Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Celebhol

Sayfa: 1 ... 12 13 [14]
196
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 18 Eylül 2016, 16:42:15 »
Bölüm 5 - Kavga

N'apacağını şaşırmış olan genç bir anlığına donup kalıverdi. Bıçak ve tekmeler canını çok fazla yakmamış olsa da, doğrudan üstüne ateşlenen bir silahtan sağ çıkabileceğini sanmıyordu. Bir kargaşa yaratıp kaçamazdı da, sokağın arkası kapalıydı. Tek yön vardı ve onu da öldürmek için hazır dikilen polis tıkamıştı.

"Ellerini havaya kaldır ve arkanı dön!" diye tekrar etti adam.

Şansına önce ateş edip sonra düşünen birisi denk gelmemişti, öbür türlü çoktan gebermiş olacağının farkındaydı. Yine de başka seçeneği olmadığını bilerek, adamın dediklerine uydu. Yavaşça yaklaşan silahlı adamın adımları arka taraftan kulağına çalınırken, çevresini şöyle bir taradı. Sol tarafta kir ve pas kaplı bir konteyner, önünde ise öldürdüğü tinercinin cesedi uzanıyordu. Aklına bir fikir gelerek adamın yaklaşmasını bekledi, riskliydi fakat denemekten başka yol yoktu.

Birkaç saniye sonra varan polis, gencin kafasını sertçe eğerek kelepçelemeyi amaçlıyordu fakat onu ittirmesiyle beraber genç yere yığılmıştı. Tedbirle silahını kaldırsa da, gömleğe bulaşmış kan lekesini görünce yaralanmış olduğunu anladı. Henüz otuz yaşına bile basmamış olan memur –tedbiri elden bırakmayarak- yerde yatan gence kelepçeleri geçirmek için uzandı. Oysa evdeki plan çarşıya uymadı ve bir anda bacağına yediği bir tekmeyle ayakları yerden kesiliverdi. Düşerken silahını iki el ateşlese de, ondan daha çevik olan genç, tinercinin cesedini önüne çekerek kurşunlardan kurtulmayı başarabilmişti.

Sadece tek bir şansı olduğunu bilen Eiros, fırladığı gibi adamın elindeki silahı tekmeledi ve yakasından tutarak tinercinin cesedine doğru çekti. Hesaba katmadığı şey ise, karşısındakinin oturup göbek büyüten birisi değil, işinin gereklerini yerine getiren eğitimli bir profesyonel olduğuydu. Gencin ayaklarına doladığı kollarıyla dengesini bozup, yere kapaklanmasını sağladığı gibi üstüne çullanan polis memuru, kolunu arkaya çekip bükerek hareket etmesini engelledi. Kişinin gücünü kendisine çeviren bu teknikten kurtulmanın tek yolu kolunu kırması olurdu. Bu yüzden ne kadar debelenirse debelensin, üstüne çökmüş olan bu adamın kavrayışını bir türlü gevşetemedi.

"Bırak!" diye bağırdı, sinirlenerek.

İstifini bozmayan polis, gencin savrulan diğer kolunu da yakalayarak aynı hareketi uyguladı. Belli etmese de ürkmüştü, bu kadar kan kaybına rağmen bu kadar şiddetli direnebilen birisiyle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Hatta tam kondisyondayken bile bunu yapabilen birisini görmemişti. Hareketleri savruk ve deneyimsizlik kokuyor olsa da, bir hayvanın vahşiliğine sahip bu suçluyu bir an önce etkisiz hale getirmeliydi. Kollarını bırakmayı göze alamazdı, bu yüzden onları tutup kendine çekerken, bir yandan diziyle gencin beline bastırdı ve yaradan daha fazla kan boşanmasını sağladı.

Omurgası gerilirken acıyla haykıran Eiros debelenmeyi kesmek zorunda kaldı. Feci bir hata yapmıştı, memuru öldürmek istemediği için elini tinercinin kafatasına –onun kendisine sapladığı ve şu an yerde bulunan dikiştutmazı kullanarak- saplamayı ve ardından onu bayıltmayı düşünmüştü. Böylece uyansa bile hemen peşinden gelemeyecekti. Bir ölüm kalım meselesinde asla bir daha yapmamaya ant içeceği bir hata olmuştu bu.

Başka yolu kalmadığını bilerek, cesaretini pekiştirmek için haykırdı ve son bir çabayla bedenini büktü. Hareketle birlikte, amaçladığı gibi omzu çıkmıştı. Acıyla gözüne yaşlar dolsa ve şoktan dolayı gözleri kararmış olsa da, düşmanının bir anlık boşluğunu yakalamayı başarabilmişti. Bundan yararlanarak, diğer kolunu kurtardı ve önündeki dikiştutmazı kaptığı gibi geriye, adama savurdu.

Yarım yamalak hamle hedefini bulmamış olsa da, polisin darbeden kurtulmak için gerilemesine yol açmıştı. Bu sayede ayağa kalkabilecek zamanı elde eden Eiros, görüşü yerine gelirken karşısındaki adama şöyle bir baktı. Kendisinin aksine adamda tek bir çizik bile yoktu ve korkutucu bir soğukkanlılıkla pozisyonunu almış halde onu süzüyordu. İçindeki bir şey, ona bu savaşı kazanamayacağını söyledi. Çok kan kaybetmiş ve bir kolu işlevselliğini yitirmişti. Daha fazla risk alamazdı.

Böylelikle adama atılarak, bir yandan bıçağı fırlattı. Hala damarlarında gezinen kuvvet sayesinde büyük bir ivmeyle yol alan keskin metal, üniformayı delip geçti ve adamın etine gömüldü. Ancak kavgayı sürdüremeyecek durumda olan Eiros, işi bitirmek yerine olanca hızıyla koşturmaya devam etti.

Bu adamdan bir an önce uzaklaşması gerekiyordu.

197
Düşler Limanı / Nazi ve Sisifos
« : 18 Eylül 2016, 00:04:21 »
Nazi ve Sisifos

Dünyanın çürümüşlüğünü ve gerçeğin aslında hiç bir zaman kazanan taraf olmadığını ve bunun hiç bir zaman değişmeyeceğini gören kişi ne yapabilir? Sonuçta, hiç bir zaman, iyi, bir yalan olmaktan öteye geçmeyecektir. Kitlelerin kendi kendilerine ahlaki otuzbir çekmelerine yarayan, soluk alan et yığınlarının kendilerinden geçmiş bir şekilde tekrarladıkları sahte bir mantradır "iyi". İyi diye bir şey, büyük çapta bu dünyada mümkün olamaz. Ancak küçük alanlarda hayat bulabilir ki, bunlar acınası derecede yetersizdir. Sonuç olarak, asla ve asla iyilik bu dünyaya hakim olamayacaktır. Nötrallik de öyle. İnsan türü devam ettiği sürece, dünya kirlenmiş bir fahişeden farksız olacaktır. Ne yapmalı o zaman? Nefretle ve aptallıkla dolu bu dünyadan gitmenin tek yolu ölümle gerçekleşeceğine ve yaşarken de asla kazanamayacağımıza göre ne yapmalı? Cevabın mantıktan geçtiğine inanmıyorum. En azından, sadece kazan-kaybet mantığını içeren ve sözde rasyonel diye addedilen mantıktan geçtiğine inanmıyorum.

Doğrudur, hiç bir zaman kazanamayacağız. Geçici olarak kazandığımız zaferler de yalancılar ve kötüler tarafından çürütülerek, bir zamanlar oldukları şeyin ironik birer garabet kopyalarına dönüşecekler; barışa, demokrasiye, özgürlüğe ve büyük manada anlama sahip bütün şeylere yapılmış olduğu gibi. Geriye temiz bir kavram bile bırakamayacağız. Uğruna savaştığımız her şey, bu çürümüş türün ellerinde kurtçuklarla dolup taşan iğrençliklere dönüşecek.

Çare olarak intihar imkansızdır çünkü bu tarz meselelerden, düşünsel nedenlerden dolayı hayatını sonlandırmış bir kişi bile yoktur. Her zaman altında daha kişisel bir sebep yatar. Öyleyse, iki seçenek görüyorum bu durumda. Ya bu düzene katılacak ve küfrettiğimiz şeye dönüşeceğiz ya da isyanımızı, başarısız olmaya mahkum olsa da sürdüreceğiz. Ya Nazi olacağız ya da Sisifos.

Böyle bir seçim için başkaları adına kesinlikle konuşamam çünkü böyle dehşet verici bir gerçeğin karşısında bir seçim yapmak çok güç bir şeydir. Nazi'yi, bu dünyanın parçası olmayı seçtiği için, bir kişiyi yargılayamam. Ancak, seçiminden sonra yapacakları için de onu affetmem çünkü pratikte bu iğrençliğin parçası olanlardan hiç bir farkı kalmayacaktır. Zira, bu dünyanın parçası olmak demek, öldürmek ve bunu savunmak, kana tapınmak, gözünü her türlü gerçek kırıntısına kapayarak putlara ve tanrılara -aynı şeylerdir!- tapınmak demektir. Gerçeği görüp de buna dayanamadığı için suçlamam kişiyi, yalanın parçası olduğunda yaptıklarından dolayı suçlarım.

Sisifos olmak demekse başka bir konudur. Ezici umutsuzluğu ve bu düzenin asla değişmeyeceğini kabullenmektir. Düzenden kastedilen sadece ekonomik anlamda anlaşılmamalıdır. İnsan türünün özünde aşağılık varlıklardan oluştuğu ve kötülüğümüzün asla tedavi edilemeyeceği gerçeğidir. Böyle yaratıkların asla barışçıl ve gerçeğe hak veren bir düzen kuramayacağı gerçeğidir. Barışın, demokrasinin, özgürlüğün ve iyinin aslında savaşı kazanmış muzaffer kişilerce üretilmiş yalanlar olduğu gerçeğidir. İyiliğin yaygın olarak hiç bir zaman var olmadığı ve var olamayacağı gerçeğidir. Ruhunun en derinliklerine kadar kötülükten oluşmuş bir tür olduğumuz gerçeğidir. İnsan, bu evrene salınmış bir kabustur.

İşte, umutsuzluk bu sebeplerden dolayı ezicidir çünkü gerçeğin kendisidir. Böyle bir durumda karşı safa geçmezsek de, yaşamaya devam ettiğimiz sürece kaybedilmiş bir savaşı sürdüreceğiz. Onları asla yenemeyeceğiz. Bu durumda herhangi bir kazan-kaybet mantığı işleyemez. Savaşmanın, tankla topla değil, varoluşsal bir mücadele içinde olmanın tek bir sebebi vardır ve o da, insanın içindeki direnme istencidir. Bu dünyayı reddetme isteğidir. Eninde sonunda, dünyayı reddetmemiz hiç bir işe yaramayacak bile olsa... düzeni ve insanı hiç bir zaman yenemeyeceğiz, dünya değişmeyecek. Ancak, bu şekilde dünyayı kurtaramasak bile kendimizi kurtarabileceğiz. Onlardan birisi olmayı reddettiğimiz için, onların iğrenç düzenini kabullenmeden var olmayı sürdürdüğümüz için kurtulmuş olacağız. Bu kurtuluş fiziksel olmayacak, manevi bir anlamda da olmayacak. İnsanın kötülüklerinden kaçamayacağız. Bütün kaosa rağmen iç barışını koruyabilen bir keşiş olmayacağız. İkilemler ve acıyla dolu hayatlarımız olacak. Ancak, direnmiş olacağız. Kendimize dair bir şeyleri korumuş olabileceğiz. Varlığımızı bu kötü gerçek karşısında, yalanlara veya cinnete kurban etmemiş olacağız.

