Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Godex

Sayfa: [1]
1
Liman Kütüphanesi / Unutmadan...
« : 08 Şubat 2017, 11:06:19 »
' Deprem bölgesinde hava şartları giderek daha da kötüleşecek. ,

ve Sipiker anlatmaya devam ediyordu.
Depremi olduğu gibi göremediğim o an. Aklımda fay hatları çatırdamaya başladı
Şöyle bir hikayesi olmalıydı;

" Enke toprağı kemirmeye başladı ve bunu farkeden Hink'ler yeryüzüne akın etti.
Ahhh nasılda açtılar! Bu İnsan'ların ürettiği beton denen şey ne de lezizdir, bir bilseniz..."


O değilde benim not defterim nerede ?!
Lan bi parça kağıt olsa bare. Tüm çepler didik didik aranır ve o an bir not defteri ne kadar küçük olabilirde kıyıda köşede sıkışıp kalsın düşünülmez işte.

" Enke, arada bir uyanıp yer değiştiren ve yerin kilometrelerce altında yaşayan, toprak türünde bir yılan..."

Offf not almamlazım! Yok. İnsanın üzerinde bir parça kağıt olmaz mı arkadaş! Yok işte, yok. Dur dün aldığım alış veriş fişi vardı şurada. Nerede bu ya... Tabi ya, çöpe atmıştım onu da. Bir parça kağıt, bir parça. Sigara? Evet evet sigara pakedinin içindeki bu ne halta yaradığı bilinmeyen kağıt parçası başka ne işe yarıyabilir ki sanki.

" ve Hink'ler, insan gözleri tarafından görülemeyen, kene benzeri varlıklar. Dünya'nın bir çok yerinde yaşasalarda, asıl konakları Enre'lerin bulunduğu bölgelerdir. Enre'ler hareket edip toprağı yumuşattıklarında, kolayca yeryüzüne ulaşıp beslenirler."

Tabi ki kalem olamadan hiç bir şey var olamaz ! Dingil herif, tüm çeplerini yokladın. En azından kalemi çıkarsaydın. Offf büyük bir zaman kaybısın be adam !
Lan. Kalemlerim nerede ? Onca kalemden bir tanesi üstünde olmaz mı insanın?! Kalem lan bu, işin kalem ile...

"Mink'ler zayıflayan topraktan sızan, cezbedici kokuları aldıklarında hareketlenirler ve yeryüzüne hızlı bir yolculuk başlar. Elbette yer altındaki bir çok kaya ve toprak besleyici ve lezzetlidir. Lakin arada bir değişiklik yapmak gerekir. "

' Gars...' bu garsonlarda apayrı bir cinsler arkadaş. ' Bakar mıs ' yok dayı sana el etmedim. Hem ne haddime. Saygılar. Oboww Asgard'ın suyyundan içmişde zehirlenmiş herif. Neyse o tarafa bakma. Bir daha göz göze gelirsek, kalkar ezer beni bu azman! 'Pardon! Bak...' off, bu garsonlara garsonluk eğitimi veriyorlar mı acaba?!
Arkadaş, müşteri ile göz teması kurmaktan neden kaçınırsınız ki ? İşiniz bu, müşteriyi takip etmek.

" Ment'ler yeryüzüne ulaştıklarında ziyafet başlar ve kimyasallar ile yoğurulmuş bu beton blokları, birer kekmiş gibi kemirmeye başlarlar. Kemirilen kekler "

' Pardon! ' hay lanet.

" Kekler bir süre sonra önlerine serilir ve her Mert kekini sahiplenir. "


Yaw kızım sana bakan yok. Cheese kekinle ilgilen sen. Yarı ork seni! Allah'ım tavırlara bak ya. Belli insanlara karşı tahammülü yok.
Ork kanı taşıdığını öğrendiği gün örmüş duvarlarını. Sırf bilgi toplamak, casusluk yapmak için katlanıyor bize!
' Heh, kolay gelsin. Bir çay alabilir miyim. Bir de varsa kalem. Teşekkür ederim.'
Şükür, sonunda!
Evet, neydi...
...
Lan yazsana.
Dur! 
Heh.
" Mert toprak kokusuna aldırmadan kekine yumuldu. Emre ise ..."


2
Kurgu İskelesi / Tanrısız Adam
« : 18 Ağustos 2014, 23:10:40 »
    " Tanrım, bundan sonrasını ben hallederim! "

    Şelalenin yanından atlayıp, koca cüssesinin yere çarpması arasında kalan zamanda mırıldanmıştı bunları. Yaklaşık 7 metreden atlamadan önce hiç tereddüt etmemişti. Bilmediği bu ormanın derinliklerinde durmaksızın kovaladığı iblisi, bir an olsun gözden kaybetmeden kovaladı. " Benimle oynuyor! " diye küfrediyordu içinden. Kaçmaya çalışmak gibi bir niyeti olmadığı belli olan canavara.

     ve Haklıydı, sadece zaman geçirip eğleniyor, düşmanını tartıyordu.

     Onlarca insanı, kadın çocuk gözetmeksizin gözünü kırpmadan katleden bu insanlıktan çok uzun zaman önce çıkmış iblisin, böyle kurnaz olabileceği aklına  hiç gelmemişti.

     İblis herif ormanda tek başınaymışcasına, açık alanda durmuştu. Kaçmaktan vazgeçip, manzarayı hayranlıkla izliyordu. Yemyeşil ulu ağaçların çevrelediği alanın ortasından, berrak bir ırmak akıyordu. İçindeki irili ufaklı balıkların suretleri, yüksekten dökülen suyun akıntısı ve sarsıntısıyla, alevlerin yarattığı gölgeler gibi dans ediyordu. Zemin yeşilin en canlı tonunda, bileklerini geçen otlarla kaplıydı.

      Her ne olursa olsun, güzel bir gündü…

      Koca adam doğruldu ve Tanrıya yakarışına devam etti. " Tanrım izin ver. Bu vahşete bir son vereyim. İzin ver kötülüğe tek başıma göğüs gereyim!". Sözleri git gide daha duyulur bir tona yükseldikçe, iblisin dikkatini çekmiş olacak ki manzaraya olan  ilgisini kaybetti. Kulak kabartmaya başladığı, sırıtmaya başlamasından belliydi.

      " İzin ver! " diye kükrediğinde, birden fırtına  koparcasına  rüzgar esti ve geçip gitti.

      Bir biri ardı kuruyup sararan otlar, rüzgarın peşi sıra sararıp can verdiler. Soluk bir ahenkle. Uzun otların altında, karınca yuvasının yakınında çerezini yiyen kertenkelenin, kuyruğundan bile vazgeçemeden can verdiğini kimse fark etmedi… Sararan ölümden kaçmaya çalışıyordu umutsuzca sessiz yılan ama en yakın ağaca tırmanamadan, ölüm kuyruğundan gasp etmeye başlamıştı bile. Hayatın yitip gidişini hissetmiş gibi çılgına dönen ulu ağaçlar, ağlar gibi döktü yapraklarını. Havada can veren yapraklar, toprakla buluşamadan daha havada soldular. ve Kuşlar, infilak eden uçaklar gibi tüyden dumanlar bırakarak, toprağa saplandılar. Ardından, solan yapraklar üzerlerini örttü. Bu deliliğe bir son verir gibi aniden kuruyup can veren ulu ağaçlar acıyla inlediler. Çatırtıları kulakları tırmaladı. Zaman tersine dönmüş gibi, bulanan nehir şelaleden yukarı tırmandı. İrili ufaklı balıklarını tükürürcesine, bir bir içinden söküp atarak. Ardında kalan balıklar, birer soluk kaya parçası gibi sıçrayıp toprağa yapıştılar.

      ve İlahi bir sessizlik çöktü etrafa…

      Sessizliğin hakimiyetini yerle bir eden iblis oldu. Sinsice yüzüne yerleşen sırıtış git gide daha da yayıldı ve düzenli yükselişiyle kısa sürede yerini kahkahalara bırakarak zafere ulaştı. Adam bu çirkin zaferi umursamadan iblisin gözlerinin ötesine, özüne bakarak “ Artık yalnızız.” dedi.

       ve O anda sessizlik çöktü tekrar.

