Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Althar

Sayfa: 1 ... 3 4 [5]
61
Kurgu İskelesi / Ynt: 2012: Ölülerin İntikamı 3. Bölüm
« : 20 Mayıs 2012, 21:46:12 »


Bardaki buluşmaya ilk gelen Murat idi. Kemal'in eski sıra arkadaşıydı Murat. Okulda seneler boyunca hep aynı sırayı paylaşmıştılar. 100 yıldızlı bir otelde güvenlik şefi olarak görev yapıyordu Murat. O da Kemal gibi uçuk bir tipti ve çizgi romanlar, bilgisayar oyunları, fantastik romanlar konusunda kendini kaybedenlerdendi.

Murat bir de silah hastasıydı. Uzaktan da değil hani. Bir koleksiyoncuydu. Üstelik bazı koleksiyon parçaları da pek yasal sayılmazdı, o derece hastasıydı hani. Kemal onun bu aralar hafiften göbek yaptığını düşündü. Masa başı sorumlulukları artınca ve hareket azalınca bu normal diye kabullendi.

İkinci gelen Mehmet Ali idi. Mehmet Ali, söz konusu Türkiye normları olduğunda, daha ilk bakışta sıradışıydı. Küpeleri, dövmeleri ve giyinişi ile Mali tam bir Amerikalı film yıldızı gibi duruyordu. Mali bir siyahtı. Siyah derken zenci yani. Evet, bildiğiniz zenci ve Türk. Ataları Osmanlı sarayında kölelik yapmış ve haremağalığı görevinde de bulunmuş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı Mehmet Ali. Yakışıklı ve çekici, çok zeki ve iyi eğitimliydi. Sosyal yanı gülüşü gibi ışıldıyordu.

Mehmet Ali bu arkadaş gurubunun en sevilen ve en nefret edilen üyesiydi. Çocukluğunun ilk yıllarında Mali ten rengi nedeniyle biraz zorluk yaşamış olsa da ergenlik ve sonra da üniversite döneminde zorluklar yerini nimetlere bırakmıştı. Mali kızlar arasında aşırı derecede popülerdi ve bu diğer arkadaşları için çok sinir bozucuydu.

Kemal, daha kapıdan içeriye adım atar atmaz bardaki hatunların yarısının ona doğru döndüğünü ve Mali'yi bakışlarıyla soyduğunu görebiliyordu. Bardaki hatunların diğer yarısı bunu yapmıyordu çünkü onlar henüz Mali'yi görmemişti.

Öyle işte.

"Kemo! Murti! Adamlarım benim!" diye içten bir gülümsemeyle konuştu Mali. İkisiyle de sımsıkı tokalaştı.
"Mali olm bırak bu Bronxlu zenci aksanıyla konuşmaları. Edirne'den daha Avrupa'ya geçmediğini ikimiz de biliyoruz. Kime hava atıyon? Kızlar zaten bir göz kırpmanı bekliyor kucağına atlamak için."
"Kalbimi kırıyorsun Kemalim. Sırf senin bu savını çürütmek için iki ay önce Fransaya gittim."
"Nasıldı lan?" diye sordu Murat. Kızlar nasıldı hacı demek istiyordu Murat. Murat'ın hayata bakışında kızlar, felsefesinin ve bütün eylemlerinin en temel odağıydı. Önce kızlardı Murat için.
"Fransa'da bir sürü siyah var. Bahse girerim işleri pek de öyle umduğu gibi gitmemiştir," diyerek güldü Kemal. Mehmet Ali de gülerek cevap verdi.
"Ben de aynen senin gibi düşünüyordum. Ulan orda rahat ederim, zaten bu memleketin hatunları tonla zenci görüyor diyodum. Abi inanmazsın, İstanbul'a gelene kadar ne Heidiler, ne Naomiler, Ne Evalar peşimden ayrılmadı. Her gece otele başka hatunla çıkmaktan utanmaya başladım. Resepsiyonist bayandı, ayıp oluyor gibi hissetim hep."
"Olm kolayı var. Türk misafirperverliğini ona da gösterseydin, üstelik seninki zenci ve damarlı," diye gevrek gevrek gülerek araya girdi Murat.
Kemal "Ayıboluyo..." diye gülerek kınadı Murat'ı. "Seviye ulan, seviyeyi koruyun," der gibiydi. Tamam eski dost ve çocukluk arkadaşı olarak konuşmaları süratle ergenlik muhabbeti dozuna inmeye çok müsaitti. Ama topluma açık bir yerde konuşmanın da bir adabı vardı, yan masadaki 6 hatunun yarısı bu konuşmayı dinlemek için kulaklarını on dört açmıştı.
"Ben de öyle yaptım Mırtık. Son iki gecemi Michelle'e ayırdım," diyerek güldü Mali. Murat da tebrikler eden bir omuz sıvazlamayla kahkayı bastı.
"Michelle?" diye sordu gülen Kemal.
"Resepsiyonist abla. 26 Yaşında. Sarışın, mavi gözlü, atletik, mizah duygusu gelişmiş ve çok ateşli. Bir de iç çamaşırı giymeyi pek sevmiyor."
"Haa, evet. Şimdi oldu." dedi Murat gülerek.

Bu esnada garson kız geldi. Genç bir hanımdı. Kumral bir ahuydu. Minyon ve çok güleç bir genç hanımdı. Buradaki garsonların giydiği beyaz gömlek ve bordo etekli kılık içinde de kesinlikle çok çarpıcı duruyordu. Kemal bu ablayı ilk kez görüyordu. Diğer kızları az çok tanıyordu. Murat ve Mali buranın müdavimleriydi ve genelde Kemal ile buluşma mekanları burasıydı.

"Ah, Tatlı Buse. Bana ve Murat'a her zamankinden. Sen ne içiyorsun Kemal?
"Portakal suyu lütfen. Buzsuz ama soğuk. Teşekkür ederim."
"Ah, hala yeşilaycı. İçkiye başlatamayacağız seni galiba. İçki yok, sigara yok, kızlar yok..."
"İçkinin tadını sevmiyorum biliyorsun. İçeceğim şey tatlı olmalı. Hamallık yapmayı sevmiyorum. Diğerlerine gelince, sigara..." diyordu Kemal. Murat bir sigara yakmıştı ve dumanını haince Kemal'e doğru üflüyordu. Kemal suratını buruşturdu. Murat güldü. İkinci nefesini Kemal'den uzağa üflerken sigarayı dumanı Kemal'e gelmeyecek şekilde diğer eline aldı. Murat severdi arkadaşlarını, arkadaşları için yapmayacağı şey yoktu. Yoktu.
"Sigara kokusuna çocukluğumdan beri dayanamıyorum."
"Murat o sigara yüzünden ceza kesilirse..." diyerek konuştu ve ucunu boş bıraktı Mali.
"Sana söylemeyi unuttum. Bu bölgeye yeni atanan Emniyet Müdürü bizim köylü. Dün kahvesini içmeye gittim. Çok hoşsohbet. Otele yemeğe davet ettim. Yanımızda iki çok hoş hanım da olacağı konusunda kendisine söz verdim."
"Rüşvetçi adi bir pisliksiniz Murat Bey. Sizinle muhabbeti kesmeliyim," dedi Mali.
"Geçen hafta az daha ehliyetini alıyolardı. Kim kurtardı lan seni, pis zenci?
"Peki, bazen kuraldışı vurmak gerekiyor diyelim," diyerek teslim oldu Mali. Birlikte güldüler.

"Eee, Kemo. Anlat bakalım hayat nasıl gidiyo?" diye sordu Murat.
"Gitmiyor."
"Nasıl yani? Sizin firmadaki abla meselesi ne oldu? Eda'ydı değil mi adı?" diye araya girdi Mehmet Ali.
"O konu, sorunlu," diyerek sustu Kemal.
"Sana bir kız bulalım." diye kurtarıcı bir üslupla araya daldı Murat.
"Abisi, afedersiniz s...cek hatun aramıyorum. Onu aramaya kalksam bizim de çevremizde bağlantıları olan tanıdıklarımız var. Üstelik kalitesini 5 yıldızdan tek yıldıza kadar parana göre ayarlarsın."
"Parayla demiyoz lan sibop, şen arkadaşlardan bir çevrem var, tanıştırırım. Beraber bi yerlere filan gideriz... Biraz eğleniriz. Parayla bişi diil," diye çıkıştı Murat.
"Hee lan. Ne parası. O iş için para vermem," dedi Mali
"Ben veririm, eğer verdiğim paraya değecekse," dedi Murat.
"Abisi o işe para vermek bana çok ters. Birilerinin zor durumundan faydalanmak gibi geliyor bana," diye konuştu Mali.
"Yok öyle bir şey. Üniversite mezunu olup ek iş ya da eğlence için bu işi yapanlar bile var. Düşmüşler kadar kendi isteğiyle bu yola girenler de var, atgözlüklülük etmeyin lan," dedi Murat.
"Bana ters," dedi Mali.
"Bana da," diye konuştu Kemal. "Eski bir şarkı vardı, belki hatırlarsınız. Mutaf söylüyordu. 'Sevmeden hayır, insanım ben' diyordu şarkı. Sevmeden hayır. Kalbimde bir şey duymadan bir hanıma sırf et açlığı ile el sürmek düşüncesi o hanımdan faydalanmak gibi geliyor. Bunu doğru bulmuyorum."
"Ya hanım bunu dert etmiyorsa ve o da halinden memnunsa. Onun da istediği buysa? Karşılıklı OK varsa nolcak, Kemal? Ya kimseyi kandırmıyorsak, her şey dürüstçeyse?"
Tam bu anda içkiler geldi. Murat ve Mali votka tonik ve tekila içerken Kemal'e portakal suyu gelmişti.

İçkiler içilirken konu hafiften dağıldı. Mevzu Kemal'in niye İstanbul'a geldiğine geldi. Kemal yuvarlak laflarla bir iş görüşmesi için geldiğini ve birkaç gün izin aldığını söyledi. Ayaküstü bir yalan uydurdu ama yalanının anlaşıldığının farkındaydı. Murat "çok da yedik, neyse yakında kokusu çıkar" diyen gözlerle bakıyordu. Mali "nasıl olsa ortaya çıkacak" diyen bir gülümsemeyle "tamam" diyordu.

"Eda?" diye sordu Mali yine. Arkadaşının duruşunun bu nedenle parçalı bulutlu olduğunu düşünüyordu.
"Bilmiyorum Memo. Bazen gözlerinde bir ışık görüyorum ve umutla doluyorum. Tam karşısına çıkma cesaretini topluyorum... Derken birden ışık gidiyor, karanlık ve soğuk geliyor, her yeri buzlar kaplıyor. Mesafe imkansızlaşıyor. Hem.."
"Hem ben zenciyim o beyaz, diyeceksin," diye araya öfkeyle girdi Murat.
"Aynen öyle."
"Bu mesele değil Kemal. Pek çok kız arkadaşım oldu. Çoğu gerçekten paraya o dediğin kadar önem vermiyordu." dedi Mali.
"Mali, yavrucuğum, eğri oturup doğru konuşalım. Samanlık seyran olur dönemi bitti. Hiçbirimiz kör değiliz. Ne olduğunu biliyoruz. Benim gözlemim; kızlar güvenlik ve rahatlık arıyor. Paralı koca arıyor. Bu onlar için aşktan, sevgiden daha önemli. Onları da suçlamak için söylemiyorum. İki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyor. Dünya çok maddiyatçı bir yer oldu. Bırakın romantik masalları; Gerçek hayat öyle değil. Senin tuzun kuru, senin de Murat. Size bakan abla zaten baktığı adamların ne olduğunu görüyor. Falanca otelin Güvenlik Şefi; Film yıldızları, sanatçılar, işadamlarıyla aynı karede çıkan bir abi. Diğeri falanca otomobil fabrikasının parlak ve yükselen mühendisi. Siz zaten kızlar için potansiyel avsınız olm."
"Abartma be," dedi Murat. Rahatsız olmuştu. Salak değildi ve Murat da ciddi bir ilişki yaşayamamasının nedenlerini az çok biliyor ama hep bilmezden geliyor; Salağı oynuyordu.

"Hee be yavv, o kadar da değil," diye savuşturmaya çalıştı Mali de. Ama Mali kendisini bile inandıramadı. O da farkındaydı. Düzen bozuktu. Kızların çoğu ona kabuğundaki ışıltı için yaklaşıyordu, Mali'nin kalbini kaçı merak etmişti? Kaçı onun yüreğine dokunabilmişti? Onun bir yüreği olduğunu düşünmüş müydüler acaba? Gerçek Mali'yi bütün o renk ve ışıltıların ardında kaç kişi görmüştü? Belki sadece bir tanesi... Bir isim. Dört harfli o isim, hafızasındaki bütün hatun isimlerinden çok daha kutsal ve ağırdı Mehmet Ali için.

"Dünya çok g..t," diye homurdandı somurtan Murat.
"Dünya değil, düzen g..t," diye düzeltti Mehmet Ali.

"Aşk imkansız," diye bir diğer şarkıdan alıntı yaptı Kemal.

İmkansız aşkları hatırladılar. Hep birden gülümsediler. Beraber aşk acısı çekip geceyarılarına kadar birbirlerini teselli ettikleri lise yıllarına gittiler.

"Yılanlara içiyorum!" diyerek coşkuyla, tutkuyla kadeh kaldırdı Mehmet Ali. O da bir başka şarkıdan alıntı yapıyordu.
Murat da aynen coşkuyla, efkarla kadeh kaldırdı. Ne diziydi be. Ne sıcaktı. Nasıl da hasta olup izlemiştiler. Sonra çok şeyiyle dalga geçseler de, izlerken bile dalga geçseler de o dizinin hastasıydılar.

"Yılanın Hayat Hikayesine!" diyerek güldü ve arkadaşlarıyla kadeh tokuşturdu Kemal.

Üç kadeh havada defalarca tokuştu. Hüzün ve kahkaha kolkola girip kardeş oldu.

"Hadi kalkalım. Seni bir yere götürecem Kemal. Yeni keşfettik burayı. Aslan sayesinde. Aslan'ın yeni evinin komşusunu dinlemeye gidiyoruz. Adam bir üçlünün üyesi. Eski musikiden eserler çalıyolar. Bir dinle uçmazsan şerefsizim. Uçacaksın," demişti Mali ve hepberaber kalkmıştılar.

Kalkıp gittikleri yer Eski İstanbul meyhanelerinden kalan son meyhaneydi belki de. Tarihi bir yerdi. Geniş, loş ışıklı balıkçı meyhanesinin salaş salonu toplumun her kesiminden ve her gelir gurubundan, her sosyal katmandan insanla doluydu. Boş masa yoktu. Barba'nın Yeri hafta içinde yarı yarıya dolsa da, özellikle şu son haftalarda sahne alan Üçlünün etkisiyle, cuma akşamları hep hınca hınç dolu oluyordu.

Kemal arkadaşlarının rezerve ettiği masaya oturdu ve sırf ortama uymak adına önüne bir rakı bardağı çekti. Ama ağzına bile sürmedi. Salatadan ve mezelerden biraz atıştırdı. Sahne gibi yükseltilmiş kısımdaki bir masada biraz içip arada atıştıran ve çokca sohbet edip şakalaşan üç müzik üstadını arada bir gözlüyordu. Dostluklarının ve muhabbetlerinin ışıltısı güneş gibi aydınlatıyordu meyhaneyi.

Zaman ilerlerken bir noktaya geldiler ve masadaki üstadlar sandalyelerini biraz geri çekmeye ve beraberce meşk etmek için hazırlanmaya başladılar. Mekanın sahibi bu esnada gür ve kibar sesiyle meyhaneye seslendi.

"Değerli müdavimlerimiz, ilk kez gelenler, arada uğrayanlar. Hepiniz; Güzel insanlar. Hoşgeldiniz. Şimdi burada, bu gece bize Türk Musikisinden bir ziyafet sunacak üç kıymetli dostumu bir kez daha tanıtmayı diliyorum. Kanuni Arif Bey, namı diğer Çakır," Arif Bey adı söylenince mütevazi biçimde gülümseyerek elini kalbine koymuş ve meyhaneye göz gezdirerek selam vermişti. "Tamburi Cemal Bey, namı diğer Muhtar," derken aynı şekilde Cemal Bey de herkesi selamlıyordu,"ve Neyzen Eyüp Bey, namı diğer Sofu." Sofu da aynen diğer iki arkadaşı gibi selamlıyordu meyhanedekileri.

*****

62
Kurgu İskelesi / 2012: Ölülerin İntikamı 2. Bölüm
« : 19 Mayıs 2012, 20:49:57 »
*****

Kemal gece karanlığında tek başına oturuyordu. Sokak lambasının ışığını perdeleyen koca çınarın gölgesindeydi. Oturduğu banka adeta çakılıp kalmıştı. Saatlerdir buradaydı. Mayıs gecesinin serinliğini hissetmiyordu bile. Dalgınca ağacı, yapraklarını, gökyüzünü, bulutları, yıldızları ve aydedeyi izliyordu. Geçmişini ve şimdiyi düşünüyordu. Geleceği düşünüyordu.

Geçmişinden gelen karanlık ve acıyı ne kadar geriye iterse itsin kaçış yoktu. Dünyada hep bir yabancı gibi hissetmişti. Ait olma hissine hiçbir yerde bir türlü yaklaşamamıştı. En yakınındakileri bile sokmamıştı iç dünyasına. Yalnız yürümüş ve tek başına karşılamıştı hayatın ona attıklarını. Yenilgileri zaferlerinden fazlaydı. Yaraları her defasında derinleşip daha çok kanıyordu.

Yorgun ve bitkin Kemal yıllar boyunca gördüklerini düşündü. Bütün o haksızlıklar, adaletsizlikler, yanlışlar, kötülükler, umursamazlıklar, hırsızlıklar.. Hepsi tekrar tekrar aklından geçti. Nefret, hainlik, şiddet, düşmanlık, ayrımcılık, istismar, aldatmaca, delilik, savaş, cinayet, fesatlık, fitne, garez...

"Oysa şimdiye yıldızlarda olmalıydık," diye derin bir tutkuyla fısıldadı Kemal. Hala yeryüzüne çakılıp kalmış olmak, bu cefakar dünyanın canına okuyarak onun bütün kaynaklarını bir intihar gibi hoyratça çarçur etmek ne büyük bir günahtı. İnsan bu nimetin farkında değildi, insan kördü.

Dünya üzerinde insanın kendine uyguladığı şiddetin ve kötülüğün bir sonu yoktu. Kemal aklının içinde danseden imgeler, sesler ve duygularla birlikte çalkalanıp duruyordu. İçinde bir fırtına kopuyordu. Sesin söylediği şeyleri hem anlıyor hem de anlayamıyordu.

Bir bakıma her şey çok ortadaydı ve dilinin ucundaydı ama öte yandan her şey çok karmaşık ve anlaşılmazdı. Kemal'in aklı bilinmeyenlerle boğuşurken sadece tek bir bilgiye sımsıkı ve bütün inancıyla sarıldı: Büyük bir şey geliyordu.

Orada oturup acıyla kıvranırken, cevaplar ve çözüm ararken aklının içindeki ses yine fısıldadı.

"Acısız olmaz ... Hazırlan." diye konuşmuştu Sesler.

Hazırlan sözcüğü öylesine söylenmemişti. Aslında sesin söylediği hiç bir şey öylesine söylenmiyordu. Her bir harf ve hece, her bir ses ve hatta sessizlik bile imgeler ve seslerle, duygularla doluydu. Seslerin fısıldadığı çok yoğun bir mesaj fırtınasıydı.

O gece çok uzun ve karanlık bir gece oldu. Kemal parkta sabahladı. Üzerinde sabah ayazının kalıntılarıyla kendine gelirken yarı sarhoş ve zamanın içinde kayıp gibiydi. Ay batıyordu. Yanında bir sokak köpeği ve bir kedi oturuyordu. Kedi, köpeğin sıcak koynuna sığınmıştı. Kardeşçe oturuyordular. Banka bir karga konmuştu. Karga bir bekçi gibi Kemal'in etrafında hoplaya sıçraya gezinip sanki bir melek gibi onu koruyordu.  Ağaçta bir baykuş onu izliyordu ve "puhu puhu" diye arada bir ötüyordu...

Kemal ayağa kalktı ve yavaş adımlarla evine doğru yürümeye başladı.

Sabah güneşinin ışıklarıyla beraber içindeki sesin ona söylediklerini şimdi biraz daha iyi anlayabiliyordu. Sofu. Sofu şu anda kilit idi. Sofu'yu bulmalıydı. Sofu çok önemliydi. Neden bilmiyordu ama bu çok tartışmasız bir gerçekti. Aklında bu düşünce parlıyor ve yükseliyor, ona ne yapması gerektiğini söylüyordu. Düşünce ve imgeler, sesler ona yol gösteriyordu.

"İstanbul. Seni İstanbul'da bulacağım Sofu. Hazırlanmalıyız. Geliyor, Sofu. Büyük Fırtına geliyor. Dünya bir daha asla eskisi gibi olmayacak," diyerek cebinden anahtarını çıkardı, evinin dış kapısını açtı Kemal.

****************

Kemal ailesine sadece İstanbul'da daha iyi bir iş bulduğunu ve oraya gideceğini söyledi. Babası ve annesi buna sevindiler. Başta biraz garip bulsalar da, Kemal'in garipliklerine zaten alışık olduklarından, bu aniden çıkan yeni iş ve yeni şehir mevzusunu çok fazla kurcalamadılar.

Hal böyle olunca, aile işi aradan çıkınca, geriye sadece iş meselesi kalmıştı. İstifa ve diğer mevzu.. Eda.

İşten istifa konusu hiç sorun değildi. Müdür Yardımcısı olan "beyaz" Faruk işin evrak kısmını kılıfına uydurcaktı. Faruk ve Savaş burada Kemal'in en yakın arkadaşlarıydı ve ikisi için de bu ayrılık kararını duymak büyük şok olmuştu. Açıkçası çok duygusal anlar yaşanmıştı. Erkeklik hormonu çok gelmiş koca çocuklar olan üçlü birbirine çok sıkı bağlıydı.
"A...  ko..., Baykuş. Şimdi gitmenin sırası mıydı? Bir daha ne zaman görüşcez kimbilir," diye homurdandı Savaş. Savaş ile Kemal'in kavga dövüşü bitmeyen dostlukları çok sıkıydı.
"Ölmüyoruz abisi. Şehir değiştiriyoruz. Hem oyunda görüşürüz artık. Benim hunter DPSim olmadan o yeni zindanı bitiremezsiniz zaten. Sizi yüzüstü bırakmam."
"Sokt..mun hunteri. DPSini si..m. Özlicez lan seni," diye üzgünce konuştu Faruk. "Nerden çıktı bu iş be olm. Ne güzel tıngır mıngır gidiyoduk işte. Hem zaten 2012'ye ne kaldı. Zaten kıyamet kopcak. Takılsaydık o zamana kadar böyle yumuşak yumuşak..."
"Gençler ben de sizi seviyorum ama gitmem lazım. Zamanı gelince size daha etraflıca her şeyi anlatırım."

Eski arkadaşlardı bunlar. Okulu bırak, mahalleden çocukluk arkadaşıydılar. Aralarındaki bağ çok güçlü ve çok derindi. Çocukluk arkadaşlarından zamanla kopmak zorunda kalırdın. Ve yeni edindiğin yetişkinlik arkadaşlarının çoğu ile ise yakın bir arkadaşlık ve güven ilişkisi, sadakat bağı kurmak çok çok zordu. Aralarındaki bağı kıymetli yapan biraz da buydu. Çünkü bunlar kopmamıştı. Beraber ne günler görmüş, neler yaşamıştılar. Anılar çok güçlüydü. Hem neşe ve kahkaha hem de acı ve üzüntü vardı ortak geçmişlerinde.

Koca koca adamlar bebekler gibi somurtarak kucaklaştılar. Ayrılık koyuyordu doğrusu. Kemal en son böyle ne zaman üzüldüğünü hatırladı. Yıllar önceydi. Daha 5 yaşında bir veletken yine taşınmaları gerektiğinde arkadaşı için ağlamıştı. Hem de ne içli içli ağlamıştı.

Kemal'in sonraki durağı 3. kattı. Beyazların katı. Burada muhabbet ettiği bir iki arkadaşı vardı ve onlarla kısaca vedalaştı. Gözleri bir yandan da Eda'yı arıyordu. Eda ortalarda görünmüyordu. Kemal koridora doğru yürüdü. Biraz da diğer bölümlere bakayım diye düşünüyordu.

Eda ile koridorun ortasında karşılaştılar. Siyah dalgalı saçları omuzlarından aşağı şelale gibi dökülüyordu. Siyah, çok şık bir tekparça elbise giyiyordu. Kısa eteği ve uzun topuklu ayakkabıları dikkat çekiciydi. Üst kısımda çok dar olan elbisenin açık 3 düğmesinden görünen dekolte göz alıcıydı. Buğday rengi teni ışıldıyordu. Gözleri yine bir bakışta buz dağlarını eritiyordu. Genç kadın acelesi var gibi hızlı hızlı ofise doğru yürüyordu. Kemal'i tam karşısında görünce birden yavaşladı. Yürüyüşü normal hıza geçti ama bakışları genç adamdan kaçtı.

Kemal durdu ve Eda'yı bekledi. Bir kaç adım sonra Eda da yanındaydı ve Kemal ile yüzyüzeydi. Genç kadın durmuş ve genç adamla gözgöze gelmişti. Yüz ifadesi çok ketumdu. Kemal sessizce inledi. Eda ona hiç şans tanımıyordu.

Kemal onu gördüğünde ne söyleyeceğini defalarca tekrar etmiş ve defalarca yazmıştı aklında... Ama şimdi Eda karşısındayken her şey birden bire tepetaklak olmuştu. Kelebek sürüsü kalkışa geçmişti. Kalbi küt küt atıyordu. Nefesini kontrol etmekte zorlanıyordu. Terlemeye ve üşümeye başlamıştı. Aklındaki bütün sözler uçup giderken yerine yeni sözler geliyordu ve onları çaresizce düzenlemeye, ağzından çıkarmaya çalışıyordu.

Sonunda Kemal teslim oldu. Bıraktı ağzından olduğu gibi çıksın. Yorulmuştu Kemal. Her şey bu kadar zor ve belirsiz olmak zorunda mıydı? Hayat niye bu kadar sert ve acımasızdı? Bir şeylerin olmasını neden bu kadar zorlaştırıyorduk? Hayat zaten zordu, bir de biz insanlar bunu diğerlerine neden bu kadar zorlaştırıyorduk?

Bıraktı sözcükleri. Azad etti kalbini, verdi dudaklarını kalbine. Acemice, kırık dökük sözcüklerle, saflıkla ve içtenlikle; yeni yürümeye çalışan bir çocuk gibi düşe kalka çıktı sözcükler dudaklarından. Öyle saftı ve el değmemişti hisleri.

"Eda... Bazı şeyler oldu... İşten ayrılıyorum. Benim gitmem gerek. Seni görmeden gidemedim... Şimdiye kadar.. sana bakışlarımdan bir şeyler anlamadıysan, şimdi gözlerime bak. Anla."

Kemal durdu. Derin bir nefes aldı. Bir çocuk gibi kırılganlaştı. Hayatının dönemeçlerinden birindeydi.

"Gitmeden önce... Benimle bir çay içer misin, Eda? Sadece bir çay?"

Bir süre sadece gözgöze sessizce durdular orada. Sözün bitip gözlerin konuştuğu noktadaydılar.

Kemal içinde uçuşan kelebekler ve fırtınalarla, sarsılan ruhuyla orada dikildi. Kalbi çılgın gibi güm güm atıyordu, nefesi derin ve güçlüydü. Sessizlik her geçen saniye daha da büyüyor ve korkunçlaşıyordu. Sessizlik canavarlaşıyordu.

"Bana bir şey söyleyecek misin Eda?" Kemal'in bir işarete ihtiyacı vardı. Biraz cesarete ihtiyacı vardı. Eda'nın da biraz ilgi duyduğuna dair bir işarete ihtiyacı vardı. O zaman zorluklar çok daha kolay olacaktı. Belki bir yol açılacaktı.

Ya da bir yol kapanacaktı, hayır bile kabul ettiği bir cevaptı. Duymaya ihtiyacı vardı. Burada duymalıydı.

Eda sessizdi. Genç kadının yüz ifadesinden bir şey okumak çok zordu. Gözleri berrak ve ifadesi durgundu. Gözlerinde çok çalışılmış bir sakinlik vardı. Eda sessizdi. Kemal genç kadının içindeki duygusal karmaşayı ve dışarıya karşı bu kadar sıkı biçimde kontrol edilmesini görüyordu. Eda'nın içinde kendi sırları ve acıları vardı. Herkesin lanetleri vardı ve Eda'nın lanetleri de onu sımsıkı tutuyordu. Kemal bir dokunabilseydi onun yüreğine...

Her insan bir evrendi. Keşke Eda'yı keşfedebilme şansı olsaydı. Ama genç kadın buna izin vermiyordu. Zaman buna izin vermiyordu. Belki de kader bile buna izin vermiyordu.. İmkansızlıklar dört bir yanı kuşatmıştı.

Kader, düşüncesi Kemal'in aklında ağırlaştıkça ağırlaştı. Kaldırılamayacak, taşınamayacak kadar ağırlaştı bu düşünce. Kemal'in omuzları bu ağırlık karşısında çöktü. Kırık ve yaralı kalbiyle geriye bir adım attı. Kılıcını bu imkansız kalenin kapısı önüne sapladı ve son nefesiyle son duasını söylemeye koyuldu. Kanının son damlasına kadar çarpışmıştı, daha fazlası elinden gelmiyordu.

Dudaklarından "Elveda Eda," diyerek bir veda cümlesi söylemeyi istedi. Eda'yı ve Eda'yı seven Kemal'i oraya gömmeyi istedi. Ama içindeki Ses birden yönetimi ele almış gibi kuvvetle; dudaklarından çıkan kelimelere yeniden şekil verdi.

"Tekrar görüşene dek, hoşça kal."

Kemal arkasını döndü ve yürüdü. Kemal giderken kalbi hala Eda'daydı. Kalbi geri gelmemek üzere Eda'da kalmıştı.

*******
[/b]

63
Kurgu İskelesi / 2012: Ölülerin İntikamı
« : 18 Mayıs 2012, 23:30:07 »
22 Eylül 2011 tarihli bir öykümün girişi. Zombiler mi dedi birisi?


Kemal bir kargo şirketinin ana deposunda çalışıyordu. Öğle yemeği için kafeteryaya indiğinde başına geleceklerden habersizdi.

***

Her zamanki gibi yine arkadaşları ile buluşup öğle yemeği yiyecek, kafeteryaya gelen komşu bankanın güzel bankacılarını süzerek tatlılarını atıştıracaktılar. Her öğlen yaşanan bir törendi bu. Bu törenden sonra sıra Kemal'in bir bahanae uydurup 3. kata çıkmasına gelecekti. 3. Kat "beyazların" yani memurların katıydı. 2. kattaki Kemal ve arkadaşları "zenciler"di; İşçiler.

Üçüncü katta da zenciler vardı ama onlar çok daha klas zencilerdi, sınıf atlamış zencilerdi.

Üçüncü katta Eda vardı. Eda. Eda. Eda.

Şu son bir yıldır Kemal'in işe gelen ayaklarının biraz daha canlı olmasının ve sabahlara daha az küfretmesinin adı EDA idi.

Eda, simsiyah dalgalı saçları kuzguni bir ışıltıyla parlayan, mavi gözleri görenleri çarpan, kirpikleri yürekleri parçalayan, gülüşü güneşler yükselten bir güzeldi. Eda şıklıkta rakipsiz, güzellikte emsalsiz, çekicilikte bir taneydi. Yüzü mehtap gibi ışıldıyordu. Yürüyüşünü seyre doyum olmuyordu. Size bir kez gülümsemesi sizi esir almaya yeter de artardı; hayatınız kayardı. Kemal'in hayatı kaymıştı.

Firmada çalışıpta Eda'yı gördüğünde esaretle uzun uzun bakmayan tek bir erkek yoktu. Hatta hanımların tayfası bile ne zaman o yanlarından geçse-yanlarında olmasa ama görüşe girse hem hayranlık hem de kıskançlıkla hemen "Eda" demeye ve izlemeye koyuluyordu.

Eda, ilk başlarda Kemal'in sadece uzaktan beğendiği bir "ablaydı". Tamam Eda taş gibi hatundu ve çok tatlıydı ama Kemal'den birkaç gömlek büyüktü. Eda'nın peşinde "ne mühendisler, ne doktorlar" vardı ama kızla bir iki haftadan uzun süre çıkabilen olmamıştı. Eda sertliğiyle de ünlüydü. Mesafeli ve kuralcı, yaklaştıkça soğuk, kapalı ve zor. Tatlısert. Karşısına muhabbet kurmak çabasıyla çıkan kişiyi koridorda çok fena bozması birden fazla defa yaşanmış bir olaydı. Duruşu hem davetkar hem de kesinlikle caydırıcıydı.

"Abi bize hayatta bakmaz bu kız. Şu güzelliğe şu şıklığa bak, bizim aldığımız maaş sadece kılığına bile yetmez," konuşmaları zenciler arasında yaygındı. Beyazlardan arkadaşları ile taklılırken Kemal beyazların da aynı şekilde Eda'ya hayran olduğunu ama bir o kadar uzak durduğunu görmüştü.

Her şeye rağmen Kemal son altı aydır her iş gününde en az bir kez Eda'yı görmeden günün sonunu edemiyordu. Her şey binanın otoparkında tamamen tesadüfen yaşanmıştı. Tabii tesadüf diye bir şey var mı evrende bu filozofların ve bilim adamlarının uzun uzadıya tartışmasına müsait bir konu, bu ayrı bir hikaye... neyse... Biz hikayemize dönelim...

Tesadüfen... İş çıkışıydı. Eda otoparktaki arabasının bagajına doğru yürürken Kemal de oradaydı. Eda'yı gördüğünde yine karnında bir kelebek sürüsü uçuşmuştu. Eda yine bir kuğu gibi süzülüyordu. Topuklu ayakkabısının boş otoparkta çınlayan sesi müzik gibiydi. Bu daracık keten pantolonunun sardığı sıkı poposu insanı kesinlikle hipnotize ediyordu.

Kemal başını diğer tarafa çevirmek zorunda kaldı. Bakmanın da bir adabı vardı. Arkası dönük bile olsa bir hanıma bu kadar uzun süre ve bu kadar dik bakılmamalıydı...

Yine de geriye dönüp bir kez daha bakmaktan kendini alamadı. Ne güzeldi. Saçları, yürüyüşü, o kalçalar, bacaklar, yürüyüşündeki zarafet ve çekicilik...

Nazar. Nazar değmişti.

Eda'nın topuklu ayakkabısının topuğu kırılmıştı ve genç kadın yere yuvarlanmıştı.