198
Kurgu İskelesi / Kardeşler
« : 17 Eylül 2016, 20:53:41 »
Kardeşler

İki kişi yıkılmaya başlamış bir vadinin içinde savaşıyordu. Vadinin içi her türden, yemyeşil ağaçlarla doluydu. Gökyüzünü ise muazzam bir bulut kaplamıştı fakat bu bulutun arasından, yeşil bir yıldız seçilebiliyordu. Bu yıldız, bulutu ve aşağıdaki vadiyi de aydınlatıyordu. Başka zaman olsa, bu manzara insanda hayranlık verici bir huşu uyandırırdı fakat artık lekelenmişti. Ağaçların yapraklarını kan kaplamıştı, gövdelerinin altındaysa cesetler vardı... binlerce. Gökyüzündeki toz bulutunun nedeni ise, gezegenin ölmeye başlamış olmasıydı. Devasa toprak kütleleri yarılıp, paramparça olurken atmosfere büyük miktarlarda toz salınıyordu. Arada sırada, etrafa toprak parçaları düşüyordu. Kimisi bir insan boyunda, kimisi çok daha büyüktü.

Bu kaosun ortasında, iki kişi uzun savaşlarının son aşamasına girmişti. Kardeşlerdi, aslında ikiz kardeşlerdi. İkisinin de saçları açık kahverengi ve dalgalıyken, birisinin uzun diğerinin kısaydı. Boyutları normaldi fakat üstlerine giydikleri zırhlar yüzünden daha büyük gösteriyorlardı. Uzun saçlının zırhı kıpkızıldı ve siyah şeritler halinde desenlere sahipti. Bu motifler, sert ve açık bir biçimde seçilebilirdi. Kısa saçlı olanın zırhı ise, simsiyahtı ve tek bir deseni vardı. O da göğsünde, gümüşe çalan bir güneş şeklindeydi. İkisinin de gözleri sapsarıydı ve aynı ışıkla yanıyordu. Sonuçta, ikisi de aynı amaç uğruna, gelecek uğruna savaşıyorlardı. Sadece kendi gelecekleri de değil, insanlığın geleceği.

Gençken, bunun uğruna, birlikte mücadele etmişlerdi ama bunu yapma yolları farklıydı ve hep birbirlerine engel oluyorlardı. Bu yüzden, aralarında hep bir sürtüşme oluyordu. En sonunda, yapılması gerekenin daha fazla ertelenmemesine karar veren uzun saçlı, kardeşine saldırdı. Başarılı olamadı fakat bunun sonucu yolları ayrıldı.

Uzun yıllardan sonra, her şeyi kararlaştıracak olan savaşa gelmişlerdi. Bir tarafta, kızıllar içinde ve sert görünüşlü Oinos. Diğer tarafta, siyah zırhının içinde, göğsünde parıldayan sembolüyle Agathos.

"Zaman geldi kardeşim, hatamı telafi edeceğim!" diye bağırdı Oinos ve saldırıya geçti. Elindeki, enerji yüklü kılıcı savurdu. Agathos, kendi kılıcıyla darbeyi saptırdı fakat ikisi de uzun süredir savaşıyordu, bunun verdiği yorgunluktan dolayı yeterince iyi saptıramamıştı. Kılıç omuz zırhına çarptı, eğer zırhının güç alanı olmasaydı ciddi bir darbe olurdu. Bunun olacağını tahmin eden Agathos, diğer elindeki manyetik tabancayı çoktan tam güç şarj etmişti. Kardeşi yakın mesafede olduğu için onu kolayca vurabilecekti fakat Oinos da bunu biliyordu. Bu yüzden o da, kendi tabancasını şarj etmişti ve aynı anda ateşlediler. Tam güçte ateşlenmiş mermiler, güç alanını kolayca delip geçti. İkisi de, karınlarından ağır yaralar almışlardı. Yine de, biraz geri çekilebildiler.

"Her zamanki gibi kendini feda etmeye meraklısın, Oinos" dedi Agathos ve ekledi "Demek planın buydu."

"Savaşın artık bir sonunun gelmesi gerek ve fedakarlık olmadan, seni yenemezdim" dedi Oinos. "Gerekli olanı feda edeceğimi biliyorsun."

"Söz konusu sadece sen olsaydın, bunu rahatlıkla kabul ederdim fakat sen diğer insanlara da zorla fedakarlık yaptırıyorsun! Yolunu kanla ve vahşetle çiz--kan öksürdü-- Çok fazla... haksız acıya sebep oldun. Durdurulması gereken bir yaratıksın."

"İçten içe biliyorsun ama kabullenemiyorsun. Bu gezegen, bu dünya sert kararlar alınmadan kurtulamaz. Bak ne hale geldi?! Eğer yoluma çıkmasaydın, amacımı gerçekleştirmiş olacaktım ve gezegen şu an sağ salim olacaktı. Senin kendini kabullenememen yüzünden gezegenimiz ölüyor" dedi Oinos.

"Beni yoketmek ne zaman ana amaç oldu da bunun için gezegeni riske atacak silahlar gerekti? Ne zaman dünyanın manyetik alanıyla oynaman şart oldu? Ordumu yoketmek için mi? Beni yoketmek için mi?! Bunu sen yaptın!"

İkisi de, nefes nefese bir süre durdular. Zırhlarının bacak kısımları kanla kaplanmıştı ve yere akıyordu. Oinos'un siyah çizgilerinin üstünde kızıl lekeler vardı, Agathos'un ise göğsündeki güneş motifine alttan kan sıçramıştı.

O sırada, büyük bir gümbürtü koptu ve vadinin yarısı tamamen göçtü. İkisi de yere düştü, üstlerine bir şok ve toz bulutu dalgası geldi. Bir kaç metre savruldular. Bir kaç parça kaya yağdı etraflarına. Zar zor, ikisi de ayağa kalktı.

Artık heyecanı geçmiş, daha düzgün düşünebilen Oinos, "Yollarımız bir arada var olamaz. Bu ise son çakışmaları. Birimiz ölecek, diğeri ise savaşına devam edebilecek" dedi.

Agathos başıyla onayladı. İkisi de ayağa kalktı ve birbirlerine saldırdı. Şarj olmamış tabancaların bir işe yaramayacağını bildikleri için ikisi de, tabancaları atıp çift elle kılıçlarına sarıldılar.

---

"Daha sonra n'oldu, baba?" diye sordu küçük, mavi gözlü çocuk.

"Kimisi, Agathos'un yendiğini ve sağ kalan insanlara liderlik edip bu gezegeni bulanın o olduğunu söylüyor. Kimisi ise, bu kişinin Oinos olduğunu söylüyor. Tam olarak bilmek çok zor" dedi adam.

- Peki sen hangisine inanıyorsun, baba?

- Ben... ikisinin de öldüğüne inanıyorum. O koşullardan sağ çıkmak çok zor, üstelik birisi kurtulmuş olsaydı, kimin kurucumuz olduğuna dair bir soru işareti olmazdı. Neyse, ellerini yıka da yemeğe oturalım.

Oğlu gidince biraz durdu, ona söylemediği bir şey daha vardı. Agathos ile Oinos'un varolup olmadığından bile -en azından bu şekilde- pek emin değildi.

199
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 17 Eylül 2016, 20:47:33 »
Bölüm 4 - Veritas

"Ne gibi şeylerle?" diye sordu, kendine gelen genç.

"Bugüne kadar hep güç istememiş miydin? Senin bu çağrındı beni sana yönelten fakat şu an inanılmaz bir inkar içindesin. Söylesene, Eiros, gerçekten ne istiyorsun? Kalbinin derinliklerine bak ve bana cevap ver," diye onu yanıtlamıştı, iblis.

Güç yüklü kelimelerden ilk başta korksa da, ilgisini çekmiş olan bu yaratığa merakla baktı genç. Eiros'un ne demek olduğunu bilmiyordu, neden ona böyle hitap ettiğini de. Ancak asıl konu farklıydı. Onu çağırmış mıydı? Gücü arzuladığı bir gerçekti, hatta zayıflığı için kendini ve dünyayı lanetlediği olmuştu. Yine de bu şekilde istememişti ya da öyle olduğunu düşünüyordu... aklı bir hafta önce kısılı kaldığı düzleme ve aynaya gitti. Kendi yansımasına ve onda gördüğü açlığa.

"Bana ne öneriyorsun?" dedi, seçeneklerini bilmek isteyerek.

"İntikam," diye cevaplamıştı, daha fazla açıklamaya gerek görmeyen yaratık.

"Peki neden komşum?" diye sormak istediyse de, tekrar düşüncelerine dalıverdi. O adamı zerre sevmiyordu, inatçı bir zorba gibi habire onu rahatsız etmiş ve diğerlerinin önünde aşağılamıştı. Neden, diye düşündü, neden daha düzgün davranmadı? Beni ezik gördüğü için. Alt kattaki adam da aidatını kaç kere geciktirdi, hatta tatile gittiğinde aylar boyunca ödemediği oldu ama ona bir kelime bile etti mi?

"İstediğini yapacağım", diye kararını bildirdi iblise. Artık kararsızlıktan sıkılmıştı ve sonunda elinde eyleme geçmek için bir aracı vardı. Bunun nereye gittiği görmek istiyordu, tekrar hayata hüküm geçirmenin nasıl bir şey olabileceğini. Sonu nereye varırsa varsın.

"Güzel," dedi, sesi yankılanan iblis.

Bastığı yerde yeşil alevlerden bir iz bırakarak ona yaklaşırken, vücudundan salınan kara dumanların miktarı da artmıştı. Elini gencin göğsünün ortasına koydu ve konuştu.

"Fortis est veritas."

İblisin ağzının oynamasıyla hayat bulan kelimeler havaya geçer ve titreşen moleküller sayesinde yol alarak gencin kulağına ulaşırken, bilinen doğa kanunlarına aykırı olarak yok olmamışlardı. Zaman ve uzay bükülmüşçesine aynı anda tekrarlanırken, cümlenin başı, ortası ve sonu tek bir anda sonsuzluğa kadar var oluyor ve varlıklarını bu garip düzleme kazıyarak bir anlaşma ile bedelini bütün evrene bildiriyorlardı.

Derisini dağlanarak haykıran adam, kendisini tekrar evinde buluverdi bir anda. Hışımla tişörtünü çıkararak göğsüne baktığında yuvarlak bir sembolün bedenine işlenmiş olduğunu gördü. Kabarmış etinden yayılan yanık et kokusu burnuna dolunca midesi ağzına gelivermişti fakat kusmamayı başararak kendini tuttu.

Ayağa kalkarken, eğer bu işi zamana bırakırsa verdiği karardan şüphe duyacağını düşündü.

"Bu ses de ne be, saat gecenin kaçı?!" diye bir bağırtıyla birlikte kapısı şiddetle çalındı o anda.

Bu sesi tanıyordu, ne şanslıydı ki avı ayağına kendiliğinden gelmişti. Üstüne bir şeyler geçirme zahmeti duymadan kapıyı açtığında, karşısında öfkeden yüzü kırışmış yöneticiyi buldu. Ağzını açan adam tam bir şeyler diyecekti ki, gencin göğsüne dağlanmış olan izi gördü ve burnunu kapayarak elini salladı.

