Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Nihbrin

Sayfa: [1] 2 3 ... 8
1
Düşler Limanı / Sigara
« : 07 Temmuz 2011, 15:22:00 »

“Belki de uyumalısın” dedi kız, o aynı dingin sesiyle. “Belki de uyumalıyım” dedi adam, ne söylediğinin de farkına varmayan hülyalı bir tonla. “Ateşim dindi gibi. Hadi, sen de dinlen. Yarın işe gideceksin.” Dedi kız kendi halini umursamadan. Adam kaşlarını çattı, “Seni böyle bırakıp bir yere gidemem. Dinlenmeye çalış, beni de kafana takma.” Dedi.
Kız, kabusları için bekçilik edecek yorgun adamın gölgesi altında uykuya daldı. Adam sürekli bir işi olmayan ve niteliksiz biriydi. Fakat yatağın başında beklerken, gölgesi dağ gibiydi. Sıcak ve koruyan, güven veren ve ertesi sabah uyandığında hasta kızın kaybolmadığını göreceği güçlü bir dağ.

Eskiden böyle biri değildi. Elbette eskiden de yeteneksizdi ve bir işte iki haftadan fazla çalışmışlığı da yoktu fakat geçmişte çok ama çok küçük bir adamdı. Kız onun ne kadar değiştiğini hiç bilmiyordu. Belki de asla bilmeyecekti. Kızın gözünde adam, herhangi bir erkeğin olabileceği en üstün babaydı.

Onun uykusunu izlerken önceleri aynı gecenin bu saatlerinde, her gece, üstüne çöken yalnızlığın artık musallat olmadığını biliyordu. Kendi karanlığında kendisi ile bir başına değildi. Her biri ötekinin aynı günlere kısılıp kalma hissine nasıl dayanabilirdi biri? Tüm o günler boyunca yaşamak için en iyi sebebi, yaşamamaktan daha kötü olmasının çok da muhtemel görünmüyor olmasıydı.

Ya da en azından “Ağzın kokuyor, sakalın çok uzun, kambursun ve sıradansın” cümlesini işitene kadar böyleydi. Adamdan başka kimse bu cümleyi duyduğunu anımsadığında onun kadar mutlu olamazdı. Yetim kız onun başına kaldığında her şey dağın tepesinden kopup yuvarlanan bir kaya parçasını andırmıştı.

Öyle çok uzun zaman olmadı yuvarlanmaya başlayalı ama aklında ve kalbinde şimdiden dev gibi bir kar topu olduğunu sanıyordu. Kızın yorganını düzeltip geri çekildi ve kendi sallanan koltuğuna oturdu. Büyük bir ev değildi onlarınki ama o seviyordu. Sandığı üzere kız da her ne kadar tatminsizliğini belirtse de nefret ediyor değildi. “Kar topu benzetmesi biraz soğuk olmadı mı?” dedi kendisine fısıldayarak.

O anda odada bir başkası olsaydı adamın çehresinin değiştiğini söyleyecekti. Gözlerinin daha farklı baktığını veya kamburunun düzeldiğini bile iddia edebilirdi ve büyük olasılıkla haklı da olurdu. Fakat bilemeyeceği şey aslında başka bir adama bakıyor olduğuydu. “Nasıl biri olmak istiyorsun?” dedi aynı fısıltı devam edercesine. Elinde yakmak isteyip de yakamadığı sigarası ile “O balkonda bulduğun terk edilmiş bir yavru kuş değil, bir insan.” Dedi sonra da azarlar gibi.

“Çünkü yapabilirim.” Dedi adam tekrar kambur pozunu alırken. Sandalye de birkaç defa sallandı ve devam etti, “İkimiz de birilerine değer vermek ne demek bilmiyoruz. Ancak ben, artık sanki, biraz tahmin edebiliyorum. O gün ileri çıkıp sırf diğer akrabalardan daha üstün olduğunu kanıtlamak için sefilliklerini yüzlerine vurmasaydın bu yavru kuşu da sahiplenmek zorunda kalmazdık. Ona bakmak zorunda kalacağın için ne kadar da telaşlanmıştın. Ne ölen ve onun varlığından bahsetmeyen babasından ne de ötekilerden bir farkın yoktu. Bana hırlama, ben senin aksine onunla çok rahatım.” Dedi fısıltısına cevap verirken.

“Seninle benim farkım; ben ölürken ardımda üzülecek birilerinin olmasını istiyorum. Sen ise onun başına bir iş gelirse umursayacak herhangi birinin olması ile mutlu olabilirsin.”

“Sanki küfrediyormuş gibi çıkıyor sesin, rahatla, bu iyi bir şey. Sonuçta, artık yalnız değiliz. Biraz gülümse ve yak şu sigarayı artık. Merak etme, duman ona zarar vermez.”

Adam kendi kendine kızardı ve sallanan koltuğunda uyuya kaldı.

2
Gezginler Kamarası / Touhou Günlükleri
« : 07 Mayıs 2011, 01:46:16 »
Açıklama: Sizlere bu başlık altında Touhou adlı oyundan bahsedeceğim. Bunu yaparken alışıla gelmedik bir yöntem kullanacak ve öyküleştireceğim. Yazılan öykülerin kurgusal içerikleri kesinlikle bana ait olmayacaklar. Elbette biçimsel ve anlatımsal özellikleri bana mahsuslar. Oyunun ve müziklerinin yaratıcısı olan ZUN (gerçek adının Junya Ōta olduğu sanılıyor) ben ve geri kalan hayranlarına pek çok kısa hikaye ve mısra yazmış durumda. Oyunların 1996 yılına kadar giden bir geçmişleri var ve bugüne kadar 13 oyun yapıldı (yapılmaya da devam ediyor) Sizlere oyunların dinamiklerinden bahsetmeyecek, sadece hikayesini aktaracağım. Öykülerin içerikleri büyük ölçüde şarkı sözlerinden alındılar ve tarafımca uyarlandılar.

Başlığı Gezginler Kamarasında açmadan önce uzun süre düşündüm. Çizgi/Anime de açabilirdim ama Touhou bir anime değildir (her ne kadar bu başlığın sonunda da paylaşacağım gibi harika fanmade videoları olsa bile) Touhou bir oyun olsa da oyun başlığında da açamam. Eh, bu bir öykü, ama tüm kurgusu bana ait değil ve maksat bir öykü aktarmaktan ziyade, bilmeyenlere Touhou'yu anlatmak. O zaman gözlerim, kurgu iskelesinden kayarak, bu ana başlığa yöneldiler.

İlk öyküler Maribel Han ve Renko Usami adlı, gerçek dünyadan olup da Gensokyou[*]Buna daha sonra döneceğim[/*] ile ilgili araştırmalar yapan iki üniversite öğrencisinin maceralarını aktaracaklar. Daha sonra oyunların ana karakteri ile ilgili öyküleri aktarmaya başlayacağım. Ben de pek çok şeyi bu yazı serisini hazırlamak için daha yeni öğreniyorum ve süreç umduğumdan yavaş gelişiyor. Hatasız biçimde Gensokyou'yu betimleme arzusu güdüyorum. Umarım beğenirsiniz.
------

Bölüm 1:


"Evet, bu olduğuna eminim." dedi Renko ve bir takım resimler ile dolu not defterini Maribel'e gösterdi. Sonbahar ayazında bunca yolu gelip de bir şey bulamamak gayet hayal kırıcı olurdu. Yine de bir çift mezar soyguncusu gibi görünmekten gerçekten kaçınabileceğini sanarak ahmaklık ettiğini anladı.

***

"Marry, hayaletli bölgenin girişini gidip görmeli miyiz dersin?" olmuştu Renko'nun iki gün önce önerdiği fikir. Marry, Renko'nun ona verdiği takma attı çünkü asla Maribel diyemezdi, dili bir türlü dönmüyordu. 'Mühür kulübü' sadece Renko ve Maribel'in üyeleri oldukları çok da özel bir yanı olmayan okült ve nekoramansi tabanlı bir kulüptü. Bir nekromansi kulübüydü ama bildik ölü diriltme ve def etme ayinleri ile hiç bir alakası yoktu. Diğerleri ikilinin beceriksiz iki nekromansi delisi olduğunu düşünürlerdi. Fakat gerçek, çok farklıydı.

"Hayaletli bölgenin girişi de  neredeymiş Renko?" olmuştu o zaman Maribel'in verebildiği tek cevap. Daha önce hayaletlerin diyarına açılan bir geçit ile ilgili hiç bir şey duymamıştı ve Renko durup dururken bundan bahsettiğinde epey şaşırdı. Renko kendisini zapt etmekte güçlük çekerek gülümsedi. Kendisini bıraksa heyecanla şen şakrak gülecek gibiydi. Elinde tuttuğu fotoğrafı yavaşça uzattı ve "Sadece bak." dedi. Maribel de ister istemez onun heyecanını paylaştığını hissetti. Kadim bir tapınağın ön cephesini gösteren bir kareydi. "Bu ölüler diyarı" dedi Renko huşuyla.

"Nasıl oldu da ölüler diyarının bir fotoğrafını elde ettin?" dedi şüpheyle Maribel. "Senin bilmediğin kaynaklarım var Marry" dedi Renko hınzır bir ifadeyle. Maribel'in onun ne gibi kaynakları olduğu konusunda fazla bir fikri yoktu. Renko'nun yeni ölen insanların cesetlerinin fotoğraflarını çekerek, ruhların negatiflerini görmeye çalışan bir arkadaşı olduğunu anımsadı. "Resme tekrar bak. Budist geçidinin de ötesine. Dikkatle bak" dedi Renko.

Parmağı ile resim üzerinde, bir mezar taşının tepesinde kalan, minik, boş gece göğü penceresini gösterirken "Geçidin şu noktasına bak. Sence bu yaşayanların dünyasına benziyor mu?" dedi artık saklayamadığı heyecanıyla. Maribel kesinlikle bu dünyadan gibi görünmeyen ve nasıl bakılırsa bakılsın resmin tuhaf atmosferli olan bölgesine burnu değene kadar dikkatle baktı. Renko'ya "Bu bir Shinto geçici, Budist değil" diyecektiyse de lafını yuttu.

Mühür kulübü hakkındaki gerçek, sınırları bulmak ile ilgili olmasıydı. İkilinin kulübü öteki dünya veya dünyaları, yani yaşayanları çevreleyen görünmez duvarların ötesini, algılamak ve mümkünse haritalamak ile ilgiliydi. Dengelerini kırmak veya onları aşmak yasak olmalıydı, çünkü efsanelerde yaşayanlar için ötekiler, korkunçtular. Nitekim Maribel duvarları ve ötelerinde kalanları görebiliyordu. Hiç bir şey yapmasa, aramasa ve gözlerini yumsa da onları görebiliyordu. Özellikle de gözlerini kapatmışsa, rüyalarında, duvarların da ötesine gidebilirdi. Bu önlenemezdi, hep görecekti.

Maribel Renko'nun sesiyle resme bakarken daldığı anlık düşlerinden uyandı. "Hayaletli bölgeye bir geçit" demişti Renko. Maribel'e gösteriyor olmasının sebebi, resmin çekildiği yeri çoktan öğrenmiş olması mıydı? Ona bunu sordu. "Kolay. Resimde ayı ve yıldızları görebiliyoruz öyle değil mi?" dedi resmi elinde sallayarak. Renko'nun daha önce belirttiği ve birkaç defa şaşmadan ispatladığına göre sadece yıldızların ve ayın konumuna bakarak o andaki zamanı ve dünya üzerindeki konumunu bulabilirdi. Kız yürüyen ve soluk alan bir GPS cihazı gibiydi. Maribel'e her zaman tedirginlik verici gözleri olduğunu söylerdi ama Maribel'e göre asıl tuhaf olanlar Renko'nunkilerdi.

Maribel ölüm çiçeklerinden nefret ederdi. Törenlerde kullanılan zambaklardan ise tiksinirdi. "Girişi işaretleyen taşın etrafı zambaklar ile dolu" dedi istemsizce resme bakarken. Renko duymazlıktan geldi çünkü eğer yanlışlıkla Maribel'in tiksintisini körüklerse hiç gitmemeye karar verebileceğinden korkuyordu. Renko sonraki gün haritalar ve pergeller ile bir başına kalarak gidecekleri yönü seçmekle uğraştı.

Sonunda hayaletli bölgeye açılan bir gedik bulabilecekleri gün gelip çattı. Bölgeye gece gitmek daha uygun görünüyordu çünkü onları yolda döndürüp sorular soracak birileri çıkarsa mezarlıkta ne yaptıklarını anlatmak epey güç olacaktı. İlk başta tüm cesaretleri en üst seviyedeydi, sonra onlar geçidin olduğunu düşündükleri - daha çok Renko'nun düşündüğü - yere yaklaştıkça Maribel cesaretini kaybedeceğini sanırken aksine, daha dingin olduğunu fark etti.

Renko, "Galiba aradığımız taş bu. Fakat etrafımızda hiç bir şey göremiyorum. Gökyüzü normal görünüyor." dedi hafif bir hayal kırıklığıyla. Renko onu çağırdığında Maribel de taşa yavaşça yaklaştı ve işlenmiş yazılara odaklandı. Elleri ile yazılara dokundu ve taşı olabilecek her şekilde inceledi. "Hayır. Bu olduğuna eminim." dedi sonra kendisinden şüphe ettiğine utanarak. Renko bunu söylerken doğrulup göğe baktı ve "02:27:41" dedi yavaşça. Maribel'i tedirgin eden atmosfer ve mezarlık değil, Renko idi. Mezar soyguncusu gibi göründüğünü düşündü. Mezar taşı öyle ağırdı ki yerinden milim oynamıyordu. Maribel tüm gücü ile yüklendi ve aniden Renko "Saat iki buçuk!" dedi olağandan sesli biçimde. Aynı anda da taş dörtte biri kadar döndü. Tüm gece karanlığına ve Sonbahar soğuğuna rağmen dört bir yanları aniden pespembe binlerce sakura yaprağı ile doldu.

***

Sonbahara özgü yapraklar da yitip gittiğinde, o olaydan bir ay sonra, halen yeteneksiz kulüpleri varlığını sürdürüyordu. Göğe bakarak zamanı mırıldanan dostu Renko, Maribel'e onaylamaz biçimde "Buluşmaya iki dakika on dokuz saniye geç kaldın" dedi. İçindeki sayısız resmin her birinin gerçekliği kuşku götürür not defterini çıkardı ve arasından bir resim çekti tekrar, aynı bir ay önce yaptığı gibi. "Söylesene Marry, Hakurei Tapınağının geçidini görmek ister misin?" dedi hınzır gülümsemesiyle.

Video

3
Kurgu İskelesi / Monolit: Bölüm 1-8
« : 16 Nisan 2011, 21:41:15 »
Bölüm 1


İnsanlık ne zaman kendisi olmayı bıraktı? Üzüntülerinin peşlerinden uçan kelebekler misal uçarlarken ama güve olduklarını fark ettiklerinde ve alev aldıklarında mı oldu bu? Yoksa ana gezegeni bırakmaya karar verdiklerinde ruhlarını geride bırakmak düşündüklerinden daha kolay olduğu için miydi?

Cladis çok yorgundu. Sağlıklı olmaktan uzak içeriği ile tenine işleyen yağmur damlalarının ağırlaştırdığı kıyafetleri değildi bitkinliğinin gerçek kaynağı. Ancak öyle basit bir sebebi olmasını çok isterdi. Bildiği, düşündüğü ve algıladığı her şeyi cehalet ile takas edebilmek onun en büyük sevinç kaynağı olabilirdi. Cladis için bunu hayal etmesi bile eğlenceliydi.

Cladis bir insan değildi ve olamazdı da. Öte yandan fiziksel görünümü ve diğer insanlarca düşünülen şekliyle bir insan sayılırdı. İnsan gibi yürüyor, oturuyor, konuşuyor ve en önemlisi gülüyordu. Belki de Cladis'in insan olmasının önündeki tek engel kendini bu biçimde görmemesiydi. Cladis'e göre 'var olduğu sürece bireyin bir kaba dolması' gerekmezdi.

