Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Denaro Forbin

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 119
31
Şurada detayları ile birlikte haberimiz var. Göz atabilirsiniz.

Her kapak gibi bu da efsane olmaya aday. Serinin sonraki kitapları ile renk uyumunu merak ediyorum şimdiden.

32
Vakıf Serisi / Ynt: Vakıf Serisi Soru Hattı
« : 07 Ekim 2016, 00:45:35 »
Vakıf serisini e-kitap olarak okuyacağım ama İthaki ve Altın olmak üzere iki baskı var. Bunların arasında nasıl bir fark var? Tek fark çeviri mi yoksa birinde eksik bölümler olma olasılığı var mı?

Çeviri de önemli bir etken evet. Ama bundan daha önemlisi Altın'ın baskılarının eksik olmasıdır. İthaki önerilir genelde her yerde.

33

Düşsel Bir Sorgulayış: Sınırsız Rüyalar Diyarı

“Bir takım nedenlerden ötürü, kendi içimde, başka birine verilmiş olması gereken bir rolü oynadığımı düşünüyordum.” -Blake.

Ülkemizde ilk olarak 1995 yılında İrem Sağlamer çevirisiyle, “Sınırsız Rüyalar Diyarı” adıyla Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan kitabın orijinal adı The Unlimited Dream Company. Bu ismin yanlış bir çeviri olduğunu söylemek mümkün. Fakat yayınevinin kitabın içerisinde bulunan yazarın kısa özgeçmişinde kitap ismini doğru bir şekilde, yani “Sınırsız Rüyalar Şirketi” olarak yazdığını görmekteyiz. Buradan yola çıkarak da, kitap basılma aşamasındayken editörün bir yanlışlığa imza attığı yorumunu yapmak yanlış olmaz. Her ne olduysa, son anda olduğu aşikar.

Alışıldık bilimkurgulardan çok farklı olan bu kitabın Ballard okurlarını pek zorlamayacağını düşünsem de, ilk defa Ballard okuyacak olanlara da önermediğimi belirtmeliyim. Yazarı daha iyi tanımak için Beton Ada ya da Gökdelen adlı romanları çok daha iyi bir tercih olacaktır.

“Genç anneler, küçük çocuklarıyla süper markete girip çıkıyorlar, benzin istasyonundan arabalarına benzin alıyorlardı. Elektrikli eşya mağazasının vitrininin görüntülerine bakıyor, sanki gizli kapaklı bir ilişki içindelermiş gibi çamaşır makinelerine ve televizyonlara bedenlerini sergiliyorlardı.”

Ballard‘ın bilimkurgu türünün sınırları içerisine katabileceğimiz bu gizemli kitabı bir uçak kazası ile açılıyor. Çaldığı Cessna marka uçak ile, Shepperton isimli kasabada nehre düşen uçağın içinden canlı olarak çıkarılan uçma sevdalısı Blake’in birinci tekilden anlattığı hikaye ilk başlarda çok karmaşık gözükse de, ilerleyen her sayfa ve her yeni bölümle birlikte çok farklı kulvarlara evriliyor ve taşlar bir bir yerine oturmaya başlıyor. Finale gelindiğindeyse ortaya çıkan tablonun beni tatmin ettiğini söyleyebilirim.

Blake uçağın içinden çıkarılır çıkarılmasına fakat kendisi ölüp ölmediğini bilmemektedir. Roman boyunca da bu durum devam eder ve Ballard hedefine ulaşır: okurunu şüpheciliğe iter. Blake’e gelen esrarengiz güçler sayesinde bizler de son derece şaşkın bir şekilde ona eşlik eder ve büyülü kasabadan bir türlü dışarıya çıkamayız.

Blake aslında ölmüş müdür? Yoksa Blake haricinde herkes ölü müdür? Uçak kazasının ve kasabanın, Blake’in cinsel yönelimlerindeki değişime ne gibi bir etkisi vardır? Son derece erotik hayaller kuran ve kasaba üzerinde süzülen Blake bu yanılsamalardan nasıl kurtulacaktır, kasabayı terk ederek mi? Peki ya kasabayı terk edemiyorsa?


Bu ve daha fazlasını soran yazara cevap vermek ne yazık ki zor. Yine de, Ballard’ın “sınırsız” bir toplum yaratma isteğini görmezden gelemeyiz. Blake aracılığıyla bu fikrini açığa kavuşturuyor ve Shepperton’da her şeyin mümkün olabileceğini söylüyor. İnsanların ve diğer canlıların uçabildiği, herkesin cinsel anlamda rahatça doygunluğa ulaşabildiği, huzur ve refah içerisinde yaşayabildiği sınırsız bir rüyadır aslında kitapta resmetmeyi amaçladığı şey. Bu dünyadaki ahlaksızlıkların öbür dünyanın erdemlilikleri olabileceği fikri ise, kitabın bir nevi özeti niteliğinde.

