Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular -

Sayfa: 1 [2] 3 4 5
16
Başka Kurgular / Kılavuz - Bilge Karasu
« : 23 Nisan 2015, 17:29:03 »


Kılavuz
Bilge Karasu

Metis Yayınları
1990

Bilge Karasu: Kitaplığımda uzun süre bekleyen başka bir yazar. Zordur deyip bekletiyordum, gün gelir layıkıyla okurum, diyordum. Bir soluk çekiverdim kitaplıktan ve bir soluk bitti.

Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener gibi farklı bir söz diziminin, farklı bir sesin yazarı. Kılavuz da garip bir kitap.

Uğur’un düşünden uyanışıyla açılıyor hikaye. Olanı biteni onun bakışından görüyoruz. Düşten uyanıp gerçekliğe gazete üzerindeki ilanları okuyarak geçiyor. Gözüne, yaşlı bir adama refakatçi arandığına dair bir ilan ilişiyor. Olur, diyor. Telefon açıp buluşuyor Yılmaz bey ile. Yılmaz bey, ilanı veren kişi. Bir süreliğine şehir dışına gideceği için amcası Mümtaz beye arkadaşlık etmesini istiyor Uğur’dan.

Hemencecik güvenip Uğur’a terk ediyor evi Yılmaz bey. Mümtaz bey ertesi gün gelecek. Bir de taksici var, İhsan. Sıklıkla çağırılan bir taksici. Kendisinden beklenmeyen bir yakınlıkla Uğur’la muhabbete giriyor.
Zamanla Mümtaz bey, Uğur ve İhsan’dan oluşan üçlü bir dostluk ortaya çıkıyor. Uğur arada bir karaladığı metinleri Mümtaz beye okutuyor. O metinlerde Uğur’un düşleri ve zaman zaman bu düşlerin gerçeğe sıçrayışı var.

Güvenilmez bir anlatıcı olan Uğur'u pek anlayamıyoruz. Anlattıkları kesin olmuş mu bilemiyoruz. Geçmişinden pek bahsetmiyor, karabasan denmeyi hak eden düşlerinde ölmesi gerektiği vurgulanıyor. Uğur, Bülent adında bir arkadaşının ölümüne sebep olduğuna inanıyor. Bülent, Uğur’a bir sebepten kırılıp gitmiş ülkeden, orada kanser olmuş. Bu düşlerin verdikleri dışında nasıl bir kişiliği var ancak diyaloglardan anlıyoruz.

Aynı belirsizlik hem Mümtaz bey hem de İhsan için var. Hepsi de hem okuyucuyu hem birbirlerini şaşırtan sözler söylüyorlar.

Kitabın geneline sirayet eden bir belirsizlik hali var. Bir yandan üç adamın arasındaki gerilimsiz ilişki bizi rahatlatırken diğer yandan sohbetlerinde ortaya çıkan ölüm, intihar gibi konular tedirginlik yaratıyor.
Tüm bunların yanında Yılmaz beyin gizemli tavırları da var. Eve gelişiyle birlikte üçlünün huzuru bozuluyor. Tavırlarından üçü de anlam çıkaramıyor.

Bu kadar belirsizliğe rağmen kitap kendini büyük bir hızla okutuyor. Gizemin peşinden nefes nefese gidiyorsunuz. Bilge Karasu’nun söyleyişi farklı, kelime seçimleri alışıldık değil ama bunlar hızı kesmiyor.

Hızla takip edilen gizemin ötesinde yazar var olmaya, ölmeye, yazmaya, kurguya, oyunlara dair çıkarımlar sunuyor. Kendi adıma bunların hepsini yakaladığımı sanmıyorum;  ama bu benim hikâyeden ve dilden keyif almamı engellemedi.

Gelelim Karasu’nun diline:

Karasu’nun dili okurluğunuzu yeni baştan ele almanızı gerektiren yeniliklerle dolu. Örneğin, kitabı okurken fark etmesek de Karasu, çağdaşı O. Bener gibi “ve” bağlacını hiç kullanmıyor. Bunu çocukça bir karşı duruş olarak yapmıyor tabi. “Ve”nin yokluğunu anlamıyorsunuz bile.

Sonra kimi sert sessizleri kendince yumuşatması var:

“düşteki adamı görmeğe başladı.”
“Yemeğini, südünü vermeğe davrandığımda yanımda bitiverir.”

Ve Vüs’at O. Bener ile Bilge Karasu’nun en sevdiğim yanı: Az bilinen Türkçe kelimeleri metinlerinde kullanmaları ve kimi sözcüklere farklı yaklaşmaları:

Karasu’nun “Savut, şıpınişi, yolak, yedmek, esenleşmek” gibi sözcükleri kullanması.
Yahut “anımsamak” yerine “ansımak”, “kımıldamak” yerine “kıpışmak”, “eziyet” yerine “üzgü”, “ritim” yerine “düzün” sözcüklerini tercih etmesi dilin sıradanlığını kırıp yeni bir bakışla dilimize yaklaşmamızı sağlıyor. Bu sözcükler yazarın uydurduğu sözcükler değil, Türkçe’mizde az tercih edilenler.

Ve birkaç alıntı:

“Kaygı da korku gibi kendi memesinin oburudur.” s. 23-24

“Sözünün uzunluğundan ürkmüş gibi duruverdi.” s. 83

“İnsanların, mutlu oldukları için bu mutluluğun içindeyken canlarına kıydıkları olur mu?” s. 86

“Yarasalar, baykuşlar, kediler, gece karanlığının yaratıkları güçsüzlük anlarımızın uğursuz düşmanları, öncesiz bir korkunun kapkara ışınlarıyla çevreliyordu uyuyan adamı.
'Usun uykuya dalması...' diyordu resmin altında Goya, '... canavarlar üretir.' “ s. 99

“Ne var ki, bu durumda bile, ancak bir kez yapılabilecek bir şeyin ‘vakti gelmişliğine’ karar vermek güç olsa gerek. Kaldı ki canına kıymayanın, kıymadığı sürece de olsa, canına kıyandan uzaklığı, hiçbir zaman kapanmayacak, kapanmak ne! Hiç kısalmayacak bir aralık… Bilmemiz, olanaksız bir şey.  Bildiğimizde de…” s. 125

"Biraz sonra, 'Asıl mutluluk bu olsa gerek,' dedi, 'ulaşmağa can attığımızın biraz öncesi…' " s. 131

17
Zamanında böyle bir etkinlik vardı. Bugün birden aklıma geldi. Forumda da baktım bulamadım. Yapalım dedim. Adı üstünde: En yakınınızdaki kitabın 56. sayfasını açıyorsunuz ve 5. cümleyi buraya yazıyorsunuz. En sevdiğiniz kitap değil, en yakınınızdaki kitap. Kitabın adını verebilir ya da bizim bulmamızı dileyebilirsiniz, size kalmış.

Eğlenceli olur diye düşündüm.

Anlamlı olur mu?

Bilmiyorum.

En azından "Şu Anda Ne Dinliyorsunuz?" başlığına cevap yazmaktan daha anlamlı olacağı kesin.

Başlıyorum:

"Halbuki lisedeyken biz, öyle miydi?"

Olduğu Kadar Güzeldik - Mahir Ünsal Eriş

18
Güncel / Oktay Sinanoğlu
« : 20 Nisan 2015, 18:10:09 »


Bugün vefat etmiş kendisi. Allah rahmet eylesin.

Bilime ve Türkçe'ye verdiği değer tartışılmazdı. Ülkesine geri dönüp ona hizmet etmeyi görev bilmişti anladığım kadarıyla. Eserleriyle bilinç yaratmaya çabalamıştı. Yurtdışında göğsümüzü kabartmıştı. Daha bir iki ay evvel okulda derste anlatmıştım hayat hikayesini, çocuklar da hayretler içinde dinlemişti. Geride bıraktıklarıyla zihinlerimizde hep varolacağına eminim.

19
Başka Kurgular / Çizgili Pijamalı Çocuk - John Boyne
« : 07 Şubat 2015, 12:10:36 »


Çizgili Pijamalı Çocuk
John Boyne

Çeviri: Tülin ve Tayfun Törüner

Tudem Yayınları, 2007
205 Sayfa


İkinci Dünya Savaşı’nı yüzlerce farklı şekilde işleyen romanlar var. O kıyımın insanlarda bir şeyler anlatma hissi uyandırması ya da bunun üzerinden çok satan bir kitap yazma isteği uyandırması çok doğal.

John Boyne’un hissettiği ilki sanırım. Boyne; savaşa, soykırıma dair naif bir hikâye anlatmak istiyor. Bunu da en iyi çocuklar üzerinden yapabileceğini düşünmüş sanırım. Tabi roman ve filmlerde dehşeti çocuklar üzerinden anlatmak, riskleri olan bir girişim. Sığlığa veya suistimale düşebilirsiniz. Boyne düşmüyor. Abartmıyor. Kanatmıyor. Kitabın sonu hariç. Çünkü bu dehşeti çok fazla naifleştirmek yalan söylemek olur.

Arka planda savaş olmasa; yaşadığı yerden, okulundan, arkadaşlarından kopup başka bir yere taşınan herhangi bir çocuğun hissettiklerinden ibaret roman. Nasıl ki beyaz renkte sözcükleri siyah bir fonun üzerine yazdığınızda belirginleşirler, Boyne’un 9 yaşındaki Bruno adlı roman kişisinin başından geçen günlük olaylar bu kara fonun üzerinde can yakıyor.

