Bölüm 1İnsanlık ne zaman kendisi olmayı bıraktı? Üzüntülerinin peşlerinden uçan kelebekler misal uçarlarken ama güve olduklarını fark ettiklerinde ve alev aldıklarında mı oldu bu? Yoksa ana gezegeni bırakmaya karar verdiklerinde ruhlarını geride bırakmak düşündüklerinden daha kolay olduğu için miydi?
Cladis çok yorgundu. Sağlıklı olmaktan uzak içeriği ile tenine işleyen yağmur damlalarının ağırlaştırdığı kıyafetleri değildi bitkinliğinin gerçek kaynağı. Ancak öyle basit bir sebebi olmasını çok isterdi. Bildiği, düşündüğü ve algıladığı her şeyi cehalet ile takas edebilmek onun en büyük sevinç kaynağı olabilirdi. Cladis için bunu hayal etmesi bile eğlenceliydi.
Cladis bir insan değildi ve olamazdı da. Öte yandan fiziksel görünümü ve diğer insanlarca düşünülen şekliyle bir insan sayılırdı. İnsan gibi yürüyor, oturuyor, konuşuyor ve en önemlisi gülüyordu. Belki de Cladis'in insan olmasının önündeki tek engel kendini bu biçimde görmemesiydi. Cladis'e göre 'var olduğu sürece bireyin bir kaba dolması' gerekmezdi.
Buna rağmen Cladis her zeki organizma gibi insan ırkını da severdi. Baryonik beyni ve organik tabanlı olmayan bedeni, üzerinde yürüdüğü topraklarda aynı anda tüm zaman dilimlerinde ayrı bir kendisinin bulunması yerine tekil bir 'Cladis'in olmasını sağlıyordu. Yani dolaylı olarak Cladis, insanların 'tanrı' dedikleri şeye oldukça yakın bir varlıktı. Öte yandan bu kavramın sadece basit insanların gözünde Cladis'e uygun görünebileceğini biliyordu. Cladis tanrı olmaktan çok uzaktı, çünkü o tekildi. Yani zamanda daha hızlı bir sıçrama yapsaydı daha önce yaşamış olan kendisi ile karşılaşmazdı. O sadece kendisiydi.
Boynuna asılı kuzgun benzeri bir kuşun figürünü taşıyan kolyeye farkına varmadan dokundu. Geçmişi, geleceği ve anı bir arada tatmak onun sonsuz lanetiydi. Tek tesellisi sonsuz sayıda geleceklerden hangisinin kolektif zeka tarafından seçileceğini bilmemesiydi. Ve belki, ama sadece belki, kalbinin derinlerinde, öz oğlu için bir damla duygu taşıyordu ve bu bile onu çalışmayı bırakmaktan alı koyabiliyordu.
Kolektif zeka sanılanın aksine sadece arılar ve karıncalar gibi ilkel canlı topluluklarına has değildi. Sosyal olan her zeki varlık gönüllü veya gönülsüz ortak bilince katkıda bulunurdu. Kadına göre her bir galaksi durmaksızın atan birer yürekti. Bunu görebilmek için zamanın akışını görebilmek gerekiyordu ama sağduyu sahibi sıradan bir insan da aynı tespitte bulunabilirdi.
Cladis düşünceler denizinde tekil bir kaya gibiydi. Her yerde fırtınalar koparken okyanusun ortasında sabit, dalgasız ve rüzgarsız ölü göletti. Kara deliklerin ortasında yıkılmaz duran saf güvercindi. Ormanların altında yatan toprağın en derinlerinde gürleyen ateşten korun, dönmeyen, sabit noktasıydı.
Kütle ve zaman tabanlı canlıların arasında dahi zayıf bir sağ kalma oranına sahip olması gereken organik topluluğun, yani insanların yılmaz takipçisiydi ve kurtarıcısıydı. Çünkü onları özünden bile çok sevebiliyordu. Böylesine basit, kırılgan ve ahmak bir güruhun tek yıldız sisteminde kısılmış ve kendi aralarında didişir halde oldukları zamanı hüzün ve tebessümle anıyordu.
Bir defa duyduğu hiçbir ismi unutmazdı ve bu da lanetinin birkaç tatlı yanından biriydi. Her nedense ona alıştığı laneti affedilebilir hissettiriyordu. Sıradan insanların bunu çekilmez bir ızdırap olarak görebileceklerini biliyordu ama Cladis onların ölseler bile süregelen bekaları ile huzur bulurdu.
