Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Denaro Forbin

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 119
16
Liman Kütüphanesi / Ynt: Fuar Raporum :)
« : 19 Kasım 2016, 00:32:33 »
Ben de ufak tefek bir şeyler yazayım fuar hakkında.

Geçen hafta pazar günü ve bugün olmak üzere 2 gün gittim. İlkinde forumdan TheWalkingIdeas ikincisinde ise Bengü ve magicalbronze nickli üyelerle gezdim. Genel olarak indirimler berbat. Ama bazı yayınevlerinde gerçekten çok ilgili ve iyi insanlar vardı. Monokl, April, Marmara Çizgi, Sel, Deli Dolu ve tabii ki İthaki'den harika indirimler ve hediyeler aldık.

Bilimkurgu alanındaki son gelişmelerden bahsedeyim biraz.

Alfa Yayınları daha önce Türkiye'de hiç yayımlanmamış bir Philip K. Dick basacak 2017'de. İsmi ve hatta kapağı bile hazır: Sizi İnşa Edebiliriz (We Can Build You).

Büyülü Fener Yayınları'ndaki görevliler Philip K. Dick toplu öyküleri için sürekli üzerinde çaışıyoruz, yakında çıkacak tarzında cümleler kurmalarına rağmen, yine "kesin" bir bilgi alamıyoruz malesef. Sanırım geriye kalan 3 cilt yalan olacak.

April Yayınları ve Can Yayınları Kurt Vonnegut kitaplarını bölüşmüşler biraz ama Otomatik Piyano'nun henüz nereden çıkacağı belli değil. Kimse net bir şey söylemiyor. Sevdiğim bir roman ve daha çok kişinin okumasını istediğim için kimin yayımlayacağını merak ediyorum ister istemez ama Can Yayınları vazgeçmeli bu sevdadan, hepsinin April'de olması beni daha çok mutlu eder. April çalışanları umutlu konuştu yine de. Buna ek olarak, İthaki Bilimkurgu Klasikleri'nden çıkması da gündemde ama bu ihtimal çok zayıf.

Sel Yayınları'nda editörler ile güzel bir sohbetin ardından Ballard'ı çok sevdiğimizi anladılar doğal olarak ve müjdeleri art arda sıraladılar. Açıkçası Sel'e gitmemizin en büyük nedeni Ballard'ın distopik üçlemesini (The Drowned World, The Burning World, The Crystal World) basmalarını rica etmekti, yeni yayın dönemi katalogunda görünce bir hayli sevindik. Buna ek olarak, sayelerinde harika bir yazar daha keşfettik.

İthaki'ye geldi sıra. Daha önce de söylendiği gibi Vakıf dizisi Bilimkurgu Klasikleri'nden değil, farklı bir seri olarak çıkacakmış. Bu haber beni üzse de, yeniden basılacak olması sevindirici elbette. Ayrıca Asimov'un telif sorunu tamamen çözülmüş, istedikleri her kitabını basacak durumda şu an İthaki. Frankenstein ve Biz'in de klasikere geçirilmesi söz konusu. Bunlar nispeten tahmin edilecebilecek haberlerdi fakat klasiklere eklenecek yeni yazar ve kitaplardan bir şeyler öğrenmemize rağmen yayınevinin resmi duyurularından önce burada yazmam doğru olmaz.

Şimdilik bu kadar.

17
Televizyon / Black Mirror’ın 3. Sezonuna Genel Bir Bakış
« : 17 Kasım 2016, 21:32:19 »

Black Mirror’ın 3. Sezonuna Genel Bir Bakış

İlk olarak 2011 yılında İngiliz Channel 4 kanalında 3 bölüm şeklinde seyirciyle buluşan mini dizi, ardından 2013 yılında 3 yeni bölüm ile devam etmişti. 2014’ün sonunda gelen noel özel bölümü ile toplamda 7 bölüme ulaşan Black Mirror, uzun bir aranın ardından 21 Ekim’de 6 bölümle ekranlara geri döndü. Fakat artık salt İngilizler’e ait bir yapım olmadığını da eklemek gerek. Dizi bundan böyle Amerikan internet televizyonu Netflix‘te yayın hayatına devam edecek. Dizinin geride kalan 7 bölümü hakkında daha detaylı bilgiler için şu yazımıza göz atabilirsiniz.

Dizinin yaratıcılarından Charlie Brooker‘ın halen daha bölüm senaryolarını yazıyor olması Black Mirror’ın geleceği adına oldukça önemli bir haber. İlk 2 sezonu da düşündüğümüzde distopya alanında böylesine başarılı bir senaristin elinden çıkacak olan kurgular son derece ürkütücü ve 3. sezonda da şahit olduğumuz üzere, aynı etkisini korumaya devam ediyor. Kimi bölümleri tek başına yazan Brooker’a, bazı bölümlerde ise farklı senaristler eşlik ediyor. Fakat her bölümün hikayesinde parmağı olduğunu bilmek dizinin sıkı takipçileri tarafından iç rahatlatıcı bir durum.

ABD-İngiltere ortak yapımına bürünen Black Mirror’da bundan böyle Hollywood oyuncuları görmemiz de haliyle kaçınılmaz olmuş durumda. Önceki bölümlerdeki İngiliz soğukkanlılığını ve aksanını zihinlerimiz arasa da, kaliteli oyuncuların dizide boy göstermesi bir nebze olsun bizi bu tip düşüncelerden uzaklaştırmaya yetiyor.

Bölümler ekseninde 3. sezonun “kara ayna”larına tek tek bakalım.

Nosedive


Hikayesinin Charlie Brooker’a ait olduğu 1. bölümün senaryosunu kaleme alan kişiler Rashida Jones ve Michael Schur. Joe Wright’ın yönetmen koltuğunda oturduğunu gördüğümüz bölümün başrol oyuncusu ise Bryce Dallas Howard.

Nosedive, 2 yıla yakın bir süredir beklediğimiz yeni Black Mirror sezonunun ilk bölümü olması ve konusunun da sosyal medya olması sebebiyle bir kara mizah örneği olarak sosyal medyada büyük bir hızla yayıldı. Pastel renklerle bezeli olan bölüm, ilk etapta 2013 yapımı Spike Jonze imzalı “Her” filmini anımsatıyor. Üstelik filmle bağlantısı bu kadarla da sınırlı değil. Yakın bir gelecekte geçen Her ile Nosedive teknoloji ile iç içe geçen insan yaşamına odaklanıyor. Tıpkı filmdeki gibi Nosedive’da da ekranda görünen herkesin elinde insanların sanal bir dünyaya giriş yapmasını sağlayan aygıtlar bulunmakta. Black Mirror’ın önceki bölümlerinden de izler taşıyan bu bölüm ile izleyicisine yeni kanalında yeniden merhaba diyen dizi, son derece sert bir sosyal medya eleştirisine imza atıyor ve önceki tüm bölümlerden geri kalır bir yanı olmadığını kanıtlıyor.

Günümüzde Facebook, Twitter, Instagram, Snapchat, Periscope gibi sosyal medya uygulamaları ile insanların her anlarını sanal bir ortama aktardığı zaten bilinen bir gerçek. Bu bölümde anlatılanlar ise biraz daha korkutucu bir fikir ile çıkıyor karşımıza. Bu tür uygulamalarda yapılan her türlü paylaşıma gelecek olan her beğeni ve yorum insanların egolarını tatmin etmekten başka bir işe yaramamakta ve insanlık her geçen gün sanal bir kutuya hapsolarak yapaylaşmaktadır.

Lacie’nin günlük hayatına konuk olduğumuz bu bölüm adından da anlaşılacağı üzere bir “dibe vuruş” öyküsü anlatıyor. Zaten konu Black Mirror olunca ütopik bir senaryo beklemek abes olurdu. Distopyayı iliklerimize dek hissedeceğimiz bir gelecek portresinde insanlar 5 puan üzerinden sınıflara ayrılmıştır. Günümüz sınıf farkının sanal bir boyuta taşındığını gözlemediğimiz hikayede puanı yüksek olan kişilerin yapmacık, düşük olan kişilerin doğal/normal insanlar olduklarını fark etmekse trajikomik bir durum yaratıyor. Acaba Lacie 4.5 üstü bir puana sahip olan arkadaşının düğününe katılıp puanını 4.5 üzerine çıkarabilecek ve bu sayede o çok istediği evi satın alabilecek midir?

