Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular -

Sayfa: 1 2 [3] 4 5
31


Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık
Murat Gülsoy

Can Yayınları
2004
221 sayfa

"Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları" alt başlığı ile yayınlanan bu güzel kitap, bu alt başlığın imlediği her şeyi taşıyor. Murat Gülsoy önce kurmacaya dair tüm öğeleri, örnekler vererek, bu öğeler üzerinde düşünmemizi sağlayarak anlatıyor. Ardından, ancak bu öğelerin oluşturduğu sınırları aşmaya çabalarsak iyi bir edebi eser ortaya koyabileceğimizi söylüyor.

Yazma ve okuma ihtiyacının psikolojik ve sosyal temelleriyle giriş yapıyor Gülsoy. Yaratıcılığın doğduğu yeri bulmaya çalışırken keşfettiği yol işaretlerini aktarıyor bize. Yaratıcılığın dışarda, elle tutulur bir yerde olmadığını, zaten doğamızda anlatmanın, hikayeleştirmenin varolduğunu belirtiyor. Gerçekle olan derdimize değiniyor. Konulan sınırların ötesine geçmek için giriştiğimiz mücadelenin yaratıcılığı tetiklediğini söylüyor.

Yaratıcılığa dair bu yer gösterici değil keşfedici girişten sonra kurmacanın öğelerine geçiyoruz:
Bakış açısının önemini, kullanılan zaman kipinin önemini, kurgunun değerini, mekanın etkisini, karakter yaratımını, betimlemeyi; çok iyi öyküler üzerinde örneklendirerek anlatıyor yazar.

Tüm bunları anlatırken de ahkam kesmiyor, kural koymuyor. Zaten bu kitabın güzelliği de burada: Murat Gülsoy, zamanla belirlenmiş kuralları ortaya koyuyor ama en doğrusunun bu kuralları ihlal etmek olduğunu söylüyor.

Yazmaya dair düşündüren iyi bir kitap bu. Mutlaka okuyun.

32
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Mevki Uygarlığı - Robert Sheckley
« : 12 Ağustos 2014, 23:07:20 »


Mevki Uygarlığı
Robert Sheckley
Çeviri: Belma Aksun
Metis Yayınları
1995
157 sayfa

Metis Bilimkurgu serisinden, Robert Sheckley'nin kaleminden iyi bir bilimkurgu kitabı. Yazıldığı tarih 1960.

Öncelikle müthiş çevirisinden bahsetmek gerek, böylesi nitelikli çeviriler insanı kendi diline hayran bırakıyor. Eric Frank Russell'ın "Ve Sonra Hiç Kalmadı" adlı harika kitabını da çeviren Belma Aksun'un çevirmenliğine hayran kaldım. Çeviri tadı vermeyen, yerlileştirmelerin tadında kullanıldığı harika bir çeviri.

Romana gelirsek: Distopik bir toplum tasarısı üzerinden çağımıza müthiş eleştiriler yapan çok iyi bir kitap bu. Her distopya gibi kara bir düzen var hikayede ve bu düzenin karalığının farkına varan ve onu sarsmaya çabalayan güçlü bir birey.

Dünya, suçluları hapishanelere tıkmak yerine hafızalarını silip onları Omega denilen bir gezegene göndermektedir. Onları yeni doğmuş bir bebek gibi yepyeni bir dünyaya bırakırlar. Böylece dünya barış içinde yaşamını sürdürmektedir. Buradan bakınca, işledikleri suçların hatıraları silinmiş tertemiz insanlardan oluşan bir gezegenin özgür bir cennet olması gerekir, değil mi? Gelin görün ki öyle değil. Omega kötülüğü kutsayan yasalarla, kurallarla, geleneklerle bezenmiş bir suçlular gezegeni. Orada mevki atlamak, yasaları çiğnemekten ve yapabilirsen bundan paçayı kurtarmaktan geçiyor.

İşte böyle bir cehennemde hayatta kalmaya çalışan Will Barrent, bu düzenin arkasındaki gerçeği aramak için mücadeleye giriyor. Kendisine dünyada bir cinayet işlediği söylense de doğasındaki katili reddediyor. Mücadeleye önce kendisiyle başlıyor sonra da içinde yaşadığı toplumu sorguluyor.

Bu ilginç toplum tasavvuruyla yazar, devletin insanları yönetmek için kullanageldiği bütün araçları eleştiriyor: yasalar, din, uyuşturucu, mevki atlama vs. Omega toplumunu yavaş yavaş tanımaya başlayınca farkediyoruz ki yazar aslında zaten bizim geçmişimizde varolan bir toplum yapısını aktarıyor. Ne kadar zaman geçerse geçsin, uzay çağına da gelsek içimizdeki vahşiyi ehlileştiremediğimizi yüzümüze vuruyor. Yasalar olmadan birbirimizin hayatına, varlığına, diline, görünüşüne saygı duyamadığımızı anlatıyor Sheckley. Ve tüm bu eleştirileri yaparken de çok hızlı bir hikaye aktarıyor: Gerilimi, heyecanı bol hareketli bir hikaye.

Mutlaka okuyun.

33
Güncel / Robin Williams Vefat Etti!
« : 12 Ağustos 2014, 10:02:34 »
O güleç adam aramızdan ayrıldı. Dün evinde ölü bulunan aktörün intihar ettiği söyleniyor.
http://www.sabah.com.tr/Dunya/2014/08/12/robin-williams-hayatini-kaybetti

34
Kurgu İskelesi / Yaşlı Upirin Başına Gelenler
« : 10 Ağustos 2014, 23:19:19 »
Yaşlı Upirin Başına Gelenler
1

Kadın sıvıyı bardağa doldurdu, iki parmak kadar. Üzerine de su ekledi. Adam üzgün üzgün kadına baktı.
“Az mı kaldı hanım?”
“Bir hafta ancak idare eder. O yüzden sulu içmemiz lazım.”
“Haftaya yine ava çıkarım öyleyse. Kış geldi gerçi. Domuz da kalmadı dağlarda. Ne yapacağım bilmiyorum?”
“Dert etme,” dedi kadın. “elbet bir çaresi bulunur.”

Adam tabakları masaya yerleştirmek için ayağa kalkarken kadın da yavaş yavaş mutfağa yürüdü. İyice yaşlanmıştı. Yaşını kendi de bilmiyordu. Uzun zaman önce bırakmıştı hesaplamayı. Gözleri çökmüş, sırtı bükülmüştü. Titremeden, lafını unutmadan konuştuğu bir an yoktu artık.

Adam kadından da yaşlıydı; ama zihni hala açıktı. Yakın tarihe dair hatıraları zayıf olsa da iki bin sene evvelki olayları, onun için önemli sayılan bazı anları çok net hatırlıyordu. Tanıdığı herkese bunları anlatıyordu. Bu hatıralar köylülerin ilgisini çok çekiyordu ama defalarca anlatılınca tadı kaçıyordu.