Kemal'in yardıma koştuğu ve genç kadını nazikçe kaldırdığı o an çarpıldığı andı. Geri dönüşü olmayan biçimde kaderinin mühürlendiği andı. Orada başlamıştı her şey. Dökülen çantaları toplayıp Eda'ya arabasına kadar eşlik ederken olmuştu her şey. Bir kitap ile başlamıştı esaret. Çantadan aşağı düşen bir kitap...

"Harika bir kitaptır, sen mi okuyorsun armağan mı olacak?" diye sormuştu Kemal. Şaşkındı. Bir kızın bu kitabı okuması görülmüş şey değildi.
"Ben okuyorum," demişti gözleri sımsıcak ışıldarken gülümseyen Eda.

Eda ile gözgöze ne kadar kaldıklarını hiç bilememişti Kemal. Bir arabanın yaklaşan sesi ile kendine gelmişti ve ikisi de iyi geceler dileyerek kendi yollarına dönmüştü.. Kemal'in kalbi orada o kitapla beraber Eda'nın arabasına binmişti.

Sonraki günlerde çeşitli vesilelerle Eda'ya yaklaşmayı denemişti Kemal. Ama işler çok sıkışık bir döneme girince ve firmada stres katsayısı artınca, başından aşan işlerle birlikte fırsatların kıtlığı başlamıştı. Eda'yı şöyle uzaktan günde bir kez görebiliyorsa kendini şanslı sayıyordu. Haftalar akıyordu. Arada gözleri çakışıyor yani aslında Eda Kemal'in gözlerini kendi gözlerinde yakalıyordu ve günaydın-iyiakşamlarlaşabiliyordular ama ondan ötesi yoktu.

Eda bir buzdolabı halini almıştı ve iyice uzaklaşmıştı. Kemal zaten kendini bir prensese aşık olmuş bir köle gibi hissediyordu bir de prenses de böyle yıldızlar gibi uzak, buz gibi soğuk olduğunda.. Ölüm gibi sessiz olduğunda.. Kemal iyice umutsuzlaşmış ve kendi karanlığına, yalnızlığına gömülmüştü. Hiç umut ışığı, hiç şansı yoktu.

****

Kemal kafeteryada zenci ve beyaz arkadaşlarından oluşan gurupla yemeğini yemişti. Şimdi bu guruptan diğer iki arkadaşıyla oynadıkları online bilgisayar oyunu hakkında konuşup bankacıları ve şirketin güzel hanımlarını yan gözle kesiyordular.

"Abi yeni raid zindanı çok sakat.  İki tank olmadan ikinci boss geçilemez. Hem tam gearcheck diyolar. 350K HP gerek Blade Tank'a. Özellikle phase2 tam bir bela. İki tankın çok iyi koordine olması lazım yoksa debufflar şifacıların bütün manayı bitirir," diye anlatıyordu Savaş.
"Koordine derken, şu bankacı hatun Esma mıydı? Mavi minili olan, kızıl saçlı ahu."diye sordu Faruk
"Evet, Esma hanım. Çok hoş bir abla," diye cevapladı Kemal.
"Koordineyle ne alakası var Esma'nın?" diye merakla sordu Savaş
"Evli mi hacı?"
"Boşanmış,"dedi Savaş.
"Ben talibim," diye atılan Faruk idi.
"Ben de."
"Ben de!"
"Abi ben NEED atıyorum," dedi Savaş.
"Pass o zaman. Benimki GREED," dedi Kemal.
"Ben ısrarlıyım," diye konuştu Faruk.
"Senin şu üniversite öğrencisi yengemiz noldu? Ne ısrarı olm?" diye kaşlarını çattı Savaş. Rekabeti sevmiyordu.
"Abisi offspec için roll yapıyorum. Kız biraz uçuk,"
"WOW oynayan 35 yaşında bir müdür yardımcısısın, senden uçuk olamaz ya?"

Kahkahalar koptu gitti. World of Warcraft oynamayan birisi bu adamları dinlese ne kadarını anlayabilirdi bu konuşmanın, o bir tartışma konusu.

"Arkadaşlar esas duruşa davet ediyorum. Katil geçiyor. Saat 4 istikameti. Çok çaktırmayın lütfen," diye haber verdi Savaş.

Katil, Eda'nın bu üçlü içindeki şifreli adıydı. Kemal'in ona baktığını bildiklerinden diğerlerinin bakışları ve sözleri söz konusu Eda olduğunda epey bir derlenip toparlanıyordu.

"Yine kitle katliamı yaptı ve gidiyor," diye konuştu Faruk.
Eda gri bir etek giyiyordu. Pileli eteği dizden biraz yukarıdaydı. Kalça kısımı epey bir vücuda oturuyordu. Beyaz, daracık bir gömlek ve yüksek topuklu siyah deri ayakkabılarıyla Eda yıkıp geçiyordu. Saçları o yürürken dalga dalga dalgalanıyordu. Kemal bu manzarayı karnında uçuşan kelebeklerle izledi... Derin bir nefes çekti. Ah etti. Dişini ve yumruğunu sıkmış buldu kendini. Dünyaya lanetler yağdırdı. Öfke içinden bir yangın gibi yükseldi.

"Nuray hanım kızın içine düşecek. Demirleydinin lezbiyen olduğuna bahse girerim." diye söylendi Faruk.
"Ben seninle hiçbi şey için bahse girmem abisi. Hala bana bi takım elbise borçlusun?" diye sinirli sinirli, sitemle söylendi Savaş.
"Ne takım elbisesi be?!"
"Bak gördün mü. Adam bilmezden geliyor..."
"Yav başlarım şimdi senin..."

Diye ikisi atışırken ve Kemal Eda'yı dalgın dalgın izlerken bir şeyler olmaya başladı. 

Kemal içinde öfkeyle birlikte yükselen bir şeyi daha duyuyordu. Bir sesti bu. Yukarıya çıkıyordu. Kemal şakınlıktan dilini yutacak gibiydi. Ses birden çok sesti. Belki milyonlarca, belki milyarlarca farklı ses birleşip tek bir ses olmuştu. Kemal duyduğuna inanamadı. Ses onunla konuşuyordu. İlk başta kısa bir süre için anlaşılmaz bir gürültü gibiydi. Hem çok aşina hem de çok yabancı. Sonra alıştıkça aşinalık arttı ve ses de ona yaklaşıp daha duyulur ve dinlenir oldu.

Kemal sesin içinde hem tanıdığı hem de tanımadığı sesleri duyuyordu. Sadece insan sesi değil hayvanlar ve doğadan sesler de vardı burada... Kemal ayakta uyumadığından emin olmak için kendini silkeledi. Dikkatini toparladı ve çevresine göz attı. Ses o kadar barizdi ki başkasının onu duymuyor oluşu Kemal'i bir kez daha çok şaşırttı. Hayal görmediğini biliyordu, rüyada değildi, halüsinasyon görmüyordu... Ve kesinlikle delirmiyordu.

Keşke bunlardan birisi olsaydı ama hayır. Kemal ne duyduğunun gayet farkındaydı. Sesteki bir şey en katı gerçeklikten bile güçlü biçimde Kemal'i bilinçli biçimde sarmalıyor ve gerçek olduğuna ikna ediyordu. Hatta bir an için ses yükseldi ve diğer iki arkadaşı da bir şey duymuş gibi duraklayıp dinleyen yüz ifadeleri takındılar.. Kemal artık çok çok emindi. Bu ses gerçekti. Gerçek olduğunu ispatlamak için bilinçli biçimde reddedilmez bir çaba harcıyordu.

"Sofu..."  diyordu ses. Sofu. Tekrar tekrar söylediği şey buydu. "Sofu.. Sofu'yu bul. Sofu'yu bul. Bırakma."

Kemal, Sofu'nun kim olduğunu o an için bilmiyordu ama onu bulacağından emindi. İçindeki bu sesin fısıldadığı sözcüklerden sonra hayatının geri dönüşü olmaksızın değiştiğini hissediyordu. Daha şimdiden sesin içindeki fısıltılardan bir şeyler çıkarmaya başlamıştı ve kanı donuyordu. İçi hem heyecanla alev gibi yanıyor hem de korkuyla kararıp buz kesiyordu. Büyük bir şey geliyordu. Dünya değişecekti. Yakında.

Çok yakında.

*****

64
Kurgu İskelesi / Ynt: Kızıl kıyamet
« : 12 Mayıs 2012, 16:45:20 »
Selamlar Fırtınakıran

3 A4 sayfası ve satır aralığı konularındaki sözlerini dikkate alacağım. Ama şu iki nokta konusu benim kendi içimde kavga ettiğim bir konu. O konuda söz veremem :)

Live long and prosper.

65
Kurgu İskelesi / Ynt: Kızıl kıyamet
« : 12 Mayıs 2012, 15:51:58 »
Selamlar Galaxie
Numaralar sayfa numaralarıydı. Senin de ifade ettiğin gibi uzun metinler, göze bir duvar gibi dümdüz gelen metinler okumayı zorlaştırıp itici kılıyor. Şekil elbette önemli. Uzun zaman oldu. Deneysel amaçlı mı numaralandırmıştım, okumayı bölmek için şekil amaçlı mı bölmüştüm hatırlamıyorum ama numaralar A4 sayfa numaraları. Buraya öyküyü eklerken numaraları silmedim. Numaraların hikayesi böyle.

Öyküyü bölmek istemedim. Zaten o kadar uzun bir öykü değil diye düşündüm... Bilemiyorum. Haklı olma ihtimalin sanırım yüksek. Benim öykü tanımım sanırım 8-20 sayfa arasındaki metinler. Daha uzunları uzun öykü veya kısa romana giriyor. Tabii herkesin görüşü farklı olabilir.

Arada bir öykü yarışmalarına katılmak için öykü yazmaya başladığım oluyor ama sonra bakıyorum kelime-sayfa sınırlarını aşmışım... Öyküyü katletmemek için yarışmayı boşverip yazmaya devam ediyorum. Sanıyorum bu öyküm de onlardan biriydi. Okuduğun kadarıyla beğenmene sevindim. Dünyayı yıkıp yeniden kurmayı istediğim bir öyküydü, yani bir "batsın bu dünya" öyküsü :)

Güç seninle olsun :)

66
Kurgu İskelesi / Kızıl kıyamet
« : 12 Mayıs 2012, 13:13:01 »
12 Haziran 2009 tarihli bir öyküm... Politik kurgu ve felaket edebiyatı, kıyamet edebiyatı... Öyle bir tür...

1

Sıcak bir yaz olacağa benziyordu. Havadaki esintiler bile buraların o hep bildik dağ serinliğini taşımıyordu. Ağaçların güzel yeşili ve bahçelerdeki çiçekler dalgalanıyordu.

Güzel bir cuma akşamıydı. Kendi öz oğlu gibi sevdiği tatlı Mike'ı ve kocası 4*4'lerine kamp malzemelerini büyük bir heyecan ve neşe ile yüklemişti.

Jenny 10 yaşındaki oğlunu, iki arkadaşını ve kocasını kampa uğurlarken gülümsüyordu. İçinde onlarla gidemeyeceği için bir burukluk vardı doğrusu. Ama yapacak bir dolu kağıt işi vardı. Hem baba oğulun yalnız vakit geçirmesi de iyi olurdu.

“Geç kalmayın! Pazartesi sabahı dönmüş olun!” diye patronca konuştu kocasına..

“Ama Jen!...” diye bağırdı Mike.
“Patronla asla tartışma evlat. Sana öğrettiğim ilk dersi hep unutuyorsun.” diye oğluna gülerek hatırlattı Brad.

Jen onlara gülümsüyordu. Hayatının ışığıydı bu ikisi. Onlarla 5 yıl önce tanışması başına gelen en güzel şeydi ve dahası hayatının o döneminde ruhunu da kurtarmıştı.

Sonunda bütün hazırlıklar tamamlanmıştı ve diğer çocukların aileleri yaramazlık yapmamaları ve Brad'in sözünü dinlemeleri için onları tembihlerken Brad ve Mike da Jen'e son öpücükler için koşmuştu.

“Keşke sen de gelebilseydin Jen,” diye tatlı tatlı konuştu Mike. Annesi öldükten sonra Mike için annesinin yerini almıştı Jennifer. Jen Mike'a annesinin yokluğunu hissettirmemek için saçını süpürge ediyordu ve Mike da ona adeta tapıyordu.

Brad ikisi bu kadar iyi anlaştığı için her gece tanrıya şükrediyordu. Bu mutluluklarının bozulmaması için Tanrıya duaları hiç bitmiyordu.

“Jen'in yapacak işleri var biliyorsun Mike. Hem kamp erkek işidir.” diye yapmacık pozlara girdi Brad. Mike gülmeye başladı.
“Pazartesi günü için verdiğiniz yemek siparişlerinizi hazırlarken bu sözlerinizi hatırlayacağım Bay Ashwood.”
Bu tatlı tehdit üzerine Brad ve Mike gülerek Jen'e sarıldılar.
“Ahh, sizi özlicem.. Hadi çabuk gidin çabuk gelin..” diye sevgiyle kucakladı ve ikisini de öpücüklere boğdu Jen.

Mike arabaya doğru koştururken Brad eşine sıkıca sarıldı ve fazladan birkaç öpücük daha çaldı. Bu ikisi birbirine dokunmadan fazla uzun süre yapamazdı. İkisi de birbirine öyle derin bir aşkla tutkundu.

“Seni özlicem,” dedi Brad.
“Sana sözünü ettiğim o geceliği sipariş ettim. Pazartesiye elimde olacak,” diye çapkın bir gülümseme ile kocasının kulağına fısıldadı Jennifer.

Brad'in yüzünde güller açmıştı. Brad;
“Seni seviyorum” diye içtenlikle söyledi ve ayrılmadan önce bir kez daha sarıldı eşine.
“Haplarını unuttun,” diye azarlayarak kocasının eline bir kutu mide ilacı tutuşturdu ve kendinden itikleyip uzaklaştırdı Jen.
2

 İkisi de gülüştürler.

“Sen olmasan ne yapardım bilemiyorum Jenny,” diye koca sevgisini safça söyledi Brad.
Jennifer gülümsedi ve dudaklarından bir öpücüğü kocasına doğru üflerken sessizce fısldadı.
“Seni seviyorum.”

Güneş birkaç saat içinde batacaktı ve bu güzel kır kasabasında gece olacaktı. Kamp yeri sadece bir saat uzaklıktaki göl kıyısındaydı. Şu anda civarda pek çok kampçı çoktan yerlerini almıştı.

Brad arabayı çalıştırdı ve kampçılar bir kamp şarkısı söylemeye başladı. Aileler kamçıları el sallayarak gün batımına doğru uğurlarken Jenny sessice mırıldandı;
“Asıl ben, siz olmasaydınız ne yapardım bilemiyorum..”


Gece sıcaktı. Esen rüzgara rağmen ve açık kapı ve pencerelere rağmen hava hala sıcaktı. Daha yazın ilk günleri böyleydi. Son birkaç on yılın en sıcak yazı olacağı yolundaki meteorolji tahminleri tutacak gibiydi. Bilimadamlarının güneş patlamaları ile ilgili yaptığı tahminleri ve tatsız senaryoları da ekleyince bu yazın cidden sıcak olacağına çok kişi inanıyordu.

Hükümet güneşteki faaliyetin karşısında gerekli önlemlerin alındığını ve altyapı sistemlerinin bundan etkilenmeyeceğini açıklasa da İnternet, Hükümet ve Bilimadamlarının büyük çoğunluğunun aksi biçimde felaket senaryoları yazıyordu.

Jenny kocasından uzak olduğu her gecede olduğu gibi bu gece de o eski kabusla sıçrayarak uyandı. Sesi kilitlenmişti. Konuşamıyordu. Hatta ağlayamıyordu bile. Çok zayıf ve çaresiz kalmıştı. Korkuyla inledi ve sonra yavaşça kendine geldi.

Vücudunu kontrol etti. Eski yara izlerinden bazıları hala yerindeydi ama kanaması yoktu.. Yaralar iyileşmişti. En azından bedenindekiler. Yüreğindekilerin iyileşmesi mümkün müydü..

Jenny bir CIA ajanı olarak çalıştığı dönemde gelecek vaad eden bir ajandı. Ama son aldığı görev CIA'in elinde patlamıştı ve ona en yakın kişi olan Jen'de bu patlamada nefretin gözlerinin içine bakmıştı..

7 yıl olmuştu ve Jen hala o nefreti içinde duyuyordu. O kadar soğuk ve kararlıydı ki bu nefret.. Jen ondan önce korkuyu hiç tatmadığını görmüştü. Onun nefreti ve öfkesi karşısında bildiği bütün kıyametler bir çocuk gibi masum kalıyordu..

Jen ter içindeydi. Geceliğini üzerinden çıkardı. İç çamaşılarını yenisi ile değiştirmeden hızlı bir duş aldı.

Uyku hapı için bir bardak su aradı ama su bardağını bulamadı. Yine doldurup buzdolabı yanında unutmuştu.

Alt kata inerken evin içindeki esintiyi çığlak omuzlarında hissetti. Sarı saçları pencerelerin cereyanında tatlı tatlı dalgalanıyordu.

Güzel bir kasabada, kocaman bir bahçesi ve havuzu olan güzel bir evde yaşıyordu. Kocası kasabanın eski ve hali vakti yerinde bir ailesinin tek oğluydu. Jen bu asabayı seviyordu ve kasabada da çok seviliyordu.
3

Buzdolabının yanında dolu bardağı görünce kendine söylendi. “Bu haplar olmadan bile çok unutkanım.”

Bardaktaki ısınmış suyu döktü ve buzdolabındaki soğuk su ile yeniden doldurdu.
Hapı ağzına attı. Tam bardağı dudaklarına götürürken oturma odasından gelen bir melodi duydu!

İlk şaşkınlığının ardından bunu dehşet takip etti!

Bir cep saatinin melodisi idi bu. Bu çok tanıdık ve çok güçlü bir melodiydi!

Elindeki bardak yere düşerken dehşetle yurkundu ve uyku hapı boğazından aşağı gitti. Jen donup kalmıştı. Aklında kızgın kazanlar kaynıyordu ama buz gibi terliyordu. Kıpırdayamıyordu.
Kimsenin ve hiç birşeyin onu böyle korkutabileceğine inanamazdı. O gözüpek bir ajandı bir zamanlar ama artık korkuyu biliyordu. Dehşet ile tanışmıştı. Adı Nikola Milankoviç idi.

****

3 Yıl önce- Rusya. Moskova. Devlet görevlileri için korumalı bir yaşlılar yurdunun hasta koğuşu.

Adam orta boyluydu ve dikkat çekici hiçbir fiziksel özelliği yoktu. Temiz ama sade giyimliydi. Bir hasta ziyaretine gelmiş aile üyesinden farklı görünmüyordu.
Sandalyeyi çekip yaşlı adamın yanında oturdu. Onu yumuşak bir dost gülümsemesi ile selamladı. Elindeki çikolata kutusunu uzattı.
“Profesör Oparin. Ortak bir dostumuz İsviçre çikolatasından hoşlandığınızı söyledi. Umarım yanlış bilgi almamışımdır.”
Adam öksürdü. Kanserdi. Öksürüğü bir dizi öksürük izledi ve sonunda temkinli sert bir bakışla cevap verdi. Eli yine de çikolatalara uzanıyordu.
“Buraya bunları sokabilmek için iyi rüşvet vermiş olmalısınız. Kapıda gizli servis ve askerler bu tür şeylere izin vermez..”
Kel kafalı ve artık eski iri yapılı halinden eser kalmamış Profesör çikolataları temkinle tattı. Yüzünün şekli biranda değişti. Memnuniyet dolu bir gülümseme bitkin suratına yayıldı.
“Benim dostum yoktur bayım. Kimse beni sevmez, ben de kimseyi sevmem. Sevgili anneciğim dışında hiçbir insan beni anlamadı. Burada bakılıyor olmamın tek nedeni ise beni öldürmek ile yaşatmak arasında kararsız olmaları. Sonunda işleri doğal akışına bırakmaya karar verdiler.”
“Bay Sundance sizden söz ederken huysuz ama çok gerçekçi bir kişidir diye söz etmişti. Haklıymış,” diye güllümsedi Ziyaretçi.
“Sundance. Adi herif,” diye konuştu ve ağza alınmayacak bir sürü hakaret ile küfür saydı Profesör..
“Bir zamanlar tatlı işler yapmıştık kendisi ile. Tabii sonuçları onun için bana olduğundan çok daha faydalı oldu. Şimdi nasıl p..ç kurusu?”
“Çok iyi, size selamları var.”
“Si.. in selamları.” diye söylendi Sergei. Sonra kendinden geçercesine sayıklarcasına konuşmaya devam etti.. “Bir silah kaçakçısı, bir ölüm taciri, bir kan emici.. Ondan ne eksiğim var? O  para içinde yüzüyor ben sefil bir ölümün kucağında acıyla inliyorum. Ben ondan daha çok adam öldürdüm, ondan çok daha fazla insanın kanı ellerimde.. Ölümün asıl taciri benim! Bir de şu gördüğüm muameleye bak. Saygı... Saygı kalmadı.. Eski günleri gördüm.. Gençtim ama gördüm.. Soğuk savaşı gördüm! Ahh, ne günlerdi onlar. Saygı vardı. Ölüme ve yıkıma saygı vardı. İnsanlar önümüzde korku ve dehşetle eğilirdi... Günler.. Eski günler...” diyerek öksürdü Sergei ve bir
öksürük krizi daha geldi..

4

“Profesör, ben de bunun için buradayım,” diyerek konuya yavaşça girdi ziyaretçi.
“Bay Sundance ile iyi iş ilişklilerimiz vardır. İhtiyaç duyduğumuz çeşitli araçları bize genelde Bay Sundance sağlar. Bu defa talep ettiğimiz şeyi karşılama konusunda sıkıntı yaşadığını söyledi bize..”
Sergei koca bir kahkaha ile güldü.
“Büyük Bay Sundance birşeyi bulamıyor mu?” kahkahaları gerçekten de kocaman ve içtendi. Sonra cidden bir merakla ilk kez bu ziyaretçiye dikkatle baktı ve sordu Sergei;
“Söyleyin bana bayım.. Bay..  Adınız ne Demiştiniz?..”
“Henüz söylemedim. Bağışlayın, heyecanlıyım. Kabalık ettim. Benim adım Nikola Milankoviç.”
“Adınız tanıdık geldi..” diyerek durakladı Sergei.. Sonra hafızası birden ona gösterdi. “Ah, şu Sırp dahi.. Çağın en büyük beyinlerinden birisi.. Bütün ışıldayan teklifleri geri çevirip ülkenizde bir okulda öğretmenlğe başladığınızı duymuştum.. Sonra.. Sonra..” diye konuşmadı Sergei. Sustu. İç savaş patlamıştı Yugoslavya'da..
“Sonrası acı ve ölüm Profesör. Bir Ölüm taciri olarak siz de takdir edersiniz ki acı ve ölümün insan ruhu ve beyni üzerinde çok aydınlatıcı bir etkisi var. Genç beyinleri okullarda aydınlatıp daha güzel bir dünya yaratabileceğime inanmıştım. Çok saftım..” diyerek anlatıyordu Nikola.. Şimdi Sergei can kulağı ile dinliyordu.
“Artık aydınlandım. Ve gördüm ki dünyanın kurtuluşu aydınlanmada. Bütün dünyayı aydınlatmak ve onu kurtarmak için yegane yol onu acı ve ölüm ile aydınlatmak!”
Nikola'nın bunu saf bir inançla ve tutkuyla söyleyişi Sergei'i derinden etkilemişti.
“Evet! Evet! Evet!” diye onun sihrine kapılmışça heyecanla güldü ve tutkuyla konuştu Sergei.
“Sonunda denk bir beyin.. En azından denk bir beyin ile karşılaştım. Dostum gerçekten aydınlanmışsınız.. Bizi anlamıyorlar.. Ölüm ve acının ötesini görmüyorlar.. Yalancı dünyalarını yıkıp onları acı ve ölüm denizinden kılavuzluğumuzla geçirmediğimiz sürece bu zavallı ruhlar için kurtuluş umudu yok! Tek yolu aydınlanma!”
“Dünya'ya bunu vermeye karalıyım Profesör. Bunun için uzun zamandır bu davaya inanan arkadaşlarımla çalışıyorum. Bu çabalarım son dönemece girmek üzere. Sadece son birkaç araca ihtiyacım var.”
“Neye ihtiyacın var Nikola?” diye gerçekten şevkle sordu Sergei.
“Bay Sundance'a çok güçlü bir silah sordum. Ciddi anlamda bir kıyamet silahı... Halkları cidden silkeleyip acıyı tattıracak ve hepimize özümüzde aynı olduğumuzu hatırlatacak bir silah.. Acıda ve gözyaşında bütün dünyayı birleştirecek, günahlarımızı gösterip bizi doğruya yönelendirecek bir silah..” diyerek durakladı Nikola
“Bir nükleer silah. Bunu Sundance sağlayabilir. Ama bunun hedefe ulaştırması büyük sorun olacaktır sanırım..” diye konuştu Sergei.
Nikola gülümsedi.
“Bir nükleer silaha ihtiyacım yok Profesör. Yıllar önce hatırı sayılır sayıda ve güçte nükleer güce kavuştum. Nükleer silahları üretmek ya da satın almak ya da Dünyanın herhangi bir liderinin yatak odasına sokmak da sorun değil. Nükleer silahlar sadece insanı değil, dünyayı da yok ediyor. Dünyayı yok etmek istemiyorum. Ben daha büyük bir şey arıyorum. Dünyayı yeniden kurmak istiyorum. Bunu söyledim Bay Sundance'a. Ona dünyayı uyandıracak ve bütün halkları silkeleyecek birşeye ihityaç duyduğumu söyledim. Bir süre düşündü ve sonra bana sizden ve Zürih'deki bir restorandaki konuşmalarınızdan söz etti..”
“Adi herif. P..ç kurusu.. O..pu çocuğu..  Biliyordum böyle birşey olacağını. Kızlar ve içki.. Çok ama çok içki. Beni çok konuşturdu. İçince çenemi pek tutamıyorum ama hayır efendim ona hepsini söylemedim.. Hayır.. Asla.. Ben o kadar aptal değilim..” şimdi yine adeta transa girmişti Sergei.. “ Hayır o kadar aptal değilim.. Saygı.. Saygı yok.. Saygı önemli.. Ben ölümü gördüm.. Ölüm.. Dünyanın kıyametini gördüm.. Kızıl Kıyamet! Kızıl Kıyamet! Kızıl Ölüm.. Onu gömdük.. Çok derine gömdük.. Benden çok önce, yaşlılar onu bulmuş.. Yaşlılar onu daha da beslemiş.. Şimdi çok daha güçlü! Çok aç.. Açlığı kocaman. O kadar aç ki bütün dünyayı yemeden doymaz.. Bütün insanları yemeden asla doymaz! Kızıl Kıyamet.. Gömdük.. Korktuk.. Stalin bile korkmuş.. Stalin bile korkmuş. Gömün ve adını silin demiş.. Ama yaşıyor.. Hala orada.. Kızıl Ölüm.. Kızıl Kıyamet..”

5

Nikola adamın kısmen delirdiğini düşünse de ölmek üzere olan öfkeli-yalnız ve çok zeki bir bilimadamı ile karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Adamın sözlerinden etkilenmişti.
“Kızıl Kıyamet, nedir Profesör?” diye sordu. Bir iki tahmini vardı aslında. Stalin sözü birşeyler çağrıştırıyordu..
“Kızıl Ölüm.. Nikola, onu gömdük ve unuttuk. Ama ben unutmadım.. Hayır ben değil. Ben unutmadım. Ben onu çıkardım. Ben onu mükemmelleştirdim. Ben onu korudum. Onu sakladım.. Birgün biliyordum.. Biliyordum.. Birgün.. Günü gelecekti..” diye konuşuyordu Sergei.. Sonra aklı biraz daha başına geldi ve daha tutarlı anlatmaya başladı.
“Ortaçağda Avrupa'yı vuran şey kara veba değildi Nikola. Nereden nasıl geldiğini bilmediğimiz bir virüs. Çok kıyıcı bir virüs. Ortaçağ'a ait çok iyi korunmuş bir gurup ceset bulunmuş Norveç buzullarında. Arkeolojik keşif kısa sürede salgına dönüşmüş ama arkeologlar ve Alman bilimadamları hızlı davranıp karantinayı başarı ile kurmuşlar. Virüs onca zamana rağmen yaşıyordu. Naziler ve Mengene bunun üzerinde çok ciddi araştırmalar yürütmüşler ama Hitler denen o deli bile bunu kullanmaya cesaret edememiş. Sonra da zaten bir şekilde bilimadamları bunu Nazilerden kaçırmayı başarmış.. Rus bir ajan savaşın sonlarına doğru bu son örneği Moskova'ya ulaştırmış.”
“Sovyetler bunun üzerinde uzun yıllar araştırma ve denemeler yapmış ama Sibirya'daki kaza ile patlayan salgın Stalin'i bile ürkütmüş. Kızıl Kıyamet'i kontrol etmenin yolu olmadığı görülmüş sonunda.. Sonunda Stalin araştırmayı bitirmiş ve bilimadamları farklı yerlere sürülmüş ya da öldürülmüş.”
“Soğuk Savaş yıllarında canavar saklandığı mezardan bir kez daha çıkarılmış ama yine kontrol için bütün çabalar boşa çıkmış. Deri üzerindeki irin kabarcıklarının patlaması ile ya da öksürük ile atmosfere spor gibi yayılıp uzun süre hayatta kalıyor. Hava ile, temasla, vücut salgıları ile bulaşıyor. Son derece bulaşıcı, hızlı, çok dayanıklı ve belirtiler ortaya çıkana kadar kişi yaşadığı ortama bunu kelimenin tam anlamı ile saçıyor.”
“Bir kez belirtiler görülmeye başlayınca da kişi acılı bir sürecin sonunda ölüyor. İzlemesi hiç hoş bir süreç değil itiraf etmeliyim.. Sonuçta; Düşmanı öldürdükten sonra durmayan ve onu ateşleyen elleri de öldüren bir silah haliyle işe yaramayan bir Kıyamet Silahı olarak damgalanmış.. Ama ben .. Ben başardım.. Gizlice onu mükemmelleştirdim.. Ben, burada pislik ve sefalet içinde yatan, saygı görmeyen Sergei Oparin bunu başardı.”
“Tam olarak başardığınız neydi Profesör?” diye ciddi bir merak ve hasta bir saygı ile sordu Nikola.
Sesindeki samimi saygıyı Sergei de hissetmiş ve uzun yıllar sonra içinde insanlar için bir umuda dair ışık yanmıştı.
“Bir aşı.. Bir aşı geliştirdim.” diye gülümsedi Sergei.
Nikola şimdi cidden etkilenmişti ve bunu açıkça gösteriyordu Sergei'e..
“Bu çok büyük bir başarı ama bunu neden gizlediniz Profesör? Bu size büyük saygı kazandırabilirdi.”
“Saygı yok.. Artık saygı yok.. Onlar bunu gömecekti. Onlar bunu kullanmayacaktı. Dünya kötü. Dünya çirkin. Dünya kurtarılmalı. Sen bunu yapabilirsin. Senin de gözlerinde gördüm. Sen bunu yapabilirsin!. Söyle bana, yapacak mısın? Onu kullanacak mısın? Dünyayı aydınlatacak mısın!?”
Nikola hasta bedenli ve hasta zihinli bu adama çok büyük bir sempati beslemeye başlamıştı. Bu hastacaydı. Birbirlerine benziyordular.
“Eğer o onuru bana bahşederseniz, onu bana verirseniz size söz veriyorum. Onu kullanacağım.”
Sergei hiç beklemeden şevkle cevap verdi. İçinde heyecan ve sabırsızlık vardı!

6

“O halde senindir,” diyerek güldü Sergei ve bir kahkahalarını bir öksürük krizi takip etti.

Sergei varisini bulduğunu biliyordu. Onunda gözlerinde aynı derin karanlık kuyu vardı.. Gözlerinin içine dikkatli bakanın vay halineydi. Orada en derin karanlığı görmüştü Sergei.. Dünyaya mirası Nikola olacaktı..

“Sana bunu nasıl ödeyebilirim Profesör? Benden ne diliyorsunuz? Para? Daha iyi tedavi? Gücüm dahilindeki herşey? Ve ben çok güçlüyümdür sizi temin ederim..”
“Gücünün büyük bölümü cüretinde gizli. Onu kullanacağını biliyorum. Dünyayı aydınlatmak için onu cayır cayır yakmaya hazırsın, bundan çekinmeyeceğini görüyorum..”
“Sen Dünyayı yakmadan önce Amerika'yı görmek istiyorum. New York'u.. Son günlerimi orada geçirmek fena olmazdı. Zaten son aylarımı yaşadığımı söylüyor sevgili doktorlarım..” diye konuştu Sergei. Ağzına bir çikolata daha atıyordu. Neşe ile gülümsüyordu.
Nikola elini cep telefonuna attı.
“Tam donanımlı en iyi ambulans uçağını bul. Profesör Sergei Oparin Moskova'dan New York'a tedavi için nakledilecek. Kendisine en yüksek ve en güzel New York manzarasına sahip çatı katını kiralayın. Tedavisine orada devam edecek..”

Sergei gülümseyerek konuştu. Sonra da kahkahalara boğuldu. Nikola da gülümsüyordu.
“Onlara cehennemi ver!”

Nikola şöminenin yanındaki koca koltuğa kurulmuştu. Elinde antika bir cep saati vardı. Melodi usul usul şakıyan bir ninni gib çok rahatlatıcı ve yumuşaktı.. Çok ürkütücüydü burada.. Jen karanlığın bir iblisini görmüş gibi donmuştu.

“Otur Jennifer,” diyerek eliyle karşıdaki koltuğu nazikçe işaret etti Nikola.

Jennifer kararsızdı. Kontrolünü ele geçirmek için savaşıyordu. CIA yıllar sonra bugün bile hala 3 ajanı ile onu 24 saat gizlice izliyor ve koruyor olmalıydı. Yaşlı Adam öyle söylemişti ve o söylüyorsa öyle olmalıydı.. Şimdi neredeydi bunlar.

“Jennifer, o 3 CIA ajanı gelemeyecek. Kocan ve küçük Mikey'nin de ölmesini istemiyorsan lütfen söylediklerimi harfiyen yap. Şimdi. Otur lütfen.”

Jennifer'ın gözleri dolmuştu. Kocası ve Mike'ın adı geçince elindeki azıcık cesaret de avuçlarından kayıp gitmişti ve yeniden kölelik zincirleri ile bağlanmıştı.
Jennifer yavaşça odaya yürüdü.. Teslim olmuş, boynu bükülmüş çok çaresiz bir hali vardı.
Nikola onu izliyordu.
Jennifer vücudunu pek de örtmeyen yazlık bir gecelik giyiyordu. Brad onu bunlarla görmeye bayılıyordu ve Jen de onu mutlu etmeyi seviyordu. Vücudunu cömertçe sergileyen bu gecelikle ay ışığında yürüyüp Nikola'nın işaret ettiği koltuğa oturdu.
“Seni iyi gördüm Jennifer. Son defaki talihsiz karşılaşmamızda sana..” diye durakladı.. Açıkça kelimeleri doğru seçmek konusunda kendisini zorladı Nikola.. “hiç iyi davranmadım..” sesinde sanki bundan o da şimdi çok rahatsızmış gibi bir hali vardı.