Black Mirror bu bölüm itibarıyla kelimenin tam anlamıyla, “Ben döndüm!” mesajı veriyor.

Playtest


Kurt Russell’ın oğu Wyatt Russell ve Hannah John Kamen‘in başrolde yer aldığı sezonu ikinci bölümü “Platest”in senaryosu Charlie Brooker tarafından yazılmıştır. Dan Trachtenberg’in yönetmenlik koltuğunda oturduğu bölüm, arttırılmış gerçeklik teknolojisinin gelecekte alabileceği boyut ve bunun sonuçları üzerine kurulu.

Evden habersiz bir şekilde çıkan ve dünyanın çeşitli yerlerini gezen Cooper, gittiği yerlerde hayatın tadını çıkaran ve parası bittiğinde ise geçici işlerde çalışarak yolculuğuna devam eden bir gezgindir. Teknolojiyle arası bir hayli iyi olan ve kısa süreli işlerini sanal ortamdan bulan maceraperest ruhlu karakterimiz Londra’dayken yine aynı sorunla karşılaşır ve büyük bir oyun firmasının piyasaya sürmeden önce insanlar üzerinde test edilmesini amaçladığı bir oyunda kobay olmayı kabul eder.

Bir anda kendini gereğinden fazla “arttırılmış” bir gerçekliğin hakim olduğu oyunun içinde bulan Cooper, kendi iç dünyası ve bilinçaltından beslenerek korku öğeleri yaratan, oynayan insanın sınırlarını zorlayacak korku gelirim türündeki oyuna ne kadar süre tahammül edebilecektir?

Günümüzde dahi oyun sektöründe büyük bir hızla yer etmeye başlayan sanal gerçeklik ve arttırılmış gerçeklik teknolojilerini düşündüğümüzde, dizide karşımıza çıkan böylesine korkutucu olayları ilerleyen zamanlarda görmemiz işten bile değil. Inceptionvari bir finale sahip olan Playtest’in zaten en vurucu kısmı da son bölümünde yer alıyor.

Ayrıca bölümün bir sahnesinde 2. sezon 2. bölüm “White Bear”a ufak bir gönderme yapmayı da ihmal etmemiş Brooker. Buna ek olarak, Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun”unu görmek de güzel bir olay olarak hafızalarımızda kalıyor.

Shut Up and Dans


Başrollerinde Game of Thrones’da Bronn karakteriyle tanıdığımız Jerome Flynn ve yetenekli genç aktör Alex Lawther‘ın yer aldıpı bölümün orijinal hikayesi Charlie Brooker’a, senaryosu ise William Bridges’a ait. Kamera arkasında ise The Woman in Black başta olmak üzere çeşitli korku/gerilim filmlerinde yönetmenlik yapmış olan James Watkins bulunuyor.

Black Mirror dizisinin bildiğimiz o karanlık senaryolarına ek olarak gerilim unsurunu da çok iyi kullandığını biliyoruz. Sezonun 3. bölümü olan Shut Up and Dance ise kelimenin tam anlamıyla izleyicisine ekran başında soğuk terler döktürmeyi başarıyor.

Kenny ve Hector, her normal insan gibi hayatlarına devam ederken, içinde bulundukları teknolojik çağın başlarına açacağı belalardan habersizdirler. Bilgisayar korsanları tarafından yapılan şantajlar birçok insanı mağdur etmektedir ve 19 yaşındaki Kenny ile evli ve çocuklu olan Hector da toplum tarafından hoş karşılanmayacak türden şeyler yaparken bu internet korsanları tarafından kayıt altına alınıyorlar ve adeta birer kukla olarak kullanıyorlar. Bu “ayıp” şeylerin yayılmaması için her türlü şeyi yapmaya hazır olan ikilinin gerilim dolu hikayeleri izleyicide şok etkisi yaratırken, aynı zamanda içten içe onların iyi birer insan olduklarını düşünerek izleyip empati kurmak da farklı sonuçlara yol açabiliyor. Peki korsanlar sözlerini tutacak ve o içerikleri yaymaktan vazgeçecek mi dersiniz?

Shut Up and Dance’ta bilgisayarlar ve telefonlarımızın kameraları başta olmak üzere birileri tarafından sürekli izlendiğimiz varsayımı ortaya atılıyor ve aslında sanal dünyanın geldiği boyutu da düşündüğümüzde bunun gerçekleşmesi çok zor bir ihtimal olmadığını fark ediyoruz.  Yine aynanın karanlık tarafından bakan Black Mirror, yaşamakta olduğumuz karanlık çağ özelinde izleyicisini bilinçlendirmeyi ihmal etmiyor.

San Junipero


Sezonun 4. bölümü orijinal bir isme sahip. İlerleyen dakikalarda bölüm içinde geçen bir yer adı olduğunu anladığımız San Junipero’nun yönetmeni aynı zamanda 2. sezon 1. bölüm “Be Right Back”in de yönetmenliğini yapmış olan Owen Harris, senaristi ise Charlie Brooker. Başrollerinde Mackenzie Davis ve Gugu Mbatha-Raw‘ın bulunduğu bölüm an itibarıyla birçok platformda sezonun en iyi bölümlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Aşina olduğumuz distopya havasından ilk etapta uzak olduğunu hissettiğimiz bu bölümün vuruculuğu bittiğinde ve üzerinde biraz düşünüldüğünde ortaya çıkıyor. Kimilerine göre bu dizi çatısı altında yayımlanması dahi hata olan ve ütopik bir senaryoya sahip olduğu söylenen San Junipero, tıpkı Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi ütopya görünümlü bir distopya aslında.

Senaryo ölümsüzlük üzerine kurulu. Fakat alışılagelen fiziksel bir ölümsüzlük değil bu. Sanal bir ortamda gerçekleşen ve kişilerin öldükleri andan sonra farklı bir boyutta ve sınırlı bir alanda yaşamaya devam ettikleri San Junipero şehrinde geçiyor öykümüz. Yorkie ve Kelly isimli iki kadının yolu bu sanal şehirde kesişir ve bilinç düzeyinde birbirlerine aşık olurlar. Dünya’da yaşam devam ederken her hafta 1 saatliğine bu şehri ziyaret etme şansına sahip olan insanlar, eğer memnun kalırlarsa ebediyen burada kalmayı seçme ve Dünya’daki varlığına son verme özgürlüğüne sahiptirler.

Yorkie henüz 20’lerinin başında genç bir kadınken geçirdiği trafik kazası sonucunda felç kalır. Belli bir süre San Junipero’yu ziyeret eden Yorkie, çekingen ve içine kapanık biridir. Fakat Kelly ile tanışması sonucunda hayatının kırılma noktalarından biri gerçekleşecek ve Dünya’daki varlığına son vererek sonsuza dek San Junipero’da yaşamaya karar verecektir. Peki ama aşık olduğu kadın uğruna bunu yapan Yorkie, Dünya’da eşi ve çocuğunu kaybeden Kelly’den aynı karşılığı görebilecek midir? Onu San Junipero’da yalnız bir hayat mı beklemektedir yoksa bilinç düzeyi ve sınırlı bir alanda aşk dolu sanal bir “yeni dünya” mı?

Dizide San Junipero adıyla karşımıza çıkan yer 80’li, 90’lı ve 2000’li yılların California’sı olarak izleyiciye sunulsa da, şehir görüntülerinin Cape Town’da çekildiği bilgisi yer alıyor. Şehrin daimi olarak sonsuz eğlence ve mutluluk olanı olarak lanse edilmesi ilk etapta olumlu görünse de, bölümün sonundaki dijital mezarlık görüntüsü bir an için korkutmaya yetiyor, ki bölümü distopya yapan kısmın bu olduğunu fark etmek insanı geriyor.