Kadın yemeği masanın üzerine koydu. Köy kasabından aldıkları koyun etinin kalan son parçasını pişirmişti. Tabi buna pişirmek denirse. Adam yüzünü buruşturarak söylendi.
“Hanım bu ne yahu? Hiç pişirmemişsin.”
“Ne yapayım, az pişirirsem kanı çekilmez diye düşündüm, aç idare ederiz ama susuzluk çok zor.”
“Haklısın. Otur bakalım. Sabah ola hayrola. Yarın dolaşırım dağları. İzlere bakarım. Olmadı, tavşan falan bulurum. Küçük müçük ama kanı boldur. Bir süre idare ederiz.”
“Muhtar duyarsa?”
“Gider konuşurum, izah ederim durumu. Ben de onu domuzlardan kurtarıyorum. Yeri geliyor ayı bile avlıyorum.”

Adam bıçağıyla kestiği et parçasına çatalı batırıyordu ki kapı gümbürtüyle çalmaya başladı. Kapının ardından muhtarın kızgın ve çaresiz sesi duyuluyordu.
“Tepeş efendi! Aç hele! Aç çabuk!”
Tepeş’in ihtiyar gözleri irileşti, yaşlı kalbi gençliğindeki gibi atmaya başladı. Kadın, kocasına baktı. Korkuyordu. Tepeş kadına bakıp gözlerini yumdu. Bir kaç saniye sonra kalkıp kapıya doğru yürüdü. Dövülen kapı, titriyor, inliyordu.
“Açıyorum, tamam, vurmayın artık!”

Kapıyı açtı. Karşısında ağızlarından kızgın buharlar çıkan yaklaşık on beş adam vardı. Hepsi de sinirli sinirli söyleniyordu. Ne dedikleri anlaşılmıyordu. Ellerindeki tüfekleri, satırları, bıçakları sıkı sıkı tutuyor, sabırsızlıkla muhtara bakıyorlardı. Köylülerden birinin, Ali Nail’in, elinde sallanan gaz lambası diğerlerinin yüzünde bir belirip bir kaybolan gölgeler yaratıyordu. Muhtar başladı söze.
“Tepeş efendi, yeminini unuttun sen galiba, anlaşmayı bozdun, cana kıydın, kim verecek bunun hesabını, o sabinin anasının babasının kim dindirecek gözünün yaşını, duramadın değil mi, duramadın, bizde suç sana güvendik, senin gibi melun bir mahluka yer verdik, ev verdik, yiyecek verdik…”

Tepeş gözlerini irileştirdi, gözlerinin rengi kahverengiden kızıla döndü. Kan gözlerine yürümüştü. Muhtar ürktü ve lafı ağzında dondu kaldı.
“Muhtar, sakin ol. Ne oldu hele sen bir anlat. Nedir bu şamatanın sebebi? Ne olup bittiğini anlatmadan bunca adamı toplayıp neyin derdine buraya geldiniz?”
“Bilmezmiş gibi konuşma Tepeş efendi, yediğin haltı bilmezmiş gibi, hamuruna karışmış laneti bilmezmiş gibi konuşma!”

Tepeş’in eşi lafa karıştı.
“Bunca yıldır sizinle birlikte yaşıyoruz, ne zararımızı gördünüz? Yaratılışımızı bile bile kabul ettiniz bizi köye, ne diye şimdi yüzümüze vuruyorsunuz şimdi? Biz mi istedik bunu, Allah’ın takdirine kim ne diyebilir? Ne oldu, anlat artık muhtar? Neden bu kadar öfkelisiniz?”

Muhtar, kadını severdi. Tepeş’i sevdiği gibi. Bu iki ihtiyarın köy halkına çok faydası olmuştu. Adam daha kolay avlanmayı, iz sürmeyi öğretmişti. Kadın da su bulmayı, hayvan derisinden ayakkabı, elbise yapmayı.
“Ne diyorsun sen İlona hanım? Sen sanki az mı suçlusun!”
“Neymiş suçumuz? Anlat da bilelim!”

Muhtar, içindeki alevi dindirip bu iki ihtiyarın suçsuz olabileceğini geçirdi aklından.
“Bu akşam Fikriye’nin bebesi ormanın ağzındaki kayalıkların dibinde bulundu, kan revan, yüreği deşilmiş, kafası kopmuş!”
İlona bir çığlık attı, Tepeş aldığı nefesi tuttu bir süre. Sonra konuştu. Gözünde bir ışık belirmişti.
“Yüreği mi sökülmüş? Muhtar aklından ne geçti bilmem ama seni akıllı bir adam bilirim, ben yapmış olsam köyün dibinde bunca delil bırakır mıyım?”

Muhtarın aklı yattı yaşlı Tepeş’in söylediklerine. Sakinleşti ama zihninin bir köşesinde hüzünle karışık bir nefret alevi, bu vahşetin suçlusu bulunana kadar dinmeyecekti. Tepeş’in söyledikleri mantıklı olsa da bu onu tümden suçsuz yapmazdı. Tepeş, İlona’nın gözlerine baktı, sırtını muhtara döndü, pardösüsünü askılıktan aldı.
“Muhtar beni hemen bebeğin yanına götür, bakmam lazım, bu işte bir iş var. İlona sen de hazırlan, bir gidip bakalım, tekinsiz bir şey uğramış köye belli ki.”

35
Kurgu İskelesi / Açlığın Perdesi
« : 21 Temmuz 2014, 23:18:54 »


Açlığın Perdesi

Açlık her şeyi olduğundan farklı gösteriyordu göstermeye başlamıştı. Nesnelerin etrafındaki sınırlar bulanıklaştı zamanla, renkler birbirine karıştı. Giderek diğer tüm ihtiyaçların önemi silindi. Açlık dünyayla aralarında bir perde gibiydi; yaptıkları her şey açlığın giderilmesine ulaşıyorsa anlamlıydı. Her sabah yaşamak için değil hayatta kalmak için uyanıyorlardı. Bir anne ve kızı. Bütün hisler yiyecekle ilgiliydi. Kıskançlık yiyeceğe sahip olana karşı hissediliyordu. Mutluluk yiyecekle buluşmaya dairdi. Korku açlıktı. Açlık endişeydi. Heyecan ekmek kırıntısıydı. Hayal kırıklığı çürümüşlüktü.

Yıllar unutuldu, günlerin adları yitti ama kız ve annesi hayatta kalmayı başardılar. Bulabildikleri çok az umutla ve ondan daha az yiyecekle yaşamlarını sürdürdüler. Kız 13 yaşına bastı yaşındaydı artık o gün. Ümidin vazgeçmemek olduğunu erken yaşta çoktan öğrenmişti. Ama ümidin acıyı uzattığını bilemeyecek kadar da küçüktü. Günlerin hesabını tutmak, uyandıkları her yeni gün için şükretmek bir ayine dönüşmüştü artık. Açlıkla verilen mücadele günlerle sayılır olmuştu.