       “ Soytarı Tanrının kuyruğunu kıstırıp kaçması, yalnız olduğumuz anlamına gelmez! ”, sözleriyle, iblisin ciddiyeti yeniden yerini neşeye bıraktı ama bu kez gözlerinin içinde dans eden alevler eşliğinde etrafa yayıldı.

       Önce, gökyüzünü kara bulutlar gasp etti ve ardından ağaçlar köklerinden, toprağın içinden başlayarak alev aldı. Ağaçlar ki çoktan can vermişlerdi. Kibrit çöpleri gibi kolayca alevlere teslim olmuş ve kimisinin alevlerle zayıflayan gövdesi, ağırlığına dayanamayıp toprakla buluştu. Neredeyse gökyüzüne değecek kadar yüksek bir ulu ağaç, biraz önce berrak taptaze suların aktığı şelalenin üzerine, toprak ve kıvılcım şarapnelleri saçarak devrildi. Kuru nehir yatağında yatan balık cesetleri, yumuşayıp kaynayan balçık içinde yok oldular. Küçük ovada birer dikik gibi duran sararmış otlar çürüyüp zemini balçık gibi kapladı. Önce infilak eden kuşlar çürüdü ve ardından sayısız kurtçuk, sanki yeryüzünü istila etmeye hazırmış da emir bekliyormuşcasına, topraktan peydahlanarak zeminde dans etmeye başladılar.

      Neşesi gayet yerinde olan iblis, her zamankinden daha da yaygın sırıtışına bir de zift karası gözlerinde dans eden alevler eklenmiş olarak;

      “ Tutsak, belki Tanrıcığına tekrar yalvarmak istersin, hı? ” diye alay etmesiyle. Tanrısız adam, hiç tereddüt etmeden ve duraksamadan “ Güneşe gerek yok! ” dedi hiddetle.

      “Titrek bir mum ışığı bile yeter, karanlığı yok etmeye.”

       Kılıçtan bozma baltasını iki eliyle kavrayarak ileri atıldı. “ Kakınç, uyan! ” diye emretti içinden.

       Her Tutsak kendi silahını yapardı ve birlikte büyüyüp, birlikte yaşarlardı. Daha on yaşında Çoban’ının yanına yerleşip, silah yapma sanatını öğrenmeye başlamıştı. İlk iş olarak Ejder Kalbi denilen kızıl çelik cevheri, damardan söküp almayı öğrenir. Ardından saflaştırılan kan kırmızısı cevheri Buz Dağı’nın en soğuk odalarında, kristal gözlerinde işlemesi öğrenilirdi. Tabii bir yıl içinde ne kadar öğrene bilinirse… Ejder Kalbi;  ısındıkça sertleşip keskinleşen bir yapıya sahipti ve hiçbir üstat şimdiye kadar bu kızıl cevherden bir kılıç yapamamıştı. Balta ve çekiç türleri yapımına elverişli bir cevherdi. Keskin kıvrımlar ve köşeler bırakılarak, yok edici silahlar yapılırdı bu dağda.

        Tutsakta 11 yaşında ve öğrendiği kadarıyla, kendi silahını dövdü. Ölümcül bir hırsla. Öfkesiyle hayat verdiği silahına, evrensel dilde Hiddet anlamına gelen Kakınç ismini vermişti.

        İblis hiç istifini bozmadan sırıtmaya devam etti ve bozmanın iki hamlede, yüzünün önünde koca bir X işareti çizmesini izledi.  Bu ölümcül saldırıyı, belli belirsiz hamlelerle sıyrılıp, kolayca savuşturmuştu. Yanından hızla geçen tanrısız adama bakarak dönüp yer değiştirdiler ve “ İstersen ” dedi, adam toparlanıp yeniden hamle yapmadan önce, 

        “ İstersen tekrar yalvar! “

   Tanrısız adam sükunetle kararmış göğe çevirdi yüzünü. Bir zamanlar öfkeyle akan şelalenin olduğu yamacın üstünde, neredeyse kara bulutların ardında kaybolacak olan dalda, bir doğan tünemiş ve olup biteni izliyordu.

   Göz göze geldiler ve “ O her şeyi görür ve bilir… ” diye mırıldanıp, ikinci kez saldırdı.

   ama Bu sefer zihninde daha temkinli ve bilinçli bir saldırı planlamıştı. Çürümüş zeminde, attığı her adımda ezdiği kurtçukların çıkardığı sesleri dahi daha net duyar olmuş ve zemine inat içinde yeşeren umutla daha emindi adımları.
   
         Sahip olduğu ebedi ve tek dostunun uzun kabzasını iki eliyle kavradığında, birleşmiş uzuvlarının uzayıp keskinleştiğini hissetti. Neredeyse milyonlarca yaratığı parçalamışlardı birlikte, iyi ya da kötü ayırmaksızın.
   
         Yüzünde hiçbir tepkiyi barındırmayan iblis şey, maske takmışcasına sadece sırıtarak öylece bekliyordu.
   
         İlk saldırısından daha hızlı bir saldırıydı bu seferki ve daha en başında planladığı gibi fazla yaklaşmadan aniden durdu. Yeterince yakın ve fazlasıyla uzak. İblis ne kadar silahsız gibi görünse de, bunların sağı solu belli olmazdı nasılsa. Aniden durması ve çelikten elini iblisin kellesini koparmak için savurması bir olmuştu. Kazandığı ivmeyi kaybetmeye niyeti yoktu ve bu yüzden iblis yere çömelmeden kurtulamayacağı hamleden beklendiği gibi kurtuldu.

   Tutsak, “ Koyun güder gibi…” diye düşündü.

   Ve dans eder gibi hamlesine devam etti. Kazandığı ivme her hareketinde baltasını hızlandırıyor ve ısınarak daha da sertleşip keskinleşmesini sağlıyordu. Öyle ki daha iblisi geçip gitmeden, Kakınç çoktan yön değiştirmiş ve Tutsağın tek elinde geriye doğru yol almıştı bile. Kakınç geriye doğru giderken, dengesini bozmasın diye çaprazında kalan ayağını sert bir adım atar gibi kullanmış ve iblisin suratına sağlam bir tekme indirmek niyetindeymiş gibi ileri atılmıştı. İblis çekirge ve kurbağa karışımı bir yaratık gibi geri sıçradığında kılıçtan bozma balta kavuştuğu ısıyla kılıç olmaya yakın bir hal almış ve sahibinin iki eliyle kavrayıp başının üstünde tuttuğu bir meşale gibi pozisyonunu almıştı.

   “ Yakınımda kalmak istiyor. ” diye kendini uyaran Tanrısız adam, iblisin çok daha geriye sıçrayabileceğini ama bunu yapmadığını bilinçli alarak kavradı ama fark etmezdi. Bu son hamle her şeyi sonuca bağlayacaktı nede olsa.

   Ve Tutsak, Kakınç’ın ve kendi gücünün doruğuna vardığını bildirircesine kükreyerek indirdi, başının üstünde alev dansı yapan silahını. Eğer etraflarında yaşayan her hangi bir canlı olsaydı, korkuyla kaçışırdı ama hiçbir şey hareket etmedi. İblis bile…

   Bir an zaferle parıldayan gözleri, iblisin hamlesini hakaret edercesine, tek eliyle durdurmasının ardından dehşetle titremeye başlamıştı. Durdurulması imkansız olan bu hamleyi, tek eliyle durduran iblisin yüzünde her zaman ki sırıtışı duruyordu. Tek fark, artık bedeni dil çıkarıp, havanın tadına bakan alevlerle kaplıydı. Belli belirsiz yeşil alevler alay ediyordu Tutsak ile ve sahibine ve üstündeki giysilere zarar vermiyordu.