Bu bölümü distopya olarak görmeyen Black Mirror izleyicilerinin yapmaları gereken şey ise olaya biraz daha farklı bir pencereden bakmayı başabilmelerinde gizli. San Junipero sanal bir dünyadır ve tabii ki bir veya birden fazla yazılımcıya sahiptir. Kaderimiz o yazılımcıların ellerindeyken, bilerek ve isteyerek fiziksel dünyayı terk etmek ne kadar doğru? İçinde yaşadığımız fiziksel dünyada da her an birileri tarafından yaşamımıza son verilme ihtimalinin bulunması San Junipero ile Dünya’yı aynı kefeye koymamıza yetiyor. Her iki dünyada da insan bir “yolcu”dur aslında ve niçin o dünyaya giriş yaptığını ve ne zaman terk edeceğini bilemez. Haliyle kaderimizin öyle ya da böyle birileri tarafından kontrol edildiği gerçeğiyle yaşamalıyız. Hangi dünyada olduğunaysa yine kendimiz karar vermek zorundayız.

Özetle, tüm Black Mirror bölümleri arasında farklı bir kulvarda olan San Junipero, ütopya ile distopyanın kesiştiği o ince çizgi üzerine kurulmuş olan, üzerine tezler yazılabilecek denli etkileyici bir senaryoya sahip.

Men Against Fire


Yine tamamı Charlie Brooker’a ait olan senaryonun yönetmeni Jakop Verbruggen. Başrollerinde Malachi Kirby ve Madeline Brewer‘ın olduğu bölümde 2014 yapımı zaman paradoksu temalı Predestination filminde karşımıza çıkan Sarah Snook da bulunuyor.

Men Against Fire, senaryonun gidişatı itibarıyla en çok 1. sezon 2. bölüm olan “Fifteen Million Merits”i andırıyor. Bir nevi uyuşturucu benzeri yöntemle sistemin içine yerleştirilen insanlar sorgulamadan kendilerine söylenenleri yapmak zorunda bırakılmışlardır. Çeşitli etkenler sebebiyle sistemi sorgulamaya çalışan Stripe’ın, tüm gerçekleri idrak etmesinin ardından tekrar sistem tarafından öğütülmesi bölümün ana konusunu oluşturuyor. Bu yönüyle 1.sezon 2. bölüm ile birbirlerine olay örgüsü bakımından benzediği söylenebilir. Bölümün sertlik dozu ise 2. sezon 2. bölüm “White Bear”ı akıllarak getiriyor.

İlerleyen yıllarda askeri bilimkurgu alanında kült olarak sayabileceğimiz yapımlar arasında girmeyi daha şimdiden garantileyen Men Against Fire, tüm bölümler içinde kendine ön sıralarda yer bulabilecek denli iddialı olmayı başarıyor. İnsanı birçok konu hakkında sorgulamaya iten bölümün güçlü yanlarından biri ise yaratılan atmosfer.

Dünya üzerinde var olan tüm devletlerin ve o devletlerle çeşitli sebepler dolayısıyla sürekli bir çatışma halinde olan silahlı örgütlerin ideolojisi ve hayata bakış açısını son derece tutarlı bir şekilde anlatmayı başaran bölüm, etkili bir sistem eleştirisine imza atıyor. Distopik bir dünyanın hakim olduğu bu gelecek portresinde insanların öldürmek için nasıl bir psikolojiye sokulduğunu görüyor ve savaş denen olgunun ne kadar anlamsız olduğunu yeniden idrak ediyoruz.

Bu bölümde, teknoloji ile birlikte insanın duyarsızlaşması, vicdan denen olgunun bedenini terk etmesi, başkaları tarafından rahatça kontrol edilebilecek canlılar haline gelmesi gelecek adına endişe verici boyularda resmediliyor. Katı bir distopya izlediğimiz bölüm, dizinin klasik havasını son derece başarılı bir şekilde devam ettiriyor ve sezonun son bölümü öncesi izleyicilerine sert bir darbe indiriyor.

Hated in the Nation


1.5 saatlik bir zaman dilimi ile bir film izliyormuşuz etkisi yaratan Hated in the Nation, dizinin en uzun süreye sahip bölümü unvanını şimdilik elinde bulunduruyor. Charlie Brooker tarafından yazılan senaryo,  James Hawes tarafından ekrana aktarılıyor. Başrollerinde Kelly Macdonald ve Faye Marsay‘ın yer aldığı bölüm, yine korkutucu bir senaryo üzerine kurulu.

Devlet tarafından da desteklenen “robotik arı” projesi ile şehrin her yerine yayılan arılar çok gizli bir şifreleme yöntemi ile korunmaktadır. İnsanların yararı için kullanıma sokulan bu proje, günün birinde birileri tarafından hacklenip insanlara karşı kullanılırsa ne olur peki?

Bilimkurgu ile polisiyenin harmanlandığı bu bölümde yakın bir gelecekte Londra’dayız. Dedektif Karin Parker ve onun teknik anlamda donanımlı yardımcısı Blue Colson, sosyal medyadaki tepkiler sonucunda yaşanan bir dizi sıra dışı olayı analiz etmeye başlarlar. Günümüzde Reddit, Ekşi Sözlük, Facebook, Twitter gibi platformlarda insanların her türlü olaya karşı yazdıkları sanal tepkiler bu bölümde karşımıza çıkanlarla paralellik gösteriyor.

Bir süre sonra gizemli ölümleri de beraberinde getiren bu ilginç olaylar silsilesinin önüne geçilmediği taktirde çok daha fazlası meydana gelecektir. Halk ve hükümet çaresizdir. Teknolojiye karşı başlatılan savaş gerçekten bir sonuç getirecek midir yoksa teknolojisinin kölesi mi olunmuştur? Bu soru çerçevesinde şekillenen bölüm, insanı derin sorgulamalara itiyor. Sezonun en katı bölümleri arasında yer alan bölüm yok artık nidaları eşliğinde izleniyor ve dünyanın geleceği hakkında oldukça karamsar bir bakış açısı sergiliyor.

Hated in the Nation’da ayrıca dizinin önceki 3 bölümüne de ince göndermelerde bulunuluyor. White Bear, Playtest ve Men Against Fire bölümleri hakkındaki detaylar aslında her bölümü farklı bir zaman diliminde geçen dizinin özünde birbirine bağlanabildiğini kanıtlıyor.

Son Söz


Hayatımıza nüfuz etmiş olan ve adeta nefes almak kadar normalleşen teknolojinin aslında iyi kullanıldığında işimize yaradığı gerçeğini unutmamakla birlikte, oldukça kötü yönlerinin de bulunduğunu anlamamızı sağlıyor Black Mirror. Bunu 3. sezonunda yer alan 6 farklı hikayeyle de yine biz izleyicilerine kanıtlıyor. Toplamda 13 bölüme ulaşan dizinin her bölümü eşit derecede şaşırtıcı, düşündürücü ve sorgulatıcı. Son yıllarda bunu yapabilen film ve dizi sayısı oldukça az olduğundan, Black Mirror’ın değerini çok daha net anlayabiliyoruz.

Charli Brooker önderliğinde hayat bulan dizinin her bölümü distopyayı iliklerimize kadar hissettiriyor. Bilimkurgu edebiyatından hoşlanmayan, türü küçümseyenlerin dahi diziyi seyretmesi şaşırtıcı değil. Dizide bahsi geçen senaryoların birçoğunun aslında daha önce kimi bilimkurgu yazarlarınca öykü ve romanlarına konu edildiğini bilmekte de yarar var.

Edebiyatın beyaz camdaki bir tezahürüdür Black Mirror.

18
Başka Kurgular / Ynt: Karahindiba Şarabı - Ray Bradbury
« : 14 Kasım 2016, 22:34:00 »
Hemen hemen bir yıl önce okumuştum. Beğendim ama bana Uğursuz Bir şey Geliyor Bu Yana" kadar güzel gelmedi. Kitapta en çok hoşuma giden "Bitmeyen Yağmur" hikayesiydi. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Bradbury tekrar tekrar okunması gereken bir yazar

Karahandiba Şarabı'nı okumadım henüz ama bu bir roman. Bahsettiğin Bitmeyen Yağmur isimli öykü ise Resimli Adam ve şimdi hatırlayamadığım başka bir öykü derlemesinde daha yer alıyordu.

