kaldı ve ardından, kuruyarak diğerlerine katıldı.

Ak kişi yola devam edecekti ki, aklına bir şey gelerek durdu ve yönünü çevirdi.

"Ah," dedi, kendi kendine "Bakalım o gölde işime yarayabilecek neler var. Hiç el değmemişe benziyor!"

26
Kurgu İskelesi / İnsan ve İblis
« : 14 Eylül 2016, 18:00:46 »
Tanıtım: "İnsan olmak ne demektir?"

Yirmili yaşlarında, pek çok sorununun yanı sıra, sosyal olarak izole olmuş ve toplum tarafından reddedilmiş sıra dışı bir genç, bir gün şeytani bir güçle yaptığı bir anlaşma sonucu hiç düşünmediği olayların içine çekilir. Daha kendisiyle yaşamayı beceremeyen bu genç adam, doğaüstü yaratıklar, siyasi entrikalar ve komplolarla dolu bir dünyada hayatta kalabilecek ve sorusuna bir cevap bulabilecek mi?

Tür: Psikolojik, Fantastik, Aksiyon, Siyasi

Bölüm 1 - İşkence

Bütün hayatım boyunca ikilemlerde kaldım. Karşılaştığım bir durum hakkında o kadar farklı bakış açısından düşündüm ki, seçim yapamamış ve kendi kendini bitirmiş bir insan olarak kaldım. Ne olduğu fark etmedi, işle alakalı bir şey ya da kişisel hayatım; tek bir durum için aklına on beş seçenek geldiğini düşün. Hemen her biri de bayağı bir olası geliyor üstelik. Kafayı yememiş olmama şaşırıyorum.

Şimdiyse bu nefes darlıkları ve kalbimin mal gibi atıp durması başladı. Daha fazla soruna ihtiyacım varmış gibi.

Kendimi suçladım zayıf olduğum için, insanlığı suçladım bu kadar bencil ve sadist olduğu için. Gücü suçladım, sevgiyi kovaladım, idealist oldum, makyavelist oldum, pragmatist oldum... hiç biri fayda etmedi. Kendimi öldürmeyi de düşündüm ama içimdeki o umut kırıntısı ya da korku buna izin vermedi. Sonuçta bir kere yok olursam bir daha asla var olma şansım olmayacak, tüm o dinler ne derse desin.

Yoruldum. Var olmaktan ve her gün bu acı ya da sıkıntı dolu yaşamı çekmekten yoruldum. Eskiden olsa mucizevi bir değişim aramaya çalışır ve her şeye baştan başlamayı denerdim; sadece bir kere daha yenilmek için. Hayatta yeni bir sayfa açmak belki benim için vardır belki de yoktur. Bu mentaliteyle yapamayacağım ise kesin.

Bütün bu düşünceler, istenmeyen ama inatçı bir misafir gibi gelip giden kendinden şüphe krizleri ile kendimi bitirdim. Şu an ise, bu ayna karşısında ruhuma bakıyorum. Bütün çıplaklığıyla; zayıf, öfkeli, nefret dolu, korkan küçük bir çocuk gibi. Bir yandan bu dünyayı kabullenmek isteyen –ki böylece bütün çilesi sona ersin- fakat asla bunu uzun süreli yapamayan. Sürekli isyankar fakat hiçbir şeyi değiştiremeyen.

Bu işkenceyi kim ya da ne yaptı bilmiyorum. "Bir gün onu bulursam bütün bunları ödeteceğim! Hangi insan sonsuza kadar bilinçaltına maruz kalma cezasına çarptırılır ki!"

Demek isterdim fakat önümdeki bu zehir dolu ruh, benim ruhum, bunu başaracak güce asla ve asla sahip olamayacağımı bana fısıldıyor. Keşke bir çıkış yolu olsaydı...

"Yine bir neden mi arıyorsun? Senin gibiler hep bunu yapıyor?" diyen bir ses yankılandı kara boşluğun içinde.

"Kim var orada?" diyen genç, kısmen hışım kısmen korkuyla etrafına bakındı.

Burada ne kadar süredir bulunduğunu bilmiyordu fakat ilk kez, karşısındaki yansıma ve kendi düşünceleri haricinde birinin sesini duymuştu. Bir tehdit miydi yoksa arkadaş mı? Dost biriyse onu hayal kırıklığına uğratmamalıydı yoksa sonsuza kadar burada hapis kalabilirdi.

"Senin işkencecin diyebilirsin," dedi, kalın ve kuvvet kokan ses.

"Benden ne istiyorsun orospu çocuğu?" diye anlık bir cesaret patlaması yaşayan genç adam bağırmıştı.

"Güzel, içindeki potansiyel sonunda ortaya çıkıyor," diyen ses, onu onaylıyordu "Çok basit. Ortağım olmanı istiyorum."

"Ne?" dedi, bunu beklemeyen insan. Daha doğrusu bu seçenek de aklına gelmişti ama olası bulmadığı için göz ardı etmişti. Gerçi yine de bir umut kırıntısı olarak bir kıymık gibi zihnine saplanıp kalmıştı.

"Bu dünyadan sen de bıkmadın mı? İnsanoğlunun bütün bu bencilliği ve kötülüğü seni de bezdirmedi mi? Şu geldiğin hale bak, çocuk. Seni bu hale insan değil de ne getirdi? Hiç intikam istemediğini söyleme çünkü bunun yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz," diye devam etti, gaip ses.

"Sen... bir iblis misin?" diye sordu, ergenliğini henüz bitirmiş olan adam.

"Tabii ki de. Tek bir amacım var; insanoğluna ve diğer herkese bütün bu yaptıklarını ödetmek. Bunun için de benimle işbirliği yapacak birine ihtiyacım var. Ancak bir bedeli var; ruhunu bana teslim edeceksin."

"Beni salak mı zannediyorsun?" diye retorik bir soru sordu, genç.

"Hemen öyle sinirlenme. Kiralık bir kontrat öneriyorum sana. Bir yıl için ruhun benim olacak, ardından istediğini yapabilirsin."

İşte bu aklına gelmemiş olan adam duraksamıştı. Artıları ve eksilerini uzun uzun düşündü, işin içinden çıkamaz hale gelene kadar.

"Süren sona erdi," dedi iblis, "Şimdi bir cevap ver; ya evet ya da hayır."

"Evet, kabul ediyorum," dedi genç adam.

Korkunç bir kahkaha zihninde yankılanırken bir anlığına etrafı dolduran koyu yeşil ışık yüzünden gözlerini kapamak zorunda kaldı. Ardından kendini elindeki market poşetiyle sokağın ortasında buldu. Bu salak işkenceye katlanmadan önce bulunduğu yerde duruyordu. Sanki zaman hiç ilerlememiş gibi.

"İlk hedefini belirledim," diyen iblisin sesini duydu kafasında "Komşunu öldüreceksin."

Sayfa: 1 [2]