Ne söylense kitabın gizemine, saflığına leke düşüreceği için çok dikkatli olmaya çalışıyorum. Tudem Yayınları bile kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında kitaba dair neredeyse hiçbir şey söylememiş.

Çevirisi de çok güzel kitabın. Hiçbir düşük ifadeye rastlamadım.

Bu güzel kitaba dair söyleyeceklerim bu kadar. Okuyun, kendiniz görün.

Kitaptan tadımlık bir kaç sayfa:
http://www.tudem.com/tadimlik/cizgili-pijamali-cocuk.pdf

Benzer etkileyicilikte bir başka kitap:
http://www.kayiprihtim.org/forum/kitap-hyrsyzy-markus-zusak-t15287.0.html;msg145174

20
Eğlence & Mizah / Kitap İsimleriyle Cümleler
« : 22 Ocak 2015, 16:15:57 »
Bugün aklıma geldi.

Bir arkadaşa "bende 'Körlük' var" dedim ve bundan eğlenceli cümleler çıkar diye düşündüm.

Hadi yazalım!

Başlıyorum:

"Kör Saatçi olur mu?" dedim adama. Hiç seslenmedi. Sağırdı da belli ki. Birden "Evlat," dedi. "Başka Görme Biçimleri de vardır."

21
Düşler Limanı / Konuşma
« : 16 Ocak 2015, 21:43:21 »
Konuşma

- Gidiyorum.
Aç bırakır mıydım seni hiç, "ebbek ebbek" diye bağrışırdın, koca peyniri dizerdim somunun içine, sonra yine sokağa.

- Gidiyorum, duydun mu?
Ellerine kına yakmıştım, bir parmak koyunca yetmişti. Sabredemeyip çıkarmıştın bezi. Yıkamıştın kınayı. İzi kalmıştı kınacığın. Sonra o da silindi.

- Bırak, içim rahat gideyim.
Saçlarını kurutmama töbe izin vermezdin, şıp şıp damlardı evin her yanına. Severdin başındaki serinliği. Hasta da olmazdın, canın pekti.

- Of anne, niye böyle yapıyorsun, sana bitişik mi kalayım? Bunu mu istiyorsun?
Eteğimden tutardın. Pazara gidince. Öyle tembihlemiştim. Eteğimdeki yük hafifledi mi yüreğim çarpardı.

- Konuş. Bir şey de. Susma ne olur.
Babanın jiletlerinden birini almışsın bir gün. Sırtın bana dönük uğraşıyorsun bir şeyle. Baktım. Aklım çıktı. Kaptım elinden jileti. Bastım bağrıma seni. Ağladım.

- Gelirim beş, bilemedin altı aydan. Ha deyince gelinmez oralardan. Üzülme ne olur.
Köyde korkardın. Tuvalet dışarda. Yanında gelir, kapının önünde beklerdim. Her "anne" deyişinde "kızım" derdim. Şehre taşınınca da bir müddet korktun.

- Uçağım kaçacak anne. Sarılmayacak mısın bana? Bir aydır bitmedi mi ağulu gözyaşların?
Sarı bir ayakkabın vardı. En çok onu severdin. Sonra birden giymez oldun. Meğer aynısını Hacer'in kızında da görmüşsün. Biricik olasın isterdin. Eşsiz.

- Sanki ölüme gidiyormuşum gibi şu tavırların. Sen de gururlanmayacak mısın benimle?
"g"nin kuyruğunu güzel yapamayınca sızlanırdın. Bana derdin "yap" diye.

- Peki. Gitmiyorum öyleyse. Hayallerimi yanına gömeyim, oturayım dizinin dibinde. Ne olur "ben" deme artık, beni düşün biraz da.
Ellerin, burnun, yanakların al al, gelirdin eve. Soğuğu dişlemiş gibi tir tir. Sobaya koşarken yakalardım seni. Ellerini tutar, uğalardım hohlaya hohlaya. Sonra salardım seni.

- Konuşmayacaksın. İyi. Peki.
Okulda halk oyununa seçilmiştin. Kartonu yuvarlayıp üzerine kırmızı bir tül germiştim. Büzdün dudağını. "Olur mu öyle?"

- Allahaısmarladık anne. İnince ararım seni.
Takdirname'yi görünce kucaklayıp sarmıştı baban. O koca eller arasında yuvarlacık yüzün hala aklımda. Ellerini özledim.

- Gidiyorum.
Gitme.

22
-02127002002-
Böyle bir numaradan ararlarsa sakın açmayın!

"Bugun sevdikleriyle konusanlar Mercedes A180 veya Iphone6 dan birini kazanma sansi yakaliyor. 2015 yaz bu mesaji gun bitmeden cevapla, cekilise katil. Bugun cevapladigin her cagri yeni bir sans. Ucret:20TL.
2127002002"


23
Ütopya/Distopya / bolo'bolo - p. m.
« : 08 Aralık 2014, 02:02:55 »


bolo'bolo - p. m.

Kaos Yayınları - 2002 - 219 s.

Alternatif bir dünya tasarısının sunulduğu zihin açıcı ve müthiş bir kitap.

Merkezi otoriteden, paranın iktidarından kurtulmak adına etkileyici önerilerde bulunuyor. Tabi sunulan dünya tasarısı, var olan tüm sistemlerin yıkımından sonra hayata geçebilir. İşin uzmanları bu tasarının birçok açık yanını bulabilir ama insanların ve toplumların birbirlerinden yalıtılmışlıklarının, merkezi otoritenin oluşması ve güçlenmesi adına en büyük tehlike olduğunu öne sürmesi, tasarıyı çok değerli ve haklı kılıyor.

“Bolo'bolo”da açıklanan yaklaşık 500 kişilik insan toplulukları (bolo) arasında saygı ve onura dayalı bir bağ var, birbirlerini tanıdıkları için itibar sosyal yaşamın önemli bir öğesi. Bolo'lar arasında da yoğun bir iletişim hâkim, mal alışverişi sayesinde kuvvetleniyor bu iletişim. Bir bolo'nun diğer bolo'lardan soyutlanmasına izin verilmiyor. Bu sebeple bir insan (ibu) kendi bolo'sundan istediği zaman çıkabilir, istediği gibi gezebilir, bir bolo'da bir süre ücretsiz misafir kalabilir veya başka bir bolo'ya katılabilir. Hatta toplantılara (dala) dışardan bir temsilci (dudi) mutlaka katılmalıdır. Bu temsilci bir bolo'daki olayları diğer bolo'lara ispiyonlama, bunun üzerine dedikodu yapma yetkisine sahiptir.

Bir bolo'nun yani aynı yaşam bölgesini edinmiş yaklaşık 500 kişilik bir insan topluluğunun kendine yetmesi gerekiyor ama tamamıyla bağımsız olması istenmiyor. Çünkü dışarıdan yalıtılmış bir topluluğun toplumsal bir yapı geliştirme ve bir devlet oluşturma tehlikesi var. Her bolo kendine yetecek kadar güçlü, üyelerini kontol altında tutamayacak kadar zayıf olmalı. İktidar ve hiyerarşiye yer yok bolo'larda.

İçinde yaşadığımız dünyada küreselleşmeden, mesafelerin daralmasından bahsetmemize rağmen hepimiz yalıtılmış değil miyiz? Bir değişim, bir devrim yaratmak için en yakınımızdakilere muhtaçken, dünyanın bir ucundaki insanla iletişim içinde olmuşuz neye yarar? İnternet, medya ve iktidar ne kadar haberimiz olmasını istiyorsa o kadar haberdarız dünyadan. Birbirimizle yüz yüze konuşmadan üzerimizde oluşturulan hâkimiyeti yıkamayız demeye getiriyor bu muhteşem kitap.

Bir kaç alıntı:

"Birçoğumuz için intihar ya da bir atom savaşı artık bir tehdit değil; korku, eziyet ve sıkıntıdan kurtulmak için dört gözle beklenen bir çözüm." (s. 16)

"Uzak, 'terk edilmiş' bir vadinin bir ucunda bile, vergi memurları, askere almaya yetkili inzibatlar ya da polis bulunmayacağından asla emin olamazsınız." (s. 20)

"Makine (devlet organizmaları, çokuluslu firmalar, bankalar vs.) ... çok kaprisli bir sevgilidir, haddini bilmeyenden lütfunu esirger." (s. 24)

"... çareyi otoriter tarikatlara, oryantal kültlere ve eski gizemciliklere sığınmakta arıyorlar. ... fakat er ya da geç makine bütün kaçanlara yetişir ve onların anlam arayışlarını yeni bir ticarete ve kendisi için yeni bir işletme gücüne dönüştürür." (s. 29)

"Onlara bakarsak, ... 'dil çeşitliliği iletişim için bir engeldir.' Aslında emir vermek için engeldir." (s. 44)

"Hiçlik bizi asla korkutmamalı! Makine olsun olmasın, ölümle yüz yüze gelmiş durumdayız. Herkes onu aynı anda yaşadığı için bu ölüm daha korkunç değil, çünkü herkes kendi adına ve sadece bir kez ölür." (s. 48)

24

Robot Öyküleri Antolojisi
Isaac Asimov

Çevirmen:
Özlem Kurdoğlu Alpin


Us Kitapları - 1999 - 203 s.