19
İthaki acaba "Bilimkurgu Klasikleri" ile Metisin 33 sayılık serisini geçebilecek mi?

Rahat geçer diyorum.

20
Yayınevleri Soru Hattı / Ynt: İthaki Yayınları Soru Hattı
« : 04 Kasım 2016, 00:22:07 »
Strugatsky kardeşlerin Uzayda Piknik kitabı sadece Nadir Kitap'ta çok yüksek fiyatla satılıyor :-[
"Bilimkurgu Klasikleri" serisinde yeni çeviri ile basımını düşünüyor musunuz?


Telifini alabilirlerse basabileceklerini belirtmişlerdi. Şimdilik eldeki bilgi bu. Tabii üzerinden 1 sene geçti, yeni gelişmeler olmuş olabilir.

21
Sakınılabilir Çatışma adlı öykü kitap da bulunacak mı?

Orijinal Ben, Robot'ta yer alan bir öykü. Kitap yıllar evvel Milliyet ve Deniz Kitaplar'dan çıktığı zaman bu öykü yer alıyordu fakat Altın Kitaplar düzensiz bir şekilde yayımlamıştı kitabı ve bu öykü dahil değildi. İthaki'nin kitaba dahil ettiğine ise neredeyse eminim. Yani normali o.

Ayrıca Ben, Robot geliyor fakat öteki robot öykülerinin de gelmesi şart. Altın Kitaplar'dan çıkan "Üç Robot Yasası" ve Us Yayıncılık'tan çıkan "Robot Öyküleri Antolojisi derlemelerindeki öyküleri de bekliyorum İthaki'den ilerleyen aylar veya yıllarda. Neyse ki artık Asimov'a giriş yaptık, içimiz rahatladı bir nebze.

Teşekkürler İthaki.

22
Vakıf Serisi / Ynt: Ben, Robot - (I, Robot)
« : 30 Ekim 2016, 23:51:35 »
"Ben bir robotum" kitabı hariç diğer 3 kitap kitaplığımda mevcut.
Yıllar önce Susan Calvin ile ilgili tarihlerin Altın Kitaplar baskısında farklı olduğunu fark etmiştim.
Milliyet ve Deniz Kitaplar baskısında tarihlerde Susan Calvin'in doğum tarihi 1982 iken Altın Kitaplarda 2082'dir. Aynı şekilde diğer tarihler arasında da 100 yıllık fark bulunmaktadır.
Ayrıca kitabın girişindeki 3 robot yasası sayfasında da tarih farkı vardır.
Ufak bir bilgi olarak not düşmüş olalım.


Bu kısımdan bahsetmeyi unutumuşum yazımda. Çok yararlı bir yorum oldu bu da.

Zaten Ben Bir Robotum isimli baskı hariç geriye kalan 3 versiyondan en kötüsü Altın Kitaplar'ınki. Bu yüzden kimseye o baskıyı önermiyorum. İşin garip tarafı da en pahalı baskının Altın Kitaplar olması. Bulabilenler Deniz Kitaplar'dan okuyabilirler ama bence en okunabiliri Milliyet Yayınları'na ait olan Robotlar. Diğerlerine nazaran nispeten daha kolay ve ucuza bulunuyor hatta.

23
Vakıf Serisi / Ynt: Ben, Robot - (I, Robot)
« : 29 Ekim 2016, 22:21:23 »
Öykülerin hepsi güzel. Ama niyeyse, Gregory ve Michael ikilisinin maceraları daha çok dikkatimi çekmiştir. Tabii onlarında Şu Tavşanı Tut ve Mantık öyküleri daha çok aklımda kalmış.

Yalancı ve Yakışıklı, nedense aklımda neşeli öyküler olarak kalmış (İlginç).

Robie duygulandırırken, Küçük Kayıp Robot germişti.

Michael ve Powell'ın yer aldığı öyküler trajikomikti. Susan Calvin'in yer aldıkları ise özünde daha ciddi öykülerdi. Küçük Kayıp Robot'ta ben de gerilmiştim ve kitaptaki en beğendiğim öyküdür aynı zamanda.

Genel olarak Asimov'un robot öykülerini okumak keyif veriyor. İthaki kaliteli bir şekilde bassa da herkes okusa artık.

24
Vakıf Serisi / Ynt: Ben, Robot - (I, Robot)
« : 29 Ekim 2016, 15:36:50 »
Gayet güzel bir inceleme olmuş Doğukan, eline sağlık. Bu yazıyı okuduktan sonra merakım daha da bir depreşti. Umarım İthaki'nin bu ay çıkaracağı Asimov kitabı budur, lütfen olsun çünkü.

Teşekkür ederim. Herkes ilk önce resmi olarak yayınevinden duysun diye bekliyorum ben de. Çünkü bi kuvvetli duyum işitmiştim geçenlerde. Ben, Robot'u Bilimkurgu Klasikleri'nden okumak daha zevkli olur tabii ki.

Çok güzel bir inceleme olmuş Doğukan, ellerine sağlık. Keyifle okudum. "Mantık" okuduğum ilk (ve ne yazık ki) tek Asimov öyküsüdür. QT-1'in Powell ve Donovan'a çektirdiklerini anımsayınca istemsizce gülümsedim. "Yakışıklı" adlı öyküyü de Hazal bize radyoda okumuştu, çok etkilendiğim bir öykü olmuştu o da. Umarım Gürkan'ın da dediği gibi İthaki'nin basacağı kitap bu olur. Asimov'a giriş yapmak için ideal duruyor.

Bir de yanlış anlamazsan... neden forum? :) Böyle bir inceleme portalda bir yeri hak ediyor bence. Baksana, basım geçmişini bile araştırmışsın.

Anladım şimdi. Bilimkurgu Kulübü'nde yayınlamayı tercih etmişsin. İmzanı görünce fark ettim. Eh, ne diyelim... hayırlısı.

Kalemine sağlık...

Teşekkürler İhsan ağbi.

"Mantık" da dahil her öykü ayrı güzel. Asimov'a başlamak için gerçekten ideal bir kitap Ben, Robot. Her bilimkurgu okurunun mutlaka okuması gerekir diye düşünüyorum.

Evet, şimdi ben de onu söyleyecektim ama fark etmişsin zaten. Yazı ilk orada yayımlandığı için foruma koymayı daha uygun gördüm.

Teşekkür ederm tekrardan.

25
Vakıf Serisi / Ynt: Ben, Robot - (I, Robot)
« : 29 Ekim 2016, 14:15:47 »
   

Isaac Asimov’un “Ben, Robot”una Genel Bir Bakış

Bilimkurgunun altın çağında 3 büyük ustadan (diğer ikisi Arthur C. Clarke ve Robert A. Heinlein) biri olarak anılan Isaac Asimov, 1920 Rusya doğumlu bir Amerikan vatandaşıdır. 1992’deki ölümüne dek hakkında yazmadığı bir kategori bırakmayan Asimov, bilimkurgu yazarı olmasının yanı sıra, iyi bir bilim insanıdır da. Bir Kimya profesörü olan Asimov, hayatını tam zamanlı olarak yazarlığa adamadan önce çeşitli üniversitelerde görev yapmıştır. Birçok popüler bilim kitabında da imzası bulunan Asimov’u dünyaya asıl tanıtan tür elbette ki bilimkurgudur. Hatta öyle ki, Amerika dışında dahi bu türü tanıtan ve yücelten bir yazar olarak kayıtlara geçmiştir. Hali hazırda ülkemizde en çok kitabı basılan, en çok bilinen ve en çok okunan bilimkurgu yazarı unvanı Asimov’a aittir.