Buna rağmen Cladis her zeki organizma gibi insan ırkını da severdi. Baryonik beyni ve organik tabanlı olmayan bedeni, üzerinde yürüdüğü topraklarda aynı anda tüm zaman dilimlerinde ayrı bir kendisinin bulunması yerine tekil bir 'Cladis'in olmasını sağlıyordu. Yani dolaylı olarak Cladis, insanların 'tanrı' dedikleri şeye oldukça yakın bir varlıktı. Öte yandan bu kavramın sadece basit insanların gözünde Cladis'e uygun görünebileceğini biliyordu. Cladis tanrı olmaktan çok uzaktı, çünkü o tekildi. Yani zamanda daha hızlı bir sıçrama yapsaydı daha önce yaşamış olan kendisi ile karşılaşmazdı. O sadece kendisiydi.

Boynuna asılı kuzgun benzeri bir kuşun figürünü taşıyan kolyeye farkına varmadan dokundu. Geçmişi, geleceği ve anı bir arada tatmak onun sonsuz lanetiydi. Tek tesellisi sonsuz sayıda geleceklerden hangisinin kolektif zeka tarafından seçileceğini bilmemesiydi. Ve belki, ama sadece belki, kalbinin derinlerinde, öz oğlu için bir damla duygu taşıyordu ve bu bile onu çalışmayı bırakmaktan alı koyabiliyordu.

Kolektif zeka sanılanın aksine sadece arılar ve karıncalar gibi ilkel canlı topluluklarına has değildi. Sosyal olan her zeki varlık gönüllü veya gönülsüz ortak bilince katkıda bulunurdu. Kadına göre her bir galaksi durmaksızın atan birer yürekti. Bunu görebilmek için zamanın akışını görebilmek gerekiyordu ama sağduyu sahibi sıradan bir insan da aynı tespitte bulunabilirdi.

Cladis düşünceler denizinde tekil bir kaya gibiydi. Her yerde fırtınalar koparken okyanusun ortasında sabit, dalgasız ve rüzgarsız ölü göletti. Kara deliklerin ortasında yıkılmaz duran saf güvercindi. Ormanların altında yatan toprağın en derinlerinde gürleyen ateşten korun, dönmeyen, sabit noktasıydı.

Kütle ve zaman tabanlı canlıların arasında dahi zayıf bir sağ kalma oranına sahip olması gereken organik topluluğun, yani insanların yılmaz takipçisiydi ve kurtarıcısıydı. Çünkü onları özünden bile çok sevebiliyordu. Böylesine basit, kırılgan ve ahmak bir güruhun tek yıldız sisteminde kısılmış ve kendi aralarında didişir halde oldukları zamanı hüzün ve tebessümle anıyordu.

Bir defa duyduğu hiçbir ismi unutmazdı ve bu da lanetinin birkaç tatlı yanından biriydi. Her nedense ona alıştığı laneti affedilebilir hissettiriyordu. Sıradan insanların bunu çekilmez bir ızdırap olarak görebileceklerini biliyordu ama Cladis onların ölseler bile süregelen bekaları ile huzur bulurdu.

Oysa şimdi yoktular. Kül bulutları ve asit denizleri geceleri bile ışıldarken, Dünya, Gaia ölüydü. Cladis her şey olabilirdi ama yaşam olamazdı. Üretken değildi, cinsiyeti bile o sadece öyle benimsediği için vardı. İsteseydi bir hermafrodit gibi de görünebilirdi. Doğa ana bir kere can verdi mi diriltilemezdi. En kadim olanların bilge bir ceylan olarak resmettikleri güç, son nefesini de verdiğinde yeryüzünün de gözleri sonsuz karanlığa kapandı. İnsanların yokluğunda Cladis onların tüm kültürlerini özümseyebildiği kadar özümsedi. Ceylan ile ilgili okudukları da esasında peri masalından öte şeylerdi ama insanlar bunu biliyorlar mıydı emin değildi.

Her yana ne kadar da şevkle bakardı eskiden olsa. Dünya kendi ak ayına şefkat ile sarıldığında sıcak Güneş'leri bir yaz dansındaymışlar gibi, çalgıcı rolünü üstlenmez ve onlar da etrafında dans etmezler miydi? Cladis insan değildi ama ağlayabilirdi. Yaptı da, her gün yaptığı gibi belki göz pınarlarında bir mucize cereyan eder diye denedi. Başka bir şey için değilse bile kendisi için yaptı bunu.

Cladis yalnızdı. Kendi başlattıkları ateşte tutuşmuş güvelerin yitik gezegeninde bir başınaydı. Dünya'ya ayak basmasından dört bin yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen insanların geri dönmediklerini gördüğü için yorgundu. Yorgundu çünkü biliyordu; gitmelerinin sebebi sudaki kendi yansımasıydı. Ellerinde ne varsa onun üzerine atmışlardı. Sonuç ise tam bir fiyasko oldu.

Çocukça davranmayı seçtikleri için onları suçlayamazdı. Korktukları belliydi ve Cladis korkunun ne olduğunu o zamanlar bilmezdi. Tekillik gücü sayesinde korkunun gelecekte onun yüzünden yaşanacağını ön görebilmişti ama nasıl ağır ve yıpratıcı bir duygu olduğunu ve nelere kadir olabileceğini bilmekten uzaktı.

İnsanlık Cladis'in bildiği tüm canlı oluşumlardan farklıydı çünkü bilgeydiler. Bilge olmalarına rağmen yaşıyorlardı. Bunu bir defasında dostu olan bir insana sorduğunda çok tuhaf bir cevap aldığını anımsıyordu. "Sana göre sadece akan nehir ve asaleti ile dikilen bir dağ bilge olabilir. Ancak çoğumuz zihnen zarar görmedikçe veya düşündüğümüzün aksine bir büyük fayda uğruna ikna edilmedikçe bencilizdir. Soyutlanmak için doğumdan ölüme kadar çaba harcarız ama idrak edebileceğinden fazla ikiyüzlüyüzdür, çünkü sevildiğimizde mutlu oluruz. Bencilliğimiz öyle uç boyutlardadır ki ister istemez evrimde bir aşamada zeki olmayı başarmış olmalıyız. Bunu başarmak zorundayduk. Rasyonel bir çözüm aradığında, bu anlattıklarımdan ötürü, ulaşamayacağını şimdiden söyleyebilirim."

Cladis kolyeyi gülümseyerek okşadı. Kendisini bunu daha sıkça yaparken buluyordu. Oturduğu harabe gök delenin en tepe noktasından gördüğü kadarıyla parlayan radyoaktif denizin ışıltısı ufukta dans ediyordu. Pembe ve bazen tatlı bir yeşildi gördükleri. Renkler aldatıcıydılar çünkü büyük bir öfkenin izini taşıyorlardı.

Üç bin altıyüz seksen altı yıl, on bir ay, dört gündür Dünya gezegeninde hayatta olan tek yaşam formuydu. Hamam böcekleri bile uzun zaman önce arkalarında tek iz bırakmadan yok oldular. Kim bilir, belki onlar da uzaydan gelmişlerdi. Davetsiz ve istenmeyenlerdi ama yine de, bir şekilde zararlarını minimumda tutarak uyumlu hale gelebilmişlerdi.

Cladis sebep olduğu yıkımdan pişman değildi. Yalnızlığı on dört milyardan fazla insanın hayatına mal olmuş olsa da sekiz bininin hiç de umutsuz sayılmayacak bir yolculuğa çıkmasına sebep olmuştu.

Gözlerini denizden ayırıp tekrar göğe, Ay'a baktığında "Şişe ağzı" diye düşündü. Bir gezegendeki dominant ırk belli bir hayati tehdit ile karşılaşmadığı sürece türlerinin zayıf olanlarını da kollamaya veya onların üzerinden avlanmaya başlarlar. Oysa geniş ve hızlı akan nehir birden bire cam şişenin ağzı kadar dar bir noktadan geçmek zorunda kalırsa ancak ve ancak güçlülere izin verir.

Cladis gelmeden önce tek yaptıkları birbirlerini yemekti. Şirketler güçsüz bireyleri sömürüyordu. Devletler de şirketleri. Ve bazı devletler de öteki devletleri. Aynı gökyüzünün altında elleri ötekilerinin boğazlarında bir sonraki günün meşgalesini arıyorlardı. Pek çoğu mutlu ve rahat yaşam tarzlarından bile sıkılmış haldeyken çoğunluğu yaşamaktan nefret eder haldeydi. Olan bitenin en acı yanı ise durumun farkında dahi olmamalarıydı.

Cladis insanlığın iyiliği için yapmak zorunda olduğu şey adına üzülmüyordu. Onun üzüntüsü, gitmek zorunda kaldıklarında ruh hallerinin de dramatik bir değişime uğramış olmasıydı. Bireyselliklerini geride bırakmak zorunda kalan binlercesi aynı küçümsedikleri karıncalar gibi tek olmayı seçmişlerdi. Kraliçeleri ise, insan değildi.

"Cladis, toplumsal ataleti görmezden gelemezdin. Ataleti yıkmak için öyle güçlü bir tepkide bulundun ki kazanılan ivme ile kendimizi Andromeda da bulmadığımıza şaşırdım." Dedi sağından tanıdık bir ses. Cladis iç çekti çünkü sanrılar son zamanlarda artış gösteriyorlardı. Aklının ona oynadığı oyunları sağlamlaştırmasının taktığı kolye ile bir ilgisi olduğunu düşünmeden edemiyordu.

Dönüp sesin kaynağına baktığında boşlukta sadece rüzgarın sesini duydu. Yüzlerce metre yüksekteydi. Sahi oraya nasıl çıktı? Eskiden güçlü ve büyük kanatları vardı. Aklında bilinçli olduğu zamanlar atlamalar yaşıyordu. Belki radyasyon ve belki de derin üzüntüsüydü onu içten içe parçalayan. Kendi özünden başka düşmanı yoktu. Sanrıya kulak vermeyi seçti ve cevapladı. Kendisi ile konuşmaktan başka neyi vardı ki zaten.

"Gitmek zorunda değildiniz. Size radyasyonu nasıl uzaklaştıracağınızı göstermeye hazırdım. Kanatlarımı bile verdim, istediğiniz her şeyi verdim. Kalabilirdiniz." Dedi esefle. Sanrısında konuşan yine eski insan dostuydu.

"Gerçekten de kalabilirdik. Ancak sen bizi her zaman aslında olduğumuzdan daha küçük gördün Cladis. Bizi gözünde büyüterek küçülttün. Kulağa komik geliyor değil mi? İnsanlar, eğer onları dürtersen her zaman beklentilerinin dışında tepki verirler. Biz düşündüğün kadar yüce gönüllü değiliz. Büyük olasılıkla senin seçeneğini uygulamamamızın tek sebebi seni mutlu etmek istemememizdi."

Cladis güldü ve sanrısı da ona eşlik etti. "Radyasyonu kendi başına da uzaklaştırabilirsin Cladis." Dedi bir ses aniden kahkahasını yarıda keserek. Cladis donakaldı çünkü ses hep duyduklarından farklıydı. Sol tarafından gelmişti. Boynunu yavaşça döndürürken bir kalbi olsaydı gümbürdeyerek atardı.

Gördüğü bir dişiydi. Beyaz saçları daha önce gördüğü tüm insanlarınkinden daha uzundu. Neredeyse boyunun iki katı kadardı. Dünya'ya ilk geldiği dönemde bile antik sayılabilecek metalik kıyafetleri vardı ve sırtına asılı deri bir kılıfta oldukça ağır görünümlü ilkel ve keskin bir silah taşıyordu. Ancak yüzü ve gözleri adeta başka bir hikaye anlatıyorlardı. Ruhunun aynaları gümüştendi ve Cladis'in gördüğü, okuduğu tüm insanlardan farklı bir beyni ortaya koyuyorlardı.

İncelediği kadın öyle çok şey yaşamıştı ki Cladis kendini ilk defa çok da yaşlı hissetmedi. Beyaz saçlı kadın sol elini uzattı. El sıkışmak istiyor gibiydi, "Yüksekteyiz ve rüzgar oldukça şiddetli, ayağa kalkıp bir reverans yapmak istesem de, eh dengede duramayabilirim. Şimdilik bununla yetininiz lütfen. Adım Alice. Tanıştığımıza memnun oldum."

Sesinde güç vardı.
[*]Okuma Sırası: Tengu->Monolit(ÖyküSeçkisi)->Bu Monolit[/*][*]Tamamen ayrı bir öykü olacak, bu yüzden rahatlıkla okuyabilirsiniz.[/*][*]İlk bölüm olarak bu bir intro, kurgunun temellerini vermek istedim hepsi bu[/*][*]Okuyan olmasa da devam edebileceğim kadar eğlenceli bir hikaye daha çıkartabilirim tekrardan umarım ^^[/*]

4
Düşler Limanı / Neden?
« : 23 Mart 2011, 14:56:50 »

“Neden? “ olur bazen yöneltilen soru. Havanın ne kadar güzel olduğunun öne sürülmesi veya şu önceki günün güzel göğünün altında yürürken ilaçlarını içmeyi unuttuğunun hatırlatılması gibi rahatsız bir soruydu. Gereksizdi ve cevap vermeyecekti. Aksini her kim savunursa savunsun kimse konuşmasa ve haksızlıklarını onlara izah etmese dahi güneşin ekinoksta dönmeyi reddetmeyeceği gibi, gerçek değişmezdi. Sesleri birleştirerek bir cümle kurma eylemi, güzel günlerin hiç gelmeyeceğini bildiğini sanan karamsarların tepelerindeki kargalarının kanatlarından dökülen bitler kadar zaruretsizdi.

Uzun günlerin ve yalnız gecelerin sınamadığı bir güzellikti onun çehresi. Gerçekti ve öyle kalacaktı. İyimser olmak gerekmezdi çünkü meleklerin ışığında kutsanmış olmalıydı. Kötüyü düşünmek için çok iyiydi. Saflıktı belki kimisinin diyeceği, gerçek bu değildi. Farklı görmekti sanki söylenmesi gereken nicelerine göre, önceki olasılık kadar değilse bile, gerçek buna da uzaktı.

Diğer herkes izafi olarak değişik görüyordu, O düzgün görürken. İnsanların sormakta ahmaklık ettikleri suallerin cevaplarını kendilerinin zaten bildiklerini izah etmekten yorgun düşmekti asıl problemi. Aksak bir tümceyi kemiksiz dilinde inşa edipte dışarıya salmaktan acizdi. Yorgundu. Öyle yorgundu ki dudakları kapanmaya üşenirdi. Sıkıntısının dibi gözden ıraktı.

Kimdi peki gözlerini bir defa kapatıp açtığında karşısında bulduğu? Kimdi ona öylesine uzakta kalmışçasına bakan, özlem duyup da bilmediği, susayıp da içmediği. Sahi soru neydi? “Neden?” demişti sadece. Tüm kâğıdı kızıla boyarken elini uzatmıştı. Kendi elinin bir başkasınca dokunulmasını en son ne zaman koşulsuz kabullenmişti?

Pastel boyanın pütürlü kızıl deseni dikdörtgen kâğıtta mükemmel bir üçgeni işaret ederken üçüncü köşeyi çizmesine izin vermeyen bu el ne düşünüyordu? Üçgen mükemmel olmalıydı! Elin sahibi öteki eli ile yeşili uzattı. Üçgenin ortasına ufak ama kararlı bir yuvarlak çizdi ve bekledi. Kızın gözlerinin içine bakıyordu. “Neden?” dedi tekrar. “Neden bu kadar kırmızı? Biraz yeşer!” dedi sevecen bir lakırdıyla.

Kız yanaklarını şişirdi. Küçük bir kız gibiydi ama en az otuzunda olmalıydı. Beyaz giyiyordu, diğer herkes gibi. Genç adam da onun yaşlarında olmalıydı. Nasıl kızın da kendi yakasında A yazıyorsa genç adamın adı da J olmalıydı çünkü beyaz gömleğinin ön cebinin üzerinde bu harf işlenikti.