Jennifer o günlerin hatırası üzerine gelince sessizce hıçkırdı. Tamamen kırılmıştı şimdi ve gözyaşları iki gözünden sessizce dökülüyordu.

7

6 yıl önce Yaşlı Adam'ın ekibindeki en iyi 3 ajandan biriydi Jennifer. 5 yıldır dünyayı kasıp kavuran terörist eylemler ve suikastlerin mimarı olarak aranan Nikola'ya çok yaklaşmıştılar.
Ne yazık ki Nikola da bunun çok farkındaydı. Ekip üyelerinden birini vahşice katletmişti. Diğeri şans eseri ağır yaralı olarak saldırıyı atlatmıştı. Jennifer ise 3 gün ortadan kaybolmuştu ve bir ihbar ile bulunduğunda durumu çok kötüydü.
Vücudunda bir sürü yara vardı. Çok dövülmüş ve işkence görmüştü, tecavüze uğramıştı. Fiziksel travmanın ötesinde psikolojik olarak da tamamen tükenmiş haldeydi.
Bir yıl boyunca Yaşlı Adam üzerine titreyerek onu geri getirebilmişti.. Yine de Jennifer o 3 günde eski Jennifer'ın çok fazlasını kaybetmişti. Asla aynı kişi değildi. CIA'deki aktif görevden çekilmiş ve alt seviye önemsiz kağıt işleri ile evden çalışabileceği bir göreve getirilmişti.

Nikola ona yaptığı uzun işkencenin sonunda kendisi de bir noktada bundan etkilenmişti. Karanlık kocaman, bomboş bir depoda tek bir lambanın küçücük ışığında geçen uzun saatlerin sonunda kırılan sadece Jennifer'ın ruhu değildi.
Nikola bütün ruhunu çoktan kaybettiğine inansa da Jennifer'ın gözlerinde karısının gözlerini gördüğünde ruhunun hepsini kaybetmediğini anlamıştı. İşte o anda ruhunun son kırıntıları da onun içinde parçalanıyordu.. Nikola adeta çıldırmıştı o anda. Kendini kaybetmiş bir çaba ile Jennifer'ı kurtarmak için 2 gün boyunca uğraşmıştı.. Sonra da hayati tehlike geçince onu bırakmıştı..

Nikola ölümün eşiğindeki Jennifer'i bıraktığında yeni kararlar ile kendini yeraltına çekmişti.. O günden sonra Nikola bir daha bugüne kadar ortada görülmemişti.. 7 yıldır ondan ses ya da haber yoktu..

“Senden özür diliyorum Jennifer. Çok üzgünüm..” diye içtenlikle adeta küçülerek söylemişti Nikola..
Bu sözleri duyduğunda Jennifer'ın içinde adeta bir bomba patlamıştı. Nasıl olduğunu o da sonra şaşkınlıkla merak edecekti.
Jennifer ayağa fırladı ve Nikola'nın karşısına dikilip suratına okkalı bir tokadı yapıştırdı.

Bir anlık patlamanın ardından Jennifer korku ile geri çekilip bir köşeye siniyordu. Korku ile hıçkırıyor ve ağlıyordu..

Nikola ayağa kalkarken burnundan akan kanı eliyle siliyordu.
“Çok anlaşılabilir bir tepki. Seni suçlayamam. Bundan fazlasını hakettim. Tanrı biliyor.”
Nikola cebinden bir mendil çıkardı ve Jennifer'e doğru yürümeye başladı.
Jennifer sıkıştığı o küçük köşede küçücük küçülmüştü. Yere küçücük çömelmiş ve korku ile inleyip yalvarıyor ve ağlıyordu.. Sesi bile çıkamıyordu ama durmadan korku ile yalvarıyordu..

Nikola kendinden iğrenerek yere dizçöktü. Dünya umurunda değildi.. Kadın, çocuk, yaşlı, genç.. Canları cehennemeydi. Onların gözünü açmak için hepsini katletmesi gerekirse hepsini cayır cayır yakmaya hazırdı. Ama bu kadına yaptıkları için kendinden öyle iğreniyordu ki o günden sonra bir daha aynaya ne zaman baksa Jennifer'in gözlerini ve eşinin gözlerini beraberce görüyordu. 7 yıldır kabuslarında onları görmediği tek bir gece olmamıştı..
Mendili ile nazikçe Jennifer'in gözyaşlarını silerken artık ölü olan baba-eş-öğretmen Nikola gibi sevgi ve şefkat doluydu. Dokunuşu çok yumuşak ve çok sıcaktı. Samimi bir nezaket ile Jennifer'in saçlarını ürkekçe okşuyor ve gözyaşlarını siliyordu..

“Af beklemiyorum. Sadece çok üzgün olduğumu söylemek istiyorum. Karım ve kızımın öldüğü o günden başka hayatımda değiştirmeyi dilediğim tek şey sana yaptıklarım. Yazık ki olanca gücüme rağmen ikisi de gücüm dahilinde değil. Sana bir kez kıyametin ötesinde bir kıyamet verdim. Bunu değiştiremem ama ikinci bir kıyametten azad edebilirim.”

8

Nikola ayağa kalktı ve oturduğu koltuğun yanındaki şömineni üzerinde bulunan bir aile fotoğrafını eline aldı.
Fotoğrafta koca bir aile vardı. Kalabalık koca bir Aileydi bu. Brad'in ailesi.
“Çok güzel bir aile tablosu. Onları çok seviyorsun. Onlar da seni çok seviyor.”

Jennifer ne geldiğini bilmiyordu ama sessizce inliyordu.. Gözyaşları hala sessiz sessiz ağlıyordu. Hıçkırıkları hiç durmuyordu. Yüzü ve gözleri kıpkırmızı olmuştu. Adeta ağlamaktan tükenmişti.
“Lütfenn... Lütfen.. Onlara dokunma.. Lütfen..”
“Söylediklerimi harfiyen yapacaksın Jennifer. Senin ve Ailenin hayatta kalmasının tek yolu bu.”
“Evet.. Yaparım.. lütfen.. Yapacağım.. Lütfen, onlara zarar verme.. Lütfen.. yapma..”
Nikola Jennifer'e bir zarf bıraktı şömineni üzerine.
“Büyük bir kıyamet zamanı geliyor Jennifer. Aileni bundan korumak için nereye gideceğin ve nelere ihtiyacın olduğu orada yazılı. Orada yazılanları harfiyen yaparsanız yaşayacaksınız. Senin için sadece bunu yapabilirim. Yazılanlara uyduğunuz sürece ailen ve sen orada güvendesiniz. Yazılanlara uymazsanız kendi ölümünüzü kendiniz davet ettiniz demektir.”
“Seni bir daha görmeyeceğim. Ne sana ne de ailen bir daha asla yaklaşmayacağım. Sana ve ailene benden ve adamlarımdan zarar gelmeyecek ama talimatlara uymak zorundasınız. Sadece oraya git ve talimatları kendi güvenliğin için uygula.”

“Hoşçakal Jennifer. İyi uykular..” diyerek yavaşça ayağa kalktı ve kapıya doğru yürümeye başladı Nikola. Jennifer yuttuğu uyku hapı kadar bitkinlik ve şokun da etkisi ile olduğu yerde kendinden geçiyordu.. Gözleri kapanıyor ve sayıklamalarla bilincini kaybediyordu..

Sabah uyandığında bu kabustan geriye kalan çömine üzerindeki zarfı bulduğunda yine birkaç saat kendine gelemeyecekti. Sonra da CIA'den Yaşlı Adam'a telefon açtığında koruma görevindeki 3 ajanın öldüğü ve yardımın yolda olduğu haberini alacaktı..


“Kanal değiştirmeye çalışmayın. Bütün dünya televizyonlarında bütün kanallarda bu konuşma var. Eğer bu dünyada sevdiğiniz birisi varsa onun aşkına iki dakinanızı ayırıp beni dinleyin, dinlemezseniz çok pişman olabilirsiniz.”
“Benim adım Nikola Milankoviç. Yugoslavyalı birSırp'ım. Eminim çoğunuz bu ülkenin adını bile duymamışsınızdır. “
“Amerika Birleşik Devletlerine, Rusya'ya, Çin'e, Avrupa ülkelerine, halkları üzerinde halklarını umursamazca hüküm süren bütün dünya devletlerine; Kısacası bütün dünyaya savaş ilan ediyorum.”
“Bundan yıllar önce bir ailem ve bir hayatım varken, bir ülkem varken adamın biri televizyona çıkıp böyle delice şeyler söyleseydi ben de ona inanmazdım. Sizleri ültümatomuma inandırmalıyım. Sizlere tam olarak 3 saat veriyorum. Sevdiklerinizle kucaklaşın, onlara bir telefon ile söylemeyi ihmal ettiğiniz şeyleri söyleyin. Sevdiklerinizle vedalaşın çünkü 3 saat sonra ölüm çekilişi var ve piyango belki de size ve sizin sevdiklerinize çıkacak.. Benim aileme son sözlerimi söyleme şansım olmadı. Size bu şansı veriyorum. Bu isteklerim kabul edilene kadar sizlere göstereceğim ilk ve son merhamet işareti olacak. Şimdiden 2 dakika kaybettiniz.”

Amerikan Başkanı George Ford da bu anda televizyon başındaydı ve bu yayını o da canlı olarak izlemişti.
9

“Bu saçmalık da neyin nesi!? Neler oluyor burada!?”
Kapı açılıp içeriye gizli servis ajanları girdiğinde yanlarında hatırı sayılır sayıda asker de vardı.
“Neler oluyor Jim!?” diyerek koruma şefine bağırdı Başkan.
“Sayın Başkan sizi süratle yeraltına indirmeliyiz. Lütfen acele edin efendim,” derken Jim çoktan Başkanın koluna girmişti ve diğer ajanlar da etrafında bir koruma çemberi kurup onunla süratle asansöre doğru yürüyordu.
“Jim burası Beyaz Saray! Lanet olsun neler oluyor? Bir delinin tehditi ile yeraltına kaçmayacağım!..” diye direnmeye çalışıyordu ama açıkça sürekleniyordu Başkan.
Jim'i hiç böyle görmemişti. Jim neredeyse soğukkanlılığını kaybetmek üzereydi. Başkan onun korktuğuna yemin edebilirdi!

“Efendim, Sayın Başkan Yardımcısı şu anda Air Force 1 ile havada. First Lady ve Kızlarınız da gizli servis ve ordu eskortunda süratle buraya getiriliyor. Onlar ulaşınca sizi DEFCON 1 Başkanlık Sığınağına nakledeceğiz.”
“DEFCON 1 sığınağı mı?! Çıldırdınız mı siz!?” Başkan şimdi asansördeydi ve Beyaz Saray'ın çok derinlerinde kazılı sağlam bir kale olan Başkanlık sığınağına iniyordu. “Jim tanrı aşkına söyle neler oluyor?”
“Efendim Sayın Savunma Bakanı ve Generaller kısa süre içinde CIA ve FBI başkanları ile Burada olacak. Anayurt Savunması Subayları şimdiden sığınakta. Size 5 dakika içinde brifing verecekler.”

Aslında brifing 45 dakika sonraya sarkmıştı ama Başkan bu arada eşi ve kızlarıyla buluştuğu ve bu konuşmanın dünya üzerindeki yankılarına dair raporları gözden geçirdiği için süreyi fark edememişti.

Toplantıda Generaller, CIA ve FBI görevlileri ile Danışmanlar ve uzmanlardan bir heyet varda. Yeraltındaki koca toplantı salonunda 30'a yakın üst düzey yetkili vardı ki Başkan geçen 3 yıl içindeki hiçbir Kriz durumunda bu kadar karanlık tipli ve kalabalık bir gurupla toplantı yapmamıştı.

CIA adına bir görevli ilk bilgileri veriyordu.. Büyük ekranda ve bütün katılımcıların önündeki bilgisayar ekranında resimler ve videolar ile belgeler akıyordu.

“.. Adı Nikola Milankoviç. Yugoslavya vatandaşıydı. Sırp kökenli. Dahi bir bilimadamı. Yüzyılın en parlak beyinlerinden birisi olarak kabul gördü. Genç yaşta fizik, kimya, biyoloji ve quantum fizik alanlarındaki çalışmaları ile çok dikkat çekti. Gelecek vaad ediyordu. Sonra bir Boşnak ile evlendi ve bütün kariyerini itip üniversitede dersler vermeye başladı.”
“Yugoslavya içsavaşının başlarında ailesi Sırp milliyetçi bir gurup tarafından gözleri önünde vahşice katledildi. Gözünün önünde kızına ve eşine tecavüz edildiği bilgisi onaylanmadı ama doğruluğuna inanıyoruz..”
“Tanrım,” diye samimice soludu Başkan Ford. Kendi ailesine böyle birşey yapılmasının düşüncesi bile onu korkunç etkilemişti.
“..Olay sonrasında Nikola Milankoviç başında bir mermi ile yaralı olarak bulunmuş ve tedavisinin ardından savaşta Sırp güçlerine karşı kendi gurubu ile çarpışmış. Bu dönemde yaptıkları ve kurduğu ilişkiler ile gelecek yıllardaki hareketleri için sağlam bir altyapı kurduğuna inanıyoruz.”
“Savaş esnasında ve savaş sonrasında pek çok Sırp komutanın suikaste kurban girmesinde onun parmağı olduğunu biliyoruz.”
“Burada durmadı. Yıllarca pek çok terörist eyleme, suikast ve bombalamaya, sabotaja karıştı. Bir noktadan sonra eylemlerinde savaşa geç ve yetersiz müdahale edip milyonlarca sivilin ölümüne göz yumduğu gerekçesi ile Batı'yı hedef almaya başladı. 12 yıl önce eylemleri artan bir dozda Batı'yı ve Amerika'yı hedef almaya başlasa da para karşılığında başka yerlerde pek çok terör eylemini gerçekleştirdiğini de biliyoruz.”

10

“Eylemleri git gide artan dozda şiddet içermeye başladıkça daha sıkı önlemlerle peşine düşüldü. Ama O da gittikçe ustalaştı. Basını sıkı biçimde kontrol altına alma çabalarımız sayesinde pek çok eylemini daha az zararlı gibi göstersek de aslında bombalama ve suikastleri cidden çok etkili ve korkutucu boyuttaydı. Sabotajlar ve şantaj ile Devletlere çok ciddi hasar vermeye başladığında birleşik bir harekat ile durdurulması için çalışmalar başlatıldı.”
“Ne yazık ki bu çalışmalar da felaketle sonuçlandı. Timler yok edildi ve operasyonun başındaki 3 ajandan biri vahşice katledildi, bir diğeri ağır yaralandı. Diğer ajanımız aldığı yaralar yüzünden sakatlandı ve masa başı göreve çekildi.”
“Nikola Milankoviç çok cüretkar, korkusuz ve becerikli bir düşmandır. Şimdi bütün dünyaya savaş ilan ediyorsa onu ciddiye almalıyız.”
“Kesinlikle katılıyorum, onu ciddiye almalıyız,” diyen Yaşlı Adam idi.

Yaşlı Adam tekerlekli sandalye ile gezen yaşlı bir adamdı. Yüzü ve vücudunun duruşu sanki iki yüz yaşındaymış gibiydi. Yüzünde derin izler ve gözlerinde durgun bir bilgelik vardı. Tehlikeli bir hava da etrafında adeta dalgalanıyordu.
“Sizi tanıyor muyum bayım?” diye sordu Başkan.
“Hayır, Sayın Başkan, Sizden önceki Başkanlar gibi siz de beni tanımıyorsunuz ve siz de beni tanımayacaksınız.”

Savunma Bakanı Başkanın kulağına eğilip fısıltıyla birşeyler söylerken Başkanın rengi öfke, şaşkınlık ve kararsızlık arasında dalgalandı durdu ve sonra sinirli bir kabul ile sessiz kaldı.
Yaşlı Adam başıyla samimice selamlayarak devam etti.

“Nikola Milankoviç geri döndü ve geçen yıllar içinde çok fazla güçlendi. Uyarılarımı kulak ardı edenler elimdeki gücü ve kaynakları da kısıtladıkları için onu yeterince takip edemedim. Ama şundan eminim ki bu geçen 7 yıl içinde hiç de boş durmadı. Onun imzasını tanıyabilirim ve biliyorum ki geçen 7 yıl içinde operasyonlarını büyük miktarda para kazanmak için şekillendirdi. Soygunlar, şantaj, rüşvetler ile büyük kar getirecek işlerden pay almak.. Haraç.. Teknoloji ve bilgi hırsızlığı.. Hiç boş durmadı. ABD bunu bir sır olarak saklasa da bizim kaybolan 45 milyar dolarımızın da onun Hacker takımı tarafından çalındığına inanıyorum..”

Başkan bu noktada Maliye Bakanına döndü.. Bunu daha yeni duyuyordu.. Maliye Bakanı başını önüne eğmişti ve utanarak açıklama yapmaya çalışıyordu..
“Hesapları tekrar tekrar inceliyoruz. Bir yerde bir hata ile paranın yanlış bir hesaba gitmesi söz konusu olabilir diye düşünüyoruz..”
“45 milyar dolar.. 3-5 cent değil 45 milyar dolar Edgar!.. 45 milyar doları kaybettiğimizi mi söylüyorsunuz?! Tanrım.. O kadar güvenlik harcamasını ne diye yapıyoruz!?” diye bu defa da savunma bakanına döndü Başkan.

“Aslında Sayın Başkan,” diyerek konunun can alıcı noktasına girdi Yaşlı Adam.. “Amerika yurt Savunmasına para yatırmıyor. En iyi savunma saldırıda gizlidir prensibi ile hareket ediyoruz. Bütçemiz silaha gidiyor. Savunma harcamaları çok uçuk teknolojik gösterilere gidiyor. Cidden o uçuk yüksek teknoloji ürünü savunma silahlarının bizi günümüz tehlikelerinden koruyabileceğine inanmıyorsunuz ya? Lütfen ciddi olun. Soğuk Savaş bitti.. Düşmanlarımızı ufaladık ve korkuttuk, bizi füzeyle vurmayacaklar..”

11

“Gerçekte ülke güvenliğimiz hiç de o kadar sağlam değil. İki Dünya savaşına girdik ama bu topraklar savaş yüzü görmedi. Savaşlar ile aramızda hep iki koca okyanus vardı. Sınır güvenliği hiç ciddi bir sorunumuz olmadı. Kanada sınırımız acınacak durumda, Meksika sınırı kaçak göçmenlerle yolgeçen hanı gibi.. Denizlerden gelebilecek kaçakçılık boyutundaki saldırılara karşı çok savunmasızız. Bir bavul büyüklüğünde nükleer bomba ile koca bir şehrin yok edilebildiğini göz önüne alırsak Amerika aslında çelik renginde boyanmış iskambil kağıtlarından bir kale. Nikola da bunun farkında..”
“Abarttınız...” diyerek karşı çıktı CIA başkanı. Sesi sertti ama hala çok büyük saygı ile karşı çıkmıştı. Hatta sesi biraz tereddüt ile titremişti.
“Sayın Bay Houston, abartmadığımı en yakından siz biliyorsunuz. Başımızı kuma gömmenin alemi yok. Amerika'nın kendini bu kadar güvende hissetmesinin asıl nedeni büyük vurucu gücü ve coğrafi olarak büyük savunma avantajlarının olması. Asimetrik savaş kavramının hakim olduğu günümüzde bir ülkeyi mahfetmek için ona ordular ile saldırmaya gerek olmadığını biliyoruz. Cüreti olan bir düşman için Amerika, Rusya, İtalya, Irak, Çin, Libya, İngiltere ya da dünyanın herhangi bir ülkesi hiç fark etmez. Ve size söylüyorum ki Nikola Milankoviç'de cüret dediğimiz o şey bol miktarda bulunuyor..”

Bir süre sessizlik oldu. Sonra Başkan doğrudan yaşlı adama sordu. Herşey bir yana bu televizyon konuşması üzerine süreklenerek yeraltına kaçırılması ve konuşmanın dünya Başkentlerindeki zirvelerde yarattığı etki çok düşündürücüydü..
“Ne öneriyorsunuz?” diye sordu Başkan.

Yaşlı Adam lafı hiç dolandırmadan cevapladı.
“Sayın Başkan, ok yaydan çıkma üzere.. Belki de çıktı bile. Benim önerim adamı can kulağı ile dinleyin ve ne isterse verin.”
Bu öneri üzerine Savunma Bakanı ve CIA Başkanından onaylamayan nidalar yükselmekte geçikmemişti.. Bu öneri başkasından gelse sadece kahkaha ile gülerdiler..
Yaşlı Adam sesinin tonunu yükselterek devam etti. Sesi cidden çok ciddi ve karanlıktı. Tüyler ürperticiydi.
“Aksi takdirde çok ağır kayıplar yaşayacağımızı size garanti ediyorum. Bu adam bildiğiniz tehditlerden değil. Bütün güçlerimizi ve zaaflarımızı biliyor. Elbette güç ve zaaflarımızı bilen başka düşmanlar hatta koca ülkeler bile var. Ama fark şu ki, o bu güçlerimizi umursamıyor. O yeraltında. Sahip olduğu bütün gücü sonun kadar kullanmaktan çekinmeyecek. Gücü olmasa böyle bir ültimatom ile ortaya çıkmazdı. Size söylediği herşeyi yapabilir, bundan şüpheniz olmasın..”

Yaşlı Adam işaret edince yardımcısı bir İnternet sitesini ana ekrana açtı. 3 Saatlik geri sayım sayıyordu.
“İnternetteki gizli bir sayfa bu. 7 yıl önce geri saymaya başladı. 7 yıldır durmadan geriye sayıyor. Bu adresi bana Nikola göndermiş..”
Gerisayım televizyondaki ültimatom ile aynı gerisayım idi..

Başkan açıkça ikilemde kalmıştı. Şimdiden bir saatleri gitmişti ve 2 saatten az bir süre sonra ültimatomun ne derece ciddi olduğunu görecektiler. Açıkçası zaman dolana kadar yapabilecekleri çok fazla birşey yoktu. Henüz bir talep gelmemişti. Bekleyip görecektiler.

“Bekleyip görelim,” dedi Başkan Ford. Ama bu son darbe canın çok sıkmıştı. Hangi hasta beyin 7 yıl boyunca, böyle ince ince, böyle bir saçmalığı planlardı!

Saatler son dakikaları sayarken Dünya genelinde ya panik ya da had safada umursamazlık vardı.
12

Açıçası herkes öyle ya da böyle bu 3 saatin sonunda ne olacağını merak-korku ve heyecan ile bekliyordu.

Sattler geriye sayıyordu. Son saniyeler sayarken kimi yerler hakkaha ile gülüyor kimi yerler umursamazca kendi halindeydi, kimi yerlerde ise koca bir endişe ve korku hakimdi..

6, 5, 4, 3, 2, 1..



“Ne oldu? Ne oldu? Bana birşey söyleyin çabuk! Haberler nedir?” diye soruyordu ve bir elinde de televizyon kumandası ile kanalları karıştırıyordu Başkan .. İlk 10-15 saniye çok umut vericiydi.. henüz haberlerde de birşey yoktu ve bütün kanallar bekleme durumunda muhabirleri dört yana yayılmış bunun nasıl sonuçlanacağını bekliyordu..

Başkan ilk gördükleri ile rahatlar gibiydi..
“Belki de hepimizle oynadı bu adi herif..” diyerek rahat bir nefes almak üzereydi Başkan.
New York muhabirinin sesi televizyondan geliyordu ve ses panik içindeydi!
“Aman Tanrım! Buna İnanamıyorum! Bomba! Bomba! Bütün binada bomba araması yapılmıştı ama nasıl olduyda bina yaşanan bir patlamanın ardından çöktü! Tekrar ediyorum, New York Birleşmiş Milletler Binası yerle bir oldu! Aman Tanrım! Aman Tanrım koca bina yıkıldı!..”

Başka yerlerden de raporlar geliyordu.. Bir iki dakika içinde ortalık alev alev yanıyordu!

“Sayın Başkan dünyanın dört bir yanındaki Amerikan Büyükelçiliklerinden bombalı saldırı haberleri geliyor. İngiltere, Fransa, İtalya, Çin, Almanya, Türkiye, Rusya,.. Her yer.. Şimdiden 36 ülkeden saldırı raporu aldık ve yeni raporlar da geliyor.. Raporlar bitmek bilmiyor.. Bu ülkelerin kendi hükümet binalarında da çok büyük hasar veren patlamalar rapor ediliyor.”
“Tanrım..” diye inledi Başkan.. “Elçiliklerdeki can kaybı ne durumda?”
“Elçiliklerimize ulaşamıyoruz. Üçüncü kişilerden ve dışardaki ajanlarımızdan haberlerini alıyoruz efendim..”
“Efendim Başkentteki ve başlıca metropollerdeki önemli devlet binaları da saldırıya hedef olmuş durumda. Şimdiden müttefik ülkelerden ve Rusya ile Çin'den de benzer raporlar alıyoruz. Ajanlarımız dünya çapında eşi görülmemiş bir terörist saldırı dalgası rapor ediyor.”

Bu saldırı gerçekten de sadece Amerika'yı hedef almamıştı. Amerikan elçilikleri yanında diğer batılı devletlerin elçiliklerinde ve ülkelerin büyük şehirlerinde de patlamalar yaşanmıştı. Ülkelerin devlet binalarında da ciddi can kaybına sebep olan bombalı eylemler yaşanıyordu..

İlk 2 saatin tozu aralandığında dünya çapındaki ölülerin sayısı en iyimser tahmin ile birkaç on bin civarındaydı. Bu daha başlangıç idi.. Yüksek tahrip güçlü bombalar, bombalı araçlar ile gerçekleşen saldırılarda şehirler ve ülkeler derin bir şoka, korkuya kapılmıştı!

24 saat içinde gerçekleşen takipçi büyük eylemler ile stadyumlar ve alışveriş merkezleri, hastaneler, okullar, kilise ve camiler vuruldu.. Ölü sayısı 24 saat içinde yüzbinler sayısına ulaşıyordu. Patlamalar durmuyordu..

13

Nikola'nın televizyona çıkışından tam 24 saat sonra televizyon ve bazı internet siteleri üzerinden ikinci konuşması yayındaydı.. Dünya bu defa ciddiyetle ve korkuyla, nefretle izliyordu..

“Benim adım Nikola Milankoviç. İsteklerim Dünya'nın büyük devletleri ve onların müttefiklerince kabul edilene kadar ben sizin en büyük düşmanınızım. Kadın, çocuk, yaşlı, sakat, bebek, anne, baba, kardeş.. Hiçkimse ama hiçkimse güvende değil. Ben ölümüm. Ölüm ayrım yapmaz.”
“Dünya Devletlerine sesleniyorum. İsteklerimi bütün devletlere bir liste olarak şu anlarda ilettim. Burada bir kez de halk önünde en önemli isteklerimi dile getireceğim.”
“Dünyanın kör halklarına sesleniyorum. Bencilliğin ve paranın, kendini beğenmişliğin, umursamazlığın, acımasızlığın ve de merhametsizlğin, cehaletin kölesi olmuş bütün dünya insanlarına sesleniyorum.”
“Kör gözlerinizi açın. Devletlerinize koşun ve onlara adil ve güzel bir dünya, merhametli ve bilge bir dünya istediğinizi haykırın. Aksi takdirde bu dünyayı ben sizin pahanıza gelecek nesiller için küllerinizden inşa edeceğim.”
“İsteklerimden ilki en önemlisi; Bütün Dünya devletleri sınırları dışındaki bütün askerlerini ülkelerine 72 saat içinde geri çağıracak ve başka ülkelere hiçbir şartta silah satmayacak.”
“İkinci ve diğer tartışma kabul etmeyen isteğim; Savaşlar resmen yasaklanacak ve yasağı çiğneyen ülkeye karşı diğer ülkeler birleşik tek bir güç olarak kanun uygulayıcı olarak hareket edecek. ”
“Üçüncü tartışılamaz isteğim; Bütün yoksullara devletleri tarafından ücretsiz sağlık-eğitim-beslenme ve iş kazandırma hizmetleri verilecek. Yoksul ülkelerin bu en temel hak giderleri zengin ülkelerin kuracağı Destek Fonu'ndan karşılanacak. ”
“Milli ordulara ait olanlar dışındaki bütün özel silah fabrikaları ve silah şirketleri yasaklanacak. 24 saat içinde çalışmaları ve üretimleri duracak. Bütün bu şirketler Destek Fonu denetimi altında bütün dünyada ortak bir ağa bağlanacak ve insanlığın yararına teknoloji ve bilim üretecek.”

“Bunlar en önemli isteklerim. Diğer isteklerim ve ayrıntıları ülkelerin liderlerine şu anda iletildi.”
“İsteklerimi duyduğunuzda eğer bunları saçma ya da çok kabul edilemez bulduysanız size şu son 24 saat içinde yaşananları hatırlatmak zorundayım. Şunu da eklemeliyim ki bunlar yapabilceklerim yanında sadece küçük bir gösteriydi.”
“Elbette bazı aptal ülkelerin hala beni bulup yok etmeyi, bu saldırıların önüne geçmeyi deneyeceğini biliyorum. Denemekte özgürsünüz ama bu sadece daha çok acıya neden olacaktır ki bunu zaten denediğinizde göreceksiniz.”
“Dünya halkları. Güzel bir dünyada yaşamadığımızı biliyorsunuz. Şimdi bilmeyenler de öğrenecek. Tatmayanlar savaşı, acıyı, kanı ve gözyaşını tadacak. Uyuyanlar da kardeşlerinin karanlık dünyasına uyanacak..”
“Bu böyle olmak zorunda değil. Liderlerinize bunu söyleyin. Barış ve adaleti sadece kendiniz için değil bu dünyanın diğer halkları için de istediğinizi haykırın. Biri olmadan diğeri olamaz. Aynı dünya üzerinde yaşadığımız müddetçe bir halk açlıktan ve hastalıktan ölürken bir diğeri onu kurtarabilecek kaynakları havaya savuruyorsa bu kötü bir dünyanın kötü insanları olduğumuzun işaretidir.”
“Kötülüğe ve ölümlere, akan kana dur deyin. Acılara dur deyin. Ülke liderlerinize barış ve huzur istedğinizi söyleyin. Bütün dünya için barış ve bütün dünyada birlik istediğinizi söyleyin.”
“Aksi takdirde hepinizi yok edeceğim.”
“Size aklınızı başınıza toplamanız için 1 hafta veriyorum. Bir hafta sonra bugün bu saatlerde Birleşmiş Milletler sözcüsü tarafından ABD ve AB, Rusya ve Çin dahil ülkelerin %75'inin bu şartlarımı kabul ettiğini yönünde bir açıklama dünya çapında yayınlanmaz ise isteklerim kabul edilmemiş sayılacak.”
“İsteklerim kabul edilmediği takdirde hepinizin bu dünyayı daha iyi ve daha güzel bir yer haline getirmek istemeyen bencil ve kötü niyetli insanlar olduğunuza hükmedeceğim. Sadece ülkelerinize değil halklara da savaş açacağım. Ben savaştığımda arkamda canlı bırakmam. Sadece mezarlar kalır ben yürüyüşe geçtiğimde. Ben Ölümüm. Ölüm, benim.”

14

Başkan Ford iki saattir ateşli bir toplantının içindeydi ve beyni açıkça kazan gibi olmuştu. Kurmaylar, ajanlar, danışmanlar, askerler, sivil temsilciler ile konuşup duruyordu.. Çıldırma noktasına gelmişti!
“Lanet!” diye gürledi ve onun gürlemesi ile bütün tartışma ve konuşmalar sustu.. Bir anda koca salon sessizleşti. İğne atsan yere düşme sesi duyulurdu..
“Bu lanet olası Yaşlı Adam nerede!? Onunda burada olmasını istemiştim!”
“Efendim kendisi söyleyeceği herşeyi söylediğini ifade etti ve yapacak başka önemli işleri olduğunu söyledi..” diye çekinerek, fısıltıyla Başkanın kulağına cevap verdi Savunma bakanı.
“Önemli işler mi?! Başka ne önemli işi olabilir ki!? Koca bir Terör Krizinin tam göbeğindeyiz! Dünya alev alev yanıyor! Dünya kanıyor.. 24 saat içinde 350 bin kişi öldü. 350 bin lanet olsun.. Sadece 24 saat içinde.. Adam daha başlamadım diyor.. Benim sevgili Yaşlı Adamımın sözlerini dinlersem bu adam bundan çok daha fazlasına da muktedir! Şimdi ne yapacağız!?”
diyerek bağırdı Başkan.

“Efendim araştırmalarımız sürüyor. Şimdiden bir sürü ipucu elde ettik. 1 Hafta içinde, süre dolmadan sonuca ulaşacağız.” diye konuşuyordu CIA başkanı ama Başkan sadece güldü.
“Houston, beni yanlış anlama, kişisel bişey değil ama sen bu adamın dosyasını benim okuduğum gibi satır satır okudun mu? En ince ayrıntısına kadar bütün raporları ve analizleri bütün ifadeleri okudum. Bu adam deli değil. Buna deli diyenler onu anlamıyor. Bu adam tanıdığım en zeki ve en cüretli suçlu. Suçlu demek onu karşılamaya yetmiyor.. Cüretli ve sert bir devrimci. Bütün dünyayı dünya pahasına devirmeyi istiyor. Adam durmayacak çünkü planlarında sahip olmayı hedeflediği güce sahip. Planı işliyor. Bu ipuçlarını görmedi mi sanıyorsun!?”
“Adam bize 1 hafta verdi. Yakalanmayacağından, durdurulamayacağından emin.”
Başkan ortalıkta gezinerek konuşuyordu ve konuşması bir süre duraklayınca derin bir nefes alıp koca bir of çekti..
“Bayanlar baylar ne yapacağımızı bilemiyorum. Sizleri bilmiyorum ama ben Nikola Milankoviç'in söykediği herşeyi yapabileceğine inanmaya çok yakınım.”
“Sayın Başkan, teröristlerle pazarlık edemeyiz. Onlarla konuşamayız.”
“Biliyorum Houston. Biliyorum. Ama sen de biliyorsun ki bu durum herhangi bir şekilde bildiğimiz türden bir terör eylemi değil. Dünya çapında sadece ABD değil diğer büyük ülkelere ve müttefiklere karşı da girişilmiş çok geniş çaplı ve çok iyi organize olmuş bir saldırı söz konusu. 24 Saat içinde 350 bin ölü var Houston. Açıkça hiç hazır olmadığımız biçimde vurulduk. Ciddi anlamda asitmetrik bir savaşın içindeyiz. Bir ülke değil de bir kişi olması birşeyi değiştirmiyor. Adam dünyaya savaş açtı. Ve gerçeği söylemek gerekirse elindeki gücün sınırını, daha başka neler yapabileceğini, nasıl karşı koyabileceğimizi de bilmiyoruz..”

