Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - kalemistik

Sayfa: 1 [2] 3
16
Kurgu İskelesi / Ynt: Mavi berenin öyküsü
« : 17 Eylül 2012, 12:28:04 »
Askeri konulara hakimsin çok belli. Hikaye de sular seller gibi akıp geçiyor henüz bir aksiyonu olmasa da. ancak bir kaç noktada hatırlatma yapma isteği duydum. Tolga karakteri için alkolik ve esrarkeş demişsin ancak, askeriye de, alkolik ve madde bağımlısı adamlar değil komando olmak, silah bile taşıyamazlar. bir çoğu pdrm denen rehabilitasyondan geçirilir hikayeden ve geri hizmette tutulurlar. hatta tüm askerliklerini elleri cepte dolanarak geçirirler desem  yanlış olmaz. olayın geçtiği yer itibari ile, öyle bir yere komando olarak gönderilmesi imkansız üstelki çavuş olması !!?

Ayrıca mayın temizleme işini askerler yapmaz. bu işi yapan özel firmalar mevcuttur ve onlara ihale edilir.

bir diğeride gözleri sorunlu olan asker. onun da komando olma şansı sıfırın altında. ayrıca komando seçmeleri diye bişey yoktur. acemi birliğinde komando eğitimi verilen birliklere gidilir, oradaki performansına göre ya komando olursun yada refüze edilip, başka birliklere gönderilirsin. yani komando olmak için ayrıca bir seçme seçilme durumu yok.

bunlar dışında hikayeni sekiz gözle bekliyorum. :)

madde 1 :) - maddeyi düzenli olarak kullanmadığı zaman bu anlaşılamaz. Dolayısyla sen alkol alan bir tipe benziyorsun diye kimse komandoluktan elenmez.

madde 2 - bizzat biliyorum ki uzman çavuşlardan oluşan bir guruh bu işi yapıyor onlarda asker olmuyor mu?

madde 3 - komandolar hep gece intikal ettiği için sonradan bir görme sıkıntısı çıkabilir. bu şekilde refize edilen yüzlerce asker var

madde 4 -komando seçmeleri diye bir şey vardır. bu sağlık kontrolü ile olur. acemi birliğine komando olarak gelmiş bir kişi detaylı bir sağlık kontrolünden sonra jandarma birliğine gönderilir. jandarma birliğinde komando olabilecek biriside  sağlık sorunu yoksa komando birliğine gönderilir. bu işlem acemi birliğine katılıştan yaklaşık 1 ay sonra yapılır.

Dediğin gibi konuya hakimimdir :)

17
Kurgu İskelesi / Ynt: Mavi berenin öyküsü
« : 17 Eylül 2012, 11:21:02 »
        İki kulağını dikmiş, simsiyah bir Alman Çoban Köpeği ile bakışıyoruz. Tabi ki rahatlıyorum. HK-33 tüfeğim şimdi biraz daha naif duruyor. Velhasıl, bu köpeğin biraz kahverengi taşıması gerekmez mi? Belki gece gözlerimi perdeliyordur diye yakından bakıyorum; ancak şimdi simsiyah olduğundan eminim.

   Köpek, taş duvarın etrafından dolanıp, nizamiyenin içine giriyor. Gözlerini bana dikmiş anlamlı anlamlı bakıyor yüzüme. Vücudu dik ve görkemli bir duruş sergiliyor. Bir manken gibi duruşunu gösterip, nizamiyenin bir köşesine kıvrılıyor. Hani çokta köpek seven biri olduğumu söyleyemem. Korktuğuma dair kalp çarpışlarımı da dinlemişimdir zaman zaman. Velhasıl, bu köpekte başka bir şeyler var: Hakiki bir asalet. Bu asilliğe hürmet, Soylu koyuyorum ismini. Sabaha karşı yanıma uğrayan Tolga’ya da söylüyorum. “Soylu, artık benim gölgem,” diyorum.    

   En nihayetinde güneş dünyanın bu tarafını hatırlıyor. Gelen gündüz nöbetçisiyle nizamiyeyi terk ediyorum. Soylu da tepenin yukarısındaki yıkık bir taş duvarın içine giriyor. Ona kahvaltımdan birkaç salam veriyorum. Şimdi benim göz kapaklarımın tembellik saati. Artık uyuyabilirim.

   Akşam yemeğine kadar odanın tozunu soluyarak uyuyorum. Yerde metin üstünde yatmak, kemiklerimin rahatlığına bire bir geliyor. Evindeki klozeti dahi özleyen birisi olarak, yatağım için aşk şiirleri yazabilirim.