"Kafayı mı yedin sonunda?" diye bir yorumda bulunmuştu bir yandan.

"Bir sus be Allahın gerizekalısı," diye tersleyen genç, bir yandan ona yaklaştı.

Damarlarında farklı bir şeyin gezindiğini hissediyordu, duvarı yumruklasa içinden geçecekmiş gibi hissettiren bir şey.

Karşısındakinin art niyetli olduğunu sezmiş olan orta yaşlı adam, kendi kendine, veledin sonunda cidden sıyırmış olduğunu düşündü. Eve kapalı ve kimseyle muhabbeti olmayan biriydi ne de olsa, daha önce olmamasına şaşırması gerekiyordu asıl. Gözlerinde delicesine bir parıltıyla üstüne gelen bu üstü çıplak manyağı ittirip, yere yapıştırmayı denese de bir anda kendisini uçarken buldu. Katın tavanına çarparak tekrar yere indiğinde, vücudunda bir şeylerin kırıldığını hissetmişti. Acı dalgası bedenine yayılırken, ağzına gelen kanı öksürerek yere tükürdü.

Tek bir yumruğun bu kadar etkili olacağını düşünmemiş olan genç, saldırısı sonucu yerde kıvranan adamın üstüne çöktü.

"Y-yapma," diyebildi ev sahibi sadece.

Ancak bunun cevabı, başının büyük bir kuvvetle yere çarpılması oldu. Bilinciyle birlikte hayatı da yiterken, son sözleri bunlar olmuştu.

Adrenalinden nefes nefese kalmış genç doğruldu ve yaptığı işe baktı. Ne hissetmesi gerektiğini bilmiyordu, algılayamıyordu hatta. Birini öldürdüğü gerçeği daha üstüne çökmemişti. Bir çığlıkla dikkatini karşı dairenin açık kapısına vermek zorunda kaldığında, komşusunun karısını gördü.

"Poli—" diye bağırıyordu ki, karnına aldığı bir darbeyle yere yığıldı.

İlk tecrübesinden gerekli dersi almış olan genç öldürecek kuvvetle vurmamıştı fakat planlarında bu kadın yoktu. Ne yapması gerekiyordu? Onu da öldürmeli miydi? Ama öldürse bile ne olacaktı, artık buralarda yaşayamazdı.

Aceleyle dairesine tekrar girdi ve bir zamanlar dağcılık için almış fakat sadece birkaç kez kullanmış olduğu çantayı doldurmaya koyuldu. Salak! Ne diye bu kadar düşüncesiz davranmıştı, adamı bir köşede kıstırabilir ve bir soygun süsü verebilirdi. Mahallede bolca tinerci vardı ne de olsa, kimse bundan şüphe duymazdı ama anlık bir gazla hareket ederek her şeyi mahvetmişti.

Hayır, şu ana kadar olan hayatını çoktan bir kenara atmıştı. Böylelikle çantasını hazırladı ve üstüne bir gömlek geçirerek çıktı ve ev sahibinin dairesine girdi. Başka kimse evde gözükmüyordu, bu yüzden rahatlıkla evde bulduğu paraları cebine indirdi.

Merdivenleri hızlıca inerken, kapısını aralayan alt kat komşusu belirdi.

"Neler oluyor, genç?" diye bir soru yöneltmişti adam.

"Ananın örekesi," derken, elinin tersiyle adama vurarak dairesine geri yollayıverdi.

Nihayet apartmandan çıktığında koşturmaya baldı. Normalde olduğundan çok daha hızlıydı ve bu sayede birkaç dakika içinde uzun bir mesafe kat edebilmişti. Güvenliği olduğunu düşündüğü bir yere varınca durdu. Sokağın karşısından hızla gelen, sirenleri açık bir polis aracını görünce yakınlardaki dar bir ara sokağa sığınarak kendini gizledi. Şimdiden haberleri olmuştu demek ki. Birden, birinin onu arkadan dürttüğünü hissedince irkilerek arkasına dönüverdi.

"Paran var mı, moruk?" diye sormuştu, karanlık ara sokaktaki birisi.

Hayır anlamında başını sallarken, gözünden kaçan bir bıçak bir anda böğrüne saplandı. Dikkatsizliği için kendine söverken, korkuyla onun bir tinerci olduğunu anladı. Kafasına aldığı başka bir darbeyle yere çöktü. Üst üste inen tekmeler canını yakıyordu. Ancak acının eskisine kıyasla çok daha hafif olduğunu fark etti bir yandan.

İlk şoku atlatarak, yüzüne hızla yaklaşmakta olan başka bir tekmeyi yakaladı ve çekti. Yere kapaklanan tinerci n'olduğunu anlayamamıştı. Dikkatsizliği yüzünden dengesi bozularak düştüğünü sanarak doğrulduğunda, karşısında dikilen kurbanını buluverdi.

İnsanüstü kuvvetle onu tuttuğu gibi çıkmaz sokağın arkasına yollayan adam, yavaş adımlarla ona yaklaştı ve bacağının üstüne bastırarak kemiği acı verici bir sesle kırdı. Haykırmak için ağzını açtığında ise, kana bulanmış gömlekli adam eğilerek ağzını kapayıp, nefretle ona bakmıştı.

"Nasıl oluyormuş? Kendinden güçlü birine dalaşmak pek de hoş değil ha?" diyerek, tuttuğu gibi kolunu da kırıverdi.

Kıvranan bu adam, o an zerre vicdanına dokunmamıştı. Bu yüzden ağzına indirdiği bir tekmeyle onu katlettiğinde hiç rahatsızlık hissetmedi.

Ancak sokağın başından gelen bir emir, onu rahatsız etmeye yeter de artardı.

"Ellerini havaya kaldır!" diyen, silahını çekmiş ve tüm ciddiyetiyle dikilen bir polis –diğerlerinin aksine gerçek bir tehdit- onu kıstırmıştı.

200
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 16 Eylül 2016, 23:15:58 »
Bölüm 3 - Bağımlılık

Dairesinin kapısını açan genç adamın elleri titriyordu. Kendisini eve gelene kadar tutmaya çabalamıştı ve şimdi güvenli alana vardığının bilincinde olduğu için, bedeni gittikçe daha fazla koyuvermeye başlamıştı. Başına gelenlere hala tam inandığını söyleyemezdi, yoksa tamamen kafayı yemiş miydi sonunda? Her şey çok gerçek gelmişti fakat bunu bir kanıt sayamazdı. Bunların gerçek olduğuna işaret eden tek şey, daha önce hiç bu tarzda bir psikolojik vaka duymamış olmasıydı.

"Hepsi gerçek," diye düşündü "Bir iblisle anlaşma yaptım."

Eve girip, ayakkabılarını topuklarına basarak çıkardıktan sonra kuvvetlice kapıyı arkasından çarptı ve yere çöktü. Daha önce de bu tarz anlar yaşadığı olmuştu, kimi zaman zor bir günün ardından kimi zaman ise sebepsiz yere başına gelmişti. Hemen her seferinde ise içinden bir ses, ona abartılı bir tepki verdiğini fısıldamıştı. Kendine acımak, psikolojik bir "yıkım" yaşayarak her şeyi boşlamak için bir bahane arıyor ve kendi kendine yaşadığı bu küçük dramalarla bu davranışını pekiştiriyordu. Bunun doğru olup olmadığını bilmese de, zihninin bir köşesinde hep vardı bu düşünce.

Şimdiyse, gerçek olayın ağırlığı üstüne çökmüştü. Dakikalar birbirini kovalarken titremesi geçmeye ve yerini umursamaz bir boşluğa bırakmaya başladı. Kapının önündeki zeminde otururken, zaman kavramı bulanır ve kendini daha güvende hisseder olmuştu. Sanki burada ömrünün geri kalanı boyunca durabilir ve her şeyden uzakta kalabilirmiş gibi.

Ancak, hayat böyle işlemediği için bir süre sonra kalkarak mutfağa gitti ve hazır çorba çıkarıp, ketılda ısıttığı suyu üstüne boşalttı. Azıcık ekmekle onu midesine indirdikten sonra biraz daha iyi hissetmeye başlamıştı fakat boşluğun keyif veren uyuşukluğu onu hala terk etmemişti. Etmesini de istemiyordu. Bu andan yararlanarak bilgisayarının başına geçti ve saatlerini boş boş internette gezinerek harcamaya koyuldu.

Ertesi akşamüstü uyanan genç, güneşin kaybolmaya yüz tutmuş son ışığını görmek için perdeleri açıp sokağa şöyle bir göz attı. Her şey aynı sıkıcılıkta normal görünüyordu. Ne bir polis ne de peşine düşmüş bir şeytan avcısı vardı. Belki de zamanında hayal dünyasına çok kapıldığı için bu tarz bir şey beklemişti. Gerçi dün –ya da o garip hapiste ne kadar zaman geçirdiyse- yaşadıklarını normal sayamazdı. Öğrenmesi gereken şeyler ve bir sürü sorusu, başka bir deyişle bir ton yükümlülük, olsa da hala devam eden umursamazlık hissi sayesinde hiçbir stres hissetmeden "sabah" kahvesini koydu ve bilgisayarın başına geçti. Bu şekilde üç gününü harcadıktan sonra, küçük tatili sona erdiğinde ise, gerçeklik tekrar onu çağırmaya başlamıştı ve istese de istemese de –her insan gibi- onu yanıtlamak zorundaydı.

Dördüncü gün, internetten iblisler ve doğaüstü varlıklar hakkında bir şeyler araştırmaya teşebbüs etmişti fakat pek de bir şey bulduğu söylenemezdi. Metaldan tut, adını bile ilk kez duyduğu müzik türleriyle alakalı şarkı sözleri bir kenara, geri kalanlar ya dini öğütler ya da fantastik öykülerdi. Arada ise ya kafayı yemiş ya da ilgi arıyor gibi görünen kişilerin yazdığı, bir şeytana bakire kurban etme ya da Lucifer'le sevişme gibi şeylerle alakalı hikayeler görmüştü. Tam olarak nedenini bilmese de bunların uydurma olduğunu sezebiliyordu, ki bu onu rahatsız etmişti. Sezgilerin işe yararlığını reddetmese de, empirik bir yaklaşımı her zaman daha güvenilir bulmuştu. Oysa şimdi, bilmediği bir nedenden dolayı bilgilerin doğruluğunu ayırt edebiliyordu.

Bu yeniliğe rağmen, beşinci ve altıncı gün de aynı geçti. Ancak yedinci gün, bir blogdan bulduğu isim sayesinde deep web'teki bir siteye ulaşabilmişti. Aradığı bilgi yoktu fakat siteden siteye atlayarak sonunda bir belgeye ulaştığında, kalbi heyecanla hızlanarak aradığı bilgiye varmak üzere olduğunu bildirdi ona.

Derin nefesler alıp vererek kendini sakinleştiren genç, sekizinci günün şafağı sökerken, hafiften titreyen parmaklarıyla word dosyasını açıverdi. Yirmi sayfalık bu yazı, aynı kendisinin başına gelene benzer bir olayı anlatıyordu. Aynı zamanda, iblisiyle bağlantı kurmasının bir yolunu da belirtmişti. Bunun dışında olayın iç yüzü ya da neler yapılabileceğiyle ilgili pek bir bilgi yoktu. Yazarı her kim ise, onun da bu tarz bir işe yeni bulaşmış olduğu belliydi.