Orijinal adı “I, Robot” olan ve Türkçesini “Ben, Robot” ismiyle bildiğimiz robot öykülerinden oluşan antoloji ilk kez Gnome Press tarafından 1950’de yayımlanmıştır. Kitap haline getirilmeden önce ise bazı öyküler 1940 ve 1950 yılları arasında Amerika’da yayın yapan bilimkurgu dergileri Super Science Stories ve Astounding Science Fiction‘da yayımlanmışlardır. İçinde 9 adet bilimkurgu öyküsü barındıran kitapta Asimov kendi tasarladığı 3 Robot Yasası‘nın açıklarını bulup test ediyor. Oldukça sade ve anlaşılır bir dille kaleme alınan öyküler, bilimkurgu okumayı sevmeyen insanların dahi ilgisini çekebilecek potansiyele sahip tatmin edici kurgular içeriyor. Her öyküde 3 Robot Yasası’na değinilse de, aynı konuları kullanıp okurunu sıkmaktansa, her öyküde farklı bir şeyler tattırmayı başarıyor Asimov. Hikayelerin birbirleri ile bağlantısı olmamasına rağmen, aynı Asimov evreninde geçtikleri anlaşılıyor. İnsanlara, robotlara, insan ve robot arasındaki ilişkilere ve en çok da robot psikolojisine dair öyküler bunlar.


“Pozitronik robot öykülerim iki gruba giriyor: Dr. Susan Calvin ile ilgili olanlar ve olmayanlar. Olmayanlar genelde, deneysel robotları devamlı alan testinden geçiren ve başları aynı sıklıkta derde giren Gregory Powell ve Mike Donovan’ı konu alıyor. Üç Yasa’da yeni öyküler için gereken çatışmaları ve bilinmeyenleri sağlamaya yetecek kadar belirsizlik mevcut ve neyse ki Üç Yasa’yı oluşturan altmış küsur kelimeye farklı açılardan bakarak yeni bir şeyler çıkarmak her zaman için mümkün oldu.” -Isaac Asimov.

Susan Calvin, 1982 doğumlu bir robot psikoloğudur. Asimov’un robot hikayelerinin birçoğunda karşımıza çıkan Calvin, tüm hayatını robotların psikolojisinden anlamak uğruna feda etmiştir. Robotların dilini çözmede usta bir bilim insanı olan Susan Calvin, Asimov’un Ben, Robot isimli eserinde de başroldedir. Kimi öykülerde fiziksel olarak okurun karşısına çıkmasının yanı sıra, birçoğunda tüm bu olaylara şahit olan, tecrübeli bir psikolog rolündedir. Calvin, hayatı boyunca karşılaştığı ya da kendisine anlatılan robot vakalarını zihninde derleyen çok önemli bir kaynaktır da aynı zamanda. Bu yüzden, Asimov evreninde en saygı duyulan ve en sevilen karakterlerin başında gelmesi şaşırtıcı değildir.

Ben, Robot esasen emekli olmuş 75 yaşındaki Susan Calvin’in anılarından ibarettir. Kendisiyle röportaj yapmak için gelen bir gazeteciye, robot biliminden kronolojik sırayla seçtiği anıları/öyküleri anlatmaktadır. Bu öykülerin toplamı Ben, Robot‘u oluşturur. Kimi kaynaklara göre öyküler arasındaki kısa geçişlerin yarattığı atmosfer sebebiyle kitap roman sınıfına sokulurken, kimi kaynaklarda ise direkt öykülerin baz alınması sonucu bir öykü derlemesi olarak kabul ediliyor. Ben de bir öykü antolojisi olarak görüyorum Ben, Robot‘u ve buna istinaden yazımın geri kalanında da tüm bu öykülere tek tek, kısaca değinmek niyetindeyim. Ama bunun da öncesinde, kitabın ülkemizdeki 4 farklı baskısına göz atmakta fayda var.


Milliyet, Deniz Kitaplar, Altın Kitaplar ve Beyaz Adam olmak üzere, toplam 4 farklı yayınevinden, 3 farklı isim ile dilimize kazandırılan Ben, Robot’un 2 baskısının “olması gerektiği gibi” olmadığının altını çizmekte yarar var. 1976’da Hürriyet Yayınları’ndan Suat Genç çevirisi ile “Robotlar” ismiyle çıkan kitap, 1983 yılında ülkemizin bilimkurgu alanındaki yetkin isimlerinden ve aynı zamanda X-Bilinmeyen Bilimkurgu Dergisi’nin Yayın Yönetmeni Selma Mine‘nin tercümesi ile “Ben Robot: Mekanik Adam Devri” başlığıyla raflardaki yerini almıştı. 1992’ye gelindiğinde ise, ülkemizde en fazla Asimov kitabı yayımlayan yayınevi unvanını elinde bulunduran Altın Kitaplar, Gönül Suveren‘in Türkçesiyle ve yine “Ben, Robot” ismiyle kitap severlerle buluşturmuştu kitabı. Değinmek dahi istemediğim son baskı ise 1996’da Burçin Tunalıoğlu çevirisiyle Beyaz Adam Yayınları’na ait. Bu baskı, çocuklar için hazırlanan bir “kısaltılmış” versiyondur ve Türkçe adı “Ben Bir Robotum“dur.

Günümüzden geriye dönüp baktığımızda bu dört baskının hiçbirini normal kitabevlerinde bulmanın artık mümkün olmadığını görmekteyiz. Her biri sahafların tozlu rafları arasında ve el yakan fiyatlarla bilimkurgu okurlarını bekliyorlar. Isaac Asimov gibi, bilimkurgu edebiyatına çağ atlatmış bir yazarın en önemli yapıtlarından birinin Türkiye’de en son (normal bir çeviriyi sayarsak) 24 yıl önce çevrilmiş olması her şeyden önce utanç vericidir. Günde binlerce kağıt israfının basıldığı bir ülke olduğumuzu da varsayarsak, ne yazık ki bu utanç daha da katlanmaktadır. Son birkaç yıldır Asimov severlerin umudunu taze tutmasını sağlayan en önemli olay ise İthaki Yayınları’nın konuya el atacak olmasıdır. Hali hazırda yazarın Vakıf Serisi‘ni yayımlamış olan İthaki, bu seriye yeni baskılar yapmasının ardından rotasını Asimov’un öteki eserlerine çevirip bilimkurgu okurlarını oldukça mutlu etmeyi hedeflemektedir. Yazarın eserlerinin telif hakları ile ilgili yurt dışında devam eden davalar sonuçlandığında bu müjdeli haberi alacağımızdan şüpheniz olmasın. O güne kadar, sahafları aşındırmaya devam etmek boynumuzun borcudur.


Ben Bir Robotum ismiyle yayımlanan kısa versiyonunu bir kenara bırakırsak, geriye kalan 2 baskının orijinaline sadık, 1’inin ise hatalı olduğunu görmekteyiz. Milliyet ve Deniz Kitaplar orijinal “I, Robot”ta yer alan 9 öyküyü de bünyesinde barındırırken, Altın Kitaplar orijinal metindeki 9. öykü olan “The Evitable Conflict” (Önlenebilir Çatışma) yerine, Asimov’un bu kitaptan bağımsız olarak kaleme aldığı bir başka robot öyküsü “Satisfaction Guaranteed“i (Yakışıklı) kitaba dahil etmiştir. En sonda bu öyküye de kısaca değindim. Bakalım Asimov, o çok sevdiği karakteri Susan Calvin ve bu öyküsü hakkında neler diyor:

“Her şeye rağmen, benim ilgimi en çok çeken kısa robot öyküleri, sıradışı robopsikolog Dr. Susan Calvin ile ilgili olanlardı. Bir “robopsikolog”, psikolog olan bir robot değil, aynı zamanda robotikçi olan bir psikolog anlamına gelir. Ne yazık ki anlamı belirgin olmayan bir isim bu, ama yine de onunla idare etmek zorundayım. Zaman geçtikçe Dr. Calvin’e aşık oldum. Sert mizaçlı bir yaratık olduğu doğruydu -popüler robot kavramına pozitronik yaratıklarımın her birinden daha yakındı- ama yine de onu seviyordum. Ben, Robot”un öykülerini birbirine ören merkez bağlantı görevini yerine getiren oydu ve öykülerin dördünde başrolü oynadı. Dahası, “Ben, Robot” yayınlandıktan sonra (ve kitapta Dr. Calvin’in ileri yaşta vefat ettiğine dair kısa bir not içeren bir giriş olduğu halde) onu geri getirmekten kendimi alamadım.