Başkanın sözlerinindeki haklılığı çoğu kişi kabul ediyordu. Bu dünya tarihinde eşi görülmemiş bir olaydı ve işin gidişi de hiç umut verici değildi.

1 haftalık sürenin daha ilk 48 saati içinde ülkeler arasında süratli bir diplomatik trafik söz konusu idi ve Birleşmiş Milletler(BM) görüşmeleri de aralıksız sürüyordu. Ülkeler ilk sinirli ve şokta hallerinden sıyrılmaya çalışsa da bu hala çok zordu.

Şimdiden cepheleşmeler de başlamıştı.

15

Kabulden yana olanlar, ne pahasına olursa olsun bu terörist isteğe karşı duranlar ve sessizce izleyenler-dinleyenler-duruma göre tarafını seçecek olanlar..

Sürenin son 2 günü kalmıştı ve dünya çapında karmaşa da alıp yürümüştü. Televizyon ve İnternet üzerindeki tartışmalarda insanlar bölünmüştü. Kimisi bu saldırının ciddiyetine ve tehditlerin gerçekliğine inanıyordu kimisi teröristler ile ne şartta olursa olsun pazarlık atmemekten yanaydı.

Çoğunluk bu olanca ölüme rağmen hala bunu sıradan-çok can alıcı-ama hala sıradan bir terörist eylem olarak görüyordu. İşin ciddiyetini anlamamakla birbirini suçluyorlar ya da bu eylem karşısında çabucak teslim olmakla diğerini itham ediyordular.. Göz gözü görmeyen tozlu bir meydandı.

Devletlerarası görüşmelerde de işler çıkmazda idi ama terörsit ile pazarlık yapılmaz diyenler hala çok daha ağırlıkta idi.

Başkan Ford işlerin gidişinden hiç hoşnut değildi. Nikola'nın söylediği herşeyi yapabileceğine yürekten inanıyordu. Diğer ülke liderlerini buna ikna etmek için çabalıyordu ama bu hiç kolay değildi. Ve aslında boşuna bir çaba idi. Kendi Bakanları bile Başkan'a karşı önerilerde bulunuyordu..

Verilen süre dolduğunda Birleşmiş Milletler adına açıklamayı yapan sözcü;
“..Terörizm karşısında hür dünya boynunu eğmeyecektir,” dediğinde Nikola cevabını almıştı.
İnternetten kendi cevabını 45 dakika sonra yayınlıyordu ve bütün ekranlar süratle Nikola'nın cevabına dönüyordu...

“Bu cevabı bekliyordum. Merhametli davrandım. Bunu zayıflık olarak gördünüz. Ciddiyetimi anlamadınız. Size üzerinde yaşadığımız ve çok acılar çektirdiğimiz bu gezegen adına bir şans daha veriyorum.”
“Bir kurban seçmem gerekiyordu. Kurbanımı seçtim. Üzerinde güneşin batmadığı ülkeyi seçtim. İngiltere.. Üzerinde yaşamın tükendiği bir ülke olacak İngiltere..”
“İngiltere toprakları bundan 44 dakika önce Kızıl Ölüm ile tanıştı. XF-666 koduyla saklanan bir kıyamet silahı. Sovyetler bu silahtan o kadar korkmuştu ki onu asla kullanmamaya karar vererek çok derine gömdüler. Üzerine bir dağ kadar toprak örttüler ama ben onu buldum. Rus dostlarınız sizlere karşı karşıya olduğunuz kıyametin boyularını ayrıntıları ile anlattığında diğer ülkelerin çok daha anlayışlı olacağını tahmin ediyorum. Aksi takdirde hepiniz İngiltere ile aynı sonu paylaşırsınız. İngiltere artık ölü bir ada..”

Bu sözlerin daha ilk dakikalarında İngiltere'de koca bir panik başgöstermişti ve Başbakan birkaç saat içinde sıkı yönetim ilan etmek zorunda kalmıştı. Yine de artık çok geçti. Olan olmuştu. İşler kontrolden çıkmıştı. Kısa süre içinde gösteriler şiddet olaylarına sonra da çatışmalara ve halk ayaklanmalarına gidiyordu. Korku ve bilinmeyenin dehşeti İngiltere'yi sarıyordu.

Bir saat sonra Rusya'da ilk bilgiler geldiğinde Rusların hepsinin panik içinde olduğu görülüyordu. Daha Ruslardan cevap gelmeden istihbarat kaynakları Rusların bütün sınırlarını kapattığını ve havadaki uçaklarını geri çağıırdığı gelen bütün uçakları ise yere indirmeden geri gönderdiği yolundaydı..

“Ne kadar kötü?” diye savunma bakanına sordu Ford.

16

Bakanın rengi açıkça soluktu.
“Efendim bu bir biyolojik silah. Ruslar bu programı 1970'lerde sonlandırdıklarını söylüyor. Çok tehlikeli ve kontrol edilemez bir virüs. Bulaşıcılığı, öldürücülüğü o derece yüksek ki aşısı ya da tedavisi olmadığından bir silah olarak değeri göz ardı edilmiş. Kıyamet silahı olarak hem kullanılanı hem de kullananı yok edecek bir gücü var. Adına Kızıl Kıyamet diyorlar..”
“Ne hoş. Çok cesaret verici bir isim. Söyledikleri kadar umutsuz mu Henry?
“Efendim, söylediklerinden çok daha umutsuz. Günümüz teknolojisi ve ulaşım imkanları ile bu virüsün bulaşıcılığı birleştiğinde 24 saat içinde bütün dünya nüfusunun %80'ine bulaşması işten değil.”
CIA Başkanı burada araya girdi. Elinde bir telefon vardı.Yeni haberler alıyordu.
“İngiltere bütün Havaalanı-liman ve kara sınırlarını kapatmış. Ülkede acil karantina uygulanıyor. Bütün yerleşimlerde karantina prosedürü devrede. Havadaki uçaklar, limandan çıkmış gemiler ülkeye geri çağırılıyor. İngiltere'ye geri inmeyen uçaklara ateş açılması için İngiliz savaş uçakları havalanmaya başlıyor. Komşu ülkelerde de karantina prosedürleri aktifleştiriliyor.”

Ada, Dünya ile elektronik bağı dışında bütün fiziki bağlarını koparıyordu. Hatta yurtdışına haberleşme bağlantıları bile devletin sıkı yönetimi altına geçmişti. İlk tespitler hava alanları ve limanlarda, nüfusun yoğun bulunduğu alışveriş merkezi gibi büyük kapalı alanlarda ciddi ölçüde enfeksiyon kirlenmesi gösteriyordu!

İki ay sonra İngiltere'de ve Fransanın İngiltere'ye komşu 2 şehrinde Kızıl Kıyamet kol geziyordu. Nüfusun %90'ı virüsten etkilenmişti. Çok küçük bir kesim Devlet güçleri tarafından korumaya alınmış merkezlerde hayatta kalmaya çalışıyordu. Virüs hızlı yayılıyor, yavaşça ortaya çıkıyor ve acımasızca acıyla öldürüyordu. Çok acılı ve kötü bir ölümdü doğrusu.

İngiltere Başbakanı da bu hastalığa yakalanmıştı. Bütün önlemlere rağmen bu hastalığı kapmıştı ve tüm tedavi çabaları ile hastalığa daha uzun süre dayanabilmişti ama sonunda o da kaçınılmaz karşısında boyun eğiyordu.

Bakanların bazıları ve Başbakan yardımcısı ile onların çevresindekiler de onu takip eden günlerde birbir ölüyor ve İngiltere çokca askerlerin yönetimine kalıyordu.

Fransa karantina altındaki şehirlerinin ayaklanan nüfusunun şehirlerden korku ile kaçma çabaları karşısında kendi vatandaşları üzerine ateş açıyordu. Avrupa ve dünya çok karanlık bir dönemin eşiğinde sallanıyordu..

Avrupadan binlerce mil ötede hoş bir tropik adanın bir köy kumsalında küçük bir köpek yeni sahibinin attığı sarı tenis topunu geri getiriyordu.

İskelede gölgeye oturmuş adamın oltasına gelen üçüncü balık da adam tarafından oltadan çıkarılıp denize geri atılıyordu..

Küçük köpeğin başını okşadı adam.
“Hızlı kerata. Oynamaya bayılıyorsun,” diye gülümsedi Nikola. Bu sokak köpeği peşinden bir haftadır ayrılmıyordu ve sonunda o da arkadaşlığını kabul etmişti. Minik serseriyi kızı görse bayılırdı.

17

Acılı acılı gülümsedi. Kızı cennetteydi şimdi. Ailesi cennetteydi. Ona kalan ise bu kocaman kötü dünyaydı.

Topu tekrar bütün gücü ile savurdu Nikola. Küçük köpek de heyecan ve hevesle havlayarak yine güzel mavi sulara atladı. Bütün sabah boyunca balık tutmayarak ve topla oynayarak vakit geçirdiler..

Dünya bilinmezliğin ve kızıl kıyametin eşiğinde sallanırken bu sahilde sadece zamanın içinde donmuş acılı bir adam vardı..

Jennifer Kanada'nın kuzeyindeki güzel bir dağ yaylasındaki koca bir malikanede telsiz başındaydı. Brad de yanıbaşındaydı. Burada ailelerinden ve sevdiklerinden yaklaşık 30 kişilik bir guruptular ve haberleri korkuyla dinliyordular.

İngiltere'deki insan yaşamı 6 ayın sonunda sadece Devletin koruma tesislerindeki küçük bir nüfus ile kısıtlıydı. Havadan gelen yardımlar ile hayatta kalan bu insanların hayatı çok umutsuz ve acılıydı. Bu insanlar için kıyamet kopmuştu. Bütün yaşamları silinip gitmişti. Sevdiklerinden çoğu ölmüştü ve dünyaları, şehirleri öldürülmüştü. Yaşamları çekilmez bir hal almıştı. Her nefeslerinde acı vardı ve intiharlar görülmeye başlanmıştı. Umutları tükenmiş ve hayattan beklentileri kalmamıştı. Çocukları için bir yarın umutları hergün daha çok tükeniyordu. Ölümü bekleyerek korku ve dehşet içinde yaşamak büyük bir işkenceydi..

Dünya devletleri İngiltere'de olanlar karşısında şoktaydı ve dünya ağlıyordu. Bütün dünyada bütün dinler ölenler ve acı içinde yaşayanlar için dua ediyordu..

Yine de Nikola'nın isteklerini tartıştıkları ortamda hala sesler öfke ile yükseliyor ve onu bulup bu yaptıklarını ödetmek için ateşli nutuklar atılıyordu..

Nikola tepkileri sessizce izliyordu. Halklar içinde belli bir oranda uyanış görülmüyor değildi ama liderler hala anlamaktan uzaktı. Hala yeterli değildi..

Nikola umutsuzca ve kederle başını salladı.
“Yazık. Zavallılar. Ölümden başka çareleri kalmamış. Akıllarının gözünü yanlızca ölüm açabilir. O kadar derin bir karanlık içinde yüzüyorlar ki onları artık sadece ölüm aydınlatabilir..”
“Öyle olsun..”

-bitti

67
Kurgu İskelesi / Kovan Savaşları Öyküleri (devam edecek)
« : 06 Mayıs 2012, 14:38:16 »
Mayıs 2006'dan. 8 bölümlük romanımın 1. Bölümü. (2006 yılından bu yana çok fazla düzeltme yapmadım üzerinde)

Türkler ezik değil biz de bilim kurgu yapabiliriz diyerek ve çok eğlenerek yazdığım bir öykü dizisiydi bu. Bilim kurgunun daha ziyade askeri bilim kurgu ve space opera denebilecek bir tarzına kaydım. Aksiyon ve macera içeren bir öykü dizisi, bir roman oldu sonuçta.

Ezikliği sevmiyorum. Bilim kurguyla sadece dalga geçen komik Türk işi ürünleri sevmiyorum. Kendine güvenmeyen ve olmaz-saçma olur-inandırıcı olmaz şeklindeki çıkışları sevmiyorum. Yaparsan, olur. Yaptım. Oldu.
Birinci bölümün tamamını tek parça olarak sunuyorum. Zaten önceden büyük bölümü buradaydı o yüzden kırpıp yayınlanan kısımları silmek istemedim.
İkinci bölümden başlayarak Kovan Savaşları isimli çalışmamı burada kısa parçalar halinde okumaya sunmaya karar verdim. Üçer sayfa ile gönderecek olursam epey bir süre buralarda olacağım heralde. İyi okumalar.


1. Bölüm (İlk Temas)

Şeref Paşa İstanbul’u izledi. Yani ondan geriye kalan harabeleri. Yağmur yıkıntılarla bezenmiş ve cansız şehrin üzerine yağarken, helikopterini Ayasofya’nın çevresinde bir tur döndürdü. Dalgınca havadan seyretti İstanbul’unu.

“Eskiler bina yapmasını biliyormuş Kemal,” diye konuştu, ikinci komutanına. “2012 depreminde şehrin neredeyse tamamı yıkıldı ama Ayasofya, Camiler ve Hisarlar ayaktaydı. Bugün hala ayaktalar. Buna ilahi bir anlam vermeli miyiz sence?” diye ifadesizce konuştu, emeklilikten zorunlu olarak geri gelmiş olan Paşa. Kullandığı saldırı helikopterini geri çevirdi ve rotasını vurucu üs olarak kullandıkları Yenişehir İnşaat Sahası olarak belirledi. Otomatik pilota bağlandı.

Kemal Yarbay rütbesine göre genç ve gazi bir komutandı. İlk hizmetini Şeref Paşa emrinde icra etmiş ve ona her zaman aşırı bir sadakatle bağlı kalmıştı. Yıllar boyu görüşmeden, uzak kalsalar da kader yollarını yeniden birleştirdiğinden bu yana eskinin sıkı bağlarının gevşemediği görülmüştü. Kemal Yarbay dünyanın sonunu getireceği kesin sayılan; kıyamet sayılan, devasa meteorun sanıldığı gibi bir kıyamet yaşatmadığını görmüş ve sağ kalmıştı.

Meteor dünyanın umutsuz ama ortak çabaları ile çarpışma öncesi uzayda vurulmuş ve anlaşılan durdurulamasa da parçalara bölünmüştü. Kayadan yağmur öncesinde bile ayaklanmalar ve çatışmalar, şiddet olayları ve suç dalgası ile kitlesel çılgınlığa kapılmış bir dünya varken şimdiki durum daha da berbattı.

“Kıyamet tellalları ölmediklerini görünce derin bir kedere batmışlardır. Cehennem diye bağırıyordular. Daha çekecek çileleri olduğunu görünce dehşete düştüklerine eminim. Fırsatını bulduklarında buna da bir kulp takacaklardır Paşam,” diye gülümsedi Yarbay.
Paşa onayladı, “Ona ne şüphe.”

Şeref Paşa orduda önde gelen ve ağırlığı sadece üst düzeyde değil, daha aşağı kademelerde de hissedilen bir Paşa iken, emekliliğinin yaklaştığı sıralarda iki çok üzücü olay yaşamıştı. Önce çok sevdiği eşini bir hastalık neticesinde kaybetmiş hemen az sonra da bir trafik kazası sonucu kızı ve oğlu ile onların ailelerini ve torunlarını kaybetmişti. Yıllar boyu muharebe görevlerinde pek çok askerini kaybetmek acısına yüreği kolay dayanamamıştı ama bir de ailesini de kaybedince Şeref Paşa’nın hayata küsmesine hiçbir şey mani olamamıştı. Yıllanmış asker tüm ısrarlara karşılık erken emeklilik alıp İstanbul’a yerleşmiş ve buradaki sayılı kadim dostlarından başkası ile görüşmez olmuştu.

Sonra bu meteor haberi dünya gündeminde patlamıştı!

Bütün dünya çılgınlığın eşiğindeyken önlemler de alınmaya çalışılıyordu. En iyi ihtimale karşılık hazırlıklar yapılıyordu, çünkü daha kötü bir senaryoda insanın soyunu kurtarma şansı yoktu. Sığınaklar her ülkede seçilmiş kişileri ve sonra da kura yöntemi ile belirlenen kişileri belli ölçüde koruyabilecekti. Devletlerin dışında özel kuruluşlar ve birleşen halk da sığınaklar inşa etmeye, su ve besin stoklamaya başladığında daha sekiz yıl vardı meteorun çarpmasına. Bununla beraber süre aldatıcıydı. Üç yıl geçtikten sonra meteor güneş sistemi içinde birden hız arttırmış ve kalan süre beş yıldan üç yıla inmişti. Üstelik artan hızına rağmen hala Dünya ile çarpışma rotasındaydı! Bu çok inanılmaz bir şeydi! Hala yeterli bir süre olmasına karşılık bu halktaki korkuyu körüklemişti. Korkan büyük kitleler bir sorundu. Ama korkan bir bütün dünya halkları başka bir şeydi! Sıkı yönetim ve askeri darbeleri isyanlar ve iç savaşlar, suç dalgaları izledi. Kaos bütün dünyayı sardı. Devletler parçalandı. Ülkeler arasında çatışmalar baş gösterdi.

Sonra yine bir şey oldu, son yaklaşırken. Daha üç ay varken meteor yeniden hız kazandı ve süre on yedi güne indi. Sürat artışına rağmen hala dünya ile çarpışma rotasındaydı.  Bu inanılmazdı. Sığınaklar süratle son hazırlıklarına ve dolup mühürlenme işlemlerine başlarken sığınaklara halk hücumları artık yalvarış, yakarış değil öfke ve şiddet doluydu; silahlıydı, organizeydi. Ordu, polis ve özel sığınak bölgelerinin güvenlik kuvvetleri ile ölmemek için çabalayan koca halk yığınları arasında kanlı çarpışmalar yaşandı.

Sonunda gün geldi.

Meteor gelmeden bir iki hafta öncesinde başlayan kısmi meteor yağmurundan sonra; büyük meteor yörüngedeki güçlü lazer topları ve nükleer silahlarla vurulduktan sonra, asıl fırtına dünyaya vurdu.
Dünyada yer yer büyük yıkımlar ve felaketler yaşanırken bazı bölgeler ise sadece kayan yıldızları izlemekle yetinmiş ve uzaklara düşen meteorların sarsıntılarını zaman zaman duysalar da hepsi o olmuştu.
İstanbul on iki yıl önceki depremde neredeyse tamamen yıkıldıktan sonra kısa sürede yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Şehir bütün hatalarından ders alma ve eski ününü gölgede bırakacak bir çehreye bürünme çabasında çok çalışmıştı. Tam iyi şeyler ortaya çıkıp toparlanmaya başladığı sırada ise meteor bilgisi gündeme düşmüştü! Sonrasında ise bütün kaynaklar sığınaklara ve savunmaya yönlenmişti.

Son üç aydır şehirde kan durmamıştı. Ayaklanmalar ve suç dalgası mahallelerin örgütlenmesine ve mahalle savaşlarına kadar gitmişti. İnanılmaz bir çöküş, tüm dünyada olduğu gibi, burada da insanoğlunu karanlık bir çağa atmıştı sanki! Hal böyle iken kıyamet gününde ilk meteorlar gökten ateş olup yağmaya başlamıştı. Bu tam on dokuz gün önceydi. Yağmur kısa sürmüş ve şehri kısmen vurduktan sonra bir iki gün içinde kesilmişti. Fakat hala gökte, gündüz vakti bile ışık şenlikleri ile izlenen, meteor sağanağı vardı ve onlar da kaybolana kadar yağmurun uğrayıp uğramayacağından emin olunamazdı.
 
İstanbul’un sığınak bölgelerini koruyan asıl garnizon bu meteor yağmurunun en büyük parçaları ile vurulmuştu. Bir sığınak tamamen yok olmuştu. Bir diğer sığınak ise ağır yara almıştı.  Bir iki gün sonra oraya silahlı sivil savunma örgütü ile ulaşmıştı Paşa. Sığınaklara alınmamış sivilleri, ayaklanan başıbozuk güruhlardan korumak için organize ettiği toplulukla beraber İstanbul’da en ağır yarayı dramatik bir biçimde sığınakların aldığını görmüştü. Kemal Yarbay ve kurtulanlara ulaşmalarından bir hafta sonra ise onların lideri ve komutanı sıfatını taşıyordu. Ondan daha rütbeli bir subay şu an için ulaşılır durumda değildi ve Yarbay, o hayatta olduğu sürece; emekli dahi olsa, ona komutanım diyecek kadar bağlıydı. Paşa’yı bin bir dil döküp sonunda komutayı almaya ikna etmişti. Epey duygu sömürüsü yapmıştı doğrusu.

Saat daha öğlene geliyordu ama hava git gide kararıyordu. Yağmur hızlanıyordu. Karanlık ve sert, sağanak yağmura rağmen iki asker de fırtına beklemiyordu.

“Belki de kıyamet budur Kemal Yarbayım. Baksana, her şeyi gördüm diye bilirdim. Ama daha görmemişim.” diyordu Paşa, o anda acil bir mesaj aldılar.
“Gökdelen’den Çevik 1’e! Gökdelen’den Çevik 1’e! Tamam!”
“Çevik 1 dinlemede. Tamam.”
“Komutanım! Kuzeydoğu, stadyum bölgesindeki devriyelerimiz saldırı rapor ettiler! Kod Mavi 09 bildirdiler Komutanım!”

Helikopterdeki iki asker de şaşkın durumdaydı. Bu acil durum kodları arasındaki Mavi 09 özel bir kod idi ve Küresel Güvenlik Teşkilatı adındaki varlığı inkar edilen uluslararası bir güvenlik örgütünün tavsiyesi ile dünyadaki bütün ordularda son on beş yıldır kullanıma açıktı. Anlamı, tanımlanamayan; olasılıkla dünya dışı içerikli düşmanca hareket, idi. Şaka gibi gelmiş ve bütün ordularda dalga geçilmiş olmasına karşılık üst düzey komutanların bu konuya ciddiyet gösterip önem vermesi kısa sürede rahatsız edici bir hal de almıştı. Az zaman sonra bu meteor olayının ortaya çıkması ise bazı zihinleri çok karıştırmıştı.

“Devriyenin komutası kimde Binbaşım” diye sordu Yarbay.

Bu esnada Şeref Paşa helikopterin kumandasını otomatikten çıkarmış ve istikameti kuzeydoğuya çevirmişti. Saldırı helikopteri Rusya’dan özel anlaşmalarla alınan ve son on yıldır askeri çevrelerde ünlü olan Omega 1B idi. En büyük özelliği sürati ve çevikliğiydi. Helikopter saatte beş yüz  mili aşan maksimum muharebe sürati ile etkileyiciydi. Üstelik yerden atılan roket ve füzelerin büyük bölümüne karşı çok etkili gizli bir savunma sistemi de vardı. Bu çok pahalı ve üstün savaş oyuncağını Rusya’nın nasıl sattığı ve Türkiye’nin teknoloji transferi ve ülkede üretim şartları ile nasıl aldığı uluslararası sırlar içinde en merak konusu olanlardandı.

“Komutada Cihan Yüzbaşı var komutanım. RPG ve LAW roketleri yanında bire ondan az olmamak kaydıyla hafif piyade tehdidi raporlandı. Gaz saldırısı ile karşılaştıklarını, bağlantımızın kopabileceğini bildirdi. Bölgedeki bir sığınak kompleksine çekildiklerini bildirdikten sonra bir daha bağlantımız olmadı. Başka haber alamadık. Sürekli irtibat kurmayı deniyoruz. Yakındaki diğer devriye uyarıldı ve destek için yönlendirildi komutanım”

“İkinci devriye uzak gözetimde kalsın Binbaşım. Cihan’ın devriyesi onlardan aşağı değildi. Paşam, üç operasyon gurubunun havadan bölge güvenlik sınırına indirilip desteklenmesini öneriyorum,” diyerek onay istedi Yarbay.
Şeref Paşa onayla yetinmedi, “İlave olarak yerden ZPT desteği ve hava eşliğinde Omegalar ile Cobraları istiyorum. RPG ve LAW uyarısı yapın. Gaz konusunda da dikkatli olun. Topçu desteği için kapasitemiz ne durumda, Oktay?”
“Emrettiğiniz tahkimatların yarısına yakını tamamlandı ve muharebeye müsait durumda Paşam” diye cevapladı Oktay Binbaşı.
“Bütün devriyelere şu an itibariyle acil topçu desteği isteme yetkisi tanınmıştır. Bildirilsin.”
“Emredersiniz Paşam.”

Şehir içinde top ateşi kullanımı başka şartlarda sadece düşman topraklarda uygulanabilirdi. O da sivil kayıp endişesi nedeniyle tartışmalı bir karar olurdu. Amma İstanbul, depremden sonra, hala yarı savaş alanı ve dağınık yerleşim adaları arasındaki moloz denizleri halindeydi. Geniş ve molozdan temizlenmiş, boş alanlar da epey fazlaydı. Şehir, yeni inşaatlara ve düzenlemelere rağmen hala yaralıydı.

Şehirdeki çete savaşları ve kargaşa orman kanunlarını tek kanun yaptığından, düzeni sağlamak için mücadele veren Şeref Paşa komutasındaki 17. Sığınak Bölgesi Muhafız Tümeni farklı yerlerde günlerdir -küçük çaplı çatışmalarda- çarpışıyordu ve her an çarpışmaya hazırdı. Şu anda da helikopter tamamen silahlı ve savaşa hazır durumdaydı.

Helikopter kısa sürede artık sözü geçen mevkiye ulaşmıştı. Devriyenin araçlarından arta kalanlara bakılırsa saldıranlar devriye ile mukayese kabul edecek beceride değildi. Bir kitabı okur gibi muharebe meydanını okuyabilirdi usta bir komutan.

Devriyede süratli hareket eden Humex zırhlı arazi araçlarından iki ve hafif zırhlı BMP nakliye kamyonlarından bir tane ile silahlı ikişer kişinin kullandığı savaş motosikletlerinden altı tane vardı. Burada bir Humex terk edilmişti ve diğeri de iki isabetle alevler içindeydi. Terk edildikten sonra vurulmuştu. Kamyon bir binanın alt katındaki dükkana kafadan girmişti. Araçlar aniden terk edilmiş olmasına rağmen terk eğitimli bir biçimde olmuş ve neredeyse tam bir çember ile siper oluşturulmuştu. Motosikletler ortada yoktu. Hızlı ve çevik araçların personeli süratli vur kaç ve çevirmeler için eğitilirdi. Sağlam olmaları iyiye işaretti ve Paşa sağlam olduklarından emin gibiydi. Savaş alanında çok fazla ceset vardı. Silahları ise çeşitli hafif makineliler, tüfekler ve RPG roketleriydi. Bu kavşak meydanında pek çok patlama izi ve hala yanan bir sürü ateş çukuru vardı.  

“Paşam, başıbozuk güruh işine benziyor” diye ifade etti Yarbay.
“Silah kullanmayı bilmediklerini kastediyorsan haklısın ama organize olmadıklarını söylemek doğru olmaz. İyi organize olmuşlar. Ve cesetlerin yığılma durumuna bakılırsa çekinmeden çarpışmışlar. Önceden olsa intihar saldırısı derdim ama kitlesel bunalımın insanları nerelere getirdiğini gördükten sonra şaşırmıyorum.”
“Paşam, ölüler arasında bizim çocuklardan iz göremiyorum. Belki de en kötü ihtimalle yaralımız vardır.”
“İnşallah öyledir Yarbayım. Bu arada, RRP’de iz var mı?”

Bütün askerlerin bileklerinde muharebe istihbarat ve iletişim amaçlı Asker Veri İşlem bilgisayarı AVİ vardı. AVİ hem telsiz hem de bilgisayar ve daha fazlasıydı. Farklı modelleri farklı kabiliyetlere sahip, uydu bağlantı kabiliyetli harika bir aygıttı. Uydulardan çalışan küresel yer belirleme sistemi; GPS, uydular meteor yağmurunda yok olduğu için çalışmıyordu. Bununla beraber GPS herhangi bir durumda kapanacak olursa diye geliştirilen eski moda bir yöntem daha vardı. Yer istasyonlarından ve elektronik muharebe destek uçaklarından faydalanan RRP için altyapı süratle kurulabilir durumdaydı. Uyduların yerini tutmasa da sistem kendi bölgende ya da operasyon sahasında önemli bir hakimiyete imkan sağlıyordu.

“İstasyonlar bu bölgede henüz yeni kurulacaktı Paşam. Kuramadan saldırıya uğramışlar. Paşam termal tarayıcıda stadyumun güney yönünde kalabalık iz gurubu okuyorum. Keşif gözü için yüksekliğe ihtiyacımız var.”
“Tamam, Kemal, yükseliyorum ve yavaşça o tarafa ilerliyorum. Silah sistemleri hazır. Bana ne olduğunu göster. Bu gördüklerimize Mavi 09 diyemem ama Cihan Yüzbaşı bende sağlam bir adam intibası bırakmıştı. Bir bildiği olmalı.”
“Cihan ve takımı çok iyidir komutanım. Büyük Orta Doğu Savaşı’nda cephe ötesinde yüz on gün takviyesiz savaşmıştılar. Mavi 09 diyorsa bunu en azından on kere düşünüp söylemiştir. Tek bir şüphesi olsa rapor etmezdi.”

Kemal Yarbay, Cihan Yüzbaşı ve takımına büyük saygı ve güven duyardı. Öyle bir savaşta düşman hattı gerisinde yüz on gün tek başına ve kendi kaynaklarını yaratarak çarpışan bir birlik kahramandan başka bir şey değildi.

Omega yarım bir yay ile dönüp aynı anda da yükselme manevrası ile hedef bölgeye yönelirken hızı düşüktü ve Paşa gece saldırı modunu aktif hale getiriyordu. Az sonra helikopter bir metre yanındaki birisi için bile bir arabanın motorundan daha fazla ses çıkarmıyordu, nerdeyse sessizdi. Yağmur yumuşamıştı ama hava hala karanlıktı. Uzaklarda şimşekler çakıyordu.

Pervanenin üzerinde bulunan bir metre çapındaki bir kürecik uzun mesafede etkili ses alıcı ve çeşitli farklı özelliklerde görüş sağlayıcı bir donanımdı; Omega’yı sadece saldırı değil, saldırı öncesi tam bir keşif ve istihbaratta da eşsiz kılıyordu. Bulunduğu konumdan dört metre yukarıya yükseltilebilen küregöz helikopterin bina ya da tepe gibi yükseltilerin ardına gizlenip görünmeden yükseltinin arkasını görmesine imkan veriyordu. Tıpkı şu anda olduğu gibi.

Bu esnada Yenişehir Operasyon Komutası; Gökdelen, Omega üzerinden sinyalini güçlendirerek bölgeye sürekli sesleniyor ve devriyeden cevap almaya çalışıyordu.
 

Daha sabahın ilk saatleriydi ve hava günün nasıl olacağını açıkça söylüyordu. Devriye ve RRP istasyonlarının kurulumu görevi ile dışarı çıkacak olan Cihan için tatsız bir gün demekti bu. Bir sürü savaş yarasına sahip olan yıllanmış asker böyle ıslak günlerde eski yaralarından bazılarını şiddetle hissediyordu. Bir küfür uçtu dudaklarından.
“Efendim Komutanım. Bir şey mi dediniz?” dedi hemen yanındaki Rafael Yüzbaşı. Türk ordusundaki Yahudi kökenli bir subaydı Rafael. Yakın dost olmalarına rağmen, binbaşılığı bir iki disiplin hatası yüzünden epey gecikmiş Cihan’a genelde komutanım derdi.
“Tatsız bir gün olacak,” dedi Cihan.
Anlamıştı Rafael. Gülümsedi. “Şahin Başçavuş dün bana geldi,” diyerek konuyu değiştirdi.
Cihan ilgilenmişti bununla. Ona doğru döndü.
“Bir sorun mu varmış?”
“Olabilir. Nişancıların ikisi birden huylanmış,” diyerek gülümsedi. Takımın iki nişancısı işlerinde çok iyi olmalarının yanında kesinlikle hasta paranoyaklardı. “İki üç gündür devriye hattında anormallik olduğunu söylüyorlarmış. Etraf çok sessizmiş. Levent kuşlar yok diyormuş, Ural da kedilere takmış. Kediden geçilmiyordu şimdi bir tane bile yok diyormuş,” dedi ve farkında olmadan suratı karardı. Aklına Berusum gelmişti.

Orta doğu savaşında Cihan’ın takımı üç ay boyunca düşman hattı gerisinde çarpışırken bu iki nişancının çıkardığı savaş bir noktada takımın kurtarıcısı olmuştu. Zaten ikisini paranoyak yapan da o savaş olmuştu. O savaştan, öyle ya da böyle, yara almadan çıkan kimse de yoktu.

Cihan da anladı ve  hatıraların tuzağına dalmadan kendine geldi. “Berusum, değil mi?” diye sordu Rafael’e. Dostunun yüzünde derin acı izleri vardı. İnsanlıklarından utandıkları bir yerdi Berusum. Savaşın çirkin yüzünün en çirkin halini görmüştüler.

“Evet” dedi silkelenen Rafael.

İkisi de bir an durup düşündüler.

“Bu kadarı ile Komutan’a gidip somut bir nedenimiz var diyemeyiz ama nişancılar vurucu timdeki en iyi gözlerdir. Yola çıkmamıza bir saatten az kaldı. Bütün timi sen kontrol et. Tam donanım ve yedek kitleri de alın. Bundan hoşlanmayacaklar, böyle bir görev için çok ağır olacak ama her şeyi alacaklar. Herkes. Bütün devriyelere de uyanık olma uyarısı yollat. Fazla dillendirme. Sadece uyarıldıklarından emin ol.”
“Her gün çatışmanın içindeyiz. Standart donanımımız bile çok iyi. Bu hazırlık fazla olabilir mi?” diye cidden merakla sordu Rafael.
“İtiraf etmek gerekirse öyle olmasını diliyorum ama buna inanmıyorum. Batıl inanç sahibi olmak savaşta iyidir Rafael. Uyanık olmak için sana neden verir. Nişancılarıma güveniyorum. Bir ay kadar önce ayaklanma guruplarını birleştiren birisi olduğu istihbaratını almıştık. Hatırladın mı? İlgisi olabilir.”

Takım gerçekten bundan subayı, astsubayı ve erleriyle beraber nefret etmişti. Daha önce de bu olmuştu. Sorumluları biliyordular. Sıradan bir görev ne zaman böyle bir kıyafete bürünse bunun altından nişancılar çıkardı. Ve işin kötü yanı daha önce sadece bir kere yanılmıştılar. Onda da herkes açıkça çok iyi hazırlıklı olduklarını gösterdikleri için karşı tarafın vazgeçtiğini düşünüyordu ve nişancıların orada da haklı olduğuna inanıyordu.

“Bursalı, olum, bu G6 silahı on iki kilo, tam takım muharebe zırhı ve miğfer dokuz kilo, cephane kitleri on kilo, gaz maskesi, gecegörüş gözlükleri, erzak.” bu son ikisini bastırarak söylemişti; bunlar hava kararmadan dönecek bir tim için fazlaydı. “.AVİ, 14’lü Block tabanca, elektrik tabancası, patlayıcılar ve el bombaları. Bunları benim yerime sen taşıyacaksın,” dedi Savaş. Diğerleri açıkça sırıtıyordular. Savaş, Levent’e çok kızmıştı.