   Yemekhaneye yaklaştıkça tanıdık bir koku seyir ediyor burnumda: Bulgur pilavı, kuru fasulye. Allahtan güzel yapıyorlar. Sinekler eşliğinde yemeğimi yerken Tolga da uyanmış giriyor içeri. Gözlerindeki sorun nedeniyle, bizimle dağa gelemeyen Tanju’ya takılıyor. “Rektefe! Nereye bakıyorsun? Rektefe… Hoop, buradayım.” Tanju “Git oğlum başımdan,” diyor. Birbirimize takılmak tek eğlencemiz bu günlerde.

   Ben yemeğimi yer yemez, aşçı arkadaşlarımdan bir parça salam dileniyorum. Soyludan bahsediyorum ve onun da artık bir istihkakı olduğunu söylüyorum. Beni kırmıyorlar tabi ki. Nizamiyeye gittiğimde Soylu ortalarda gözükmüyor. Arafat’tan nöbeti devralıp, onu yemeğe gönderiyorum. Gecelerin adamıyım ben. Gene karanlıkla çekirge sesleri arasına sıkışıp kalmaktan korkuyorum ki Soylu tüm asaletiyle çıka geliyor. Gene kulakları ve vücudu dik, anlamlı bir bakış atıyor bana. Sonra nöbet yerine geçiyor. Asaletine hayran, izliyorum onu bir süre. Sanki bir görev adamı gibi… Salamlarını esirgemiyorum bu görev adamından.

   İlerleyen saatlerde Tolga geliyor. “Nerede kaldın çavuş?” diyorum. “Malkoç’un burnunu ölçüyordum da haliyle uzun sürdü,” diyor ve beni gene kahkahalarla boğuyor.

   Tolga, bu sabah ilk tayfanın yeni karakola gittiğini ve 3 gün sonra sıra gececilerde olacağını söylüyor. Biraz erken olsa da başlarda olmak hoşuma gidiyor. Daha sonra en çok neyi özledin diyorum ona. O da “Babamı,” diyor. “Babam çok delikanlı adamdır! Girdiği yerde herkes önünü ilikler,” diye de ekliyor. Şimdi anlıyorum bu bıçkınlık merakını. Bizim çavuş hep babası gibi olmak istiyormuş meğer. Bir süre daha babasına olan hayranlığını anlatıyor. Bana dönüp “Ya sen?” diye sorduğunda, boğazıma bir yumru çöküyor. Merve’yi anımsıyorum hemen. Annemden ve babamdan bir adım önde geliyor benim için. O benim biricik aşkım. Acemi birliğinde Jandarma bölüğündeyken, komandoların:
Mavi…
Bere…
Helal…
Sana…
Diyerek, gururla yürüyüşlerini seyretmiş ve komando olmaya karar vermiştim. Komando elemelerine katılırken, bir parça Merve’yi düşünsem, umuyorum bu kadar kızmazdı bana. Usta birliğine ağlayarak göndermişti beni. Sanki canlı bir tabuta bakıyor gibiydi. Ondan bahsettim bir süre. Gecemiz, özlem ve birkaç tatlı hatıra eşliğinde sona erdi. Soylu da kafası patilerinin üstünde, bir insan edasıyla dinledi bizi.

Sabaha karşı Tolga gittiğinde, oturduğum yerde göz kapaklarım yenik düşmüş tatlı göz ağırlığına. Kafam duvara dayalı uyurken, çok geçmeden bir ıslaklık hissediyorum elmacık yanaklarımda.

18
Kurgu İskelesi / Mavi berenin öyküsü
« : 16 Eylül 2012, 17:56:45 »
         Yaz ayının, -sabahın ilk ışığında dahi- tenimi bu kadar sıcak tutmasını anlayamıyorum. Üzerimde tek bir yeşil fanila ile Ankara’da olsaydım titrerdim herhalde. Ancak, Tunceli-Hozat’ta bulunmaktayım. Unimogların açık kasasına yanlamasına oturmuş şekilde Çağlarca Köyü’ne gidiyoruz. Bölük Komutanı Üsteğmen Hüsnü Duran, burada yaklaşık 2 ay kalacağımızı söyledi. Görevimiz: Daha önce 43 defa basılan ve bunun akabinde -nihayet- akıl edilip boşaltılan, eski bir karakolun etrafındaki mayınlar temizlenene kadar, mayıncıların emniyetini almak. 43 defa basılmış bir karakol…

   Yolculuğumuz 1 saat kadar sürüyor. Karakolun ilk görüntüsü tüyler ürpertici. Camları kırılmış, harabeye dönmüş; üstüne üstlük köyün dibinde. Komandoluğun en önemli hususlarından, hâkimde -yani zirvede- olma politikasına ne oldu böyle? Bu karakolun 43 defa basılmış olmasına şaşmıyorum doğrusu.