Ballard’ın, düş gücü yüksek bir yazar olduğunu, romanlarında ve öykülerinde çok farklı kurgularla okurlarını sarstığını söyleyebiliriz. Sınırsız Rüyalar Diyarı da yine klasik Ballard anlatılarından olmasına rağmen, gizemini finaline dek korumasıyla birlikte öteki yapıtlarından bir nebze de olsa ayrıldığını söylemek doğru olacaktır.

“Mağazanın yanında otomobil tamirhanesi vardı, ön avlusu kullanılmış arabalarla doluydu. Güneş ışığının altında, ön camlarında numaralarla duruyorlardı. Her şeyin etiketlenip, numaralanması gereken sayısal bir evrenin ileri muhafızları; ayağımın altındaki her taşın ve kum tanesinin, her hevesli gelinciğin kaydedilmiş olduğu bir kıyamet günü kataloğu…”

Günümüze dek tek baskıda kalan bu kitaba ulaşmak şu anda ne yazık ki mümkün değil. Yeni baskısı olmadığı için kitap ismi de zaten bu şekilde kalmış durumda. James Graham Ballard kitaplarının telifinin başka bir yayınevine geçtiğini de hesaba katarsak, önümüzdeki yıllarda bu kitaba ulaşmamızın yeniden mümkün olması düşük bir ihtimal sayılmaz.

Kitabı arayıp bulanlara, okumak için kitaplığında bekletenlere ve en önemlisi de, “hala rüyaları olanlara”, keyifli okumalar dileklerimle diyor ve Anthony Burgess’in kitap hakkındaki övgü dolu sözleri ile yazımı noktalıyorum:

“Fikir son derece özgün, aynı zamanda tüm insanlığın rüyası olacak kadar da temel. Duygulandırıcı, heyecan verici, incelikle yazılmış bir yapıt.”

34
Televizyon / Ynt: Unsere Mütter, unsere Väter
« : 26 Eylül 2016, 19:46:44 »
Dizinin başlığı şurada mevcuttu zaten. Bu başlığı yeni gördüm ve hatırlatmak istedim.

Hazır yazmışken de tekrar önereyim izlememiş olanlara. Kaliteli dizidir.

35
İthaki Günlükleri'nin paylaştığı fotoğrafta Zaman Makinesi iki farklı renkte gözüküyor. Bana ışıktan dolayı siyah gözüküyor gibi gelse de yorumlarda özel edisyonun o şekilde olacağı söylenmiş. Bu konuda bilgisi olan var mı? İki farklı baskının çıkması biraz saçma geldi bana.

Işıktan dolayı o şekilde görünüyor. Özel bir baskı falan yok.

36
Zaman Makinesi şahane oldu. Biz ve Fahrenheit 451'i de büyük bir merakla bekliyorum. Bu 3 eserin de Bilimkurgu Klasikleri'nde olmayacağı söylenmişti ama Zaman Makinesi geldiğine göre ötekilerinin de gelmesi şaşırtıcı olmaz. Ayrıca seriye de çok yakışırlar.

Yap bu güzelliği İthaki. Bir Bradbury bir de Zamyatin koy oraya.

37
Yazarlar / Ynt: Kafka'dan ve Kafka-Severlerden Nefret Etmek
« : 20 Eylül 2016, 23:31:19 »
İtiraf edeyim, Dönüşüm'ü okuduğumda ben de Kafka'yı abartılı bulmuştum zamanında. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda o yıllarımda toy bir okur olduğumu fark ediyorum ve sevmeyişimi buna yoruyorum. Hayır, hele bugün olmuş o kitabı ikince defa okumadım ama zaman zaman aklıma gelir ve üzerinde düşünmeye devam ederim. O zamanlarda kitapları yorumlama kabiliyetim düşük olsa dahi, hatırlama kabiliyetimi yitirmedim.

Gerek Ekşi Sözlük olsun, gerek edebiyat dergileri olsun, gerek kitaplar hakkında yorum yapan bloggerlar olsun, karşıma bir Kafka yazısı çıktıysa okurum ve üzerinde düşünmeye devam ederim. Aslında yapmamız gereken tek şey kendimizi somut dünyadan soyutlamak ve Kafka'nın metaforlarla doldu dünyasına giriş yapmak. Bunu yaptığımız zaman eserlerinin gücünü daha iyi anlayabiliyoruz çünkü. En azından ben böyle düşünüyorum.