“Gün bitmeden Erzurumlu poponu bunlara borçlu kalabilirsin. Dua et de haksız çıkayım,” dedi Levent. O da gülümsüyordu.
“Dua et de haklı çıkasın” dedi Savaş. Sonra ne saçmaladığını fark edip bir koca küfür savurdu. Herkes kahkahalara boğuldu ama bunlar açıkça sinirli kahkahalardı.

İçinde bulundukları durum hoş değildi. Önce meteor lafı ile çıkan olaylar, ayaklanmalar, suç olaylarına ordu destekli müdahale ve sonrasında da meteorun düşmesi gereken gün vurulması ve sığınakların yaralanmasını takip eden günlerde şehirdeki çatışmalar. Savaşta başka ülkenin insanlarını öldürmek bile bir yerden sonra bir askerin ruhunda yaralar açıyordu ama kendi ülkenin insanına silah doğrultup ateş açmak başka bir şeydi. Ayaklanma, isyan ya da adı her ne olursa. Bu askerin insanlığını yaralayıp ruhuna işkence çektiren bir şeydi. Aslında savaşın kendisi başlı başına insanlığın en büyük illetiydi.

Rafael aynen emredildiği gibi bizzat donanımı kontrol etti. Şahin Başçavuş bile ekşi bir surat ile yardım etmişti askerlerin denetlenmesine. Takımın rütbelileri de devriye ve istasyon kurulumunda bu kadar silah ve cephaneye işkence gözü ile bakmıştı. Hatta Okan Teğmen açıkça ağlamaklı olmuştu çünkü Hummex 2’deki yedek cephanenin sorumluluğu ona aitti. Bu, bir çatışma anında koca bir mermi sandığını yüklenmek demekti.

Sonunda tatsız bir görev için son kontroller de yapıldı ve istasyon sandıkları BMP kamyonuna, askerlerin yanına yüklendi.

“Birinci manga rütbelileri öndeki Hummexde benimle olacak. İkici Hummex ikinci manga rütbelilerinin. Panterler iki ön, iki arka ve iki ileri keşif şeklinde guruplanacak. BMP, Hummexlerin arasında olacak. Yani standart ilerleyeceğiz arkadaşlar. Bununla beraber herkesin gözünü dört açmasını istiyorum. Endişelenmek için yeterince sebebimiz zaten var. İstanbul’da hakim değiliz ve düşmanca hareket eden silahlı guruplarla çatışmalarımız devam ediyor. Son günlerdeki yavaşlamaya dikkatimiz çekildiği için bugün daha bir temkinli olacağız,” diye konuşurken üzerindeki kıyafeti gösterdi Cihan Yüzbaşı, “Bu sizin giydiklerinizden daha hafif ya da rahat değil. Ve ben de sizden daha mutlu değilim. Hadi gidip görevimizi yapalım olur mu?!”

Askeri ve rütbelisi ile hep bir ağızdan çıkan tek ses, güçlü ve yırtıcı bir onay nidası ile Cihan Yüzbaşı komutasındaki 51. Vurucu Komando Takımı araç binip yola koyuldu.

“Ne var o çantada Ural?” diye sordu Hüseyin Çavuş. Şahin Başçavuş nakliye kamyonunun ön tarafında Süleyman Çavuş ile beraberdi. Hüseyin’in askerlerin başında olması Şahin’i rahatlatıyordu. Hem Süleyman daha bir geyik bir yol arkadaşıydı ve önlerinde epey yol, bir dolu iş vardı.

Ural fazladan bir yük olarak taşıdığı çantayı açıp sırıtarak gösterdi.
“Oohhhaaa!” nidası Özgür Onbaşı’dan geldi.
“O düşündüğüm şey mi?” diye sordu Levent.
“S-40 tipi KANN-S mermisi,” dedi Ural gevrek gevrek.
S-40, iki safhalı KANN-S keskin nişancı silahının kullandığı mermi çeşitlerinden patlayıcı özellikli olanıydı ve zırhlı araçları da etkisizleştirecek kapasitedeydi.
“Onun bizde olmaması gerekiyor. Sadece SAT’ların envanterindeydi. Nerden buldun?” diye ağzının suyu akarak sordu Levent.
“Yeşilköy Baskını’nda ele geçirdiklerimizden. Numune amaçlı birkaç kutuyu zulaya atmış olabilir miyim acaba?” diye gülüyordu  Ural.
“Bir kutuyu bana vermezsen seni Şahin’e ispiyonlarım.” diye şakayla tehdit etti Levent. Diğerleri buna gülerken Ural;
“Kardeşim, lafı mı olur? Al bakem,” diyerek bir kutuyu hemen uzattı. İki Nişancı da ağızları kulaklarında gülümsüyordu.
“Dikkatli kullan birader.”
“Çocuk diiliz abisi. Elimizdeki nedir biliyoruz.”

Yolun başları böyleydi. Şamata ve muhabbetle, tasasızca ilerlediler. Askerler ölümü en iyi bilenlerdi. Yaşamı da. Ölümden zaman çalarak yaşadıklarını biliyordular. Ölümden kaçış yoktu. Bu nedenle hayatı gülerek ve neşe ile yaşamayı ve de yeri gelince de savaşmayı çok iyi dengeleyebiliyordular. Askerler sivillerin, sıradan insanların garip bulacağı bir eğlence ve yaşam tarzına sahiptiler ve onlar da sıradan insanı garip buluyordular. Bu komikti ve de acıydı.

Tanıdık ve kontrol altındaki bölgede ilerledikleri süre boyunca rahattılar.  Yenişehir İnşaat Sahası dışına çıktıkları andan itibaren yolun rengi değişmişti. BMP’nin kurşun geçirmez branda kasa örtüsünde, askerlerin dışarıya atış yapabileceği atış yuvaları vardı ve şimdi herkes ayakta, silahları hazır biçimde, dört gözle etrafı tarıyordular. Sessiz ve boş sokaklarda kimseyi görmeden ve hiç bir şey duymadan ilerliyordu devriye.
Yağmur kalınlaşıyor ve hızlanıyordu. Hava bulutlu ve karanlıktı. Koca metropolde deprem ve meteora rağmen hala üç milyon kişi olmalıydı. Şehir o kadar hasar almamıştı. Meteor yağmuru hasarı bölgesel ve aslında bu büyüklükte bir şehir ve nüfus için çok zayıftı. Radardan izlendiği kadarı ile düşen meteorların büyüklüğü bir iki metre çapa ancak ulaşmıştı. Ama meteorlardan daha kötüsü halkın kendine ettiği idi. İnsanların deliliği sınır tanımamıştı. Ayaklanmanın karmaşası ve suç dalgası çok kan ve gözyaşı akıtmıştı.

İnsanların çoğu korku ve dehşet içinde bulabildiği her delikte yaşamaya çalışıyor ve saklanıyordu. Otorite ve kanun olmadığında orman kanunlarının neler yapabileceği ve insanın ne kadar çirkinleşebileceğini görmek askerlerin kendi vatandaşlarına silah çekme konusundaki çekincelerini kısa sürede çok zayıflatmıştı. Her şeyden önce onların da aileleri vardı ve birilerinin kendi ailelerine bunları yaptığını düşünmek onları çok etkilemişti.
İki saat boyunca ilerlediler ve planlanan hakim noktalara RRP istasyonları olan çanta boyutlarındaki cihazları ve antenlerini yerleştirip kamufle ederek görevlerini yaptılar. Sonra işler değişmeye başladı.

Motosikletli birimler olan Panterler AVİ iletişim kanalından görüntülü bir mesajla ilginç bir durum bildiriyordu.
“Cihan Yüzbaşım, Kedi 3 bildiriyor. Bu görüntüyü alabiliyor musunuz?”
Görüntüde yeşil yosunla kaplı sokaklar ve meteor hasarı olduğu belli olan hasarlara sahip binalar vardı. Yosunların arasından yer yer ilginç tropikal ağaç ve bitki kümeleri de fışkırıyor gibiydi. Yani buna benziyordu en azından.
“Görüyorum Kedi 3. Deniz seviyesinde misiniz?”
“Rakım tam olarak yüz elli bir Komutanım. Şehitler Tepesi’nin güney kısmında burası. Kuzeydoğu,  Stadyum bölgesinin en kuzey ucu. Etraflıca araştırma için izin istiyorum.”
“İzin verilmedi Kedi 3. Bizden çok öndesin. Mevkini koru. Sana doğru geliyoruz.”
“Anlaşıldı, tamam.”
“Kedi 4 ve Kedi 6. Önden gidip Kedi 3 e katılın.”
“Anlaşıldı.”
“Yoldayız. Tamam.”
“Biz de gidelim. Sür Cengiz.”
“Emredersin Komutanım.”
“Komutanım, meteorların boğazda yol açtığı tsunami o rakıma çıkabilir mi?” diye soran Melisa Üsteğmen’di. Narin ve hanım hanımcık bir doktora göre savaş şartlarında inanılmaz bir sertlik ve askerlik sergileyen bu subayın halleri Cihan’ı hep şaşırtıyordu. Bazen ukala bir çokbilmiş bazen ise tam bir iyi öğrenci tavırları ile öne çıkıyordu.

“Denizbilimci değilim ama o rakım bir yana benim gördüklerimi siz de gördünüz. Rüya değildi, değil mi?”
“Ben sizinle aynı fikirdeyim komutanım. Bir ay su altında kalsa bile o halde olmamalıydı orası” diyen Murat Üsteğmen idi.
Genç Dilaver Teğmen heyecanlanmıştı.
“Ne demek oluyor o zaman bu gördüklerimiz?”
“Gidip göreceğiz Teğmenim,” dedi Cihan Yüzbaşı.
Ve yola çıkmıştılar.

Daha on dakika yol almıştılar ki öncüden mesaj geldi. Miğferlerinde bulunan kameralar ve AVİ’leri sayesinde bütün tim üyeleri sesli ve görüntülü haberleşebiliyordu.

“Temas bildiriyorum. Saklanıyorlar.”
Ve aynı anda da arkadaki Panterden bir mesaj geldi. Bu aslında tam bir feryattı.
“Pusu! Pusu! Pusu! Arkayı kapatıyorlar! LAW ve RPG görüyorum! Kalabalıklar!”

Cihan Yüzbaşı ilk kez pusuya düşmüyordu. 51. Vurucu Komando Takımı da ilk kez pusuya düşmüyordu. Aynı emri birçok ağız aynı anda haykırırken emri bütün takım süratle ve eğitimini aldığı şekilde uyguluyordu.

“Araç terk et!!”
“Araç terk et!!”
“Araç terk et!!”

Araçlar terk edilirken 51.takım; Yalnız Kurtlar, siper alarak yayılıyordu ve roketlere toplu hedef olmamak için süratle hareket ediyordu. Silah sesleri patlamıştı. Yoğun ateş altındaydılar. Roketler havada uçuşmaya başlamıştı. Bu ilk atışlar pusuya düşenlere epey umut vermişti. Savaş deneyimli takımın her üyesi kısa sürede düşmanın iyi nişancı olmadığını biliyordu ama sevinmek için çok erkendi.

Cihan takımının durumunu görebiliyordu. AVİ’si bütün takım üyelerinin yakınlarda oldukları sürece sağlık durumu ve yer bilgisini ona söyleyebiliyordu. Ama Kediler uzaktaydı ve  uydular ile GPS olmadan arazi şekilleri ile mesafe engelleyiciydi.

“Kedi 1! Kediler ne durumda?!” diyerek en yakın ve ulaşılabilir Panter’e seslendi.
“Sağlam ve süratle bu tarafa akıyorlar.”
“Sizden tam keşif istiyorum. Saflarının arkasında kalın. İyi değiller ama kalabalık gibiler. Ateş güçleri ve sayıları bilgisine ihtiyacımız var”
“Anlaşıldı. Mesafeli keşifteyiz.”

Cihan adamlarına döndü. Mermiler havada uçuşuyordu. Pusucular bir Humex’i güç bela vurmuştu ama arkasındaki Okan oradan çoktan uzaklaşmıştı. Bir binanın alt katındaki dükkana kafadan dalmış ve sağlam bir siper bulmuş olan kamyondaki guruba katılmıştı.

“Rapor verin! Herkes sağlam mı?!” diye AVİ’den seslendi Cihan.
İlk  cevap veren Şahin Başçavuş idi. “BMP sağlam ve tam teçhizat. İyi bir örtümüz var. Şimdilik idare ederiz. Okan Teğmenim de yanımızda.”

Rafael Yüzbaşı da aynen cevapladı.
“Humex 2 tayfası sağlam ve tam yüklü. Yer değiştirip tutunuyoruz. Sağlam bir mevzi arıyoruz.”

Yağmur sağanak halde yağıyordu. İstanbul sokakları her yağmurda olduğu gibi yine dereler gibi akıyordu. Şimşeklerin ışıkları bulutlu ve karanlık havayı yırtıp duruyordu.

Cihan Yüzbaşı ağzını açacaktı ki bir roket siper aldıkları köşe başını ıskalayıp az ileride patladı. Etrafa beton ve çam parçaları alevlerle beraber patladı. Cihan Yüzbaşı kendini yüz üstü yere atarken alevler ve cam parçaları, beton ve tuğla molozlarıyla beraber üzerinden akıp geçti.

O daha ayağa kalkamadan BMP gurubu topçu tüfeği ve roketatarları ile karşı saldırıya başlamıştı. Şahin Başçavuş ve askerlerin çıkışı çok etkiliydi. Nişancılar roketçileri bir bir indiriyordu ve boşta kalan zamanda da ıskalamadan diğerlerine destek oluyordu. İki tane topçu tüfeği, iki tane G6 ağır makineli ve iki tane ROM roketatarları vardı. Kalan takım üyelerinin hepsi piyade katili adı ile ünlenmiş çok hızlı ve güçlü bir silah olan FAMAC piyade tüfeği taşıyordu. Silah dipçikten yüz yirmi mermilik bir şarjörle besleniyordu ve doldurmadan daha uzun süre kesintisiz ateş etme imkanı vererek ateş üstünlüğü sağlıyordu. Savaş gurubu bu haliyle çok etkiliydi. Silah ve donanım üstünlüğü,  eğitim ve savaş deneyimi ile birleşince bu kaçınılmazdı.

Şimdiden düşmanları ağır kayıplar vermişti ve pusu dağıtılacak gibiydi.

Ama öyle değildi. Düşman kayıp veriyordu ama pusu dağılmıyordu. Sel gibi akıyordular. Düşenin yerini yenisi alıyordu. Böğürüp gırtlaktan anlaşılmaz haykırışlarla saldırıyordular. Yalnız Kurtlar el bombaları ve ağır makineli desteğinde bir saldırıya kalktıkları esnada düşmanın da aynen sertlikle karşılık vermesi ve ölerek karşı koyması üzerine geri çekildiler. Sayı üstünlüğü çok fazlaydı.

Cihan küfretti. Düşman ölüm pahasına saldırıyordu. Böyle çılgınca, fanatikçe bir direnişi en son savaşta görmüştü. Ayaklanmanın delirttiği insanlar bile bir yerde kırılıp geriliyordu. Ama burada öyle değildi.

“Kedi 2 bildiriyor. Sayıları çok fazla. Çevrenizde silahlı beş yüz kişi var. Kedi 4 bu yöne ilerleyen iki yüz kişilik bir gurup bildiriyor. Geri dönüş yolunu barikatla kapatan gurup da yüz kişi kadar. Tam evlerinin ortasındayız. Tek açıklık kuzeydoğu yönünde. Yaya kaçış mümkün. En zayıf hat burada. Sadece otuz kırk kişi sayıyorum.”
“ O halde uzaklaşma pahasına o yönü kullanacağız. Ama bu konuda içim rahat değil, bir salak bile bu kadar büyük bir güç varken bu kadar zayıf bir kenar bırakmaz. Bir şey biliyor ya da planlıyorsa o başka.”
“Üzerinize kapanacaklar Komutanım. Binalar sizi bir süre koruyabilir ama roket atışı yoğun ve bu binalar ise bunu kaldıramaz. Dar alandasınız.”
“Başka şansımız olmadığını biliyorum.” diyordu Cihan ama konuşması AVİ’ den herkese seslenen bir uyarı ile kesildi. Melisa Üsteğmen’in sesiydi bu.
“Gaz maskeleri! Gaz maskeleri! Kimyasal silah kullanıyorlar! Gaz maskeleri!”

Tek bir soru ve tereddüt olmadan takımın doktorunun uyarısı ile herkes gaz maskelerini takmıştı.

Çatışma sürerken, bir yandan da gerçekten düşman, turuncu el bombası benzeri silahlarla saldırısını yeni bir şekle sokmuştu. Kurtlar da buna sert cevap veriyordu. Silahlar isabetle ateşleniyor ve el bombaları ile topçu tüfeği atışları kalabalıkları havalarla uçuruyordu. Çevreye sarı ve turuncu renkli toz bulutları saçan bombalar gaz maskeleri sayesinde etkisiz olsa da yer yer görüşü iki taraf için de engelliyordu.

Cihan, sürüne koşa, ateş altında ilerlemiş ve etrafında mermiler vınlarken doktorun yanına ulaşmıştı.

“Yüzbaşım! Murat Üsteğmen etkilendi. Bilinci kapalı.”
Daha bir şey soramadan bir mesaj daha geliyordu.
“Komutanım, düşman yaralılarından birinin yanındayım! Buna inanmayacaksınız ama bu adamın bildiğimiz türden insan olduğunu sanmıyorum.”

Bu noktada Şahin Başçavuş konuşmadan sadece miğferinin kamerası ile görüntüleri aktardı. Yaralı düşman polis üniforması giyiyordu. Cüssesi çok kaslıydı ve aşırı derecede kıllıydı. Gözleri de akına kadar kapkaraydı. Parmak uçları tırnaksız ve etsiz, sırf pençe misali kemiktendi. Ölmek üzere olduğu belli olan düşmanın nefretle sıkılı dişlerinde ise sivri azı dişleri ve keskinlik göze çarpıyordu. Et obur vahşi bir hayvanı andıran bu düşmanın attığı şeyler ise Şahin’in deyimi ile “..bir tür kocaman bitki tohumu ya da öyle bir şey gibi.” idi. Patlayarak çevreye sarı dumanlar, toz bulutları yayan bu şey gerçekten de bıçakla kesilince bir bitki tohumu gibi görünüyordu.

“Bu ne s... böyle?!!” diye koca bir küfür savurdu Savaş.
“Neler oluyor burada!?” diye kendi kendine bağırdı bir diğeri.
“Yarma harekatına hazır olun. İstikamet kuzeydoğu. Bayır yukarı köşeleri siper alarak süratle ilerleyeceğiz. Bu sokaklardan akmaya devam edecekler ama önemi yok. Bayırı bir kez aşarsak stadyumun yanındaki metro girişine kadar arkamıza düşmek zorundalar. Sağlam bir bina orası. Parça parça destekli çekilirsek oraya kadar ulaşmak sorun olmaz. Nişancılar önden gidip yerleşecek. En son ağır makineliler ve topçular benimle gelecek. Panterler! Biz yoldayız. Gözlerimiz olun. Destek ulaşana kadar kör kalmak istemiyorum! ” dedi Cihan.
“Anlaşıldı Komutanım. Uzaktan devam ediyoruz.”

Ve birkaç dakika süren pozisyon yenilemelerin ardından harekete geçildi. ROM roketleri çemberin zayıf kısmı olduğu bildirilen kenarı parçaladı ve cesetlerin üzerinden atlayarak koştu Kurtlar. Ağır makineliler ve topçu tüfekleri arkalarından sel gibi akan düşmanı yavaşlatıp dağıtıyordu. Saklanmak ve adım adım izlemek zorunda kalan düşman arkalarındayken Kurtların büyük bölümü yeni direnç noktalarını hazırlamak için önden gidiyordu. Bu arada Cihan Yüzbaşı da Gökdelen ile ikinci kez bağlantı kurup yeni bilgileri ulaştırıyordu. Burada bir Mavi 09 vardı!

Çekilmeleri karşı taraf için hayli kanlı olmuştu. Düşmanın, zırh ya da çelik yelekleri olsa bile; ki yoktu, Kurtlar’ın silahları en kıyıcı özel harekat silahlarıydı ve onları çok iyi kullanıyordular. Buna karşılık güruhun silahları genelde M16, G3 ve MP5 gibi Kurtlar’ın zırhlarının dayanıklı olduğu türden silahlardı. Hem zaten yaralanmalara sebep olacak türden dik açılı bir isabete yol açacak kadar yaklaştırmıyordular düşmanı.

Az bir zaman sonra nişancılar metro sığınaklarına giden terk edilmiş girişe ulaşmış ve binanın üçüncü katına sağlam bir mevziye silahlarını kurmuştular. Önlerinde yaklaşık sekiz yüz metrelik bir bulvar ve oradan arkalarında düşmanla çekilecek dostları vardı. KANN-S ikinci safhası hazırdı. Altı yüz metre ve üç bin metrelik iki safhalı atış kabiliyetli silah yere oturtulup ilave parçaları takıldığında üç bin metreye etkiliydi. Bir mermiyi  o mesafeye bir buçuk saniyede, hassas bir isabet oranı ile ve üç dört kişiyi delecek bir güçle gönderiyordu. Yere mıhlanmış ve iyice bağlantıları sıkıştırılmış koca nişancı silahı üç bin metreden parmak izi alabilecek teleskobik dürbünü ile atışa hazırdı. Gurup da yerleşmiş ve barikatlar kurup mevzi hazırlıyordu.

“Arka ve yan kapılar çelikten ve kapalı. Tuzakladık komutanım,” diyerek Şahin Başçavuşa bildirdi Süleyman Çavuş.
“Bina içi temiz ve yaklaşma istikametleri tuzaklandı komutanım. Sadece ön cepheden gelebilirler” diye rapor verdi Hüseyin Çavuş.
“Biz de ön kapıyı sağlamlaştırdık Şahin. Nişancılar sadece roketçileri gözetleme emri aldı. Gerisine karışmayacaklar. ROM’cular ikinci katta. Yanlarında Okan ve Dilaver var. Zemin katı on FAMAC kolluyor. Hazırız” diye ifade etti Rafael.
“Hazırız komutanım” diyerek kararlı bir ifade ile başını salladı Şahin Başçavuş.
“Komutanım, hazırız,” diye AVİ’den bildirdi Rafael.
“Yoldayız!” diye cevapladı Cihan, “Özgür, Kazım, Savaş, Zülküf! Ricat ediyoruz! Tekrar ediyorum derhal ricat! Geri çekiliyoruz! Mevzi yerleşti!”

Emir aynen alınmıştı. Hemen uygulanmaya başlandı. Çekilme süratle başladı. Sızma ve operasyon sonrası süratle uzaklaşma konusunda Kurtlar kadar iyi olan timler sayılıydı.

“Ricat!”
“Ricat!”
“Ricat!”
“Ricat!”

Geride düşman akışını korkunç ateş gücü ile baskı altında tutan beşli ateşi bırakıp süratle aralardan ve köşelerden, yanmış araba ve otobüs enkazları arasından koşturmaya başladığında ilk bocalama sürecinin ardından düşman da peşlerinden hücum etti ve arkalarından bayırı devirip bulvara adım attı.

Adım atmaları ile de en öndeki RPG roketatarı taşıyıcısı göğsünü parçalayıp geçen bir KANN-S mermisi ile ikiye bölündü. Mermi yoluna devam etti ve arkasındaki cephanecisini de vurup sırtındaki yedek roketleri patlattı. Ceset parçaları havada uçuştu. Şanslı bir atış ve çekilenlere zaman kazandıran bir gelişmeydi bu. Düşman yavaşlamıştı. Ayaklanmanın aylardır yol açtığı yıkım ve şiddetin göstergesi olan bulvardaki otobüs, araba enkazlarını siper alarak ilerlemeye başlamıştı. Yine de ölüyordular.

Cihan durup geriye baktı. Düşen düşmanın roketlerini diğerleri yükleniyordu. Hafif silahlar bırakılsa da roketlerin çoğu hemen el değiştiriyordu. Mavi 09 vermişti ve kararının arkasındaydı. En azından uzaylı değilse bile bunlar sıradan bir durum değildi ve bunun bildirilmesi gerekliydi. Umutsuzluk için bir neden yoktu. Savaş bu hali ile daha bitmemişti ama savaşta kazalar olabilirdi! Bildirmesi iyi olmuştu. Koşmaya devam etti.

Çatışma sertti. Düşman gelmiş ve kapanmıştı. Beş dakikadır ağır bir ateş gücü ile savaşan Kurtların çevresi ceset çemberi olmuştu. Bir iki roket binayı vursa da bunun çok daha fazlası ateşlenemeden nişancı mermileri ile yere düşmüştü. Sonra uyarı mesajı geldi.

“Kedi 1! Kedi 1 bildiriyor! Doğudaki arterden size akan kalabalık hareket görüyorum. Bunlar da ne böyle!! Neler oluyor Komutanım!”

AVİ’lerin ekranı çatışma sürerken göz ucu ile kontrol edildi. Motosikletli Panter birimi vur kaç ve istihbarat için donanmış bir birimdi. Sahip oldukları özel teleskobik görüş cihazları çok kabiliyetliydi. Ayrıca iki kişilik motosikletlerin model uçak büyüklüğünde bir keşif helikopteri fırlatma-yönetme kabiliyeti vardı. Havadan aktarılan bu görüntülerde herkesi donduran şeyler görmüştüler.

“Bu ne böyle!!”
“Allahım!”

Küfürler şaşkınlık kadar korku izi de taşıyordu. Çok kalabalıktılar. Ve kesinlikle bugüne kadar böyle bir şey görmemiştiler.

“Kangal kadar büyükler ama köpek değiller!” dedi Levent.
“Örümceğe de benziyorlar” diye şok olmuşça konuştu Ural. Kanı donmuştu. Terliyordu. Korkuyordu. Bin tane vardı bunlardan. Ve hepsi de üzerlerine doğru koşuyordu!
“Ateşe devam Kurtlar! Ateşe devam! Önce elimizdekilere bakalım! Buraya ulaşmaları beş dakikadan önce olmamalı! Ateşe devam!”
Ve ateş yeniden sertleşip öfke ile yüklenerek düşman insan güruha vurdu.
“Cephane raporu!! Cephane Raporu!”
Şahin Başçavuş herkesi süratle kontrol etti.
“Yedeklere geçtik. Harcadığımız kadar daha  var komutanım” dedi.

Bu yetmeyecekti.  Destek ulaşana kadar direnebilmeleri tek şanslarıydı. Kendi başlarına buradan çıkamazdılar. Cephane olmadan bunu yapamazdılar.

Bunları düşünürken bina içinden gelen Block tabancası sesleri ile hepsi arkalarına döndüler! Yaralıları; Murat Üsteğmen, silahını çekmiş ve yattığı yerden yanındaki Melisa Üsteğmen’e mermi yağdırıyordu. Cihan Yüzbaşı ve Şahin Başçavuş aynı anda bellerindeki elektrikli tabancaya uzanıp tıbbi müdahale esnasında zırhı çıkarılmış Murat’ı vurdular.

Murat yere baygın düşerken Şirin Yüzbaşı hemen doktorun yanına koştu.

Melisa’nın miğferini ve zırhını çıkarıp yarasına baktı. Bir parça rahatlamış bir halde konuştu, “Haklıymışlar. Yeni zırh yakından Block atışını durdurabiliyor. Sadece bayılmış. İyi olacak.”

Herkes yine dikkatini dışarıya verirken Şahin Başçavuş, Cihan Yüzbaşı’ya seslendi, “Komutanım, Şuna bakın.”
Murat’ın gözlerini gösteriyordu.

Rafael çok nadir küfür ederdi ve şaşkınlık ve öfke ile beraber ağzında koca bir küfür çıktı.

“Aynen komutanım,” dedi Savaş.
Murat’ın gözleri de kararıyordu. Derin nefes alıyor ve titriyordu. Terliyordu. Teri sarı renkteydi. Vücudu zangır zangır sarsılıyordu.
“Bağlayın, kelepçeleyin. İki üç kat bağlayın.” dedi Cihan, “Şirin, Melisa’yı ayılt. Az sonra herkese ihtiyacımız olacak.”

Yalnız Kurtlar son çarpışma için bütün silah ve cephanelerini kolay ulaşılır bir şekilde önlerine yerleştirirken Omega’nın güçlendirdiği sinyallerle Gökdelen, Kurtlar ve Panterler ile bağlantıyı sağlamıştı. Az sonra Paşa ve Cihan konuşuyordu.

“Yetişebilmenize sevindik komutanım. Cephanemiz yedeklerde ve çok kalabalık düşman saldırısı altındayız.”
“Mavi 09 bildirmişsiniz Cihan?”
“Komutanım siz karar verin. Doğu istikametinden yaklaşan bine varan sayıda olası düşman mevcut. Bir dakikaya burada olurlar. Tanımlamakta güçlük çekiyoruz.”

Burada araya süratle ve heyecanla Kemal Yarbay giriyordu. Göz küresinin teleskobik optikleri ekrana her şeyi seriyordu.
“Komutanım!! Şuna bakın!” sesi dehşet doluydu!
Paşa bela gördüğü zaman tanıyacak bir askerdi. Sesinde askerleri için endişe ve acele tınısı vardı. Sesi eyvah ediyordu!
“Bakacak zaman yok Kemal! Bakacak zaman yok! Bu ne Allah’ın belası böyle!” dediği anda helikopteri binanın arkasından kaldırmış ve ileriye süratle hamle etmişti. “Kemal otomatik top kumandası bende, roket ve füzeler sende! Buraya bir baraj kuruyoruz!” Ateşe başlamıştı Paşa.

Pilot miğferi nereye baksa otomatik top o yöne dönüyor ve Paşa tetiği asıldığında oraya saniyede yüz mermi fırtına gibi vuruyordu. Roketler ve füzeler kalabalık ve sıkışık bir halde koşturan düşman yaratık sürüsünü kısa sürede parçalayıp çok küçük bir guruba indirmişti. Paşa’nın durmaya niyeti yoktu. Ama uyarı geldi.

“Nişancı konuşuyor, Komutanım, roketçiler helikoptere doğru yöneliyor. Görüşümün dışına kayıyorlar,” diye bildirdi Ural.
“Nişancı 2, Bende de durum aynı komutanım,” dedi Levent.
“Yeniden konumlanıyorum. Anlaşıldı çocuklar,”  diye bildirdi Paşa.

Omega konumlanırken Cihan karşı saldırı emri verdi ve Kurtlar binadan çıkıp düşman hatları arasına daldı. Son el bombaları ve roketler savruluyordu.

Kısa sürede artık yakın çevre tamamen güvenlik altındaydı çünkü üç Blackhawk helikopteri de beş dakika sonra atmış kişilik tam donanımlı bir vurucu destek indirmişti. Çevrelerinde on Cobra ve iki Omega saldırı helikopteri ile dikey iniş kabiliyetli nakliye uçağı olan Hurricane’lerden birinin indirdiği iki Zırhlı Personel Taşıyıcı yerlerini almıştı.
On dakika sonra çevre emniyeti yerden ve havadan tamamen sağlanmıştı. Şeref Paşa’nın helikopteri yere inmişti ve Paşa çevreyi inceleyip süratle bilgi alıyordu. Hava karanlıktı, iç karartıcıydı.

Çatışmanın cereyan ettiği bu geniş bulvar hem önceki enkazlar hem de şimdi bu koca güruhun kanlarıyla ürkütücü bir manzaraydı. Parçalanıp yarılmış köpek ve insan cesetleri yağmurla birleşince bu yüksek İstanbul tepesinden dört bir yanına kızıl ve yeşil kan nehirleri akıyordu.

Keşif esnasında insansı ve köpeksilerin arasında canlılara rastlanmıştı.

“Ne yapalım Paşam?” diye sordu Kemal Yarbay.
Paşa bir an durup düşündü. Ne yapılacağından çok onları nasıl isimlendirmesi gerektiğini düşündü.
“İnsansıların hepsini yanımıza alıyoruz. Emniyetli bir biçimde Gökdelen’deki revire götürelim. Bu canavarların içinden bazılarını da istihbarat amaçlı incelemeliyiz. Silahlı muhafızlarla nakledeceğiz. Gökdelen’e bilgi verin hazırlık yapsınlar. Kalanları öldürün.”
“Emredersiniz Komutanım.”

Herkes hala gaz maskelerini takıyordu çünkü bu köpeklerin vücudundan da yer yer spor bulutlarının patladığını görmüştüler ve şimdi cesetleri bile ara sıra spor püskürtüyordu. Yağmur altında maskeli bir halde alana yayılmış askerlerin hepsi savaş alanı ve çatışma görmüş gazilerdi. Ama burası başkaydı; burası açıkça sinirlerini bozmuştu.

Az ileride Kurtlar bu köpek yaratığı inceliyordu. Etrafta iki yüze yakın bunların cesetlerinden vardı.
“İyi ki silahsızlar” dedi Savaş.
“Müdür, süratlerini gördün mü!?” diye sordu Kazım.
“Bir tanesi ikinci kata hiç yavaşlamadan örümcek gibi tırmandı a... k...”  diye bir küfür savurdu Yaşar. “Şarjörün yarısını boşalttım ama hala kıpırdıyordu o... ç.”
“Ben birini tek atışta bitirdim, üzerime koşuyordu. Tam kafadan vurması koşarlarken kolay” dedi Okan Teğmen.
“Yaşar vurmasaydı biri beni biçiyordu, akşam helvamı yerdiniz artık,” derken yaratığın aynı zamanda koşarken bacak olarak kullandığı dört ön kolunu işaret etti Faruk Onbaşı.
Kasatura gibi kocaman pençelerden her elinde üçer tane vardı. Altı ayakta koşup iki arka ayağında yükseliyor ve sonra dört ayak kolu ile pençelerini savuruyordu. Yüzünde bir örümcek gibi pek çok göz ve örümceğimsi bir ağız yapısı vardı. Korkunç ağız uzuvları hem diş hem kıskaç gibiydi ve bir insanın göğüs kafesini umarsızca parçalayabilirdi.
“İyi ki silahsızlar. Süratleri umurumda değil. Cephanem olduğu sürece bunlarla uzaktan dövüşürüm. Ama yaklaşırlarsa teke tek kalmak istemem,” dedi sinirlice gülümseyen  Savaş.

Sessizce bu konuşmaları izleyen Paşa ve Cihan da aynı fikirdeydi.
“Derhal bu bölgeye izleme istasyonları kurulsun ve uzak takipte kalınsın. Kemal, Gökdelen ve Tepeyurt subayları brifing için Gökdelen’de hazır bulunsun. Yer devriyeleri zırhlı olacak ve asgariye inecek, konumumuzu güçlendirmeliyiz. Nöbetçileri arttırın. İzleme istasyonları kurulumu en kısa sürede bitecek. Hava gücü kırmızı alarma geçsin. Tam savaş durumu Yarbayım. Şu kuzeydeki bölgenin de havadan yüksek keşfi için Tepeyurt’tan bilgi alın, yeni pistlerin inşaatı ne durumda öğrenin. Süratli çalıştıklarını biliyorum ama tek pist yeterli değil. Meteor yağmurunun etkilerini olabildiğince silmeliyiz. Uçaklara ihtiyaç duyabiliriz. Bu lanetin ne olduğu belli değil. Sürprizleri sevmem.”