Onunla ilgili dört öykü daha yazdım. Bunlardan birinde, sevgili Susan yalnızca kısa bir sahne için beliriyordu. Bu öykü, Amazing Stories’in Nisan 1951 sayısında yayınlanan “Satisfaction Guaranteed” (Memnuniyetiniz Garantilidir) idi (Altın Kitaplar’ın “Yakışıklı” ismiyle çevirdiği öykü). Bu öyküyle ilgili ilginç bir nokta, okurlardan gelen normalin çok üzeri sayıdaki mektuptu. Neredeyse hepsi genç bayanlardı ve neredeyse hepsi pek arzulu biçimde Tony’den bahsediyordu. Adeta onun nerede bulunabileceğini bildiğimi düşünür gibiydiler. Bundan hiçbir ahlaki (ya da gayri ahlaki) sonuç çıkarmaya çalışmayacağım.”



Görüldüğü üzere Gönül Suveren çevirmenliğindeki Altın Kitaplar’ın ciddi bir hataya imza attığını söylemek mümkün. Çeviriye değinmişken, bu 3 farklı baskı arasındaki çeviri kalitesinden de bahsetmek gerek biraz. Tüm öyküleri 3 yayınevinden karşılaştırmalı olarak okudum ve en okunabilir çevirinin en eski baskı olan Milliyet Yayınları’na ait olduğunu fark ettim. Her ne kadar kitap adını Robotlar olarak çevirmiş olsa da, Suat Genç’in temiz bir işe imza attığını söylemeliyim.

Şimdi gelin dilerseniz öykülerden bahsetmeden önce Asimov’un meşhur 3 Robot Yasası’nı bir kez daha hatırlayalım.

    1. Kural: Bir robot, bir insana zarar veremez ve hareketsiz kalarak o insanın zarar görmesine seyirci kalamaz.
    2. Kural: Bir robot, bir insan tarafından verilen emri yerine getirmek zorundadır. Fakat bu emirler birinci kural ile çelişkili olmadığı durumlarda geçerlidir.
    3. Kural: Bir robot, her daim kendi varlığını korumak zorundadır. Fakat bunu yaparken birinci ve ikinci kuralla çelişmemelidir.



Sıra geldi robot hikayelerimize tek tek değinmeye.

Not: Öyküler 3 farklı baskı okunarak incelendiği için, orijinaline en uygun öykü başlığının yazılması tercih edilmiştir.

1. Robie


Asimov’un 1939’da keleme aldığı ilk robot öyküsü olma özelliğini taşıyan Robbie, küçük bir kız çocuğu ile onun çok sevdiği robot arkadaşı arasında şekillenir. Bay ve Bayan Weston’ın  kızları Gloria’ya armağanı olan bu robot konuşma haricinde birçok insani özelliğe sahiptir. Babasını memnun eden bu dostluk annesini ise şüphelendirir.

Bunun üzerine ailesi Robbie ve mekanik arkadaşı ile ilgili bir karar almak zorundadır. Gelecekte, bir robotun insanlar için ne ifade edebileceği ve onları insanların yerine koyup koymamamız gerektiğini sorgulatan, içe dokunan bir öykü.

2. Durağan Döngü


Asimov’un robot öykülerinde sıkça karşımıza çıkan kafadar ikili Gregory Powell ve Michael Donovan‘ın yeni görev yerleri Merkür‘dür. Gezegendeki maden çalışmalarında görevlendirilen mühendisler kısa bir süre sonra başlarına geleceklerden habersizdir. Gelişmiş bir robot olan SPD-13, Selenyum getirmesi için görevlendirilir fakat ne zaman getirmesi gerektiği söylenmez. Merkür’ün yakıcı sıcağında iki astronot çaresizce SPD-13’in dönmesini beklerler.  Bu esnada da SPD’ye nazaran daha eski ve ilkel robotlardan yardım almaya karar verirler.

Asimov bu öyküsü ile robotların insanlar ile eşdeğerde olmadığını ve onlara bir şey söylerken kesinlikle net ifadeler kullanılması gerektiğinin altını çiziyor. Bunun unutulması veya bilinçli olarak yapılmaması taktirde robot kendi bildiğini okuyacak ve programlandığı şekliyle hareket edecektir.

3. Mantık


Yine Powell ve Donovan’ın başından geçen trajikomik bir öykü. Bir uzay istasyonunda bulunan astronotlar, QT-1 sınıfından Cutie isimli bir robotun kendi varlığını sorgulamasına şahit olurlar. Cutie, yaratıcılarının insanlar olduğunu reddetmekte ve kendisini onlardan üstün görmektedir. İstasyondaki diğer robotları kendisinin peygamber olduğuna inandıran Cutie, Gregory ve Mike’ı hapsederek emri altına alır.

Asimov’un yarattığı evrenlerde robotların pek yoldan çıktığı söylenmez. Onun robotları insanların emri altında olan, iyilik timsali robotlardır. Fakat bu öyküsünde görüyoruz ki kimi zaman bir Asimov robotu dahi kendi varlığını sorgulamayı akıl edebilmekte ve insanların emirlerini reddedip onları küçümseyebilmektedir.

4. Şu Tavşanı Tut


Powell ve Donovan yine birlikte görevdedirler. Bir madende çalışmakla yükümlü robotlarla birliktedirler. DV-5 (Dave) kendisi ile birlikte 5 robotu daha kontrol edebilme yeteneğine sahip bir robottur. Robotta meydana gelen aksaklığı gidermek isteyen mühendisler ilk etapta bir çözüm bulamazlar ve olay biraz daha karmaşık bir hal almaya başlar.

Ufak bir hata sonucu yanlış programlanan bir robotun insanlar için tehlike oluşturabileceğini gözler önüne seriyor Asimov ve robot yasalarının önemini bir kez daha anlamamızı sağlıyor.

5. Yalancı


RB-34 (Harbie), kodlanmadığı halde insanların zihinlerini okuyabilme yeteneğine sahip bir robottur. US Robotics şirketinin baş sorumlusu Alfred Lannig‘in hakkında testler yapılmasına karar verdiği ve sorununun bir an evvel bulunmasını istediği Harbie ismli bu robot, insanların zaaflarından yararlanmaya başlayacak ve kendisini daha üst bir konumda görerek onları zor durumda bırakacaktır. İnsanların mutlu olacağı cevapları söyleyerek dolaylı yoldan onları birbirine düşüren Harbie, karşısında robotlar konusunda uzman bir kişilik olan robopsikolog  Susan Calvin’i bulacaktır.

Milton Ashe ve Bogert’ın da yardımları ile Harbie’yi tedavi etme süreci başlayacaktır. Her ne kadar robot üretimi altın çağında da olsa, üretilen robotlar bire bir insan kopyası da olsa, bir robot sadece robottur diyor Asimov bu öyküsünde. İnsanların duymak istedikleri cevapları veren ve ilk etapta onları mutlu eden bir robotun, derinlemesine düşünemeyerek aslında işleri daha da yokuşa sürdüğünü görüyoruz.

6. Küçük Kayıp Robot


Susan Calvin’in anılarından en ilginç olanlarından biri. Askeri amaçlarla üretilen robotlarda 3 Robot Yasası’nın ilki biraz esnetiliyordur. Nestor 10 isimli robot, aldığı bir buyruğa uyarak kaybolur. 62 robottan oluşan bir robot kafilesinin içine 63. robot olarak girer ve o andan sonra Susan Calvin başta olmak üzere, diğer robot uzmanları bu kaçak robotu yakalamak için çabalarlar. 63 robot bizzat Susan Calvin tarafından defalarca sorgulanır. Ya Nestor 10 bulunacaktır ya da tüm robotlar imha edilecektir, üçüncü bir seçenek bulunmamaktadır zira Nestor 10 görevli olduğu araştırmada programlandığı gibi hareket etmeyerek çalışmaların aksamasına yol açmıştır. Bu da onun ufak bir mekaniksel hata barındırdığı anlamına gelmektedir.

Asimov’un ne kadar zeki bir yazar olduğunu anlamamızı sağlayan öykülerinden biri olduğu açık. Kitapta yer alan öyküler arasında belki de en zekice yazılmış olanı. Kişiye göre değişen bu kanının aksine herkesin kabul etmesi gereken tek gerçek ise bu öykünün gerçekten de iyi bir öykü olduğudur.