Ve Kafka'dan çok eser okuyan biri değilim ama günün birinde Dönüşüm'ü tekrar okuyacağımı biliyorum, daha olgun bir okur olarak bu sefer. Fakat Kafka'nın Dönüşüm'den ibaret olmadığının da gayet farkındayım. En sevdiğim eseri "Ceza Sömürgesi"dir. Peşine de "Yasanın Önünde", "Bir Açlık Şampiyonu" ve "Akademi İçin Bir Rapor" isimli öyküleri gelir. Bu öykülerden sonra Kafka'yı gerçekten sevdim.

Konuya gelecek olursam eğer, Kafka'dan nefret edilebilir, bu doğaldır fakat Kafka severlerden nefret etmeyi gereksiz görüyorum. Ama entellektüel görünmek için Kafka okumalıyım, okumasam bile delicesine savunmalıyım düşüncesindeki insanlar gerçekten de varlar ve nefes almaya devam ediyorlar. Ama onlara kızmaktan önce, Kafka'yı bu derece tanrılaştıran edebiyat çevrelerine kızmak gerekiyor öncelikle. Onlar, bu çevrelerin etkisinde kalan ve gerçekten de Kafka'nın yazdıklarının birçoğunu anlamayan insanlar. Kitap okumayı seven ama yine de koca edebiyatın içinde boğulan, tam olarak ne okuduklarından kendilerinin de haberi olmayan birtakım kişiler.

38

Usta Yazarların Kaleminden: Yamuk Bakan Öyküler

2011 yılında MonoKL Yayınları’ndan çıkan bu derleme, 4 önemli bilimkurgu yazarını bir araya getiriyor. Kitap, Fatoş Akkoyunlu‘nun çevirileri ile, 4 öyküden oluşuyor. Arka kapakta da yine tanıdık bir isme rastlıyoruz: Slovaj Zizek.

Robert Sheckley, Isaac Asimov, Arthur C. Clarke ve Arthur Conan Doyle‘un isimlerini gördüğümüz bu derlemenin içinde yer alan 4 öykünün 3’ü bilimkurgu. Doyle’un öyküsü klasik bir Sherlock Holmes polisiyesi olmasından mütevellit, o öyküden bahsetmeme kararı aldım. Konumuz bilimkurgu olduğundan, diğer öyküler hakkında minik tanıtım yazıları yazmak yeterli olacaktır.

Öykülerin belli bir teme çerçevesinde bir araya getirilmediğini söylemek gerek en başta. Sheckley’nin öyküsü cebimize bir paralel evren bileti koyarken, Asimov dev bilgisayarı Multivac’la ve fıkralarla ilgili bir öykü sunuyor bize. Clarke ise din ve bilimi çarpıştırarak bir sonuç elde etmeye çabalıyor. Nihayetinde 3 farklı temadan 3 değişik bilimkurgu öyküsüyle karşı karşıyayız.

Dünyalar Deposu (Robert Sheckley)

Amerikalı bilimkurgu yazarlarının içinden öykücü kimliğiyle sıyrılan ve bu alanda oldukça başarılı işlere imza atmış olan Robert Sheckley’e ülkemizde birçok bilimkurgu öykü derlemesinde rastlamak mümkün. Bunlardan en sonuncusu ise bu kitapta karşımıza çıkıyor.

Sheckley’nin bu kısa öyküsü, insanın gizli arzularını keşfetmesi üzerine kurulu. Bay Wayne de, diğer herkes gibi, gizli arzularının peşine düşer ve bunu gerçekleştirmek için de, Tompkins’in sahibi olduğu Dünyalar Deposu’na gitmek zorundadır. Eşini, işini ve hatta çocuklarını seven Bay Wayne, ağır şartlar karşılığında yeni bir paralel evreni mi tercih edecek yoksa arzularına karşı gelip, dünyada yaşamaya devam mı edecek? Yanıt, okurunu sorgulatmayı başaran Sheckley’nin öyküsünde gizli.

Şakacı (Isaac Asimov)

Bu öyküyü daha önce farklı öykü derlemelerinde okumuştum. Fakat yine de, tekrar okumaktan kendimi alamadım. 1984 yılında Cep Kitapları’ndan çıkan Dünya Hepimize Yeter isimli Asimov öykü derlemesinde “Fıkracı” ismiyle ilk kez Türk okurlarla buluşan öykü, sonrasında ise, 1995 yılında Altın Kitaplar’dan çıkan “Uzayın Bekçileri” ismindeki bir başka Asimov öykü derlemesinde “Fıkra Anlatıcısı” adıyla yeniden çevrilmişti. Bu derlemedeki ismi ise “Şakacı”.

Asimov’un sade dili ile akıp giden ve başta eğlenceli görünmesine rağmen finale doğru karamsarlaşan bir öykü.