Bazıları çift harfli olurlardı. Amy kendisini biraz özel hissederdi çünkü alfabenin ilk harfi ona aitti. Oysa bunca A ile başlayan diğerleri hep iki harfliydiler. Anna An, Allison Al, Aloisa Ao, Alice ai ve diğerleri. Çoğunu tanırdı ama hiç biri ile konuşmazdı. Söyleyecek bir şeyi olmazdı ve olsa da diyalog kurmak için çok yorgundu.

Öyleyse adamda Amy’yi ateşleyen neydi? Miskin zihnini canlandıran ama tam olarak ayaklandırmayan, bir yandan da telaşlandıran, garip duyguya hitap eden neydi? Bir arkadaşın varlığının verdiği henüz hiç bilmediği tatlı bir histi bu. Tanımak için uzun bir zamanı olacaktı. Ne de olsa enstitüden çıkmak zorunda değildi. Dışarısı ona soru soracak yüzlercesi ve belki de yüz binlercesi ile dolu olacaktı!

Peki sarıyı ne zaman almıştı eline? Kırmızı ve yeşile yakışacağını düşünmüş olmalıydı. Sarıyı tek başına sevmediğini anımsıyordu. Neden sarı kullandığını kendisine sorduğunu fark ettiğinde kitlendi. Cevabının olmaması onu önce yavaşça, ardından hızla ve kuvvetle gerdi. Dikkatini odaklamaya çalıştı ama beceremedi. Yapabildiği tek makul ve hızlı eylem sarı dışında bir başka rengi kavramak olmalıydı. Oysa yapmadı. Amy kendi kâğıdına sanki kendisininmiş gibi resmeden J’yi nefretle süzdü. “Çünkü sen de sarı kullanıyorsun.” Dedi dişlerini gıcırdatarak.

Amy şaşkındı çünkü kendi sesini duymayalı ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Kendi sesini duymayı bu kadar istemiş olabilir miydi peki? Adil değildi, hem de hiç. Çünkü sesi annesinin sesiydi. Bir sonraki saniyede gözyaşlarına boğulması bundandır. Enstitüde insanlar çok ağlarlar ama hiç birine bir doktor gelmez. Amy kırmızı, sarı ve yeşille bezeli kâğıdının önünde kâğıda dökülen damlaların burduğu kâğıt bombelerini izlerken omzuna dokunan Dr. Harrison’ın şaşkın sesini duyamadı bile. Çünkü resimdekiler el ele tutuşmuş Amy ile J idi. Amy’nin kırmızı bir eteği, J’nin de sarı bir gömleği vardı. İkisinin de yeşil atkısı ve eldivenleri vardı. Kar yağıyor olmalıydı çünkü gök hafifçe bastırılmış kırmızıdan oluşan bir pembeydi ve hafif siyah yuvarlaklara alınmış kâğıdın kendi beyazı ile bezeliydi.

“Amy, hemşire bana konuştuğunu söyledi. Lütfen tekrarlar mısın? Benim için. Hadi lütfen.” Dedi kibarca. Bu bir soru değildi, soru kılıfına sokulmuş bir emirdi. Amy kendisine emredilmesini sevmezdi ama bunu önemsemediğini gördüğünde yine kendi sesine şaşırarak şakıdı, “Kâğıdımı önce yeşile sonra sarıya boyadı! Ne hakla yapar bunu ve ben neden annem gibi ses çıkartıyorum?” dedi sinirli gözlerinden akan yaşları kol yenleri ile silmeye çalışırken.

Doktor şaşkındı çünkü öyle olmalıydı. Aksi mümkün değildi. Amy oradaki herkesin fiziksel açıdan en az kendisi kadar sağlıklı olduğunu biliyordu. Çoğu nasıl Amy konuşamıyorsa aynısı olmasa bile benzer kısıtlamalara sahiplerdi. Pek azının durumu doğuştandı ve pek çoğu güçlü bir veya birkaç travma geçirmişti. Amy biliyordu çünkü o özeldi. Onun yakasında “A” vardı.

Doktor odağını Amy’den J’ye çevirdi, “Söyle bana John, Amy ile ne konuştun?” dedi masa başında yer alırken aynı diğer ikisi gibi diz çökerek. “Çok fazla kırmızı kullanıyor Hari. O iyi bir renk değil Hari.” Dedi gözlerini kaçırarak. Harrison biliyordu, kırmızı John için özellikle iyi bir renk olmaktan çok öteydi. Buna rağmen gözyaşları ile beneklenmiş resimde bolca kırmızı vardı. John’un kırmızıya karşı korkusu probleminin birincil semptomuydu. Harrison tek bir kelime daha etmedi ve kalkıp gitti.

Bazı hastalar onun hemşireye Amy ile John’u mümkün olduğunca bir arada tutması için talimat verdiğini iddia etmişlerse de bilginin gerçekliği kesin değildir. Kesin olan tek şey, bedenen iki yetişkinin ama ruhen aslında iki çocuğun birlikte oyun oynadıklarından başka bir şey değildir. [*]Bu öykü, bir arkadaşımın çekmeyi düşündüğü ama esasında daha uzun olması amaçlanmış ancak henüz hayat bulmamış bir kısa film senaryosudur. Devamını yazmayı düşünüyorum ama başka bir zaman.[/*]

5
Radyo Kulesi / The Lucifer and Biscuit Hammer
« : 01 Şubat 2011, 23:43:56 »

Salı gecesi 22:00 - 01:00 saatleri arası uzun zamandır yapmakta ayak direttiğim yayın ile sizlerleyim. İlk yayın bir aksilik olmaz ise 8 Şubat da olacaktır. Anime temaları, açılışları, kapanışları ve genel soundtrack müziklerinden oluşan içerik ve animeler ile yakından uzaktan alakalı her şeyden oluşan bir paket hazırladım. Malum, çalan parçalar genelde japonca olacaklar. Çalmayı düşündüğüm listenin bir kısmını örnek olarak aşağıya ekliyorum, umarım beğenirsiniz.

Spoiler: Göster
- The Melancholy of Suzumiya Haruhi - God Knows
- Stand Alone Complex - Where Does This Ocean Go
- Berserk: Susumu Hirasawa - Forces
- Sayonara Zetsubou Sensei: Ootsuki Kenji - hito toshite jiku ga bureteiru
- Naruto ve Naruto Shippuuden'den çeşitli parçalar
- Full Metal Alchemist - Bratja
- Macross Frontier - Aimo
- One Piece - Memories
- FFVII çeşitli parçalar
- Serial Experiments Lain: Boa - Duvet
- Gundam 00 - Ash Like Snow
- Trigun - Soundlife
- Touhou - Bad Apple!!
- Bakemonogatari: Kana Hanazawa - Renai Circulation
- Clannad After Story: Lia - Toki wo Kizamu Uta
- Gundam SEED: Yuuka - Akatsuki no Kuruma
- Umineko no Naku Koro ni'den çeşitli parçalar
- Spice and wolf: Kiyoura Natsumi - Tabi no Tochuu
- Mitsudomoe - Waga Na wa Shougakusei
- Bleach: Younha - Houki Boshi
- KON'dan çeşitli parçalar
- Azumanga Daioh - Sora Mimi Cake
- P&S,G'den çeşitli parçalar
- Karigurashi No Arietti (Borrowers): Cecile Corbel - Arrietty's Song
- Angel Beats: Lia - My Song Your Beats
- Cowboy Bebop: Yoko Kanno - Tank
- Soul Eater: Tommy Heavenly - Papermoon
- Sailor Moon'dan çeşitli parçalr
- Elfen Lied - Lilium


Şarkıların sıralamasına henüz karar vermedim ve ekleyeceğim bir bu kadar daha parça olduğunu sanıyorum. Eklenmesini istediğiniz bir şeyler varsa lütfen belirtin.

6
Düşler Limanı / Bilmek
« : 16 Aralık 2010, 04:34:05 »

Tüm bu öfke nereden geliyor? Hangi çatlaktan sızıyor dünyaya? Ona kim izin veriyor? Nefretin körüklediği alevler ne zamandan beri yaşamın üzerinde yanıyor? Göklere yükselen dumanlar aslında acı çeken sessiz çığlıkların ve yorgun kalplerin figanından başka ne olabilir? Neden ağlamamıza izin veriyorlar, umursamadıkları için mi yoksa bize zarar verenlerden daha fazla nefret beslemeleri midir tüm bunların sebebi? Bizim refahımızı düşlerken hangi noktada her şeyi unutarak başkalarının hayallerini karartabiliyorlar?

Hak aramak insanların önceliği olsa gerek. Kardeşinin, kendi kanından gelenin ve hatta aynadaki kişinin canının ötesinde bir can bellenmiş hak. Doğrunun ne olduğuna karar vermek bu kadar önemli ve bu kadar elzem. Bilmiyorlar sanki, doğrunun rengi kırmızı diyorlar. Ancak şu var ki, öyle olmadığını da söyleyemeyiz.

Uzakta kalmak ve izlemek insanı yıpratabiliyor. Elden ne gelir hem? Farkı yaratmak düşünenlerin işi diyorlar. Farkın rengi gri sanıyorlar. Beriden izlemeyi tarafsız kalmak bellemişler, tarafsızlığın değerini överek bitiremiyorlar. Eşitliğin ve adaletin gölgesinde akan kanın rengi görünmez belki ama yine de birileri umursar.

“Kan yerde kalmaz” dendiğinde doğar gerçek kavga. Vurulan, dövülen, tecavüz edilen, ağlatılan, üzülen ilk kişi değildir kavganın sebebi. Hatta birkaçı ve yüzlercesi de değildir. Tek birinin gerçekten umursaması yeterlidir. “Bu doğru değil” demesi kafidir. Adaletin rengi yok sanıyorlar. Adaletin sağlanmasının aksini gururlarına sığdıramıyorlar. Belki gerçek düşman gururdur, bilinmez.

Oysa hayat nefret etmeyi sürdüremeyecek kadar kısa. Buna değmez bile. Doğru gelmeyen her şey için başkalarını suçlamak ve bitmek bilmeyen alevlere bir odun daha atmak neden? Kimse sana, onları senin umursadığın kadar, değer vermeyecek. Nefretinin sebebi ne olursa olsun, kavganda arkana hangi düşünce veya kişiyi alırsan al, ellerindeki kan sizin değil, bir başkasının kanı olacak.

Çünkü artık içiniz boş. Kanınız akamaz. Kalbinizin rengi karadır, bilirim.

Peki, tüm bu sevgi neden? Nereden sızıyor kalplerimize? En karanlık dehlizde dahi nasıl oluyor da buluyor bizi? Boşalan damarlarımızda akmaya karar veriyor ve bizden izin istemiyor. Hangi mahluk salıyor onu dünyaya? Nasıl tüm öfke onun tek bir damlası ile sönebiliyor? Aşkın, güzelliğin, gerçekliğin, barışın ve en önemlisi bir sonraki nefesini herkesten önce kendini affetmenin verdiği huzur ile almanın getirdiği özgürlük; tüm bunlar nasıl oluyor da o ateşin tam içinde yer edebiliyor?

Kızgın korlardan açan çiçeğin rengi yeşil. Herkes ruhunda bir yerlerde bunu bilir.
Spoiler: Göster

[*]Bu santa mektubunu gördüğümde bir şeyler yazmak istedim hepsi bu.[/*]

7
Harry Potter / Ya Anime Olsaydı?
« : 15 Kasım 2010, 21:30:56 »
Spoiler: Göster

Resim biraz büyük olduğu için gizleme gereği gördüm. Deviantart da karşılaştığım bir fanmade çalışma ve her iki jenerasyondan pek çok Harry Potter karakterini birer anime karakteri olarak ele almış. Snape'in tasarımını pek beğenmedim ancak diğer herkes oldukça ilginç duruyor. Kesinlikle bir animesi olsa izlerdim.

19 Temmuz Güncellemesi:
Spoiler: Göster

8
Genel Kültür / Kılıçlar Hakkında & Kendo
« : 29 Ekim 2010, 18:37:14 »
Kılıç; boylamasına uzunluğu enlemesine uzunluğundan fazla olan, en az bir keskin kenarlı, dövülerek şekillendirilmiş, metal alaşım içerikli araç. İsmi Alman kaynaklı olmak ile beraber "Swerdan" kelimesi; uzun ve delici, kesici anlamına geliyor. En azından batı için doğum kaynağı bu olsa da antik asya kılıç kullanmaya daha erken dönemlerde başlamış. İlk kılıçlar bronz içerikli olmak ile beraber daha yüksek dereceli fırınlar üretilebildiğinde yavaşça demir ve karbon alaşımlara yöneldiler. Sonuçta çelik bronzdan kat kat daha dayanıklı ve şekillendirilmesi de zorluk açısından pek farklı değil. Sorun kömürün kullanımını ustaların öğrenmesi oldu başlarda. Kömür bir fırını sadece ısıtmak için değil demire karbonun nüfuz etmesi için de önemliydi ve farklı kömür türleri farklı demir cevherlerinden (farklı maden kazılarından getirilmiş demirler bile farklılık gösterir çünkü saflık önemlidir) daha etkili bir fark oluşturuyordu.

Batının kılıçları ile çin kökenli kılıçların farkı şu oldu demirin kullanımı ve orta çağ içinde; esneklik.

Asya kılıçları ile bir insan bedenini delebiliyordunuz bu doğru ancak bir batı demir kılıcı ile bir adamı ikiye yanlamasına bölebiliyordu orta çağ şovalyeleri. Burada kılıcı kullanan insanların bedensel farklılıkları öne çıkıyor. Asyalılar her zaman orta çağ da kütle endeksi açısından daha düşük değerlerde oldular. Bir kılıcın teknik kullanımı bu yüzden öne çıktı. Batılı bir şovalye bir asyalı asker ile karşılaştığında ikisinin de büyük olasılıkla avantajları ve dezavantajları olacaktır ama emin olun bir çinli asker daha az tecrübeli dahi olsa teknik olarak şovalyeden daha ileri olmak zorundadır çünkü kılıcı sadece diklemesine ve yanlamasına değil, diğer yönde de yanlamasına hareket edebilmektedir. Çin kılıcı (jian ve Pinyin - tek keskin taraflı ve çift taraflı) yay gibi kıvrılarak mümkün olmayan açılardan rakibe saplanma kapasitesine sahipti uzun lafın kısası.

Kılıçlar boyları, ağırlıkları, kıvrımları, keskin taraf sayıları, kabza büyüklüğü ve boyu (kabzası kılıcın çelik kısmı kadar uzun mızrak tipi kılıçlar mevcuttur) hatta keskin yanlarda olan tırtıklara sahip olup olmama ve son olarak esneklik kapasitelerine göre sınıflandırılırlar. Her kültürün farklı kılıçlar üzerinde bilgisi oluştu farklı kıtalarda. Bir kültürün mızrak kullanımından kılıç kullanımına daha fazla ağırlık verip vermemesi ile çağ atlayıp atlamadığına karar verebilir çoğu tarihçi bronz ve demir dönemleri arasındaki zamana bakarak.

Gelelim Katana gibi soyutlanmış bir adada doğan kılıca. Ne hunluların ne de çinlilerin etkisinde kalmadan şekillenmiş ileri teknoloji bir kılıçtır. Farkı aynı silahta iki farklı çeliğin olağan üstü sayılarda dövülmesinden gelir. Her katana elbette böyle bir teknik içermez, askerlere verilenler basit kılıçlardır ve seri üretimden geçmişlerdir. Gerçek bir katananın yapımı aylar alır. Bir sert çelik bir de hafif ve esnek, yumuşak çelikten oluşan iki kısmı vardır. Her zaman tek keskin tarafı olur ve bu sert kısmına tekabül eder. Sert kısım bir engel ile karşılaştığında zorlanmadan ikiye ayırabilmesi için özenle incecik dövülmüş olur. Kalın ve yumuşak arka kısım çarpışma şiddetini sönümleme özelliğine sahiptir ve doğruca darbe kuvvetini kullanan kılıç ustasının bileğine ve oradan da bedeninin ağırlık merkezine yönlendirir. Titreşimi kabzaya aktarması üzere belli bir minimum eğime sahip olmak zorundadır.