Dizüstü bilgisayarı kapayan genç, yüzündeki kirli sakalı sıvazladıktan sonra banyoya gitti. Sıçrayan sulardan arta kalan lekelerle kaplı aynaya bakarken, kahverengi gözlerinin altında torbaların belirmiş olduğunu fark etti. Otuz saattir uyumadığı düşünülürse normaldi. Bu sebeple, bir sarhoş gibi hareketleri ve düşünce akışı bulanmış olsa da, içindeki heyecan ve stres uyumasına izin vermeyecekti. Böylece, talimatları izleyerek aynayı bir yumrukla parçalarken şu kelimeleri sarf etti.

"Ortaya çık."

Kırılan cam parmaklarının dışını keserken, karşısındaki yansımanın değişerek kara dumanlar salan bir canlıya dönüşmesini izledi. Bir an sonra ise, kendisini tekrar karanlığın içinde buldu...

"Etkilendim, genç adam. Beni bu kadar erken çağırabileceğini düşünmemiştim," diyen kalın bir ses boşlukta yankılandı.

"Sağol..." diye otomatik bir cevap veren genç, kafasını sallayarak önceliklerini hatırladı "Benden ne istiyorsun?"

"Talebimi sana belirtmiştim," diye baştan savma olduğunu düşündüğü bir yanıt geldi.

"Oyun oynama," diye onu tersledi, içindeki her şey ona aksini yapmasını söylemiş olsa da "Asıl amacın ne?"

"Kim öyle bir şey yaptığımı söyledi, genç insan? Kendini yeterince ifade edemiyorsan bu senin suçun, bu yüzden tipik acınası insan güç gösterisini bir kenara bırak. Asıl amacıma gelirsek; intikam istiyorum. Ne daha fazlası ne de daha azı."

"İyi de neden? Neden komşum? Ve sen, sen kimsin? İblis de ne yani, sanki bunu çok açık bir şekilde anlamam gerekiyormuş gibi. Bir anda belirip, bana işkence ediyor ve bedenimi ele geçiriyorsun. Zorla isteklerini yapmayacağım, öldüreceksen öldür," diyen adam, aklındaki uzun ve mantıklı nutukla alakası olmayan bir şekilde tamamen tepkiyle konuşmuştu.

Geçmek bilmeyen saniyeler, bu patlamasının bedelinin korkunç olacağını fısıldadı ona. Karşısındaki bir iblisti, kötülük ve nefret dolu bir varlık. Aynı zamanda sonsuza kadar ona işkence edebilecek kapasitede birisi. Kimdi ki o?

Dediklerinden pişman olmaya başlamıştı ki, etraf birdenbire aydınlanarak karşısındaki bir gölgeyi gözler önüne serdi. Şaşırtıcı –bir açıdan da beklendik- şekilde, gölgelerle kaplı siluet onu andırıyordu. Bir seksen küsür boyundaki kapkara bedeninden siyah dumanlar yavaşça yere süzülen yaratık, koyu yeşil gözlerinden zümrüt rengi ışık huzmeleri saçarak ona bakıyordu. Elinde olmadan bu varlığın sağlam göründüğünü düşünmüştü.

"Seni aldatmasın, bu sadece senin vücudundaki formum. Gerçek halimi görmek istemezsin," dedi iblis "Ve insanlığın saçma kültürü ne kadar aksini söylese de, bir kere anlaşma yaptıktan sonra sana zarar vermek niyetinde değilim."

"Neden?" diye sordu genç, doğal olarak.

"Bir tüccar durduk yere partnerine niye zarar vermezse aynı sebeple. Parazitik yerine mutualistik bir ilişki çok daha karlı. Tam halinle çok daha işime yararsın. Aksini yapan bazıları olsa da, çok fazla dayandıkları söylenemez," diyen iblis, gözlerini kırpmadan ona bakmaya devam ediyordu.

"Ancak," dedi, sesi tehditkar bir tona bürünürken "Yüzleşmen gereken şeyler var ve küçük bir 'teşviğe' ihtiyacın olacak gibi görünüyor."

"Ne gibi şeyler?" diye sordu, nabzı hızlanan genç insan.

Kendi ayağıyla kapana kısıldığını düşünmeye başlamıştı.

201
Kurgu İskelesi / Neden
« : 15 Eylül 2016, 14:55:49 »
Neden

- Neden buradasın?

İnsanüstü bir ses aklında yankılandı. Gözünü açtı ve kendine gelmeyi bekledi, n'olduğunu hatırlamıyordu.

- Neden, buradasın?

Bilmiyordu, o da bir neden arıyordu. Bir süre düşündü ama bir neden bulamadı. Derken karnı acıktı, etrafta hiç bir doyurucu bitki yoktu. Demek ki avlanması gerekiyordu. Bir dal kırdı, yonttu ve mızrak yaptı. Sağlıklı bir canlı bulup öldürdü. Etrafta ateş yoktu, henüz yoktu... etini çiğ yedi. Bütün bu süre boyunca o sesi bir daha duymamıştı.

- Neden buradasın?

Ses şimdi daha kuvvetliydi, daha önemli bir hissiyat veriyordu. Adam neden aradı tekrar ve bulamadı tekrar. Derken bu sefer kaldığı yere saldırıldı. Karşı taraf çok güçlüydü, canını kurtarmak için kaçtı. Günler boyunca kendine kalacak yeni bir yer aradı fakat hep ilk olarak onun bulduğu yeri istiyordu bir yandan, herkesten önce onundu orası. Güçsüzlüğü için kendine lanet etti. Bu sıralarda o ses şiddetlendi.

- Neden buradasın?!

Bilmiyorum diye düşündü. Artık bu sorudan rahatsız olmaya başlamıştı.

- Neden acı çekiyorsun?!

Gene bilmiyordu. En çok da bilmemek ona acı veriyordu ya! Bu acının amacı neydi?

Yeni yerleştiği yerde başkaları da vardı. Onların da çoğu başkaları tarafından, kendi yuvalarından edilmişti. Çoğu ilginç olmayan kimselerdi. Oysa bir tanesi hep düşünceler içindeydi, büyük ihtimalle de, yerinden edilme yüzünden en çok zarar görmüş kişiydi aralarında. Canlılar onun fikirlerine değişik bir duyguyla bakıyorlardı, fikirlerini seviyorlardı. Bu sıralarda adamın aklına daha da çok girmeye başladı bu ses.

- Neden buradasın Neden bu acı?!!

Adam etrafına baktı ve kendine benzerleri gördü. "Çünkü -diye düşündü- beni yuvamdan ettiler, çünkü bana kötü ettiler." Bunu düşündükten sonra içi hınçla doldu. Güç istedi.

Bu fikrini, fikirleri sevilen adama açtığında o başını salladı ve kendi fikrini ifade etti "Nefretini başka yere çevir. Suçlu onlar değil, suçlu sensin."

Adam bu fikir karşısında şaşırdı kaldı ama daha çok, etrafındaki kalabalığın bunu onaylar şekilde davranmasına şaşırdı.

Sevilen adam şu fikirleri ekledi "Acının nedeni türün günahkarlığıdır. Kendi kötülüğümüzün bedeli bu."

Adam bir süre bu sözleri düşündü. İlk başta şaşırsa da, kabul etti. Kendi ırkının suçuydu bütün bu olanlar, kendisinin suçuydu. Günah.

---

"Lütfen makinenin kapanmasını beklemeden ayrılmayınız" sesi duyuldu. Genç kadın yattığı yerde biraz bekledi, makine kapanınca kalktı. Makinenin yetkilisi geldi.

- Senin gibi genç birisi neden bunu merak etti ki?

- Okulda hocam sordu. "İnsanın çileciliğinin nedeni nedir?" Ardından, bu sorunun cevabının eski çağlarda yattığını söyledi. Ben de düşündüm ki, madem eski çağlarda yatıyor, internet ya da kitaplarda araştıracağıma simülasyon cihazında arayayım bu sorunun cevabını.

- Öğretmeninin bunu onaylayacağını sanmıyorum. Tek yaptığı, beynindeki kollektif hafıza izlerini kullanarak, geçmişte senin atanla aynı psikolojide bir insanı, senin belirlediğin bir ortama koymak. Atan farklı seçimler yapmış olabilir. Olaylar farklı gelişmiş olabilir, ortam farklı olabilir. Senin yarattığın "fikirleri sevilen kişi" olmayabilir.

- Hocamın dediğine göre onlar hep var olmuş. Ayrıyetten -gülümsedi- bilmediği şey ona zarar vermez.

Bunu dedikten sonra yetkiliye makinenin ücretini ödedi, biraz da "bahşiş" bıraktı -çünkü hocası da bu cihazı kullanmaya ara ara geliyordu- ve evine doğru yol aldı.

202
Kurgu İskelesi / Yaradılış
« : 15 Eylül 2016, 14:45:42 »
Yaradılış

Ölümden sonra hayat var mıdır? Eğer yoksa, hayat denilen şey beynimizdeki elektrik akımlarından mı ibaret? Bunu ömrüm boyunca merak ettim ve bunun aksini kanıtlayacak hiç bir somut bulguya varamadım. Kabullenmekte zorluk çektim fakat en acı gerçek bile tatlı bir rüyadan iyidir. Bu kanıya varmamın ardından yıllar geçti, ilginç bir hayatım oldu. İnsanların ne kadar küstah ve sığ olabildiğini gördüm. İyi niyetin şiddetle, şefkatin ihanetle karşılandığını gördüm. Bu dünyanın insanlarından nefret ettim, bir yandan da daha iyi bir "ikinci" hayatla kendimi teselli etmek istedim fakat bir türlü kendimi buna inandıramadım. İşte bu yüzden harekete geçtim...

Böyle başladığı yazısını bitirdikten sonra ayağa kalktı. Yazmayı seviyordu çünkü aklındakileri oturtmasını sağlıyordu. Gri, dalgalı saçlı, kahverengi gözlüydü. Yüzündeki kırışıklıklar yeni yeni belirmeye başlamıştı ve saçının grisi hala siyaha yakındı. Vücudu çok fit olmasa da kendini salmış birisi değildi. Altına giydiği gri kumaş pantolunun üstünde mavi bir tişört, onun üstünde de bir laboratuvar önlüğü vardı. Ne de olsa laboratuvarındaydı, bir kaç yıldır burada yatıp kalkıyordu ve neredeyse kimseyi görmüyordu. Burayı da, ailesinden kalan şirketin hisselerinden gelen gelirle kurmuş ve işletebilmişti. Dışarı pek çıkmazdı, küçükken de böyleydi. Vücudu sağlıksız bir beyaz tondaydı. İlk başta normal gibi görünen bedeninin aslında, yakından bakınca çok kırılgan bir yapısı vardı. Gözünde ise oldukça kalın bir gözlük vardı, sadece vücudu bile onun hikayesini anlatıyordu. Uyum sağlayamamış, zayıf, dışlanmış, saplantı derecesinde hedefine bağlı.