Daha önce hiçbir Asimov eseri okumamış biri olarak çok şey kaçırdığımı fark ettim. Özellikle robot öyküleri öyle güzelmiş ki…

Bu antolojiyi, her öyküye hayran kalarak, bir solukta okudum. Hatta öykülerden birinin “Ben, Robot”daki öykülerden biriyle ilintisi olduğunu öğrenince o öyküyü de bulup okudum bir çırpıda.

Bu güzel kitap Us Kitapları Yayınevi’nden Bilimkurgu Dizisi’nin ilk kitabı olarak çıkmış. İçindeki öykülerin biri hariç hepsi “Eight Stories from the Rest of the Robots” adlı derlemeden çevrilmiş.

Her öyküden önce Asimov kısa bir açıklama yazmış. Bu yazılar bazen öyküye dair olabildiği gibi bazen de yazıldığı zamanki anıları içeriyor. Sırf bu açıklamalar için bile kitap okunmaya değer.

“Eight Stories from the Rest of the Robots”daki öykülerden yalnızca “Galley Slave” adlı öykü bu Türkçe antolojiye eklenmemiş. Keşke eklenseymiş, çünkü Asimov, bu öykünün, içinde robopsikolog Susan Calvin’in yer aldığı öykülerin en uzunu olduğunu söylüyor ve en sevdiği Susan Calvin öyküsü buymuş.

Türkçe baskıda “Galley Slave” yerine “The Complete Robot” adlı derlemeden kısa bir bilgisayar öyküsü seçilip çevrilmiş: “Bakış Açısı”.

Çeviriyi Özlem Kurdoğlu Alpin yapmış, Özlem hanım bilimkurguya gönül vermiş bir doktor, Türkiye’de bu türün gelişip serpilmesinde katkıda bulunmuş biri. Kitabı da güzel çevirmiş. Tabi bazı ifadelerde sorun vardı. “Heaven help us” ifadesini “Cennet yardımcımız olsun” şeklinde çevirmesi ve bazı sözcükleri neredeyse olduğu gibi bırakması (Total Konversiyon bombası) beni rahatsız etti. Tabi bunun yanında şu ifadeyi çevirişine de hayran kaldım:

Alıntı
“Just possibly, Alfred,” said Bogert. “Just possibly. Enough for us to bring the matter up at the directors' meeting and see what they say. After all, the fat is in the fire. A robot has harmed a human being and knowledge of it is public. As Susan says, we might as well try to turn the matter to our advantage. Of course, I distrust her motives in all this.”

“Belki de, Alfred,” dedi Bogert. “Belki de olabilir. Konuyu müdürler toplantısında dile getirmeye ve onların ne diyeceğini görmeye yetecek kadarı var. Sonuçta yumurta kapıya gerçekten dayandı artık. Bir robot bir insana zarar verdi ve bu halk tarafından biliniyor. Susan’ın dediği gibi, durumu kendi avantajımıza çevirmeyi pekâlâ deneyebiliriz. Tabii onun bunu önermekteki nedenlerine pek güvenmiyorum.” (Lenny adlı öyküden)

Gelelim öykülere.

Robot AL-76 Başıboş Kalıyor:

Ay görevi için üretilen bir robot bir hata sonucu Ay’a gidemeden kaybolur ve kendini bir ormanda bulur. Orayı ay zanneden robotun ve onu gören adamın şaşkınlığını tahmin edebilirsiniz. Çok eğlenceli bir öyküydü.

İstem Dışı Zafer:


Jüpiter’e üç robot gönderilir. ZZ Bir, ZZ iki, ve ZZ Üç’ün görevleri Jüpiteri’i incelemek ve Jüpiterlilerle barışçıl bir temasa geçmektir. İstemeden güzel bir şey yaparlar. Ne yaptıklarını söylemeyeceğim ama üçü arasındaki konuşmalar ve Jüpiterlilerle temasa geçme çabaları çok keyif vericiydi.

Birinci Yasa:

Bir bozukluk sebebiyle “Bir robot bir insana zarar veremez veya hareketsiz kalmak suretiyle bir insanın zarar görmesine izin veremez.” yasasını çiğneyen bir robottan bahsediyor öykü. Daha doğrusu böyle bir robotla ilgili bir anısını anlatıyor Mike Donovan. Öykünün sonunda robotun yasayı niye çiğnediğini öğrenince gülümsüyoruz.

Bir Araya Gelelim:

Soğuk Savaş zamanlarındaki Uzay Yarışı yerini Robot Yarışı’na bırakmıştır. İstihbaratın çok büyük önem arz ettiği bu savaşta Amerika, uzun süredir sessiz kalan ve Robotik araştırmalarda ilerleme göstermeyen Rusya’nın önüne geçtiğini sanırken bir anda Rusya’nın ülkeye patlayıcı taşıyan robotlar soktuğuna dair bir bilgiyle şok yaşar. Sonu kolayca tahmin edilse de öyküdeki bu siyasi bakış onu harika bir öykü yapıyor.

Memnuniyetiniz Garantilidir:

Bir deneme için ev hanımı Claire Belmont’un emrine verilen Robot TN-3, yani Tony’nin olağanüstü hizmetini okuyoruz bu öyküde. Robopsikoloğumuz Susan Calvin’in de küçük bir rolü var hikayede.

Risk:

“Ben, Robot”taki öykülerden biri olan “Küçük Kayıp Robot”la aynı yerde, aynı kişiler arasında geçiyor “Risk”. Tabi konu olarak çok farklı. Calvin’in zorlama ve tehditleriyle hayati risk taşıyan bir görev verilen Gerald Black’i merkeze alıyor öykü. Okurken Susan Calvin’e çok kızacaksınız.

Lenny:

Kitabın en sevdiğim öyküsü. Yine Susan Calvin. Bir ihmal sonucu pozitronik beyninde sorun çıkan Robot LNE, garip davranışlar sergilemeye başlar. Bunun nedenini araştırmak tabi ki Calvin’e düşer. Aslında Calvin bu görev için fazla isteklidir. Nedenini söylemeyeceğim ama öykünün sonunda Susan’ı çok seveceksiniz.

Bakış Açısı:

Bir robotla değil devasa bir bilgisayarla ilgili bu öykü. Multivac tüm Dünya’nın sorunlarını çözmekle yükümlü ve bu işi layıkıyla yapan müthiş bir bilgisayar. Lakin bir sorun çıkıyor. Öyküde, bilgisayarı tamir etmeye çalışan mühendislerden birinin oğlu olan Roger’ın yaşanılan soruna bakış açısını görüyoruz. Kısacık, güzel, naif bir öykü.

25

Albemuth Özgür Radyosu

Philip K. Dick

Çeviren:
Hakan Aytutucu

6.45 Yayınları - 2001

Alıntı
"Bilim kurgu okumam," dedi Nicholas."Sadece Proust, Joyce ve Kafka gibi ciddi yazarları okurum. Bilim kurgunun söyleyecek önemli bir şeyi olduğu zaman, onu da okurum."
(s. 25)

Okuduğum ilk PKD romanıydı. Kendisinin bilimkurguya katkılarından haberdar olmama, gördükçe kitaplığıma eklememe ve eserlerinden uyarlanan filmlerin bir kaçını izlememe rağmen bir türlü olacak olan olmadı ama şimdi buradayız.

Olaylar, hitlervari bir adamın Amerikan başkanı olmasıyla patlak veriyor: Ferris F. Fremont. Fremont başkan olabilmek için tüm güçlü adayları öldürtüyor ve başkan olur olmaz özgür düşünmeyi engelliyor. Kendisine karşı gelişebilecek en ufak bir düşüncenin bile ortaya çıkmaması için her türlü kitle iletişim aracını ve sanatsal üretimi kontrol altına alıyor; insanların birbirlerini ihbar etmesi için bir muhbirlik sistemi geliştiriyor. İnsanların kendisinden yana olmalarını sağlamak için Aramcheck adında bir örgüt uyduruyor ve karşıt düşünceli herkesi bu örgüte dahil olmakla suçlayıp, buna dair sahte deliller yaratıp onları saf dışı bırakıyor.

Böylesi bir ortamda iki yakın dost, müzik şirketi yetkilisi Nicholas Brady ve bilimkurgu yazarı Philip K. Dick (evet yazarın kendisi de romanın içinde) bu baskıcı yönetime rağmen özgür düşünceyi savunmaya devam ediyorlar. Nicholas, yaşadığı olağanüstü bazı deneyimler sonucu dünya dışı üstün varlıklarla iletişime geçtiğini ve bu varlıkların ona Fremont'u devirmek için yardım edeceğini söylüyor.

Roman önce Philip'in, sonra Nicholas'ın ve sonunda yine Philip'in gözünden anlatılıyor. Nicholas göksel varlıklardan medet umarken Philip onu aklın tarafına çekmeye çalışıyor. Bu farklılık din ve bilim arasındaki çatışmaya benziyor.

Roman hem dine olan bakışımızı sorguluyor, hem dünya dışı varlıkları hikayesine dahil ediyor, hem de baskıcı yönetimleri eleştiriyor. Bunların hepsini heyecanlı bir kurguya ve sürekli kendisini diri tutan bir gizeme yediriyor.