Batı kılıçları zaman zaman aynı eğime sahip oldu ama bunu söylerken Avrupa değil orta asyadan bahsediyorum. Müslümanlık yayıldıkça kıvrımlı ama tek çelikten dövülmüş seri üretim olmasına rağmen oldukça sağlam ve nispeten orta çağ krallıklarının kılıçlarına göre kısa kılıçlar türedi. Zırhlı askerler ve atlılar için ayrı tipte kılıçlar da üretildi öte yandan. Örneğin bir zırhı delmek için çok ince uçlu bir silah gerekir ancak beden bu gerilmeyi taşıyabilmek için kalın olmalıdır. Sorunu kabzadan uca kadar gittikçe incelen bir yapı (estoc) ile aştılar avrupa demircileri ve bu silah mızraklı birliklerin ikincil silahı ola geldi her zaman.

Dünyada en çok üretilmiş olan kılıç "longsword" olarak tabir edilebilecek 13. ve 14. yy'lar arası rabet görmüş çelik alaşım ve alman kökenli bir silahtır. Her filmde onu görebilirsiniz ve çoğu insana kılıç dendiğinde aklına o gelir. İskoçların "Claymore" larından farkı daha hafif ve ince olmasıdır hepsi bu. Atlı birliklere karşı bir orduda sadece belli vücut yapısına sahip yapılı askerlerin kullanabildiği ve en büyüğü olduğu kabul gören bir kılıç türü de vardı ama adını anımsayamıyorum şimdi (atların ayaklarını kesmek için kullanılırlardı)

Eklemek isteyen varsa güzel olur. Ayrıca Lord Vega ile dalga geçen arkadaşlar; çok ilginç davranıyorsunuz.

9
Düşler Limanı / Beş Yüz Yıl
« : 24 Ekim 2010, 03:37:06 »

Her dişlinin dönüş hızını bilmek ve bir sonraki döngüde diğerleri ile nasıl bir ilişki içinde olacağını bilmekti onun için yaşamak. Bir kasını germek ve ötekini gevşetmekti. Gerektiğinde düşünmek ve zamanı geldiğinde uyumaktı bazen. Vakitsiz cümleler olmazdı, gereksiz nefes alınmaz ve lüzumsuz tek bir fazladan adım atılmazdı.

Mükemmeli aradığı için değildi bu olan bitenin üzerindeki sorgusuz hâkimiyeti. Belki gözden kaçan bir kusurun oluşabilme ihtimalinin keyfiydi ona hayat katan. Hesaba katılamayacak kadar önemsiz ayrıntıların bozguna birikerek gelmelerini beklemekti onun yaşamının biricik gayesi. Ancak bu olmadı.

Hiç olmazdı zaten. Günler aynıydılar, doğan güneş ekinokslara gerektiğinde girer, ay döngüsünü kusursuz sonlandırır ve yıldızlar beklenenin dışında davranmazlardı. Zamanın kumları sıraya girerlerken anın sayfaları ne çok hızlı ne çok yavaş geçerlerdi. Olması gerekenin aksine bir olayın gerçeklik ile tanışmasını ne kadar çok isterdi oysa.

Bir gece uyandığında tanımadığı birinin kanlı kafasını kucağında bulmayı isterdi. Ertesi gün göğün düşüşünü izlemek, çiçeklerden alevler yükseldiğini görmek ve denizlerin dağları aşıp gelmesini seyretmek isterdi. Yıkım olmak zorunda değildi yenilik için. Bir kelebeğin kozasından arı olarak çıkışını görmek bile yeterdi ona. Ufak ve dengesiz, düzensiz tek bir olayın vuku bulması ilacı olurdu.

Her sabah rahip olmak için eğitildiği tapınağa su taşıdığı köprünün yanındaki salyangoz gibiydi. O salyangozu her sabah görürdü ama yerini pek az terk etmiş olurdu. Her gün bir parça taşı geçer ve yenisinde yavaşça ilerlerdi. Altından akan zayıf dere hep aynı tek düze lıkırdı ile akar, üstündeki gök hep aynı mavi olurdu.

Genç rahip adayı ister istemez kendisini salyangozun yerine koyuyordu. Her gün aynı metinleri tekrar okuyor, benimsemesi bekleniyordu. Aynı bir çift kova ile göl kenarından aynı suyu taşıyor ve bu esnada aynı havayı soluyordu. Her gün aynı yemeği yiyor ve aynı yatağa yatıyordu.

Aynı tavanlara uyanmaya son vermek istiyordu. Dışarıda bir yerlerde farklıyı duyumsamak istiyordu. Sutraları değil maceraları ve yeniliği benimsemek istiyordu. Tapınağın, puslu dağların tepelerine yüz yıllar önce sabitlenmiş temellerinden uzağa düşen bir su damlası olmak istiyordu. Bulutundan ayrılıp yere inene kadar geçen şairane düşüşün hayali bile, kısalığına rağmen, o andaki hayatından iyiydi.

Gerçek bir rahip bile değildi. Bir rahip olabilse tapınaktan ayrılmayı talep edebilir ve şanslıysa bir keşiş olarak her yeri gezerdi. Ona nerede ihtiyaç duyulursa orada olurdu ama günü geldiğinde bu da ona sıkıcı gelmez miydi? Tek düzelik özünde ona bunaltıcı gelmiyor muydu?

Sahi ona bir seçim sunulsaydı yaşamdan ne isterdi? Birileri tarafından nefret edilmek istiyordu. Yine birileri tarafından sevilmeyi de istiyordu. Özlenmeyi istemek bir insanın en doğal hakkı değil miydi? Sizin adınızı düşünen birilerinin oralarda bir yerde yaşaması yeterdi aslında. Kalbinin en derinlerinde bunu istediğini görmek onu hem rahatlattı hem de üzdü. Çünkü bu hiç olmayacaktı.

Genç rahip adayının sessiz yakarışı, kaderin dişlilerinin bir kalbi varsa eğer, onu dağlamış olmalı. Öyle ki zamanın kumlarının arasına karışmış zerre kadar bir çakıl delicesine genç oğlanın üzerine geldi. Umulmayan değil, düşlenmeyen ile karşılaştı. Hiç bilinmeyen ve görülmesi planlanmamış nihai varlık ile gözleri çakıştı o günün sabahı.

Ellerindeki kovalar köprünün başındayken artık sadece ağır değillerdi, adeta yer ile birdiler. Ayaklarındaki kaslar gevşeyip kasılmayı unutmuş ve tamamen donmuşlardı. Aklın dişlileri çalışması gerekirken kilitlenmiş ve gök bile sanki maviliğinden vazgeçmişti. Oğlan yanı başındaki salyangozun ona kıs kıs güldüğünü bile duymuş olabilirdi.

Köprübaşında bir kız vardı. Onun ömründe gördüğü ilk karşı cinsti. Bir yeni doğmuş ceylanın bakışlarındaki masumiyeti taşıyordu. Yılsonu gecesinde pişen kurabiyelerin baharatlarını andıran bir tarçın kokusu ondan kendisine doğru esen rüzgârı dolduruyordu. Duruşunda öyle bir canlılık vardı işte oğlanı her gün geçtiği sıradan köprüye çivileyen.

Konuştuğunda oğlanın paçaları ıslandı. Sonra anlayacaktı ki kovaları düşürmüştü. Sesi tapınaktaki duyduğu insan seslerinin hiç birine benzemiyordu. Onlar ile kıyaslamak bile bir aşağılama olmaz mıydı hem? Kızın tek yaptığı yönü sormaktı ve dili tutulmuş bir rahip adayına anlayışlı bir gülümsemeden fazlasını vermedi. Kıza hayal meyal sorduğu yeri tarif ettiğini duyabiliyordu. Tanrım kendi sesi ne kadar da kabaydı öyle. Karşısındakinin anılarına kazınacak imgesini an boyunca içine çekti.

Boş kovalar ile tekrar su doldurmaya gittiğini pek anımsamıyordu. Geç kalmış bir şekilde tapınağa geri döndüğünde azarlanmayı bekledi ama bu olmadı. Garip bir sessizlik vardı fakat pek önemsizdi onun için. Bu duygunun tasvirini yapmaya çalışıp birbirinden çok ayrı düşen birkaç yazı görmüşlüğü vardı nede olsa. Biliyordu ki bu aşktı.

Tüm öğleden sonra ve akşam odasına kapandı. Yemek yiyemiyordu, uyuyamıyordu ve içinde kıpırdanıp duran zapt edilemez bir his vardı. Acaba sonraki sabah da kız köprüden aynı saatte geçer miydi?

Sabah sayımı için herkes avluya toplandığında bir sonraki başrahip olacağı söylenen adam çıka geldi. Başrahip de neredeydi? İki gün üst üste bu kadar farklılık oğlanın başını döndürdü. Bir an evvel su taşıma görevine gitmek istiyordu. Sabırsızdı.

Görünüşe bakılırsa başrahip önceki gün öğlen tapınağa gizlice giren bir hırsızın çaldığı değerli bir yadigârın peşine düşmüştü. Yanında en değerli üç adamını da almış ve gitmişti.

Sorumlu rahip karşısındaki genç rahip adaylarının onuna birden o öğlen merasim yapılacağını ve resmi şekilde rahip olacaklarını söyledi. O bunları söylerken dünya gencin ayaklarının altından çekiliyormuş gibi oldu. Gök gerçekten başına yıkılmış, çiçekler alev almış ve denizler kabararak üzerine gelmişti.

Sorumlu rahip ile konuşmak için merasim öncesi tapınağın soğuk ve geniş koridorlarını hızla adımladı. Giymiş olması gereken cüppeye dokunmamıştı bile. Kapıyı üç kere çaldı ve cevap bekledi. Rahip onu içeriye davet ettiğinde kalbi deli gibiydi. Az sonra hayatını hiç yapmayı planlamadığı şekilde değiştirecekti ama buna yapmaya gerçekten gücü var mıydı bilmiyordu.

“Usta, affınıza sığınarak bir maruzatımı belirtmek istiyorum.” Dedi. Sesi çatlak ve kısıktı ama yeterli öz güveni sergileyebilmiş olduğunu umut ediyordu. Sorumlu rahip genç biri değildi. Başka bir tapınakta olsa çoktan yıllardır ustalık yapıyor olurdu. “Elbette, çekinme. Lütfen otur.” Dedi bağdaş kurduğu odasında karşısını işaret ederek. Oğlan çekinerek oturdu ve konuya buna kendisi de şaşırarak direk girdi. “Ben rahip olmayacağım” dedi aniden.

Sorumlu rahip bunu beklemiyordu. Karşısındaki oğlan adaylar arasında en çekingen, utangaç ve içine kapanık olandı. Rahip olarak doğup rahip olarak ölecek cinsten bir mizacı vardı ve dışarıdaki dünya ile ilgili tek bir bilgisi bile yoktu. İçindeki korkuyu aşmasını ne gibi bir güç sağlamış olabilirdi? Buna ona sormaya karar verdi, “Neden?”

Oğlan birden başka birisi oldu. Diğer zamanlar kendine güvenmeyen ve gereğinden fazlası için uğraşmaya gönlü olmayan genç adamın gözleri parlıyordu. “Âşık oldum” dedi gülümseyerek. Rahip ne diyeceğini bilemedi çünkü kendisi hiç âşık olmamıştı. Hayatını bu tapınakta geçirmiş kimse buna erişemezdi zaten. Ona kim, nerede ve ne zaman diye sormadı. “Ne kadar?” dedi sadece çünkü önemli olan rahibe göre buydu.

Oğlanın çatlak boğazı düğümlenir gibi oldu. Nasıl anlatacağını bilmiyordu. Ona en zor gelen şeyi düşledi ve bunu anlattı.

“Taştan bir köprü olurdum. Üzerinden kimsenin geçmediği, altından önemsiz bir derenin aktığı yosun kaplamış eski bir taş köprü olurdum. Beş yüz yıl güneşin altında beklerdim ve beş yüz yıl yağmurun. Beklerdim. Sadece bir defa o üzerimden geçsin diye.”

10
Kurgu İskelesi / Tengu: Bölüm 1-30, final
« : 29 Mayıs 2010, 02:26:31 »

Zamanın birinde, nefret ve kin dolu gaddar bir kral diyar sınırlarından gelen komik bir haber üzerine bir yarışma düzenlemeye karar vermiş. Öyle ki hudutlardan gelen havadisler yıldırım nefesli ve kanatsız bir ejderin köylerin ve kasabaların sularını içerek kurutması üzerineymiş. Halk onu durdurması için paralı askerler ve sözde kahramanlara tonlarca para ödemiş ama sonuç alamamış. Pek çok mekândan benzer mektuplar gelmeye başlayınca kral, ejderha ya da değil, sorunun kaynağının yok edilmesi gerektiğine karar vermiş. Öyle ki düzenlediği yarışma ülkenin en iyi 12 demircisi arasında yapılacakmış.

Kral emretmiş, “Bir ejderha katili yapmanızı isterim. Öyle bir kılıç yapacaksınız ki bir ejderhanın kalbini sökebilsin ve kılıç diri kalsın”. Demirciler şaşkınmış ama denileni heves ile yapmışlar. Hemen hepsi böyle bir emir almaktan mutluymuş, sürekli aynı kılıçları, zırhları ve kalkanları dövmekten bunalan insanlar için hünerlerini sergileyebilecekleri bir fırsatmış. Hem kim bilir, belki kralın zırhını yapan özel demirci olma fırsatı yakalarlardı. Her insan gibi onların da hayalleri vardı.

11 demirci üç ay içinde en iyi kılıçlarını kraliyet damgası taşıyan çelik sandıklara yerleştirmiş ve kraliyet sarayına yollamışlar. Ancak biri 9 ay daha zaman istemiş. Kral meraklanmış, “bir senede yapılmasını gerektirecek kadar ihtişamlı nasıl bir silah dövebilir?” demiş puslu ve kin dolu aklında.

Kral Uldom halkından nefret ederdi. Onları daha zeki ve cesur olmadıkları için sevmezdi. Diğer hükümdarların ihtişamlı ordularını kalbinin derinliklerinde değil, tümüyle kıskanırdı. Aslında yarışmayı da onları, yani sinir bozucu halkını yatıştırmak için düzenlemişti. Yapılan en iyi kılıcı alıp hudutlara bir ordu ile gidecek ve bu saçma şikâyette bulunan tüm köyleri tek tek gezerek reisleri o kılıç ile idam edecekti. Kafasındaki fikir buydu. “Vergi vermemek için daha nasıl yollara başvurabilirler? Üstelik birlik olmuşlar, kabul edilemez. Cezasız kalamazlar” Diye düşünüyordu. Son demirciyi de beklemeye karar verdi ama bu sırada gelen raporlar ve yardım isteklerinin sayısı azalmadı.

Yapılan tüm kılıçlar küçük birer servet değerindeydiler. Değerli taşlar kakılmış kabzaları, narin kınları ve eğimli ince gövdeleri ile birkaçı yerinden kaldırılınca kırılacak görüntüsü sunuyordu. Ancak öyle inceydiler ki kara çeliği bile kâğıt gibi ikiye ayırıyorlardı, ya da demircilerin ulakları böyle anlatıyordu. Birkaçı geniş ve büyüktü ancak gümüş rünler üzerilerinde dans ediyordu. Altın kakmalı, gümüş işlemeli ve kabzası tek bir dev zümrütten oyulmuş, İblisin Kâbusu anlamına gelen Yonal’zutar adlı, kılıcı beğenen kral son kılıcı merak etmeden duramıyordu. Muazzam güzellikteki kılıçtan gözlerini alamadı ve demircisini ödüllendirdi. Ancak geri kalanların sağ ellerini kestirdi, bir daha demircilik edemediler. “Beceriksizliğiniz sonraki nesillere aktarılmamalı, çıraklarınız varsa salın” emrini verdi. Son demirci 12. Ay çıka geldi. Kral Uldom ordusunu kızıl atının başında kuzeye, haberlerin geldiği hudutlara sürmeye başlamıştı bile.