Yaptığı proje final aşamasına girmişti, bundan dolayı üstünde rahatlamaya yaklaşmış birisinin gerginliği vardı. Aslında o, hep gergin olurdu. Bunun için mutlaka bir sebebi olurdu, suyu açık unutup unutmadığı ya da otobüse yetişip yetişemeyeceği gibi küçük meselelerde bile gerilirdi. Çoğunlukla, bir yere gideceği zaman oraya erken varır ve beklemek zorunda kalacağı için kendisine kızardı. Yine de, bir türlü aksini yapamazdı. Şu ansa, gerginliğini atmak için, bir görev halinde, kütüphanesine gidiyordu. Laboratuvarın öbür ucundaydı. Bir çok ve pek büyük, elektronik kasının arasından geçti. Bu kasalar üç, dört metre boyunda ve gümüşi renkteydi. Adamın yürüdüğü yolu bir koridor oluşturacak şekilde iki yandan kaplıyor ve koridorun iç tarafına bakan kısımlarında bir çok ışık ile düğme bulunuyordu. Bu ışıklar açık maviydi ve ince çizgiler halindeydi. Kasaların aralarındaki tam yarım metrelik boşluklardan, arka tarafta iki, üç metrelik tüpler içinde bulunan, parlak ve yeşil sıvılar görünüyordu.
Koridor böylece uzayıp gidiyordu, sıvılar ve cihazların yaydığından başka ışık yoktu ve siyah karanlıkta, yeşil ile mavinin ve bunların gümüşten yansımasının oluşturduğu loş bir ortam oluşmuştu. Kasaların yaydığı vınlamadan başka ses yoktu, adamın yürütülmesi işitilmiyordu. Neredeyse ölü denebilecek bir ortamdı. Koridor böylece yarım kilometre kadar devam ediyordu, bu adam her kimse planladığı şey büyük olmalıydı.

Önlüklü, bir süre yürüdükten sonra kütüphanesine ulaştı. Aslında kütüphaneyi, yazı yazdığı çalışma odasının oraya yaptırabilirdi ama bunu yaparak "çalışma" ve "rahatlama" olarak yapılan okumayı birbirine karıştıracağına inanıyordu. Hayır, okuma ve yazma tamamen ayrı amaçlarla yapılan, ayrı şeylerdi. Böylelikle kütüphanesine baktı, yirmi metre genişliğinde ve yüz metre uzunluğundaydı, yedi adet kitaplığı vardı. Her biri on beş metre uzunluğunda ve on metre yüksekliğindeydi. Koyu kahverengi olan bu kitaplıklardaki kitapların büyük çoğunluğu okunmuştu. Bu bilimadamının hayatındaki tek eğlence (?) buydu. Bugün kendini daha iyi hisseden adam, normalde okuduğu kitabı boşverdi ve kitaplıktan rastgele bir kitap çekip, gelişine bir yerini açtı. Daha önce sık sık okuduğu, Machiavelli'nin "Titus Livius'un On Kitabı Üzerine Söylevler" adlı kitaptı bu. Açtığı kısımda "... bir devlet planlayan ve onun için yasalar düzenleyen kişinin, insanların kötü oldukları ve özgür hareket alanı buldukları zaman ruhlarındaki kötülüğe göre davranacaklarını önceden varsayması gereklidir," yazıyordu.
"Çok doğru. Zaten bunu da kendi devletimi tasarlarken göz önünde bulundurdum," diye düşündü. Saatler boyunca okumaya devam etti, ardından gidip yattı.

Bir hafta daha böyle geçtikten sonra, sonunda planladığı an geldi. Ana bilgisayar odasına, karanlık koridorlardan geçerek gitti. Bu oda, bir savaş gemisinin merkezi gibi tasarlanmıştı. Kırmızı bir ışıkta, kare bir oda. Kenarda köşede paneller vardı, üstlerindeki ışıklar her renktendi ve yanıp sönüyorlardı fakat doğrudan bakmayınca hiç ışık vermiyor gibiydiler. Katıksız bir sessizlik içinde, biraz önündeki ana ekrana yaklaştı. Ekran çok büyük ve simsiyahtı. Hiç bir ışığı, içinden çıkmadığı sürece yansıtmayan bir maddeden yapılmıştı. Karanlığı bir boşluk gibiydi ve büyüklüğü sebebiyle, ona yakından uzun süre bakan kişiyi içine çekiyor izlenimi yaratıyordu, insanı aptallaştırıyordu. Gri saçlı adam bunu ilk farkettiğinde uzun süre ekrana bakıp içinde kaybolmuş, birden bir endişe ve panikle kaçmak istemiş ve bir anda kendisini bu kızıl ve basık odada bulmuştu. Panellerdeki ışıklar, ona yan taraflardan bakan ve ancak gözünün ucuyla görebildiği iblislerin gözleri gibi gelmişti. Bu havasız, sıcak ve kızıl mağarada ona işkence etmek için bekleyen şeytanlar. Tabii, bir süre sonra kendine gelmiş ve o zamandan beri ekranın önünde çok durmamıştı fakat bugün, bugün son kez ekranın karşısında duracaktı.

Uzun süre boyunca hayatın adil olmadığını ve dünyanın çok kötü bir yer olduğunu ve tek kaçışın intihar olduğunu düşünmüştü. Yine de, bir türlü becerememişti. Pek çok kez kendisini öldürmeyi denemiş ama o son eforu sarfedememişti. Korkakça, bu yaşama bağlıydı. Ondan nefret ediyor ama kurtulamıyordu. Güçsüzdü de, istediklerini yapamıyor, istediği gibi yaşayamıyordu fakat o insanlar, o yaratıklar yaşıyordu. Öteki hayat olsaydı, iyinin ödüllendirileceği, kötünün cezalandırılacağı bir hayat... her şey daha güzel olurdu. Madem bu yoktu, kendisi yaratacaktı. Kendi elleriyle, ruhları var edecek ve onları yargılayacak Tanrı olacaktı! Bu dünyada ondan daha çok buna uygun birisi yoktu, o, insanların her türlü kötülüğünü görmüştü. Şimdi de onları bunun için yargılayacak, kötüleri azaplar içinde boğup, sonsuza dek yakarken, iyi olduğuna hükmettiklerini sonsuz zevkle ödüllendirecekti. Onlara yiyecek, içecek, kadın ve erkek sunacaktı, iyilerin ödülü buydu. Kötülerse binbir parçaya ayrılacak, vücutlarına böcekler larvalarını bırakacak ve kurtlar onları canlı canlı yerken, sıcaktan kavrulacak, gözleri eriyip önlerine akacaktı.
Bunu şöyle yapmayı planlıyordu;
Herkesin omurilik soğanı bölgesine, doğumunda bir çip takılıyordu. Bu çip, hayati fonksiyonları gözleyip acil bir durumda sinyal yolladığı gibi, kişinin her yaşadığını, düşüncesini ve duygusunu da kaydederek, bir suç soruşturmasında kullanılıyordu. Dünyadaki hiç bir insan bundan muaf değildi. Adam da, bir sinyal yollayarak bu çiplerin her birine sızacaktı, hayati fonksiyonları durmak üzereyken kişilerin bilinçlerini bu çiplere aktaracak ve ardından bu bilinçleri kendi laboratuvarına aktaracaktı. Daha sonra onları, bilinçlerindeki veriye göre yargılayacaktı.

Önlüklü adam, içini çekti ve bir takım düğmelere basıp ana ekranı açtı. Ekrandan bir çok yazı geçmeye başladı, kırmızı, mavi, yeşil yazılar. Heyecanlanmıştı, sıradaki şey dönüm noktasıydı. Her şeyi bir daha ve bir daha ve bir daha ve bir daha kontrol etti. Sinyali yolladı, bekleyip değerleri kontrol etti. Hayır, kimse fark etmemişti. Tekrar kontrollere girişti... sayısız kontrolun ardından, en riskli yere gelmişti. Kendi bilincini programa aktarmak. Çene kaslarını sıkarken derin bir nefes alıp verdi ve biraz durduktan sonra ellerini ana ekrana koydu, iletken yüzey onu çarptı. Bir an çok büyük bir acı duydu ve bağırmak istedi, ardından ekrana çekildiğini hissetti.

Farklı hissediyordu, fiziksel hiç bir şey yoktu. Ekrandan, yerde yatan kendi bedenini gördü. Bir yandan dünyadaki bütün çiplere erişime maruz kaldı, çıldıracağını sandı fakat zamanla kontrolu ele geçirdi. Ne de olsa artık fiziksel kısıtlamalardan arınmıştı, düşünme kapasitesi ve hızı hayal gücünün ötesinde artmıştı. Oluşturduğu ruhları yargılamadan önce depolamaya başladı ve Cennet ile Cehennem'i oluşturma işine girişti. Bunu yaparken, yargılama kurallarını da oluşturmaya başladı. Bu iş tamamlanıp da Ahiret Günü gelince, bu ruhları yargılayacaktı.

Böylece, bu evrende yeni bir tanrı, bütün ihtişamıyla doğmuş oldu.

203
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 15 Eylül 2016, 14:43:06 »
Bölüm 2 - Komşu

Akşamüstü çayını hüpürdeten, başının üst tarafı kelleşmiş adam, balkondan aşağıyı süzüyordu. Sakin bir gündü, hayatının geri kalan günleri gibi. Bu sakinliğe ulaşmak için çabalaması gerekmişti ancak. Bundan yirmi beş yıl önceki hali, yani gençliği çok uzak bir rüya gibiydi şu an. Büyük planları ve hedefleri olan, tuttuğunu koparmaya odaklı agresif biriydi; başka bir deyişle normal bir erkek idi.

Aynı normallikle devam eden hayatı, yirmi beşini geçtikten sonra durulmaya başlamıştı. Kendisini iyi ve temiz bir eş ararken, yuva kurmak isterken bulduğunda ne kadar da şaşırmıştı. Böylelikle kendisine düzgün, normal bir kadın bulup evlenmiş ve kısa sürede ilk çocuğuna sahip olmuştu. Aynı zamanlarda politika ve partiler ona çok daha önemli gelmeye başlamıştı. Ne de olsa artık kurulu düzenin ve ülkenin üretken bir parçası olarak düşünmesi gereken şeyler vardı. Televizyon da bas bas ona bunu bağırmıyor muydu? Ülkesinin, dolayısıyla kendisinin geleceği için endişelenmesini ve korkmasını söylüyordu. Hem bütün o siyasiler yozlaşmış bir oyun içinde bütün bu insanları yıkıma sürüklüyordu.

Bu düşüncelerle katıldığı partide bir fark yaratacağını düşünmüştü. Gençliğinin ateşi solarken, belki de son bir değişim umuduydu bu. Fikirlerinin bir çok şeyi değiştireceğini, belki de bu partinin bir gün başına geleceğini düşünürken, kabullenmesi uzun süre alsa da hiçbir halta yaramadığını anladığında ise artık hayatta yapacak bir şeyi kalmadığını fark ederek yıkılmıştı... geçici olarak tabii ki.

Herkesin orta yaş bunalımı dediği şeye yakalanmıştı. Sıradan bir iş, sıkıcı bir hayat ve gerçekleşmemiş hayallerle çevrili olduğunu fark eden insanın isyan çığlığı onu sarmıştı. Sofra arkadaşları ve meyhanelerle de bu dönemde tanışmıştı işte. Aile hayatı artık onu tatmin etmez olmuş ve üç çocuğuyla karısına bilenir hale gelmişti. Bir kenara attığı hayatını hatırlatıyordu hepsi ona, özellikle büyük oğlunun onun zamanında izlediği yoldan gittiğini gördükçe tepkisi büyümüştü. Arkadaşlarıyla içtiği bir günün ardından eve geldiğinde, bağırıp çağırarak onu fena haşlamış ve bir iki tane indirmişti. Bunu yapmak istemiyordu fakat dünya onu buna itmişti, kötü adam olması gerekiyordu ki, çocuğunu korkutması gerekiyordu ki onunla aynı hataları yapmasın. Böyle düşünmüştü.