Oysa şimdi yoktular. Kül bulutları ve asit denizleri geceleri bile ışıldarken, Dünya, Gaia ölüydü. Cladis her şey olabilirdi ama yaşam olamazdı. Üretken değildi, cinsiyeti bile o sadece öyle benimsediği için vardı. İsteseydi bir hermafrodit gibi de görünebilirdi. Doğa ana bir kere can verdi mi diriltilemezdi. En kadim olanların bilge bir ceylan olarak resmettikleri güç, son nefesini de verdiğinde yeryüzünün de gözleri sonsuz karanlığa kapandı. İnsanların yokluğunda Cladis onların tüm kültürlerini özümseyebildiği kadar özümsedi. Ceylan ile ilgili okudukları da esasında peri masalından öte şeylerdi ama insanlar bunu biliyorlar mıydı emin değildi.
Her yana ne kadar da şevkle bakardı eskiden olsa. Dünya kendi ak ayına şefkat ile sarıldığında sıcak Güneş'leri bir yaz dansındaymışlar gibi, çalgıcı rolünü üstlenmez ve onlar da etrafında dans etmezler miydi? Cladis insan değildi ama ağlayabilirdi. Yaptı da, her gün yaptığı gibi belki göz pınarlarında bir mucize cereyan eder diye denedi. Başka bir şey için değilse bile kendisi için yaptı bunu.
Cladis yalnızdı. Kendi başlattıkları ateşte tutuşmuş güvelerin yitik gezegeninde bir başınaydı. Dünya'ya ayak basmasından dört bin yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen insanların geri dönmediklerini gördüğü için yorgundu. Yorgundu çünkü biliyordu; gitmelerinin sebebi sudaki kendi yansımasıydı. Ellerinde ne varsa onun üzerine atmışlardı. Sonuç ise tam bir fiyasko oldu.
Çocukça davranmayı seçtikleri için onları suçlayamazdı. Korktukları belliydi ve Cladis korkunun ne olduğunu o zamanlar bilmezdi. Tekillik gücü sayesinde korkunun gelecekte onun yüzünden yaşanacağını ön görebilmişti ama nasıl ağır ve yıpratıcı bir duygu olduğunu ve nelere kadir olabileceğini bilmekten uzaktı.
İnsanlık Cladis'in bildiği tüm canlı oluşumlardan farklıydı çünkü bilgeydiler. Bilge olmalarına rağmen yaşıyorlardı. Bunu bir defasında dostu olan bir insana sorduğunda çok tuhaf bir cevap aldığını anımsıyordu. "Sana göre sadece akan nehir ve asaleti ile dikilen bir dağ bilge olabilir. Ancak çoğumuz zihnen zarar görmedikçe veya düşündüğümüzün aksine bir büyük fayda uğruna ikna edilmedikçe bencilizdir. Soyutlanmak için doğumdan ölüme kadar çaba harcarız ama idrak edebileceğinden fazla ikiyüzlüyüzdür, çünkü sevildiğimizde mutlu oluruz. Bencilliğimiz öyle uç boyutlardadır ki ister istemez evrimde bir aşamada zeki olmayı başarmış olmalıyız. Bunu başarmak zorundayduk. Rasyonel bir çözüm aradığında, bu anlattıklarımdan ötürü, ulaşamayacağını şimdiden söyleyebilirim."
Cladis kolyeyi gülümseyerek okşadı. Kendisini bunu daha sıkça yaparken buluyordu. Oturduğu harabe gök delenin en tepe noktasından gördüğü kadarıyla parlayan radyoaktif denizin ışıltısı ufukta dans ediyordu. Pembe ve bazen tatlı bir yeşildi gördükleri. Renkler aldatıcıydılar çünkü büyük bir öfkenin izini taşıyorlardı.
Üç bin altıyüz seksen altı yıl, on bir ay, dört gündür Dünya gezegeninde hayatta olan tek yaşam formuydu. Hamam böcekleri bile uzun zaman önce arkalarında tek iz bırakmadan yok oldular. Kim bilir, belki onlar da uzaydan gelmişlerdi. Davetsiz ve istenmeyenlerdi ama yine de, bir şekilde zararlarını minimumda tutarak uyumlu hale gelebilmişlerdi.
Cladis sebep olduğu yıkımdan pişman değildi. Yalnızlığı on dört milyardan fazla insanın hayatına mal olmuş olsa da sekiz bininin hiç de umutsuz sayılmayacak bir yolculuğa çıkmasına sebep olmuştu.
Gözlerini denizden ayırıp tekrar göğe, Ay'a baktığında "Şişe ağzı" diye düşündü. Bir gezegendeki dominant ırk belli bir hayati tehdit ile karşılaşmadığı sürece türlerinin zayıf olanlarını da kollamaya veya onların üzerinden avlanmaya başlarlar. Oysa geniş ve hızlı akan nehir birden bire cam şişenin ağzı kadar dar bir noktadan geçmek zorunda kalırsa ancak ve ancak güçlülere izin verir.