Çevirisi gayet iyi olan eserde, her 6.45 okurunun bildiği, yazım hataları mevcut. Kapağın da konuyla zerre ilişkisi yok.


26
Diğer Fantastik Eserler / Son Kurtadam Serisi - Glen Duncan
« : 10 Kasım 2014, 19:23:40 »


Serinin 1. Kitabı: Son Kurtadam


Çevirmen: İlbay Kurtoğlu


Ben, Lucifer adlı muhteşem kitabı yazarak beni kendine hayran bırakan Glen Duncan'ın Türkçe'ye çevrilen yeni kitabı Son Kurtadam. Açıkçası yeni bir Glen Duncan kitabı okuyacağımı sanmıyordum ama üç kitaptan oluşan Son Kurtadam Serisi yurtdışında iyi bir etki yarattığından olsa gerek İthaki Yayınları seriyi yayınlamaya başladı, umarım ikinci kitabı çok beklemeyiz.

Seriyle aynı isme sahip ilk kitapta ırkının son temsilcisi olan Jacob Marlowe ile tanışıyoruz. Jacob Marlowe yakında 201 yaşına basacak bir kurtadam ve bunca sene yaşadıklarının ağırlığının üzerine bir de türünün son üyesi olmasının getirdiği bir varoluş yükü biniyor. Bu yükün altında ezilerek hayatına görkemli bir şekilde son vermek için her şeyin başladığı yere döndüğünde işler karışıyor. Bir anda dört bir tarafını çevreleyen düşmanların onun hayatı üzerine planları olduğunu farkediyor.

Karşınızda alelade bir kurtadam romanı yok. Glen Duncan'ın keskin zekası, ironisi, felsefe ve psikoloji alanlarındaki bilgi birikimi ve estetik anlayışı, kitabı muhteşem bir edebiyat eserine dönüştürmüş. Yazarın böyle bir yeteneği var, bize gına getirmiş konuları bile kendi süzgecinden geçirip bambaşka bir şekilde sunabiliyor.

Kitabın ön okuması için buyurun.

Çevirisini İlbay Kurtoğlu yapmış. Yayına hazırlayanlar Ozancan Demirışık ve Yankı Enki.
Künye bilgileri için buyurun.

27
Kurgu İskelesi / Kuşlar Gibi
« : 02 Kasım 2014, 23:14:11 »


Haber, çalışmanın detaylarını anlatarak devam ediyordu. Gül tüm yazıyı ilgiyle okudu. “İnsanlık kulak tıkadığı çığlıkların yerine sözlerle karşılaştığında, dinlemeye başlayacak.” cümlesini yüksek sesle tekrarladı. Cümle, Gül’ün içinde, çocukluğundan beri sızlayan bir yaraya dokunmuştu. Tüm hayatı boyunca destek verdiği hayvan özgürlüğü mücadelesinin kökten bir değişime uğrayacağını hissediyor, bunun bir parçası olmak istiyordu. İçi umut ve huzurla doldu. Yatağına gitti. Derin, rüyasız bir uykuya daldı.

Bir hafta sonra, o her şeyi değiştirecek olan ekibin önünde duruyordu.  Şahin Demir, ekip üyelerinin ortak dili olduğu için, İngilizce olarak Gül’ü tanıtmaya başladı:

“Arkadaşlar, sizi Prof. Dr. Gül Öz ile tanıştırayım, kendisi ekibimize katılmak için anavatanım Türkiye’den geldi, sosyoloji ve psikoloji alanlarında yadsınamayacak başarılara sahiptir. Son on yıldır daha çok hayvan-insan iletişimi ve bunun sosyolojik temelleri üzerine çalışmıştır. Çalışmamızın ahlaki açıdan hesaplayamadığımız olumsuz yanlarını onun rehberliği sayesinde bertaraf edebileceğimize inanıyorum.”

Gül, utanarak kabul etti övgüleri:

“Çok teşekkür ederim Bay Demir, burada olmak benim için büyük mutluluk ve onur. Bu çalışmanın ereğine varabilmesi için elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.”

Prof. Dr. Gül Öz ile tamamlanan ekip, çalışmanın temelini oluşturan dil öğretim sürecine başladı. Zekâ testlerinde yüksek başarı gösteren 12 karga seçildi. Öncelikle kargalara sembol ile nesne arasında bağ kurmayı öğrettiler. Üç yılın sonunda kargalar 350 sembol-nesne karşılığını öğrendiler. Sonraki aşamada semboller daha soyut simgelere dönüştürüldü. Onlara basit bir dil öğretilmişti. Dilbilimciler bu basit dili temel alan, kargaların zihin yapısına uygun ve tüm ayrıntısıyla insanların konuştuğu dilin eşdeğeri olan bir dil geliştirdiler. Engelliler için geliştirilen sistem o zaman kullanılmaya başladı. Kargalara öğretilen simgesel dil, sistem tarafından karganın beynine aktarılıyor, verdiği karşılık işleniyor ve yeniden hayvana yönlendiriliyordu. Bu geri besleme sayesinde öğrenme, beklenilenden daha hızlı ilerledi. Çalışmanın başlangıcından on yıl sonra kargaların neredeyse tamamı karmaşık dilin yapısını ve sözcük dağarcığını anlaşılabilir düzeyde öğrenmişti.

Çalışma ilerlerken dünyada da değişimler hızla sürmekteydi. Birçok ülkede benzer girişimler vardı. Başarısız olanları ve kötü niyetle yapılanları toplumda tepki yaratmaya yetti. Tepki çığ gibi büyüdü. Kökten dinci birçok grup bunun Tanrı’nın işine karışmak olduğunu söyledi, tüm hayvanlar ve bitkiler insana hizmet için yaratılmıştı onlara göre. Hayvanın konuşması ve kendi hakkını savunması dünyanın dengesini bozabilirdi. Endüstriyel hayvancılık sektörünün devasa şirketleri bu deneyleri karalamak için kampanyalar başlattı. Mezbahalarda kesilirken, sirklerde eğitilirken veya kürkü için avlanırken acı çeken hayvan videolarına cevaben “konuşturma” deneylerinde garip sesler çıkaran hayvanları gösteren, korku filmlerinden fırlamış sahnelerle dolu deney videoları yayınlandı internette. Her şey hakkında bilgisi olan köşe yazarları alaycı yazılar yazdı. Saatlerce konuşulup hiçbir şey söylenmeyen televizyon programları yapıldı. Ya dalga geçilip etkisi azaltılmaya çalışılıyordu ya da nefretle kınanıyordu deneyler. Hayvan hakları savunucuları, veganlar ve vejetaryenlerden oluşan küçük bir grup dışında herkes bu çalışmaların kötücül yanına bakıyordu. Felaket tellalları avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Dünya böylesine çalkalanıp dönerken ekip ümitle ve özveriyle çalışmaya devam ediyordu. Bu ümidi diri tutan en önemli etken Denek 9’du. Denek 9, diğerlerinden daha hızlı sonuç veriyordu. Ekip ona “Fri” ismini taktı. Fri müthiş bir hızla öğreniyor ve öğrendikleri arasında bağımsız seçimler yaparak ekip üyeleriyle bunlar üzerine sohbet edebiliyordu. Zamanla, bir “kişilik” oluşmaya başladı Fri’de. En iyi Gül ile anlaşıyordu. Bu çalışmadan bilimsel bir veri elde etmeyi amaçlamayan tek bilim insanı oydu çünkü. Gül, Fri’yi bir birey olarak görüyor, gelişimini yönlendirmek ve bundan sonuç almak değil onunla paylaşımda bulunmak istiyordu. Fri bunu farkediyor ve onun yanında kendisini daha rahat ifade ediyordu.


2

Bir gece Gül, Fri’nin bulunduğu deney bahçesine gitti. Fri, Gül’ü görür görmez uçup omzuna kondu. Gül elini yavaşça omzuna doğru uzatınca Fri onun eline geçti. İkisi de, doğanın bir parçası olduklarını duyumsayarak birbirlerine dokundular. Birbirlerine sevgi ve saygı duyuyorlardı. Uzunca bir süre sessizce beklediler. Sonra Fri bilgisayar sisteminin kendisi için hazırlanmış düzeneğine kondu ve Gül’ün kabloları başına takmasına izin verdi. Gül sistemi çalıştırdı. Konuşmayı yönlendirmemek için Fri’nin başlamasını bekledi Gül. Anlamsız birkaç ses geldi hoparlörlerden. Her konuşmaya başladıklarında sisteme uyum aşamasında böyle oluyordu. Sesler, düşüncelerini toplamaya çalışan bir insanın gevelemeleri gibiydi. Eğer insanlar konuşmadan evvel aklından geçenleri hızla söylese buna benzer sesler çıkarırlardı muhtemelen. Fri konuşmaya başladı:

“Bugün okudu… Okudum. İnsan kitabı. Birkaç bölüm. Doktor Nerval. Bilgisayara girdiler… Girdi. Yeni ifade. Öğrendim.”

Gül ilgiyle sordu:

“Öyle mi? Çok merak ettim, nedir bu ifade?”

“Biz var içinde. Kuşlar. Siz. Çok önemli sizin için. Benim ismim gibi var içinde. Özgür. İkisi birlikte. Kitapta. Kuşlar gibi özgür.”

Gül’ün içinde, derinlerde bir yerde hazin bir yara kabardı. Hüzün, yüzeye çıkmak için gözlerini zorluyordu.

