16
Kurgu İskelesi / Ynt: Son Nokta
« : 13 Aralık 2013, 16:14:26 »
(Sanıyorum ben hikaye yazmadan yeni paragraf eklemeyecek bu adam! yazayım bari...)
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki köstekli saati kurmayı bitirdi. Seviyordu bu saati. Hatta 'seviyordu'dan ziyade aralarında duygusal bir bağ vardı. Mareşal olan babasından kalan yegane hatıraydı bu onun için. Babası bu sene mareşal olmuştu. Hayır. Tabi ki ölü insanlar rütbe atlayamaz. Fakat o her iki üç senede bir 55 yıl evvel binbaşı olarak ömrünü tamamlamış olan babasının yıldızına yıldız eklerdi. Karşı da çıkamazdınız. Yani çıkardınız da bir işe yaramazdı. Takmış adam bir kere kafaya... Hem yaşlı adam bırakın öyle olduğuna inansın, canım, ne çıkar yani bundan? Sizi ne ilgilendirir hem! Sinirlendim yine... kusura bakmayın... Ama bu adam söz konusu olduğunda biraz hassaslaşıyorum. Şekerim de yüksek çıktı bu ara... Doktor 'dikkat et!' diyor. Neyse ne anlatıyordum ben? Saat!
Saati kurup usulca sandalyesinden kalktı. Yeri gelmişken söyleyeyim o sandalyeyi de çok severdi bu adam. Koca salonda sanki oturacak başka hiçbir yer yokmuş gibi hep gider o sandalyeye otururdu. Koltuk takımlarını 10 yılda bir, yüzlerini de 2 yılda bir değiştirmemize rağmen hiç kullanmadı adamcağız diyebilirim. Tabi bütün bu değişiklikler yapılırken o sandalyeye dokunmamıza hiç izin vermedi. Hatta 'Gıcırtı yapıyor' diye mızmızlanacak oldum da bir keresinde 'Sen daha çok gıcırdıyorsun.' diye münasebetsiz bir laf soktuydu, o dönem iki hafta yüzüne bakmadım deyyus herifin. Pek konuşmazdı ama böyle ağzını da açtı mı da bir laf ederdi ki tiksinirdiniz, yani boğuveresiniz gelirdi o dakika. Evet... Hayır canım siz niye boğasınız adamcağızı! Hayret doğrusu!
Gene uzaklaştık biz konudan. İnsana anlatacağı şeyi de anlattırmıyorsunuz!
Sandalyeden kalktı kapıya doğru ilerledi. İlerledi ya parkeleri yeni silmiştim. Halıları toplamışım falan. Öyle pis terlikleriyle yeni sildiğim yere bastı geçti. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Kaç kez uyardım. "Bak" dedim. "Efendicağızım!" dedim. "Oracığa, ayağının tam dibine deterjanlı bez koyuyorum." dedim. "Ne olur yani silip geçsen? Şimdi ben senin geçtiğin yerleri yeniden sileceğim. yazık değil mi bana?" dedim. Pasaklı bi adamdı yani. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Hoş değil yani. Gene başka bir şeyler anlatıyorum değil mi ben? Hay dilim kopsun!
Benim dediklerimi duymazdan geldi. Kapıdan çıkıp antreye çıktı. Genişçe bir antremiz vardı bizim. Salon kapısı ile dış kapının arasında, Salon kapısından çıkıp sağa dönerseniz üst kata çıkan merdivenlere, sola dönerseniz de mutfak ile kilere gidersiniz. ama o dış kapının yanındaki vestiyere gitti. Gene konudan uzaklaşacağım sandınız değil mi? Yok efendim bu kez evimizi gözünüzün önüne getiresiniz diye öyle anlattım. O da çok değer verirdi evimize. Çocuğu gibi bakardı. Bir çok yerini kendi elleriyle onarmıştır. Hatta arka taraftaki korkulukların tamamını kendi elleriyle yapmıştır. Gerçi biraz eğri büğrü oldu orası. Kendisine de söyledim boş bulunup bir sürü söylendi yine. Bana da iyilik yaramıyormuş, nesi varmış gül gibi korkuluk olmuşmuş falan. Ama ben söylediydim huysuz herife! "Çam ağacından yapılmaz orası. Cevizden yapaydın, hiç olmazsa sedirin rengine uyardı." dedim. Yine dinlemedi. Zaten beni hiç dinlemezdi. Öyle her şeyi kafasına göre yapardı. Kalın kafalı herif!
Vestiyere gitti. Kaşe ceketine şöyle bir elini attıı. O ceketi de pek severdi. Yeğeni almıştı 8 sene evvel. "Dayı," demişti. "50 yıldır aynı yamalı ceketi giyiyorsun. Bu benimkini vereyim de üşüme!" iyi çocuktu Abdurrahman. Dayısını da severdi. Dayısı da onu severdi ya, neyse... O zamanlar hiç aklımıza gelmezdi, Abdurrahman gelecek de... dayısına bir takım kağıtlar imzalatacak da... o kağıtlarla bizim evi kendi üstüne geçirecek de... sonra o evi müteahhide satacak da... müteahhit bizim kapımıza polisle dayanacak da... Peki evladım kısa keseyim.