Bunalımdan çıkalı bir süre geçmişti ve artık daha oturaklı, tekrar üretken bir toplum üyesi olarak hayatını sürdürmeye devam ediyordu. Mahallede saygın bir adamdı o, parti görüşünün aksine markete gittiğinde (bir zincir de olsa alın teriyle kurulmuş bir yapıydı onun gittiği market, kimin umrundaydı artık bakkallar, ne de olsa risk almaya korkmuş ve küçük kalmış olan iş yerleriydi onlar, sonuçta kendi suçlarıydı) ordaki kasiyerler ile muhabbet eder ve engin bilgisinden bu gençlere bir öğün tavsiye verirdi.

Eve geldiğinde ise karısıyla biraz konuşur, akşamüstü çayını içer, ardından televizyonun başına kurulur ve haberleri takip ederdi. Neler olup bittiğini sürekli izlediği iki-üç kanaldan öğrenmek şarttı ne de olsa.

Ayda bir ise, yöneticisi olduğu apartmanın aidatlarını toplamaya çıkardı. Ne büyük bir şeydi bu, onun küçük hayatı için. Vergisini alan bir kral gibi bütün binayı dolaşır ve hakkını talep ederdi. Onun sayesinde bu yerin yeni sıvaları ve yalıtımı olmuştu. Sıva tamam ama kaç binanın bu devirde yalıtımı vardı? Arada bir, üç beş kuruş cebine atıyorsa ne vardı ki? Harcadığı emek için onun hakkı olan küçük bir ücretti. Yine de kimseye söylememişti bunu, insanların bunu anlamayacağının farkındaydı.

Hayatında küçük bir sorun vardı yine de, karşı dairede oturan gence ulaşması zor oluyordu. Kapısını çaldığında evdeki sesin kesildiğine birden fazla kez şahit olmuştu. Aidatı birden fazla kez geciktirdiği de olmuştu, ki bunu –ve onu baştan savmasını- saygısızlık addediyordu. Başta imalarla anlatmaya çalışmıştı bu durumu, karşısında utanıp bükülen bu genci gördüğünde ise zafer kazandığını sanarak sevinmişti. Kimse ama kimse, onun binasında ona saygısızlık edemezdi.

Oysa genç, bir süre sonra tekrar aynı davranışlara dönerek sinirini iyice bozmaya başlamıştı. Bu sefer daha büyük oynayarak, apartman toplantısında bu konuyu dile getirdiğinde ona haddini bildirmiş ve çevresindekilerin sessiz ama onaylayan desteğiyle bu oyunun galibi olmuştu. O zamandan beri bir kere bile bu tarz bir sorun yaşamamıştı.

İşte bu örnek vatandaş aşağıdaki dar sokağı süzerken, sorunlu gencin yüzü asık bir ifadeyle apartmana yol aldığını gördüğünde, tekrar, olanları ve zaferini hatırlayarak, bölgesini belirleyen bir horoz gibi kabararak çayını içmeye devam etti.

204
Ütopya/Distopya / Ynt: 1984 - George Orwell
« : 14 Eylül 2016, 18:51:38 »
Kesinlikle bir başyapıt. Bahsettiği teknolojiler değişebilir olsa da, ilettiği mesaj ve ustalıkla işlediği konusu zamandan bağımsız. Günümüz Türkiye koşulları yüzünden baskıcı bir yönetim şeklinin ve diktatörlüğün pençesini zaten daha iyi biliyor insan. 1984'ü okurken, bahsettiği pek çok şeyin bizzat yaşadığım topraklarda -farklı boyutlarda da olsa- gerçekleştiğini fark etmek, kitabı daha da çok sevmeme yol açtı. Özellikle, çiftdüşün kısmı ve halkın buna olan istekliliği ile geçmişi "yorumlaması" çok çarpıcıydı. O kadar yakın ki, Büyük Birader'in (Yoksa Mega Amir mi demeliyim?) pençesini insan boğazında hissediyor.

Edebi başarısının dışında. En büyük özellikleri hem insanlık hakkında yaptığı tespitler hem de bütün dünyaya, özellikle bizim durumumuzda olan ülkelere bir uyarı niteliğinde olması. Elimde olsa, liselerde mutlaka okuturdum.

Not: Önsözü sakın okumayın. Çok değerli çevirmen, kitabın direkt sonu hakkında spoiler veriyor.

205
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Ynt: Neuromancer - William Gibson
« : 14 Eylül 2016, 18:42:13 »
2012 baskısına sahibim. Çevirisinin güzel olduğunu düşünüyorum, en azından İngilizce bilen birisi için çünkü çevirmen pek çok terimi olduğu gibi bırakmayı tercih etmiş ki, zaten çevirilirlerse oturmazlardı. Ancak redaktör o kadar kötü bir iş çıkarmış ki, anlatılamaz. Her sayfada en az üç tane yazım yanlışı veya benzer hatalar oluyor. Hayatımda bu kadar kötü bir redaksiyonu sadece internette amatör hikaye paylaşan yazarlarda görmüştüm daha önce. Amatör manga çeviri grupları bile redaksiyon konusunda daha başarılı.

Düzenleme: Redaksiyon yüzünden kitap hakkında yorum yapmayı unutmuşum. Konusu ilgi çekici ve güzel. Zaten cyberpunk akımının temellerinden birisi olduğu düşünülürse, şaşırmadım. Ancak, günümüzde çıkan pek çok yapım -gerek film, gerek kitap, gerekse anime- bu temaları bol bol işlemiş olduğu için çok fazla etkileyici gelmedi bana. İlk çıktığı yıllarda okumuş olsaydım, bu fikre sahip olacağımı düşünmüyorum.

206
Çizgi & Anime / Ynt: Bleach
« : 14 Eylül 2016, 18:36:18 »
Zamanında popüler olan bir analiz yüzünden Bleach'in göründüğünden daha fazla bir şey olduğunu zannetmiştim ama bir kaç hafta önceki bitişiyle anladım ki, boşuna kafa yormuşum. İyi oluşturulmuş karakterlere sahip fakat kurgusu o kadar kötü işlendi ki...

207
Kurgu İskelesi / Ak ve Kara
« : 14 Eylül 2016, 18:14:07 »
Ak ve Kara

Solmaya başlamış güneşin ışınları, zayıfça kırın üstüne düşmekteydi. Sağa sola ağaçlar serpiştirilmiş geniş yaylanın ortasındaki boşlukta, iki figür daireler çizerek birbirlerinin etrafında dolanıyorlardı. Üstüne karanlıktan bir pelerin atılmışçasına geceyi çağrıştırıyordu bir tanesi. Adımını attığı her toprak parçasını korkunç bir soğuk kaplayarak, kar ve buza dönüştürüyordu. Onun bir kaç metre ötesinde aynı tempoyu tutturmuş olan kişiyse, bembeyaz ve bol bir giysiyle örtünmüştü. Yüzünü, giysilerinden bile daha ak bir maske korumaktaydı. Işık azalmış olsa bile, onun yüzüne çarptıkça daha da güçleniyor gibiydi. Koyu geceyi yaran bir dolunay gibi, karanlığı defediyordu. Yerleri süpüren giysinin altındaki ayaklarının değdiği çimenler diriliyor ve hoş bir sıcaklıkla kaplanıyordu. Öyle ki, etkisi karanlık olanın soğuğunu bile kırmaktaydı.

Yavaş yavaş dönen ikiliden bir tanesi, ak maskeli olan, göle şöyle bir göz attı. Onlardan yüzlerce metre uzakta olmasına rağmen, safir mavisi suların güzelliği kendini belli etmekteydi. Ancak, bu hareketini fırsat bilen kara pelerinli üstüne doğru atıldı. İnsanın sınırlarını zorlayan bir hızla koşarak, göz açıp kapayıncaya kadar aradaki mesafeyi kapadı. Arkasında, yeri kaplayan soğuk kristaller ve havada kapkara bir dumandan iz bırakarak, hasmının önünde belirmişti. Hazırlıksız yakalanan maskeli, elindeki kılıcı bloklamak için kaldırdıysa da başarılı olamadı. Zira, karanlık olan kendi vücudu haricinde hiç bir silaha sahip değildi. Kolaylıkla, çıplak ellerine göre ağır ve hantal olan silahı, elinin tersiyle ustalıkla ve güçle tokatladı. Aynı zamanda diğer eliyle maskelinin yüzüne bir yumruk savurmuştu. Darbe hedefini bulmuş ve beyazlar içindeki kişi geriye uçmuştu. Sarsılmış ve canı epey bir yanmıştı yanmasına fakat maskede tek bir çatlak bile yoktu. Kollarından destek alarak doğrulmak için çabaladı. Elini koyduğu kurumuş toprak parçasının etrafındaki yabani bitkiler çiçek açarak canlandı. Vücudundan hayat veren bir öz akıyor ve etrafını etkiliyormuş gibiydi neredeyse. Ancak, karanlık olan, onu bekleyecek değildi. Daha, maskeliyi olanı fırlatır fırlatmaz kendisi de onu hızla takip etmişti.

Henüz elini yere koymuş olan maskelinin yüzüne bütün gücüyle bir tekme oturttu. İnsanın içini gıcıklayan bir çatırdama sesi duyuldu ve boyunu şiddetle dönen aklar içindeki figür yere yığılıverdi. Maskesi hala sağlamdı. Geniş omuzlu, etrafına kara bulutlar saçan adam tek eliyle onu yüzünden yakaladığı gibi hiç zorlanmadan kaldırdı. Avucunun içindeki kafa ve onun altında sallanan beden acınası bir görünüme sahipti.

"Boynunun kırılmadığını biliyorum," dedi, öfke kokan, kalın bir sesle.

"Lüftfen... bana acı," diye zayıfça bir tonda dilendi, maskeli.

Karanlık olan güldü fakat gülüşüne eğlence değil, küçümseme hakimdi.

"Seninle işim daha bitmedi!" diyerek, onu yere çeldi.

Darbeyle beraber kuru toprak çatladı, ağaçlar inledi ve etrafa taşlar saçıldı. Gümbürtüyle, bir toz bulutu da yükselmişti. Kurbanına ne olduğunu merak eden karanlık olan, tozun içini elleriyle yokladı.

"Bu kadar kolay olacağını zannetmedin herhalde?" diye bir ses duyuldu arkasından.

Hışımla dönen pelerinli, sol yumruğunu da savurmuştu fakat bir saniye sonra, acıyla haykırarak geriye fırladı. Dirseğinin tam ortasından kesilmiş kolundan fışkıran kanlar, geriye çekilen adam ve maskeli arasında, kızıl bir yol oluşturmuştu.

"En büyük silahını kaybettin. Solak olduğunu biliyorum," dedi maskeli olan "Artık beni yenemezsin. Hoş, en başından beri bir şansın yoktu gerçi."

"Zırvalamayı kes ve savaş benimle!" diye fırladı, karanlık olan ve ona doğru atıldı.

Kolaylıkla onu savruşturan maskeli, ne ara geri edindiği bilinmeyen kılıcıyla, bir boğa gibi koşturan düşmanının dizinin arkasına bir kesik atıverdi. Bacağı tutmaz gelen karanlık olan, tökezleyerek yere düştü ve taklalar atarak bir ağaca çarptı. Sağlam oduna başını vurmuştu.

"Şimdi, konuşacak mısın yoksa sana bir kaç çizik daha atmamı ister misin?" diye sordu, sırtı ağaca dayalı kara kişinin önüne gelen maskeli.