“Evet, biz bu tür ifadeleri çok kullanırız. Hislerimizi tanımlamak için hayvanlara dair benzetmeler kullanmayı seviyoruz.”

“Evet. Ama anlamıyor…um. Sizler kuşlar gibi özgür. Olmazsın... Olamazsınız. Bizler. Özgür değiliz. Bu benzetme. Yanlış.”

Gül, ağlamaya başladı. Her şey anlamını yitirmişti bir anda. Tüm bu çalışma bile. Hayvanları özgür kılmak için onları tutsak ediyorlardı. Gül sessizce çıktı deney bahçesinden. Bu yemyeşil bahçeden utanıyordu artık. Yatağına gitti. Delik deşik, huzursuz bir uykuya daldı.

Sonraki üç yıl Fri’de müthiş bir gelişme oldu. Bir insandan daha hızlı öğreniyor, öğrendikçe de kişiliği gelişiyordu. Ekip üyeleriyle samimi sohbetler yapıyor, onları düşünceleriyle şaşırtıyordu. İfadeleri zengindi. Şakalar yapıyordu, konuşmalarını ironiyle etkili kılabiliyordu. Ekip artık doğru zamanın geldiğini düşündü. Onu dünyaya göstereceklerdi. Bu düşüncelerini Fri’yle paylaştılar ve birlikte bunu nasıl yapacaklarına karar verdiler. Üniversitenin destek sağladığı, popüler bilim içerikli bir televizyon kanalında düzeyli bir programda insanla hayvan arasındaki sınırların nasıl kalktığını göstereceklerdi. Programa Gül Öz ile katılmayı istedi Fri. Saniyesi saniyesine hesaplanmış bir program olmayacaktı. Konuşmalar anlık düşüncelerin ürünü olacaktı. Hiç kimse, Fri’nin bir robot gibi görünmesini istemiyordu. Doğal, abartısız, merak uyandıran ama tepki çekmeyecek bir program olmalıydı. Program yapımcıları ve sunucuyla bir toplantı yapıldı. Fri ile tanışan sunucu yılardır, deneyler hakkında yazılan makale ve raporları merakla takip etmişti. İlk defa canlı olarak Fri’yi görmek onu hem çok heyecanlandırdı hem de gururlandırdı. Çok güzel bir program olacaktı.


3

İki hafta sonra Gül Öz ile Fri stüdyodaydı. Eşkenar üçgen bir masanın bir kenarında Gül ve Fri vardı. Fri metal, gümüş renkli ters L şeklinde bir borunun üzerinde duruyordu. Bilgisayar düzeneği masanın ardına gizlenmişti. Karşı kenarda sunucu oturuyordu. Üçüncü kenar ise izleyicilere dönüktü. Masanın arkasındaki ekranda birbiriyle kesişen iki daire vardı. Birinin içinde İngilizce “hayvanlar”, diğerinde “insanlar” yazıyordu, kesişim bölgesinde ise Fri’nin resmi vardı.

Yayının otuz saniye içinde başlayacağına dair uyarı geldi. Makyöz, sunucuya ve Gül’e son dokunuşları yaptı ve geri sayım başladı:

“Beş, dört, üç, iki, bir, yayındayız!”

“Güneş batarken ufku boyayan tan kızıllığına değil, ufkun neden bu kırmızı rengi aldığını bilimle açıklayabilen insana hayranlık duyanların programı 'Neden Diye Sor!'a hoşgeldiniz.”

Programın başladığını belirten coşkulu ve elektronik bir melodi doldu stüdyoya.

“Bugünkü konuklarımız, Profesör Doktor Gül Öz ve Fri. Fri’yi hepiniz tanıyorsunuz ama onu ilk defa bir canlı yayında görüyoruz. Onunla sohbet etmek için sabırsızlanıyorum ama önce bu inanılmaz şeyi başaran ekibin üyelerinden Gül Öz’e birkaç soru sormak istiyorum.”

Gül, doğrulup gülen gözlerle soruyu bekledi.

“Bize Fri’nin nasıl konuştuğunu özetleyebilir misiniz? Doğuştan işitme ve konuşma engelliler için çok uzun süredir kullanılan bilgisayar sistemini bir hayvana nasıl uyarladınız?”

“Aslında pek farkı yok. Hayvanlar dilsiz değiller belki ama insanlık dinlemeyi bilmediği için onlar hep dilsiz olarak kaldılar. Sistemin işleyebilmesi için onlara bir dil öğretmemiz gerekiyordu. İşitme engelli insanlardaki çalışmalarda görüldü ki bilgisayar temelli sistem, işaret dilini bilmeyen engellilerde işe yaramıyordu. Zihninde herhangi bir dil dizgesi bulunmayan kişi bilgisayardan gelen sinyalleri algılasa da yorumlayıp eşleştiremiyordu. Dolayısıyla da benzer düzeyde bir karşılık veremiyordu. Biz de hayvanlara dil öğrettik. Bu aşamada yazılım uzmanlarımız kargalar için oluşturulan dili insan diline çevirebilen bir program yazdılar. Yazılım sayesinde bir insanın konuştuğu dil karga diline çevriliyor ve sonra kargaya iletiliyor, ondan gelen yanıtlar da insana. Kargalarla sesli konuşmaya böyle başladık.”

“Peki deneyler için neden kargayı seçtiniz? Özel bir nedeni var mı?”

Gül, Fri’ye dönüp gülümsedi.

“Kargalar çok zeki hayvanlar. Herhangi bir eğitime tabi tutulmadan da ihtiyaçları doğrultusunda karmaşık problemleri çözdüklerini gözlemledik. Ve çok uzun ömürlüler. Ekibimiz çalışmanın yaklaşık on beş yıllık bir süreç alacağını öngörmüştü. Böylesine uzun süren bir çalışma için uygun bir türdü karga. Bugün çalışmamıza başlayalı tam 13 yıl 4 ay 21 gün oldu. Ve iyi ki kargaları seçmişiz, yoksa ben Fri ile tanışamazdım.”

Fri, Gül’e bakıp gakladı, ikisi arasında gizli bir dildi bu, yalnızca ikisine ait saf ve doğal bir dil. Gül ışıldayan gözlerle gülümsedi.

Sunucu etkilenmişti.

“Gerçekten çok özverili bir çalışma. Biraz da Fri ile sohbet etmek istiyorum. İzleyiciler merakla bu anı bekliyor. Fri, stüdyomuza hoş geldin.”

Fri üzerinde durduğu metalin üzerinde sağa doğru ilerledi. Bilgisayar düzeneğinin ses sisteminden karmaşık sesler geldi. Bir çınlama duyuldu. Sonra, “hoş bulduk” dedi Fri. Hoparlörlerden yirmili yaşlarda genç bir erkek sesi geliyordu ama dijital bir tona sahipti.

“Burada olmaktan çok mutluyum. Aslında “ben” demek gelmiyor içimden. Tüm hayvanların sesi olarak burada olmaktan mutluyum. Bu çalışmanın amacı tüm hayvanları kapsıyor. Ancak hepimize dair faydalı ve zenginleştirici bir sonuca ulaşabilirsek benim konuşuyor olmamın bir önemi olacak.”

“Kesinlikle haklısın Fri. Ben bu çalışmanın dünyayı değiştireceğine inanıyorum.”

Fri, huzursuzca sallandı, kanatlarını açıp kapadı ve doğrudan kameraya bakıp düşüncelerini bilgisayara yolladı:

“Belki de o kadar ümitli olmamak gerekiyor. Gözlemlerim ve edindiğim bilgiler sayesinde gördüm ki insanoğlu değişime ve farklılığa açık değil. Farklılıklar onu korkutuyor. Aynılığın güvenli alanında rahatsız edilmeden kalmak istiyor. Karşısına çıkan farklılıkları ya kendine benzetiyor ya da görmezden geliyor. Buna karşı çıkanları da yok ediyor. Yüzyıllar boyunca ten rengi, ırk, inanç veya dil farklılıkları yüzünden insanlar birbirlerine işkence etmişler. Toprak ve parayla zenginleşmiş kimi topluluklar kendilerinden zayıf insanları köleleştirip kullanmışlar. Onların elinden tüm insani hakları almışlar. Önce özgürlüklerini, yetmediyse yaşama haklarını. İnsanlık gelişirken haklara tecavüz de gelişmiş ve dönüşmüş. Şimdi teni siyah diye birine istediğinizi yapamıyorsunuz belki ama kadınlar özgürlük mücadelesini hala sürdürüyor. Her gün işyerlerinde taciz ediliyorlar, sokaklarda tecavüze uğruyorlar, kocalarından dayak yiyorlar…”

Fri, söylediklerinin sindirilmesini bekler gibi durdu bir süre. Sonra, daha yavaş bir şekilde konuşmaya başladı:

“İnsanlık için birazcık umut varsa da bizim için yok. Biz hayvanların özgürlük mücadelesi acziyetle dolu. Benim burada konuşuyor olmam hiçbir şeyi değiştirmez. İnsanlar dinlemek istemeyecekler. Çünkü işlerine gelmeyecek. Kendi varlıklarını yüzyıllardır başkaları üzerinde kurdukları güçle tanımladıkları için bizi özgür bırakmak istemeyecekler. Biz onların son oyuncağıyız. Hayvanat bahçesinde şempanzelere yiyecek vermeye çalışan küçük bir çocuk bile kendi iktidarını izlemekten hoşlanıyor sadece. Bize haklarımızı vermeniz için illa televizyona çıkıp konuşmalı mıyız? Sizlerle eşit sayılmak için ne kadar akıllı olmamız gerekiyor! Bilmek, düşünmek dünyayı anlamanın cılız bir parçası sadece. Bizler doğayı hissediyoruz. Onu parçalara ayırıp her parçasını tanımlamamız gerekmiyor. Onu olduğu gibi duyumsuyoruz. Doğa üzerindeki haklarımızı, onu sizin gibi algılayamadığımız için elimizden alamazsınız. İnsanlığın en büyük suçu ne biliyor musunuz? Medeni olmak. Keşke bu kadar gelişmiş olmasaydınız. Gelişmişlik diye övündüğünüz her şey doğada dönüşü olmayan tahribatlara yol açtı. Bizimle eşit olmayı bıraktığınız gün mutluluk ve huzur yok oldu yeryüzünde. Cahillik mutluluktur diyorsunuz. Tek bir cahillik tanımınız var oysa ki. Sadece anlamak üzerine kurduğunuz bilgeliğiniz, erdemlerimizle karşılaştırılınca bizlere attığınız yemler gibi kalır. Bizi anlamanız için konuşturmanız değil dinlemeniz gerek, hissetmeniz gerek. Ben demeyi bırakmanız gerek. İnsanlığı bırakıp dünyalı olmaya çabalamalısınız. Ama zor. Çok zor. O yüzden çok umutlanmayın derim. Ben umutlanmıyorum…”

Hoparlörlerden gelen ses birden kesildi. Stüdyoyu huzursuz bir sessizlik kapladı. Ekranlarına bakakalan milyonlarca insan, yayının aniden kesilip reklamların girmesiyle nefeslerini tuttuklarını fark etti. Herkes söylenilenlerin yankısının peşine takılmış düşünüyordu.

Aniden, öfke dolu bir kalabalık stüdyonun kapısını kırarak içeri aktı. Orta boylu, kilolu bir kadın Gül’ün üzerine atladı.

“Tanrı’nın buyruğuna karşı gelmeyi göstereceğim sana!”

Üç iri yarı adam sunucuyu tutmuş yumrukluyordu. Yere düştüğünde tekmelemeye başladılar. Sunucunun yüzü kanlar içindeydi.

Kalabalık stüdyodaki her şeye, herkese saldırıyordu. Tepkisel bir hareketle kalabalıktan uçup kaçmayı başaran Fri’nin üzerine stüdyo ışıklarından biri devrildi. Onlarca insan, yerde çırpınan kuşa doğru koştu.

Çatırdayan eşya ve küfreden insan yoğunluğunun arasından Gül, Fri’ye seslenmeye çabalıyordu:

“Fri, Friiii!”

Karşılığında boğuk bir çığlık yükseldi.
İnsanlık bir kez daha hak ettiğini almıştı.



28
Eğlence & Mizah / Hangi Yayınevi? (Tahmin Oyunu)
« : 14 Ekim 2014, 01:10:52 »
Kitapların sırtlarına, boyutlarına, hatta renk seçimlerine bakarak bile hangi yayınevinden çıktığını doğru tahmin edebilen biri olarak yayınevlerinin sembollerini ne derecede bildiğinizi merak ettim? Üç adet yayınevinin sembolünü ekleyeceğim, üçüne de doğru yanıt veren sorma hakkını kazanacak. Tabi simgelerin üzerinde isim yazıyorsa onları gizleyeceğim. İşi zorlaştırmak için yayınevlerinin eski simgelerini bile kullanabilirim ona göre! (güler)

Başlayalım:




29
Kurgu İskelesi / Yürek Yükü
« : 08 Ekim 2014, 02:39:09 »
                                                             
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, zaman ki bilinmezin içinde, iyiliğin kötülükten daha çok görüldüğü, çocukların seslerini neşenin bürüdüğü zamanların birinde, bir köyün patika yolundayız şimdi. Siyah saçları geceden daha siyah, ak tenli, peri gözlü bir kız yürüyor patikada. Yanında babası, birlikte gecenin içinden evlerine gidiyorlar.

Kızın güzel yüzüne yorgunluğun örtüsü düşmüş, gülümseyişi zar zor görülüyor. Mutsuz değil ama. Yorgun sadece. Hayata güzel bakan ruhu olmasa yürüyecek takati yok. Ara sıra babasına gülümsüyor, ona geçmişteki güzel günlerden gelecek güzel günlere uzanan öyküler anlatıyor. Her gece yapar bunu. Çalıştıkları tarladan eve kadar uzanan o uzun yol, konuşmadan çekilmez yoksa. Babası da dinliyor kızının billur sesini. Kızına her bakışında gurur taşıyor gözlerinden.

Yavaş yavaş yaklaşıyorlar küçük ama sıcak evlerine. Kapının önünde, anne yine. Baba ile kızın o karanlık yollardan sağ salim eve döndüklerini görmezse içi rahat etmez çünkü. Her zamanki gibi öpüyor kızını, kız da sevgiyle sarılıyor anacığına. Yemek hazır, mis gibi kokular geliyor içerden. Kızın kardeşleri çoktan oturmuşlar sofraya; ellerinde kaşıklar, bekliyorlar, babalarını, ablalarını:

“Hoş geldiniz baba, abla!”

Yemekler soğumadan başlamalı. Anne, peygamber adaletiyle koyuyor yemekleri. Masanın ortasında da kocaman bir testi, bir bakır bardak. Çünkü anne biliyor kızının ve kocasının sıcaktan kavrulduklarını. Gece serinliği düşse de nefeslerine, suya doyamazlar ikisi, biliyor. Yine az yiyor ipek saçlı kız. Sanki tüm gün o çalışmamış, onca tarlayı o ekmemiş.

Yemeğinden birkaç kaşık alıp kalkmaya yeltenince babası kızgın kızgın bakıyor kızının gözlerine. Kızgın dediysek o şefkat yüklü yürek ne kadar kızgın olabilirse o kadar. Babasından korktuğu için değil, onu çok sevdiği için birkaç kaşık daha alıyor kız, en sevdiği yemekten. Annenin ruhu kıza bitişik olduğu için, neredeyse her gün kızın içinden geçen yemekler konuluyor sofraya. Anne merhamet dolu bakıyor kızına:

“Güzel kızım, yavrum, neden yemiyorsun, nasıl çalışacaksın yarın? Hadi kuzum ye biraz daha.”

Sofradaki herkes biliyor neden acele ettiğini annenin. Sizin de bilmeye hakkınız var. Bu mutlu yuvanın hiç derdi olmasın isterdiniz biliyorum ama dertsiz dünya mı olur?

Gece kendini göstermeye başlayınca ailenin tek derdi başlayacak çünkü. Hepi topu üç beş dakika kaldı kızlarının ölmesine. Babanın bir bahane bulup kızı, düşüp zarar görmeyeceği bir yere oturtması gerek. “Keşke biraz daha yeseydi” diye geçiriyor içinden anne. Derde alışılır mı? Yirmi üç yıl oldu. Yirmi üç yıldır peri gözlü kızları gece yaklaşıp baykuşlar ötünce ölümüne uyuyor. Sabah güneş doğar doğmaz diriliyor ama ölüm görmek her gece, kolay mı?

Daha kundaktayken almış götürmüşler kızı, başlarını çalmışlar her taşa. Güçleri yettiğince götürdükleri hekimler, hocalar derdi bulmuşlar ama çaresini bulamamışlar, akıl erdirememişler. “Kızın uyuması öyle böyle bir uyuma değil” demişler, “ölüme denk bir kendinden geçme”.

Her gece, uykuya dalar dalmaz nefesi duruyor kızın; vücudu kaskatı oluyor, buz kesiyor teni, ölüm solgunluğu çöküyor rengine. Her gün ölüm sessizliğiyle uyuyor aile. Hepsinin rüyasına “Ya sabah uyanmazsa” korkusu siniyor. Sabah olup kızlarını, ablalarını neşe dolu gözlerle kahvaltıyı hazırlar bulunca bayram seslerine boğuyorlar evi.

Dert böyle sürüp giderken bir gece kapı çalınıyor. Yaşlıca bir adam, bembeyaz sakalıyla kapıda durup, “Hekimlere koştuğunuzu fakat derman bulamadığınızı duydum, bir de ben bakayım kızınıza, para pul da istemem, duanız yeter.” Bin minnet içeri alıyorlar hekimi. Hekim bakıyor kıza uzun uzun, buza kesmiş ellerini tutuyor, yüreğini dinliyor ve anlıyor hemen ama anladığı yüzünü güldürmüyor.

“Kızınızın derdi büyük. Çaresi yok. Geceleri kalbi duruyor. Bu besbelli. Her hekim söyler bunu. Lakin onların bilmediği bir şey var ki içinize kor düşürecek. Bu böyle sürüp gitmeyecek çünkü. Kızınız bir kaç yıla kalmaz ölecek. Bir sabah ölüm uykusundan uyanmayacak. Hazırlayın kendinizi.”

Ailenin bir gün geçer elbet diye tutundukları son umut da o gün düşüveriyor ateşe. Ölüm artık daha yakın, soluğu evin içini dolduruyor her gün.