   “ Tanrım! ” diyebildi sadece Tutsak, inilti kıvamında…

   Baltayı bırakmadan doğrulan iblis, “ Evde yok ki. ” diye kıkırdadı neşeyle. Elleri iple bağlı bir köleymiş gibi, baltanın kabzasında sabit duran adamı kendine çekti.

   “ Dans bitti! ”
   “ İmkansız. “ diyebildi, hala inanamayan adam.
   “ Yaptığımız onca şeyden sonra, inanamadığın bi bu mu var. “

   İblis, baltayı havada çevirip partnerine arkadan sarıldı. Bunu istemsizce, bir dans figürü gibi yapmışlardı. Artık kızıl çelik Tutsağın gırtlağındaydı ve adam bunu gayet iyi hissediyordu.

   Ne olduğunu kavramaya çalışan Tutsak, “ Ejder kalbi? ” diye sordu bu sefer. Nefesi tam bir cümle kurmaya yetmemişti.

   İblis herif neşeyle, “ Şşşşşt ” dedi, “ Takma böyle şeyleri kafana. Hem, meraklı ruhlardan hiç haz etmem ben. ”

   Bir eliyle baltayı tutarak, bedeniyle balta arasında sıkıştırıyordu. Boşta kalan diğer eli, adama paralel kalkmış ve kılıç gibi düm düz duruyordu. Parmak uçlarında yoğunlaşan yeşil alevler adamın boynuyla omuzu arasında bir yara açmaya başlamıştı bile.

   İçinde bulunduğu umutsuzluğa rağmen, hala cesareti vardı. ve Zihnini toparlayıp bu durumdan kurtulmak için bir yol düşünüyordu ki, eski şelalenin çok üstünde bir karaltı fark etti. Karartı alevlerin aydınlatma menziline girdiğinde, Tanrısız adam gülümsedi. İblisin kolu adamın kalbine ve Doğan, adama yaklaştıkça roller değişti. Tutsak gülümsüyor ve iblis yenilgiyle küfrediyordu.

   Adam, Doğan’ın gözlerinin içine bakarak, “ Güneş ” diye mırıldandı. İblis kalbini avuçlarına almadan hemen önce.

   Kaybettiği ruha küfrederken omzunun üstünden hızla geçen karartı dikkatini dağıttı ve elindekileri bırakıp karartıyı görmek için o yöne döndü.

Yere yığılan cesedin yarasındaki yeşil alevler tüm eti ve dokuyu kül ederek yayıldı ve geriye kemiklerden başka bir şey kalmadı.

İblis herif, hiçbir şey yaşanmamış gibi, yüzünde mutlu bir ifadeyle yürümeye başladı. Doğaya hayranlıkla bakarak ilerledi ve bir süre sonra ormana dalıp gözden kayboldu…


3
Şişedeki Mısralar / Var Mı?
« : 10 Mayıs 2013, 23:31:06 »
Gücünün yetmediği zamanlar, var mı ?
Geceye gem vuracak…
/ Ellerin.
Karanlığa bakacak. / Yüzün…
Gücün var mı ? Ruhu sonsuzluğa alıştıracak !

“Geceye  uzanan ellerim titrer,
Ruhuma işleyen aşk alevinde.
Kızma! Yüzümü çeviremem sensizliğe…
Korkarım, ölümüne….”


Sesinin kesildiği zamanlar, var mı ?
Yaralara ilaç olacak …
/ Sevgin.
Sızıyı dindirecek. / Şefkatin…
Sözün var mı ? Gözden akan yaşları dindirecek !

“Acılarıma sardığın  sevgin  sızlar,
Kalbime dokunan  şefkatinle.
Küsme! Şefkatine muhtaç kalırım sensizlikte…
Beklerim, sessizce…”


Umutsuzluğa kapıldığın zamanlar, var mı ?
Bir gün daha yaşatacak …
/ Nedenin.
Günlere anlam katacak. / Sebebin…
Umudun var mı ? Acıyı yürekten atacak !

“Her günüme  yüzün işler,
Hanımeli kokan gülüşünle.
Korkma! Çaresizliğimin sebebi sessizlikte…
Kanarım, sözüne…”


1kan/Y. ( Var Mı?

4
Düşler Limanı / Ben'dim, Sen Beni Sevdin
« : 14 Aralık 2012, 22:20:02 »
... Ben'dim, Sen Beni Sevdin ...

 
Kara bir göldü yüzdüğüm, karanlığın gölgesinde. Durgun ve bir o kadar gürültülü, sanki şelaleler düşüyordu, üstüme... Bir yoğunluk vardı etrafta beni boğan! ve Kin! ve Nefret!

Ben Bul'dum, Sen beni gördün...
... derken birden suyum dalgalandı... İçime bir nur düştü sanki, öyle aydın. Kör oldum ve seni kalbimde buldum... Gözlerim gözlerine değdi, beni gördün.

Ben Sus'tum, Sen beni sana susattın!
Bir resim gibi kaldım öylece, bir süre... Sesim dilime yapıştı ve gölün gürültüsünü örttü sessizliğim!
Karanlığın sessizi daha bir ürkütücü oluyor, içimde, korkularım var..!
... ve Gönlüm ruhum kurumuş, zamanla, sende kaybolurken... Öyle bir şey ki bu; yansıması suya düşen bir yıldız kadar gerçek ve yalan! Yalanlığı gerçek olmayışından değil, yanılsamadan.
ama Yalansız, her geçen an daha çok susuyorum sana...

Ben Vazgeç'tim, Sen beni vazgeçilmez seçtin...
Susuzluğumla, açlığımla, hiç dinmeyen özlemlerimle kendimden geçiyorum sende...
Karanlığın sonu, def'i... Işığa saran bedenimi! Ben sevginde büyüyen, ben aşkınla büyülenen... Ben vazgeçtim kendimden! Sen olmaya, sende olmaya...
ve Senin...
Sen olmaya yüz tutmuş, yosun bağlarken bedenim, yeşerdi göl.
Karanlığın gölgesinde koyu yeşil su... Kanatları ışıl ışıl her buse konduğunda yüzüme, bir nilüfer açar ve Sen, kök salıp yüreğime , sahip oldun her şeye. Mor nur'dan bir sümbül ve beyaz ceviz kokusuyla...
Ben, vazgeçilmeyen...

Ben Konuş'tum, Sen konuştun...
" Şimdi, çiçeklerim var, umuda dair, mutluluğa dair... ve Sevgi... ve Aşk...
Tuttuğum dilek avuçlarımda, Sedef'den bir peri. Her an ama her an ruhuma Sedef işlemeli!!! " derken ben,
" Damarlarımda dolaşan bu aşk, hücrelerime huzur zerk eder, hayatıma aşı, ruhuma katıksın sevdiğim... " dedin sen...

Ben Öl'düm, Sen beni ölümsüz kıldın!
Öyle sessizdi ki ölümlerim, gidişlerim kadar ansız. Belli belirsiz anlamlar taşıyan ruhum, kendine isyan edip kaçar bedenimden ve terk edilmiş bir virane sessizliğinde kalır...
Boş kadehim, içime kan kırmızı şarap tadında dolan sensin. Benliğinle hayata perçinleyen ve yokluğumu varlığa çeviren...

Ölümü gasp edip beni ölümsüzlüğe iten!

Sen'din...