Sonra nedense ceketi almaktan vazgeçti. Üst kata çıktı. Hani bahsetmiştim. Salondan çıkınca sağ taraftaki merdivenlerden... O merdivenler de eskidiydi gerçi. Tam müteahhidin polisle geldiği gün onu söylüyordum. Dördüncü basamak çürümüş. Biz de artık genç değiliz. Çıkarken ayağımız giriverir içine maazallah! Çoluk çocuk da yok. Kim bakar bize? Kusura bakmayın evladım. Çoluk çocuk lafı geçince bir kötü olurum. Aslında vardı da işte salgında sizlere ömür hepsi. Sizler hatırlamazsınız. Teee 50 sene evvel bi salgın olduydu... Neyse çok üstelemedim ben merdiven konusunda. Tabi sonra polisler falan gelince "ev de bizim değilmiş madem, basamak onarmanın bir anlamı yok!" dedim ben. Ben öyle deyince bir durgunlaştıydı adamcağız.
O gün? Haa yukarıdan indi aşağı tekrar. Kapıyı açtı, çıktı, gitti öyle. Ceketi bile almadı. O soğukta hem de! Arkasından gittim ama yetişemedim de... Nereye gideceğini de söylemedi. Zaten hep böyleydi bu adam. Hiç sağlığına dikkat etmezdi. Öyle yelekle falan çıkardı kış ortasında sokaklara. "Adam sen artık genç değilsin!" desem de dinletemezdim. Zaten beni hiç dinlemezdi.
Sonra da sizin arkadaşlar gelip aldılar beni. Yok evladım. Ben nereden bileyim? Adam yukarıdan babasının beylik tabancasını alacak da... yeğeninin dükkanına gidecek de... vuracak da falan. Aklıma gelmedi desem yalan olur. Ama dedim. "Aman Efendim!" dedim. "Sakın ola ki Abdurrahman'ı babanın beylik tabancasıyla vurmaya kalkma!" dedim. "Sen fevri adamsın. Şimdi 'Bu yaştan sonra hapse girsem ne olacak?' dersin" dedim. "Abdurrahman bunca yıl emek verdiğin evini hileyle elinden alıp el aleme satmış olabilir." dedim. "Ama sen sen ol gene de elini kana bulama." dedim. Dedim de beni dinleyen kim? A evladım! Yine yapmış yapacağını bizim adam!
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki köstekli saati kurmayı bitirdi. Seviyordu bu saati. Hatta 'seviyordu'dan ziyade aralarında duygusal bir bağ vardı. Mareşal olan babasından kalan yegane hatıraydı bu onun için. Babası bu sene mareşal olmuştu. Hayır. Tabi ki ölü insanlar rütbe atlayamaz. Fakat o her iki üç senede bir 55 yıl evvel binbaşı olarak ömrünü tamamlamış olan babasının yıldızına yıldız eklerdi. Karşı da çıkamazdınız. Yani çıkardınız da bir işe yaramazdı. Takmış adam bir kere kafaya... Hem yaşlı adam bırakın öyle olduğuna inansın, canım, ne çıkar yani bundan? Sizi ne ilgilendirir hem! Sinirlendim yine... kusura bakmayın... Ama bu adam söz konusu olduğunda biraz hassaslaşıyorum. Şekerim de yüksek çıktı bu ara... Doktor 'dikkat et!' diyor. Neyse ne anlatıyordum ben? Saat!
Saati kurup usulca sandalyesinden kalktı. Yeri gelmişken söyleyeyim o sandalyeyi de çok severdi bu adam. Koca salonda sanki oturacak başka hiçbir yer yokmuş gibi hep gider o sandalyeye otururdu. Koltuk takımlarını 10 yılda bir, yüzlerini de 2 yılda bir değiştirmemize rağmen hiç kullanmadı adamcağız diyebilirim. Tabi bütün bu değişiklikler yapılırken o sandalyeye dokunmamıza hiç izin vermedi. Hatta 'Gıcırtı yapıyor' diye mızmızlanacak oldum da bir keresinde 'Sen daha çok gıcırdıyorsun.' diye münasebetsiz bir laf soktuydu, o dönem iki hafta yüzüne bakmadım deyyus herifin. Pek konuşmazdı ama böyle ağzını da açtı mı da bir laf ederdi ki tiksinirdiniz, yani boğuveresiniz gelirdi o dakika. Evet... Hayır canım siz niye boğasınız adamcağızı! Hayret doğrusu!
Gene uzaklaştık biz konudan. İnsana anlatacağı şeyi de anlattırmıyorsunuz!