Noel Mayerhof, Asimov öykülerinde sıkça karşılaştığımız Multivac adlı dev bir bilgisayara 2 soru sormayı amaçlamaktadır. Bunun için de, fıkralarla ilgili sorularını yöneltmeden önce bilgisayarı yavaş yavaş bu sorulara hazırlar. Multivac’a çeşitli fıkralar anlatarak makinenin bunları özümsemesini, mizahı çözümlemesini bekler. Bir gün Multiac’a fıkra anlattırken arkadaşı Trask onu duyar ve aralarına bu konuya dair sohbet başlar.

Mayerhof, dünya üzerindeki tüm bu fıkraların nereden çıktığını soracaktır ve amacı da, Multivac sayesinde çok merak ettiği bu sorusuna doğru cevap bulmaktır. İkinci sorusu ise biraz ilginçtir; zira Mayerhof, bu sorunun cevabını bilmenin insanların hayatında o andan sonra ne gibi değişiklere yol açacağını merak etmektedir.

Son olarak, Asimov’un, dünyanın mizahsız kalmaması gerektiğini vurgulayıp, hayatın mizahla birlikte çok daha iyi olduğu mesajını verdiğini söylemek mümkün.

Tanrı’nın Dokuz Milyar Adı (Arthur C. Clarke)

Clarke’ın bu meşhur öyküsünde, din ve bilimin kesiştiğini ve bunun sonucunda ufak bir çatışma gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 1953 yılında kaleme alınan öykü, aynı zamanda en iyi kısa öykü dalında Hugo Ödülü’nü kucaklamayı başarmıştır.

Tibetli din adamları Tanrı’nın bütün isimlerini bulmak için Amerikalı bir bilgisayar şirketinden yardım ister. İki mühendis Tibet’e kadar gidip bu cihazı kuracak ve din adamlarına teslim edeceklerdir. Mühendislere göre son derece saçma olan bu istek, dünyanın muhtemel kaderi ile ilgilidir. Umduğunu bulamayan Tibetli din adamlarının vereceği tepkiden korkan George ve Chuck isimli mühendisler, bir plan üzerinde çalışmaya başlarlar.

İflah olmaz bir ateizm taraftarı olduğunu bildiğimiz Clarke’tan, yer yer dini sorgulatan, bilimin sınırlarının ne olması gerektiğinin altını çizen ve her şeyin bir sonu olması gerektiğini belirten ilginç bir öykü.

2011 yılında okurla buluşan bu kitaptan tam 13 yıl önce 2 farklı kitapta daha karşımıza çıkmıştı bu öykü. 1998 yılında Ve Yayınları’ndan çıkan 5 yazarlı öykü derlemesi “Son Soru” ve yine aynı yıl Sarmal Yayınevi’nin bastığı bir Arthur C. Clarke öykü derlemesi olan ve öykü ile aynı isme sahip “Tanrı’nın Dokuz Milyar Adı” isimli kitaplarda yer alan öykünün 3 çevirisi de farklı isimlerce yapıldı.

Kızıl Saçlılar Derneği (Arthur Conan Doyle)

Yazının başında da belirttiğim üzere, bir polisiye. Sherlock Holmes severlerin büyük ihtimalle daha önce okumuş olduğu bir öykü. Doyle’un en sevilenlerinden biri olan bu öyküyü henüz okumamış olanlar ve merak edenler ise kitabı edindikten sonra meraklarına son verebilirler.

Yakın bir tarihe kadar baskısı kolaylıkla bulunabilen kitaba artık ulaşmak ne yazık ki kolay değil. Bulduğunuz taktirde, keyifli okumalar dilerim.

39

Teknolojinin Sömürgesindeki İnsanlık: Yakın Geleceğin Mitosları

“Belki de bizlerin zaman anlayışı daha az zeki atalarımızdan devraldığımız ilkel bir zihinsel yapı.” -J.G. Ballard.

Steven Spielberg yönetmenliğinde sinemaya da uyarlanan Güneş İmparatorluğu’ndan sonra Türkiye’de yayımlanan 2. Ballard kitabı Yakın Geleceğin Mitosları’dır. İçinde 10 adet öykü barındıran kitap, Ballard’ın öykü derlemeleri arasında önemli bir yere sahiptir. Birbirinden güzel öykülere tek tek, kısaca değineceğim.


1. Yakın Geleceğin Mitosları: Kitapla aynı ismi taşıyan öykü, gelecekte Ozon Tabakası’nın delinmesini ve bu durumun insanlar üzerinde yol açtığı hastalıkları konu ediniyor. “Uzay Hastalığı” adı verilen bu sıra dışı hastalık, Ballard’ın eşsiz kaleminden ilginç bir anlatımla aktarılıyor.