Demirci çelik kasasını kendi at arabası ile taşıyordu. Hantal orduya yetiştiğinde Uldom’un onun hakkındaki ilk düşüncesi ‘sefil’ oldu. Adam neredeyse bir cüce olamayacak kadar küçülmüştü. Kambur ve çirkindi, saçları dökülmüş ve her yeri yanık izleri ile bezenmişti. Resmen paçavra denilebilecek kıyafetler içindeydi. Ancak kolları diğer tüm demirciler gibi kaslıydı. Böyle bir adam nasıl bir kılıç dövebilir ki diye düşündü kral. “Benden bir sene istemene şaşmamalı demirci” dedi küçümseyen bir ses ile. Küçük adam ona anlamadan baktı. “Benden bir ejderha katili istediniz majesteleri. Size bir ejderhanın kalbini sökebilecek bir kılıç dövdüm, cehennemde bile en soğuk geceyi hatırlatacak. En karanlık geceyi bile kendi şeytaniliği ile aydınlık kılacak – adam kralın yüzüne yanaştı konuşurken – ve kullanıldığında en habis kalbin bile korku ile titremesini sağlayacak.” Dedi. Uldom uşaklarına çelik sandığı işaret etti ve bekledi.

Sandık devasaydı. İki adam onun kapağını kaldıramaya yetmedi ve en sonunda altı kişi güç bela yerinden oynatabildiler. Uldom beklediği şeye yaklaşamayacak, çok farklı, kaba ve kullanılması imkânsız bir silah ile karşılaştı. Öyle ki kılıç bir adam boyundan daha uzundu ve orta boylu bir adamın gövdesi kalınlığındaydı. Ortasındaki çelik ile kenarlarındaki farklı gibi görünse de öyle olmadığını anladı. Kılıç işlenmesi olanaksız bir metalden dövülmüştü. Eskiler ona şeytan kemiği anlamına gelen G’lon adını vermişlerdi. Krallığın en işe yaramaz cevheriydi. Fırınlar onu ikinci kez eritemez, çekiçler onu bükemez ve bir kere topraktan işlenip kalıba döküldüğünde tekrar kullanılamazdı. “Tek bir parçadan dövdüm onu” dedi adam huşu ile. Bozulmuş hatları ile elini bir bebek teninde gezdirir gibi kara, dev kılıcın üzerinde gezdirdi. Kral o anda gördü ki demircinin kolundaki tendonlar kopmuştu, derisinin altında kızıl yaralar vardı. Bir daha çalışamazdı. Bir kılıca bir de adama baktı. Adamın bu kaba kılıç için neleri feda ettiğini düşündü. Güzel bir kılıç yapmamıştı ama imkânsızı gerçekleştirmişti. Kral hayatında ilk ve son kez tam anlamı ile adil bir karar verdi,” kılıcın en iyisi, ancak onu bu krallıkta savurabilecek bir adam yaşıyorsa, sadece o zaman gerçekten en iyisidir.” Dedi. “Hayatını ve kolunu bağışlıyorum ama bana onu taşıyabilecek bir savaşçı bulman şartı ile. Bu kılıcı nasıl bir senede dövdüysen, öyle bir savaşçı bulmak için de bir senen var.” Dedi. Demirci düşünceliydi ancak buyruğa saygı duydu. O günden sonra Uldom ve askerlerini bir daha hiç gören olmadı.

Hudutlara gittikleri biliniyordu, kral altın kılıcı ve binlerce kişilik ordusu ile yok olmuştu. Onlar yok olduktan sonra ejderhadan gelen haberler de kesildi. Krallık sessiz bir zamana girdi. Uldom’un veliahtları vardı, iki oğlu ve bir kızı. Oğullardan büyük olanı kral olmaya isteksizdi, öteki ise çok gençti. İkisi de haklarını savdılar çünkü halk kraliyet soyundan nefret ediyordu ve bu hep böyle ola gelmişti. Zaten küçük krallık hiçbir zaman bereketli olmamıştı. Kraliyet sarayı denince insanların aklına şatafatlı ve zengin bir mekân gelir, ancak bu şato fakirdi. Kral ne kadar gaddar olursa olsun insanlar ellerindeki az para ve ekmeği vergiye katmıyordu, vergi her zaman az olurdu. İnsanların sevgilileri, kocaları, kardeşleri ve evlatları da birden bire kral ile birlikte yok olduğundan beri harlanması korku ile beklenen bir kıvılcım çakıldı. Korkak kardeşler yüzünden Prenses Charlotte kraliçe oldu. Krallığın tarihinde bu görülmemiş bir olaydı ve halk merak ile belirsiz bir sevinci beraber yaşadı. Tam bir yıl krallık huzur ve sessiz bir rahatlık ile kendini toparladı.

Taç giydiği günün tam bir sene sonrasında kraliçenin huzuruna bir haberci geldi ve “Ekselansları, vahim havadisler getirdim. Kuzey ellerinde babanızın ve nicesinin canını alan ejderhanın geri geldiğine dair izler var” dedi bir çırpıda. Charlotte korktu, çünkü babasına ne olduğunu sayısız izci ve keşif birliği göndertmişse de bulamamışlardı. Halk arasında ejderha ile savaşırken öldüğüne dair söylenti belirmiş ve bu zaman zarfında kabul edilen bir gerçek haline gelmişti. Kraliçe babasının aksine ejderhanın varlığına, belki bu yüzdendir bilinmez, inanıyordu. Yardımcılara danıştı ve onlar “Babanız tek bir konuda fevkalade başarılıydı. Majesteleri harika yarışmalar düzenlerdi” şeklinde konuştular. Genç kadın tereddüt etmedi. “Komşu ülkelere ve diyara haber salın tez vakit.” Dedi sakince, “Kendisine ejderha avcısı diyebilecek herkesi istiyorum” şeklinde devam ederek turnuvanın yolunu açtı.

İçinden ‘ gerekirse krallığın tüm hazinelerini harcarım ama bu iblis topraklarımıza daha fazla korku salamayacak’ diye düşünüyordu. Onunla konuşan kardeşleri bu fikri gördüler ve korktular. İkisi de kral olmamıştı ancak yeterince tasasız ve lüks bir yaşam sürüyordular. Üç kardeşte o güne kadar hiçbir fikir ayrılığına düşmemişlerdi, Charlotte her zaman onların da fikirlerini almış ve onlara da söz hakkı tanımıştı. Ancak ejderhayı katledecek olan kişiye ülkenin hazinelerini sermesi kabul edilemezdi. Akıllarına gelen ilk şey kendileri de bir zırh ve kılıç ile mızrağı kuşanıp ejderhanın peşine düşmekti. Sonra büyük kardeşin içindeki karanlık yavaşça su yüzüne çıkmaya başladı ve Charlotte’dan kurtulma fikri asla seslendirilmemişse de düşünüldü. Elbette küçük kardeş halen saftı.

Çok zaman geçmeden bir turnuva düzenlendi. Gelen savaşçılara çeşitli dallarda yeteneklerini sergilemeleri için fırsatlar sunulacaktı. En kuvvetli yüz savaşçıya hazine sözü verilecek ve ejderhanın peşine düşmeleri emredilecekti. Binlercesi geldi ve onları binlercesi takip etti. Tüm dünyadan en erdemli ve güçlü savaşçılar toplanmıştı. Bazısı, o kadar da erdemli değildi ama diğerlerinden daha güçlüydü. Bazısı belki hiç güçlü değildi ama lafa baktığında azizden farksızdı. Hepsi bir araya geldiğinde dünyadaki en güçlü orduymuş gibi duruyorlardı. Ancak küçük bir krallık bunca adamı tek bir hayali varlığın peşine yollayamazdı. Charlotte ejderhayı araması için ülkesinin sayısız askerini görevlendirmişti, sadece görmesi ve ne gördüğünü anlatmaları için. Ancak hemen hepsi eli boş dönmüştü ve bazısı tamamen ortadan kaybolmuştu.  Bu durum kadını içten içe kemiriyordu. Bunları düşünürken turnuva arazisinde onu gördü. Sırtında kendi boyundan uzun çift el kara kılıcı ve kara zırhı ile bir adam turnuva arazisinde yürüyordu. Sanki sırtındaki yarım tonluk bir çelik obje değil ama basit bir silahmış gibi hareket ediyordu. Kraliçe yardımcılarından birine döndü ve sordu, “Bu adam kim? Hangi diyardan geldi?” cevaplayan adam tam emin değildi ama onun kendi ülkelerinden, isimsiz, halktan biri olduğunu söyledi. Charlotte meraklanmıştı.

Nice kılıç dövüşü oldu ama kara zırhlı miğfersiz ve dev kılıçlı adam daha ilkinde bir efsane oldu. Kılıcını bile çekmemişti ve dört kraliyet atlı şövalyesini yere devirmişti. Kimse ne olduğunu tam olarak göremedi. Sonraki dövüşleri de buna benzemişti. Bazen kalkan olarak o dev kılıcı önünde tutması gerekiyordu ama onu hiç savurmamıştı. Çok zaman geçmeden insanlar onun adını bir yerlerden öğrendiler ve onun için, kalabalık tezahürat yaptı, “Tengu!”

Sadece turnuvada hünerlerini sergilemek için insanlar kendi ülkelerinden sayısız canavar ve güçlü hayvan getirtmişti. Bir kısmı para değil ün peşindeydi. 100 savaşçı listesinde olabilmek istiyorlardı, ejderha olsun ya da olmasın umurlarında bile değildi. Ancak getirttikleri yaratıkları bazen kendi sonları olmuştu. Sahipsiz egzotik hayvanlar hevesli savaşçılarca meydan okumanın bir parçası olarak katlediliyordu. Ya da başta bu tasarlanmıştı ancak bu hayvanlardan bazıları korkunçtu. Turnuva normalde kanlı olması gerekmeyen bir ortamdır ama ölümler kaçınılmaz olabilir, pes etmeyen bir hasım ya da yaratıklarca katledilen bir savaşçı sıradan bir görüntü haline gelmişti. Bir hayvan vardı ki belki o 100 savaşçı listesinde adı olmalıydı, kırmızı bir bengal kaplanıydı bu, postu rakiplerinin kanından mı öyleydi yoksa doğuştan mı kimse bilmiyordu. Dökme demir plaka bir zırh giydirilmişti ona ve sağ ön pençesi çelikten, keskin bıçaklar ile bezeli bir pati ile değiştirilmişti. Onlarcasının ölümü onun elinden oldu.
Tengu ona meydan okudu. Hiçbir hasmı için tam olarak çekmediği kılıcını onun için çekti. Sıradan hafif bir çift el gibi önünde tutuyordu. Nasıl dengede durduğunu bakanlar algılayamıyordu, kılıç adam kadardı. Çukur yapılı savaş meydanında kenarlara dizilmiş izleyiciler nefeslerini tuttu. Kızıl kaplan kara kılıçlıyı tartıyordu. Belki adamın da kaplandan bu açıdan farkı yoktu, birbirleri etrafında döndüler. Düşünüldüğünün aksine ilk saldıran kaplan olmadı. Adam kılıcı öyle hızlı savurdu ki havada boğuk bir ses çıktı, kaplandan daha yırtıcı bir hayvana benziyordu şimdi. Kaplan hamleden sakınmak için birkaç metre geriye sıçradı. Adam aynı hızda sağ bacağını ileri attı ve kılıcı ok gibi dimdik ileri yolladı. İzleyenler kılıcın sadece bir süs olmadığını kabullendiler. Kılıcın ucu kalın bir üçgene benziyordu, keskindi. Kaplan bir kulağından oldu. Herkes şaşkındı. O kılıcı kullanan kişi bir insan olamazdı. Kaplan gürledi ve kısa boyunu yararına kullanarak kılıcın altından adamın bacaklarına bir hamle yaptı. Kılıcın ucu hemen yerdeydi, adam toprağa sapladığı uçtan güç alarak onu kendine kalkan etti. Kaplanın çelik pençesi çeliğe çarptı ve çınladı. Dev kılıcı böylesine çevik kullanabilmek için muazzam bir bilek kuvveti gerekliydi.

Adam her kılıcını savurduğunda kaplanda ya bir kesik açıyordu ya da bir parça et kopartıyordu. Adeta onunla dans ediyordu. Ancak izleyenlerde ‘isterse onu öldürebilir’ izlenimi uyanması uzun zaman aldı. Yarım saate yakın, bu böyle sürdü. İzleyenler halen aynı heyecanı yaşıyorlardı ama dövüşen adamın yüzünde daha bir damla ter yoktu. Oysa kaplanın yorgunluktan bacakları titriyordu. Sonunda yere yığıldı ama ölümden değil, sadece yorgunluktan. Her yeri küçük yaralar ile doluydu. Adamın kılıcına sayısız defa vurmuştu aslında gözlere ve ayak bileklerine yapılan hamleleriyle. Dövüş bittiğinde çelik pençesi çatlaklar ile doluydu.

Nefesini tutmuş halk, kaplan yere yığıldığında çığlık çığlığa adamın adını haykırdı. Herkes turnuvanın amacını unutmuş gibiydi, kraliçe bile. Hayranlıktan dili tutulmuştu. Bu adamın dengi bir başka savaşçı yoktu. Her türlü silah ile kuşanmış savaşçı ile cenk etti ama tek bir yara bile almadı. Çok uzak ülkelerden gelmiş otantik adamlar, güneyin de güneyinden gelmiş siyah savaşçılar ya da ejderin kuzeydeki saldığı korkunun da kuzeyinden gelmiş uzun boylu geniş omuzlu, soluk tenli dev adamlar. Hiç biri onun eline su dökememişti. Sonunda Charlotte kararını verdi, turnuva dört gün ve dört gece sürmüştü. Buyurdu ki “100 savaşçı seçeceğimi söyledim, bunun yerine 100 savaşçıya bedel bir savaşçı seçiyorum. Eğer ki yedi gün içinde tam buraya, turnuva alanına geri gelmezse söz verdiğim gibi geri kalan 99’unuza tüm hazinelerimi vereceğim” dedi. Pek çoğu karşı çıktı, bir kısmı kraliçenin Tengu’yu kast ettiğini hemen anladı ve kabullendi. Adam gerçekten de 100 savaşçıya denkti. Kimisi kraliçenin bu kararını saçma buldu. Aynı para ile tüm 100 savaşçıyı da ejderhanın peşine gönderebilir ve şansını arttırabilirdi. Kadının aklından geçen ise, ‘eğer bu adam dediğimi gerçekleştirebilirse ki yapabilir, tek kazanan krallık olur’ şeklinde babasına çekmiş bir fikirdi.

Kararın akşamı kara kılıçlı adam kraliçenin huzuruna çıkartıldı. Adamın diz çökmesi diğer tüm yardakçıların yaptıklarından daha uzun zaman aldı ama sonunda çöktüğünde kraliçe gülümseyerek konuştu. “Kalkın bay şövalye, bana adınızı bahşedin”. Adam gergin görünüyordu, “Tengu” dedi sadece. Sanki ismini söylemekten utanır gibi bir hali vardı. Öyle ya ismi ülkeye özgü değildi, ancak adamın mizacı ve tipi krallıkta yaşayan herhangi birininki kadar belirgindi. “Babamın yemini üzerine buradayım” dedi sonra. Kraliçe merakla sordu, “Babanız kimlerdendir? Lütfen oturun ve anlatın” dedi. Savaşçı farkına varmamıştı ancak o diz çökerken tam ardından taşınır bir ceviz ağacından oyma koltuk getirtilmişti. “Babam aslında benim babam değildir. Onun kanını taşımam. Kılıcımın demircisidir. Babanız majesteleri Uldom’a ‘Bu kılıcı savurabilecek bir adam bulacağıma söz veriyorum’ dedi bundan tam bir sene önce” Tengu’nun aksanı kırıktı. Kraliçe anladı ama fikrini açıkça seslendirmedi, bu adam bir şövalye değildi. Ancak 12 demircinin hikâyesini biliyordu. Kılıca daha yakından bakmak istedi ve adam gönülsüzce onu ortaya serdi.