Cladis gelmeden önce tek yaptıkları birbirlerini yemekti. Şirketler güçsüz bireyleri sömürüyordu. Devletler de şirketleri. Ve bazı devletler de öteki devletleri. Aynı gökyüzünün altında elleri ötekilerinin boğazlarında bir sonraki günün meşgalesini arıyorlardı. Pek çoğu mutlu ve rahat yaşam tarzlarından bile sıkılmış haldeyken çoğunluğu yaşamaktan nefret eder haldeydi. Olan bitenin en acı yanı ise durumun farkında dahi olmamalarıydı.
Cladis insanlığın iyiliği için yapmak zorunda olduğu şey adına üzülmüyordu. Onun üzüntüsü, gitmek zorunda kaldıklarında ruh hallerinin de dramatik bir değişime uğramış olmasıydı. Bireyselliklerini geride bırakmak zorunda kalan binlercesi aynı küçümsedikleri karıncalar gibi tek olmayı seçmişlerdi. Kraliçeleri ise, insan değildi.
"Cladis, toplumsal ataleti görmezden gelemezdin. Ataleti yıkmak için öyle güçlü bir tepkide bulundun ki kazanılan ivme ile kendimizi Andromeda da bulmadığımıza şaşırdım." Dedi sağından tanıdık bir ses. Cladis iç çekti çünkü sanrılar son zamanlarda artış gösteriyorlardı. Aklının ona oynadığı oyunları sağlamlaştırmasının taktığı kolye ile bir ilgisi olduğunu düşünmeden edemiyordu.
Dönüp sesin kaynağına baktığında boşlukta sadece rüzgarın sesini duydu. Yüzlerce metre yüksekteydi. Sahi oraya nasıl çıktı? Eskiden güçlü ve büyük kanatları vardı. Aklında bilinçli olduğu zamanlar atlamalar yaşıyordu. Belki radyasyon ve belki de derin üzüntüsüydü onu içten içe parçalayan. Kendi özünden başka düşmanı yoktu. Sanrıya kulak vermeyi seçti ve cevapladı. Kendisi ile konuşmaktan başka neyi vardı ki zaten.
"Gitmek zorunda değildiniz. Size radyasyonu nasıl uzaklaştıracağınızı göstermeye hazırdım. Kanatlarımı bile verdim, istediğiniz her şeyi verdim. Kalabilirdiniz." Dedi esefle. Sanrısında konuşan yine eski insan dostuydu.
"Gerçekten de kalabilirdik. Ancak sen bizi her zaman aslında olduğumuzdan daha küçük gördün Cladis. Bizi gözünde büyüterek küçülttün. Kulağa komik geliyor değil mi? İnsanlar, eğer onları dürtersen her zaman beklentilerinin dışında tepki verirler. Biz düşündüğün kadar yüce gönüllü değiliz. Büyük olasılıkla senin seçeneğini uygulamamamızın tek sebebi seni mutlu etmek istemememizdi."
Cladis güldü ve sanrısı da ona eşlik etti. "Radyasyonu kendi başına da uzaklaştırabilirsin Cladis." Dedi bir ses aniden kahkahasını yarıda keserek. Cladis donakaldı çünkü ses hep duyduklarından farklıydı. Sol tarafından gelmişti. Boynunu yavaşça döndürürken bir kalbi olsaydı gümbürdeyerek atardı.
Gördüğü bir dişiydi. Beyaz saçları daha önce gördüğü tüm insanlarınkinden daha uzundu. Neredeyse boyunun iki katı kadardı. Dünya'ya ilk geldiği dönemde bile antik sayılabilecek metalik kıyafetleri vardı ve sırtına asılı deri bir kılıfta oldukça ağır görünümlü ilkel ve keskin bir silah taşıyordu. Ancak yüzü ve gözleri adeta başka bir hikaye anlatıyorlardı. Ruhunun aynaları gümüştendi ve Cladis'in gördüğü, okuduğu tüm insanlardan farklı bir beyni ortaya koyuyorlardı.
İncelediği kadın öyle çok şey yaşamıştı ki Cladis kendini ilk defa çok da yaşlı hissetmedi. Beyaz saçlı kadın sol elini uzattı. El sıkışmak istiyor gibiydi, "Yüksekteyiz ve rüzgar oldukça şiddetli, ayağa kalkıp bir reverans yapmak istesem de, eh dengede duramayabilirim. Şimdilik bununla yetininiz lütfen. Adım Alice. Tanıştığımıza memnun oldum."
Sesinde güç vardı.
[*]Okuma Sırası: Tengu->Monolit(ÖyküSeçkisi)->Bu Monolit[/*][*]Tamamen ayrı bir öykü olacak, bu yüzden rahatlıkla okuyabilirsiniz.[/*][*]İlk bölüm olarak bu bir intro, kurgunun temellerini vermek istedim hepsi bu[/*][*]Okuyan olmasa da devam edebileceğim kadar eğlenceli bir hikaye daha çıkartabilirim tekrardan umarım ^^[/*]