İşte böyle konuştular ve herkes hemen işinin başına koştu.

Gün öğleni devirip akşama kavuştuğunda Sığınaklar bölgesi olan Tepeyurt’tan gelen subaylar ve Yenişehir bölgesindeki vurucu üs olan Gökdelen’in subayları Paşa’nın istediği toplantıda hazırdı.

Şeref Paşa toplantı salonuna girmek üzere iken AVİ’sinden bir mesaj geldi.
“Söyle Oktay.”
“Komutanım uzun mesafe bağlantılarının bir kısmı uygun durumda! Ankara hatta Komutanım!”
Paşa süratle yürüdü ve salona girdi. Herkes selam için kalkarken oturmalarını işaret etti.
“Oktay toplantı salonuna bağla. Büyük ekran.”
“Geliyor Komutanım.”
Bir iki saniye içinde Başkent Genel Kurmay Sığınağı ile bağlantıdaydılar.
Şeref Paşa hattaki kişiyi tanıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Paşa’ydı bu. Bir eski dost daha.
“Paşam!” oldu Hikmet Paşa’nın ilk sözü. Şaşkınlık vardı sesinde.
“Komutanım, üst düzey komutamız bana kadar, meteor yağmurunda kaybedildi. Komutamız şu anda Şeref Paşam’da” diye süratle açıkladı Kemal Yarbay.
Hikmet Paşa kayıpları düşündü bir anda. Sonra teselli ile içindeki karanlık biraz aralandı.
“Kara haberler ama sonunda Şeref Paşam orada duruma hakimken en ufak bir zafiyet söz konusu değil. Sizi aramızda görmek çok güzel Paşam.”

Aslında alışılmadık ve tamamen gayri nizami bir durumdu ama bu olağanüstü şartlar altında, Paşa’nın emeklilikten gayri resmi dönüşü Hikmet Paşa tarafından sözlü ve resmi bir biçimde onay almıştı!
Paşa başıyla sessizce selamladı.

“Bununla beraber bizde de benzer kayıplar söz konusu ve zaman içinde telafisi güç olabilir. Genel Kurmay 1. Sığınağı tamamen yok oldu. Yüksek Komutanın büyük bölümünü ve pek çok askerimizi kaybettik. Üçüncü gündü. Genelkurmay Başkanımız ve Jandarma Genel Komutanımız da şehit oldular. Başbakan şans eseri 2. Sığınak'ta olmasa onu da kaybedecektik. Bununla beraber iyi gelişmeler de var. İletişim kısmen normale döndü ve elektromanyetik partikül yüklü meteor hareketleri duruldukça tamamen düzelmesini bekliyoruz. Meteor’un tek parça halinde vurmadığını biliyorsunuz. Son saatlerde savunma önlemleri ile en azından parçalanması mümkün oldu. Küçüklerin fırtınası az değil elbette ama Uzay Komutanlığı’ndaki uzmanlarımız bunun da kısa sürede durulmasını bekliyorlar. Bunun en kötüsünü atlattık.”

“Bir tehdit söz konusu olabilir Paşam. Sadece bize özel bölgesel bir oluşum olabilir ama.” diyordu Şeref Paşa ama Hikmet Paşa atılıp sözünü kesti. Sesi heyecanlıydı.
“Kod Mavi 09 mu Paşam!?”
“Bilginiz var mı Paşam?”
“Bütün üst düzey Generaller beş yıl önce bilgilendirildiler, Komutanım. Meteor’da parazit bir yaşam formu olduğu ve uzaylı bir ırk tarafından meteorların yayılmacı tohumlar gibi kullanıldığı söylenmişti. Küresel Güvenlik Örgütü evrende yalnız olmadığımızı ve bilinen üç ırk içinde Kovan adı verilen bu tehdidin bizim için en büyüğü olduğu bildirmişti. Hepimiz dehşete düşmüştük. Şaka değildi ve bu bilgi kanımızı dondurmuştu. Çarpışma sonrası her ne olursa olsun bu düşmanın dünyaya ayak basacağı ve gelişip insana yok etmek için saldıracağı bildirilmişti. Sanırım bize destek olan uzaylı bir güç de söz konusu ama bilginin dışında pek bir yardımlarının olamayacağı bildirilmişti.”

Hikmet Paşa bir süre sustu ve kimsenin ağzının bıçak açmadı bu bir iki dakika boyunca. Bu öyle kolay sindirilecek bir bilgi değildi. Meteor düşüyor dendiğinde ortalık karışmıştı. Şimdi uzaylılar meteorla geldiler ve bizi yok edecekler deniyordu. Bu bir kabus olmalı diye düşünüyordu herkes. Herkes uyanmak istiyordu. Bildikleri dünyayı geri istiyordular!

Paşa o kadar da etkilenmemiş gibiydi. Büyük acılar görmüş bir asker ve komutan olarak bazen duyarsızlık derecesinde soğukkanlı olduğu çevresinde bilinen bir durumdu.

“Bugün ilk kez karşılaştık. Çarpıştık ve şimdilik kazandık. İlk istihbarat sonuçlarımız çok ayrıntılı değil. Ama Karadeniz sahilinden dağları saran yosunumsu, çimenimsi bir bitki örtüsü çember halinde genişliyor. Farklı bir orman örtüsü gelişimi gözlemlendi. Bir noktada sıçrama ile İstanbul’a kuzeydoğudan giriş yaptığını tespit ettik. Bir bio-kimyasal ajan aracılığı ile süratle insan aklını kendi silah arkadaşlarına çevirebildiğine dair tecrübe edindik. Gaz maskesi kullanımı şimdilik bizi koruyor gibi. Ayrıca canlı ele geçmiş insan ve yaratık örneklerine sahibiz. Bilgilerimizi paylaşmalıyız.”

“Elimizde kısıtlı bilgi var ve sadece ana hatlar. Ama size hemen bir dosya gönderilmesini sağlayacağım. Paşam, bu bir düşmandır. Doğasının süratli ve yayılmacı olduğunu ilk baştan söyleyebilirim. İstanbul içindeki yayılımı durdurmalısınız. Bunlar, gezegenlerin kendi canlı nüfusunu kullanarak istilasını hızlandırıyor. Bir metropolü ele geçirmeleri büyük bir felaket olabilir.”

“Korkarım o konuda geç kalmış olabiliriz. Bilgilerimizi karşılaştıralım ve salim kafa ile bir değerlendirme yapalım.”
“Size bir bilim ekibi gönderebilmeyi isterim ama burada hala bazı bölgeler meteor yağmuru nedeni ile uçuşa elverişsiz. Kıymetli insan gücü kaybı büyük zaafa yol açabilir.” diye konuştu Hikmet Paşa.

“İnsan demişken Hikmet Paşam. Bir an evvel düzen sağlanması da şart. İnsanlar hala bizim halkımız ve onlarla savaşıp onları öldürmektense onlar için savaşıp ölmeye daha meraklıyım. Ayaklanma başları süratle kesilmeli.”
“Ne öneriyorsunuz Paşam?”
“İmkanlar dahilinde, tespit edildikleri anda gece timleri ile başların alınmasını.”
“Kazalar olabilir.” diye sordu Hikmet Paşa. Onun da bunu düşündüğü ve tartmakta olduğu anlaşılıyordu.
“Vücudu kurtarmak için kolu verebiliriz Paşam. Kuru ve yaş olayı. Bu şart.”
Hikmet Paşa onaylar bir edayla başını salladı.
“Yapacağız ama zaman alacak. Bir yandan da düzeni tesis ve yeniden çarkların dönmeye başlamasını sağlamak zorundayız.”
“İrtibatı koparmayalım Hikmet Paşam.”
“İrtibatı koparmayalım Şeref Paşam.”

Konuşmalar böyle oldu ve Subaylar bir süre daha o gün olanlar hakkında bilgilendirilip yeni emir ve görevlerle hemen vazifelerine koştular. Artık akşam ve sabah yoktu. Sadece uyunacak ve yemek yenecek kısıtlı saatler arasında durmaksızın bir mesai vardı. Paşa Ankara’dan Kovan ile ilgili dosyayı toplantıdan hemen sonra almıştı ve hemen inceleyip gizliliğine rağmen askerlere ve bütün sivil üs personeline bile dağıttırmıştı. Savaştaydılar ve düşmanı herkes tanıyıp bilmeliydi.

Paşa sabah ilk iş ilk inceleme sonuçları için revire gitmiş ve bilgi almıştı. Buradaki donanım son derece iyiydi ve kapasite düşük bile olsa tam kabiliyetli minik bir hastane olarak anılmayı hak ediyordu. Ayrıca görevli doktor ve personel de çok iyiydi. Yenişehir bölgesinde özel teşebbüs imkanlarıyla yapılan, devlet sığınaklarına giremeyenlerin kaldıkları bu sığınakta kalanlar önemli ve değerli kişilerdi. Sığınakların kapasitesi ve kura çekimi nedeniyle dışarıda kalıp kendi başının çaresine bakmış sanatçılar, bilimadamları, ve zenginler ile ünlülerden bir topluluk artık Gökdelen’in sınırlarında ve himayesinde idi.

“Sizi dinliyorum, Hocam,” dedi Paşa, demir hücrede ve elektrikli parmaklıklarla muhafaza edilen yaratığı bir kez daha incelerken. Aralarında hava geçirmez çift kat laboratuar izolasyon camı vardı. Dört silahlı ve zırhlı muhafız da camın hemen yanındaydı. Yaralı yaratık Rapor’da da yazdığı gibi bir günden kısa sürede ayağa kalkmıştı ve sağlamdı.

Profesör Doktor Cemil Akça değerli bir bilimadamı idi ve yaratıkla o ve diğer iki profesör ilgileniyordu.

“Dosyayı inceledikten ve subaylarımızdan bilgi aldıktan sonra süratle elimizden gelenin en iyisini yaptık, Paşam. Genel hatlar bize ulaştırdığınız dosya ile aynı. Süratle iyileşiyor, hızlı, güçlü. Pek zeki değil gibi ama aptal da değil. Daha ziyade; bir şekilde böcekler gibi, uzaktan bir kraliçe tarafından yönlendirildiği doğru dersek bu da normal. Yüzemiyor. Tırmanma kabiliyeti mükemmel. Tek silahı pençeleri diyemeyiz; sırtının iki yanında spor kesecikleri var ve patlayan bir kese rapordaki gibi civardakileri solunum yolu ile etkiliyor. Bunun tazelenme süresi minimum iki saat. Elektrik ve ateşe bizden daha dayanıklı değil. Ama soğuk testinde çok güçlü çıktı. Yine de sıfır altı sıcaklıklarda metabolizması ve hareket kabiliyeti önemli ölçüde yavaşlıyor. Derisi sert ama tam bir zırh da sayılmaz. Gövdesinden aldığı hasarlara çok dirençli ama kafasına tek bir iyi darbe yeterli. Gövdede; tam göğüs ortasında, zırhlı bir kutu misali bir kemik kafes içinde, dayanıklı iki kalbi var. Buradan hasar alırsa ölüyor ama zorluğunu siz de takdir edersiniz. İlk incelememiz bu yönde Paşam. Çalışmalarımız devam ediyor.”
“Askerimizin ve yaralı insansıların durumu nedir?”
“Şu anda bilinçleri kapalı. Uyutmak zorunda kalıyoruz. Yaraları ciddi olanlardan bazıları öldü. Ama diğerleri süratle iyileşiyor. Paşam, sürat kelimesi de hafif kalır. Altı aydan önce yataktan doğrulamayacak yaralılar neredeyse tamamen iyileştiler. Bununla beraber kurtulmak için öyle çılgınca çabalıyorlar ki kendilerine zarar vermesinler ve kontrol altında tutabilelim diye uyutuyoruz.”
“Eğer raporlardaki bilgiler bu durumda geçerli ise en kısa süre spor etkisine maruz kalan Murat. Onu iyi izleyin Doktor. İlk önce o bilincine kavuşmalı. Bize ne söyleyebilirse kardır. İnsanların uzak bir irade ile kukla gibi yönlendirilmesi ile ilgili daha çok bilgiye ihtiyacımız var.”

Şeref Paşa bir süre sessizce düşündü. Köpekcek adı verilen yaratığa döndü. Düşmanın en kalabalık saldırı gücü olarak tanımlanan ve karşı karşıya olduklar mevcut tehdit buydu.

“Yüzemediğinden emin miyiz?”
“Raporda da öyle yazması bir yana test ettik Paşam. Yüzemiyor. Gazlara dayanıklı ciğerleri olduğu doğru ama suda boğuluyor. Bir dakika içinde çırpınması duruyor ve ölüyor.”
“Bu iyi. Kemal, Şantiye depolarında bir sürü iş makinesi yatıyor. Biraz ortaçağ kaleciliği oynayalım. Sığınaklarda ve askeri personelde operatörler vardı. Gökdelen birinci ana güvenlik çemberinin dışına içi su dolacak bir hendek istiyorum. Mayın tarlasını da ekle buna. Yatmak ve ağlamak devri bitti. Herkes bir işle uğraşacak. Okulu da açın ve öğretmenlere sınıf verin. Zorunludur bu dediklerim. Sivillerin boş durmasını ve düşünecek vakit bulmasını istemiyorum. Bir milyon sivilimiz sığınaklarda boş oturuyor. Savaş askerlerin işi, siviller yaşayabilsin diye çarpışıyorsak yaşamalılar. Bu günden itibaren başladık. Sivil imkanları Gökdelen’in iç çevre düzenlemesinden inşaata kadar aklına ne geliyorsa oraya aktar. Subaylardan bir kaçını buna ata. Yaratıcılık yapabilirler. Güzel bir kışla istiyorum, çalışan ve kara kara düşünmeye vakti olmayan umutlu bir kışla istiyorum. Yaşamın yavaştan da olsa yeniden kurulması şart. Askeri kapasiteyi de arttırın. Savunmalar sağlamlaştırılsın. Stratejik noktalara beton ve çelikten ateş sığınakları yapın. İçine ağır makineli, alev makinesi, elektrikli parmaklıklar vesaire ve gatling ya da bu türden bir şeyler ile bolca cephane doldurun. Piyade silahı ve cephanesinde sıkıntımız yok, bunu kullanalım. Bu dediklerimin aynısı Tepeyurt için de geçerli. Şimdi Gökdelen’e geçelim de savaş baltalarımızı çıkartalım. En son ne durumdayız bakalım.”

Az sonra Gökdelen’in kalbinde, adının kaynağındaydılar. Sadece ufak bir espri farkı ile. Yenişehir’in en yüksek binası olan atmış katlı bina iş merkezi olması için planlanmıştı. Ama meteor olayı patlak verince inşaatı camları bile takıldıktan sonra durdurulmuştu. Derin temelindeki  çok katlı bodrumu sağlam bir sığınaktı ve bu koca bodrum vurucu üssün operasyon komuta merkeziydi.

“Gelişme var mı Oktay?”
Oktay Binbaşı, “Boğaz’da iki gemimiz ile az önce bağlantı kurduk komutanım” derken odadaki herkesin ağzı bir anda bir şakaya güler gibi kulaklara kadar varmıştı.
Paşa da farkında olmadan gülümseyerek sordu.
“Bu güzel bir haber ama sevinçten fazlasına gülüyor gibisiniz.”
“Afedersiniz Paşam. Safir 2 sınıfı en yeni savaş gemimiz Ergenekon ve Derya C sınıfı en yeni denizaltımız Malazgirt bağlantı kurduklarımız.”
“Ve…” diyerek sordu Paşa.
“Komutanları  Temel Albayım ve Dursun Yarbayım”
Şeref Paşa bir an öylece durdu kaldı.
“Atıyorsun!?” dedi Paşa.
Paşa güzel bir kahkaha attı. Kemal Yarbay ve sonra da Oktay Binbaşı ve diğerleri ona katıldılar. Uzun uzun hep beraber gülüştüler buna.
“Oy anacığım oy. Bu uzun bir savaş olacak gibi.” diye güldü Paşa.


Kemal Yarbay öğleden sonraki günlük toplantı da en son haberleri Paşa’ya ve diğer bölüm sorumluları ile birlik komutanlarına iletiyordu. Bu toplantılar artık her gün yapılacaktı çünkü Ankara ve diğer pek çok nokta artık ulaşılabilir durumdaydı. Her saat yeni bir yerler, yeni kurtulanlar ses veriyordu. Ve yeni yardım çağrıları alıyordular.

“Ankara raporundaki bilgi ve tanımlamalar ışığında keşif uçuşlarımızı geniş alana yaydık ve gerçekten farklı tiplerde koloniler ile geniş bir alana yayılma sağladığını tespit ettik. Keşif uçaklarımız Karadeniz açıklarında iki yüzen koloni tespit etti. Rapordaki tanımlamalar ışığında ikisinin de maden söküm kolonisi olduğunu söyleyebiliriz.”

Burada araya Tepeyurt’ta görevli en üst rütbeli havacı olan Cenk Binbaşı  girdi.

“Şimdi bu bitki ve böcek kökenli yaratıkların canlı bitki binalar ile su yüzeyinden deniz tabanına kök salıp, toprağın derinlerindeki demiri, petrolü, metali, cevheri emip bize düşman olarak yumurtladığını mı söylüyoruz!?”

Cevap veren Profesör Doktor Cemil Akça idi.

“Radyasyonu emen, metalleri topraktan alıp depolayan, rüzgara tohum saçıp yayılan, spor püskürtüp kendini savunan, hayvan ve böcekleri tuzakla yakalayıp yemek yapan bitkiler dünyaya yabancı değil. Bunları gezegenimizin kendi sakinleri de yapıyor. Ama bu denli evrimleşip tek bir amaca kilitlenen kolektif bir organizma değiller; bir iradenin kontrolünde değiller ve kapasiteleri çok önemsiz. Lakin görüldüğü üzere durum budur. Bilgiler ayrıntılı değil ve araştırmalarımız çok yetersiz ama bunlar kesin ki gezegenin kaynaklarını bir savaş endüstrisi gibi söküp işleyebilme ve canlı silaha; askere dönüştürme kapasitesi mevcut.”

Raporda okunanların bu denli yetili bir ağızdan yorumlanması her şeyi daha bir başka hale sokmuştu.
Kemal Yarbay tatsız sessizliği hemen dağıtıp devam etti.

“Ana koloniyi tespit edemedik. Bulduklarımız maden kolonileri ve bunların asker tabir edeceğimiz köpekceklerden; adının bir askerimiz koydu ve öyle kaldı, .” kısa, gergin bir gülüşme oldu, “dediğim gibi köpekceklerden üretme kabiliyeti yok. Civarda tespit edilen ve bugünkü hava saldırısının bir diğer hedefi olan şehir içindeki bölgeler ise sadece ikmal koruları ve spor kolonileri olarak isimlendirdiğimiz ileri sıçrama tahtaları.  İstihbarat uçuşlarımız sürüyor. Maden üslerini izleyip ana koloni ile bir bağlantı yakalamayı deneyeceğiz. Bu arada Edirne ve Çanakkale ile iletişim sağlandı. Kovan sorunu hakkında bilgilendirildiler. Otorite tesisi ve suç dalgası onların en büyük sorunları. Ve son yeni haberlerimiz çok iyi yönde. Ankara, İç Anadolu’daki petrol kuyuları bölgesini ayaklanmacı topluluklardan arındırdığını bildirdi. Bildiğiniz gibi Kocaeli Petro-Kimya tesisimiz de sağlam ve bölgede düzen neredeyse tamamen sağlanmış durumda. Boru hattının Boğaz dibindeki kısmında onarım bitmeden iki ikmal tankeri dolusu yakıtı deniz yolu ile teslim aldık. Benzin ve jet yakıtı akışımız yakında normale dönecek. Ankara, iç kaynak üretim ve işleme kapasitesinin bir ay içinde rayına gireceğini söylüyor. Bu da yeterli bir süre. Meteor sonrası dönem için sığınaklar hazırlanırken en iyi senaryo düşünülerek ve kısa sürede gücümüze kavuşabilecek şekilde hazırlanmıştık ve bu da aşağı yukarı böyle bir durumdu. Yani Kovan olmasa.”

Gece yarısı olduğunda Karadeniz Kalkanı Operasyonu başlamıştı. Artık top uçaklardaydı. Tepeyurt’taki yeraltı hangarlarından inşaatı taze bitmiş pistlere sıralanan otuz F16 kalkışa geçiyordu. Bunlar birinci saldırı gurubu idi. Hedefleri doğrudan deniz üzerindeki kolonilerdi. İkinci gurup Omega helikopterlerinin yerinde ve anında keşfi ile saldırıya başlayacaktı. Bu gurup, Omegaların verdiği hedeflere nokta atışı yapacak olan on adet F22 savaş uçağından oluşuyordu. Orta Doğu Savaşı sırasında, Türkiye’ye satışları çok gürültülerle; İsrail lobisinin desteği ile, Amerikan senatosundan geçmişti. İsrail ile aynı cephede savaşmak onları  hava kuvvetlerine kazandırmıştı. Yeni Türk politikası Meteor öncesi dönemde Orta Doğu ve dünyayı şekillendirecek yeni bir dönemin işareti idi. Ama Meteor araya girmişti.

Uçaklar yarım saat sonra Karadeniz açıklarındaydı ve hedef radarlarındaydı. Uçaklar AVİ’nin araç versiyonu olan ASAVİ ile iletişim halindeydi.

Saldırı gurubundaki bir F-16 son teknoloji keşif donanımı ile yüklüydü.

“Kartal 1. Şahingöz bildiriyor.”
“Devam et Şahingöz.”
“Hala yaptığımıza inanamıyorum Ayhan. Sanki bir rüya gibi.”
“Ne yazık ki değil Kaan. Buna ne kadar çabuk uyum sağlarsak yapılması gerekeni o kadar iyi yapabiliriz.”
“Haklısın Ayhan. Tarayıcılarım Hedef 1 ve 2 üzerinde yeni yer oluşumları ve hava hareketi okuyor. Ankara Raporu’na dayanarak konuşursak Kolonilerin üçüncü gelişim safhasına girdiğini söyleyebiliriz. Sanırım.”
“Sanma Kaan. Kaşif sensin. Muhakemene güvenildiği için o uçağı uçuruyorsun.”
“Bildiriyorum. Şahingöz, Karadeniz Kalkanı ve Gökdelen için bildiriyor. Koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Tekrar ediyorum, koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Hedef 1 ve Hedef 2 de yeni yer oluşumları gözlemleniyor. Tanımlanamıyor. Hedef 2 üzerinde kalabalık hava hareketi. Pek yavaş hava hareketi düzenli ve kuzey – güney doğrultusunda kuzeye akıyor.”

Safhalar olarak tanımlanan süreç önemliydi. Kovan bitki ve böcek yaşamlarının birleşimiydi. Binaları bitkidendi ve araçları, gereçleri de canlılar idi. Canlı binalar asker, silah ya da işçi türünde çeşitli Kovan yaratıklarını bir atölye; bir fabrika gibi üretebiliyordu. Bazı binaların en çekirdek kovan canlısı olan larva üretim kabiliyeti vardı. Kovan larvaları bina ya da kraliçelerin aşılamasına göre farklı canlılara dönüşüyordu.  

Böcek ağırlıklı olmasına rağmen Kovan’ın askerleri için kullandığı gen bankası geniş bir yelpazeye yayılıyordu. Bir Kovan; bir yeni Kraliçe ve onun yeni istilacı filosu yolu ile yayılırken tamamen Ana Kovan ve Ana Kraliçe

68
Kurgu İskelesi / Soğukyuva
« : 03 Mayıs 2012, 21:41:27 »
Kasım 2007'den bir İldar evreni öyküsü.

SOĞUKYUVA

Gece karanlığı ile beraber hava da acımasızca soğumuştu. İldar’ın soğuk ve oldukça yabani bir köşesiydi burası. Yoğun nüfuslu bölgelere epey uzaktı. Issız kuzeyde, Buz Ormanlar Denizi adı verilen bölgenin en güneybatı ucundaydı. Yakınlarındaki yegane yerleşim İldar’ın en kuzey şehirlerinden birisi olan Shillirim’di. Bu eski ve güçlü şehre bile denizden iki haftalık mesafedeydi. Kara yolculuğu ise çok daha uzun ve tehlikelerle doluydu.
Burası Soğukyuva Dağı’nın hükmündeki Buzova’ydı.
Buzova.. Soğuktan titrerken bu ismi farkında olmadan mırıldandı yıllanmış silahşör.
“Buzova.. Neden daha sıcak bir emeklilik köşesi bulmadım sanki.”
Elf ve insan kanı taşıyan bir melez; bir rel idi Silas. Uzun yıllar içindeki ateşle kötülüğün neferleriyle çarpışıp durmuştu. Sonra zaman onu da yormuştu. Zamanın gazabı onu da yakalamıştı. Kayıplar, adaletsizlikler, ihanetler, acılar ve ölümler içinde yanan ateşi soğutup küllendirmişti.
Dışarıdan bakan henüz otuzlarının sonunda, olgun bir beyefendi, yakışıklı bir adam görürdü. Onu tanıyanlar için ise iki yüzüncü yaşını geçeli yıllar olmuş bir gazi silahşördü. Son yirmi yıldır güzel Soğukyuva şehrinin kolcularından biriydi. Pek çokları gibi onu da buraya getiren şey Dağ’ın gözlerden uzak, ilişilmeyen, ilişilmeye değer görülmeyen bir yer oluşuydu. Gerçekten de şehrin ilk kuruluşu da bu nedenlere dayanıyordu. Thurin isimli bir cücenin, bir savaşçı ermişin ilk kazmayı vurmasından bu yana burası bir sığınaktı. Sığınacak yer arayan dost ve iyi yüreklerin sığınağı.. Yüz atmış yıldır bir şehir olan Dağ, kaçanların ve saklananların, bir sığınak arayanların yurdu olmuştu. Burası kendi içinde barış ve huzuru olan bir şehirdi. Zaman zaman taglar ile; hayvaninsanlar ile, çatışmalar ve savaşlar olsa da Soğukyuva sakinleri bu kabilelere karşı hep çok üstün olmuştu.
Silas yeni bir savaş zamanının daha geldiğini biliyordu. Bunun kokusunu alıyordu. İyi bir silahşör savaşın kokusunu alırdı. Bu bir tarafa gecenin içinde esen soğuk doğu yeli açıkça pis tag kokusu taşıyordu.
Bir haftadır bu gurubun hareketini izliyordu.
Dağ’a iki yüz kilometre mesafedeki sıradağlar yayı, tag kabilelerinin ülkesi olan Buz Orman Denizi’nin sınırıydı. Bu tepeler ve sıradağlar hattının adı Ötetepeler idi. Dağ’a yüz kilometredeki seyrek ve alçak tepecikler yayı ise Çittepeler olarak anılırdı. Tag gurupları zaman zaman Ötetepeler’in batısına geçip rahatsızlık verse de asıl tehlike hep Çittepeler civarına gelmeleri ile kendini gösterirdi. Bu bir veya iki aşiretin birleşip dağa saldıracağı anlamına gelirdi. Soğukyuva bunu yıllarla pekişmiş tecrübesi ile biliyordu.
Silas’ı şaşırtan buradaki gurubun Dağ ya da Tuzmadeni Karakolu’na değil çok daha güneye ilerlemeleriydi. Bunlar Büyükgöl’e doğru gidiyordu. Yavaşça ve çoklukla geceleri ilerleyerek, sinsice..
“Neyin peşindesiniz?” diye sinirlice kendine mırıldandı silahşör.
Gece soğuktu. Alabildiğine düz bir arazide pek az ve pek yetersiz tümsekler soğuk rüzgarın hızını hiç kesmiyordu. Silas’ın tek tesellisi tagların da kendisi gibi ateş yakamamasıydı. Pis pis sırıttı. Hava çok soğuktu.
Buraya; Soğukyuva’ya geldiğinden bu yana çok dikkatsizleşmiş ve umursamaz olmuştu. Aksi takdirde şu anda hala yanında, büyücülerin sıcak yayma rünleri işlediği birkaç parşömeni kalmış olurdu. Devriyesi esnasında bunların hepsini kullanmıştı ve hiç yedeği de yoktu. Elindeki rünlü taşa baktı ve surat astı. Bildiği birkaç büyü sadece astral düzlemdeki, ruhbağı kurduğu hayvan yoldaşlarla ilgili büyülerdi. Büyücü ve rahiplerin yanında büyüye kabiliyetli büyü kullanıcısı kimseler de Aradiyar’a sınırlı yolculuklar yapabilir ve bazı kurallar dahilinde, ruhbağı kurabildikleri Aradiyar hayvanlarını yardımlarına çağırabilirdi. Ama bunun şu anda Silas’a bir faydası yoktu. Şu lanet taşın rününü güçle dolduracak bir hayvan yoldaşı yoktu. Sessizce güldü.
Gülmek iyi gelmişti. İçi biraz olsun ısınmıştı. Sıcaklığı düşünmeye başladı. Ocağı, ateşi, şömineyi.. Derken aklı küçük kulübesine ve şöminenin önündeki aşk saatlerine gitti.
Farkında olmadan derince iç çekti. Soğukyuva’ya burada onun uğrunda donmayı borçluydu.
Soğukyuva ona Thina’yı vermişti. Kendisi gibi bir rel olan Soğukyuvalı Thina’yı.. Soğukyuva’nın tapınaklar sözcüsü Relana’nın kızıydı Thina. Annesinin sahip olduğu güç onda ilahi değil ama sihirli şekilde mevcuttu. Thina bir büyücüydü. Thina aşkıydı. Thina şu son beş yıldır yaşama sebebiydi. Genç kadın Gudslund’un Altın Lejyonlarından ayrılıp geldiği günden bu yana; tanıştıkları günden bu yana, ikisinin büyük aşkı Soğukyuva’daki dostların yüreklerini de ısıtır olmuştu. İldar’da hala sevgi vardı ve umut vardı.

Gurup yeniden hızlanıyordu. Silas adamların dayanıklılığına dudak büktü. Kendisi formdaydı. Onlar takip etmek hiç yorucu değildi. Üstelik bu soğukta hareket halinde olmayı tercih ederdi. Ama onları ömrünün sonuna kadar takip edemezdi. Bu gurubun amacını anladıktan sonra onları sağ bırakmaya hiç niyeti yoktu. Kondisyonları bu gurubun deneyimli ya da en azından idmanlı olduğunu gösteriyordu. Yoldaşlarından birisi ve en iyi takım olduğu kavga arkadaşı Etchiin’i hatırlayınca gülümsedi. Güzel bir kavga olacaktı.

Silas’ın gecikmesini ilk başlarda önemsememişti altın yeleli güzel Thina. Ama şimdi gençlere ders verme ve verilecek ziyafetin hazırlıklarında annesine yardım etme işlerini halledince yapacak başka bir işi kalmamıştı.
Üzerinde güzel mavi cüppesi vardı. Altın işlemeli büyücü cüppesi Silas’ın en sevdiğiydi-çıplak tenini saymazlarsa.. Kendi kendine kıpkırmızı utanırken büyük boy aynası karşısında saçlarının taramaya devam etti. Özlemle ah etti güzel kadın. Sonra sesi öfkeyle hırladı.
“Silasssss… Nerdesin!?”

Gece ve sabahın ilk ışıklarında yol aldıktan sonra tag gurubu nihayet durmuş ve kar tepelerinin içine oyuklar kazıp saklanarak dinlenmeye çekilmişti.
Silas yedi yıl süren Uzunkış zamanlarından ikisinde ömrünün en hararetli savaşlarını yaşamış bir savaşçı eskisiydi. Soğuk hava, yorulmuş ve güzelliklerle yumuşamış bugünkü halinin hiç hoşuna gitmiyordu. Ama hala çok katlanılabilir bir zorluktu. Nitekim taglar yine uykuya geçtiğinde kendisi de çevreye uyarı tuzaklarını kurup sorunsuzca istirahata çekilmişti. Hareket halinde kendini ısıtacak büyüleri olmasa da Thina’nın onun için kendi elleri ile işlediği uyku tulumu uyurken onu çok iyi ısıtıyordu. İçinde yatan kişiyi sıcak tutan büyülü tulum dışarıya ısı yaymadığı için soğuk ortamların ya da mağaraların avcılarına karşı uyurken görünmezlik de sağlıyordu. Bu canavarların ve avcıların çoğu ışık kadar ısı ile de görürdü.
Silas buzdan mezarında mışıl mışıl uyurken rüyasında Thina ile Soğukyuva’nın Çiytepeler seralarında dolaşıyordu. Uyurken yüzünde güzel bir gülümseme vardı.
Thina ile gülüşüp konuşuyordular. Thina o kadar güzeldi ve o kadar sevgi doluydu ki.. Silas’a bakışı ayaklarını yerden kesmeye yetiyordu.
Silas şimdi Thina’yı duyuyor fakat anlayamıyordu. Sesi anlaşılmaz haldeydi. Thina’nın yüzü de git gide asılıyor ve ona karşı öfke ile doluyordu. O güzel ses şimdi şefkat değil öfke ve azar doluydu. Silas biraz daha sese yoğunlaşınca ses anlaşılır bir hal almaya başlamıştı.
“..Silas! Seni ahmak! Orada ne yaptığını sanıyorsun!? Beş gün önce dönmen gerekirdi! Ne işin var Büyükgöl tarafında!? Çabuk uyan ve buraya gel!”
Silas yarı uyur yarı uyanık bir bilinç düzeyindeydi. Thina’nın ona verdiği kalpbağı madalyonunu hatırladı. Bu yeni bir hediye olduğu için ona tam alışamamış ve kullanmayı akıl edememişti. Bu bir büyücünün seçtiği ve sevdiği bir kişi ile çok uzaklarda olsa bile iletişim kurmasına yarıyordu. Sadece görmek ve konuşmaktan çok daha fazlasıydı bu madalyonun simgelediği büyülü bağ. Çok güçlüydü. İki ruh bir bedendeymiş gibi, iki ruh bir ruh olmuş gibi derin bir bağ kurardı bu büyü.
“Orası çok soğuk aşkım. Ne demeye o soğuktasın?” derken Silas’ın kalp atışlarını hızlandırdığını bildiği bir hareketle saçlarını omzundan geriye attı. Adamın kalp atışlarının hızlandığını duyabiliyordu. Kendi kalbi de hızlanmıştı ve Silas’ın da bunu duyduğunu biliyordu. Çapkınca gülümsedi, “Gel buraya.. Hemen.. Hem ziyafeti de kaçıracaksın,” derken birden fazla anlamda söylemişti bunu. Yine hafiften kızarmıştı güzel kadın. Silas onun bunu istemli olarak yapabildiğinden kuşku duyuyordu. Sanki üzerinde çalışılmış, onu daha çekici kıldığını bildiği bir şeydi bu.
İçinde yana ateşe rağmen görevini öncelikler sıralamasında en üste kaydırmayı başardı kolcu.
“Burada bir gurup tagı takipteyim Thina.”
Thina’nın duruşu ve konuşması da değişmişti şimdi.
“Bunu neden daha önce söylemedin!? Hemen oraya yardım gurubuyla yola çıkıyorum. Kaç kişiler?”
 Silas’ın canı sıkılmıştı şimdi. Oyuncağı elinden alınıyordu.
“Sadece yirmi kadar. Küçük, önemsiz bir gurup,” diye denedi.
Thina onun sesini çok iyi tanıyordu. Kalpbağının sihrine ihtiyacı yoktu. Bu adamı çok iyi tanıyordu.
“Aaah, yapma. İyi şeyler paylaşmak içindir. Benim sevdiğim adam bu kadar bencil olamaz,”
Bunu söylerken açıkça gülüyordu.
“Paylaşılacak kadar çok değiller. Gerçekten,” diye gülerek kendisi de şakaya vurdu Silas.
Bir müddet gülüştüler.
“Onlar orada ne arıyor?”
“Senin de dikkatini çekti demek. Yaklaşık bir haftadır izliyorum. Gündüzleri genelde dinleniyor ya da saklanarak gidiyorlar. Geceleri ise hiç durmuyorlar. Yetişmeleri gereken bir yer var gibi.”
“Bir şeyin peşinde oldukları kesin gibi.”
Thina’nın bunu söylemesi Silas’ı umutlandırmıştı. Destek hemen gelmeyecek, bir süre daha kendisi ilk vuruş önceliğine sahip mi olacaktı?
Kadın güldü ona.
“Erkekler. Koca çocuklar,” diye kahkahalarla güldü. Sonra tekrar ciddileşti. “Bunu Fonzar ile hemen şimdi görüşeceğim. Kararı onun vermesi en doğrusu,” diyerek yaşlı rel generalin Soğukyuva kuvvetlerinin haklı komutanı olduğunu hatırlattı.
Fonzar, isabetli kararları ve başarılı, onurlu geçmişi ile büyük bir komutandı. Emekliliğini Soğukyuva’da yaşıyordu. Çok yaşlı olmasına rağmen hala dinç duruşlu, neşeli bir kişiydi. Hala koca orduları yönetecek kabiliyetteydi ama sırasını savıp gençlerin bayrağı daha ilerilere götürmesine izin vermek inancındaydı.
Fonzar adı geçince Silas’ın içi her zaman ferahlardı. İşin en berbat olduğu anlarda bile her şeyin yoluna gireceği inancını yayan birisiydi general.
“Tamam. Sanırım şimdi uyanıp görev başına döneceğim.”
“Bir şey daha Silas..”
Silas merakla bekledi. Bu genelde bir azar geliyor ses tonuydu.
“Şu madalyonu kullan,” diye cidden vurgulayarak konuştu Thina.
“Peki hanfendi,” diye ciddice emri aldı Silas.