Bu yüzden yılların günlerin peşini bırakmadı kız, kaçıp gitmelerine solup yitmelerine, saatlere dönüşmelerine izin vermedi. Tarihleri hatırladı. Aslında hatırlamadı. Onları tutmak, biriktirmek onun işiydi artık. Dünyanın bu ümitsiz halinde yapacak başka bir iş bulamamıştı.

“Anne bugün kıtlığın 622. günü ve…”

“Ve benim doğum günüm.” diye bitirecekti kız ama boğdu cümlesinin sonunu. 13 yaşına girmiş olmasının annesini üzeceğini düşündü. Yiyecekten başka hiçbir şey annesini mutlu edemezdi. Babası 7 ay 22 gün önce, ablası da 11 ay 8 gün önce ölmüştü. Bir yıl daha büyümek ölüme bir yıl daha yaklaşmaktı sadece.

O günün doğum günü olduğunu söylemenin yararı yoktu.

“Öyle mi bir tanem, saymayı uzun zaman önce bıraktım, sen nasıl becerebiliyorsun hala?”

“Bilmem, başka yapacak bir şey yok. Bir de tarihleri hatırlamak, unutmamı sağlıyor.”

Annesi nefes verir gibi gülümsedi. Belki de sadece nefes verdi. Hüzün kadının yüzüne bir dövme gibi birikmişti kazınmıştı, ne yapsa ifadesi değişmiyor gibiydi.

“Hatırlamak unutmanı mı sağlıyor? İlginç bir bakış açısı.”

“Evet anne, açlığımı unutuyorum.”

“Keşke ben de senin yaşında olabilsem.”

“İçi boş da olsa bir umudum olurdu.” diye devam edecekti ama tuttu kendini. Yakında ölecek olmaları gerçeğini kızına hatırlatmanın hiçbir faydası yoktu.

O gün yiyecek bir şey bulamadılar.
Ertesi gün de.
Sonraki üç gün de.

Bir sonraki sabah anne ayağa kalkamayacak kadar halsizdi. Vücudu direncini tamamen yitirmişti. Kız onun ölmesinden çok korkuyordu. Annesi onun dünyasındaki güzel tek şeydi. Ona duyduğu sevgi, hayatta kalabilmesinin tek nedeniydi. Titreyen annesinin üzerine eski püskü delik deşik battaniyelerden birkaç tanesini üst üste örtüp çıktı evden.

Hava karardı. Kadın zaman zaman bayıldı gün boyu. Bilincinin dalgaları, beyninin çıplak kumlarına çarpıp anılarını silerek uzaklaştı. Kızına seslenmek istedi ama boğazındaki kuruluk sözcükleri tuza dönüştürmüştü. Her kelimede gırtlağı yanıyordu. Yanında oturan kızı mıydı yoksa onun hayali mi bilemiyordu. Kapı gıcırdadı.

Kız içeri girdi. Sesi titriyordu. Sözcükler düşe kalka ilerliyordu.

“Anne. Uyanık mısın, beni duyuyor musun?”

Kadın gözlerini açtı ve başını yavaşça kızına döndürdü. Kızında bir gariplik vardı. Anlayamadığı ama sezdiği bir gariplik.

“Neredeydin bir tanem?”

Kızın solgun yüzünden geriye bir gölge kalmıştı geriye. Kanı çekilmişti sanki. Sözcükleri bir arada tutamıyordu.

“Bugün... günlerden... ne... biliyor musun... anne?”

“Ne tatlım?”

Kız kıkırdadı zorlukla gülümsedi. Arkasında bir şey saklıyordu. Beceriksizce.

“Anneler günün... kutlu olsun... canım anneciğim. İşte bu da hediyen.

Sakladığı şeyi çıkardı yavaşça. Elinde bir tabak vardı. Üzerinden dumanlar yükseliyordu. Güzel kokuyordu. Kız tabağı annesi rahatça baksın ve koklasın diye yaklaştırdı. Kadının yüzünde sıcacık bir mutluluk belirdi. Kızın neredeyse unuttuğu bir gülümseme.

Ve gülümseme olgunlaşmadan dondu, parçalanıp tuzla buz oldu. Kadın tabağın altında kızının parmak izlerini farketmişti. O küçük eller, açlıktan daha da küçülmüş eller, kızıl bir iz bırakmıştı geriye.

Soracak Onca soru varken, açlığın perdesini titreyerek çekip bir anne olarak, cevabını bildiği soruyu sordu kadın.

“Diğer elinde ne gizliyorsun kızım?”

36
Başka Kurgular / Çay Kaşığı - Ottoman
« : 18 Haziran 2014, 01:12:57 »
Çay Kaşığı - Ottoman
Hayal Yayınları - 2012
256 Sayfa

Hiç sevmedim, zerre tavsiye etmiyorum.

Ottoman mahlasını kullanan genç (1988 doğumlu) bir yazarın(?) ilk ve tek kitabı Çay Kaşığı. Aylar önce, yeni Türk yazarlar keşfetme heyecanıma yenik düşerek aldığım kitabı bir kaç gün evvel bitirdim. Ve ben bu kitabı hiç sevmedim.

Neden ona dair bir yorum yazdığıma gelirsek: Bir kitabı neden sevmediğimi belirtmek zihin açıcı ve gerekli bir eylemdir benim için.

Kitap Stephan Brooks adında bir felsefe profesörünün bir sabah daha önce görmediği bir yerde uyanmasıyla başlıyor. Staphan kendisine ait olup olmadığını pek hatırlayamadığı bu evde uyandığında evi darmadağınık buluyor, duvarda tırnak izleri, zihninde bir kadın çığlığı var. Stephan evinin neden dağınık olduğunu, kapısının neden kırık olduğunu hatırlamıyor. Hatta o günün pazar olduğunu bile hatırlamıyor ve üniversiteye ders vermeye gidiyor.

Gün ilerledikçe işler daha da karışıyor ve iki farklı mafya daha önce borç olarak verdikleri birer milyon doları Stephan'dan geri istiyor; bir hafta içinde bu parayı ödemezse onu öldüreceklerini söylüyorlar. Stephan bir yandan kim olduklarını bilmediği kadınlarla karşılaşıyor, bir yandan annesinin hastalığı ile uğraşıyor. Her şey belirsiz, sanki bir sanrının ürünü; olaylar gerçekle hayal arasında bir yerde gerçekleşiyor. Stephan kafasının içinde biriyle konuşuyor. Babasına dair kötü anıları depreşiyor. Bir çocuğu olduğunu öğreniyor. Eşini bulmaya çalışıyor vs.

Tabi Stephan'ın aklını en çok meşgul eden şeyse "çay kaşığı". Olur olmaz yerde "Acaba burada çay kaşığı var mı?" diye düşünüyor; her şeyi, herkesi çay kaşığına benzetiyor.

Buraya kadar çok ilginç bir kitap gibi görünüyor ama öyle değil. Anlatıcı her ne kadar Amerikalı olsa da Türk kültürüne dair olgularla konuşuyor, bu sinir bozucu, hem de çok. Romanın baş kişisini bir türlü kabullenemedim bu yüzden.