Kılıçta tek bir çentik bile yoktu. Henüz ocaktan çıkmış gibiydi. Kadın ona dokunmak için elini uzattığında adam aniden geri çekti. Muhafızlar hızla öne çıktı ve mızraklarının uçlarını adam o pozisyondayken boynuna dayadılar. Tengu iç çekti, “Gücendirici davrandıysam özür dilerim, ancak kılıç lanetlidir. Ona dokunmayı istemezsiniz” dedi gittikçe sesi kısılarak. Charlotte korktu ama muhafızları geri de çekti. “Söyleyin bana Tengu, isteğimi yerine getirebilecek misiniz?” Adam o kızıl kaplanla yaptığı dövüşte nasıl sırıttıysa aynı şekilde karşılık verdi, “Bu kılıç o ejderhanın katili olacak”

11
Kurgu İskelesi / Kilitler ve Anahtarlar (Derleme ve bir Devam)
« : 17 Mayıs 2010, 03:43:05 »
Okuma Sırası:
1- Genkai
2- Alice
3- Bu Öykü
4- Seraphim
-----
5- Küre (Küre 4leme kısa öykü serisi çok kötü kaleme alınmış bir seridir ve isteyenlerin, Seraphim'den sonra Obliu ile devam etmelerini önereceğim)
6- Reon & Mathilda
7- Ezel
8- Umut
-----
9- Obliu
9.5- Exodus
10- Tengu Serisi
10.5- Monolit-Kısa öykü(bağlantı)
11- Monolit serisi (devam ediyor)
12- Beş Yüz Yıl
13- Zümrüt
14- Samsara (esasında, Tengu ile kısa Monolit arasında gerçekleşen bir olayı anlatıyor, fakat bu sıralama ile okunması yararlı olur.)

Şeklinde bir okuma planı mevcuttur. Kafam bu öykünün neresinden tutup anlatmam gerektiğine karar vermekte dansöz gibi. Bu herkesin onu takip etmemesi ile sonuçlanan bir durum ancak ben şikayetçi değilim. Düzenli bir hale getirmeye özen gösteriyorum ve şimdilik son hali budur.
---------------------------------------------------------------------


“Kimi arıyorsun?” diye sordu adam merakla. Suali işiten adam ağırkanlıydı. Belki soranı cevaba layık görmedi, ya da cevabı kendisi de bilmiyordu. “Kimseyi aramıyorum, bir şeyi arıyorum” dedi yavaşça. Çatlak sesi kurumuş dudaklarından bir yaz öğlesi, köhne barın en tenha köşesine kadar işitildi. Adam arkasına dönüp bakmadı ama insanların sessizleşmesi ona bir damara dokunduğunu açık ettirdi. “Demek bir şey eh?” Barmen yavaşça adamın kulağına eğildi, bir yandan bardaktan daha kirli bir bez ile camın tozunu alıyordu. “Vakit erken, gün ışığı henüz kafana vururken çık git. Canınla beraber kaybedecek çok şeyin var.”

Barmenin sözleri keskindiler, seriydiler ve sorgulanamaz belirginlikteydiler. Yine de adam tereddüt etmedi, sesini herkesin açıkça duyabilmesi için yükseltti, “O şeyi gören olduysa, ömrünün sonuna kadar lanetlenecek. Adımlarını duyan olduysa her gece evladı odasından onun yatağına korku ile kaçtığında kendisi daha da korkmuş olacak. Nefesini kokladıysa, her verdiği nefeste onu tadacak. Eğer ki ona dokunmuşsa, ondan biri olacak.” Dedi usulca. Cümlelerini bir şair gibi seslendirmişti, durumdan keyif alıyor bile olabilirdi.

Barda kimse gülmedi. Kimse mırıldanmadı ya da dikkatini ondan başkasına vermedi. Onu tartıyordular. Karar vermeye çalışıyor ve emin olamıyordular. Adam kukuletasını geri çekti ve gölgeler içinden yanmış teni ile yıldırım mavisi gözleri ortaya çıktı. Gözlerinde öyle bir ışık vardı ki ona baktıklarında beğenmeliler mi yoksa korkmalı ve saygı mı duymalıydılar bazısı emin olamadı. Adam tamamen silahsızdı ve oradaki herkese duymak istemeyecekleri şeyler söylüyordu. Ne kadar etkileyici görünürse görünsün, davetsiz misafirden daha fazlasıymış hissi her saniye katlanarak artıyordu.

Sükûneti bozan zemin oldu. Tahta kaplama, deprem oluyormuşçasına ortadan ikiye ayrıldı ve dev çelik eller istenmeyen adama uzandılar. Metal elin her bir parmağı adamın boyu kadardı ama adam eli tuttuğu gibi yukarıya çekmeye başladı. Sanki orta cüsseli bir adamın ucunda birkaç kiloluk ağırlığı olan halatı çekmesine benzer bir gayret sarf ediyordu. Kısa sürede bar, çığlık atan insanların kaçışları, inleyen tahta kirişler ve düşen kiremitlerin gürültüsü arasında yerle bir oldu. Ancak barın yerine onun yarısı kadar yer kaplayan dev bir metal yığını belirmişti.

Sanki bir insanı andırıyordu. Kolları bacakları ve bir gövdesi vardı. Gövdesinin ortasında bir çift göz alevler içindeydi ve karşısına çıkanı ne olursa yakacakmış gibiydiler. Adam molozlar arasından kolayca çıktı ve yüzünde bir delinin sırıtışı vardı. “Alice, sen nelere kadirsin böyle. Beni durdurmak için yapamayacağın hiçbir şey yok değil mi?!” dedi makinenin gözlerine bakarken. Dev metal golemden gelen dişli ve piston sesleri artmaya başladığında pekte konuşkan olmadığına kanaat getirdi. Devasa kolu geniş bir açı taradı ve aniden yere doğru düşen bir kaya gibi yol aldı. Adam ne kaçtı ne de darbeyi yumuşatacak bir manevra yaptı. Sadece sağ elini kaldırdı ve darbeyi bekledi.
Golemin adama inen eli param parça oldu. Kalın metal destekler kâğıtmışçasına yırtıldı ve dört bir yana şarapneller sıçradı. Bunun üstüne golemin gözlerindeki alev sanki daha da harlandı. Adam beklemedi, parçalanmış elin kol kısmına rahatça sıçradı ve kafaya doğru son sürat tırmandı. “Konuşmazsan, var olmak için bir sebebin yoktur” dedi demirden gövdeye ve kafa olması muhtemel noktaya en yakın yere iki elini tek hale getirip oğlanca kuvveti ile indirdi.
Golem tüm heybetine rağmen param parça oldu. Sökülen parçaların ve yürümeyi bırakan dişlilerin gıcırtıları onları dinleyen tüm kulakları tırmaladı. Makine alevler içinde kalırken içindeki cehennem alevler canlıymışçasına çığlıklar attı. Adam ortalarda görünmüyordu. Öyle ya kasaba halkı adamı bir daha ömürlerinin sonlarına kadar görmeyecekti. Onlar garip olayları gizli tutmayı seçerdiler.

***

Spoiler: Göster


Adam aradığını bulamamıştı. Aradığı Alice’di. Aşkı, dostu, hayatı ve her şeyi. Alice onun karısıydı. Bir gün onu öylece bırakıp kaçmıştı ve onu takip etmeye başladığından beri her durak noktasında bir engel beliriyordu. Engeller öyle çeşitliydiler ki tek bir zanaatkarın ya da güç sahibinin elinden çıkmış olamazdılar. Uzun sürdü ancak Alice’in gücünün anlamını çözmüştü. O bir yerde uzun zaman konakladığında anormallikleri çağırıyordu. Aslında onu bunca zaman bu şekilde takip etmişti. Öyle garipti ki takip sırasında zaman kapıları ve hatta dünyalar arası portallardan geçmişti. Alice’in kızları ile birlikte bunca yolu kat ediyor olmasını bir türlü anlayamıyordu. Kendisi durmak bilmeden yürürken kadın her durak noktasında yıllarca konaklamış oluyordu. Her durak noktasında bir engel ve engeli yendiğinde yeni bir kapının anahtarını ele geçiriyordu. Bu durumun Alice’in bilgisi dâhilinde olduğundan emin değildi. Şu anda közlenmiş giysileri içinde elinde alevden bir anahtar tutarken “Tüm buna değer mi? Gerçekten onu ne kadar seviyorum” diye düşündü, esasında kendisi ile ilgili bildikleri bile zamanla kayıp gidiyor gibiydiler. Sahi onu bulursa ne yapacağını artık kestiremiyordu bile. Konuşmaya kalkarsa ve o konuşurken görünmez olur ve kaybolup giderse? Tekrar parmaklarından kaçırmak istemiyordu.”Onu bulursam sıkı sıkı sarılacağım ve hiç bırakmayacağım” dedi.

Alevden anahtarı toprağa sapladı ve sağa doğru üç kez döndürdü. İşler böyle yürürdü. Kim bilir kaçıncı kez yapıyordu bunu. Artık saymıyordu ancak her defasında son olmasını istiyordu.

Kapıdan geçtiğinde üstünde takım elbiseler vardı. Ne zamana ve boyuta geldiğini bilmiyordu ancak artık onu hiçbir şey şaşırtamıyordu. Bir sokaktaydı, kar yağıyordu. Sokağın sonundan ayak sesleri duydu, karın içinde yürüyen bir çift topuklu ayakkabının hışırtısı. Hemen sokağın ucuna, ana caddeye doğru koştu. Hiç araba geçmiyordu ancak herhangi bir dünyanın asfalt yollarından birisine bakıyor olduğunu düşündü. İşte oradaydı Alice. Ona seslenmek istedi. Halen o çöl mevsiminin kuruluğu kalmıştı boğazında, sesi çıkmadı. Elleri ile boğazını yokladı ancak gözlerinden gelen yaşları umursamadan koşmaya başlamıştı bile. Kadın dönüp ona bakmadı. Adam koluna yapıştığında kadın ancak durumu kavradı ve dönüp ona baktığında gözlerindeki bir yabancının ötekine bakışlarıydılar.

Adam yıldırım mavisi gözleriyle ona öylece baktı kar taneleri eşliğinde, “Özür dilerim bayan, sizi birisi ile karıştırdım” dedi boğazı düğümlenirken. “Bu karda tek başınıza zor olmalı, yardım etmemi ister misiniz?” Ellerindeki alış veriş poşetlerini gösteriyordu. Alice olduğunu düşündüğü kadın soğuk havaya tezat bir gülümseme ile karşılık verdi, “Tabi olur, evim şuracıkta. Kollarım koptu gerçekten sağ olun” dedi neşeyle. Adam kalbinden vurulmuşa dönmüştü. Düşünün ki binlerce yıldır en sevgili olanın peşinden gidiyorsunuz ve onu bulduğunuzda sevgili sizi tanımıyor. Varlığınızdan bile bihaber. Kadın apartmanlarının önüne geldiklerinde tekrar dönüp ona baktı ve poşetleri geri aldı. Kafasını hafifçe sola devirip baktığında Alice, aynı ilk gördüğünde olduğu gibi gelmişti adama. Aynı duruş, aynı ses. Tek bir gün bile yaşlanmamıştı. Aslında adam da yaşlanmamıştı ama sanki gözleri eskisi gibi değildiler. Kadın “Ne kadar teşekkür etsem azdır, hava soğuk. Yukarıya çıkıp bir fincan kahve içmek ister misiniz?” dedi yine aynı neşeyle. Bunu nezaketten mi soruyor yoksa gerçekten istiyor mu adam umursamadı. Bir saniye bile daha fazla zaman için onu görmek dünyalara bedeldi.

İşte karşısındaydı. Bir fincan kahve ve Alice. Anı yudumlar gibi kahvesini yudumladı. Önce söze nasıl girmeliydi bilemedi. Ya tüm olan bitenler sadece onun hayallerindeyse? Sürekli bu geliyordu aklına nedense apartman merdivenlerini çıkmaya başladıklarından beri. Hayal gibi geliyordu her şey. Kadın gözlerinin içine bakıyordu. “Bay Hadrhune, bize zor zamanlar yaşattınız” dedi aniden. Adam neye uğradığını şaşırdı ve dona kaldı. Daha kahveyi elinden bırakmaya zamanı olmadan karşısındaki Alice suretli kadının sağ eli sarmaşıklardan sivri uçlu bir mızrağa dönüştü ve tahtadan uzuv hızla fincanı delip geçerek adamın göğsüne saplandı. “Her şey bulunmak için yaratılmaz” dedi aynı soğuk tonda. “Obelith yolunda yürürken nice kavşaklara rastladınız ancak bir şekilde kokuyu hiç bırakmadınız. Sadık bir köpek gibisiniz Bay Hadrhune. Kendi pisliğinizi takip etmemek için onca emek verdiniz ama bir türlü bırakamıyorsunuz” Elini hafifçe döndürdü ve adamı acılar içinde kıvrandırdı. Onu oturduğa koltuğa mıhlamıştı. Bacak bacak üstüne attı ve kendi kahvesinden bir yudum aldı. Alice suretli kadın konuşmaya devam etti, “Aradığınız kişi, şey… Onu bulmak sizin için önemli değil. Asla olmadı. Bazen gök kuşağına giden yol daha değerlidir. Ancak can sıkıcı olmaya başladınız. Okuduğunuz kitap gizli kalmalıydı, oysa siz etrafınızdaki dünyayı ona göre şekillendirmeyi seçtiniz. Dünyaya söz geçiremediğinizde gücü tek bir habersiz kızın içine hapsettiniz ve tüm hafızanızı sildiniz. Bu ne kadar bencilce bir davranış ben karar veremem – bir yudum daha aldı ve devam etti –ancak artık yok edilmeniz gerekiyor. Her yeri sarmaşıklar kapladı.

Sarmaşık mızrakları üstüne gelirlerken kendisini bunca zaman isimsiz sanan adamın aklı açıldı. Hadrhune bir başka anahtardı ve sahibince ne yaptığının farkında bile olmadan ilk sahibine teslim edilmişti. Her şeyi an içinde anımsadı, tüm pişmanlıklarını, gücünü ve amacını. İlk aşkını ve her şeyi ona bahşedişini… Bu geri aydınlanma anında yaşadığı acı o denli dayanılmazdı ki apartman dairesindeki tüm sarmaşıklar soldu. Takım elbiseli adamın göğsündeki yaradan kan akmaz oldu. Adını anımsamış adam, yani Hadrhune, Alice suretli korku içindeki yaratığa yanan yıldırım rengi gözler ile baktı. “Bana onun yerini söyle ve o sefil hayatını bağışlayayım.” Yaratık korkuyordu ancak yeminli suikastçılar gibi, kendini ele vermek son çareydi, yeşil alevler içinde kaybolurken “Onu asla bulamayacaksın ölümsüz insan.” Dedi.