“Belki de merkezi sinir sistemi için uzay hiç de çizgisel bir yapı değil, ileri bir zaman koşulu için bir model, kavramaya çalışmakla hata ettikleri sonsuzluğun bir metaforuydu…”

2. Harika Vakit Geçiriyoruz: Hep istenen ve özlenen bir düştür hayatın bir tatil olması. İşte Ballard da bu öyküsünde bu konuya eğilim gösteriyor. Tüm yorgunluklarınızdan ve dertlerinizden arınmak için gittiğiniz tatil süreklilik kazansa ve hiç bitmemecesine hayatınıza girse ne yapardınız? Diana’nın mektuplarından oluşan bu öykü belki zihninizde bu konuyla ilgili bir ışık yakacaktır. Fakat bu kesinlikle korkutucu bir ışık. Ütopyanın distopikleşmeye başladığı o ince çizgi, öykünün kaderini belirleyici bir etmen olarak öne çıkıyor.

“Zaman bir rüya gibi geçiyor.” -Diana.

3. Öfkeyle Dolu Bir Sürü Düş: Monte Carlo civarında geçiyor öykü. Anlatıcı bir dermatolog. Nis’te, bir Amerikan kliniğinde tanışıyor Christina Brossard ile. Tabii buna tanışmak denirse. Christina o dönem ağır bir psikolojik travma geçirmektedir ve bunun sonucunda da çocukluğunda okumuş olduğu tüm kitapları tek tek yakmaktadır. Sindrella hariç. Kendisinin o masal içinde yaşıyor olduğunu zannetmektedir. Gerçek ise yıllar sonra ortaya çıkacaktır.

4. 2000’in Burçları: İlk baskısı 1982’de yapılan bu kitapta Ballard 2000’li yıllarda burç anlayışının değişeceğini hayal etmiş ve öyküsünü bu tema çerçevesinde kaleme almış. Burçların isimlerini yenileriyle değişerek, kısa paragraflar halinde kaleme aldığı öykü ilk etapta karmaşık gözükse de, dikkatli okunduğunda parçaları tamamlamak mümkün. Burçların nasıl bir boyuta evrileceğini yazmış Ballard ve tespitlerinde de haksız sayılmaz.


5. Güneşten Haberler: Bu öykü de birinci öyküyle benzer bir evrende geçiyor. Ballard bu anlatısında “uzay hastalığı”ndan doğrudan bahsetmese de, ilk öyküdeki belirtilere çok yakın bir hastalığın varlığından dem vuruyor. Dış uzaya açılan insanlık bir nevi kendi iç uzayını yıkıyor ve yaşadıkları fog’lar onları zamanın olmadığı bir boyuta atıyor. Yine distopya kokan bir evren ve yine insanın kayıtsızlığını gözler önüne seren bir kurgu.

“İnsan, gezegenini terk edip dış uzaya açılarak bir evrim suçu işlemiş, evrendeki yerini belirleyen kuralları, zaman ve uzay yasalarını çiğnemiştir. Belki de uzayda yolculuk etme hakkı başka bir canlı türüne aitti, ancak işlediği suç yer çekimi yasalarını hiçe sayma girişiminin hak ettiği ölçüde ağır bir cezayı gerektiriyordu. Astronotların mutsuz yaşamları artan bir suçluluk duygusunun tüm belirtilerini sergiliyordu. Alkolizme, sessizliğe ve düzmece bir gizemciliğe gömülmeleri, uzayın keşfinin ahlaki ve biyolojik meşruluğu konusunda ciddi kuşkular doğurmaktaydı.”

“Ne yazık ki etkilenenler sadece astronotlar olmadı. Uzaya her çıkış, seferleri izleyenlerin zihinlerinde izlerini bıraktı. Ay’a her uçuş, Güneş’in çevresinde her yolculuk, zaman ve uzay algılayışlarına hasar veren bir travmaydı. Kaba güçle kendilerini kendi gezegenlerinden atmaları bir evrim korsanlığı eylemiydi, şimdi bunun için zamanın dünyasından sürülüyorlardı.”

6. Savaş Tiyatrosu: “Birleşik Krallık üç yüz yıl sonra yeniden bir savaşa sürüklenebilir mi?” diye soruyor Ballard ve muhtemel bir savaş senaryosu kaleme alıyor. Süregiden işsizlik, ekonomik durgunluk, git gide kesinleşen sınıflar arası ayrım gibi nedenlerle ülkenin iç savaşa sürükleneceğini düşünen Ballard, ABD’nin de müdahalede bulunacağını öngörüyor. Gelecekte geçen bir savaşı kendi hayal gücü ile betimlemeye çalışan Ballard, çok önemli noktalara parmak basıyor. İnsanlığın gelecekte yaşanabilmesi muhtemel savaşlarda nasıl bir noktada olacağını gösteren trajikomik bir öykü.