Sandalyeden kalktı kapıya doğru ilerledi. İlerledi ya parkeleri yeni silmiştim. Halıları toplamışım falan. Öyle pis terlikleriyle yeni sildiğim yere bastı geçti. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Kaç kez uyardım. "Bak" dedim. "Efendicağızım!" dedim. "Oracığa, ayağının tam dibine deterjanlı bez koyuyorum." dedim. "Ne olur yani silip geçsen? Şimdi ben senin geçtiğin yerleri yeniden sileceğim. yazık değil mi bana?" dedim. Pasaklı bi adamdı yani. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Hoş değil yani. Gene başka bir şeyler anlatıyorum değil mi ben? Hay dilim kopsun!
Benim dediklerimi duymazdan geldi. Kapıdan çıkıp antreye çıktı. Genişçe bir antremiz vardı bizim. Salon kapısı ile dış kapının arasında, Salon kapısından çıkıp sağa dönerseniz üst kata çıkan merdivenlere, sola dönerseniz de mutfak ile kilere gidersiniz. ama o dış kapının yanındaki vestiyere gitti. Gene konudan uzaklaşacağım sandınız değil mi? Yok efendim bu kez evimizi gözünüzün önüne getiresiniz diye öyle anlattım. O da çok değer verirdi evimize. Çocuğu gibi bakardı. Bir çok yerini kendi elleriyle onarmıştır. Hatta arka taraftaki korkulukların tamamını kendi elleriyle yapmıştır. Gerçi biraz eğri büğrü oldu orası. Kendisine de söyledim boş bulunup bir sürü söylendi yine. Bana da iyilik yaramıyormuş, nesi varmış gül gibi korkuluk olmuşmuş falan. Ama ben söylediydim huysuz herife! "Çam ağacından yapılmaz orası. Cevizden yapaydın, hiç olmazsa sedirin rengine uyardı." dedim. Yine dinlemedi. Zaten beni hiç dinlemezdi. Öyle her şeyi kafasına göre yapardı. Kalın kafalı herif!
Vestiyere gitti. Kaşe ceketine şöyle bir elini attıı. O ceketi de pek severdi. Yeğeni almıştı 8 sene evvel. "Dayı," demişti. "50 yıldır aynı yamalı ceketi giyiyorsun. Bu benimkini vereyim de üşüme!" iyi çocuktu Abdurrahman. Dayısını da severdi. Dayısı da onu severdi ya, neyse... O zamanlar hiç aklımıza gelmezdi, Abdurrahman gelecek de... dayısına bir takım kağıtlar imzalatacak da... o kağıtlarla bizim evi kendi üstüne geçirecek de... sonra o evi müteahhide satacak da... müteahhit bizim kapımıza polisle dayanacak da... Peki evladım kısa keseyim.
Sonra nedense ceketi almaktan vazgeçti. Üst kata çıktı. Hani bahsetmiştim. Salondan çıkınca sağ taraftaki merdivenlerden... O merdivenler de eskidiydi gerçi. Tam müteahhidin polisle geldiği gün onu söylüyordum. Dördüncü basamak çürümüş. Biz de artık genç değiliz. Çıkarken ayağımız giriverir içine maazallah! Çoluk çocuk da yok. Kim bakar bize? Kusura bakmayın evladım. Çoluk çocuk lafı geçince bir kötü olurum. Aslında vardı da işte salgında sizlere ömür hepsi. Sizler hatırlamazsınız. Teee 50 sene evvel bi salgın olduydu... Neyse çok üstelemedim ben merdiven konusunda. Tabi sonra polisler falan gelince "ev de bizim değilmiş madem, basamak onarmanın bir anlamı yok!" dedim ben. Ben öyle deyince bir durgunlaştıydı adamcağız.
O gün? Haa yukarıdan indi aşağı tekrar. Kapıyı açtı, çıktı, gitti öyle. Ceketi bile almadı. O soğukta hem de! Arkasından gittim ama yetişemedim de... Nereye gideceğini de söylemedi. Zaten hep böyleydi bu adam. Hiç sağlığına dikkat etmezdi. Öyle yelekle falan çıkardı kış ortasında sokaklara. "Adam sen artık genç değilsin!" desem de dinletemezdim. Zaten beni hiç dinlemezdi.
Sonra da sizin arkadaşlar gelip aldılar beni. Yok evladım. Ben nereden bileyim? Adam yukarıdan babasının beylik tabancasını alacak da... yeğeninin dükkanına gidecek de... vuracak da falan. Aklıma gelmedi desem yalan olur. Ama dedim. "Aman Efendim!" dedim. "Sakın ola ki Abdurrahman'ı babanın beylik tabancasıyla vurmaya kalkma!" dedim. "Sen fevri adamsın. Şimdi 'Bu yaştan sonra hapse girsem ne olacak?' dersin" dedim. "Abdurrahman bunca yıl emek verdiğin evini hileyle elinden alıp el aleme satmış olabilir." dedim. "Ama sen sen ol gene de elini kana bulama." dedim. Dedim de beni dinleyen kim? A evladım! Yine yapmış yapacağını bizim adam!