   Unimoglar, karakolun bahçesine giriyor. “Araç in!” komutuyla, bir bir iniyoruz araçlardan. Yaklaşık 40 asker, 7 komutan varız. İlk işimiz kamyonetteki eşyaları indirmek. Daha sonra araçlar geri dönecekler. Uzun zamandır selamı sabahı kesen şansım “Merhaba,” diyor bugün. Murat Uzman, “Oktay! Sen nizamiye nöbetine geç! Arkadaşların eşyaları taşırken, emniyet al!” diyor. Seviniyorum haliyle! Zaten çok severim Murat Uzman’ı. Babacan bir adam olduğu gibi timimizin unsur komutanı olarak, her zaman hakkımızı savunmuştur. Timde kimin derdi olursa ona gider. En ağır cezayı da o verir, en vefa duyulası komutan da odur hani.

   Elde HK-33, geçiyorum nizamiyeye. Nizamiye dediğimde üstüne sac gerilmiş, tahta ve taşlardan yapma, fare kapanı gibi bir şey. Hani bir roketlik işi var.

   Karakol, minik bir tepenin yamacında kurulmuş. Ama oldukça minik… Öyle ki tepenin yukarısına varmak 1 dakika bile sürmüyor. Bu tepeninde üstünde, dört bir yana bakan 4 nöbet kulesi var. Karakol telleri, bu tepeyi de içine alıyor. Tepenin arka tarafı ise mayın tarlası… İşte bu bölge mayından arındırılacağı için buradayız. Bu taraf ise köye bakıyor. Köy evleri 100 metre sonra başlıyor. Oldukça yakın. Karakolu bu hale getiren köylülere, pek güvendiğimizi söyleyemem. 10 haneli bu köye, belki de mezra demek daha doğru olur. Ancak adı bu: Çağlarca Köyü!

   Bulunduğumuz yer, yeni karakolu da görüyor. Baskınlardan dolayı taşınan karakol, yaklaşık 400 metre ileride bir tepenin en zirvesinde. Mantıklı olanda bu görünüyor. Aramızdan 10 asker, 3 günlüğüne bu yeni karakola gidecek. Daha sonra onlar inip diğerleri gidecek. Bu şekilde temizlenme ve 3 günlüğüne de olsa yatakta yatma şansımız olacak. Evet! Yatağımız yok. Sadece komutanlar için 7 adet istihkak sağlanmış. Askerler yerde, metin üzerinde yatacak. Buna ve harabe karakola rağmen, hiçbir arkadaşımın şikâyetçi olduğunu görmedim. Oldukça özveriliydik.

   Arkadaşlarım, sırasıyla yemekhaneyi, komutanların yatakhanesini, bizim viranemizi temizliyor. Sonra eşyaları taşıyorlar. Bu arada sivilde aşçılık görmüş 2 asker yemek hazırlıyor.

   Karakol 3 parçadan oluşmakta: Büyük ve geniş yemekhane-depo bölümü, komutanların yatacağı bölüm ve bizim yatacağımız bölüm. Yatılacak bölümler, birer köy evini andırıyor. Yemekhane ve deponun bulunduğu bölüm ise bir okul gibi, ince ve uzun bir yapı… Bende bu yapının hemen yanındaki nizamiyede yeni karakolun bulunduğu tarafı gözetliyorum.

   Akşama doğru -nihayet- her şey tamamlanıyor. Yemekhaneden bulgur pilavı ve kuru fasulye kokusu, guruldayan mideme inat burun deliklerime doluyor. Önce, onca işi halleden arkadaşlarım karınlarını doyuruyor. Murat Uzman akıl etmese, bana yemek getiren olmayacak hani. Bütün gün aç kalmanın verdiği göz açlığıyla saldırıyorum tabldota. Bir sineğe dahi düşecek bir lokma bırakmıyorum.

   Hüsnü Üsteğmen’in emriyle, gece nöbeti de bana ve diğer gündüz nöbetçilerine kalıyor. Diğer arkadaşlarımız, gün boyu yoruldukları için haklıca bir durum. Zaten görevlerden alışığım uykusuzluğa. Dağın ötesinde terörist olduğunu bilerek uyumak pek mümkün olmuyor.

   Akşam boyunca, gece çavuşu Tolga’dan başkası uğramıyor yanıma. Tolga, ufak yüzlü, her asker gibi kısa saçlı, yüzünde daha önceden geçirdiği trafik kazasında oluşmuş dikiş izleri olan, benim gibi 1.77 boylarında, sert bakışlı, karizmatik bir çocuk. O her zaman sert çocuğu oynar, psikopat takılır, esrarkeş ve alkol düşkünüdür; ancak bu kötü alışkanlıklarını yapamaz askeri nizam içerisinde. Birde çok esprili bir çocuktur. Burnu çok uzun olan tim arkadaşımız Malkoç’a “Bana bak! Sen limana gemiden önce giriyormuşsun. Doğru mu lan?”  deyişi hâlâ aklıma geldikçe gülmeme sebep olur. 24 saatlik nöbette böyle komik bir adamdan daha iyisi olamaz. Biraz hoş sohbetten sonra, o da gidiyor yanımdan. İlerleyen saatlerde gecenin karanlığıyla, çekirge seslerinin arasında sıkışıp kalıyor yalnızlığım.