5
Kurgu İskelesi / Geldiğ gibi gitmeyen...
« : 02 Aralık 2012, 23:06:10 »
Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm

" Bu kızı kime verek ? "

   Dilimde ki duaya rağmen, fısıltıları duyuyor ve duymak
ile kalmayıp zihnimin bir köşesinde tekrarlıyordum... Bununla da
kalmayıp zihnimin başka bir köşesinde, Gecenin bir yarısı benim burada işim ne !
diye kendime kızabildiğimi farkettiğimde, yaptığımız ayin bozmasından daha çok
bu durumdan ürpermiştim.

ye saf dîş
bikatlamediyş


   Ürpermeme yardım eden bu korulukta olmamam gerektiğini iliklerime kadar hissetmiştim
o an. O hissi şu an bile çok net hatırlıyorum ve birinin gözlerinin üzerimde, hatta dudaklarımda
olduğunu. Bu hissetmekten öte bir şeydi, biliyordum!

ve innehû kâne yekulü sefîhünâ alâllahi şetatan

    Eğer gözlerim bağlı olmasaydı, her şeyi bir kenara bırakıp beni kimin izlediğini bulmaya
çalışarak, etrafı kolaçan eder dururdum. İşte tamda bu yüzden bağlamışlardı gözlerimi.
" Dikkatinin dağılmaması gerekiyor. " demişti Selim, gözlerimi annesinin eşyaları arasından
gizlice aldığı ipek eşarp ile bağlarken.

yeûzûne biricâlin minel cinni fezâdûhüm rahekan

" Cinlere verek... "

   Yerde yatan koca cüsse Kerem'e aitti. Korkusuz ve atılgan karakteri cüssesini dolduramadığından,
saçma ve salakça tüm fikirlere balıklama atlardı. O gece olduğu gibi...
   Benim aksime, onun gözleri bağlanmamıştı. Başka bir eşarp ile örtülmüştü sadece.
Zaten görevi ve rolü ölü gibi yatmaktı ve bu konuda yeterince başarılıydıda. Artık hepsi bu konuda başarılı...

yestemiıl âne yecid lehü şihâben rasaden

" Cinlere söyleyin kazma kürek getirsin... "

   Bilal'in o buz gibi soğuk sesi hâlâ kulaklarımda çınlar. Halkanın sonunda durup kulağına
fısıldananları her dile getirişinde, dudaklarımda hissettiğim gözler daha da yaklaşıyordu sanki ve  
bu saçmalığa bir son verip, diğerlerini de uyarıp bu yerden uzaklaşmak istiyordum, lakin
Kul ûhiye suresi dilime yapışmıştı adeta ve ben duramıyordum. O zamanlar farketmemiştim
ama içten içe durmakta istemiyordum.
   İlk fısıldayan Murat'tı ve bunu ikinci fısıldayan Erol ile defalarca yapmışlardı. Cengiz yani
üçüncü fısıldayan ise sadece bir kaç kere izlemiş ve bir kerede ölü olmuştu. En sonda Bilal vardı,
bu tür şeylere inanmazdı. Zaten her şey onu ikna etmek amacıyla yapılıyordu.
   " İkişer parmakla bu öküz gibi herif yerinden kalkar mı oğlum ! " diye tükürür gibi çıkışmıştı Erol,
Kerem'i işaret ederek.
    Kerem'i biraz süzdükten sonra " Hiç bir ilahi güç bu ayıyı yerinden kaldıramaz! " dedi Bilal
ve uzun bir süre yapılan münakaşanın ardından, Emirgan Korusu'nun kilitli parmaklıklarından
gecenin koynuna sinsice girmiştik.

" Bu ölüyü burdan kaldırak! "

femen yestemiıl âne yecid lehü şihâben rasaden

   İnce ve inanmazlık taşıyan  garip sesler ile bitirdim duayı. Gözlerimi açtığımda Kerem,
dört kişinin ikişer parmağı üstünde yatıyordu ve neredeyse bir metre yükselmişti. Murat ve
Erol büyük bir zafer kazanmışcasına sırıtıyorlardı. Hepsini tek tek süzerken, hiç birinin
farketmediği bir şey farkettim; Kerem'in biraz önce yattığı yerde kara bir kedi vardı ve
gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Gözlerini dudaklarıma dikmiş bakıyordu !
   Korku ve panik ile savurduğum küfür ile birlikte Kerem yere çarptı ama kalktığında ortalıkta
kedi yoktu.
Kafasını yere çarpan Kerem, " Geri zekalı herif! Naptını sanıyon sen ." diye üzerime yürürken,
etrafta deli gibi kediyi aradım ama ortalıktan kaybolmuştu ve doğal olarak hiç biri kedi hikayeme inanmamıştı.
    Yapılan uzun münakaşanın ardından, Bilal ikna olmamış bir halde, evlerimize dağılmıştık.

"ESSELÂMU ALEYKÜM"

    O güne kadar, hiç biri dua ile yapmamıştı bu ayini. Çağırdığım şey, her birine tek tek
fısıldamıştı ve bir hafta içinde her biri intihar etti. Kerem dışında, hepsi öldü.
Annesi okula gitsin diye uyandırmaya gitmişti bir sabah ve o günden beri neredeyse
her sabah uyandırmaya gider, bir umut!

VE ALEYKÜM SELÂM

   Kerem'in bitkisel hayata girmesinden sonra ki sabah uyandığımda, göğsümde
oturmuş ve gözlerimin içine bakıyordu. Şimdi her sabah o ölü gözlere bakarak uyanıyorum
ve bir tabak süt verip evden çıkıyorum...
 

6
Kurgu İskelesi / Sis Notları
« : 29 Kasım 2012, 20:49:42 »
Zamanın öneminin olmadığı olaylar vardır hayatta ...
 
   Tarihin ve zamanın yitirildiği mekanlardan biriydi, bu loş ve sessiz oda.
Etrafı, dibine düşen gölgesini dans ettiren, eski moda bir mum aydınlatmaya çalışıyordu.
Kendini yarıya kadar yiyip bitiren zavallı mum, sanırım karanlığa karşı
hiç bir şansının olmadığını bilmiyordu...

Er ya da geç, her şey ona teslim olacak.

   Dışarıda fırtınalar kopmasına rağmen, oda bir mezar kadar ve
masada oturan adam ise fırtına kadar sessizdi. " Ardımıza düşen yıldırımların
ışıkları kesiyor sırtımızı. " , ne ses ne de bir ışık oyunu olmamasına rağmen,
düşen yıldırım ile eş zamanlı olarak içindeki ses söylemişti bunları.

   Umut; olmuş olan , olmakta olan ve olacak olanların zihninde birbirine
tecavüz etmesine aldırmadan, cilasız ama vernikli masanın pürüzlü yüzeyinde duran,
siyah deri kaplı defteri doldurmaya devam etti. Loş ışıkta saman sarısı yaprakların
üzerinde küçük kıvrım kıvrım solucanları andıran biçimsiz yazılar yazmak ve
yazdıklarını okumak ile kendinden geçmişti adeta. Yıllardan daha fazlasının verdiği
bir alışmışlıktı bu.

   " Serdar, Ağaç'ın kendi diyarına getirdiği ruhları savaş için hazırlamıştı. Sis çökmek üzereydi... "
Yazdığı son cümleyi, uzun bir süre düşündü. Öfke ve pişmanlık karışımı bir his ile dolmuş ve
gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Onlarca yaşanmış hayatın verdiği bir ruh yansımasıydı,
yüzüne yerleşen sertlik. Yaşanacak kaç hayatı daha var bilmiyordu ama yaklaşan savaş,
onun için bir umut, insanlık için ise bir yok oluştu. Diğer yandan, artık son babasını görebilmek için
Sis'in çökmesini istiyordu. " Sis çökmeden dönerim. " demişti Savaş, hızla eve girip kimseye
bir şey demeden çantasını hazırlayıp evden çıkmadan önce. Gözlerinde ki korkuyu hâlâ çok
net bir şekilde hatırlıyordu...