Sürekli tekrarladığı ifadeler var, çeşitli alanlarda verdiği (biyoloji, fizik, tıp vs.) ayrıntılı bilgiler var ve bunlar Chuck Palahniuk ve Murat Menteş'in yaptığı gibi ilginç ve eğlenceli değil, benzetmeler ilginç olmaya çabalarken tökezliyor, anekdotlar yersiz ve sıkıcı, dil zorlama.

Yazar izlediği üç-beş filmden ve okuduğu üç-beş kitaptan etkilenerek kendince bir ifade biçimi geliştirmeye çalışmış ama bu öyle ham duruyor ki rahatsızlık veriyor. Baş kişinin ismi bile çalıntı, romanın sonuna ulaşılınca anlaşılıyor ki bu baş kişinin ismi, romanla benzer konuya sahip iyi bilinen bir filmden alınma. Buna selam verme mi denir çalma mı denir bilmiyorum.

Olaydan olaya atlanıyor, ilginç olacağı düşünülen roman kişileri (dev gibi iri yarı bir katil, cüceden de kısa bir mafya babası, üçüz kardeş tetikçiler vs.) bu olaylara dahil oluyor. Cinsellik, küfür, şiddet, hareket odaklı sahneler kitabın içinde ham bir şekilde yığılmış. Sanırım genç yazarımız, bunları kullanırsa çok satan bir roman oluşturacağını sanmış; ama unuttuğu bir (çok) şey var ki bu öğeler iyi bir şekilde işlenir ve birbiriyle doğru oranda birleştirilirse çok satan bir kitap elde edilir.

Yukarıda bahsettiğim karmaşa kitabın sonunda çözüme ulaşıyor mu? Evet. Yazarımız yine başka bir yerden apardığı "muhteşem" bir çözümle aklımıza takılan her şeyi çözüme ulaştırıyor ve şaşırtıcı bir sonla kitabı bitiriyor. Bu kolaya kaçan sonu da öyle uzun uzun anlatıyor ki cılkını çıkarıyor. Yazar ne kadar iyi bir son yazdığını kanıtlamaya çalışırcasına yükleniyor açıklama kısmına. Fıkranın can alıcı noktasını açıklamaya çalışan nükte katilleri gibi.

Bu kitaptan zaten bildiğim bir şeyi öğrendim: İyi yazmak için çok okumak gerekiyor, çok çok çok okumak. Oradan buradan bir kaç çok satan kitap okumakla yazar olunmuyor. Özgün bir kitap şöyle dursun özgün bir öykü bile yazılmıyor.

Bir de bu kitabı okurken ilk defa yazarın çaresizliğini hissettim, sanki bana şöyle diyordu: "Olmuyor, beceremiyorum, her şeyi bir yerden aldım, derme çatma bir şey yazmaya çabalıyorum ama çok zorlanıyorum, bu seferlik affet."
Sanırım bu çaresizlik beni kitabın sonuna ulaştırdı. Tabi bir de yazarın, bunca karmaşayı ve belirsizliği nasıl sonlandıracağını merak ettim.

Hülasa:
Hiç sevmedim, zerre tavsiye etmiyorum.

37


Çok satarların veya çok bilinenlerin kalabalığında kaybolan; eskiyse es geçilip geride bırakılan, yeniyse yeterince tanıtılmadığı için okuruna ulaşamayan harika kitaplardan bahsedelim istiyorum.

Benim için Kara Kutu'dur. Ediz adlı Türk bir yazar tarafından yazılan bu güzel kitap, beni canevimden vurmuştur. İçinde harika roman kişileri vardır. Beş arkadaşın üniversiteden sonra birbirleriyle haberleşmeye devam etmelerini ve değişen hayatlarını anlatan bu harika roman, çok samimi ve mizahi bir dille yazılmıştır. Uzun süre etkisinden kurtulamadığım nadide bir kitaptır.

Bakınız, okuyunuz: http://www.idefix.com/kitap/kara-kutu-ediz/tanim.asp?sid=VYX6Q7CHRK5KBBF51005

38
Sinema / 16 Ton / 16 Tons
« : 17 Şubat 2014, 20:24:04 »
Ümit Kıvanç'ın hazırladığı belgesel; serbest piyasa ekonomisini, insanların nasıl sömürüldüğünü ve bunun halkla ilişkiler çalışmaları sayesinde nasıl gizlendiğini anlatıyor. Mutlaka izleyiniz.



Buyrun: http://vimeo.com/23760586


39
Kflirtigrenrn’un Parmak Arası Terlikleri
(Bir Fantastik Roman Yazamama Parodisi)




Yeni Dünya Günlükleri
1. Rulo
1. Ağıt
1. Ezber
1. Mırıldanma

Asıl adı Kflirtigrenrn. Sessiz harflerin yan yana geldiği o heybetli ismini anmak hem uğursuzluk getireceğinden korktuğumuz için hem de bir hayli zor olduğu için ona Ki dedik biz sekiz anlatırlar. Bundan sonra Ki deyip anacağımız bu soysuz Kelf (kel elf anlamında) Yeni Dünya’nın tüm gizlerini çözmek için köyünden çıktığından bu yana tam 262 yıl 30 ay ve 4 Salınış geçti.

Geçen zamanda Eski Dünya’nın kurucu tanrılarının Parmak Arası Terlikleri’nin biri hariç hepsini buldu Ki. Son terliğe ulaştıktan sonra Yeni Dünya üzerinde yürüyen her canlıya hükmedebilecekti. Çünkü Ki güce sahip olan herkesin istediğini istiyordu: Daha fazla güç.

Ki’nın PAT’lara ulaşmasına engel olmaya çalışan PAT Koruyucuları Birliği şimdiye dek başarısız olmuştu ama bir daha yenilmeyeceklerine emindiler çünkü aralarına Nasıralı Cüceler’in en sonuncusu w katılmıştı. Bıyıklarının şekli ve boyu yüzünden ona w diyorlardı. Nasıralı Cüceler kendilerine kendileri gibi küçük isimler koyarlardı. Nasıralı Cüceler’in alfabelerinde 803,5 (alfabedeki bir harf tam bir sese denk gelmiyordu) harf olduğu için analar çocuklarına isim koymakta sıkıntı çekmemişti. Nasıra’da harflerin 4 boyu vardı ve cücelerin boyuna göre isimlerini belirten harflerin boyu da değişiyordu: w-w-w-w.

w’nin bir planı vardı. Nasıralı Cüceler’in sonuncusu olması dolayısıyla ölmüş veya insanlarla evlenmiş (bir insanla evlenmek cüceler için ölmekten beterdi) tüm Nasıralı… (sanırım bunun için de bir kısaltma kullanmak gerek, NC olsun, ama biz her NC dediğimizde siz Nasıralı Cüceler olarak okuyun, ekleri ona göre getireceğiz) tüm NC’in güçleri w’de toplanmıştı. Bunun büyük bir güç olduğunu düşünebilirsiniz sevgili karilerimiz; lakin hepi topu 722 kişi olan NC’in eti ne budu ne? w’nin kendinde topladığı gücün analizini sunarsak daha iyi anlarsınız: 82’si yaşlı 536 kadın, 92’si yaşlı 101 erkek ve hepsi 131 yaşının altında 84 çocuk.