Hadrhune geçmişi anımsadı. Her şey bir kitap ile başlamıştı. Kolej yıllarında arkadaşı ile üzerinde çalıştıkları kitap, onlara hayallerinin çok ötesinde yeni ufuklar açmıştı. Öyle ki kişinin tüm sınırlarını kaldırması söz konusuydu. Kişi neyi sınır olarak görüyorsa bunlar onun için yok oluyordular. Hadrhune tüm varlığını sınırlayıcı olarak görürdü. Arkadaşı ile birlikte gerçekleştirdiği deneylerinin sonuncusu en başarılısı oldu. Hadrhune artık normal bir insanın çok ötesiydi. Her şeye rağmen deneyden önce kendisine yeterince samimi olmadığını fark etmesi çok zaman almadı. Hayatında hiç aşkı yaşamamıştı. Bunun eksikliğini bir sınır olarak gördüğü anda tekrar bir insan bedenine büründü ve insanlar arasında yürümeye başladı. Gezdi ve gördü. Dünyasının tüm çarpıklarına tanık oldu. Elinde bunca güç varken bunlara neden engel olmak istemediğini sorguladı ve bunu pasif bir metot ile yapmayı düşündü. Öyle ki insanlar eğer gördükleri bozuklukları kendileri çözebilecek güce sahip olursalar her şey kendiliğinden hal olabilirdi. Hadrhune gezegenine neredeyse kıyameti getirdi. Nitelikliler ve güç sahibi milyonlarca insan üçüncü dünya savaşı ve radyoaktif aktivite ile bağdaştırılan olaylar ile hayat buldu. Kimse gölgelerin arasından umursamadan yürüyen bir varlığı fark etmedi bile.

Spoiler: Göster


Hadrhune’un gerçekten umursamaya başlaması esasında oldukça romantiktir. Ölü sarmaşık dalları arasında gözyaşları içinde takım elbiseli adam koltuğa uzanmış tavanı izlerken o günü düşünüyordu. Bir demirci ocağı görmüştü arayışı sırasında. Dev ağaçlar arasında tüm insanlardan ve yerleşim kesimlerinden uzaktaydı. Teknoloji büyük bir darbe aldıktan sonra dünyada bu ve buna benzer ocaklar görmek olağanlaşmıştı ancak bu farklıydı. İçine oyulduğu ağacın yanı başında dev bir makine vardı. Merak mıdır yoksa daha büyük bir dürtü mü bilinmez Hadrhune insan suretinde o demirciye girmişti. Çekiç, Örse her inişinde tatlı bir çınlama yaratıyordu. Güçlü bir kol ve güçlü bir bileğin habercisi gibiydiler. Çekicin sahibi ustayı görmek istemişti. Neden bilmez kendisini özgür hissediyordu. Hiç olmadığı kadar özgür, çeliğin ve korun kokusunun arasında manolya esansı seçişidir bunun sebebi. Hadrhune manolyaları hep sevmişti.

Çekicin sahibi bir kadındı. Öyle çelimli veya tıknaz biri de değildi, ama boyu uzundu, bedeni kuvvetli ve esnekti. Fırının alevleri teninde altından bir parıltı yaratıyordu. Ter burnundan akarken bu kadın Hadrhune’un âşık olacağı kişiydi. Kadın durdu ve bakışlarını ona yöneltti. “Ne istiyorsan çık, akşam gel, öğlen çalışırım” dedi kabaca. Adam büyülenmişti, cevap veremedi. O güne kadar gördüğü en olağan dışı kadındı bu. Güçlüydü, sesinde kendine güven vardı. Tüm bunlar aklına gelmese bile ve bir ilkbahar şenliği elbisesi içinde boyalar içinde yüzü ile daha serin bir ortama karşısına çıksa yine âşık olacağından şüphe etmedi. Bu kadın her kimse kendisi olması yeterdi.
“Bir kılıç ararım” dedi düşünmeden, “Öyle keskin olmalı ki Nasull Denizi’ndeki hidralar yeni baş çıkarmaya korksunlar. Öyle sağlam olsun ki onunla titanların dengi olayım. Bana bir kılıç ver kadın, onunla kalbini fethedeyim.” Dedi.

Her kelimede bir adım atmıştı, tavana asılmış zincirlerin arasından sıyrılmış ve örsün yanı başına gelmişti. Demirci kadının önünde diz çökmüş ve onun nasır tutmuş ellerini ellerine almıştı. Kadının yüzünde sadece şaşkınlık değil eğlence ve gülmekten kendini alı koyma arzusunun tarif edilmez acı dolu ifadesi vardı. Ancak utancından mıdır bilinmez Hadrhune o gece konakladığı mekana kafasında bir çekiç şişi ile döndü. Hayır, canı acımıyordu, sadece hiç olmadığı kadar özgürdü hepsi bu. Ertesi gün ve haftalar hep onun etrafında dönecekti. Bir gün çekiç kalkmayana ve Alice ona varana kadar.

***
Hadrhune acısını yuttu. Alice’i aramaya devam etmek delilikti, ancak yolundan dönemezdi. Eğer Alice’i bulmaz ve öldürmezse yarattığı tüm bu çılgınlık sonsuza kadar sürecekti. Öyle bir kilit vurmuştu ki son kapıya, açılırsa kıyameti içeriye alacaktı. Buna rağmen anahtarı bulmalıydı. Bulmalı ve kırmalıydı, ondan önce başkaları ele geçirmeden Alice’i bulmalıydı. Apartmandan çıktığında karda ayak izleri gördü. Nedendir bilinmez içi burkuldu. Buradan bir hüzün geçmişti sanki öyle ki onunkisi ile yarışır nitelikteydi. Bir dua mırıldandı ve yarattığı boyut kapısından geçerek arayışına kaldığı yerden davam etti…

12
Kurgu İskelesi / Fëanor
« : 12 Mart 2010, 16:17:26 »

Güz vaktinin ve doğan güneşin olmadığı, ayın yakamozu kutsamadığı ve denizlerin çekilmediği günlerdi. Eski günleri eski bilgeler bile kesin yargılar ile anlatamazlar. Şimdinin dik yürüyenleri onları bilmezler. Bazıları yankılarını duyar kalplerinde, alevler içinde kalan en kudretli ruhun çığlıkları eşliğinde. Duyanların içleri titrer, yaklaşan günün ayak sesleri ile.

İlk ışığımı asla unutmam. Gözlerimi açtığımda ve ilk nefesimi aldığımda kemiklerim en az solmuş iki ağacın gölgesi kadar narin, ancak beni döven bileğin kararlılığı kadar sertti. İlk gördüğüm tepeme asılmış üç ışıktı. Demirhane ter, kül ve sülfür kokuyordu. Kemiklerime kadar işlemişti hepsi. Ne yaratıcım nede dökümhaneydi beni büyüleyen. Sesim yoktu belki ama mutluydum, mümkün olsa şakırdım. Sadece o ışıkların gölgesinde kalmak bile beni kutlu bir sonu en tez vakit kabullenmeme razı kılardı. Niceleri onlar için şarkılar söylerken ben duymadım. Bazıları onları beni döven bileğin teri daha yere düşmeden arzularlarken ben orada yoktum. Ancak bilsinler, onlar efendime aitler ve ben onun ruhu, kararlılığı, teri ve kaderiyim. Ben onunum, dövdüğü ilk ve tek, adı unutulmuş, kılıcı Uial-Sul, yani alacakaranlık yeli.

İlk nefesini üflediğinde ciğerlerimde ne kadar bedbaht, elem ve hüzün varsa eridi gitti. Beni bin defa eritti ve bin defa döktü. On bin defa dövdü. Çekici Coronras beni örs ile araya aldığında, her düz edişinde tepemdeki üç mücevherin ışığını biraz daha görmek için kıvılcımlara göğüs gerdim. Beni ocakta tuttuğu her an alevler yüzümü dağlarken onların sessiz şarkısı ile huzuru buldum. Efendim çok konuşkan değildi, ama kalbinden geçenleri duymak için çehresini görmek yeterdi. Üç mücevhere bakmıyordu, sanki bakmaya kıyamıyordu. Baktığında orada ya olmazlarsa? Yok olmaları ihtimali bile onu yaşlandırır gibiydi. Belki kalbini dağlıyordu sadece fikrin kendisi bile. Sanki aynı beni dövdüğü gibi ateşten kalbini de dövüyordu ruhunun örsünde.

Tüm gücünü harcadığında, mutlu yorgunluğu ile beni sarılmamış kabzamdan tuttu ve kaldırdı. İşte o andı üç mücevhere en yakın olduğum, yine de dokunamadığım. Bir öpücük kadar yakın ama vadiler ardındaki bir sevgili kadar uzak. Efendi dedi ki, “Gelecekler Uial, gelecekler ve senin pençelerin onları yıldırmaya yetmeyecek. Ancak bilesin, benim de pençelerim var. Gerekirse…” Sustu, ağzından çıkacak olan her neyse onu korkuttu belki. Söylememiş olmak istedi ve sustu. Korku değildi yüreğindeki alevleri dindiren, şüpheydi. Beni beline astı ve ocağından çıktı. Gitmeden önce o kutlu ışığı bir sandığa kapattı, gözlerden ve ellerden uzağa.

Uzun bir yürüyüş değildi esasında, ancak bitmesin istemiştim. Öyle güzeldi ki her neresiyse burası. Beni içinde süründüğüm yokluktan çekip çıkartan ellerin ülkesi. Ülkenin efendileriydi gidilen yer. Görünen o ki efendinin onlar ile konuşacak bir çift sözü vardı. Efendinin aklından geçenler benim için birer sır değildiler beni tenine yakın bildiği o andan beri. En değerli hazinesini benden sakınmadığı o andı, en yakın tuttuğu ve güvendiği. Kopmayacak bir bağdı bu en soğuk gecede ve en umutsuz güzde dahi.

Diyarın efendileri yüceydiler. Ancak efendim onlardan daha uzundu sanki, daha bilge ve daha güçlü. Öyle duruyordu işte, boynunu bükmeden, söylenenleri sakince dinlerken. “Işık geri getirilmeli” dedi tepesinde kanatlarıyla gözümü alan kuşları ve basit tacıyla biri. Sanki gerçek tacı kartalların döngüsüydü. “Ağaçların ışığı söndü, ve artık o sadece senin silmarillerinde yaşıyor. Ne kadar ön görülüsün. En kudretlilerin bile sadece bir kereye mahsus tamamlayabildikleri bazı işler var. Işığı tekrar getiremem, ona varlık bulduramam. Ancak senin sakladığın bu ışığın bir tutamı ile ağaçların kökleri kurumadan yeşertebilirim” dedi sağındaki, yapraklardı giysisi. Yere bağdaş kurmuş biri “Ne yapman gerektiğini biliyorsun Ateşin Ruhu, konuş, ya evet ya hayır de. Kim Yavanna’yı inkâr edebilir!” dedi tok sesiyle. Birkaçının bakışları benim üzerimdeydi. O bakışları ben dahi okuyabilirdim, meraktı aslında en büyük his, öfke ya da nefret yoktu efendimin düşündüğünün aksine. Efendilerin fikirlerinin ardındaki onaylamaz fikirleri sezmekte zor değildi. Benim ne olduğumu biliyorlardı ancak benim var olmama anlam veremiyorlardı.

Efendim o ana kadar hep dinledi. Sonunda acı içinde haykırdı: “Daha küçükler ve hatta daha ulular için yalnızca bir kere tamamlanabilecek bir görev var ve bu görevde kalbi huzura erecek. O zaman mücevherlerimi çıkaracağım ve bir daha asla onları eskisi gibi yapamayacağım; eğer onları kırmam gerekirse, kalbimi de kıracağım ve katledilmiş olacağım; Aman’daki tüm Eldar içinde ilk.”

Köşede yüzü ifadesiz dikilen bir efendi “İlki değil” dediyse de kimse onu dinlemedi ve anlamadı. Beni döven ellerin yüreği kan ağlıyordu. Öyle büyük fırtınalar dönüyordu ki içinde onca kir ve kum görmemi engelledi. Sonunda ondan isteneni kabul etmedi ve divandan çekildi. Biz dışarıya çıkarken ve demir sandıktaki mücevherlerin yolunu tutarken kurumuş ağaçların dibindeydi yapraklar içindeki kadın. Şarkısı hüzünlüydü ve kendisi de ağlıyordu. Gözyaşları kiri yıkadı. Onun hüznüydü beni uykuya yatıran.

Uzun süre uyudum. Efendim kendinde değildi. Aklı kararmıştı ve ben onu göremiyordum. Göremediği şey yarattığı o mücevherlerin ışığının her yerde olduğuydu. Gökteki yıldızlar bile onların adını anarlarken o kör olmuştu. Ben onun eserlerinin ışığını taşırken kınımdan tek defa çıkarmamıştı. Tek bir kez bakması yeterdi oysa. Babası karanlık düşmanca katledildiğinde bile uyumaya devam ettim. En değerlileri çalındığında ve uzaklara, diyarın ötesindeki denizlerin berisine kaçırıldıklarında bile uyumaya devam ettim. Efendimi böyle elem dolu görmeye dayanamıyordum. Ancak o gün başkaydı. Öfke değildi içindeki yanan ateş uzun zamandır ilk kez. Özgürlüktü.

Buzdan diyarlar geçildiğinde efendim halkını sürgüne götürdüğünde,  karanlık düşmanın ardından en karanlık dehlizler aşıldığında kalelerin en yücesinin gölgesinde, ardında yorgun kalabalık, dikildi. Kınından ancak o zaman çekmişti beni. Karanlık efendinin adını öyle nefret dolu ve kin ile haykırdı ki beni gördüğünde aklı durdu. Işığım mücevherlerin ışığı idi. Ağzım olsa gülümserdim. Bunun yerine öyle parladım ki gökteki yıldızlar bile beni kıskandı. Efendimin ardındaki yorgun kalabalık yüreklerindeki ışığı unutmuşsalar bile tekrar hatırladılar. Denizler aşmış ve hırsızı kovalamışlardı. Onlara ait olan için buzdan duvarları delip geçmişlerdi. Kayadan örülmüş basit bir duvarın hiçbir anlamı yoktu.

Efendimin aklı ateşi belki ancak o anda kendi bildi. Öfke ile doluydu ama kutlu bir öfkeydi. Kendi kanından gelenleri kısa zaman önce katletmiş aklı bulanık elf değildi artık o. O gece değildi. Kalenin surlarından dev kanatlar üstümüze kapandıklarında içindeki ateş gözlerindeydi. Karanlık efendi bir yerlerden bizi izliyorsa bile korkusundan titriyor olmalıydı. “Senin pençelerin ve benim pençelerim” diye düşündüm. “Ben Uial-Sul, birlikte bu cenkten galip ayrılacağız”

Olmadı. Balroglar karga sürüsü gibiydiler. Kılıçları toprağın derinlerinden ayrılmış magmadan, kalpleri yeni göğe tırmanmış güneşin korundan daha sıcaktı. Kırılmadım. Yüzlercesini biçtik. Karanlık lordun aklını çeldiği balrog lordları önümüzde yeni serpilmiş ekinler gibi bir bir düştü. Ancak biri önümüzde eğilmedi. Ben Uial-Sul, bilirim ki onun adı Gothmog. Kılıcı yanan gümüşten ve boynuzları adamanttan. Belki efendinin en değerlilerini bile kıracak gücü vardı. Öyle büyüktü ki efendimin oğulları o an için akıllarını yitirdiler. Efendim zaten çoktan deliliğe teslim olmuştu. Ancak ben de olmuştum. Günlerce kan içinde nice balrog lordunun kellesini kucaklayan gövdem artık yorulmuştu. Hayır kırılmadım, beni kartalların efendisi bile kıramazdı. Sadece ışığımı unuttum. Efendimin ayakta durmasını sağlayan tek şeyi, mücevherlerini gözünde canlandırmasını ve ateşini canlı tutmasını sağlayan tek şeyi, ışığımı unuttum.Efendim yenildi.

Ancak kimse bilmez beni, ne adımı ne cismimi. Efendim öfkesi içinde duyulmuş ve sonsuza dek ta ki mücevherleri son günün ışığı solarken diyarın efendilerince kırılana kadar duyulacak çığlığı attı. Bedeni alevler içinde kalırken bin birinci kez eridim. Son gün üç silmarili de kıracak olan çekicin metaliyim ben. Denizlerin efendisi Ulmo’dur beni efendimin sular altında kalmış mezarından çekip çıkartan. On bin birinci kez döven ise Aule’dir.