   Elimde dürbünle, ayın kraterlerinin muazzam görüntüsünü izlerken, tahta ve taştan oluşmuş nizamiye kapanının dibinden bir ses geliyor. Kulağımı çekirgelerin sesinden soyutlayıp, o yöne odaklıyorum. Hışırtıları, ot ve sürünme sesi olarak algılıyorum. Hk-33’ü hiç bu kadar saygıyla tutmamışımdır. Kafamı taş duvarın üstünden uzatıyorum ve aşağı bakıyorum.

19
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 15 Eylül 2012, 00:15:42 »
   Kafatası, alelacele sardığı parmağına göz iliştirdi. Yara bandının altından sızmaktaydı kanı. Bir dil attı; ancak beğenmedi kendi kanının kekremsi tadını. Yağmur damlalarının omuzuna çarpışlarıyla, tepenin yukarısına doğru yol alıyordu; kuzgunları, kızı Yosun’un peşinden gitmeye ikna etmeliydi. O an, aklının kıvrımlarına yerleşen tek mantıklı düşünce buydu. Karadan, fazlaca zaman kaybetmeye gerek yok, diye düşünmüştü.

Kuzgunların bulunduğu tepeye vardığında, Leş Mağarası’ndan çıkageldi Kral kuzgun. Kral Kuzgun, simsiyah tüyleri, tehditkâr gözleri ve heybetiyle korku salardı insanlara.

Kafatası, başına gelenleri anlattı hemen. Yosun’u bulup, kendi ellerine getirmelerini istedi. Daha önceki anlaşmalarında olduğu gibi, bolca leş vadetti. Kral Kuzgun sorun çıkarmadı. Tabi, bu yağmurda uçamayacaklarını söyledi. Yağmurun, öfkesinin bitişini bekleyeceklerdi. Bir süre konuk ettiler, saçları dökülmüş, yaşlı Kafatasını. Fazla sürmeden, bulutlar ayrıldılar birbirlerinden. Kral Kuzgun, kargalarını her bir yana payladı. Kafatası, tarif etti Yosun’u: Porselen yüzlü, siyah saçlı, ela gözlü şeytanın ta kendisi!

Kargalar, ormanın üstünde Yosun avına çıkarken, Kafatası evine geri döndü. Kapıyı araladığında, Çakıl’ın gözleri açık, hareketsizce yerde yatışını izledi. Şaşkınlıkla yanına koşarken, alnındaki not kâğıdı dikkatini çekti. Hafif pembe tonunda, ortasında küçük bir kurbağa resmi yer alan kâğıtta şöyle yazıyordu: “Merhaba, ben GÖRÜNMEZ!”

Kafatası, öfkeden deliye döndü! Önüne geleni alıp duvara fırlattı. Çakıl, Kafatasına en sadık olandı. Katana’yı çıkarttı ve hınçla vurdu Çakıl’ın cansız bedenine. Öfkeyle vurdu, zevkle yedi! Nereden bilebilirdi ki: Yosun, bir seri katile âşık olmuştu. Normalliği arzulayan kalbi, anormalliğe vurulmuştu sebepsiz. O seri katil de gelip, Yosun’un intikamını almıştı; minik bir Zehirli Ok Kurbağası ile.

Kafatası, Çakıl’ın cesedinin altından çıkıp, zıplayarak kapıya yönelen bu kurbağayı fark etti. Ne olduğunu anlamak için kurbağayı eline aldığı anda, saniyeler içinde kasılarak can verdi. Aklın ölüme sevdasını anlamak oldukça güçtü!

20
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 11 Eylül 2012, 15:48:25 »
yorumlarda belirtildiği gibi diliniz gerçekten şairane. tebrik etmek boynumuzun borcu lakin, dile odaklanırken, kurguyu da unutmamak lazım. öykünüzün devamını sabırsızlıkla bekliyorum.

Doğru söylüyorsunuz. Amacım kurguyu yalın bırakmamak. Başarabilirsem ne ala...

İlginize teşekkür ederim.

21
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 11 Eylül 2012, 11:20:37 »


Kaç yaşında ya da ne işle meşgul olduğunuzu bilmiyorum.
Fakat şiire ve kelime oyunlarına fazlasıyla ilgili olduğunuzu düşünüyorum. Ya da bu sadece yansıyandır, bilmiyorum.