7. Ölü Zaman: Ballard’ın yaşamından da izler taşıdığını düşündüğüm bu öykü, savaşın son zamanlarına, Şangay’a götürüyor bizi. Bir esir kampındaki Japon askerlerin elinde olan insanların hayatlarına konuk oluyoruz. Savaşın neme nem bir şey olduğunu tüm olumsuz yönleri ile ele alıyor Ballard ve dramatik bir öykü anlatıyor. Öykünün finali ise gerçek olamayacak kadar absürd olmasına rağmen, üzücü.

8. Tebessüm: Ballard’dan, distopik dizi Black Mirror’ı akıllara getiren bir öykü. Okuduktan sonra ilk izlenimim bu oldu ve eminim ki okuyan herkes de benimle aynı fikirde olacaktır. Kuşkusuz dizinin yaratıcısı Charlie Brooker’ın, Ballard’dan etkilenmiş olma ihtimali çok yüksek.

Gelecekte, yaşamış kadınlardan yola çıkılarak tasarlanan ve gerçek süsü verilen heykelimsi objeler bulunmakta. Bu objeler tasarlandıktan sonra mağazaların raflarında sergilenmektedirler. Öykünün baş karakteri ise, günün birinde vitrinde gördüğü Serena Cockoyna’i satın alarak Chelsea’deki evine getirir. Hoş bir tebessüme sahip Serena, sahibini etkisi altına alacak ve aralarındaki ilişkinin seyri zamanla bir hayli değişecektir.

9. Motel Mimarisi: Bu öyküsünde Ballard, kendisine ve topluma yabancı kalmış Pangborn adlı karakteri tanıtıyor bize. Yıllarca yalnız yaşamanın insana ne gibi olumsuzluklar katacağını ve bunun sonucunda gerçekleşmesi muhtemel olayları irdeliyor. Tüm işlerini dört duvar arasında halleden ve yaptığı tek şey televizyon ekranlarını seyretmek olan Pangborn, nasıl bir bedel ödeyecektir? Hataları doğru yolu bulmasını sağlayacak mıdır yoksa artık çok mu geçtir? Topluma ve teknolojiye dair çok keskin bir eleştiriye imza atıyor Ballard.


10. Yoğun Bakım Birimi: Kitabın son öyküsü de tıpkı öncekiler gibi distopik ögeler taşıyor. İnsanların birbirini görmediği, aklınıza gelebilecek her türlü şeyin bilgisayarlar aracılığıyla yapıldığı korkunç bir gelecek. Öykünün anlatıcısı ise bir doktor. Kendisine muayene olan Margaret adlı bir kadınla hayatını birleştirme kararı alıyor ve bunun sonucunda da iki çocuğu oluyor: Karen ve David. Tam 10 yıl sonra, birden bire birbirlerini canlı olarak görme kararı alan aile fertleri heyecanlıdır… Vurucu bir öykü. Belki de kitabın en iyisi.

“İlgi ve bağlılık mesafe gerektiriyordu. Zarafetle aşka dönüşebilen gerçek yakınlığı insan ancak belli bir uzaklıkta bulabiliyordu.”

James Graham Ballard’ın Türkiye’de bir öykü derlemesinin daha olduğunu hatırlatmakta yarar var. 1995 yılında Arion Yayınları’ndan “Al Kumsallar” adıyla yayımlanan derlemede ise toplamda 9 öyküsü mevcut. Bu 2 derleme haricinde Ballard’ın 10’a yakın öykü derlemesinin olduğu biliniyor. Sıkı bir Ballard okuru olarak o eserlerin dilimize kazandırılmasını dört gözle bekliyorum. Kısa bir süre önce Ballard’ın yayın haklarını elinden çıkaran Ayrıntı Yayınevi’ne bugüne dek yayımladıkları tüm Ballard kitapları için teşekkür ediyor, bundan sonraki Ballard kitaplarını yayımlayacak olan yayınevine de (muhtemelen Sel Yayıncılık olacak) önceliği yazarın dilimize çevrilmemiş öykü ve kitaplarına vermelerini rica ediyorum.

Zira Ballard okumayan bir bilimkurgu sever yeterince bilimkurgu okumamıştır.

“Yaşlandıkça çoktan yaşamış olduğumuz ölümlerimiz için artan bir nostaljiye kapılırız. Gerçekleşmek üzere olan doğumlarımız için de artan bir önsezi duyarız. Her an ilk kez doğabiliriz." –J.G. Ballard.

