Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - andreyfyodorovich

Sayfa: 1 [2]
16
Kurgu İskelesi / Güvenlik
« : 17 Şubat 2014, 20:50:20 »
Komşumuzun uzun ve zorlu geçen hamileliğinin nihayet bitmiş olduğunu, doğum için hastaneye kaldırılmış olduğunu duyduğumuzda hepimiz çok sevinmiştik. Son dokuz ay normalde olması gerektiğinden çok daha sancılı ve şanssızlıklarla dolu geçmişti kadıncağız için. Nihayet sabrının karşılığını alacağını, talihsizliklerinin biteceğini düşününce onun ve iyi kalpli, nazik eşi için çok seviniyordum.

Bebeğin doğumdan sonra öldüğünün haberini aldığımızda ise ailece yıkıldık. Kimseye zararı olmayan, herkesin çok sevdiği komşularımızın başına böyle bir şeyin gelmesi çok büyük bir haksızlıktı.

Bebeğin cenazesinde ellerimi önümde kavuşturmuş, komşularımın ağlamalarını seyrederken aklımdan bu düşünceler geçiyordu. Cenaze arabasından minicik tabutu çıkarıldığında ise sayı olarak çok az olan siyaha bürünmüş grubumuza bir sessizlik çöktü.

Bir tuhaflık vardı.

Tabut mezara indirilirken babamın kulağına fısıldadım;

“Tabut neden metalden yapılmış baba? Ve neden o kadar çok vida kullanmışlar?”

Babam cevap verdi;

“Dün görüştüğümüzde anlattılar. Şartlar onu gerektiriyormuş, güvenlik önlemiymiş.”

“İyi de baba, kim ne ister yeni doğmuş bir bebeğin cesedinden? Tabutunu açıp ne çalacaklar içinden?”

Babam birkaç saniye tereddüt ettikten sonra kulağıma eğilip sadece benim duyabileceğim bir şekilde fısıldadı;

“Metal olmasının sebebi hırsızların girmesini engellemek değil oğlum.

Tabutun bu denli sağlam olmasının sebebi içindekinin dışarıya çıkmasını engellemek.”

17
Kurgu İskelesi / Tercih
« : 09 Şubat 2014, 15:50:11 »
Kadın baygındı. Arnavut kaldırımların arasından tereddüt ederek akan yağmur damlalarına karışan kan, çirkin bir soru işareti şeklinde oluklara akıyordu. Canını yakmayı her ne kadar istemese de, başka bir seçeneği kalmamıştı. Açıklamaya çalışmıştı, ama bir türlü anlayışla karşılamayı başaramamıştı kadın, ve şimdi bu köpek dışkısı kokan soğuk, ıslak kaldırımlar onun ameliyat masası olacaktı.

Kadının iki bacağının arasından sızan ince ama kararlı kan nehri duracak gibi değildi, elini çabuk tutması gerekiyordu. Ellerinin uyuşması tenine patır patır yağan yağmurdan çok, elindeki soğuk elbise askısının parmaklarının boğumlarının aralarındaki kan dolaşımını engellemesindendi.

Derin bir nefes aldı, kadının bacaklarını araladı.

Hastası nefes alıyordu, ancak bir hastadan bir kadavraya her an dönüşebileceği, göğsünün düzensiz miktarlarda, düzensiz aralıklarla şişip inmesinden anlaşılıyordu. Aslında biraz komikti düşününce, soru işaretine adanmış bir ayin gibiydi içinde bulunduğu sahne. Bu benzetmeyi yapabildiği soru işaretleriyle dolu o anın, hayat ile ölüm arasındaki ipekten çizgiyle birbirine tutturulmuş olaylar sonucunda vuku bulmuş olması muhteşem bir ironiydi. Çatlamış, kuru dudaklarında minik bir tebessüm belirdiyse de, görevini yerine getirmesi gerekiyordu, ve zaman geçiyordu. Bakışları kadının şişmiş göbeğine yöneldi. Gözlerinin dolması, bir hayatı elinden alacak olacağı gerçeğinden çok, sanki bünyesinde mikroskobik aysbergler barındıran rüzgarın gözlerine sayısız iğne batırıyor olmasındandı.

İlkel ameliyat aletini kendisinin bile beklemediği bir ustalıkla hamile kadının bacaklarının arasına, rahmine doğru sokmaya başladı. Günlerce yaptığı araştırmalardan öğrendiği kadarını uygulamaya başladı. Birkaç dakika sonra ceninin büyük bir bölümünü parça parça çıkarmayı başarmıştı. Amacına ulaşmıştı aslında, bundan sonrası temizlikti daha çok.

Artık bir katildi, bir canavardı.