Henüz yeni yeni forumda gezinme fırsatı bulmuş biri olarak hikayenizdeki şairselliği -Bkz: kelime uydurabilme konusunda abartıya kaçmak- ve akıcılığı oldukça etkileyici buldum. Zira çoğu hikaye kelimelerin gizeminden çok olayların gizemi üzerinde ilerler ki bu son zamanlarda başkalarını bilmem ama benim fazlaca canımı sıkmaya başladı. Kullandığınız dil cidden hoş, okunası... Sadece bazı yerlerde dikkat edilmesi gereken zaman kavramları üzerinde biraz daha durursanız hikaye seyrini yakalar.
Emeğinize sağlık.




Değerli yorumunuzdan dolayı teşekkür ederim. Gurur duydum!

Bu arada yaşım: 23. Belirteyim... :)

22
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 09 Eylül 2012, 21:18:33 »
Kelime seçişinizi gerçekten beğendim. Konuyu arka plana atıp dile odaklayabilmişsiniz okuyucuyu. Ben bunu ciddi bir başarı olarak görüyorum. Ayrıca okurken sürekli Oliver de Sagazan'ın Performans gösterileri aklıma geldi.

Dile bir parça önem vermek istiyorum. Bu fark ediliyorsa güzel.

Zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

23
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 09 Eylül 2012, 01:04:22 »
Şömine, doğanın soğuk direncini kırmaya çalışıyordu. Biraz odun biraz ısı, biraz daha odun ve biraz daha ısı…

Kafatası, çocuklarına Katana eşliğinde organ pay etmekteydi. Tezgâhın üstü kadavra parçacıklarıyla doluydu; odaya ağır bir kan kokusu yayıyordu. Oğlu Çakıl’ın gözleri fıldır fıldırdı da kızı Yosun gene sakilliğini koruyordu. Çakıl, “Baba, bana en güzel yerinden ver! Ciğere bayılırım; bilirsin!” dedi. Kafatası severdi oğlunu. Her zaman kendi yemez, ciğeri oğluna ayırırdı. “Yürekte kızıma…” dedi. Kuruttuğu derilerden yaptığı sigarasından, boğazı kanser olmuşçasına bir ses çıkarırdı: Kalın ama acı çekercesine konuşurdu. Bu ses tonuyla: “Birde babanı beğenmezsin kızım. Şu kendime aldığım parçaya bak: Bir tutam bağırsak!” diye serzenişte bulundu.

Yosun, hep normal birisi olmak istemişti. Normal bir isim, normal bir yemek, normal bir hayat… Olağan bir okul hayatını çok isterdi. Hiç olmayan bir okul hayatından katbekat yeğdi.

Kafatası, kızının önüne yüreği, bakır bir kabın içinde koydu ve çekildi. Şömineye birkaç odun salladıktan sonra, bağırsakları sosis edasıyla yemeye koyuldu.

Şöminenin ateşi, Yosun’un porselen beyazlığındaki yüzüne sarı gölgeler indirdi. Soluk siyah renkteki saçlarına, can katmak ister gibiydi. Yosun ise ela gözleriyle yüreği süzdü. Hâlâ üzerinde annesinin kanı vardı. Annesinin kanı, annesinin yüreği…

Yosun, anarşist ruhunu annesinden almıştı. Annesi de yıllar sonra ilk defa Kafatasının düzenini bozmaya çalıştığında, bir piknik masası üstünde veda etmişti hayata. Kellesi de ormanda bir yerlerde olmalıydı hâlâ. Annesi gibi o da Etobur ailenin bir ferdi olmaktan kaçınıyordu. Kafasına koymuştu artık: Bu evden, bu adamdan kaçacaktı.

Daha önceden cebine koyduğu minik çöp torbası parçacığını çıkardı. Yüreğin üstündeki kandan bir parmak çalarak, ağzına buladı. Yüreği, bu çöp torbası parçacığına sardı ve cebine koydu. Daha sonra “Afiyet olsun!” diyerek odasına çekildi.

Bu kan mezrasından kaçabilmek için, her şeyi olağan yapması gerekiyordu. Annesine yapılana sessiz kalışı bundandı.

Annesinin yüreğini, komodinin üstüne bıraktı. Ahşap evin duvarına vurarak esaslı bir ses çıkarttı. Hemzemin odasının penceresini açtı ve dışarı atladı. Daha sonra da pencereyi arkasından çekip kapattı.

Kafatası, hemen odaya damlamıştı bile. Şöyle bir göz gezdirdi odada. Komodinin üstündeki yüreği gördü; eline almak için yanaştı. Yosun’un yüreğin içine sakladığı neşteri fark etmedi ve acı nidalarıyla yüreği alışıyla fırlatışı bir oldu. Bağırıyor ve küfürler savuruyordu. Çakıl, hemen odaya koştu ve parmaktan sızan kızıl kanı gördü. Kan, coşkuyla terk ediyordu bedeni: Hiç orada var olmak istememişçesine.