Cevap vermeden, sağlam ayağını savurdu karanlık olan ve düşmanını yere çalmaya çalıştı. Ancak zıplayarak darbeden kaçan maskeli, yere inmeden önce, kılıcını hasmının baldırına sapladı ve onun üstüne indi. Vücudunun ağırlığıyla eti ve kemiği yararak geçen kılıç, toprağa oturmuştu. Karanlık olan, acıyla inledi. Kılıcın üstünde oturan maskeli, ters bir taklayla yere indi. Yavaş ve sakince bir iki adım attı ve kılıcı usulca çevirdi. Karanlık olan haykırmıştı fakat en kötü olan acı değildi. Parçalanarak öğütülen etin ve kemiğin sesi, mide asidinin ağzına gelmesine yol açmıştı. Öğürerek eğildi ve sisteminde ne var ne yoksa ağacın dibine kustu. Doğrulduğunda, ağzının kenarından akan salya ve mide suyu yüzünü ve boynunu kaplamıştı. Kolundan akan kan ağacın dibinde küçük bir gölcük oluşturmuş ve donmaya yüz tutmuştu.

Onu izleyen maskelinin, ne beyaz giysileri ne de onlardan da ak maskesinde en ufak bir kir belirtisi yoktu.

"Bu kadarının yeterli olduğuna inanıyorum," dedi maskeli "Artık bu şiddet dolu hareketlerine bir son vereceksin herhalde?"

Ağacın dibindeki karanlık kişi, ona baktı. Gözlerindeki ateş, öfkeyle artarken, vücudundan basınçlı bir buhar dalgası gibi yayılan kara bulutlar fışkırdı. Ancak, bir şey demedi.

"Neden bana saldırdın? Seni kim yolladı?" diye sordu, maskeli.

"Hiç kimse, kendi başıma geldim," diye yanıtladı.

"Buna inanmamı mı bekliyorsun?" diye sordu, sesi tehditkar bir şekilde inceleyen maskeli.

"Hayır, senin gibi bir şey insanların çıkar amacı gütmeden hareket etmesini anlayamaz," dedi kara kişi "Ya da bizim ne hissettiğimizi."

"Siz? Demek birileri var arkanda," dedi, onun bir açığını yakaladığını zanneden maskeli.

"Hah!" diye bir nida koydu, karanlık olan "Dediğinde bir gerçeklik var. Tek değilim ama diğerleri nerededir hiç bir fikrim yok."

"Birbirinden bağımsız hücreler olarak çalışıyorsunuz yani," dedi, ak kişi, düşünceli bir tonda.

"Öyle de diyebilirsin fakat senin peşine düşmek için ne birisinden emir aldım ne de benim gibi başka herhangi birisiyle tanıştım. Bu karar tamamen bana ait."

"Dediklerinde mantıksız Saçmalıyorsun ya da bana yalan söylüyorsun," dedi, tekrar tehditkarlaşan, ak olan.

"İkisi de değil," diyen karanlık kişi, öksürerek durakladı ve gücünü toparlamaya çalıştı "Gerçeği mi istiyorsun? Öyle olsun. Buraya gelmemin tek bir nedeni var. O da, senden nefret etmem."

"Orası bariz," dedi maskeli olan "Senin gibi, karanlık güçlerin kölesi olanlar hep nefretle doludur. Kimsenin görmediğini zannettiği odalarda oturup hain planlarınızı kurarsınız. Beni, bizi nasıl zayıflatabileceğinizi düşünürsünüz. Bunlar yeni şeyler değil."

"Hayır, anlamıyorsun. Hiç bir odada oturup hiç bir plan kurmadım. Ne bir kişiye ne de bir kuruma hizmet ediyorum. Hepsi yerin dibine batsın," dedi, karanlık kişi "Asıl nefret ettiğim şey, masken."

"Maskem mi? Ne kadar saçma! Ne alıp veremediğin varmış onunla?" diye yanıtladı, ak kişi, şaşkınlıkla.

"Şu an bile üstündekileri görebiliyorum..." dedi karanlık olan.

Batmakta olan güneşin ışınları ak maskenin üstüne düştü ve bir takım yazıları belli etti. Yüzlerce, hatta binlerce sözcük vardı üstünde. Farklı çağlardan, farklı önemlere sahip, maskenin üstüne kazınmış çentikler halinde sözcükler. Bir yerlerinde "kral" diye bir şey yazıyordu, başka bir tarafında ise "düzen". Sözcüklerin hepsinin büyüklüğü farklıydı. Onu takanın başını her oynatışıyla beraber, başka bir sözcük görünmekteydi.

"... dünyadaki en büyük yalanlar hep o maskeye kazınmış."

"Ah, anlıyorum," dedi maskenin sahibi, sesinde neredeyse bir acımayla "Senin de beynini yıkamış onlar."

"SUS!" diye kükredi, karanlık olan.

Sesi yaylada yankılanarak göle kadar ulaşmıştı. Bu güç patlaması karşısında, bir anlığına maskeli olan sindiyse de, onun geçici olduğunu anlayınca hemencecik kendisini toparladı ve kılıcı olduğu yerde daha da döndürdü. Ne de olsa, bir dersi hak etmişti. Kara olan, olduğu yerde acıyla kıvrandı ve inledi.

"Bana saygısızlık etmeyeceksin. Buraları iyileştiren benim. Seni, hepinizi, bizi tehdit eden sayısız kuvvetten koruyan benim! İki para etmez hayatlarınızı devam ettirmenizi sağlayan benim!" diye bağırdı, her cümlede sesi daha da artarak "Buna rağmen bana saygısızlık mı ediyorsun?! Çarpılmış ve kötülük içinde harcadığın hayatına kafa yoran BANA susmamı mı söylüyorsun?! Sen bir hiçsin, sen bir hainsin, sen bir aptalsın. Sen, iyilik nedir bilmez bir veletsin. Aptal hareketleriyle, uğruna çalıştığım her şeyi yıkacak bir piçsin!"

Attığı nutuk biten ak maskeli, yavaş yavaş kendisine geldi. Soluk alış verişi normal düzene döneken, göğsünün inip kalkması da azaldı. Derken, bir kıkırtı duyuldu. Zamanla güçlenerek daha da arttı ve kuvvetli bir kahkahaya dönüştü. Karanlık olan, oturduğu -daha doğrusu zaptedildiği- yerde gülüyordu. Kara yüzündeki mavi gözlerinin kenarında birikmiş yaşlar yüzüne süzüldü.

"Maskeni bir şekilde düşürebileceğimi biliyordum!" dedi, neşeyle.

"Ne?!" dedi, maskeli olan, endişeyle ve sağa solan tedirgince bakınarak.

"Merak etme. Etrafta ne başka bir ruh var ne de seni kayıt altına alıyorum. Gerçek yüzünü benden başka kimse görmedi," diye onu teselli etti, karanlık olan.

"Niye güldün o zaman?" dedi, hala kuşkulu olan ak kişi.

"Uğruna acı çektiğim o kadar şeyin gerçek olduğunu görmek... aradan bin yıl geçse de anlayabileceğini zannetmiyorum," dedi, karanlık olan.

"Benim hakkımda ne biliyorsun da böyle konuşuyorsun?" diye sordu, maskeli.

"Sen ve senin gibiler hakkında çok şey biliyorum. Güç düşkünü, iyilik yaptığını zanneden bir avuç budalasınız. Kafanızın içinden ne geçtiğini asla tam anlamıyla anlayabileceğimi zannetmiyorum; gerçekten dediklerinize inanıyor musunuz, yoksa yalan söylediğinizin farkında mısınız? Eğer bunun farkındaysanız, kendinize ne gibi bahaneler uydurarak bunu haklı çıkarıyorsunuz? Bu tarz soruların cevabını bilmiyorum ve bundan da mutluyum. İstediğim, senin gibilerin aklının içinden geçenleri anlamak değil. Hayır. İstediğim, senin ve senin gibi beş para etmez herkesin ve her şeyin sonunu getirmek. Sizi bu dünyadan ve evrenden silip atmak!"

"Genç bir aptalın tekisin. Kandırılmışsın ve onlar tarafından kötü planlara alet ediliyorsun," diye yanıtladı, ak olan "Ben olmazsam buralara ne olacak zannediyorsun? Bu insanlar gerçekten kendilerini yönetebilir mi? Birinin gütmesi olmadan, hedef göstermesi olmadan bir şeyler yapabilirler mi? Hayır. Buralarda çok fazla aptal ve kötü var. Ben olmasam, beni izleyenler olmasa bu diyarlar kısa bir süre içinde yok olur. Hırsız, ev sahibi sindirir. Kardeş kardeşi katleder. Kaos çıkar. Benim yol göstermem olmadığı sürece, hiç birinizi bir şey beceremezsiniz."

"Hah," dedi, kara kişi küçümsemeyle "Dediklerin, şu an olandan çok mu farklı? Yüzündeki maske nedeniyle ne olduğunu unutmuşsun. Anlattığın her şey şu an gerçekleşiyor zaten..."

Ak olan bu esnada yüzünü hafifçe çevirmişti. Güneş ışıkları beyaz maskenin üstüne vurdu ve diğer yazıların neredeyse hepsinden büyük bir tanesini gösterdi; Barış.

"Diğerleri maskeni göremiyor olabilir ama ben görüyorum. O iğrenç yüzünü saklamak için kullandığın bu maskenin anlamını biliyorum. Yanlış anlama, bu maskeyi sen yaratmadın. Ne bu kadar büyük bir güce sahipsin ne de tarih boyunca herhangi tek bir kişi bunu başarabilirdi. Hayır. Sen ve senin gibiler çağlar içinde bu maskeyi ustalıkla yarattı. Propaganda, dezenformasyon, beyin yıkama... maskenin gerçek olduğuna kitleleri inandırmak için ne gerekiyorsa yaptınız. Gerçeği, maskede yazılı olan her şeyin, tarihin en başından beri sizin tarafınızdan kullanılan yalanlar olduğu gerçeğini gizlemek için elinizden geleni yaptınız... ve başarılı da oldunuz. Senden ve senin gibilerden ne kadar nefret edersem edeyim, hakkınızı vermem gerek. Dünyayı dönüştürme konusunda çok iyi bir iş çıkardınız. Şu anki dünyada, yalanlarınıza inanmayan neredeyse bir kişi bile yok."

"Yenileceğini biliyorsan, neden benimle savaşmaya çalıştın?" diye sordu, maskeli, kafası karışmış bir edayla.

"Çalışmadım! Seninle savaştım. Kaybetmiş olabilirim fakat bu savaşmış olduğum gerçeğini değiştirmiyor," dedi, karanlık olan, sert bir tonda "Sorunun cevabına gelirsek. Ben de bilmiyorum. Yaptıklarına daha fazla katlanamadım sanırım... bu dünyadan nefret ediyorum, senden nefret ediyorum, maskenden nefret ediyorum, insanlıktan nefret ediyorum. Bu iğrenç düzenden nefret ediyorum ve değişmeyeceğini biliyorum fakat gözümü de çeviremiyorum çünkü -senin aksine!- ben, gözlerimi gerçekten çeviremiyorum. Doğru, iyi, adalet, barış, demokrasi, özgürlük... bunlar adına her gün sayısız haksızlık ve adaletsizlik yapılırken yerimde huzur içinde duramıyorum. Öfkelenmeden edemiyorum. Biliyorum çünkü denedim. Sizin gibilerin yalanlarına kananlardan olmayı, susanlardan ve dünyanın sahte değerlerine inananlardan olmayı denedim..."