7. Kaçış


“Beyin” isimli bir robotun da yardımıyla uzayda uzun mesafelere gidebilen bir uzay aracı tasarlamaya girişilir. Robotla bir anlaşmaya varan şirket, söz verilen tarihte gemiye kavuşur. Donovan ve Powell ise gemiyi test etmeye giren iki mühendis olarak okurun karşısına çıkıyorlar bu öyküde.

Talihsiz kafadarları yine komik olduğu kadar trajik bir olay beklemektedir. Yine bir robotun insanlara karşı geldiği ve kendisini daha zeki bir varlık olarak gördüğü bir öykü. Powell ve Donovan’a ek olarak aynı öykü içinde bu sefer Susan Calvin’i de görmekteyiz.

8. Kanıt


Yeni kuşak politikacılardan biri olan Stephen Byerley, yapmayacağı hiçbir şeyi halka vaat etmeyen dürüst bir politikacı kimliğiyle tanınmaktadır ve yakında yapılacak seçimi kazanmasına ise kesin gözüyle bakılmaktadır. Us Robots’tan Alfred Lanning, Francis Quinn’le bir görüşme yapar ve Quinn, Bryley hakkındaki görüşleri dile getirir.

Bu dürüst politikacının hakkında yapılan spekülasyonları dinleyen Lannig, olaya Susan Calvin’in iştirak etmesini sağlayacaktır. Hiç yemek yediği ve uyuduğu görülmeyen geleceğin vali adayı Stephen Bryley, robot olmakla suçlanır ve doğal olarak bunun aksinin kanıtlanması istenir.

9. Önlenebilir Çatışma


Bir önceki öyküde karşımıza çıkan Stephen Byerley dünyanın en etkili adamlarından biri olmuştur ve robotlar dünya üzerinde bir hayli yaygınlaşmıştır. 3 Robot Kuralı’na göre üretilen robotlar içinde bulundukları dünyada artık 1. kuralın yetmediğini fark edebilecek bir konuma gelmişlerdir. Tek bir insanı korumaktansa, tüm insanlığı korumanın daha iyi bir çözüm olduğunu ve bunu gerçekleştirmek için de mevcut dünya yönetimini ele geçirmenin en mantıklı yöntem olacağını düşünürler.

Alex Proyas‘ın yönetmen koltuğunda ve Will Smith, Bridget Moynahan gibi oyuncuların başrolünde olduğu 2004 yapımı “I, Robot” filminin esasen bu öyküden esinlenilerek sinemaya uyarlandığını da belirtmek gerek. Önceki öykülerden de ufak tefek kısımların filme yedirildiğini görmekteyiz.



Son olarak, Altın Kitaplar baskısında bir hata sonucu yayımlanan öyküden bahsetmek istiyorum. Ben, Robot’a dahil olmayan bu öyküde de Susan Calvin başroldedir.

Yakışıklı


Tony, US Robots’un ürettiği bir ev robotudur. Şirket, bu yeni robotu test etme kararı alır. Lawrence Belmont’un karısı Claire, kocasının kısa süreli bir seyahate gitmesinin ardından evlerinde Tony ile yalnız kalır. Robot üretimi altın çağlarında olduğundan, üretilen robotlar artık insanlara çok benzemektedir. Tepeden tırnağa bir insanı andıran Tony ise ilk başlarda Claire’i bir hayli korkutsa da, bu korku yerini zamanla sevgiye bırakacaktır. Usta yazar Asimov’un kadın psikolojisini çok iyi analiz ettiğini rahatlıkla anlayabildiğimiz bu öykü, geleceğin robot-insan ilişkilerinin de evrileceği boyuta ışık tutması açısından oldukça önem taşıyor.

Yazımı, Asimov’un 3 Robot Yasası ile ilgili bir konuşması ile bitirmek istiyorum:

“Aslında bana söylenene göre, eğer gelecek yıllarda herhangi bir şekilde anımsanacak olursam, bu üç robotik yasası sayesinde olacak. Bu bir açıdan beni rahatsız ediyor, zira kendimi bir bilimci olarak düşünmeye alışkınım ve varolmayan bir bilimin varolmayan temeli ile anımsanmak bir parça utandırıcı. Yine de eğer robotik bilimi benim öykülerimde tarif edilen mükemmellik noktasına günün birinde gerçekten ulaşırsa, belki Üç Yasa’ya benzer birşey de gerçekleşebilir. Ve bu durumda ben de gerçekten rastlanmadık (ve ne yazık ki ölümümden sonra gelecek) bir zafer kazanmış olurum.”

26
Asimov kitapları ile alakalı bir şeyler duydum geçtiğimiz günlerde. Duyduğum kişi yayınevinden biri değildi ama, resmi bir bilgi değil bu yüzden. Fakat onun duyduğu kişi muhtemelen yayınevi, üstü kapalı konuştu biraz. Mahkemelik sorun çözülmüş, "çok yakında" Asimov'a kavuşuyoruz. İlk yayımlanacak olan kitap ise... öhöm (İhsan ağbi mod) neyse, "çok yakında". Bu kadar.

2312'nin kapağında Iain M. Banks'ın bir cümlesi var . Görünce aklıma geldi ithakiden başka Banks kitapları gelecek mi acaba ? Cebirci'den umduğunu bulamadı mı ki ithaki başka kitabı gelmedi Banks'ın ben  merakla the culture serisini bekliyorum hala umarım yakın zamanda görürrüz Türkiye'de .

Cebirci'nin satışları iyi değildi en son, bir düzelme olduğunu da sanmıyorum bu yüzden. Ama mevzubahis İthaki Yayınları ise, bir aralık kapı bırakmakta yarar var. Umarım basarlar bazı kitaplarını.

27
Harry Potter / Ynt: Harry Potter Hakkında Sorum Var
« : 11 Ekim 2016, 01:16:23 »
Bir de çok mu sorgusuz sualsiz öğretmen alımı mı yapıyorlar ne? Sırlar Odası'nda beceriksiz biri vardı, sahte Moody elini kolunu sallaya sallaya okulda dolaştı. KPSS istemez de en azından emin olsunlar gerekli yeti de mi, neyin nesi diye.

Hogwarts'ın içine sızmış paralel büyücü yapılanması yandaşlarına ayrıcalık tanıyor sanırım. Dumbledore büyük oyunu çözemeden ayağını kaydırdılar.

28
Ütopya/Distopya / Ynt: Beni Asla Bırakma - Kazuo Ishiguro
« : 10 Ekim 2016, 02:41:35 »
Atwood'un kitap hakkındaki yazısını okumuştum ben de Başka Dünyalar'da. Ama Beni Asla Bırakma'yı daha önce okumuştum. Distopyalara karşı önlenemez bir sevgim olmasından mütevellit, çok sevdiğim bir kitaptır. Ayrıca Ishiguro'dan okuduğum tek kitap olma özelliğini taşır. Yazara olan sevgim büyük, ilerleyen zamanlarda diğer kitaplarına da göz atacağım mutlaka.

Kitabı da öneriyorum tabii ki bu arada. :)

29
Ütopya/Distopya / Beni Asla Bırakma - Kazuo Ishiguro
« : 08 Ekim 2016, 21:30:24 »

Klonlanma Trajedisi: Beni Asla Bırakma

"Bir gün, belki de çok yakında, nasıl olduğunu hissetmeye başlayacaksın."

Genelde kitabı okuduktan sonra varsa uyarlandığı diziyi/filmi izleyen biri olarak, bu kitapta bir istisna gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Never Let Me Go adlı 2010 yapımı filmi izleyince senaryo beni bir hayli etkiledi ve filmi bitirdikten sonra aklımdaki tek düşünce, bir an önce kitabını okumalıyım oldu. Böylesine etkileyici bir kurguya imza atan yazarı bir an önce tanımalıydım. Elbette araya farklı kitaplar girdi ve bir süre ertelemek zorunda kaldım. Şimdi ise, artık okumuş olmanın derin mutluluğu içindeyim.