NC çok uzun yaşarlardı, mesela NC'de ergenlik yaşı 151’dir. NC’in çoğu geç evlenir, uzun ömürlerinin sırrı budur der Eski Dünya’nın bıyıksız alimleri. NC’in gençlerinin çoğu ilk cinsel deneyimlerini, ölmeden birkaç yıl önce gerçekleştirirlerdi.

w’nin planı Eski Dünya’nın yıkıntı ormanları içinde yaşadığı rivayet edilen yaşlı bakire cüceyi bulup onunla tüm PAT KB askerlerini evlendirmekti. Eğer bir erkek cüce bir dişi cücenin evlenirken şahidi olursa, damat öldükten sonra damadın gücü şahit erkeğe geçerdi. w’nin planını PAT KB askerleri bilmiyordu tabi. Onlar w’ye güvenmişlerdi. NC’in sayısını bilmedikleri için w’nin muazzam bir büyü gücüne sahip olduğunu varsaymışlardı. Onun yardımıyla son PAT’ı rahatlıkla koruyabileceklerdi. Ama w’nin planı o yaşlı cüceyi bulup PAT KB askerleriyle teker teker evlendirdikten sonra hepsini öldürüp onların gücüne de sahip olmaktı. Böylece KB gerçekleşecekti, yani Kuvvetler Birliği. w ancak TA (Tek Adam) olunca Kflirtigrenrn’u yenebileceğini düşünüyordu.

w bunları düşünürken iyi niyetliydi aslında. Başarıya ulaşmak için her yol mübahtı. Tüm Yeni Dünya’nın kurtulması için bir kaç bin kişinin feda edilmesi gerekiyordu. w’nin, yapacakları yüzünden içi acıyordu ama ne yapsın? Yeni Dünya’nın şarkıları söylenmeye, çocuklar Şek-Şik* oynamaya, ağaçlar meyve kusmaya, toprak yeşilden kırmızıya mevsim mevsim değişmeye, kitaplar insanları okumaya, ajvekin çorbaları kazan kazan kaynamaya, çamur martıları bağıra bağıra çiftleşmeye devam edebilsin diye yapıyordu bunu. Her şeyin bedeli vardı ve w bu bedeli ödemeye hazırdı.

*Şek-Şik: Bir tür çocuk oyunu. 12 çocuk bir daire oluşturacak şekilde yanyana dizilirler. Gözleri bir bezle kapatılmış ilk çocuk (yani gebe) solundaki çocuğa doğru tükürür. Tükürülen çocuk havadaki tükürüğü ağzıyla yakalamalıdır. Bu işlem sırayla saat yönünde devam eder; lakin bir çocuk bilerek tükürmez. Tüm çocuklar tükürmeyi bitirince gebe gözlerini açar ve kendisine yönlenen tükürüğü yakalamaya çalışır. Yakalarsa ağzında biriken salgıların tadına bakarak tükürmeyen çocuğu bulmaya çalışır. Bu oyun Yeni Dünya'nın çocukları için çok kolaydır, çünkü tükürük selamı (birinin tükürüp selam vermesi ve diğerinin tükürüğü yakalaması) YD halkları arasında çok yaygındır. Bu öyle uzun süredir devam eden bir gelenektir ki YD insanlarının ağzında salgı algılama duyargaları (salaldular) oluşmuştur. Oyunun isminin neden Şik-Şek olduğu bilinmemektedir. En kuvvetli tahmin Hassadas adlı yarı insan yarı karpuz bir alim tarafından yapılmıştır: "Eski Dünya dillerinin en eskisi Burmanca'da oyun sırasında yapılan hileye Şike denirdi. Bu kelimeye bir işi yapan anlamına gelen -Şek eki getirilmiş olabilir. Yani hile yapan. Oyunda hile yapanın yüzüne tükürülürdü o zamanlar ve bu, şimdiki gibi selamlaşmadan çok hakaret anlamına gelirdi."

40
Genel Kültür / Hayvan Yemek ve Vejetaryenlik
« : 09 Şubat 2014, 20:45:35 »
Vejetaryenlik üzerine, hayvan yemek ve sonuçları üzerine konuşabileceğimiz bir başlık olsun istiyorum burası.
Et yemenin keyfi ardında gerçeklerin farkına varmanın zor olduğunun bilincindeydim. Aynı uykuda yıllarımı geçirdim. Son 1 yıldır et yemiyorum. Tek başıma olmadığımı biliyorum. Ama o devasa endüstriye kafa tutacak sayıya ulaşmamız için daha çok insanın uyanması gerek.
Bu bilinçlenmeye dair bir video paylaşmak istiyorum. Yaklaşık 10 dakika sürecek. Lütfen sabır gösterip izleyin. Daha sonra sizinle konuşmak istiyorum bu konuyu.

Dünyalılar (Earthlings) belgeselinin yapımcısı Philip Wollen konuşuyor:



http://www.youtube.com/watch?v=q9VF-F9AoQU

Eğer merak ederseniz Dünyalılar belgeseli:

Spoiler: Göster


http://unutulmazfilmler.com/earthlings-k2.html#izle


41
Kurgu İskelesi / Hazzın Kaynağı
« : 28 Ocak 2014, 20:39:58 »
Uyarı: Bazı ifadeler rahatsız edici olabilir. Bunun için özür dilerim ama öykünün amacına yönelik olduğu için değiştiremiyorum.



Hazzın Kaynağı

Kadını hem ellerinden hem de ayaklarından bağlamıştı. Böylesi daha rahat. Boyası aşınmış çelik bir karyolanın üzerindeki kadının kolları açıktı. Zoraki bir sarılmanın eşiğinde gibi. Çıplaktı. Adam onu bağladıktan sonra da soyabilirdi ama o zaman elbiselerini yırtması gerekirdi. Böylesi daha tutkulu olurdu belki; lakin adam her şeyin kusursuz bir sadelikte işlemesini diliyordu.

Oturma odasına gidip kazağını ve gömleğini çıkardı, cerrah hassasiyetiyle katlayıp dolabına yerleştirdi. Güzel. Şimdi belden yukarısı çıplaktı: Oldukça geniş bir göğüs kafesi, adaleli kolları vardı; elleri ince ve şekilliydi. İki metreye yakın boyu ve görkemli vücuduna rağmen yüzünde her zaman çocuksu bir ifade taşırdı. Gözleri açık kahverengi ve iriydi. Şimdi sıcak nefesiyle kuruttuğu dudakları ince ve güzeldi. Bıyığı yoktu, sadece kirli sakal. Sakalını kestikten sonra pürüzsüz yüzüne dokunur annesinin sıcak öpüşlerini hatırlardı. Güçlü çenesinde küçük bir gamze taşırdı.