   Dudaklarının arasından sızıp dilini uyaran gözyaşı tadı ile kendine geldi. Mum artık can çekişiyordu.
Defteri kapatıp, üzerine işlediği bakır simgeyi seyretti bir süre. Kare içinde birbirini kesen iki ok ve
kesişme noktasında gözü andıran bir elips vardı. Bu mühür, yaşadığı hayatlar içerisinde yaptığı
en zalimce şeydi... İki ruhu bilinçsizce mühürleyip hapsetmek. Her yeni yaşamında bundan inanılmaz
bir pişmalık duymuş ve Onur " Bu savaşı nasıl başlatırsın! " diye her sorduğunda, ölememenin verdiği
acı ile kahrolmuştu. Tarif edilemez bir azaptı bu, bir bedel ancak bu kadar ağır olabilirdi!

   Tek bir parça halinde, su ile işlenerek keskinleştirilmiş, kemik neşterin üzerinde pıhtılaşmaya
yüz tutmuş kanını, keten bir bez parçası ile temizlemeye başladığında " Senin için..." dedi.
Sessizliği bozulan oda soğumaya ve daha da kararmaya başladı o an.

" Saçmalama ! Ölmekten korktun, hepsi bu."

   Tek bir bedeni paylaşmaya alışmışlardı artık. Zor yollar ile edinilmiş bir deneyim, kolayca öğrenilen
tüm yeteneklerden daha kalıcıydı. Bu yüzden ilk bir kaç hayatlarında şizofren tanısı ile hastaneye
yatırılmış ve orada canlarını vermişlerdi. Birlikte çok uzun süreler başbaşa kalmışlardı ve ilk
hayatlarına dair sahip oldukları hatıra kırıntılarını birlikte birleştirip o hayatı hatırlamışlardı ve
bu duruma geliş nedenlerini...

   Gün ortasında saçma sapan bir soygun girişiminde, bıçaklanarak öldürülmüştü Onur. 
Umut, kollarında sahip olduğu tek ailenin cansız bedeni ile oturmuş ambulans beklerken,
aklının bir kısmını yitirmişti. Uzun bir süre tedavi gördükten sonra kendini kütüphanelere
kapatmış ve onu geri getirmenin bir yolunu bulmuştu, sonuçlarını hiç düşünmeden...

" Evet, korktum! Korktum ama fazlasıyla öldüm. "

   Neşteri defterin üzerine bıraktı ve kendi hazırladığı karışımı, masanın yanındaki duvara
çakılan çivilere asılmış raftan aldı. Kavanozdan biraz, krem kıvamındaki karışımdan alıp sol
kolundaki taze yaralara masaj yaparak sürmeye başladı. Pıhtılaşan kan parçaları kremin
etkisi ile eriyip kreme karışmaya başladığında, Onur kolundaki diğer harfleri okuyordu,
çocuksu bir edayla. Neredeyse tüm kolu harfler ile kaplıydı, kimisi kabuk bağlmış, kimisi ise
kapanmış faça izi şeklindeydi ve hiç biri şeklini kaybetmemiş, net bir biçimde okuna bilen izlerdi.
Yılların verdiği tecrübe ile olağan üstü bir hız ve kıvraklık ile yaraların kabuklarını neşteriyle sıyırıp
alıyor ve defterine yerleştirdiği bu parçalar, irin ve kan ile deftere yapışıp kalıyordu. Aklında beliren
tüm görüntüleri bu şekilde aktarmıştı deftere.

   İşini bitirip kolunu sarmaya başladığında, " Gaddar, Hain ve bir o kadar da Deli. ama Daha bitmedi! "
dedi Onur ve Umut,  " Daha sis çökmedi... " diye tamamladı, gülümseyerek. Ardından karışımı rafa
geri koydu ve defter ile neşteri alıp odanın diğer tarafında duran yatağına gitmek için ayağa kalktı.
Malzemelerini sakladığı nar ağaçından yapılmış ahşap kutuyu yatağın üzerinde bırakmıştı.
Son ailesi her şeyi bilmesine rağmen, bunu görmelerine gerek yoktu. İki adım atmasıyla zihninde bir
şimşek çakan Umut, yere yığıldı ve elindekiler önüne düştü. Mum can verip, oda karanlığa
teslim olmadan önce, Umut açılan sayfadaki başlığı okuyabildi ancak;

" Ölüm Ağacı "
 

7
Düşler Limanı / Her şey aynı.
« : 26 Kasım 2012, 22:34:02 »


Bilmiyorsun, değişen hiçbir şey yok…
Sen yoksun ve mevsim yaz, yani Temmuz ama bazı şeyler var, yerinde olmayan.
Hissedebiliyorum… ama Dışarıdan baksan, her şey aynı. Gel de anlat şimdi bu haltı!
Bak, bakkal amca yağmur duasına çıkmış gibi göğe bakıp ıslatıyor yerleri yine, her zaman ki gibi.
Üstünde gömleği, ayağımda terliği. Yüzünde " gülesim var " ifadesi, " lütfen, dürtûn beni ... ".
ama Dedim ya, bazı şeyler yerinde kalmıyor, bir süre sonra hiç ıslanmamış gibi yerler.
Uçup giden hayalleri izlerken, sensizliğe takılıp düşüyorum o karanlığa. Karanlık derin ve keskin,
beni öpmeden önce nasılsa öyle. Her şey aynı işte! Sonra kalkıp gülüşlerini temizliyorum, avuçlarıma batan…
Öpüşlerin beliriyor ansızın yanaklarımda, burnumda kokun tütüyor, gözlerimde saçların…
Öfkeyle dönüp kızıyorum bakkal amcaya, karanlıkta  “Hüzün satılır mı hiç bu havada !” ,
biraz utanır gibi oluyor ve bende bundan cesaret alıp “Temmuz diyorum, Yaz !
Neyse sen aldığım umutları bir köşeye yaz”, ölünce öderim...
İçimde umuda kurşun sıkıyorum, eskisi gibi.
Sonra dönüp arkamı sensizliğe, hızla gidiyorum. Yok. Yok, silmiyorum elimin tersiyle yüzümü,
yani her şey aynı…
Patavatsız bir gidiş belki benimkisi ama her zaman ki gibi işte. Durmadan, nereye gittiğimi bile bilmeden,
yürüyorum kör kütük dümdüz. Arada bir dizlerimin bağı çözülür gibi oluyor,
birbirine dolanıyor dilimde şarkılar ve ardından karanlık çöküyor, ışıklar sönüyor.
“Kırmızıda dur !” diyor içimden bir ses, duruyorum.
Önce sağımı yokluyorum, yoksun, sonra solumu yokluyorum, orada da yoksun…
Ölürken olduğu gibi, her şey aynı.
Sağ mı kalırım sandın solumdan geçtikten sonra. Tutulup kalıyorum işte, anlasana yine sana!
Öyle güzel geliyorsun ki bana, çölde ki serap halt yemiş yanında…
Yola nasıl başladığımı hatırlamıyorum, bir anda uçup gidiyor her şey.
Sadece bir uçurtma bağlı toprağa;
“Sadakat” diye düşünüyorum, esaretle mi doğardı acaba ?

1kan/Y. ( her şey aynı )
 

8
Şişedeki Mısralar / Birikinti
« : 24 Ekim 2012, 23:53:12 »

İnanma...

... Sonra öldüm.
ve Yeşile döndüm...
Çiçeğe meze, ağaca can oldum.
Düştüm!
Nefesimi toprağa örttüm.
Yağan yağmurun titrettiği, düşlerim...
...derken sızdım.
Çatlak hayatım...
Bulutların üstünde süzüldüm.
Sonra yeniden düştüm.
ve Birden alev aldım, yandım.