Üzülmeyin, hemen düşmesin yüzünüz, anlatacağımız çok güzel şeyler var çünkü. Başta demedik mi sonu güzel bu masalın diye. Bakın sabah oldu bile, kız uyanıyor. Ne de güzel yüzü. Her gece ölüp her sabah dirildiğini bilmiyor. Kimse söylemedi ona. Söyleseler ne değişecek. Yakında öleceğinden ve zaten her gün öldüğünden habersiz. Hiç rüya görmemesine anlam veremiyor sadece. Titriyor bakın. Ne kadar sıcak olursa olsun hep titreyerek uyanıyor. Üzerindeki kalın yorgandan sıyrılıp kalkıyor. Her sabah olduğu gibi bahçeye koşuyor kız, ağaçların her biriyle teker teker ilgilenip meyvelerinden yiyor. İçerden babası seslenince güvercin edasıyla yürüyor eve. Yine az yiyor kız. Hemencecik yola koyuluyorlar. Geç kalırlarsa zalim tarla sahibi yevmiyelerinden keser.

Kız sabahları konuşmuyor pek, güneşin aydınlattığı patika yolun kenarlarındaki çeşit çeşit ağaçlara hayranlıkla bakıyor; kuşların, böceklerin seslerini coşkuyla dinliyor. Yaşayan her şeye bitmez bir özlemi var kızın. Geldiler tarlaya. Bakın o mendebur tarla sahibi yine kulesinden işçileri izliyor. Biri vaktinde gelmesin, biri mola vakti dışında bir dakika dursun, biri ufacık bir hata yapsın, pis ihtiyar kulesinden bağırır, tehdit eder. Kız başlarda rahatsız oluyordu sürekli izlenmekten ama alıştı zamanla. Yaşama duyduğu saygı, sevilmeyecek olanı bile sevmesini sağlıyor çünkü. Kızla yaşıt onlarca işçi çalışıyor tarlada. Hepsi de iyi yürekli çalışkan insanlar. Melek yüzlü kız, onları görünce güneş gibi gülümsüyor. Her gün olduğu gibi bir yandan çalışıp beri yandan güzel güzel sohbetler ediyorlar, gülüp eğleniyorlar. İşin yükünü dostluklarıyla sırtlıyorlar. Kimse tarla sahibini sevmiyor ama ne yapsınlar. Başka tarlalar var ama en yakını yarım gün uzaklıkta. Hem onların sahipleriyle de ilgili güzel rivayetler duyulmuyor. Zalim her yerde, zulüm dünyanın yaşına denk. Ya çekip gideceksiniz ya da güzel olan ne varsa ona tutunup yaşayacaksınız.
   
Güzel olana tutunup yaşayanları anlattık epeyce. Biraz da çekip gidenlere bakalım. Genç bir adamdan bahsedelim. Bir yerde bir aydan fazla durduğu görülmemiş gezgin bir işçi.  Kendinden başka kimsesi yok. Zulmü gördü mü açlık pahasına terk ediyor o yöreyi. Gezip duruyor. Ahırlarda yatıp karın tokluğuna çalışıyor. İçi sevgi dolu. Dert değil hiçbir şey. Yeter ki dürüstçe çalışacağı bir kapı bulsun, ekmeğini taştan çıkarır. İyilikten de geri durmaz, kolu nereye yetiyorsa oraya uzatır yardım elini. Ama içinde bir boşluk var. Gezip durduğu bu yüzden. Zulme göğüs gerecek yerde çekip gidişi bu yüzden belki. İçindeki boşluğu dolduracağı bir yer arıyor. Onun da bir derdi var desek çok mu üzeriz sizi. Var elbet, göğsünün altında bir yerine iki kalp var. Bunun neresi kötü diyorsunuz besbelli. Dinleyin o zaman: İki kalpli genç adam neden yalnız biliyor musunuz? O iki kalp onun ömrünü, sevdiği herkesin ölümünü görecek kadar uzattı çünkü. Belki 117 yaşında ama yüzü ve bedeni yirmilerinde. Bir de hiç uyumuyor, sürekli çarpan kalpleri ona uykuyu haram ediyor çünkü. Bir gece bir gündüz iki hayat yaşıyor her gün. 117 yıllık ömrünün iki katı dert görmüş, iki katı acı çekmiş bu yüzden. İki kalbi de dolduramıyor acıların yıktığı yürek evini, içinin boşluğu gözlerinden okunuyor.

İşte bu delikanlının yolu o zalim tarla sahibinin tarlasına düşüyor bir sabah, masal bu ya. Burada biraz para kazanabilirse, karnını doyuracak. Belki yatacak bir yer de bulur, kim bilir. Tarla sahibiyle konuşuyor delikanlı, adamın yukardan bakan tavrı içine dokunsa da umursamıyor. Ne de olsa buradan da gider bir gün. Onu tutacak ne var? Günlük iki pula anlaşıyorlar. İki pula ne eder ki? Belki bir bakraç süt, iki de ekmek. Olsun diyor delikanlı, buna da şükür. Lakin kalacak yer yok. Onu da sen buluver diye çıkışıyor tarla sahibi, meymenetsiz herif. Hava gül güneş, ormanda yatarım diye geçiriyor delikanlı içinden. Hemen işe koyuluyor, iş zor değil ama akşamı bulacak besbelli. Sıcak da bir yandan.

Az sonra diğer işçiler geliyor. Hepsi güleç yüzlü, neşeli insanlar. Hemen tanışıyorlar delikanlıyla, içlerine alıyorlar. “Bırakın laklakı, hadi iş başına!” diye gürlüyor yukardan bir ses. Kuledeki akbaba. Paranın esiri olmuş her kişi gibi o da yalnız ve zalim.

Ha gayret girişiyorlar işe ama delikanlının gözü peri gözlü kızda. Bir yolunu bulup yakınına geliyor kızın. Neşeli sesini, şen kahkahalarını dinlemeye doyamıyor. Gizli, açık etrafında dönüyor. Öğlen oluyor vakit, ne varsa heybelerde, çıkarılıyor, büyük bir ağaç gölgesi bulunup beraber oturuluyor sofraya. Sofranın neşesi yine o ipek saçlı kız. Sesinde doğanın tınısı var, kuş gibi şakıyor. Delikanlının içindeki boşluğa tatlı bir duygu sızıyor o vakit. Akşama kadar yan yana çalışıyorlar, sohbet edip birbirlerinin gözlerine bakıyorlar. Delikanlının uzun hayatı boyunca edindiği tecrübe, bilgi ve olgunluk kızı hayran bırakıyor. Kızın bitmek bilmeyen yaşama sevinci delikanlıyı kendinden geçiriyor. Gün akşam oluyor, herkes yorulmuş, gitme vakti geliyor. Yevmiyesini cebine koyup azık bohçasını sırtına vuruyor her biri, düşüyor yuvasının yoluna.

Kızın babası görmüş geçirmiş adam, anlıyor delikanlının evi yurdu olmadığını. “Gel bizde kal bugün, yarın hal çaresine bakarız” diyor babacan bir sesle. Delikanlı pek seviniyor, hemen kabul ediyor bu cömert teklifi. Nasıl etmesin? O güzel kızla biraz daha yan yana kalmaya fırsatı var artık. Geceyi aydınlatan bir neşeyle konuşa konuşa varıyorlar eve. Anne yine kızının ruhunu okumuş sanki, sevdiği yemeklerden yapmış. Bir tabak daha koyuyor masaya bir meleğin lütufkâr elleriyle. O sıra baba yaklaşıyor delikanlıya, bir köşeye geçip, derin bir nefes çekip anlatıyor kızının derdini. Delikanlının kızına vurulduğunu anlıyor besbelli. Seviyorsa delikanlı, bilmeye hakkı var gerçeği. Lakin gerçek çoğu kez ağır gelir ruha. Gözlerini yaşlar bürüyor delikanlının. Ömrünün laneti hiç boş bırakmıyor başını. Âşık olmuştu kıza öğlen olmadan ve şimdi öleceğini öğreniyor. Nasıl bir kader bu? Sevmek haram mı bu gönlü bol adama? Geride bıraktığı onca insana duyduğundan daha derin bir matem çöküyor içine.