40
Ben en çok, Uzayın bekçilerini ve Fıkra anlatıcısını beğendiysemde tüm öyküleri sevdiğimi belirtiyim.

Benimse en sevdiğim Ölüm İlanı olmuştu.

Bu kitabı bulabilmek mümkün mü acaba? Yoksa Asimov' un diğer kitapları gibi bulunması mucize olan kitaplar arasında mı?

Baskısı yok doğal olarak. Nadir Kitap'ta ise 15 ila 25 lira arasında değişiyor fiyatları. PTT Kargo ile gönderilmesini rica edersen maksimum 4 lira da kargoya öder ve nispeten ucuza sahip olabilirsin.

41
Estağfurullah  :-[. Sizin yazınızdan sonra okuma listeme eklemiştim.

Hatta bu sayede bana iki kitap okutmuş oldunuz. Ön hazırlık açısından, Uzayda Piknik'i okuma hevesimde, yazınızla beraber kazanılmış olundu :).

İncelemeyi beğenmenize memnun oldum :).

Güzel bir şeye vesile olmuşum, sevindim. :)

42
Aslında bu yazının değil, bu başlıktaki yazının portalda olması gerekiyormuş.

Detaylı inceleme için teşekkürler. Yenilerini de bekleriz.

43

Bilim Uğruna Kaybedilen Hayat: Yıldızlardan Dönüş

“Ben onları Dünya’ya değil, onlar beni yıldızlara gömmüşlerdi.” -Hal Bregg.

Daha önce 1984 yılında Baskan Yayınları‘nın “Kurgu-Bilim” dizisinde “Yıldızların Dönüşü” adıyla çıkan kitap, 1998 yılında İletişim Yayınları’ndan doğru bir çeviri ile “Yıldızlardan Dönüş” ismiyle yayımlanmıştı.

Lem’in bu harikulade romanı bir havalanı tasviriyle açılıyor ve okuru uzaydan henüz Dünya’ya dönmüş bir astronot karşılıyor. Tıpkı okur gibi, Hal Bregg isimli bu adam da şaşkındır. Etrafında olan biteni endişe dolu bakışlarla izler. Sanki bir labirentin içindeymişçesine oradan oraya sürüklenme macerasında biz de ona eşlik ederiz.

Görevi dolayısıyla Dünya’dan ayrılan ve uzay gemisinde 10 yıl geçirdikten sonra tekrar geri dönen bir adamın, döndüğünde aslında Dünya’da 126 yıl geçtiğini idrak etme çabasını müthiş bir şekilde anlatmış Stanislaw Lem.

Hal Bregg’in yıldızlardan dünyaya geri dönmüş olması onun için bir mutluluk sayılabilirdi pek tabii, eğer dünyayı bıraktığı şekilde bulabilseydi…

Yaşadığı dünyanın 126 yıl içinde feci derecede değiştiğini ve yozlaştığını gören Hall Bregg, sanki bir yabancı gezegene gelmişçesine afallayacaktır. Doğal olarak, tanıdığı herkes ölmüştür ve dünya zamanıyla tam 126 yıl önce büyük bir yankı uyandıran ve bizzat kendisinin uzaya giden bir gemi içinde bulunduğu uzay seyahati, aradan geçen uzun bir zaman diliminde artık normalleşmiş, hatta umursanmayacak bir raddeye gelmiştir.

Peki Hall Bregg, bu psikolojiyi kaldıracak denli güçlü bir “uzay adamı” mıdır? Yoksa gördükleri karşısında çöküntüye mi uğrayacaktır? Bu soruların cevabı kitap boyunca Bregg’in sözcüklerinden aktarılır. En baştaki o umutsuz tavırları, sona yaklaştıkça zorunlu bir kabullenişe dönüşecektir.

“Küçük bir sıranın üzerine oturdum ve bir müddet gökyüzünü seyrettim. Yıldızlar ne kadar zararsız, ne kadar dostça gözüküyordu.”


Lem, balyozunu geleceğin muhtemel toplumları ve bilime sert bir şekilde indiriyor. Bilimsel çalışmaların, bir insanın hayatını nasıl kökünden değiştirebileceğini gözler önüne seriyor. Yarattığı Hal Bregg karakteri, tamamen yabancı kaldığı bir toplumu ve kaybettiklerini sorgularken, bizler de okur olarak derin bir toplumsal tahlile tanıklık ediyoruz.

Eserlerinde iletişim ve toplumsal sorunları masaya yatıran Lem, bunları bilimkurgu sınırları içinde çok iyi bir şekilde yoğurmayı başarıyor. Uzay yolculuğunun bir insanda bırakacağı kalıcı hasarları, geri döndükten sonra çekilen yabancılık ve yalnızlık gibi duyguları kitap boyunca Hal Bregg sayesinde gözlemleyebiliyoruz.