Büyükgöl ve kuzeyindeki Küçükorman tag hedefi olmamış bir bölgeydi. Genelde, aslında hep, tag kuvvetleri Çittepeler’den az ötede bir araya gelir ve süratle Tuzmadeni Karakolu’na saldırıya geçerdi. Bu savaşlar çoğu zaman önemsiz Karakol kuşatmaları olurdu. Taglar havlar, ulur, derme çatma kuşatma silahları ile karakolun sağlam ve de kalın duvarlarına vurmaya çalışır, sonra da ya bir intihar saldırısı karşılığında püskürtülür- yok edilir- ya da kendi içlerinde kavgaya tutuşup dağılıp giderlerdi.
Bu sefer durum farklıydı. Dürbün öyle gösteriyordu.
“Tagları çok küçümsemişiz. Bir savaşta yapılabilecek en büyük hata..” diye tatsızca kendine mırıldandı Silas.
Burada yaklaşık bin tag vardı. Orman ve göl bölgesi şu bir iki senedir kürkçüler ve balıkçılar tarafından tamamen terk edilmiş bir haldeydi. Hepsi seralardaki ve Sıcaktarlalar’daki işlerinin başına gitmişti. Uzunkış’tan önceki son beş yılda göldeki balıklar ortalıktan kaybolur, hayvanların çoğu da Kış sonuna dek dönmemek üzere göç ederdi. Bu durum bilinen bir şeydi.
Soğukyuva şehri kaybolan bu gelir kalemlerini kış gelirken satışları çok artan meşhur dayanıklı konservesi ile telafi ederdi. Terk edilmiş bu bölgeye ise devriyeler nadiren uğrardı. Ne de olsa Soğukyuva bile ücra bir yer iken Soğukyuva’nın ücra bir köşesini varın siz düşünün. 
Lakin bu ıssızlık burada büyük bir musibete meydan vermişti. Tag gurupları buraya kadar sessizce ilerleyip ıssız ormanın gölgelerinde saklanmıştı. Ormanda kürklü beyaz kuzgunlardan ve onların yemlendiği fare, böcek takımından başka canlı kalmadığı için varlıkları dikkatli gözlerden bile kaçmıştı.
Hayvanların büyük bölümü tagları sevmez ve onlar yakınlardayken çok huysuz ve rahatsız olurdu; hatta yuvalarını terk edip oradan uzaklaşırdı.
Silas ormanın hemen dışındaydı. Beyaz kürklü pelerini ve beyaz ağırlıklı kuşamı kadar saklanma becerisi sayesinde de yeterli mesafeden tamamen görünmez durumdaydı. Nispeten yüksek bir mevki sayılabilecek bir tümseğin ardından çevreyi izliyordu. Çevresine her ihtimale karşı bir iki tuzak bırakması eski alışkanlıklardandı. Eski alışkanlıkları ile deri ve zincir zırh karışımı donanımının bağlarını ve kayışlarını sıkılaştırıp kontrol etti.  Buharlı arbaletinin mekanizmalarını ve cephane kartuşunu kontrol etti. Bu takibin başından bu yana ilk defa kendine aferin dedi. En azından doğru cephaneyi seçmeyi başarmıştı. Hızlı ve seri atım için uygun olan küçük oklarla yüklü kartuşlar çoğunluktaydı. Bu tagların görülebilen donanımlarının çoğu ilkel ve son derece basitti. En azından zırhların çoğu..
Silas bir yakın dövüş savaşçısından ziyade menzilli bir silahşördü. Yakın dövüşte de çok iyi olmasına karşılık uzun mesafedeki becerisi kesinlikle yıkıcıydı. İyi eğitimli bir menzilli silahşör, uygun silahlara sahipse sayıca kat kat üstün düşmanı bozguna uğratabilirdi. Ve Silas uygun silahlara sahipti.
Yine de bu topluluk başa çıkamayacağı kadar büyüktü. Daha iyi bilgi edinmeye ihtiyacı vardı. Donanımının kontrolünü bitirmişti. Bıçakları, kılıcı, kamaları ve bombaları ile tuzak silahları hep hazırdı.
Pozisyonunu bir kez daha kontrol etti. Çevresi emniyetliydi.
Yoldaş hayvan ruhunu çağıran büyüyü mırıldanırken gözlerini bir an için kapattı ve açtığında Etchiin oradaydı. Çok yükseklerde uçan büyük, siyahlı ve beyazlı bir kartal. Silas gülümsedi. Düşüncelerinde kartala mırıldandı.
“Selam Etchiin.”
Kartal siluetindeki Aradiyar ruhu da kelimeler olmaksızın onu selamladı. Onu görmekten duyduğu memnuniyeti ifade etti.
Silas sözler olmadan bir tek Thina ile böyle anlaşabildiğini düşününce Thina’nın onu için ne değerli bir nimet olduğunu bir kez daha anladı. Ve bir kez daha kendini azarladı. Madalyonu kullanmalıydı!
Etchiin’e olanları anlattı. Gözleri olmasını istedi. Kartal ve Silas neredeyse yüz yıldır beraber savaşıyordu. Pek çok kavgayı ve koca savaşları atlatmıştılar. Kartal ne istendiğinin tam olarak farkındaydı. Sessiz ve dikkat çekmeyen bir keşif.. Güzel kuş onayladı ve yumuşakça av arayan bir kartal edası ile orman ve göl üzerinde süzülmeye başladı. Bu esnada Silas üçüncü bir gözle daha keşif kabiliyetini arttırıyordu. Ormandaki kuzgunlardan görebildiği bir tanesinin görüşünü paylaşıyor ve ona etrafta bir tur atmasının fısıldıyordu. Bu bildiği birkaç büyüden biriydi.
Ormanın kıyı kesimlerinde gizlenen dikkatli tag gurupları vardı. Ama kartal ve kuzgunun gözleri iç kesimlerde çok daha rahat ve çok daha kalabalık tag varlığını gösteriyordu.
Silas hemen kuzgunun üzerindeki büyüyü serbest bıraktı. Bir lanet okudu. Bu basit bit tag saldırısı değildi. En azından on kabilenin sembollerini görmüştü ve gördüğü bir iki kuşatma silahı parçası ise cidden ilkellikten uzaktı. Ormandaki tag sayısı kaba bir hesapla on bini buluyordu. Dahası gölün orman kenarındaki tag yapımı nehir mavnaları akla son derece rahatsız edici ihtimalleri getiriyordu. Birden aklına ‘mağaralar’ diye bir şimşek düştüğünde bu Silas için çok fazlaydı. Eğer Orman’ın altındaki geniş mağara dehlizlerinde daha fazla tag varsa bu felaketti.
Silas hemen boynundaki madalyona doğru hamle etti. Aynı anda Etchiin’in çığlığı havada ve zihninde çınladı. Berrak çığlığın anlamını biliyordu.
“Gelenler var,” diye mırıldandı ve ağaçların arasından koşturarak ona doğru akan gurubu gördü.
“Kabul. Bu büyüklükte bir gurubun büyü kullanımına karşı şamanları olacağını hiç düşünmedim. Kabul. Çok paslanmışım. Ama net biçimde ifade ediyorum; bu, bugün yaptığım son hataydı!” diyerek dizlerine yükseldi. Buharlı arbaletini beceriden ziyade refleksleriyle nişanladı ve gelen ilk guruba doğru yaylım ateşini başlattı. Buhar gücüyle; çeliği delip geçecek korkunç bir kuvvetle itilen oklar, havada vınlayarak sürüler halinde uçuyordu.
Uzun yıllar sonra Silas’ın içindeki iyi şeyler için savaşma ateşi yeniden tutuşmuştu. Tehdit önceki basit tag saldırıları gibi önemsiz değildi ve Silas’ın kaybedecek çok şeyi vardı. Silas’ın Thina’sı vardı. İyilik ve güzelliğe, mücadeleye olan inancı tazelenmişti. Alev alev yanıyordu yeniden.

Kartal ilk gurubun sağ kanadından geriye kalanları parçalarken merkezi tükenmiş gurubun sol kanadından son kalanı da Silas -alnının ortasına çaktığı bir okla- indiriyordu.
Görüşte daha gelen üç gurup vardı. Arkalarında ise on bin tag daha.. Silas’ı savaş ateşi sarmıştı. İçinde destansı ezgiler haykıran bir koro şakıyordu.

“Bu her şeyi açıklıyor.” diye tatsızca mırıldandı Fonzar. Dazlak kafasını sıvazladı. Keçi sakalını kaşıdı. Mavi gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Suratı asılmıştı. İçinde yine o hislerinden biri doğmuştu.
“Neyi, Fonzar?” deme cesaretini gösterdi Thina.
General masasındaki büyük haritaya şöyle bir bakış attı ve süratle yürüyerek masasının yanındaki bir sürü mekanizma anahtarından binin çevirdi.
“Bu zımbırtıların yapımına gülmüştüm ama şimdi cidden işe yaramaları çok güzel.”
Thina ona şaşkın gözlerle bakıyordu.
“Aahh, taglar. Alışılmadık biçimde sessizdiler son yıllarda. Yaptıkları akınlar önceden de ciddi değildi ama son beş yıldır neredeyse göstermelik derecede tehdit idi. Sanırım yeni bir numara buldular ve onu uyguluyorlar,” diye konuştu Fonzar.
Thina bir şeyi daha merak ediyordu. Bakışları mekanik kollara gitmişti.
Fonzar güldü.
“Hepsi farklı bölgelerdeki, farklı önem derecesinde düşmanca faaliyeti bildiren haberleşme sinyallerini ilgili karakollara yolluyor. Dahice ve çok süratli bir mekanizma. Son zamanlarda pek yaygın kullanılan bir şey değil ama büyüyü yok sayarsak kesinlikle eşsiz bir buluş.”
Thina şüpheliydi. Her şeyden önce, çok bencilce biçimde, endişeliydi. Silas bu işin içindeydi.
“Çalıştığından emin miyiz Fonzar?” diye sordu.
Fonzar durumu açıklamak için ağzını açtığında kısa, kesik bir düdük sesi duyuldu ve masasının oldukça büyük bir çekmecesinden metalli bir mekanizmanın hızlı çalışma sesleri geldi.. Çekmece bunu takiben kendiliğinden açıldı ve bir parça kağıt ıslak mürekkebi ile orada duruyordu. Fonzar kağıdı hızla okuyup Thina’ya uzattı.
“Çalıştığından eminiz, Thina.”
Thina kağıtta yazanları sesli okudu.
“Tuzmadeni Karakolu’ndan, tam teçhizatlı bir fıçı vagon gurubu, komutamda derhal hareket ediyor. İmza Selm DeThon. Tuzmadeni Karakolu Nöbetçi Subayı.”
Zırhlı savaş vagonları bir mamut büyüklüğündeydi ve elli askeri dörtnala bir at hızında taşıma kabiliyetindeydi. Dört tekerlekli koca fıçılara benzedikleri için fıçı vagon olarak da biliniyordular. Zırhlı ve ağır silahlı olan bu buharlı makineler cidden güvenilir silahlardı.
“Belki de hemen müdahale etmeden bir süre uzaktan izleyebiliriz,” diye önerdi Thina, “neyin peşinde olduklarını tam olarak anlamak için.. Ben Silas’ı izlerim ve gerektiği anda ya da bu gurubun asıl hedefini öğrendiğimizde duruma büyü ile müdahale edebiliriz.”
Fonzar ona iltifat edenlere her defasında bir dahi olmadığını, çevresindeki akıllı fikirlerden çokça faydalandığını bıkmadan usanmadan söyleye gelmiş bir kişiydi. Verdiği kararların çoğu başkalarının yerinde önerilerinden ve ciddi önsezilerinden doğmuştu. Ve bir liderin en güçlü silahlarından biri de buydu; iyi bir şey gördüğünde kaçırma.
Thina ile Silas’ı biliyordu. Thina’nın endişelendiğini ve Silas’a yakın olmayı istediğini de.. Bu büyük bir endişe değildi ama sevenler konu sevdikleri olunca en küçük aksiliği bile gözlerinde büyütmeye meyilliydiler. Fonzar da sevmişti. Gülümsedi. Hem de ne sevmişti. Ah etti.
“Öyle olsun Thina. Ama sağduyuyu elden bırakma. Kalbin gittiği her yer doğru olacak diye bir kural yok ne yazık ki..” diye karmakarışık  bir laf etti yaşlı rel.
Thina tam anlayamamıştı ama kendine bir pay çıkardı.
“Dikkatli olacağım Fonzar,” diye selamlayarak çekildi.
Yaşlı adam yüzünde tebessüm ve aklında anılarla sallanan sandalyesine kuruldu. Elinde şarap maşrapası ile şömine ateşini seyre daldı.

Kavga olmadan Silas’ın bilgi ile uzaklaşması için çok dua etmişti Thina. Ama tanrıların işine akıl ermezdi. Olan biteni kalpbağı madalyonunun sihri ile sürekli izlemekte olan Thina, teleport büyüsü ile Karakol’dan Silas’ın yanına sıçramaya hazırlanıyordu.
Geçit ve sıçrama büyülerinin özellikle birden fazla kişiyi ya da büyük eşyaları taşıyan üst seviye büyüleri artık çok zorluydu. Yan etkileri de vardı. Son büyük savaş esnasında İbis Efendisi sürülürken Ghirion Kapıları arasındaki bağ kopmuştu. Ghirion Kapıları’nın eksikliği bütün geçit ve sıçrama büyülerini çok daha tüketici ve zor hale getirmişti. Kullanılan güce göre büyücülerin birkaç dakikadan birkaç güne kadar büyü yapabilme güçlerini kaybettikleri oluyordu. Bu tamamen rastlantısal biçimde ortaya çıkan ya da çıkmayan yan etki bir büyücü için son derece tehlikeli bir bedeldi.
Söz konusu Silas olunca Thina bunu göze almıştı. Hazırlığını yapmıştı. Gudslund ordularında çarpışmış bir savaş büyücüsü olarak büyü yapma becerisini geçici olarak elinden alan sessizlik büyüleri ile karşılaşmış ve onlara rağmen hayatta kalmayı öğrenmişti.

Fıçı vagon gecenin karanlığında uygun bir mesafeye kadar yaklaşmıştı. Sonra gözcü kulesindeki komutanın büyülü dürbünü, ormanın kıyısında birkaç tag gurubu görünce hemen gizlenme önlemlerine başvurmuştu. Fıçı koca bir çadırla hemen örtülmüş ve vagonun iki büyücüsü çadırı bir kar tepesi gibi görülecek miktarda karla kaplamıştı. Vagon hazırdı ve bekliyordu.

O an geldiğinde Thina hiç tereddüt etmedi.
“Hazır olun! Neyle karşılaştığımızı hepimiz gördük,” Silas’ın gördüklerini Karakolda ve vagonda hazır olan herkesle büyüsünü kullanarak paylaşmıştı. “Vagon yola çıksın. Gurubumla beraber sıçrıyorum. Bir süre direnebiliriz ama çok kalabalıklar. Süratle bizi alıp uzaklaşmamızı sağlamalısınız,” diyerek daha çok Selm ile konuştu büyücü.
Büyücüleri sayesinde Thina ile yüz yüzeymiş gibi konuşabiliyordu Selm. Vagonuna emrini vermişti bile. Tek bir işareti ile, koca vagon az sonra dörtnala bir at hızında karı, buzu yararak ilerliyordu.
“Merak etme Thina. Bu çevreyi avucumun içinden daha iyi bilirim. Size ulaşmamız on dakikayı bulmaz.”
Thina o anda Selm’i duymuyordu. Sıçrama büyüsüne yoğunlaşmış ve tamamen dışarıya kapanmıştı. Yanında on kişi götürüyordu. Geçit büyüsü bu sayı için daha uygun olurdu ama geçit büyüsü daha fazla zaman alan bir büyüydü. Thina’nın acelesi vardı.
Yaptığı seçimler oldukça isabetliydi doğrusu. Soğukyuva’dan yanında getirdiği destek gurubunda dağın en iyi cengaverleri vardı. İşini şansa da bırakamazdı hani.
Sıçrama gerçekleşir gerçekleşmez büyülerini kontrol etti büyücü. Tam beklediğinin aksine üzerine sessizlik etkisi çökmemişti.
“Lya bana gülümsedi,” diyerek en sevdiği tanrıçayı andı. Annesi de şifa ve iyilik dolu ışığın tanrıçası olan Güzel Lya’nın rahibelerinden biriydi.

Kartal, türünün bütün diğer yaratıkları gibi varoluşun katı, maddesel silahlarına aşırı derecede zırhlıydı. Büyülü silahlar, ateş, yıldırım, asit gibi etkiler ise onu yaralıyordu. Yaraları ölümcül boyuta ulaştığında bunun anlamı varoluş düzleminden silinip iyileşene kadar kendi ait olduğu yere sürülmesiydi. Etchiin’e vız geliyordu aldığı kılıç, balta ve ok yaraları. Bunlar derisinde çizikten başka bir şey değildi. Kanat rüzgarları ile vurulanların kemikleri kırılıyor, savrulanlar sersemleyip bayılıyordu. Pençe ve gaga ile tanışanlar ise basitçe ölüyordu. Etchiin de tagları sevmiyordu. Kötü kokuyorsa kötü olduğunu biliyordu.
Silas tümseğin üzerinde yayılmış silahları ve cephane çantalarıyla muharebe pozisyonundaydı. Yerde üç kartuş boş duruyordu. Buharlı arbaletin atışları durmadan havayı vınlatıyordu. Tag savaş naraları iğrenç haykırışlarla esiyordu. Ormanın içinden gelen gürültü her an daha fazla tagın bu buraya aktığını gösteriyordu.
Silas sadece bir an için madalyonunu kullanmayı unuttuğunu düşündü. Kendine küfrederken tek eli ile madalyona uzanıyor bir yandan da buradan nasıl sıvışacağına dair bir iki eski tecrübeyi tartıyordu. Arbaletteki eli ile dürbüne gerek duymadan atışlarında isabet kaydedebiliyordu. Taglar artık ıskalanmayacak kadar yakın ve kalabalıktı.
“Zahmet etme,” diyen Thina’nın sesini duydu Silas. Arkasında Thina ve on kişilik cengaver gurubunu görünce yüzü kocaman gülümsedi. Ama söyleyecek söz bulamadı.
“Bunu sonra uzun uzun konuşacağız,” diyerek madalyonu işaret etti Thina.
Başını koca bir sırıtışla salladı Silas.
“Zevkle.”
“Hiç sanmıyorum beyfendi,” diye cevabı yapıştırdı Thina. Sesi acı vaat ediyordu.
Silas boyun eğdi. Arkasını dönüp hıncını taglardan almaya başladı. Silahına patlayan oklardan birini süratle yerleştirip tetiği çekti. Patlama çevreye kar, ceset parçaları ve kan saçmıştı. İkinci patlayıcı oku da yerleştirip gönderdi Silas. Sonuç aynıydı. Bunu üçüncü izledi. Aynı sonuç..

Silas’ın atışları sağ kanadı biçiyordu. Sol kanatta Thina vardı. Onun tarafında şimdi büyük bir kalabalık vardı. Sağdan kaçanlar merkeze yaklaşıyor ve merkezdekileri sola itiyordu.
Savaş büyücüsünün böyle toplu hedefler uygun çok güzel imha büyüleri vardı. Zalimce gülümserken büyüsünü gönderdi.
Gökten yere parlak, kıpkızıl bir alev sütunu yıldırım gibi indi. Bir anda, koca bir alev patlaması ile, sol kanat olan yer alevler içinde kalıp boğuldu. Yok oldu..
Bunlar olurken on kişilik destek gurubunun yedilisi sürekli koşmuş ve merkezdeki taglar ile arkadaşları arasında bir tampon oluşturmuştu. Taglar bu yediliye bindirip onları ezmeye fazlasıyla hevesliydi.
Gurubun lideri sert ve yaşlı bir cüce olan Barin’di. Yedi kişilik cephe çizgisinin tam ortasındaydı. İlk vuruşu o yaptı. En öndeki taglar ona neden Ateşlibalta dendiğini ancak cehennemde öğrendiler. Daha arkadakiler ise ön safların kızarmış cesetlerini görüp yanık et kokusunu duyduklarında sebebi biliyordu.
Barin, guruba hücum emri vermişti. Kama düzeni ile ileriye atılan gurup önüne geleni indiriyor ve tagları silindir gibi ezip geçiyordu.

Thina, Silas’ın kanadının yeniden yoğunlaşacağını arkadan gelenlerin yönüne bakarak görüyordu. Önleyici bir büyü ile ona yardımcı olması gerektiğini gördü. Büyüsünü hazırladı ve emretti.
Ateşten duvar kalın ve uzundu. Bir çizgi olarak sağ kanadı taa uzak sağa kadar örüyordu. Silas’a ulaşmak için ya yediliden, ya ateşin içinde geçilmesi gerekiyordu. Ya da iki yüz metre ileriden dolanmak.. Her şartta ölüm vardı. Ateşte ölüm. Yediliden ölüm. Duvar boyunca koşarken Silas’ın arbaletinden ölüm..

Kavganın beş dakikası dolduğunda işin rengi değişiyordu. Soğukyuvalılar artan baskıyı hissetmeye vakit bulamıyordu. Silas’ın cephanesi su gibi akıp tükeniyordu. Açıkça böyle bir kavgaya hazır değildi uzun zamandır. Thina kavgaya her geçen an daha fazla şamanın yetiştiğini görüyor ve önceliğini onlara kaydırıyordu. Bu yedilinin işini daha da kalabalıklaştırıyordu.
Barin ve gurubu bu gidişe rağmen açıkça neşeliydi. Silas ve Thina ile geriden destek olan üç büyü kullanıcısını rahatlatıyordu bu durum. Bir Lya rahibesi ve iki cüce savaş rahibinden oluşan büyü kullanıcıları yediliye sürekli şifa ve koruma büyüleri yapıp daha arka safların üzerine hasar büyüleri gönderiyordular.
Thina’nın alan etkili güçlü ateş topları ve tüketici yananhalı büyüleri artık yerini daha tutumlu büyüler olan ayaz mızraklarına bırakıyordu. Bu kavganın sonunu göremiyordu ve büyü gücünün hepsini harcamadan, Selm gelene kadar dayanmaya çalışıyordu.  Bu tek şanslarıydı. Şamanların onun geçit ve sıçrama büyülerini fark edip etmeyeceğini denemişti ve sinsi taglar onu yanıltmamıştı. Bir iki kişilik sıçrama büyülerinin aksine çok kişilik geçit ve sıçrama büyüleri örülmeleri esnasında son derece kırılgandılar. En zayıf bir müdahale bile büyüyü bozmaya yeterliydi. Taglar bir şeyleri bozmayı pek severdi.

İşlerin çirkinleşmeye başlamasına cidden çok az kalmışken yardım yetişti. Mağaralardan yola çıkan kuzeyin yaşlı ve gerçekten sayılı güçlü şamanlarından bir kaçı kavgaya girmek üzereydi.  Fakat Selm’in kavgaya yetişmesinden az önce ve ilk önce Fonzar’ın aciliyetle yolladığı grifonlar geldi..
Soğukyuvalı grifon süvarileriydi bunlar. Sayıları azdı ama adlarına yaraşır biçimde yıldırım sürerek girmiştiler kavgaya.
Savaşçı ve yırtıcı grifonlar çağlar boyu kendilerine yaptıklarından dolayı taglara karşı büyük bir nefret duyuyordu. Bu dağlar çok çok önceden grifon yuvaları ile doluydu. Sonra zamanın gelgitinde şartlar değişmiş ve taglar gelmişti. Taglar grifonların yumurtalarına el uzatmaya başlamış ve uzun zaman çetin bir savaş yaşanmıştı bu dağlarda. Sonrasında civarda pek fazla grifon kalmamıştı. Sağ kalan yaşlılar nesillerini devam ettirmek için başka yerler gitmiş ya da tag gölgesinin düşmediği ücra-kör köşelerde yeni nesillerini büyütmeye başlamıştı. Bu civardaki grifonlar da Dağ’ın dost kalkanı gerisinde yumurtalarını; gelecek nesillerini daha yüz yıldır güvene alabilmişti. Dost grifonlar Dağ’a bunun karşılığında hizmet etmeyi kendileri önermişti. Hatta son elli yıldır eski klanlardan bazıları kuzeye geri dönmeye bile başlamıştı. Tıpkı kadim günlerdeki gibi bir dostluk ve işbirliği vardı bugün yeniden.

Zırhlı grifonların üzerindeki cücelerin, savaş alanına yağdırmaya başladığı yıldırım ve ateş şişelerinin etkisi o denli büyük olmuştu ki, bu dalga taglar açıkça ilk muharebeyi kaybettiklerini ilan ediyordu. Arkalarına bakmadan mağaralara ulaşmak için ormanın içlerine kaçıyordular. Tamamen dağılmış ve bozulmuştular. Onların bu halini gören arka saflardakiler de henüz kavgayı görmemiş olsalar da moral olarak dağılmış ve kaçanlara katılmıştı.
Gurubun önündeki yaralı savaş alanı ormanın başlangıcına kadar derin kraterler ve yangınlarla doluydu. Burada binden fazla tag parçalanmış ya da alevlere bulanmış ölü yatıyordu. Grifonların vurduğu taze tag gurupları sayının büyük bölümünü oluşturuyordu. İşte Selm ve elli askeri zırhlı savaş vagonu ile geldiğinde böyle bir durumla karşılaştılar.

Selm bundan hiçbir şekilde hoşlanmamıştı. Bir savaş kaçırmıştı ve burada olmaması gereken sayıda çok tag vardı. Hangisinin daha kötü olduğuna daha sonra karar verecekti. Şimdilik sadece üzgündü.
“Henüz bitmedi,” diye teselli etti gülümseyen Silas. Küçükorman’ı işaret etti, “İçerideki mağaralarda on bin tag var. En az on kabilenin kalkanını gördüm.. Yanılmayı diliyorum ama tahminimizden de büyük bir saldırı ile karşılaşabiliriz.”
“O halde tahminlerinin de ötesinde bir karşılık görecekler dostum,” diye inançla, tutkuyla konuştu rel. Sonra sakinleşti, “Haydi bir an evvel Karakol’a gidelim de hazırlıkları tamamlayalım. Tahminlerin yarısı bile doğruysa bu savaş çetin geçecek. On kabile on bin tagdan çok daha fazlasını eder. En azından otuz bin tag demektir bu,” diye tatsız, karanlık bir tonda konuştu. Bundan daha kötüsü olduğuna dair bir his vardı Selm’in içinde. Yıllanmış savaşçılar hislerinde pek yanılmazdı. Belayı koklardı onlar.

Herkes süratle zırhlı fıçı vagona doluştu. Çelik kapıyı kapatıp süratle yola koyuldular. Önlerinde hazırlanacak zorlu bir kavga vardı.

***






69
Kurgu İskelesi / Yeşilgözlü Şeytan'ın Gecesi
« : 29 Nisan 2012, 16:01:52 »
Eski bir öyküm. Mart 2008'den... Daha önce bir iki farklı yerde de beğeniye sunmuştum.
****

Adı Zehir idi. Uzun zamandır düşmanları onu bu adla anıyordu. Artık bir insan değildi. Dünya üzerinde ilahi, ezeli bir satranç oynayan tanrıların taşlarından biriydi. Kendini çoğu zaman böyle görüyordu. Kimi zaman hoşlansa, kimi zaman nefret etse de şu anda umursamıyordu. Hareketli bir gecenin çabuk gelen sabahında yatağa yığılmış uyuyordu.

Zehir’i uyandıran Kartanesi’nin saçlarına dokunuşuydu. Uzun kara saçlarında zarifçe dolaşan küçük ve güzel eller onu uykunun alaca diyarından çekiyordu.

Zehir karanlık, havasız, içki ve ter kokan ucuz bir han odasında uyandı. Yıkık dökük eşyalara ve bu metruk semte yakışmayan güzeller güzeli Kartanesi’ni karşısında görünce gülümsedi. Kartanesi çok güzeldi. Asil bir prenses, tapılası bir Kraliçe, bir ilahe kadar güzeldi. Bembeyaz uzun elbisesi ipektendi. Beyaz kürk pelerinin üzerinden dökülen uzun sarı saçları yer yer dereler gibi çağlıyor,  yer yer ince örgülerle örülüyordu. Gözleri çok derin, çok büyüleyici bir safir mavisi rengindeydi.

Gölgelerin güzel varlığı gülümsedi.
“Uyan artık,” sesi de yüzü gibi gülümsüyordu.
Zehir kral bir erkek aslan gibi yattığı yerde gerindi. Gülümseme yüzünde ışıldıyordu. Sabahları bu adamın gülümsemesi yazın yağan kardan daha nadirdi.
“Kendi şahsi iblisem gelmiş. Merhaba güzel şey.”
Kartanesi de gülerek karşılık verdi.
“Keyfin yerinde bakıyorum. Çok alışılmadık bir durum. Genelde uyandığında çekilmez olursun.”
Odanın en karanlık köşesindeki kapkara suret duvara yaslanmış kıkırdıyordu. Simsiyah, gölge kıvamındaki silüet, Zehir’in tamamen simsiyah bir kopyasıydı. Yüzündeki gülümseme acımasız ve hilekardı. Sesi de öyle..
“Oldukça çalışkan ve kendini işine adamış bir fahişeydi. İtiraf etmeliyim ki bu rezil şehirde harcanıyor.”
Kartanesi, Zehir’e yapmacık sitem etti.
“Beni yine mi aldattın aşkım. Hayatındaki tek dişi ben olacaktım hani, anlaşmıştık”
Zehir kovalayan umursamaz bir el hareketi ile gölgesine seslendi,
“Çekilebilirsin sevgili gölgem, bundan sonrasını kendim halledebilirim.”
“Her zamanki gibi..” diye tatsızca mırıldandı gölge. Kartanesi’ne döndü. “Bu sabah daha bir güzelsin sevgilim. Ölüm kadar çekicisin.”
Utangaç bir gülümsemeyle zarifçe karşılık verdi güzel kadın.
Kartanesi, Gölge’nin iltifatlarını seviyordu. Zehir’den çok nadir gelen güzel sözler konusunda gölgesi çok daha müsrifti.
“Ah, bu arada, fahişe bizi soydu,” diye Zehir’e konuştu Gölge.
Zehir yattığı yerde kıkırdadı.
“Bu esnada sen ne yapıyordun?”
“Bana kızma ahbap. Aslında müdahale edecektim ama gece o kadar iyiydi ki bunu bir tür bahşiş olarak kabul ettim.”
Zehir tek kaşı havada ayağa doğrulurken kısaca emretti.
“Kaybol.”
“Emredersin ahbap.”
“Gölgen ruhunun diğer yarısını gösteriyor sanki.. sanki vicdanın gibi,” diye tatlı tatlı mırıldandı doğaüstü varlık.
Adam yataktan savrula savrula kalktı ve uyuşukça güzel kadına yürüdü. Kadının beline sarılıp vücudunu vücuduna sımsıkı çekti. Dudaklar birbirine uzandı. Uzun uzun öpüştüler.
Neden sonra durakladıklarında Kartanesi derin derin nefeslenirken güzel bir şarkı gibi mırıldandı.
“İş için geldim Lordum.”
Yüzü üzüntüyle asılmıştı bunu söylerken. Sonra yüzü aydınlandı, çapkınca gülümsedi.
 “Eğlenceyi daha sonra telafi edeceğim. Buna söz veriyorum.”
“Ahh,” diye tatsızca inledi adam. İsteksizce ve ağza alınmayacak küfürler mırıldanarak giyinip kuşanmaya başladı. Kartanesi ona gizlice gülümsüyordu.

Zehir bir avcıydı. Katil ya da ödül avcısı değildi. Bir görevi, daha doğrusu bir davası vardı. O bir adalet adamıydı. Buna inanıyordu ya da inanmaya çalışıyordu. Krallıklara ve de yazılı fani kanunlara bağlılığını fes edeli çok uzun zaman olmuştu. Aleti olduğu kanunlar daha tepeden hükmediyordu. Adına tanrılar denenlerin himaye ettiği güçlü anlaşmalar, Eski yeminleşmelerdi söz konusu olan. Eskiler ile Yeniler arasında büyük farklar vardı. Yeniler daha bir esnek iken Eskilerin hiç şakası yoktu. Zehir de bu işin içindeydi. Son iki yüzyıldır ruhbanları aradan çıkarmış ve doğrudan işin başındakilere bağlı çalışmaya başlamıştı. Zehir bir kelle avcısıydı.