Kadının nefes alışları hızlanıyordu, şoka giriyor olması muhtemeldi. Alnında oluşup kırışıklıklarında gezinen, kurbanının tenine damlayan soğuk ter damlaları masum bir hayatı henüz daha başlamamışken sonlandırmış olması, atmayı henüz bırakmış kalbinin oluklardan aşağı, lağımlarda yaşayan sıçanlara yem olmuş olmasından çok, rahmine elbise askısı sokmuş olduğu baygın annesinin bu sapkın ameliyat bitmeden uyanmasıydı.

Bomboş sokaklarda polislerin sirenleri gittikçe şiddetlenerek yankılanıyordu, ama artık işi çoktan bitmişti.

Yakalanma ihtimali çok düşüktü, hem bu riske de değerdi.

Tek çocuk olmayı çok seviyordu, ve öyle de kalacaktı.

18
Kurgu İskelesi / Sanki
« : 05 Şubat 2014, 15:06:49 »
Hava her zamanki gibi harikaydı. Güneşin şefkatli sıcağının, rüzgarın adeta sevgi dolu dokunuşuyla mükemmel bir uyum içinde olduğu ideal bir gündü. Yaprakların, kenarları ağaçlarla dolu yolun ortasına doğru süzülerek yolu yeşil ve kahverengi bir halı gibi kaplamalarını arabasıyla üstlerinden geçerek bozmak istemedi.

Böyle bir günde yürümemek olmazdı. Hatta daha kestirme olan yol yerine daha uzun yolu seçti. Zaten izin günüydü, bütün gün ona aitti. Doğrusu böylesine güzel günler o kadar nadir de değildi, ama garip bir şekilde doyamıyordu insan. Her gün onunla iç içe olmasına rağmen doğaya karşı içgüdüsel bir özlem her zaman kalıyordu içinde nedense.

İşe gitmemiş olmasının sebebi de ilaçlarının bitmiş olmasıydı. Daha fazla ilaçlarını almayı geciktirirse psikiyatra görünmek, kontrolden geçmek, hatta o devasa şırıngalardan damarlarına yakıcı sıvılar enjekte ettirmek zorunda kalabilirdi.

Adımlarını hızlandırdı.

Yaklaşık yirmi dört sene önce, sene 2013’te (kendisi doğmadan çok önce), Dünya’nın bütün ülkeleri tarafından oy birliği ile yaşamakta olan her insan için geçerli olacak katı bir yasa çıkarılmış. Bunun sebebi de bütün gezegende ölümcül bir salgının neredeyse bütün insan ırkının yok olmasına sebep vermesiymiş. Ona anlatılanlar bunlardı, kesin olarak bilmiyordu fakat o zamanları hatırlayabilecek kimseyi de tanımıyordu.

Daha doğrusu, hiçbiri sağ değildi.

Düşüncelere dalmış, gözleri yola bakıyordu, ama görmüyordu. Okulda sürekli ona öğretilenleri düşünüyordu. Çıkarılmış olan yasaya göre, yeryüzündeki istisnasız her insan aldığı ilk nefesinden, verdiği son nefesine kadar bu isimsiz ilacı her gün kullanmak zorundaydı. Bu sayede salgınlardan, ırkının yok olmasından korunacaktı insanoğlu.

Kendisi de öyle yapıyordu zaten, her gece uyumadan önce isimsiz, desensiz beyaz hapı diline yerleştirip bir bardak su yardımıyla sistemine karıştırıyordu ilacı.

Tabii, dün geceye kadar.

Kurumuş bir yaprağa basıp çıtırdamasını duyduğunda garip bir şey fark etti. Burnuna bir koku geliyordu, hayatında ilk defa aldığı bir kokuydu. Tam olarak açıklayamasa da, beyni ona bu kokunun çürümüş bir şeyin tutuşmasından gelebileceğinin sinyalini verdi, yanık kokusuydu. Etrafına baktı, rüzgarın geldiği yöne çevirdi kafasını, yangın göremedi hiçbir yerde. Sağına, soluna, hatta gökyüzüne baktı, kokunun kaynağını bulamadı. Belki ileridedir diye düşünerek yoluna devam etti. Sağlık merkezine gecikiyordu, ilacını almalıydı artık.

Günlük hayatında bulunmayı en çok sevdiği yere varmak üzereydi. Sağlık merkezine giderkenki o ufak gölü gördüğünde ister istemez her seferinde gülümsüyordu. Sanki her gördüğünde daha da güzelleşiyordu o küçük göl, yüzeyinde tek bir kıpırdanma bile olmuyordu, çevresini saran ağaçlar ve hayvanlar bile saygı gösteriyordu sanki gölün zarafetine. Burun deliklerini doldurup beynini uyaran o garip koku gitmişti, almıyordu artık. Gölün manzarasını kapatan son ağacı da geçtiğinde olduğu yere adeta çivilenmiş gibi olduğu yerde kaldı.