13
Düşler Limanı / Çocuk ve Otobüs
« : 10 Mart 2010, 05:46:23 »

Hava soğuktu. Ancak öyle kalın giyinmişti ki terliyordu. İnsanın yüzü üşürken göbeğinin ısınması oldukça rahatsız edici olabiliyordu; en azından ona göre. Ancak hasta olmayı kaldıramazdı. Sınavları iyice yaklaşmıştı ve çalışmak zorundaydı. Okula eksiksiz bir devam ile gitmeli ve tüm notları tutmalıydı, üniversitedeki son senesi olmalıydı bu. Evinden otobüs durağına yürümesi dakikalar alıyordu, otobüsün okuluna gitmesi ise yine birkaç dakika alıyor indiği yerden kendi bölümüne yürümesi ise saniyeler alıyordu. Ancak işlem sadece yapılması gerektiği ve var olduğu için bile ona göre sıkıcıydı. Yapılmak zorunda olmayan diğer her şey yapılabilir ve eğlenceli nitelikte, kabul edilebilir rahatlıktaydı ona göre. Aslında kendisi de kabul ediyordu ne kadar tembel olduğunu, ancak başkalarının bunu ona beyan etmeleri içini sıkıyor, kalbini daraltıyordu.

Durağa gittiğinde diğer soğuk günler veya sıcak gecelerde olduğu gibi orta ölçekli kuyruktaki yerini aldı. Beklemeyi severdi. İnsanların beklerken sıkılmaları ona keyif verirdi. Kulaklığından müzik dinleyenlerin aslında ne dinlediklerini anlamya çalışmak yada kişileri giydikleri pabuçlara göre değerlendirmek süreyi katlanılabilir yapmaktan çıkartıp eğlenceli bir moda sokuyordu. İşte orada okula çıkan otobüsün sırasında küçük bir çocuk vardı. Neden çocuğun orada olduğunu bilmiyordu, merak etmiyordu da ama gözlerini ondan alamadı. Çocuk ile ilgili bir şeyler tersti. Hemen yanından çok hızla bir araba geçmesine rağmen kuyruktaki diğerlerinin aksine irkilmemişti. Dudakları çatlayan diğer insanlar gibi dudaklarını yalamıyor yada beklermiş gibi durmuyordu. Resmen kazık gibi dikilip tek tek insanların yüzlerine bakıyordu. Sonunda çocuğun bakışları kendi bakışları ile çakıştığında iradesini ilk gözlerini kaçıran olmamak için zorladı. Ancak bakışlar çok ağırdılar, sanki ruhun ta içine kadar işliyor ve oradan bir şeyleri çıkarıp inceliyorlardı.

Kabul edilmeli ki merak, soğuk havada gereğinden fazla kalın giyinen ve okula gitmekten sıkılmış vaziyetteki kişinin çok belirgin bir niteliği değildi. Buna rağmen çocuğun yanına gitmekten kendisini alamadı. Kuyruktaki sırasından çıktı ve durağa yanaşan yarısı dolu otobüsü yok saydı. Aslında yok saymadı, bir yandan otobüsü düşünüyordu. Yarısı dolu bardak benzetmesinde doluluk olumlu bir yaklaşımdı, bir nesneyi olumsuzlukla değil poizitif irdeleme ile kabullenmek hayata olan bakışı geliştirir, görüyü pembeleştirirdi. Ancak yarısı boş bir otobüs yarısı dolu bir otobüsten daha olumluydu. Ne kadar boşsa o kadar rahat oturacak yer bulunur. Peki ilk aklına gelen şey “yarısı dolu otobüs” olduğuna göre o gün olumlu bir ruh halinde mi sayılırdı yoksa olumsuz mu? Bunun cevabını bilemedi, psikoloji okumuyordu.

Görünüşe bakılırsa çocuk aynı onun gibi otobüste yer bulma derdi ile meşgul değildi. Sadece insanlardı onu ilgilendirenler. Öğrenci, çocuğa sordu; “Birisini mi bekliyorsun? Adın ne senin?” Çocuk aval bir ifade ile ona bakmakla yetindi. Öğrenci sorularını tekrarladı ve algılama için birkaç saniye vermeyi denedi bu kez. Çocuk tepkisizdi, bir iç çekti. Ancak sonra iç cebine sol elini götürdü ve bir not defteri çıkardı. Sağ eli ile montunun cebinden bir kurşun kalem de çıkardı ve bir şeyler yazmaya başladı. Kağıdı kopartıp arkasına bile bakmadan yürümeye başladı. Yolun karşısındaki durağa gidiyordu bu kez. Oradaki sırada bekleyecekti, okula gidenler değil okuldan gelenlerin indiği kısımda.

Öğrenci kağıda yazılmış kargacık burgacık yazılara baktı çocuğu bir süre inceledikten sonra. Yazılanlar onu düşünceli bir ruh haline soktu. Kelimeler düzgün seçilmişlerdi ama ilgisini çeken bu değildi.

“Benim adım Yusuf. Doğuştan sağırım, dilsizim. Buraya beni duyabilecek birilerini bulmak için her gün farklı otobüs varış saatlerinde gelirim. Birileri beni duyabilsin diye. Çünkü annem duyardı. Belki birisi beni duyar, ve onu tanımasam bile hissettiklerimi aklımdan en olması gerektiği gibi anlatabilirim. Belki duyan kişi beni sever.”

Öğrenci bir elindeki kağıda birde tekrar çocuğa baktı. Gitmişti, kim bilir bu kez hangi durağa. Belki annesini bir kazada kaybetmiş olabilir diye düşündü artık kısalmış olan bir sonraki otobüsü bekleyenlerin kuyruğunda yerini alırken. Yada onu duyabilen bir kör olsa ama kimi duyduğunu bilmeden boşlukta onu arasa diye düşündü. Olmuş olabilirdi bu, eğer bir çocuk böylesine umutsuzda kendisini gerçekten duyabilecek ve aklını okuyabilecek birilerini arıyorsa onu duyabilen ve onu göremeyen birileri de var olmalı diye düşündü. Üzüldü, boğazında bir düğüm oraya oturdu kaldı. Önceden emin değildi ama sanırım yarısı dolu bir otobüs pekte olumlu bir hali betimlemiyordu.

14
Kara Kule / Kara Kule: Orta Dünya Haritası
« : 05 Şubat 2010, 11:42:55 »
Hiç bir Kara Kule kitabında Stephen King'in yarattığı dünya(lar)a dair harita bulunmamakta. Aslında bu harita 5. kitap Calla'nın Kurtları ile başlayarak son kitap Kule ile son bulan bir harita. Büyük olasılıkla bu harita resmi bir harita değil çünkü official site'da bulunmuyor. Ancak incelediğimde gördüm ki gerçekten mantıklı. Sembolik bir anlatım güdüyor harita çünkü  Roland'ın uzun (!) yürüyüşü neredeyse çizgisel bir anlatım ile betimlenmiş. Durmadan ilerlediği dışında hangi kavşaklardan geçtiği, nasıl yön değiştirdiği konusunda bir anlatım bulunmuyor ve bunlar göz önüne alınırsa harita oldukça isabetli. Buyrun:

Spoiler: Göster



15
Düşler Limanı / Ivy & Neet
« : 03 Şubat 2010, 06:10:34 »

Şehrin uzak ama hayal edildiğinden daha yakın bir köşesinden yankılanan This Mortal Coil’in bayan vokali eşliğinde ritm tutan sayısız  şehir sakininden biriydi. O üç dakika için parçayı duyan herkes aynı frekanstaydı. Müziği sevsinler yada sevmesinler belki sadece refleks, belki gönülden ama istisnasız ona katılıyorlardı. Seçme sansları olduğunu düşünmedikleri içindir bu. Bir şeyleri seçebileceğiniz farkedilene kadar saklı kalan bir gerçektir. Örneğin her gün dişlerinizi fırçalarsanız temiz ve sağlıklı kalacağını bilmeniz size bir kısıtlama getirir. Ancak bunun başka bir yolu olsa, diş macunu ve fırçası firmaları bizlerden saklıyor olsalar seçimimiz saklı kalacaktır. Saklı seçimler farkedilmeyi beklemezler. Tesadüfen oradadırlar bazen. Diğer zamanlarda ise birilerinin iki yüzlülüğü yüzünden oradadırlar.

İki yüzlülük diğer kişilik problemlerinden daha samimidir ironik olarak. İki yüzlü birisinin kimliği diğerlerince açık edilmişse ondan beklenmeyecek çok şey olduğunu bilmeniz bir yana onu düzeltmeye çaba göstermezsiniz. Çünkü sizi ne vakit yüz üstü bırakacağını bilemezsiniz. Oysa egoist veya narsist birisi kurtarılabilir. Korkuları ile yüzleşmeyi reddeden bir öteki ise düştüğü karanlık kuyudan çıkartılabilir. Bir iki yüzlüyü kurtaramazsınız çünkü ona güvenemezsiniz. Size sunduğu maskesini çekip çıkardığınızda gerçek yüzün sizi sırtınızdan kuyuya itemeyeceğini düşünemezsiniz. Çok saf olmanız gerekir. Saflık bu kadar yaygın olsaydı zaten birileri bu yazıyı yazmazdı.

Özetle, müzik dinlerken insanlar birdir. Farklılıkları bir kenarıya bırakırlar. Seçimler göz ardı edilir ve duvarlar kalkar, başka bir gün yüzüne bakmayacağınız nispeten uyumsuz bir insan size sevecen görünebilir ve bunu kafaya takmamanız gerekir. İşte öyle bir günün sabahıydı karnı acıkmış biçimde uyandığında. Kendisinden önce kedisini doyuran, yemekten önce kahvesini hazırlayan sıradan bir sefil insan modeliydi. Sefil olmasının tek sebebi hayallerinin peşinden gitmemiş olmasıydı. Hayali huzurlu sabahlar yaşamaktan ibaret olmuştular. Radyoyu aç, kahveni yudumla ve karnını doyuran kedini izle.

Sokağa çıktığında işe her zamanki gibi tam vaktinden çok önce varacak biçimde ayarlamıştı kendisini. Küçüklüğünden beri böyleydi. Zamanında olması gereken bir yere saatler önce giderdi. Diğer insanlar kol saatlerini beşer dakika önceye kurarken onunkisi bir saat önceye kuruluydu. Zaman ile ilgili problemleri vardı açıkçası. Yine huzur ile ilgiliydi. Geç kalmazsa patronu kızmaz, patronu kızmazsa sinirleri bozulmaz, kedisini evine gittiğinde statik elektrik ile dolu vaziyette kucaklamaz ve oda onu pençelemezdi. Gününü ona bir saat önce başlayarak kurtarabileceğini düşlerdi. Düşleri işte bu kadar yalındı. Yalnız olmak ile mutlu olan dışlanmış bir şizoidti o. Diğer şizoidler gibi duvarların ardında kalmaktan rahatsız olmayan, yeteneğinin ötesini görmekten kaçınan ve kolay işler ile uğraşan biriydi. Populer olmanın onun gözünde bir anlamı yoktu, zaten hiç istememişti ve olmamıştı da. Karanlıkta kalan sabit gamzeli bir öteki insandı işte.

Peki bu yazı neden var? Basit insanlar ne zamandan beri başkalarına bir diğerince anlatılır? Neden birisi This Mortal Coil dinlerken kedisini izler ve kahvesini yudumlar? Bunların bir önemi var mıdır? Hayır, önemli olan ona aşık olan adamın her günün sabahı aynen kadın gibi bir saat önce uyanması, biyolojik bünyesinin buna alışık olmasıydı. Yüksek apartmanların ve birbirini görmeyen insanların şehirlerinden biriydi, isimsiz ama puslu, yitik. Bir sürü insanın olduğu bir şehirde o tekerlekli sandalyesinde otururken karşı pencerenin kadınına vurulmuştu. Ne kadın onu daha önce görmüştü, nede adam onun adını biliyordu. Sadece sabahları mutfak camından onu on dakika izleyerek yıllarca aşkını anlattığı günü düşlemiş, düşlerinde birkaç kez dünyayı kurtarmış ve yürüdüğünü hissettiğinde göz yaşlarına boğulmamak için soğan kesmeye devam etmişti. Evet o bir ahçıydı, hemde en iyisinden. Sakatlık bazen engel tanımaz, gerçekçi olmak gerek, kaç tane sakat hayata küsmeden ömrüne ömür katabilmiş vaziyette duygularını bastırmadan gönlünce yaşayabiliyor? Duygu kısmı onun için bile geçersizdi ancak sevdiği işi yapıyordu aşkının aksine. Her sabah onu izlerken kumral saçlı kadının yüzündeki endişeyi görüyordu. Günün aksi gitmesi ihtimaline içerlenen yüzüne artık pek aşikardı. Sesinin tonunu bile hayal etmişti.

Ve bir sabah uyandığında, mutfağının camından bakan adam ummadığı bir sahne ile karşılaştı. Kadın mutfağın balkonuna çıkmıştı. Nefes almak yada bir dal sigarayı tüttürmek için değil. Atlamak için. Parmaklıkların üzerine düşmüş rüzgarsız sabahın ayazında güvercinlerin şaşkın kanat sesleri ve genizlerinden çıkan boğuk guğultuları eşliğinde yerin derinliklerinde asfaltın dibini görürcesine uzağa bakıyordu. Saçları rüzgar olmamasına rağmen biraz salınıyor, yüzünün bir yarısını görünmez kılıyordu. Adam dilini yutar gibi olduysa da kendisini toparladı. “Durun, bu çılgınlık. Etmeyin” diyebilirdi, dedi de belki. Ama sözler saniyeler içinde anlamsızlaşmaz mı? Nedensiz yazı neden bulmaz mı?

Biliyor musunuz tüm bunlar arasında en acıklı olan şey kedinin adamı biliyor olmasıydı. Kedi her sabah uyanması için kadının başında aynı saatte mırıldandığında ve kumral da aç biçimde uyandığında kara kedisi hep mutfak camının önündeki yerini alıyordu. Umutsuzca çabalıyordu aslında, sahibinin mutluluğuydu tek arzusu. Ne adam kediyi farketmişti, nede kadın adamı. Belki daha acı olan diğer bir şeyse kadının adamı hiç görmemiş olmasıydı. Sadece duydu. Pişman olmasına yetecek saliseler içinde onu duymuştu, “Durun” demişti birisi, o duramadı. Birbirini takip eden günler onun için bittiklerinde hiç umulmadık bir duygu ile kapanış yapmışlardı; merak ve pişmanlık. Belki bu meraktır kadının ruhunu kurtaran, son pişmanlığıdır acılarını dindiren ve sessiz çığlığını susturan. Belki ilk kez bir sabahı gerçekten huzurlu olmuştur.

Her trajedide olduğu gibi bunda da bir karşılık vardı, başkalarının mucizevi hayatlarına kendi hayatlarınca değer verenlerin ödülü gibi denilebilir, ancak hayat asla bu kadar adil değildir. Büyük bir tesadüftür belki, yada bencilliğinden dili kararmış bir iki yüzlünün oyunu. Gerçek şu ki ahçı o günün öğleni artık yürüyebiliyordu.

Yürüdüğü, ilk kez ayağa kalktığı o an tüm dünyanın anlam bulduğu ikinci andı. İlki sarışın kadını gördüğü andı elbette. Kendi mutfak balkongundan sarkmış metrelerce uzakta, yerde, kanı yavaşça kafasından asfalta yayılan kadını izlerken farketmişti bunu; ayaktaydı. Ne vakittir yürüyemediğini bilmiyordu ancak yürüdüğüne dair hiç anısı yoktu. Kasları zayıf olduğundan değil, sinirler ile ilgiliydi. Yürümesi hep an meselesi olanlardan da değildi oysa. Yaşadığı acı öyle büyüktü ve yaşadığı şaşkınlık ve yürümesinden duyduğu mutluluk öyle müthişti ki birbirlerini yenemediler. Dışarıya fışkırmak istediler ama yapamadılar. Haykırmak istedi, ağlamak ve susmamak istedi.

Hepsini yuttu, çünkü kedi halen yaşıyordu.

Sayfa: [1] 2 3 ... 8