Yosun, memnun bir gülümseme çaktı pencerenin köşesinden. Selam etti coşkulu kana. Akan kan gibi aktı özgürlüğüne. Hiç orada var olmak istememişçesine.

24
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 07 Eylül 2012, 19:39:31 »
Eleştirileriniz için teşekkür ediyorum. Eksik olmayınız!

25
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 07 Eylül 2012, 16:54:51 »
Vaybe. O kafanın yolculuğuna hayran kaldım. Devam ettirseydin sıkılmadan okurdum emin ol. O kanı içmesi etleri yemesi olayını pek beğenmediğim fakat beğenmemin sebebi kötü yazman değildi. Sadece irenmemdendi. Çok kısa olmuş ve bir şey eksik sanki devamı? :)

Aslında minimal bir öykü yazmak istedim. Biraz kaptırmışım sanırım. Dolayısıyla bir kurgu bekleniyor devamında. Belkide devamı gelir.

Bu arada midenin kalkmasına sevindim! :)

26
Kurgu İskelesi / Katana +18
« : 07 Eylül 2012, 16:07:59 »
   Gözlerini, karanlığın esintisine doğru çevirdi. Rüzgârın, ağaç dallarını üzerine esnetmesinden hoşlanmamıştı. Bir gıdım daha yalnızlık arzulamaktaydı. Bu gece buna ihtiyacı vardı. İhtiyaç, âna ve zamana göre farklılık gösterirdi. Bu an, yalnızlığa meyilliydi.

   İki eliyle Katana’yı siyah tsuka-sından kavradı. Soldan sağa yarım sekiz çizdi ve ani bir hamleyle indirdi.

        Elleri ve ayakları bağlanmış kadın, yaşlı gözlerle Katana’nın ölüm dansını izliyordu. Sanki kılıcın keskin tarafı, ağır ağır geliyordu, kıldan ince boynuna. Ağlamaya fazla vakti de olmadı zaten. Katana, işini çok çabuk halletti. Gövdesini, piknik masasının üstünde bırakırken, kellesini de yamaç aşağı yolculuğa çıkardı. Özgür kelle, toprak ve kandan çamur yaptı kendine; çamurla oynaya oynaya gezdi, eğimli ormanda. Bazen birkaç çam iğnesi de eşlik etti ona. Biraz takılıp, ayrıldılar; fazla kalmadı çam iğneleri. Özgür kelle, dereye kadar yuvarlandı. Çamurdan sıkılmıştı herhalde(!).

   Gövde, öylece piknik masasının üstünde kalmış, artık gerek duymadığı kanı boşaltıyordu. Suyun, kesilmeden bir an önceki hâli gibiydi: İnce ve süreksiz. Katana sahibi, musluğa dayanır gibi dil uzattı bu kan çeşmesine. Kana kana içmek istiyordu; ama akıntı çok tıknazdı. Bütün boğazını doldururcasına kan içmek için, masanın altına oturdu ve iyice uzandı. Gövdeyi gömleğinin yakasından tutup, aşağı sarkıttı. Kan daha bir gürleşti. Katana sahibi, gülümsemeler arasında kafayı buldu. Kan damlaya düştüğünde, sırtını masanın oturaklarına dayadı. Kan sarhoşu olmuşçasına kala kaldı orada. Gülümsemeye devam ediyordu. Kırmızıya boyanmış dişleri, birer nar tanesini andırıyordu.

   Günlerce kuru kalan ağzı, kan görmüştü nihayet! Şimdi biraz yemeklik zamanıydı. Katana ile bedeni parçalara ayırdı. Havada bir sekiz işareti ve hep tek hamle. Katana’nın en sevdiği yanı buydu: Tek hamle! Özenle hazırladığı etleri, el arabasına koyup Etobur çocuklarına götürebilirdi artık.

   Etobur aile için inanılmaz bir ziyafet akşamıydı. Baba, çocuklarının yüzündeki mutluluğu görmek için sabırsızlanıyordu!
   