Kıza doğru attığı her adım onu daha da heyecanlandırıyordu. Az sonra yapacaklarını hayal ettikçe içi şehvetle doluyor, gözbebekleri parlıyordu. Karyolanın dibine geldiği an soğuk metal yüzeye dokunarak dakikalarca bekledi; göğsündeki, nefesiyle körüklediği ateşi azaltmak istiyordu sanki. Kadının ne kadar kusursuz olduğunu; kendisinin ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Sevgilim seni öyle çok seviyorum ki.

Kadının saçları siyahtı. Uzun. Çok az dalgalı. Parlak. Saçlarının bir kısmı sağ göğsünün üzerine dökülmüş, onu tanrıçalara benzetmişti. Gerilmiş çıplak bedenindeki en yüksek çıkıntılar, birer kubbe gibi dikilmiş göğüsleriydi. Göğüs uçları heyecandan sertleşmişti. Sırtüstü yatıyor olmasına rağmen kalçalarının yuvarlaklığı belirgindi; kadın sanki iki camdan kürenin üzerinde kıvranıyordu. Yukarı kavislenmiş beli, beyaz bir köprüydü. Sürtünen ipler yüzünden ayak bilekleri kızarmıştı ama büyülü ayakları hala bembeyazdı. Bembeyazlar.

Adam birkaç adım daha yaklaştı ve yatağın kenarına ilişti. Kadını baştan ayağa hayranlık ve tutkuyla süzdü. Sol elini kadının yüzüne yaklaştırdı ve serçe parmağına taktığı gümüş yüzüğün çıkıntılı yüzeyini kadının dudaklarına dokundurdu. Çenesine, boynuna ve sonra gerdanına. Kadın titredi.  Şehvetin çizgisi aşağı doğru ilerlemeye devam etti. Adam, kadının saçlarını yüzüğün yolundan çekti. Göğüs ucunda soğuk metali hissettiği an kadın inlemeye ve yalvarmaya başladı: “Korkuyorum.” Gözlerinden süzülen damlalar biraz rimelle karışıp gözlerinden kulaklarına doğru ilerleyen ve saçlarda son bulan kara bir yol oluşturdu.

Adam daha fazla dayanamayacağını hissetti. Pantolonun içindeyken de ne kadar büyük olduğu anlaşılan aletini dışarıya çıkardı, en gözü kara kadının bile kalbini korkuyla doldurabilecek kadar büyüktü. Gevşekçe sallamaya başladı. Ona alet diyordu çünkü kendini işinde uzman bir zanaatkâr gibi hissediyordu. İşimi seviyorum. Aletinin ucunu kadının göbek deliğine bastırdı, kadın zayıf, yorgun bir çığlık attı. Korkuyor. Kadının inlemeleri ve çığlıkları yükseldi, fondaki Bizet’in L'arlésienne süitiyle çapraşık bir uyum sağladı. Yalvar.

Adam doğruldu. Şiir. Ayağa kalktı ve bir hayvan, güçlü bir hayvan gibi solumaya başladı. Kadın nefretle karışık yoğun bir arzuyla adamın yerinde olmayı diledi: Önce sessiz, içinden; sonra yüksek sesle, dışına: “Seni geberteceğim!”

Adam o an, ondan beklenmeyen çevik bir hareketle yatağın üzerine sıçradı ve sıkıca kavradığı aletini tek hamleyle kadına soktu. Mükemmel. Dibe erişinceye dek. Çıkar. Alet ıslaktı. Tekrar, daha doyumsuz bir istekle soktu. Çıkardı. Sok! Çıkardı. Sok! Çıkardı. Kadın aletin girdiği her seferde sonsuz çığlıklar atıyordu. Ciğerlerinden gelen çığlıklar. Adam soktu, çıkardı. Yeter. Adam soktu ve öylece bıraktı. “Ne büyük haz!” diye inledi. Bütün soluğuyla: “Ben O’yum, efendiyim, Tanrı’yım ben!” Ve sustu. Kadın da son kez haykırdı ve adamın doygun sessizliğine katıldı.

Adam kadınının bir parçasıymış gibi görünen aletini ondan çıkardı ve ucunda yoğunlaşan sıvıyı kadının çoktan açılmış ağzına damlattı. Yaşamın kaynağı. Yüzüne, göğüslerine, bacaklarına, parmak uçlarına sürdü. Adam çok mutluydu o an, çünkü yaşadığı en soylu zevk bu edimden doğuyordu.

Her zamanki gibi hemen banyoya girdi. Büyük hazlarının kaynağı da olsa yaptığından hep utanırdı adam ve kendini kirli hissederdi. Günahkar. Pantolonunu çıkardı, duşun altına girdi. Sıcak. Duş kabinini dolduran yoğun buhar, adamın siluetini silikleştiriyor, onu bir ruha, arınmış bir ruha dönüştürüyordu ama yüzündeki zevk ifadesi canlı ve belirgindi. Aleti hala elindeydi. Onu yıkamaya başladı. Sevgiyle. Her noktasına hassasiyetle dokunuyordu. Onu hem çok seviyor hem de ona saygı duyuyordu. Aletini bir nesne değil, kişilikli bir canlı olarak görüyordu. Sert ve parlak yüzeyine, kusursuz ucuna hayranlıkla dokundu; sonra sıkıca kavradı. Onu böyle kavradığı anlarda kendini güvende ve güçlü hissediyordu. Ah, güzelim benim. Birlikte başardıkları ve başaracakları, içerideki gibi, mükemmel işleri düşündü, düşledi. Gururla sırıttı.

Aleti tertemizdi artık.
Pırıl pırıl.
Banyonun beyaz fayans zemininde kandan bir spiral dönüyordu.
Kabinden çıktı, üzerine siyah bir bornoz aldı.
Aletini kuruladı.
Kılıfına sokup çekmeceye yerleştirdi.
Ve cesedi bodruma indirmek için yatak odasına geçti.

-

2005 - Kütahya

42
Diğer Fantastik Eserler / Kitap Hırsızı - Markus Zusak
« : 28 Ocak 2014, 16:21:56 »


Kitap Hırsızı
Markus Zusak
Çeviri: Selim Yeniçeri
Martı Yayınları
574 Sayfa

Markus Zusak’ın naif ve içten kitabı. İkinci Dünya Savaşı ve Nazilere dair zibil gibi kitap olmasına rağmen aynı arka planı kullanıp tekrara düşmeyen bir kitap “Kitap Hırsızı”. Asıl anlatmak istediği sözcüklerin büyüsü. Almanya’nın yarısına yakını neden Hitler’in peşinden gitti, onun zulmüne neden sessiz kaldı. Birçok sebep sayılabilir; lakin en önde gideni onun hatipliği, sözcükleri iyi kullanıp kitleleri istediği yöne sürüklemesi.

Hitler’in üst perdeden, acımasız, hoşgörüsüz sözcüklerine karşı Liesel Meminger’in kitaplarda bulduğu naif sözcükleri.
Kim kazandı dersiniz?