Akşam saatleriydi. Hava yağmurluydu. Çok ince ama çok hızlı, çok yoğun bir yağmurdu bu. Bindiği doğaüstü kara aygırın inanılmaz sürati de yardımcı olmuyordu hani. Büründüğü pelerini, saçları, giysileri, donanımı hep sırılsıklamdı. Elindeki cehennem pusulasına küfrederek yere tükürdü. Pusulanın onu götürmekte olduğu yönü gördüğünde o denli öfkelenmişti ki giysilerine koruyucu büyüleri yapmak aklına gelmemişti.

Ufuktaki şehir çok büyük ve güzel bir şehirdi. Çevresi güzel korular ve verimli ovalarla kaplanmış, yanından akıp geçen büyük bir nehirle denize de açılan çok güzel bir şehirdi Colomir. Krallığın en zengin ve lüks şehirlerinden biriydi burası. Burası Zehir’in en nefret ettiği şehirdi.
 
Bu sefil şehri terk edişini hatırladı. İki yüzyıldan fazla olmuştu. O zamanlar dünyanın en saf ve en aptal insanıydı. İyilik ve güzellik adına haklı bir yolda yürüdüğüne inanıyordu. Yaşadığı düzenin daha iyi için çabalayan bir düzen olduğuna inanıyordu. İyi insanlara, yüce makamlara hizmet ediyordu. Adalet ve erdemlerin hükmettiği bir mekanizmanın dişlisiydi. Bununla gururluydu. Ne kadar da aptaldı.. Ne kadar da kördü.. Dünyasının başına yıkılması, gerçeklerin onunla alay edercesine yüzüne çarpılması ne kadar da acı vericiydi.

Çöken saflığının ve aptallığının molozları altında ölmeyi ne kadar da çok istemişti. Tanrıların canını alması için ne kadar da tahrik etmişti ölüm meleğini.

Sonra.. Sonrası burasıydı. Sınırları zorlayan, zincirleri kıran ölüm arayışı, adına tanrılar denelerin gözüne çarpmıştı. Dünya üzerinde oynadıkları ilahi oyunda, onun da bir araç olarak değerine karar kılmıştılar. Birden fazlasının, hatta birbiri ile kanlı bıçaklı olanların bile ortaklaşa kullandıkları bir araç olması, varoluş düzlemi üzerindeki katmanlarda da Zehir adına şöhret getirmişti.

Onu buraya getiren yolculuğunu aklında gerilere itti. Durdu ve burada olacağı bildirilen karşılaşmayı düşündü. Birkaç dakika havayı kokladı. Burada bulacağı hedefi ile ilk karşılaşmasını ve onun ellerinden kayıp gidişine izin veren zaaf anını düşündü. Onun gözlerini düşündü. Küçük bir kıyametin kopmakta olduğu şehre yürümeye başladı. Güneş daha yeni batıyordu. Gece daha yeni başlıyordu.

Giysilerine ve silahlarına, bütün savaş donanımına güçlendirme sihirleri olan fauren tılsımını üfledi. Deri ve zincir zırh karışımı savaş donanımının kayışlarını sıkılaştırıp kılıç ve bıçaklarını kontrol etti. Savaş gereçleri ile dolu çantalarını muharebe için kullanıma hazır şekilde düzenledi. Muska büyüsünü ve bir iki koruma büyüsünü havaya savurup, gölgeli düzlemlerden kara bir puhu kuşu olan yoldaşını çağırdı.
“Gözlerim ol, Vhun. Uçan gözlerim ol.”

Kuzeydeki dağlık alanın eteklerinde, dağ derelerinin ve nehrin beslediği büyük bir bataklık vardı. Kıyılarındaki köyler şehir için gerekli bazı ender bulunan malzemelerin karlı ticareti ile uğraşsa da bataklığın iç kesimlerine gitmekten nesillerdir onlar bile sakınırdı. Oraya gidenlerin hiçbiri geri gelmemişti. İşte şehir kapısı, daha karanlık yağmurun başladığı ilk öğlen saatlerinde, bu Eskilerin Bataklığı’ndan akmaya başlayan koca canavarlarca yıkılmıştı.

Canavarların sayıları gerçekten o kadar çok değildi aslında, ama güçlü ve yıkıcıydılar. Bunlar bataklık devleri idi.

 Şehir kadim zamanlardan kalma temellerin üzerine inşa edilmişti ve surları da yabana atılır cinsten değildi. Lakin yüz yıldır hiç kapısını kapatmaya gerek duymadığından, savaşa hazır değildi. Krallığın kuzey ve doğu sınırlarındaki şehirlerin aksine, merkezi şehirler savunmada çok gevşekti. Sıkı olmalarına gerek de yoktu. Savaşlar onlara çok uzaktı.

Devler işte bu durumdan faydalanmış, nehir sularının peçesi altından bir anda ortaya çıkıp kapıyı ve çevresini kana bulamıştı. Onlara havanın kararması ile vampirler ve kurtadamlardan bir güruh da katılmıştı. Güney kapısı civarındaki semtlerde şehrin cesur muhafızları ile bataklık canavarları arasında çetin bir kavga yaşanıyordu. Daha iç kesimlerde çekilen güneşle birlikte karanlığın yaratıkları ziyafete başlamıştı.

Şehrin üzerinde süzülen koca baykuşun gözleri olağanüstü bir görüşü Zehir’in zihnine gönderiyor ve bütün şehri sanki aynı anda her yerdeymiş gibi kusursuzca izleyebiliyordu. Savaş alanı hakkında bilgi sahibi olduğunda Zehir artık olabildiğince hazırdı. Yıkık şehir kapısından içeriye adımını attı.

Etrafta cesetler saçılıydı. Bunların çoğu şehirli sivillerin cesetleriydi. Askerlerin ve şövalyelerin cesetleri daha az sayıda olsa da çevrede hala onlardan da bir sürü vardı. Devlerin kıyımı inanılmazdı.  Geçtikleri yerde ceset yığınları ve yıkıntıdan izler bırakan bu kudurmuş canavarları biliyordu. Açıkça saldırganlıklarını körükleyen büyülerle desteklenmiştiler.

Devin biri yıktığı iki katlı binanın molozları üzerinde, elinde koca bir kalasla etrafındaki askerlere ölüm saçıyordu. Oklar canını yaksa da bunlar onu kızdırmanın ötesinde pek bir etkiye sahip değil gibiydi. Mızraklılar ona sokulamıyordu. Büyü kullanabilen şövalyelerin pek azının büyüleri bu canavarlara etki edecek güçteydi. Ve onların sayısı da daha savaşın ilk saatinde olduğundan çok daha aşağıdaydı şu anda..

Zehir ilk devini gördüğünde doğaüstü bir güçle kocaman kükredi. Kükreme iyi tanrılardan Kötülükbelası Azes’in adıydı.
“Azes!”
Dev, karanlıkla beslemiş bataklık devlerinden biriydi. Azes adının tınısı özündeki nefreti ve düşmanlığı kökünden körükledi. Bir anda duruşunu değiştirdi ve cüssesinden beklenmeyen bir hızla yeni düşmanına koşmaya başladı. Adımları yeri titretirken ağzından salyalar akıyordu.

Koca yaratık bataklığın yeşil ve kahverengi tonlarında, yosunlu, mantarlı, odunlu kalın bir deriye sahipti ve kesinlikle ürkütücü bir kalıbı vardı. Gözleri kapkaraydı. Dişleri koca hançerlerdi. Altı metreyi aşan boyu ve yere kadar uzayan kocaman kollarlı ile bir yıkım makinesiydi.

Zehir üzerine koşan yaratıkla oynamaya hevesli değildi. Çevredeki cesetler arasında çocukları da görmüştü. Adalet bu defa çok hızlı ve acılı olacaktı.

Zehir, daha önceden hazırladığı bir silah koleksiyonunu, kaotik bir tanrı olan Greth-Din’in bahşettiği özel güçlerle her daim yokluğun içinden çağırabiliyordu. Greth-Din intikam tanrısıydı. İyi tanrılar onun metotlarını aşırı bulduklarından onu aralarına almasalar da kötülük karşısında müttefikliğinden memnundular.

Ellerine iki koca arbaleti fauren tılsımı ile çağırdı. Büyülü arbaletler oklarını üzerlerindeki küçük sadaklardan süratle kendileri doldurabiliyordu ve bunu çok hızlı yapıyordu. Atış başladığında ok yağmuru öyle sertti ki yaratık acı çığlıklarla durup elleriyle yüzünü ve koca gövdesini örtme derdine düşmüştü.

Arbaletlerin cephanesi bittiğinde canavar böğürdü. Yeniden koşmaya başladı.

Zehir bu defa ellerinde birer koca mızrak tutuyordu. Mızrakları üzerine koşan deve savurdu. Mızraklar hedefi buldu. Dev dizkapaklarına yediği bu acılı darbelerle yere devrilirken Zehir koşmaya başladı. Elinde koca bir iki ellik kılıç vardı. Kılıç kapkaraydı. Namlusunda uğursuz, rengarenk bir ışıma tütüyordu. Bu bir acı sihriydi.

Önce kolları parçalanıp kopartıldı. Çığlıklar acı doluydu. Sonra iki bacağı. Çığlıklar yangınlar gibi yanıyordu. Karnı deşilirken artık hıçkıran çığlıkları doruk noktasındaydı.. Az sonra kafası bedeninden ayrıldığında ise sessizlik vardı.

Sessizlik uzun sürmedi. Acı feryatları duyan yakınlardaki diğer devler sadakatten değilse de belaya olan açlıklarından bu yana dönmüş koşturuyordu. Böğürtüleri az sonra sokakları dört biryandan kuşatmıştı.
Zehir sağındaki en yakın devi diğerleri yetişmeden bitirmeye kararlıydı. Kılındaki acı sihrini ölüm sihri ile değiştirip saldırıya geçti. Yaratıklar hızlıydı belki. Ama asla çevik değildiler. Zehir sallanan uzun kolun üzerinden sıçrarken rakibini koluna derin bir yarık hediye etti. Diğer kol bu yaraya karşılık iki kat hızlı ve güçlü savruldu. Hala çok yavaştı ve bunu sırtını boynundan beline dek yaran bir yara ile ödedi. Zehir hiç durmadan açılan bir boşluğa hücum etti ve koca kılıcın güçlü bir vuruşu ile devin sağ bacağını kopardı. Bunun ardı geldi ve kopartılan sol eli gövdeye indirilen iki yarıcı darbe ile kesilen baş izledi.
İki devin aynı anda hücumu Zehir’in güçleri için bile bir meydan okumaydı normalde. Ama burada bulunması normal bir görev değildi ve efendileri onu bu göreve özel ödünç güçlerle donatmıştı. Yaratıklarla gereğinden fazla zaman kaybetmemek için yan yana koşan bu iki deve güçlü bir yıldırım saldırısı gönderdi. Gözlerinden fışkırıp iki devi birden sarmalayan şimşeklerin gücü çok yoğundu. Devler acı ile sarsılıp yavaşladılar.. Tütmeye başladılar. Durdular ve sonunda kısmen yanmakta olan cesetleri yere devrildi.

Son gelen dev tabloyu görmüştü. Elinde koca bir lobut tutuyordu. Kulaklara acı veren bir böğürtüyle meydan okudu Zehir’e.

Zehir eline koca bir iki ellik balta çağırdı. Balta bembeyaz alaz bir ışıkla ışıldarken çevresine buz kristallerinin çıtırtılı melodilerini fısıldıyordu. Baltanın sıcaklığı dinmeyen bir açlıkla emmesi öyle güçlüydü ki, iki sokak öteden bile çevredeki büyülü ayaz hissediliyordu. Burada yağan yağmur kara dönüşüyordu. Çatıların kenarlarından birkaç kısa an içinde buz saçakları sarkmaya başlamıştı bile..
Yaratık meydan okuma ile bir kez daha böğürdü ve koşmaya başladı.

Balta gözlerle dalga geçen bir hızla gerilip savruldu. Uçarken bir çığ gibi kükredi ve hedefini vurduğunda ise bir kar fırtınası birkaç kısa an için patlayıp etrafa esti.. Dev tamamen kristalleşmişti. Zehir insanların duyamadığı bir savaş çığlığını haykırdığında koca kristal kütle paramparça patlayıp dağıldı.

Sokaklar karanlık ve boş ya da alevler içinde ve cesetlerle, yıkıntılarla doluydu. Zehir hedefini doğru ilerlerken karşısına çıkacak kadar şanssız birkaç vampir ve bir kurtadam oldu. Bunlardan vampirler cahil yeni yetmelerdi ve çabuk öldüler. Kurtadam neye çarptığını anladığında bir kolunu kaybetmişti ama takdire layık bir hızla oradan uzaklaşmayı becermişti. Aslında şanslıydı. Zehir buluşmaya geç kalmak istemiyordu.

Zehir onu orada gördü. Katedralin ana kanadının tepesindeki büyük seremoni balkonundaydı.  Başrahibin bayramlarda ve özel günlerde, büyük meydanda toplanmış halka hitap için çıktığı tek kişilik hatip çıkıntısındaydı.

Kadın gençti.. Çok güzeldi ve çok asil bir duruşu vardı. Kuzguni ışıltılı simsiyah saçları gece yelinde tatlı bir ezgi gibi dalgalanıyordu. Yeşil gözleri dolunayın ışığında zümrütten alevler gibi yanıyordu. Teni taptaze bir beyazdı. İpeksiliği uzaktan bile hissediliyordu. Simsiyah, ipince elbisesi örttüğünden çok daha fazlasını gözler önüne çıkarıyordu. Siyah pelerini rüzgarda tatlı tatlı dans ediyordu.

“Komik olan ne biliyor musun? Onların tanrılarına onlardan daha çok inanıyoruz. Bizi kafir ve iblis ilan edenlerden daha inançlıyız. Daha dindarız,” dedi düşünceli güzel ses.
“Adım Kiana,” diyerek devam etti Yeşilgözlü.
Sessiz geçen birkaç kısa andan sonra karşı tarafın cevap vermeyeceğini anlamıştı kadın. “Sana da Zehir diyorlar. Hakkında çok şey duydum. Yarı gerçek yarı masal. Ne kadarı gerçek ne kadarı masal..”
Zehir’in yüzünde hafif bir gülümse kıvrıldı. Kiana aynen cevap verdi. Kadın yavaşça ona doğru dönerken sırtını balkon korkuluklarına yasladı. Aralarında hala uzun bir mesafe ve çevrelerindeki karanlık gölgelerde de Yeşilgözlü’nün sadık gece yaratıkları vardı.
“Kanın gerçekten zehirli mi?” diye çocukça bir merakla sordu gülümseyen Kiana. Uzak köşede yatan bir tapınak şövalyesinin cesedinden bir düzine kanlı arbalet okunu büyü ile havalandırıyordu.
Zehir ününü hak eden bir katil, bir savaş yaratığıydı. Kavga onun doğal ortamıydı. Burada acı çeker, burada keyif alırdı. Oyununu oynadı. Kollarını “dene beni” dercesine iki yana açıp hamlesini yapmasına izin verdi.

Kiana buna izin verip vermeyeceğini bilmiyordu. Gülümsedi.

Oklar süratle Zehir’e uçtu ve onu delik deşik edip arkasındaki duvara saplandı. Zehir ayakta dimdik dururken vücudundan akan kan zemindeki yağmur suyuyla buluşup çoğaldı.
Kiana’nın yüzündeki gülümseme hafif bir şaşkınlıkla dalgandı. Sonra güzel bir kahkaha çınladı gök gürleyen kanlı gecede.
“Kısa sürekli ama güçlü bir muhafız büyüsü. Yan etkilerini göze alacak kadar cesursun.” Derken az önce adamı delip geçmiş oklardan birini eline çağırdı. Çelik ok kana bulanmış haldeydi. Yeşilgözlü dokunmaktan kaçındı. Sihri ile oku elinde tutarken dilini uzatıp kanı küçük bir parça yaladı. Dili bir kan emicinin yılan dilini andırıyordu. Dişleri sivri vampir dişleriydi şimdi.

Kanın diline ilk dokunuşu ile dilini ve başını kontrollü bir acı ifadesi ile geri çekti kadın. Gölgelerdeki yaratıklar iyice yaklaşan kanlı kavganın vaadi ile kıkırdadılar.

Kadının sesi konuşurken yırtıcı ve acı ile öfkeliydi ama konuştukça acı ve öfke azalıyordu. Oku savurup yüksek balkondan kanayan sokaklara attı.
“Gerçekten de zehirli. Hem de.. neyse, sen zaten ne olduğunu biliyorsun..” çapkınca gülümsedi. Sesi çok tatlı ve baştan çıkarıcıydı şimdi.
“Böyle karşılaşmaya bir son vermeliyiz. Başka şartlarda daha farklı boyutlarda bir ilişkimiz olabilir. Sen ne dersin?”

Zehir sessizlikle cevap verirken yüzündeki ifade pek fazla duygu taşımıyordu. Yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu.
“Konuşmayı pek sevmiyorsun değil mi Zehir? Neyse ki bu sorun değil. Seni sözcükler olmadan da duyabiliyorum. Ne güzel değil mi. Böyle bir uyum.. Çok inanılmaz. Çok kıymetli.”

Kadının bakışları büyüleyici biçimde buğulu ve sıcaktı. Zehir düşmanlığı ve saldırıyı düşmanı bu kadar yakın ve tam karşısındayken yanılgısız koklayabilirdi. Ama şu anda duyduğu tek koku gül kokusuydu. Delice biçimde, açıklanamaz biçimde gül kokusu duyuyordu. Bu aklını karıştırmıştı. Çünkü şu anda havada ilahi bir masumiyet ezgisi tütüyordu. Sanki kutsal bir ateşkesin ortasındaydılar.

Kiana, karşısındaki bu adama çekildiğini hissediyordu. Bu planlarında yoktu. Kokusunu duyabiliyordu. Zehir buram buram masumiyet kokuyordu. Kadının başını döndüren bir kokuydu bu. En tatlı kan, en yasak kan masumların kanıydı. Yine de başını döndüren şey kan arzusu değildi. Saflığın güzelliği adeta onu baştan çıkarmıştı. Bunu ilk temaslarında, Zehir onu elinden kaçırdığı anda da hissetmişti. Yoksa Zehir de mi bunu duymuştu. Şimdi aklı uzun zamandır hiç karışmadığı kadar karışmıştı işte.

Kiana havada süzülerek Zehir’e yaklaşırken, gecenin yaratıkları gölgelerde saldırı işareti için kıpırdandılar, hazırlandılar.

Zehir ona süzülen kadına karşı hiçbir savunma düşünmedi. Salakça olduğunu bile bile, şu anda ondan bir zarar gelmeyeceğini çok net hissediyordu.

Kiana elini kaldırıp karşısındaki adamın yanağına dokundu. Saçlarını okşadı. Başını usulca göğsüne yasladı.

Gölgeler sabırsızlıkla kıkırdadı.

Kiana’nın dokunuşunda derin bir hasret vardı. Bunu hissetmemek elde değildi. Sevgiyi hissetmemek Zehir’in elinde değildi. Buna kapılmamak mümkün değildi. Yağmur yağarken, sokaklarda kan akarken, insanlar ve canavarlar ölürken, gök gürlerken.., onlar birbirlerinin kollarında zamanı kaybettikleri birkaç kısa anı paylaştılar.

Kadının gözleri dolu doluydu. Sesi titriyordu. İçindeki hasret yangınları dile geliyordu. Dudaklarından dökülen yemin bir fısıltıdan küçük ama gök gürültüsünden berraktı.
“Zamanın bir yerinde seni yeniden bulacağım, seni yeniden kucaklayacağım aşkım.”

Zehir bu yeminin ona edilmediğini bildiği halde umursamadı. Rolünü memnuniyetle oynadı. Yanağındaki ele nazikçe uzandı. Ellerin teması önlenemez biçimde iki ruhu birbirine dokundurmuştu. Farkında olmadan dudaklar buluştu. Gecenin içinde zaman durmuştu adeta.

İblisler efendilerinin daha önce de kurbanları ile böyle oynayıp sonra acımasızca katlettiğini görmüştü. Kıkırtıları acımasız bir keyfi söylüyordu. Farkında olmadıkları şey bu defa bunun oyun olmadığıydı.

Dudaklar birbirinden ayrıldığında bir şimşek çaktı. Gök gürledi. İki beden de imkansızlığın yüzlerine acı bir tokat gibi çarpıldığını hisseti. Esen rüzgar iki ruhun girdaplarından güç alırcasına sertleşti. Gece daha da karardı ve soğudu. İkisi de tatlı sarhoşluktan sertçe uyandırılmıştı.
“Uzun soluklu bir sevişme gibi Zehir. Uzadıkça tadına doyum olmuyor. Ama bitmek zorunda, biliyorsun. Gece sonunda sabaha kavuşuyor. Ne yazık ki..”

Zehir hafifçe başını sallayarak onayladı. İşlerin yaklaştığı nokta bu defa canını çok sıkıyordu. Kadının duruşu onun da aynı ruh halini bir şekilde paylaştığını gösteriyordu.

Zehir hemen konuya girdi.
“Burada ne arıyorsun Yeşilgözlü?”
“Katedral kütüphanesi çok şöhretlidir aşkım,” diye konuşurken Zehir’in burnuna o bildik, alışıldık savaş kokusu gelmeye başlamıştı. Zehir duruşunu bir adım geri alıp sırtındaki koca kılıcın kayışını açıkça ama tehdit etmeden kaydırdı. Kiana geriye doğru süzülüp aradaki mesafeyi eski konuma getirdi.
“Sen de kütüphanenin ününü mutlaka duymuş olmalısın. Bilgiye susadım. Susuzluk çok derin bir dürtü Zehir. Başka her şey yalan. Tek gerçek bu. Görmüyor musun?” derken Kiana’nın şeytan yanı artık iyice öne çıkıyordu. Yeşil gözlerindeki o doğal ışıltı yerini şeytani büyülerin ışıltısına bırakmıştı. Zehir de bunu farkındaydı. Her şeyin çok basitleştiği o ana süratle yaklaşıyordular. Öldür ya da öl.
“Gördüğüm ölüme susadığın. Sana onu sunacağım. Söz veriyorum.”

Yeşilgözlü ürkütücü bir kahkaha ile gülerken soğuk bir rüzgar adeta buzun şarkılarını fısıldayarak esti. Yağmur buz gibi soğuyup sertleşti.

İlk atılanlar, Yeşilgözlü’nün ölüm büyüleri ile düşmüş, Katedral’in ölü şövalyeleriydi. Ölümlerine yol açan büyü onların cesetlerini yaşayan ölüye dönüştürmüştü.

Altı şövalye süratle hücum etti.

Zehir iki ellik ağır kılıcını sırtından şimşek gibi çekip alev büyüleri ile yükledi. Alev alev yana kılıç üzerine saldıran mızrağı biçip attı. Zehir kendi etrafında dönerek ileriye insanüstü bir şıçrayış hamlesi yaptı. Savrulan alevli kılıç az önce mızrak tutmakta olan ilk şövalyeyi ikiye bölüp atmıştı. Yapışkan alevler tılsımlıydı ve yaşayan ölü eti onları süratle besliyordu. Ceset parçaları birkaç saniye içinde yerinden doğrulamayacak kadar ağır alev hasarı almıştı. Kül olmaları sadece birkaç kısa an daha istiyordu.

Sonraki şövalyeler hızlı bir saldırının seri hamleleri için çok yavaştılar ve orak karşısında boynunu eğen buğday başakları gibi döküldüler.

Sıradaki saldırıyı başlatanlar vahşi kurtadamlardan bir guruptu. Zehir çeviklik ve sürat güçleri ile faurenlediği donanımı yanında alev alev yanan koca kılıcını ve becerisini kullanıyordu. Daha genç bir tapınak şövalyesiyken bile bu kurtadamları indirebilecek becerideydi..

Sonra vampir fedailer geldi. Bunlar yeni yetmeler değildi. Becerikli, silahlı, donanımlı vampir savaşçılardı. Sadece biraz daha uzun sürdü onları küle çevirmek. Zehir eski fanatik ateşle yanmıyordu belki ama eskisinden de har yanan bir kızgın ateş vardı içinde. Dindiremediği bir öfke yangını onu kavgalarında zaferden zafere taşıyordu. Burada da olan buydu. Kurtadamlar ölü ya da sakat halde yere devrilirken vampirlerin külleri yağmura eriyip gitti.. Karanlık gölgelerde daha çok vampir ve kurtadam sabırsızlık ve hiddet ile kıpırdanıp kükredi..


“Sen de bizim kadar onlara düşmansın! Onlardandık! Artık değiliz! Artık insan bile değiliz! Sen neden hala eski davanı güdüyorsun!? Bu alev niye!?” diye kükredi Yeşilgözlü.
“Kuralları çiğnemekten öteye gittin. Kuralları yok etmeye yeltendin. Tehlikeli bir yolu açtın. Diğerleri gibi senin de durdurulman gerek. Masumların kanına dokunmamalıydın.”
Yeşilgözlü güldü.
“Masum kimse yok Zehir. Ortada ortak olduğumuz bir günah, onu işleyenler ve ona kurban olanlar var. Kurbanlar zayıf! Zayıflıktan bıktım! Kurban olmaktan bıktım! Artık günahkarım! Günah çok tatlı!”
“Masum..” derken Yeşilgözlü’nün sesi aşağılayıcı bir tondaydı. “Masum diye bir şey yok!” diye derin bir nefretle hırladı güzel ses. Nefretin alevleri çok sıcaktı. Yakıyordu.

Yeşilgözlü’nün çevresinde gece daha da derinleşirken hiçliğin derin siyahından uzun dokungaçlar bu karanlıktan dışarıya uzamaya başladı. Kiana artık yoktu. Bedeni koca bir karanlık yumağıydı... Karanlığın içinde iki koca yeşil alev har har, kötülükle yanıyordu. Karanlık ahtapot kollar tehlikeli biçimde, saldırgan bir dansla dalgalanıyordu.

Zehir hiç düşünmeden daldı büyük kavganın içine. Ufaklıkları saf dışı edecek güçlü bir büyüyü gökyüzünden çağırdı. Devasa bir ışık sütunu, altın bir mızrak katedralin tepesine indi ve koca bir altın rüzgar patladı. İyilik ezgileriyle şakıyan rüzgar altın alevlerle parlayıp girdaplarla şehrin üzerinde esmişti.  Yakınlardaki vampir ve kurtadamlar ya altın alevlere bulanmış yok oluyordu ya da sağa sola kendinden geçmiş, tükenmiş halde savrulmuştu.

Hiç beklemeden Yeşilgözlü iblise amansız bir saldırıya geçti. Fırsat bulursa onun güç ve becerisinde bir karabüyücünün ciddi bir bela olabileceğinin farkındaydı.

Ahtapotumsu kocaman, uzun kollar tehlikeli bir ölüm dansıyla saldırıyordu. Vuruşlarındaki kara ölüm ve yıkım büyüleri taşları ufalıyor ve kül ediyordu. Koca karanlık yumağı çevik ve hızlı Zehir’i kısıtlayıp sıkıştırmak için amansızca bastırıyordu. Zehir acımasız, duygusuz, savaşçı kimliğini öne çıkardığında kavganın şekli süratle ve önlenemez biçimde belli oluyordu. Kanfelaketi, Yeşilgözlü’nün üzerine çöküyordu. Zehir asla geri çekilmiyor, tam tersine karşı tarafın hamlelerine iki katı hamle ile karşılık veriyordu. Bu boş bir parlama da değildi. Zehir’in hamleleri isabetliydi. İblisin büyüleri her defasında karşı büyülerle engelleniyor ya da etkisizleştiriliyordu. İblis sadece kısa birkaç an için korku ve şüpheye düştüğünde bu Zehir için yeterliydi. Zehir kokuyu almıştı ve cüretkar hamlesi çok hızlıydı.
Kılıç kolları kesip yolu açarken uzun ve güçlü bir sıçramanın son bulduğu yer karanlık yumağının merkeziydi.. Kılıç ve iblisin gücünün odağı buluşmuştu.. Çığlık sanki hiç susmayacak gibi haykırmıştı. Cehennemin sesi kapkara ve lanet doluydu, çok kötüydü.

Yaralı şeytanın karanlığı parçalanıp dağılırken kılıç hala saplandığı yerdeydi. Kiana’nın başını yerinde tutan kemiğe saplı kılıcın tek bir küçük hareketi ile bu hikâye bitecekti. İkisi de bunu farkındaydı. Gözler birbirine dokunurken söyleyecek pek fazla bir şey yoktu.
“Kanın gibi aşkın da zehirli bir tanem,” diye son sözleri dudaklarından dökülürken yeşil gözlerin can ışığı süratle sönüyordu.
Zehir son hamleyi uzatmadan yaparken bir duaymışçasına fısıldadı. Söylediğini gerçekten saf bir samimiyetle söylüyordu.
“Dilerim güzel bir yere uyanırsın. Şimdi, uyu.”

Kılıç yarım vuruşunu tamamladığında bir alev dalgası Kiana’nın bedenini süratle sarıp sarmalayıp tüketiyor ve küle çeviriyordu.. Bir an sonra geriye yağmurla yıkanmış küller bile kalmamıştı. Yeşilgözlü  Şeytan artık yoktu.

Yaratıklar efendilerinin bu yitişi ile kısa bir an durakladılarsa da sonrası çılgın bir saldırıydı. Kurtadamlar hep birden yas ve nefretle uludular, vampirlerin vahşi savaş çığlıkları kulakları yırtan bir saldırganlıkla haykırıldı. Orada olan gece yaratıklarından çok daha fazlasını kavgaya çekiyordu, bu geceyi dağlayan kara müzik..

Kudurmuş bir sel gibi akan bu saldırıyı karşılayan da ondan daha az vahşi değildi. İki nefret ve öfke dalgası tam güçle birbirine girdiğinde balkonun yağmur oluklarından sudan çok kan akmaya başlamıştı. Katedralin balkonundan kelleler, kollar, bacaklar, parçalanmış gövdeler uçuşmaya başlamıştı..

Bu kavga çok ilkel bir kavgaydı. Acı güçlere sahip, vahşi yaratıkların birbirine kıyasıya giriştiği kirli bir kavgaydı. Kural yoktu. Vahşetin saf dansıydı buradaki. Kollar, bacaklar, kelleler havada uçuşuyor, kan rüzgarları esiyordu. Kükremeler, böğürtüler, haykırışlar ve ölüm çığlıkları karanlık bir senfoniydi. Çelik eti kesip kemiği parçalıyordu. Pençe ve diş düşmana doyumu olmayan bir açlıkla, amansızca hücum ediyordu.

Zehir’in gözleri altın alevlerle yanıyordu. Kavganın akışında, kavgadan ve aldığı ruhlardan, dağıttığı ölümden beslediği gücü, güm güm atan bir nabız gibi çevresinde dalgalanıyordu. Kılıcı altın alevlerle yanıyordu. İntikamcı bir melek gibi; kara düşmanın kanı ve canıyla, onların acısı ile besleniyordu.
Sinsi bir nefretle, sabırla sakladığı gücü doruk noktasına ulaştığında kavga da artık doruk noktasına ulaşmıştı.

Cehennemi bir çılgınlık, bir kudurmuşluk yakınlardaki bütün kurtadam ve vampirlerin ateşe uçan pervaneler gibi Zehir’e akmasına neden oluyordu. Her bir kayıp onları daha da çılgına çeviriyordu. Zehir’in çevresinde, Katedralin balkonunda şimdi adım atmaya yer yoktu adeta. Zehir öfke ve yasla olduğu kadar sitemle haykırdı karanlık gökyüzüne. Sonra da bütün gücünü boşaltan tek bir sözcükle bedeninden binlerce güneş oku savurdu.

Gece birkaç kısa an için gün gibi aydınlanıp göz kamaştırırken acılı korkunç çığlıklar sadece tek bir an vardı. Sonra hepsi sustu. Bitti. Bütün şehir bir anda susmuştu. Katedral ve yakınlarındaki karanlık güruh ya kül olmuş ya da alevlere bulanmış sönmemecesine yanıyordu.

Daha uzaklardakiler korkuyla bulanmış çılgınlıklarında önce sessiz ve kararsız kalsalar da sonra avlarına geri döndüler. Yine de bu, eskisi kadar dehşetli bir saldırı değildi artık. İradeleri altın ışıkla kırılmıştı bir defa.

Zehir, bedeninden tüten son altın alevlerle, yavaşlayıp sakinleşen yağmurda öylece durdu. Zihni ve bedeni birkaç dakika sanki ayakta uyudu. Sonra yavaşaça kendine geldi ve yeniden aklı Zehir gibi çalışmaya, bedeni kılıcını Zehir gibi tutmaya başladı.

“Bitti aşkım. Artık bu acılı şehirden gidebiliriz,” diye seslendi Zehir’in omzuna şefkatle dokunan elin sahibi. Seste teselli umudu vardı. Yaraları sarmak isteyen samimi bir niyetin tınılarıydı seste duyulan. Bu Kartanesi idi.

Kartanesi kendisini uzun zaman önce gölgeli güçlerin hizmetine adamıştı. Ve bu yemininde de sadıktı. Lakin varlığının özünde hala insanlıktan kırıntılar vardı ve efendileri de bunda mahsur görmüyordu- hatta bazen bu işlerine yarıyordu. Burada -Zehir’le- olduğu gibi. Zehir’le gölgeli güçler adına uzun zamandır meşgul oluyordu; bu kadar çok zaman ve temas, kalbi etkilemeden mümkün olamazdı. Yüreği onun için gözyaşı döküyordu. Adamın içindeki karanlık ve acı sanki evrendeki bütün karanlık ve kötülükten beslenip büyüyordu. Bu ne büyük bir acı, ne acımasız bir cezaydı..

Zehir; “Gece henüz bitmedi. Daha yapılacak işlerim var burada,” derken kendini yüksek katedral balkonundan aşağıya, kanlı kavgaların yaşandığı alçak sokaklara attı. İçinde kurtulamadığı bir öfke vardı. Bu gecenin intikamı kadar adı Yeşilgözlü olmayanın; adı Kiana olanın intikamı da vardı. İnsanlar durup dururken iblise dönüşmezdi.. Bunu düşünmek içindeki eski kavga ve karmaşaları, bütün o eski soruları yeniden alevlere yakıyordu. İçinde bitmeyen bir öfke ile yıkıp dökmek ve kesip biçmek istiyordu.. Bu gece bu şehirde bulunan kurtadam ve vampirlerin, devlerin hiç mi hiç şansı yoktu..

******

Camelot - Haunting, Nightwish- Kiss while your lips are still red,  Alice Cooper- Poison...   Teşekkürler müzik, iyi ki varsın...

Sayfa: 1 ... 3 4 [5]