27
Kurgu İskelesi / Şeytan ve muşta
« : 29 Ağustos 2012, 18:59:16 »
-Bebeğinin kanı… Bu kadar basit!  Sadece onun pak kanı…
-Anlaşıldı efendim!
   Adam, bebeğin boynuna, esaslı bir kasatura darbesi indirdi. Bebeğin başı, boynundan merhametsizce ayrıldı: Hiç arkasına bakmadan. Kan, gecenin boğuk siyahını karamsar bir kırmızıya buladı.
   Yıldırım’ın esmer teni, siyah kıvır kıvır saçları ve kömür siyahı boncuk gözleri, bu boğuk siyahın perdesinden rahatlıkla faydalanıyordu. Korkuyla izledi, iki adamın havada oluşturduğu ebruliyi! Eşi haklıydı; Muşta, vardı…
   Şeytan, Zehir adını verdiği yüzükler var etti. Yeryüzüne azami kötülük yayma hülyalarındaydı. Bu yüzükleri, kötülüğü putlaştırmış “kaybetmişlere”  bağışlıyordu. Bu kaybetmişlere de “Muşta,” diyordu. Muştalar, yüzüğün ucundaki iğnede var olan, “sonsuz kötülük esansını” iyiliği putlaştırmış “inanmışlara” batırıyordu. Böylece daha fazla kötülük… Ve daha fazla kötülük…
   Tanrı, bütün bunları da test olarak gördü. Elleşmedi, izlemekle yetindi. Elbet kötülüğe hizmet edenlere azap, iyiliğe secde edenlere vahap vardı.
   Yıldırım, beyninin uzun belleğine kaydettiği resmi hatırlayarak, salınıyordu sokaklarda. Ellerini, siyah polarının cebine koydu. Kafasını kaldırımla empatik öne düşürdü. Kapalı dükkânların tabelaları, loş bir gölge indiriyordu bedenine. Eşinin söylediklerini çıkarıyordu bir bir, aklının odalarından. Eşi ona, şeytanın hain; ama küstah planını anlatmıştı. Şeytan eşini de Muştalar’a dâhil etmek istemişti. Üstelik Muşta olabilmek için, kötülüğü putlaştırmış bir “kaybeden” olmak gerektiğini de söylemişti; ama ne gibi bir kötülük yapmıştı ki? Neyi kaybetmişti? Zihnini kurcalayan soruların cevabını arıyordu.
   Eşini öldüren de büyük ihtimalle: Şeytan yâda ona hizmet edenlerdi. Muşta olmayı katiyen reddetmişti eşi. O gün, ay yüzünü göstermeden ellerine düşmüştü cansız bedeni. Ne pahasına olursa olsun, öğrenecekti bu kaybetmişliği. Cansız bedenin öcünü almak ve kötülüğün sebebini öğrenmek… Bunu yapabileceği tek yöntem ise: Muşta olmaktı.
   Yıldırım, kafasını kaldırdı; karşıdan gelen sarışın güzel bayanın, fermuarı açık sırt çantasına bıraktı bombayı. Bu sarışını, gittiği bir barda görmüştü. Konsomatris kız, birkaç adımlama sonrasında varacaktı o bara. Vardı da…
   Yıldırım telefonunu aldı kederli ellerine. Ölümü aradı. Aramayla birlikte bomba arz-ı endam etti gökyüzünde. Şarapnel parçalarına, et parçaları eşlik etti. Gene kırmızı, gene siyah, gene ebruli…   
   Yüzünde tebessüm belirdi, genç adamın! Hedeflediği gibi, onlarca insanı gönderdi meleklere. Kaybetti masumiyetini. Artık o da bir “kaybedendi”.
   Sabah uyandığında Zehir’i –yüzüğü- buldu başına paralel komodinde. Hedeflediği gibi “Muşta” olmuştu artık.
   Eşinin anlattığı üzere: 2 Muşta birbirine ters düşerse, Muştalık düşecekti. Azami kötülük sona erecekti. İnsani kötülük kalacaktı geriye. En önemlisi: Biricik eşi ne kötülük etmişti yahu? Bu soruyu sormak için, şeytanı karşısına alması gerekiyordu.
   Gece yarısı olduğunda, tekrar parselledi sokakları. Yüzük, dün geceki Muşta’ya çekiyordu onu; zihnini etkiliyordu. Caddeyi boydan boya geçtikten sonra, köşeden dönen Muşta’yı gördü. Ara bir sokağa girmişti. Yıldırım, sadık bir gölge gibi tamda dibindeydi. Tekinsiz sokağın, sessiz atmosferindeki bir çift ayakkabı sesini, çekti çıkardı Muşta’nın kulakları. Arkasını döndüğünde, Yıldırım’ın sol işaret parmağındaki Zehir’i gördü: “Senin ne işin var bu bölgede?” dedi. Yıldırım tersledi: “Hepimizin azabına müşkül olmaya geldim” diyerek. Yıldırım, Muşta’nın tedirgin suratına, kendi suratından bir tebessüm selam etti! Yüzüğün ucundaki iğneyi, Muşta’nın teniyle buluşturdu. Anbean, yüzükler toz olup ufalandı: Aheste aheste. Muştalık düşmüştü.
   Yüzük tozu kokusunu, içine çekti Yıldırım. Gururla arkasını döndü. 1 metre kadar ileride, bir çift kırmızı göz gördü; öfkeli, intikamcı, hesapçı…
-Tam da hayallerdeki gibisin: Alabildiğine kırmızı, alabildiğine öfkeli!
-Hayallerindir, seni ölüme denk getiren.
-Alabildiğine Şeytan!
-Azami kötülüğümü yerle yeksan edip, hayatına devam edeceğini sanıyordun demek?
-Sanmak, ummaktır. Benim umduğum ise iki şeydi: Biricik eşimin intikamını almak ve hangi kötülüğü yaptığını öğrenmek.
-Sen hâlâ biricik eşim mi diyorsun, –kibirli bir kıkırdamayla- hah, dedi! Seni aldatan karına? Hah!
Yıldırım, öfkeden mantığına “elveda” dedi. Doğru muydu bu? Gözleri titreyerek, bir iki damla gözyaşı saldı yanaklarına!
-Lütfen! Yalan olduğunu söyle! Yalvarırım…
-Oradan, sana yalan söylemeye muhtaç olduğum gibi bir görüntü mü görüyorsun? Asla! Ben kaybedenleri alırım yanıma. Senin karında kaybetti! Masumiyetini kaybetti! Onun suçu: Kocasını aldatmak ve sevgilisini öldürmekti.
   Yıldırım, nemden Şeytan’ı göremeyerek, başını öne eğdi: “Sevgili?”. Umutsuz bir şevkle koştu, caddenin ortasına. Koca bir “vesselam,” dedi hayata. Hayat da uğurladı onu. Toprağını bol tutarım diye de söz verdi.