Annesi, Liesel’i ve erkek kardeşini, orada daha iyi olacaklarını düşünerek Almanya’nın Molching (bu yer yazarın hayal dünyasında var, aslında Almanya’da böyle bir yer yok) kentinde Himmel (Türkçe anlamı “gökyüzü” veya “cennet”) caddesinde yaşayan Hubermann ailesinin yanına gönderir. Oraya varırken tren yolculukları sırasında Liesel’in kardeş ölür. Onu bir tren istasyonuna gömerler. Kardeşinin defni sırasında mezar kazıcılardan biri bir kitap düşürür yere ve Liesel ilk hırsızlığını yapar.

Liesel
yeni ailesinin yanında başlarda sıkıntı çekse de zamanla alışır, okula gider,  yeni annesine yardımcı olur ve bir arkadaş edinir: Rudy Steiner. Rudy, temiz kalpli, yürekli bir çocuktur ve Liesel’den ilk gördüğü an hoşlanır, hatta bir öpücük bile ister.

Kitabın kalanını anlatmak keyif kaçıracağından, anlatıma geçsem iyi olacak: Kitabın çok hoş, sade bir anlatımı var. Cümleler kısa tutulmuş.  Zorlama benzetmeler, afili sözcük oyunları yok. En göze çarpan benzetmeler sözcükler üzerine: Sözcüklerin etkisi üzerine yazılmış bu güzel kitapta sürekli sözcükler “ağırlaşıyor”, “düşüyor”, “yuvarlanıyor”.

Hikâyemiz, “Ölüm”ün ağzından anlatılıyor. İnsanları anlamak noktasında sıkıntısı olan “Ölüm”ün merakı üzerine Liesel Meminger’in hayatına dâhil oluyoruz zaten. “Ölüm”ün iyi bir mizah anlayışı var ve yaptığı işten pek memnun değil. Anlatıcının hem her şeyi görebilen gözü hem de bize yakın bir kişiliği olduğu için farklı bir tatla hikâyenin içine giriyoruz.


Kitabın Türkçe baskılarına göz atacak olursak: Kitap ilk olarak 2009 yılında Encore Yayınları tarafından yayınlanmış. Çeviri Teri Erbeş’e ait.
Kitap 2012 yılında Martı Yayınları tarafından yeni bir çeviriyle yeniden yayınlandı. Çevirmen, Selim Yeniçeri. Benim okuduğum baskı budur.

Kapak tasarımı bakımından Encore Yayınları’nın daha özenli olduğunu söylemek lazım. Bu kapak, daha az şey anlatarak okuyucuda daha büyük bir merak duygusu uyandırıyor. Martı Yayınları’nın kapağı ise kitabın içeriğindeki her şeyi kapağa doldurmak niyeti taşıyor sanki. Özensiz, çirkin.

Çeviriye gelirsek: Teri Erbeş çevirisine sadece 5-10 sayfa bakabildiğim için yetkin bir karşılaştırma yapamayacağım ama genel kanaatim Teri Erbeş’in çevirisinin daha zevkli ve sıcak bir okuma sunduğu yönünde. Selim Yeniçeri, çevirisini sadakatten ödün vermeyerek yapmış ama kitabın okunurluğunu azaltan bir soğukluk var bu çeviride. Çok fazla çeviri yapan Selim Yeniçeri’nin hızını takdir etmek gerekiyor ama yayınevinin baskısı yüzünden mi bilmem çevirileri gittikçe otomatikleşen, duygusuz bir hal alıyor. Bu söylediklerim sizi korkutmasın çünkü şu an satışta olan Martı Yayınları’ı baskısının çeviri yönünden eksiği yok, rahatlıkla okuyup çok zevk alacağınıza eminim.

Bir çocuk kitabı sadeliğinde, bir yetişkin kitabı ağırlığında güzel bir eser “Kitap Hırsızı”. Okuyun; çocuklarınıza, kardeşlerinize okutun.


43

Barış Bıçakçı
İletişim Yayınları
136 Sayfa
2008

Barış Bıçakçı’nın o sade ve etkileyici yazısından çıkan güzel mi güzel bir kitap daha. Bazı yazarların hiçbir zaman sizi hayal kırıklığına uğratmayacağını bilirsiniz. Onlar hep iyi yazarlar, hep güzel şeyler anlatırlar. İşte Barış Bıçakçı öyle bir yazar benim için. Henüz tüm kitaplarını okumadım ama içimde bir his onun sözcüklerini, cümlelerini, kişilerini hep seveceğimi söylüyor.

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, önce ismiyle vuruyor insanı, öyle güzel bir seçim ki bu isim, bir intiharla birleştirdiğinizde kendi başına bir öykü oluveriyor.

Alıntı
“Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım diyeceğim. Öyle olsun.”
diyor genç bir kadın. Çünkü yere paralel giden insanların anlayamayacağı şeyler anlatır hep yere doğru dikine gitmek isteyen insanlar.

Can acıtan bir hikâye bu, ama salya sümük değil; kabullenilmişlikle olgunlaşan bir hikaye.
Başak intihar ettikten sonra herkes geçmişini, geleceğini ve yaşadığı anı sorguluyor. Başak’ın abisi Umut, Başak’ın annesi Türkan hanım, Başak ve Umut’un arkadaşları Abidin ve Nergis, Umut’un bir dönem birlikte olduğu Selma, Başak’ın sevgilisi Ahmet, Başak ve Umut’un büyükanneleri Nanna, Nanna üzülmesin diye telefonda Başak gibi konuşan Canan, her biri bu genç kadının intiharının nedenini anlamaya, onu anlarken de hayatı anlamaya, kendi hayatlarını anlamlandırmaya çabalıyorlar.

Tüm hikâye, geçmiş ve şu an içinde, Başak’ın intiharından önceye ve sonraya gidiş gelişlerle anlatılıyor. Roman kırka yakın bölüme ayrılmış ve her bölümün farklı bir anlatıcısı var. Okur olarak sürekli bakış açımız ve zaman kavramımız değişiyor. Okuyucudan etkin bir katılım bekliyor roman. Bir bölümde Umut’un, bir bölümde Başak’ın, diğerinde Abidin’in, Canan’ın, Ahmet’in gözünden dinliyoruz olanları. Bazen de yukardan, her şeyi gören bir anlatıcı üsleniyor hikâyeyi.

Bu zorlayıcı üslubu özellikle seçiyor Barış Bıçakçı bana kalırsa. O her şeyi anlatmayı, laf kalabalığı yapmayı, sürekli “bu okuduğunuz şeyi ben yazdım” demeyi sevmiyor. Anlatmadıklarını bizim düşünmemizi, hikâyeyi bizim kurmamızı istiyor. Biz okuyuculara her şeyi veren kitaplara alıştığımızdan bu ince kitabın anlatımını çözmek zaman alıyor haliyle.