Kitapta bahsedilmesi gereken noktalardan biri de hiç şüphesiz “betrize olmak” deyimidir. Betrizasyon, insanlarının kanına enjekte edilen bir sıvı ile onları şiddetten tamamıyla uzaklaştıran bir işlemdir. Bu yönden baktığımızda, insanların artık şiddet yanlısı insanlar olmaması bir “ütopya” olarak görünüyor fakat bu “yeni dünya”ya Hal Bregg ve onunla birlikte dünyaya dönen öteki astronotların gözünden baktığımızda ise, etkili distopya tasvirleri görmemiz pekala mümkün. Evet, neyse ki Hal bu yeni dünyada tek başına değildir, onun yaşadıklarının aynısını yaşayan arkadaşları da vardır. Olaf ile zaman zaman bir araya gelir ve içinden çıkamayacakları diyaloglara sürüklenirler.

“Öyle insanlar yok,” diye tekrarladı kız. “Her şey robotlar tarafından yapılıyor.”

Geleceğin dünyasında yaygınlaşan “insansı robotlar” ise, Lem’in öngörülerinden biridir. Günlük hayatın içinde dahi birçok alanda robotlarla insanlar içli dışlı bir hale gelmiştir. Yapay zekanın inanılmaz bir şekilde ilerlemesi, gelecekte insanların birçok ihtiyaçlarını onlar sayesinde gidermesi anlamına da geliyordur.

Lem’in takıntılı olduğu konulardan biri olan iletişim unsuru bu kitapta da karşımıza çıkıyor ve Bregg’in “yeni dünya“nın insanları ile kurmaya çalıştığı iletişim, başta Solaris ve Aden olmak üzere, yazarın öteki bilimkurgu yapıtlarını da akıllara getiriyor.

Sonuç olarak, bilimkurguyla insanın iç dünyasının birleşimini romanlarında muazzam bir şekilde irdeliyor Lem. Ortaya da böyle leziz kitaplar çıkıyor.

Yıldızlardan Dönüş’ü her bilimkurgu sever okumalı. Stanislaw Lem’i ise her bilimkurgu sever hatmetmeli.

“Bregg, eğer yıldızlar olmasaydı, gitmeyeceğimizi mi sanıyordun? Bence giderdik. O boşluğu incelemek, onun için bir açıklama bulmak isteyecektik.” -Thurber.

44
Eğlence & Mizah / Ynt: İtiraflar
« : 01 Eylül 2016, 01:47:41 »
Daarlan Gardan'ın foruma ilk geldiği zamanı hatırlıyorum, çok efendi ve heyecanlı bir arkadaştı. Zaten çok kısa bir sürede kendini geliştirdiği yaptığı yorumlardan da belli oluyordu. Keşke hep o heyecanlı ve alçak gönüllü tavrını korusaydı. Umarım ileride özür dileyip eski amatör ruhuyla aramıza döner.

Bu görüşe katılıyorum ben de.

Kayıp Rıhtım'ı sadece portaldan takip ediyor ve foruma katılmıyordum. Daarlan Gardan sayesinde hayatımın dönüm noktalarından biri gerçekleşmişti. Güzel zamanlardı ama sanırım epey geçmişte kalmış.

Eski üyeler ismini de bilirler ama ben tekrar yazmayacağım yine de. Bu mesajları kendisine yakıştıramadığımı belirtmek istiyorum sadece. Hem de hiç.

45
Ben şimdilik sadece Müfit Özdeş'in kriçiskini okudum. Ve beğendim. Açıkçası Türk yazarların bilimkurgu ve fantastik eserlerine ön yargım var. Ama kriçiski beğendim...

Bana önerebileceğiniz herhangi bir yazar  var mı?

Müfit Özdeş'ten Son Tiryaki isimli öykü derlemesi.

Gurur Ası'dan Cam Dünya isimli öykü derlemesi.

Zühtü Bayar'dan Geyşa Android Şirketi isimli öykü derlemesi.

Orhan Seyfi Şirin'den Gelecek Yüzyıllardan Anılar isimli öykü derlemesi.

Doğu Yücel'den Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları ile Güneş Hırsızları ismindeki öykü derlemeleri (Doğu Yücel'in bütün öyküleri bilimkurgu değil ama bilimkurgu olanları okumak için kitapları da edinmen gerekiyor).

İlk 5 kitabın baskıları olmadığı için bulmak bir hayli zor olacaktır. Güneş Hırsızları yeni bir kitap, onu her yerden bulabilirsin.

Keyifli okumalar dilerim.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 119