28
Kurgu İskelesi / Ynt: Ruhun gemisi
« : 29 Ağustos 2012, 18:57:48 »
Selamlar,

Güzel ve orijinal fikirlerle dolu kısa bir öykü olmuş. Ruh gemisi fikrini ve olayı rüyalarda dolanan ruhlara bağlamanızı sevdim.

Bununla birlikte Althar'ın yorumuna katılmadan da edemeyeceğim. Koşa koşa giden bir hikaye olmuş öykünüz. Bir bakıyoruz Timur adından bir kaptanla karşı karşıyayız. Sonra birdenbire Zihin Odası denilen bir yerdeyiz İşin kötü tarafı ise haklarında hiçbir bilgiye sahip olmayışımız. Bir de üç nokta işaretini çoğu yerde gereksiz kullanmışsınız, ona da dikkat ederseniz iyi olur.

Elinize sağlık...

Eleştirilerinize teşekkür ederim.

29
Kurgu İskelesi / Ynt: Ruhun gemisi
« : 28 Ağustos 2012, 20:15:24 »
Resimlerde belli yerlerde renk geçişlerinin sert olması normaldir de bazı yerlerde de geçişleri yumuşatman gerekir hani. Hani bir de bazen dizilerin özetleri yayınlanır ve sen bunun özet olduğunu önceden bilmesen bile ekranda gördüğünde hemen bunun özet olduğunu anlarsın, arada bir şeyler yoktur, eksiklik hissedersin. Bu öykünde bence geçilerin sert. Yani arada anlatılması gereken şeyler vardı da sen bunları hızlı geçtin diye düşünüyorum. Mesela bu aşka daha çok zaman ayırmalıydın ve iki kişinin duygularını ve durumunu biraz daha bilmeli, yaşadıkları duygulara biraz daha yaklaşabilmeliydik. Yani kahramanlar bize iyikötü-azçok bir şey ifade etseydi çok daha iyi olurdu. Hikayelerini yazdıktan sonra dinlendiriyor musun bilmiyorum, belki gerek duymuyorsun ama ben genelde ilk yazımın sonrasında baştan hızlı bir okuyup hem genelde nasıl olmuş hem de yazım hataları var mı diye bakarım. Sonra bir iki gün ara verip geri döner tekrar okurum. Böylece ilk anda göremediğim bazı şeyleri görme şansım artıyor, araya bazı cümleler ya da paragraflar sıkıştırıyorum, mantık hataları varsa yeniden yazıyorum vs.
Uzun lafın kısası biraz hızlı gittin gibi geldi. İlginç bir konuydu, eline sağlık. Yazmaya devam et.

Bende aceleciliğimle, fikirlerimi harcadığımı düşünüyorum. Biraz önce kafamdaki konuyu anlatıp, bitirmek istiyorum. Dediğin gibi daha yumuşak yazmayı becerebilmeliyim.

30
Kurgu İskelesi / Ynt: Korku Tüneli
« : 28 Ağustos 2012, 12:10:19 »
Hayal gücün çok gelişmiş. Biraz kelimelerle oynamanı tercih ederim. Bu seni daha ileri götürür, diye düşünüyorum.

Sayfa: 1 [2] 3