Yine de bu karmaşık anlatım kitabın yoğunluğunu bir nebze seyreltiyor. Bunu söylemek lazım.
Barış Bıçakçı’nın kendini göstermeyi sevmeyen bir yazar olduğunu söylemiştim. Gerçek hayatta da bu böyle: İnternet üzerinde herhangi bir resmini bulamazsınız. İnternet üzerinde dolaşan resim Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı filmin yönetmeni Seyfi Teoman. Barış Bıçakçı, özel hayatında yaptığı bu seçimi kitaplarında da yapıyor, anlattıklarının arasında sesi neredeyse hiç duyulmuyor. Afili cümleler kurmaya çabalamıyor; onun kurduğu cümleler, kitaptan çıkarılıp alıntı olarak bir yere yazıldığında bir anda etkileyiciliklerini kaybederler. Onlar ancak kitabın sarsılmaz bütünlüğü içinde sizi mutlu eder, şaşırtır ve sarsarlar. O yüzden hep Barış Bıçakçı’nın bir kitabından alıntı yapmak istememle bundan vaz geçmem bir oluyor.

Lütfen okuyun, o kalabalık kitaplardan vakit ayırıp Bıçakçı’nın gösterişsiz ama sadeleştikçe kusursuzlaşan dünyalarına bir göz atın.

44
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Son Yaya - Ray Bradbury
« : 11 Ocak 2014, 21:08:35 »

Son Yaya - Ray Bradbury
Çevirmen: İrma Dolanoğlu
Nisan Yayınları
1986
80 Sayfa

Bir Ray Bradbury uzmanı olduğumu söyleyemem. Onun dünyasına sadece bir roman (Fahrenheit 451) ve bir öykü kitabı ile girdim (Son Yaya). Çıkarımlarım yanlı ve yanlış olabilir ama bu okumalar, bana Ray Bradbury’nin bilim kurgu veya fantastik hikâyeler yazarken işin insan tarafına daha çok eğildiğini gösterdi. Bradbury bize olağandışı bir hikâye anlatırken insanı insan kılan temel hislerin yok oluşundan doğan dehşeti daha iyi aktarabilmek için bu yolu kullanıyor bana göre.

Son Yaya adlı öykü kitabında da durum böyle. Kitabı oluşturan beş öykü, bilim kurgu öyküsünden çok korku öykülerine benziyor. Uzunlukları 10-20 sayfa arasında değişen bu kısa öykülerin hepsi de çok etkileyici. Her öykünün son sözcüğüne geldiğinizde kafanızı tavana dikip, aldığınız derin nefesi yavaş yavaş vererek derin düşüncelere dalıyorsunuz.

Öykülerin diline gelirsek: Çok güzel benzetmelerle etkileyici bir dil kuruyor Bradbury. Hassas, duygulara yönelik bir dil bu. Korku öykülerinde alışık olmadığımız nitelikte edebi bir dil. Bu dil hikâye bakımından etkileyici olan öyküleri bir kat daha etkileyici kılıyor.

Bu güzel kitabın çevirisinin de harika olduğunu, kitabın edebi üslubunun layıkıyla Türkçe’ye aktarıldığını belirtmeliyim. Birçok bilim kurgu eseri çeviren İrma Dolanoğlu bu türe hâkim belli ki. Kendisine bin minnet buradan.

Öyküleri teker teker ele almak istiyorum. Okuyacakların keyfini kaçırmamak için mümkün olduğu kadar az bilgi verip öykülerin bana düşündürdüklerine yoğunlaşacağım:

Sis Düdüğü: Bir deniz fenerinde çalışan McDunn ile devasa bir deniz yaratığı arasında geçiyor bu öykü. Yoğun bir yalnızlığı anlatan bu güzel öykü, kocaman bir yaratıkla insanın yalnızlıkla baş edemediği anlardaki çaresizliğini vurguluyor.

Küçük Katil: Bir annenin bebeğine karşı duyduğu yoğun korkuyu anlatıyor bu irkiltici öykü. Bu korkuların temeli kadının kafasında yarattığı kuruntular mı yoksa şeytani bir gücün eline geçen küçük bir bebeğin yaptığı şeyler mi? Öykünün sonuna kadar bunu öğrenemiyorsunuz. Annenin hislerini çok iyi anlatıyor Bradbury. Büyük bir merakla ve diken üstünde okuyorsunuz öyküyü.

Tırpan: Yoksul bir aile güzel bir çiftlik evini şans eseri buluyor ve oraya yerleştikten sonra aile reisi Drew Erickson’ın başına korkunç bir olay geliyor. Drew Erickson, evin önceki sahibinden acı bir miras alıyor. Tanrı inancına ve kadere dair derin bir öykü. İnsanı dehşet içinde bırakıyor.

Uzun Yağmur: Venüs’e iniş yapan dört kişilik bir ekip yoğun ve bezdirici bir yağmur altında yürüyorlar. Amaçları Venüs’te bazı bölgelere inşa edilmiş Güneş Tapınaklarından birine ulaşıp dinlenmek. Ama yağmur o kadar şiddetli ki mürettebat aklını yitirmek üzere. Sonuna Güneş Tapınağı’na ulaşıyorlar mı söyleyemem ama Bradbury’nin insanın en güçlü duygusu olan umuda olan yaklaşımına hayran kaldım. Adamlarının her birinin yağmura karşı gösterdikleri tavrı derin bir biçimde aktarmış Bradbury, kendinizi o ormanda, çamurun içinde bitkin ve bıkkın hissediyorsunuz. Bu öykü ayrıca Resimli Adam adlı derlemede de yer almaktadır.

Son Yaya: Kimsenin sokaklarda yürümediği bir gelecekte (M. S. 2052) akşamları yürüyüşe çıkıp düşüncelere dalan Bay Leonard Mead’in başından geçenler anlatılıyor bu öyküde. Onun tek isteği yürümek ve düşünmek; ama 2052’de herkes dev ekranlı televizyonları başında diziler, filmler, yarışma programları izleyerek hiçbir konuda düşünmeden yaşarken Bay Leonard Mead’in yaptığı bu masum edim, devlet için çok tehlikeli. Fahrenheit 451’in dünyasına benzer bir dünya sunuyor bu öykü. Ülkemizinin içinde bulunduğu yasaklar ortamında bu öykünün çağrıştırdıkları beni çok düşündürüyor.

45
Öncelikle ve ivedilikle belirteyim burada niyetim Azeri diliyle dalga geçmek, onların söyleyişlerinde mizah aramak değildir. Amacım eğlenceli bir tahmin oyunu oynarken unuttuğumuz kimi öz Türkçe sözcükleri birlikte hatırlamaktır.

Başlıyorum:

1- İtirilmiş simvol
2- Al qırmızı etüd
3- Rəqəmsal qala
4- Və dağlardan səda gəldi
5- Yüz ilin tənhalığı
6- Məhəbbət üç il yaşayır
7- Bozun əlli çaları
8- Siçanlar və adamlar
9- Şərq ekspressində qətl
10- Heyvanistan

Acaba hangi kitaplar? Yazarları kim?

Uyarı: Sakın sözlüğe bakayım demeyin! (güler)

Sayfa: 1 2 [3] 4 5