Önce bir kuş doğdu külümden,
Kalan, toz ve duman...
Sonra kuş uçtu, dalımdan.
ve Taşa kestim, yalnızlıktan.
Bir dağ, içi bomboş olan.
... derken içime çöktüm, öfkemden!
Gürledim ve yağdım birden.
Acılar tuttum yaralarımın arasından...
Kanı aktı ellerimden.
Sonra umutlar yüzdürdüm içimden.
Ölümler bağladım yelkenlerine, geçmişimden...
Topraksız mezarlık oldu rüyalarım, birden.

...ki ben, kendim yazdım taşıma, alınyazımı.
Sonra sildim adımı.
Kırdım zincirimi!
ve Elburz'a kurdum tahtımı.
Önce Simurg'den çaldım zırhımı,
Kendimle yaptım, en çetin savaşımı!
... derken kaçırdım aklımı....

ve Beyaza döndüm.
Kışa örtündüm.
Geline sarıldım...
Ölüme süründüm.
ama Önce renklerimi gömdüm.
Sonra sözümü tuttum!
Balonlara üfledim...
Ondan uçar bazıları, hatırlarım.

"Şairin lafına güven olmaz.
Kimbilir, aklı hangi masalda şimdi..."

 

9
Şişedeki Mısralar / Elma !
« : 16 Ekim 2012, 22:34:59 »
" Demedin. " deme !
Dedim...
Hemde, öyle çok dedim ki,
Suyu çıktı işte.
Çocuk oyunu oldu hayat.
Yerden o kadar yüksek ki umutlar,
Taş atıp düşürsem, paramparça olurlar...
Bırak kalsın.
Her şey, hayalinde güzel.
Dedim!
Bir umut, dedim...
Önüm arkam,
Sağım solum
Hep soğuk.
Ne yana bir adım atsam, senden daha uzak...
Nefesim yetmez inan.
Adını haykırıp, sana koşmaya.
Biraz, yaklaş...
Dedim.
" Bir şeyi yüz kere söylersen, olur. " inancıyla, defalarca.
En güzel,
En sıcak,
En içten
Sözlerimi söyledim sana
ama Sana gelene kadar, anlamını yitirdiler.
Sanırım...
Oysa, senin avuçlarına bırakmıştım kalbimi.
Kime sorsam " Kimde ? " diye, doğru tahmin etti.
Sen, ne kabul ettin ne de geri verdin...
" Sende. " dedim,
Vermedin.
Gelmedin...
Madem gelmeyecektin, gözlerimi çözseydin !


1kan/Y. ( Elma !

10
Bilim & Teknoloji / HTC Yardım.
« : 25 Eylül 2012, 01:29:11 »
Yaklaşık 2 yıldır HTC Desire HD kullanıyorum ve son 1  aya kadar da  gayet memnundum.
Arada bir kendi kendine  hoparlörü etkinleştirmesi dışında hiç bir sorun yaşamadım ve açıkçası
bu durumu pek önemsemedim, ertesi gün düzeliyordu nasılsa :D
Lakin bu durum son 1 aydır daha sık olmaya başlayınca yetkili servis ile görüştüm, belirli talimatlar
(telefon verilerini sıfırlamak ya da güvenli modda çalıştırmak gibi ) doğrultusunda sorunu düzeltim.

İşin kötüsü son dakikada yani bu gün, tamamen sapıttı ve sürekli GPRS'i çalıştırıp, Navigasyon'a
girmeye çalışıyor :/ ve ne yaptıysam bir türlü düzeltemedim.
Servise göndermeden, yapabileceğim her hangi bir çözüm yolu bilen var mı ?

11
Şişedeki Mısralar / Kahraman
« : 24 Eylül 2012, 19:15:22 »
Kahramanlığın son taşı oynandı.
Hamle yapıldı!
Kral geride,
Tepe üstünde, güvende.

Gülüşün gözlerimin önünde,
Yüzümde cesurca bir tebessüm!
Atımı en önde sürdüm…
Kaç kişi ölürse ölsün,
Kim ölürse!
Sana açılan yolda.

Kral güvende!
Tepe üstünde, geride…
Son taş!
Son hamle.
Gülüşün yüzümde…

1kan/Y

12
Şişedeki Mısralar / "Kimse yok mu ?"
« : 21 Eylül 2012, 23:01:49 »
"Kimse  yazmıyor mu?"

-Mürekkep kanser olmuş!

Kalemler kırılmış,
Kâğıttan gemiler sessiz dehlizlerde,
Bilinçsizce sürükleniyordu.
Bir kaptan, gök gürültüsüyle karışık,
Rüzgâr uğultusuna benzer bir melodi yükseliyordu...

"Kimse duymuyor mu?"

-Piyanolar dişlerini dökmüş!


Teller kopmuş,
Keçeden dudaklar kuyruk karanlığında,
Sessizce öpüşüyordu.
Biz, oryantal bir dans kıvraklığında,
Yoksul bir sükûnet eşliğinde ebruyu şekillendiriyordu...

"Kimse görmüyor mu?"

-Fırçalar tüylerini dökmüş!

Kenevir köklenmiş,
Kendinden geçen portreler ayaklar altında,
Acıyla inliyordu.
O minyatür, gölgesiyle barışık,
Ölümsüzlüğü andıran bir savaşçıyı andırıyordu...

"Kimse hissetmiyor mu ?"



1kan/Y.

13
Kurgu İskelesi / Zamansız..
« : 20 Eylül 2012, 03:51:19 »

Zamansız...


   -Madem zamanda yolculuk yapabiliyorsun, neden hâlâ buradasın?

   Akıl sağlığından şüphe ettiği için, karşısındakini ciddiye almayan, küçümseyen bir ses tonuyla sormuştu bu soruyu Cinayet Büro Amiri Demir. Hatta bu küçümseyişi gizleme gereği bile duymadığını gösterircesine, karşısında oturan genç adama sırıtıyordu. Sorguya başladıklarından bu yana ve hatta teslim olduğundan beri, gözleri yerinde durmayan genç adam, samimiyetsizliğin ardından ortaya çıkan, sigara ve çay ya da kahvenin aşırı tüketimi yüzünden sararmış ( ki sararmaktan birkaç adım ileride olan ) dişlerine gözlerini dikti ve kucağında tutuğu ellerini masanın üzerine koyarak konuşmaya başladı.

   -İlk olarak, sorunuza cevap vermek isterim. Bileğimde görmüş olduğunuz bu dövme, zaten burada olmadığım anlamına geliyor, Sansar.

   Demir’in yüzündeki ifade, ‘Sansar’ ismini duyduğu an silinmeye başladığı gibi aynı hızda genç adamın yüzüne yayılmaya başlamıştı. Çocukluğundan bu yana kimsenin kendisine bu isimle hitap etmemesi ve bu ismi bilen kimsenin kalmamış olması, onu sorma ihtiyacıyla yakıp kavursa da tekkelime edemeden dinlemeye devam etti.

   -İkinci olarak: Buradayım, çünkü anlatmak istiyorum! Bunu bir borcun karşılığı olarak düşünün. Lütfen.

   Yüzlerce manyak, sapık hatta delilerle bile aynı masaya oturmuştu Demir. Hiç birinde, belki küçük ama küçücük bir korku kıvılcımı oluştuğu zamanlar olmuştu ama hiçbir zaman dehşete düşmemişti ve şu an bu skorun bozulmasına izin veremezdi! Kendinden emin ve rahat tavrını, yılların verdiği tecrübeyle tekrar kontrolü altına alıp, abartısız küçük bir tebessümle dövmeyi incelemeye başladığında, aklında “Nasıl oldu da, kimsenin bilmediği bir ismi öğrendin?” düşüncesi vardı.