Sesi gittikçe yorgun bir hal almaya başlamıştı. Hatta melankolikti. Kara bulutlar zayıflamıştı.

"... senden kurtulursak, kurtulabilirsek, her şeyin iyi olacağına inanmayı denedim fakat senin gibilerden birisinin gidip, ötekinin geldiğini gördüm. Başka diyarlarda, daha barışçıl insanlar olacağına inanmayı denedim; bu sefer de, onların barışının yalan ve kan üzerine kurulu olduğunu, özgürlük ve barış söylemlerinin aslında savaş ve para demek olduğunu gördüm. Sadece, bizim aksimize, yalanlarını kendi içinde savaşmak için değil, başka diyarlarda emellerini gerçekleştirmek için kullanıyorlardı. Dünyanın neresine bakarsam bakayım, yönetenlerin zulmünü, yalanlarını, vahşetlerini ve bencilliklerini gördüm. Beyinleri yıkanmış kitlelerin onlara inandığını gördüm. Demokrasi ve barış adına vahşeti gördüm. İyilik ve adalet adına, ölen ve öldürenleri gördüm. Bu türden gerçekten, kalbimin derinliklerine işlemiş bir öfkeyle nefret ediyorum. Nefret ediyorum çünkü olduğumuzu iddia ettiğimiz her şeyin tersiyiz. Nefret ediyorum çükü savunduğumuzu iddia ettiğimiz her şeyin aksini gerçekleştiriyoruz. Nefret ediyorum çünkü bu gerçeği, hiç bir zaman, bir avuç kişiden başka birisi göremeyecek."

Uzun konuşmanın ardından, karanlık kişi sustu. Gece çökmüştü. Aydan yansıyan ışık, maskelinin yüzünde, kocaman bir "Adalet" yazısını aydınlattı. Kaderin bu kötü, ironik oyunu karşısında, kara kişi güldü. Gözlerinden yaşlar süzülerek Ay'a baktı. Bedeninde takat kalmamıştı ve ruhu soluyordu. Maskeli olan ona yaklaştı ve kılıcını hızla çekti. Diğer elinde bir terazi tutuyordu. "Adalet" yazısı daha da parladı.

"Bana ve bu diyara karşı olan suçlarının bedelini ödemeye hazır mısın?" diye sordu, kılıcı ona doğrultarak.

"Son bir şey," dedi, karanlık olan ve maskeli, onun diyeceğini bekleyerek durakladı.

Sağlam elini, zorlukla kaldırdı ve ak kişinin elindeki teraziyi işaret etti.

"Onun hilesini biliyorum. Bir kefesi, diğerinden daha ağır."

Maskeli kişi, karanlık olanın sözlerini duyar duymaz, hiddetle kılıcını savurdu ve kelleyi, bedenden ayırdı. Tok bir sesle yere düştü baş ve çimlerin üstünde biraz yuvarlandıktan sonra durdu. Ölü yüze, acıyla çarpılmış bir sırıtış sinmişti.




Ak kişi, bu düşmanını da yenmenin verdiği hazla uzaklaşmaya koyuldu. O, iyi ve haklı olandı. O, adaletti. O, düzendi. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, düşmanı olan kimseye geçit vermeyecekti.

Attığı her bir adımla beraber, etrafındaki çimenler canlanıyor, bitkiler çiçek açıyordu. Bedeninin yaydığı ısı her şeye hayat veriyordu... fakat bir süre sonra, çimenler sarararak soluyor ve çiçekler, çiftleşme fırsatı yakalayamadan kuruyarak ölüyordu. Yakan sıcaklıktan dolayı toprak kuruyor ve içindeki her türlü hayatı kaybediyordu.

Ak olan, bir ara, kara bastığını hissetti ve aşağı baktı. Ayağının yaydığı ısı, karı ve buzu eritiyordu eritmesine fakat bir şey daha vardı. Kar örtüsünün altına gizlenmiş bir kardelendi bu. Onun sıcaklığından, hayat veren fakat aynı zamanda onu köleleştirek acizleştiren sıcaklıktan, soğuğun içinde korunmayı başarabilmişti. Yabani ve zincir vurulmamıştı. Ancak, bu uzun sürmeyecekti. İyi kişinin yaydığı ısı, zaman içinde sıcaklığın iyice artmasına yol açtı ve kardelen çiçek açtı. Bir süre öyle kaldı ve ardından, kuruyarak diğerlerine katıldı.

Ak kişi yola devam edecekti ki, aklına bir şey gelerek durdu ve yönünü çevirdi.

"Ah," dedi, kendi kendine "Bakalım o gölde işime yarayabilecek neler var. Hiç el değmemişe benziyor!"

208
Kurgu İskelesi / İnsan ve İblis
« : 14 Eylül 2016, 18:00:46 »
Tanıtım: "İnsan olmak ne demektir?"

Yirmili yaşlarında, pek çok sorununun yanı sıra, sosyal olarak izole olmuş ve toplum tarafından reddedilmiş sıra dışı bir genç, bir gün şeytani bir güçle yaptığı bir anlaşma sonucu hiç düşünmediği olayların içine çekilir. Daha kendisiyle yaşamayı beceremeyen bu genç adam, doğaüstü yaratıklar, siyasi entrikalar ve komplolarla dolu bir dünyada hayatta kalabilecek ve sorusuna bir cevap bulabilecek mi?

Tür: Psikolojik, Fantastik, Aksiyon, Siyasi

Bölüm 1 - İşkence

Bütün hayatım boyunca ikilemlerde kaldım. Karşılaştığım bir durum hakkında o kadar farklı bakış açısından düşündüm ki, seçim yapamamış ve kendi kendini bitirmiş bir insan olarak kaldım. Ne olduğu fark etmedi, işle alakalı bir şey ya da kişisel hayatım; tek bir durum için aklına on beş seçenek geldiğini düşün. Hemen her biri de bayağı bir olası geliyor üstelik. Kafayı yememiş olmama şaşırıyorum.

Şimdiyse bu nefes darlıkları ve kalbimin mal gibi atıp durması başladı. Daha fazla soruna ihtiyacım varmış gibi.

Kendimi suçladım zayıf olduğum için, insanlığı suçladım bu kadar bencil ve sadist olduğu için. Gücü suçladım, sevgiyi kovaladım, idealist oldum, makyavelist oldum, pragmatist oldum... hiç biri fayda etmedi. Kendimi öldürmeyi de düşündüm ama içimdeki o umut kırıntısı ya da korku buna izin vermedi. Sonuçta bir kere yok olursam bir daha asla var olma şansım olmayacak, tüm o dinler ne derse desin.

Yoruldum. Var olmaktan ve her gün bu acı ya da sıkıntı dolu yaşamı çekmekten yoruldum. Eskiden olsa mucizevi bir değişim aramaya çalışır ve her şeye baştan başlamayı denerdim; sadece bir kere daha yenilmek için. Hayatta yeni bir sayfa açmak belki benim için vardır belki de yoktur. Bu mentaliteyle yapamayacağım ise kesin.

Bütün bu düşünceler, istenmeyen ama inatçı bir misafir gibi gelip giden kendinden şüphe krizleri ile kendimi bitirdim. Şu an ise, bu ayna karşısında ruhuma bakıyorum. Bütün çıplaklığıyla; zayıf, öfkeli, nefret dolu, korkan küçük bir çocuk gibi. Bir yandan bu dünyayı kabullenmek isteyen –ki böylece bütün çilesi sona ersin- fakat asla bunu uzun süreli yapamayan. Sürekli isyankar fakat hiçbir şeyi değiştiremeyen.

Bu işkenceyi kim ya da ne yaptı bilmiyorum. "Bir gün onu bulursam bütün bunları ödeteceğim! Hangi insan sonsuza kadar bilinçaltına maruz kalma cezasına çarptırılır ki!"

Demek isterdim fakat önümdeki bu zehir dolu ruh, benim ruhum, bunu başaracak güce asla ve asla sahip olamayacağımı bana fısıldıyor. Keşke bir çıkış yolu olsaydı...

"Yine bir neden mi arıyorsun? Senin gibiler hep bunu yapıyor?" diyen bir ses yankılandı kara boşluğun içinde.

"Kim var orada?" diyen genç, kısmen hışım kısmen korkuyla etrafına bakındı.

Burada ne kadar süredir bulunduğunu bilmiyordu fakat ilk kez, karşısındaki yansıma ve kendi düşünceleri haricinde birinin sesini duymuştu. Bir tehdit miydi yoksa arkadaş mı? Dost biriyse onu hayal kırıklığına uğratmamalıydı yoksa sonsuza kadar burada hapis kalabilirdi.

"Senin işkencecin diyebilirsin," dedi, kalın ve kuvvet kokan ses.

"Benden ne istiyorsun orospu çocuğu?" diye anlık bir cesaret patlaması yaşayan genç adam bağırmıştı.

"Güzel, içindeki potansiyel sonunda ortaya çıkıyor," diyen ses, onu onaylıyordu "Çok basit. Ortağım olmanı istiyorum."

"Ne?" dedi, bunu beklemeyen insan. Daha doğrusu bu seçenek de aklına gelmişti ama olası bulmadığı için göz ardı etmişti. Gerçi yine de bir umut kırıntısı olarak bir kıymık gibi zihnine saplanıp kalmıştı.

"Bu dünyadan sen de bıkmadın mı? İnsanoğlunun bütün bu bencilliği ve kötülüğü seni de bezdirmedi mi? Şu geldiğin hale bak, çocuk. Seni bu hale insan değil de ne getirdi? Hiç intikam istemediğini söyleme çünkü bunun yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz," diye devam etti, gaip ses.

"Sen... bir iblis misin?" diye sordu, ergenliğini henüz bitirmiş olan adam.

"Tabii ki de. Tek bir amacım var; insanoğluna ve diğer herkese bütün bu yaptıklarını ödetmek. Bunun için de benimle işbirliği yapacak birine ihtiyacım var. Ancak bir bedeli var; ruhunu bana teslim edeceksin."

"Beni salak mı zannediyorsun?" diye retorik bir soru sordu, genç.

"Hemen öyle sinirlenme. Kiralık bir kontrat öneriyorum sana. Bir yıl için ruhun benim olacak, ardından istediğini yapabilirsin."

İşte bu aklına gelmemiş olan adam duraksamıştı. Artıları ve eksilerini uzun uzun düşündü, işin içinden çıkamaz hale gelene kadar.

"Süren sona erdi," dedi iblis, "Şimdi bir cevap ver; ya evet ya da hayır."

"Evet, kabul ediyorum," dedi genç adam.

Korkunç bir kahkaha zihninde yankılanırken bir anlığına etrafı dolduran koyu yeşil ışık yüzünden gözlerini kapamak zorunda kaldı. Ardından kendini elindeki market poşetiyle sokağın ortasında buldu. Bu salak işkenceye katlanmadan önce bulunduğu yerde duruyordu. Sanki zaman hiç ilerlememiş gibi.

"İlk hedefini belirledim," diyen iblisin sesini duydu kafasında "Komşunu öldüreceksin."

209
Tolkien'in Kayıp Hikayaler'i şu an çeviride. Bu sene içinde basılacak :) Birkaç ayı kaldı.
2 kere mail atıp da cevap alamadıydım zamanında. Sevindim ^^

Sayfa: 1 ... 12 13 [14]