Yemek yeniyor. Herkes içindeki acıyı örtmüş, neşeli bir rol içinde; ama delikanlının yüzünden hüznün tüm izleri okunuyor. Kız anlam veremiyor bu hüzne. Delikanlı kızın billur gözlerine bakıyor, gülümsüyor. Yemek biter bitmez anne, bir bahane bulup götürüyor kızını yatağına. Az sonra ağır bir sessizlik bürüyor evi. Kimse de konuşacak hal yok. Delikanlı büyük bir cüretle babadan izin alıyor, kızın yanına gitmek istediğini söylüyor. Sabaha kadar bakacak kızın gözlerine. Belki kız, bir an olsun açıp gözlerini bakar kendisine. Yılların çaresizliğinden yorgun düşen baba bir umut görüyor delikanlıda. “Olur ya” diye geçiriyor içinden, “belki yaradan, bir sevda devası yollamıştır kızıma”. İki göz evin bir gözünde herkes yer döşeklerinde yatıyorlar yan yana. Kız diğer odada ölüyor, orada diriliyor. Çünkü anası dayanamıyor onun bu haline. Şimdi delikanlı kızın yanı başında. Saçlarını okşuyor, ellerini tutuyor. Dualar ediyor Allah’a, uyanıversin gün doğmadan diye. İyice yakınına gelseniz, delikanlının kalplerinin garip ritminin düzeldiğini, ikisinin bir attığını duyabilirsiniz. Delikanlı bu uyumu fark etmese de sebepsiz bir huzur buluyor. Sonra birden bir anı kurtulup koşuveriyor geçmişten. Delikanlı çok küçükken, belki beş belki altısındayken, ak sakallı ak kaşlı bir yaşlı hekim bakmıştı ona. Bu uyumama derdinin sebebini de o bulmuştu hemencecik. “Oğlanın iki kalbi var” demişti anneyle babaya, “Bu iki kalp uyutmuyor evladınızı. Allah ona bir emanet vermiş, bu yükü taşıyacak kim bilir ne zamana kadar. On beşine değdi mi yaşı, gidecek bu diyardan, göğsündeki emanetin sahibini aramak için. Sakın ha ağlayıp sızlamayın. Eğer ki yanınızda tutarsanız bu iki kalp ona ağır gelir, bir yıla kalmaz ölür. Ama eğer giderse ömrü uzayacak, emanetini bırakana kadar ölüm ondan ırak duracak.”

Delikanlı yüz yıl öncesinden gelen bu anının bir işaret olduğunu anlıyor. Ellerini göğe kaldırıp “Rabbim, sana şükürler olsun, bana iki yürek, uzun bir ömür verdin. Acısı da lütfu da bol, uzun bir ömür. Hiç şikâyet etmedim şimdiye kadar. Lakin artık çok yoruldum. Sevmek, sevilmek istiyorum artık. Ömrümü paylaşmak istiyorum âşık olduğum kızla. Al benden yüreğimin birini, ona ver Allah’ım.” diye dua ediyor ve hıçkırıklar içinde kızın ellerine kapanıyor. O an bir sessizlik bürüyor köyü, kasabayı, şehri, ülkeyi, dünyayı, evreni. Huzur dolu bir sessizlik. Sonsuzluk kadar uzun, bir an kadar kısa sürüyor bu sessizlik. Toz kımıldamıyor evrende. İlahi bir nefes doluyor evin içine.

Gece demini alıyor, akıyor simsiyah. İki insan silüeti görüyoruz karanlıkta. Hareketsiz. Yakından bakınca anlaşılıyor ama. Delikanlı açıyor gözlerini yavaş yavaş. Bir sis bürüyor gözlerini önce. O uzun ömrü boyunca hiç bu kadar uzun kapatmamış onları besbelli. Sonra sis dağılıyor ve yerini peri gözlü, ipek saçlı, ak tenli kızın büyülü güzelliğine bırakıyor. Kız gülümsüyor delikanlıya. Delikanlı şaşkın şaşkın bakıyor kıza. “Uyudum mu ben?” diye soruyor. Sanki ilk sorulması gereken buymuş gibi. Kızın cevabıysa yüreğinden geliyor.

“Evet, uyudun. Ben de uyandım. Sana baktım gece boyu. Seni bekledim. Hep beklemişim gibi.”


Bülent Özgün
4 Ağustos 2012 – 8 Ekim 2014
Kayseri


30
Başka Kurgular / Tatar Çölü - Dino Buzzati
« : 03 Ekim 2014, 20:55:40 »


Tatar Çölü
Dino Buzzati
Çeviren: Nihal Önol

Kitaplığımın kuytu bir köşesinde bekleyen Tatar Çölü'nün ne ismini, ne kapağını ne de bende bulunan baskısının durumunu beğeniyordum. Yıllarca durdu öyle orada. Eskimiş kapağına ve yapıştırıcımla zar zor toparladığım sayfalarına baktıkça okuma keyfim kaçtı. Ta ki ukitap.com'da birinin bir Neil Gaiman kitabı karşılığında Tatar Çölü'nü istediğini görene kadar. Takas vermeden okuyayım bari deyip giriştim kitaba.

Böyle başladım bu güzel kitaba. Dino Buzzati'ni sizi bir anda içine alıveren büyülü diline böyle kapıldım. Kafka'nın sunduğuna benzer kapalı ve bunaltıcı bir mekanda, bir kalede geçiyor bu roman, mekanın gücünü size gösteren bir anlatımı var. Baş kişi olsa da mekanın altında ezildiğinden ya da zaten ezilmeye, yok olmaya müsait bir ruha sahip olduğundan teğmen Giovanni Drogo'nun varlığını Bastiani Kalesi'nden daha az sezinliyoruz.

Drogo teğmen olduktan sonra ilk görev yeri Bastiani Kalesi'ne atanır, başlarda hiç sevmez burasını, hastalık bahanesi ile başka yere gitmeye çalışır, askeri hekim gelene dek beklemelidir ama, çok değil iki ay sonra şehirde bir göreve gidip Tatar Çölü'ne bakan bu yalnız kaleden kurtulacaktır. Böyledir umudu. Lakin kalenin heybeti, büyüsü ve kaledeki askerlerin içinde solmak bilmeden büyüyen savaş umudu Giovanni'yi sarar. Yavaş yavaş Drogo'nun da içinde varoluşuna anlam katacak bir savaş umudu belirir. Bir düşman gelecek, kaleyi saracaktır ve Bastiani Kale'sinin ve onu savunan yiğit askerlerin varlıklarının bir değeri olacaktır. Drogo kımıldayamaz kaleden, ara ara gitmek duygusuna kapılsa da alışkanlıklar ve boşa çıksa bile taze kalan umutlar yüzünden kalmaya devam eder kalede. Sonunda kaleden gider başka bir hayata atılır mı onu söyleyemem, okuyup görünüz.

Lakin sonu nasıl biterse bitsin, bu kitap yarattığı hava için ve Marquez'i andıran büyülü dili için okunmalı. Sade bir olay örgüsünün bile nasıl etkileyici kılınabileceğini, mekanın romanın baş kişisi olacak kadar güçlü anlatılabileceğini gördüm ben bu eserde. Gerçeklikten koptuğunuz anlarda bile kendi gerçekliğinin içine sizi alabilen güçlü bir eser Tatar Çölü. Ve içinde anlatılan o eşsiz düş için okumalısınız bu kitabı. Drogo'nun Angustina'yı gördüğü düş için (bölüm 11).

Ve çevirisi: Öyle güzel ki... Nihal Önol'un akan bir sesi var. Sözcüklerin seslenişi asla rahatsız etmiyor ve Buzzati'nin büyülü diline yakışıyor. Hülya Tufan'ın yaptığı çeviriyi incelediğimde çevirinin doğru ama soğuk olduğunu gördüm; Fransızca eğitimi aldığını öğrendiğim Hülya hanımın kitabın Fransızca çevirisinden çevirdiğini tahmin ediyorum. Murakami çevirileri de olan Nihal Önol'un üslubunu çok beğendim, kendisini izleyeceğim. Zihni dert bulmasın.

Tadımlıklar:

"Annesi, dönüşte gene kendi kendisini bulabilsin, uzun yokluğundan sonra bile gene orada çocuk kalabilsin diye odasını öylece koruyacaktı." (s. 7)

"... henüz batan güneşin kızıl ışıkları altında bir büyü ile oraya konuvermiş gibi parlayan, çıplak bir dağ gördü Giovanni Drogo ..." (s. 9)

"Şimdi salona gece duygusu egemendi; korkuların yarı yıkık duvarlardan çıktığı, mutsuzluğun tatlı olduğu, ruhun, uykuya dalmış insanlık üzerinde övünçle kanat çırptığı o saatlerin duygusu." (s. 47)

"Sonunda Drogo anladı ve iliklerine dek ürperdi. Suydu bu. Yakındaki kayalıkların tepelerinden dökülen bir çağlayandı. Yüksekten inen suyu titreten rüzgar, yankıların o anlaşılmaz gizemli oyunu, üzerinden geçtiği taşların çıkardığı değişik sesler, bu çağıltıyı insan sesine dönüştürüyordu, konuşan, durmadan konuşan bir sese; anlaşılmasına hep ramak kalan, ama hiçbir zaman anlaşılamayan, yaşamımızın sözleri." (s. 59-60)

Çevirinin güzelliğini göstermek için:

"Şimdi ise saydam bir burukluk bile duyuyordu içinde; sanki yazgımızın önemli saatleri yakınımızdan bize dokunmaksızın geçip gitmiş, uğultusu uzaklaşıp yitmiş, bizleri ise kuru yaprak yığınları arasında, o yitirilmiş, yaman, ama büyük olanağa ağlar durumda bırakmış gibi bir burukluk." (s. 69)

Özgün metin:

Ora sentiva perfino un'ombra di opaca amarezza, come quando le gravi ore del destino ci passano vicine senza toccarci e il loro rombo si perde lontano mentre noi  rimaniamo soli, fra gorghi di foglie secche, a rimpianger la terribile ma grande occasione perduta.

İngilizce baskısının çevirisi:

Now he felt a certain bitterness, a dark shadow, such as come when moments of destiny pass us by without touching us and the noise of their passing dies away in the distance while we remain alone amid a swirl of dead leaves lamenting the great-and terrible--opportunity we have lost.

Sayfa: 1 [2] 3 4 5