   Sağ bileğine kırmızı mürekkep ile çizilmiş, üç parmak genişliğinde şerit içine, iki ucu birbirine denk gelen iki üçgenin, çember içine alınmasından ibaret. Basit ve sade bir dövmeydi bu.  Dikkat çeken tek şey, çizgilerin yara izi gibi kabarmış olmasıydı.

   -Bu arada, belirtmem gereken bir şey daha var, Sansar.

   Son an da, yapması gereken şeyi hatırlamış gibi gözlerinin içinde bir zevk parıltısıyla karşı karşıya kalmıştı.

   -Bana gösterdiğin o çirkin dişlerini bir tehdit daha doğrusu meydan okuma olarak algıladığım için, gitmeden önce seni öldürmem gerekiyor. Yanlış anlama, tamamen hayvansal bir içgüdü. Lütfen, kişisel algılama.

   Her ne kadar içinden gülmek gelse de, ciddi bir ses tonuyla “Birini tehdit etmek için yanlış yer ve zaman değil mi sence de ?” diye sordu. Aksini düşündüğü ve buna gerçekten inandığı yüzünden belli olan genç adam, ellerini tekrar kucağına alarak dikleşti. Bu sırada fark ettiği şey içini ürpertmişti. Onu ilk gördüğünde teni daha esmerdi ama şimdi neredeyse beyaz olmuştu. Uykusuzluktan olduğunu düşünmek, daha da önemlisi buna inanmak istedi. Siyah gözleri ve saçları artık daha parlak geliyordu gözüne. Sivri uzun burnu ve çenesi, ince dudaklarıyla ayrılmasa neredeyse birbirinin yansıması gibi duruyordu. Köse olduğu için, aklına “İçeride seninle çok eğlenecekler küçük dostum.” düşüncesi geldiğinde artık kendini gülmekten alı koyamadı ve genç adam, yüzünde en ince ayrıntılarına kadar görülen bir öfkeyle, yumruklarını ayakları yere sabitlenmiş çelik masaya vurdu ve artık skor bozulmuştu.

   -Lanet olsun. Ne yaptığını sanıyorsun sen!

   -Dinleyecek misin yoksa dinlemeyecek misin?

   -Senin bu saçma sapan deli hikâyelerinden bıktım! Adam gibi işlediğini iddia ettiğin şu cinayetleri anlatacaksan, anlat. Yoksa…

   Cümlesini tamamlayamadan genç adamın kulaklarından kan aktığını fark etmişti. Tamam tıbbi eğitimleri her zaman savsaklamıştı ama bir insanın kulağından bu kadar kan gelmesinin normal olmayacağını da bilecek kadar bu işin içindeydi. “Kulakların. Kanıyor Jack.” Tamda duymak istediklerini söylediğini hissettiren bir bakışı vardı genç adamın ve “Zamanım tükeniyor.” cevabını verdikten sonra bakışlarını odada var olduğuna dair hiçbir belirti göstermeyen diğer memura çevirdi yüzünü. Sorguya başlamadan önce tek talebi, onun da sorguya katılmasıydı, onca görevlinin içinden sadece onu istemişti ve sorgu başladığından beri ilk kez ona bakmıştı. Yüzünde vahşi bir gülümseme belirdi aniden, “Biraz zaman kazanalım.” Dedikten sonra, 10 cm’lik cıvatalarıyla birlikte yerden söktüğü masayı Demir’e fırlatıp onu saf dışı bıraktı ve aynı anda kapının yanında dikilen değer memurun üstüne atladı. Memur çığlık bile atmaya fırsat bulamadan yüzüne aldığı pençe darbesiyle olduğu yere yığıldı. Boynu kırılıp, o anda öldüğü için alt çene kemiğinin yüzünden yırtılarak ayrıldığını hissedememişti ama Jack, tırnaklarının taze etin içine batışını saniye saniye hissetmişti.

   Demir, etrafa saçılan kanı fark ettiğinde, daha önce bir kez hissettiği o dehşeti yeniden hissetti.  Belinde silahını aramaya başladığında, Jack avının üstünden kalkmadan, hatta bakma gereği bile duymadan tek eliyle kapıyı kavrayıp ezmeye başladı. Kapı ve kapı kasasını ezip bükerek bir birine kenetliyordu ve lanet olası silahını hiçbir zaman sorguya getirmezdi! Dışarıda bağrışmalar, küfürler ve koşuşturmalar başlamadan önce duyduğu tek ses, şehvetle öpüşen çiftlerin çıkardığına benzer bir sesti ama öpüşmeye benzetmeden ilk anda anlamıştı bunun ne sesi olduğunu. “Onu yiyor!” düşüncesi zihninde çınlarken, unutmaya çalıştığı tüm o anılar gözlerinin önünde, görmesini engelliyordu. Jack ayağa kalkıp arkasını dönmeden önce, elinden geldiğince yüzünü temizlemeye çalışsa da, döndüğünde yüzünde kan lekeleri ve sırıtışında ki et parçaları istediği etkiyi verememişti ya da tamda istediği etkiyi vermişti.

   Dışarıdaki kalabalık tekmelerin ya da omuz atmanın bir işe yaramayacağına kanaat getirmişlerdi sonunda ve kapıda delikler açılmaya başladığında Jack yürümeye başlamıştı bile ama daha avına yaklaşmadan, kapıdan geçen mermilerden biri kaburgalarının arasına saplandı. Demir acıyla küfredip “Beni vuruyorsunuz aptallar!” diye inlerken, paçasından tutulup köşeye doğru çekildi. Gözleri kararmaya başlamıştı ama merminin girdiği delikten içeri giren parmağın etkisiyle her şey netleşmişti. Jack yüzünü yüne yaklaştırıp, “Uzun uzun anlatmak istemiştim ama vaktin az.”

   İç organlarından bir kaçını parçaladıktan sonra uzaklaşan genç adama baktı ve gülümseyerek hatta çirkin dişlerini göstererek,  “Tehdit olmadığını hissetmiştim”. Dövmesine tırnaklarını geçirip, yok olmadan önce genç adam tek bir şey söyledi:

  -Babamın selamı var.

14
Kurgu İskelesi / Kaçış
« : 18 Eylül 2012, 02:56:02 »
   Gündüzün kavurucu sıcağından uzak bir çöl gecesi. Etrafta ılık ve kuru esen rüzgârın uğultusu dışında hiç bir ses yok. Gözün alabildiğine kum denizi ve etrafta tek bir adam dışında hiçbir canlı yok. Öylece durmuş Doğu ufkuna bakıyor. Hiç kıpırdamadan, sanki nefes bile almıyor. Kalın bacakları, kolları ve boynu, uzun boyuna karşın hiçte garip durmuyor. İri yapılı ve dazlak adamın üzerinde dizlerinin altına varan siyah bir pardesü, altındaysa vücut hatlarını belli eden pantolon var. Üzerinde ne bir çanta ne de cep, çöl kadar düz ve sade bir varlık.

   Güneşin doğuşuna yakın, tüm çölü kaplayan kanın tüten buharı yüzünden ayak bilekleri hizasında ince bir sis, tüm çölü örtmeye başladı. Adam bunun doğal bir koza ya da kuluçka evresi olduğunun farkındaydı. Doğu ufkundan başlayan pembe deniz yavaşça belirmeye başlıyordu. Bu koca kum çölünün üstü kalın ve koyu bir kan tabakasıyla kaplıydı ve şimdi ince sis her şeyi gizlemeye çalışıyordu.

   Adam 'Artık harekete geçme vakti geldi.' dercesine başını öne eğip kaldırdı ve baktığı ufkun aksine Batı'ya dönüp yürümeye başladı. Hareketleri vahşi bir hayvana dokunmaya çalışan biri kadar dikkatli ve yavaştı ama acele etmesi gerektiği, kirpiksiz göz kapaklarının altındaki kara yuvarlaklardan belli oluyordu, gözlerinde korku ve endişenin parıltıları vardı. Tüysüz ve gri bir vücuda sahipti, kendi ırkı gibi  Gözbebekleri olmayan kara gözleri vardı ırkının ve düz bir kesikten oluşan ağızları. Kulaklarının olması gereken yerde ''Y'' harfine benzeyen ve pasta dilimi şeklinde üç delik vardı. Kulak deliklerinin içinde siyah ve akışkan bir sıvı.