Filmin, kitaptan keskin hatlarla ayrılmadığını ve kitabın havasını son derece iyi bir şekilde muhafaza ettiğini söylemek gerek. Mark Romanek yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan yapımın oyuncu kadrosunda ise Carrey Mulligan, Andrew Garfield, Keire Knightly gibi isimler bulunmakta. Öncelikle kitabını okumanız şartıyla filmi gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Bunun haricinde, bu yıl bir Japon televizyonunda yayımlanmaya başlayan bir dizi uyarlaması olduğu bilgisini de ekleyeyim.


1954 Nagazaki doğumlu Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo İshiguro‘nun kaleme aldığı Never Let Me Go, 2005 yılında Man Booker Prize Ödülü‘nde adaylık elde etme başarısını göstermiştir. Ayrıca Time‘in 1923-2005 yılları arasında İngilizce Yazılmış Olan En İyi 100 Kitap listesine de adını yazdıran eser, ülkemizde Şubat 2007’de, Mine Haydaroğlu‘nun özenli çevirisiyle, Yapı Kredi Yayınları‘ndan yayımlandı.

Temelde bir bilimkurgu kitabı olan Beni Asla Bırakma, gerek yayınevinin yayın politikası, gerek kitabın konuyla uzaktan yakından alakası olmayan sevimsiz ve saçma kapağı, gerekse de tanıtım ve reklam bültenlerindeki konusu itibariyle ilk bakışta hiç de bir bilimkurgu eseriymiş gibi durmuyor. Her ne kadar Türkiye’de bilimkurgu pek revaçta olmayan bir tür olsa dahi, sırf daha fazla satmak adına bu kitaba bilimkurgu diyemeyen Yapı Kredi Yayınları’nın bu davranışını etik bulmadığımı da belirtmek istiyorum. Kitabı gerektiği gibi basan, işin ekonomik boyutunu ikinci sıraya koyan bir sürü küçük yayınevi varken, ülkemizin en büyüklerinden biri olan YKY’nin bunu yapmış olması gerçekten abesle iştigal.


Ishiguro’nun düşlediği gelecekte bizleri gökdelenlerle çevrili şehirler, uçan uzay araçları, robotlar veya farklı uygarlıklar beklemiyor. Tam tersine, insanın ta kendisi bekliyor. Ama insan kavramının tamamen değiştiği ve anlamını yitirdiği bir gelecek bu. Hatta bir hayli rahatsız edici olduğunu da eklemek gerek.

Birinci tekil ile kaleme alınan romanın anlatıcısı Kathy H. adında bir kadın. Günlüklerden oluştuğunu düşündüğümüz bir anlatımsal süreç Katyh’nin ağzından okurla buluşurken, Hailsham isimli bir yere konuk oluyoruz. Bu yerdeki bir nevi okul benzeri bir malikanede geçen anılarını paylaşan Kathy, bunu son derece sakin bir şekilde yapsa da, daha ilk sayfalardan bir tekinsizlik hissine kapılıyoruz.

Yatılı bir okulda eğitim gören çocukların değişik yönlerden ele alınmış yüzlerce farklı dramatik senaryosuna hepimiz aşinayızdır. Ama yapmanız gereken en güzel şey, bu kitabı okumadan önce aklınızdaki tüm yatılı okul senaryolarını silmeniz olacaktır. Çünkü Ishiguro bu temayı daha önce hiç kullanılmayan bir yönden ele alıyor ve belki de en dramatik olanına imza atıyor.

Hailsham’de kalan çocukların dış dünyadakilerden çok önemli birkaç temel farkları bulunuyor. Bunlardan şüphesiz en önemlisi ve aynı zamanda kitabı da bilimkurgu sınırları içine sokanı ise, onların birer “kopya” oluşu. Peki bu tam olarak ne demek? Klonlama teknolojisinin normal bir şekilde kullanıldığı ve bunun sonucunda da insan üretiminin gerçekleştirildiği bir gelecek tasviriyle tokadı daha ilk anda yüzümüze vuruyor Ishiguro.


Kitapta bizi sağlık yönünden nirvanaya ulaşmış bir toplum karşılıyor. Teknolojinin de yardımı ile birçok sağlık probleminin kolaylıkla giderilebildiği, insanların yaşamının ölümcül hastalıklarla yok edilemez hale geldiği ütopya. Fakat yine de bu, Beni Asla Bırakma’nın bir distopya olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hem de oldukça keskin bir distopik gelecek bu. İnsanlardan kopyalanan klonların, insanların organ ihtiyacını karşılamak üzere adeta birer damızlık gibi yetiştirilmeleri son derece üzücü. Böyle bir kurgunun bir yazar tarafından düşünülüp, dramatik yanı güçlü bir senaryoya dönüştürüldüğü fikri bir okur olarak cezbediyor bizi. Ishiguro’nun o maharetli ellerinde senaryo alıp başını gidiyor elbette ve Kathy H.’in anlattıklarını büyük bir merakla okumaya devam ediyoruz.

Bu çocukların aileleri ve gelecekleri yok. Yaşadıkları bu ne idüğü belirsiz hayatta tam olarak neye hizmet ettiklerinden bile habersizler. Dışarıdaki dünya içinse bu çocukların hepsi potansiyel bir organ bağışlayıcısı. Birçok yönden tamamen insani özelliklere sahip bu klonlar zamanı geldiğinde birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü organ bağışını yapmaktalar. Bunların tamamından sağ çıkmayı başarabilen neredeyse olmadığı için, bir süre sonra misyonlarını tamamlayıp ölecekleri gerçeği iç burkmaya yetiyor. Nihayetinde bir insanın hayatı için diğer bir insanın hayatını feda etmek mantıksız gözükse de, dış dünyanın, klonları insan sınıfında görmüyor olması bu düşüncenin zihinlerde belirmesini engelliyor.


Çoğunluğun iyiliği için belirli bir azınlığın feda edildiğini görüyoruz Ishiguro’nun bu yapıtında ve bu tema da aslında kitabı başlı başına distopik bir eser yapmaya yetiyor. Yalnızca organ bağışında kullanılmak suretiyle kopyalanan bedenler, günleri geldiğinde bir bir feda ediliyorlar. Tıpkı kendi dünyamızda olduğu gibi, Ishiguro’nun yarattığı bu alternatif gelecek portresinde de insanlar kendilerine biçilen rolü oynuyorlar. Klonlanmış ve kaderleri önceden birileri tarafından çizilmiş olan o masum canlılar da etraflarına örülen duvarı yıkıp çıkamıyorlar. Hüzünlü bir kabullenilmişlik hakim üzerlerinde.

Kathy, Tommy ve Ruth’un hikayesine tanıklık ettikten sonra dünyaya artık daha farklı bir gözle bakacağımız bir gerçek. Bizlerin de, kaderlerini kabullenmiş olan o çaresiz klonlardan bir farkımızın olmadığını fark ettiğimizdeyse, soğuk bir duş etkisi hissedeceğiz ve kitabın etkisi katlanarak artacak. Ne zaman olacağını bilmesek de, bizler de ölümü bekleyen, beklerken de bir şeyler üretmeye çalışan veyahut yaşama tutunmaya çabalayan birbirimizin kopyalarıyız.

Nihayetinde Beni Asla Bırakma’nın herkese göre bir kitap olmadığını söylemek lazım. Okura kahramanlık veya olay örgüsü bazında çok fazla bir şey vaat etmiyor yazar ve hatta hikayesini de olumlu bir şekilde bitirmiyor: yazdığı son ile karanlık bir camın ardından insan vicdanını izlemeyi tercih ediyor.

Son olarak, eğer kaybettiğiniz bir şey varsa, onu Norfolk’da aramayı deneyebilirsiniz.*

*Bu cümle, kitap okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır.

30
bende Metisin bastığı Heinlein kitaplarını istiyorum, keşke İthaki bilimkurgu klasiklerinden sonrada öykü derlemeleri yayınlasa.

Böyle bir düşüncelerinin olduğunu söylemişlerdi. Usta bilimkurgu yazarlarının öykülerinden oluşan bir derleme seriye dahil edilecekmiş. Ama ne zaman olur bilmiyorum, ki bence 1 tane yetmez, birkaç derleme şart.

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 119