   Ufuk her zamankinden daha vahşi bir kırmızıya sahipti ve Doğu ufkunda yağmur yağıyordu. Güneşin dokunduğu bulutlar kararıyor ve gökyüzünü karartıyordu  Yağmur damlaları insan kadar olmalıydı ki adamın olduğu yerden bile fark ediliyordu. Yerde ki sisin altındaki kan hareketlenmeye başlamış ve etrafı garip bir uğultu kaplamıştı. Yerin derinliklerinden gelen İnsan seslerinin karmaşası ve coşkusundan sadece '' İn'' ve ''Kan'' kelimeleri ayırt ediliyordu. Adam hızlanmaya başladı, artık 'Av ' olduğunun farkındaydı. Koşar adım Batı'ya ilerliyor ve ardına bakmıyordu. Güneşin ona ne getirdiğini görmek istemiyordu ama altından gelen sesler neler olduğunu tek kelimeyle anlatıyor gibiydi ''Kan''.

   Ardından gelen yağmurun yaklaştığını hissedip artık koşmaya başlamıştı. Kulak deliklerindeki sıvı hareket ederek tüm sesleri algılamaya çalışıyordu ve tehlikenin ne kadar yakında olduğunu anlaması için görmesine gerek yoktu ama görmekten tiksindiği bir şeyi görmek hiç bu kadar rahatlatıcı olmamıştı, yaklaşık üç bin adım ileride ki yeşilliği zar zor seçiyordu. Güneş onu yakalamadan 'Yeşil Anıt'a varmalıydı, diğer ırktan kalan son şeydi bu anıt.

   Hiçbir şey düşünemez durumdaydı, içinde bulunduğu durumu hak etmemişti. Çok anlamsız geliyordu olanlar, hiçbir zaman dindar biri olmamış aksine çok günahı varken 'Seçilmiş' olamazdı ama anladığı bir şey varsa her şey Lanetin bir parçasıydı.

   Yorulmaya başlamıştı ama fazla yolu kalmamıştı, dayanabilirdi. Ne kadar yolu kaldığını hesaplamaya çalışırken ileri de sis olmayan bir boşluk fark etti ve ''Tılsım?'' diye sordu kendi kendine. Yeşil Anıt ile birlikte geriye kalan başka bir şey olabileceğini unutmuştu. Yeşil Anıt'tan daha fazla tiksindiği bir şey varsa o da bu tılsımdı ve tılsımı taktığı için Devl'den de tiksiniyordu. Kaybedecek ve düşünecek zamanı olmadığı için koşmasını kesmeden ve hızla eğilip tılsımı aldı ama elini kapatmamış sadece uzun ve tırnaksız parmaklarıyla dokunmuştu. Avuçlarının içi yapışkandı ve bu yüzden sadece dokunması yetmişti. Tılsım'ı aldığı sırada istemeden de olsa ardından gelen 'Lanet'i görmüş ve dehşete kapılmıştı. Kulakları onu yanıltmıştı, bulutlardan yağmur değil ruhlar yağıyordu ve kanın içine düşen her ruh kandan beden halinde ayaklanıyordu. Yüzleri ve vücut hatları belli olmayan sadece kol, bacak be kafaları oluşturan uzantıları olan bedenler. Bedenlerin içindeki ruhların hepsi bir ağızdan '' İntikam'' diye bağırıyorlardı.

   Koşabileceğinden daha hızlı koşuyordu artık, gördüğü Lanet'in etkisiyle. Hiç bir şey görmek istemiyor ve sadece Yeşil Anıt'ı düşünüyordu. Dünyasını Lanet yok etmeden önce bu anıtın etrafı yüksek insan kemiklerinden duvarlar ile çevriliydi ama her şey gibi duvarda eriyip toprağa karışmıştı. Lanet'te söylendiği gibi olmuştu her şey '' Bizden alınan bize dönecek'' . Anıta girdiğinde her tarafı kandan bedenler ile çevrilmişti ve gökyüzünden hâlâ ruhlar yağıyordu. Anıt uzun gövdeleri ve tepelerinde yeşil yaprakları olan ''Bitki''ler ile çevriliydi ve bitkilerin ortasında ''Su'' birikintisi vardı. Bu isimleri, anlatılan hikâyelerden biliyordu, kendi ırkının yok ettiği ve bu gezegenin gerçek sahiplerinin kullandığı isimlerdi bunlar. Bu anıtta onlara aitti ama hiçbir beden anıtın içine girmiyor, kan olmayan yere geçemiyorlardı. Uzun bir tedirginliğin ardından güvende olduğunu hissetti ve suyun yanına oturup fısıltıları dinledi '' İntikam…'' ve etrafındaki lanete uyum sağlarcasına mırıldanmaya başladı, ağzını oluşturan ince kesik açıldığında içinin kulaklarındaki sıvıyla dolu olduğu görülüyordu, bu sıvı ağız hareket ettikçe bir gölge gibi titreşiyordu.

   '' Kızıl günün şafağı diriliş yağacak, bizden alınan bize dönecek. Seçilmiş olan savaşacak yok oluş adına.'' diye mırıldanırken yorgun adam uykuya daldı.




15
Şişedeki Mısralar / Sessizlik...
« : 18 Eylül 2012, 02:36:02 »
Nasıl söyleyeceğimi bilemediğim bir şey dolandı dilime, bende kestim!
Hepsine şahit, küçük dilim…
Nefesim cümle kurmaya yetmeyince,
Kelime kelime, harf harf döküldü içim.
Dudaklarıma yapışan adın,
Kenarından süzülen “ Seni seviyorum.”larından kopup düşünce
Kustum,
Bilinçsizce yuttuğum şarkıyı ;..

“ Sen ,
Çıldırmış şairlerin
Titreyen mısralarında bahsettiği
O
Peri’sin… “

“Sessizlik”, işte aramızdaki fark sevgili…

“Periler, ölürken özür diler…”miş…
Melekler ise sessizce yitip gider.

Sessizliğe düşeli çok oldu be sevgili!

Yanmış kanatların kokusu sardığında sessizliği,
Dokunduğun tenim,
Pul pul döker izlerini.
Ah…
Ah! Be sevgili!
Ben sana öyle derinden sevme demedim mi ?
Bak!
Şimdi öyle derin ki sedefim, delik deşik bedenim…
Fizik kurallarına uymaz kanım, içime kanarım..
Aldanırım,
Yürek diline…
Her seferinde.

Söylenemeden pıhtılaşan sözlerin yüzdüğü,
Kanımda boğulur ruhum, içimde…

Ama Bosco’nun da dediği gibi;

“ Söylemeliyim…”
Çok kan kaybettim.

Sessizlik kadar cansız şimdi bedenim, sevgili…

Sararıp dökülmüş sayfalar dolusu hatıra var,
Bilinç altımda.
Özneleri çürüyüp zihnime yapışmış,
Hiç biri gizli kalıp, kurtulamamış.
Şimdi hepsi cansız…
Sıfatsız,
Hayallere kapılıp, aklımdan çıkanlara ise kefenler biçtim!
Ah.
Ah be sevgili…
Seni öldürende hangi zaman kipi öyle ?
Ya adının boynuna bağlanıp, sessizliğe atılmış ,
Mezar taşına kazınan dua ?

“ Sen ‘O’na değer ver Rabbim… ”



1kan/Y. ( Sessizlik...

Sayfa: [1]