Göl yerinde yoktu.

Yanlış gelmiş olamazdı, her hafta geldiği bir yoldu burası, zaten başka yol da yoktu. Ama kafasını karıştıran ve daha çok da korkutan şey bu değildi; daha önce gölün olduğu yerde devasa bir çukur vardı. Dibinde derin çatlaklar, çatlakların içinde gezen daha önce hiç görmediği garip böcekler vardı. Ağzında daha önce çok nadir tattığı bir tat fark etti. Beyni, bu tadın kükürt olduğunun sinyalini verdi.

Çok değil, belki birkaç gün önce buradan geçmişti ve her zaman durup baktığı, gülümseyerek hayranlıkla izlediği gölün yerinde dev bir krater, kraterin dibinde çatlaklar vardı. Her defasında gördüğü renkli ve sevimli hayvanların sanki yıllar önce ölmüşler gibi kemikleri ve kalıntıları görünüyordu sadece. Orada burada erimiş, bükülmüş metal parçaları seçiliyordu.

Böceklerin haricinde tek bir yaşam belirtisi yoktu.

 Bir haftadan az bir sürede nasıl bir dönüşüm geçirmiş olabilir burası? Ve daha önemlisi;

Nasıl?

Kol saatinin alarmı çalmaya başladı. Sağlık merkezine gecikmişti. Kalan son onbeş dakikalık mesafeyi koşar adımlarla yürüyerek merkeze ulaştı.

Ağzında kükürt tadıyla görevliye sordu:

“İlerideki göle ne oldu böyle?”

Görevli cevap verdi:

“Ne olmuş?”

“Görmediniz mi henüz?”

Görevli bu sorusuna “Benimle dalga mı geçiyorsun?” dercesine bir bakışla yanıt vermeyi tercih etti.
Henüz görmedi herhalde, belki işe başka bir yoldan geliyordur diye düşünerek asıl geliş sebebini hatırladı. Görevliden haftalık ilaç ihtiyacını aldıktan sonra bir tane beyaz hapı ağzına atıp hemen yuttu. Gitmeden önce ilacı aldığına dair bir belge imzaladı, (devlet tarafından ücretsiz olarak dağıtılıyordu) ve evine doğru yürümeye başladı.

Yaklaşık on beş dakika sonra tekrar göle vardı. Ağzındaki ekşimsi kükürt tadı kaybolmuştu.

Küçük gölün neredeyse tamamen şeffaf suyunu, güneşin sıcak dalgalarını yansıtan dümdüz yüzeyini seyretti. Ağaçların ne kadar eski ama güçlü ve yeşil olduklarını, küçük ve sevimli hayvanların mutluluk içinde yuvalarına götürecek yemek aramalarını izledi kocaman bir gülümsemeyle.

Hava her zamanki gibi harikaydı. Güneşin şefkatli sıcağının, rüzgarın adeta sevgi dolu dokunuşuyla mükemmel bir uyum içinde olduğu ideal bir gündü. Her şey olması gerektiği gibiydi.

19
Kurgu İskelesi / Açlık
« : 14 Ocak 2014, 19:48:55 »
Arama kurtarma ekibinde helikopter pilotu olarak çalışmaya başlayalı birkaç yıl olmuştu. Üsleri, dağların ormanlarla adeta sarılı, karın ölümcül olduğu, kışın çetin ve acımasız geçtiği; dağcılık kazalarının, arabaların buzdan dolayı kayıp karda sıkışmalarının neredeyse günaşırı gerçekleştiği bir bölgedeydi.

Bir gün helikopterinde olağan devriye görevini yaparken, yavaşça kara gömülmeye başlamış bir uçak enkazı gördü. Bu bölgelerde bir uçak kazası gerçekleştiğinin haberini almışlardı daha önce, ancak arama çalışmaları sonuç vermemişti. Soğuk bir profesyonellikle telsizinden koordinatlarını üssüne belirtti, bir ekip gönderileceği cevabını aldıktan sonra prosedür gereği enkazın yakınlarına iniş yaptı ve ilk kontrolleri yapmak üzere metal parçalarına doğru yürümeye başladı.

Enkaza yaklaştıkça parçaların bir mağara veya bir sığınak gibi dizilmiş olduklarını gördü. Demek ki insanlar vardı burada, belki de hala canlı olabilirlerdi! Bu düşünce tam aklından geçiyordu ki metal yığınının arasından iki kişi koşarak çıktı dışarıya. Biri on beş, belki on altı yaşlarında genç bir oğlandı; diğeri ise muhtemelen annesi olduğunu düşündüğü, kucağında en fazla dört yaşında ufak kız çocuğu taşıyan orta yaşlı bir kadındı. Anne oğul mutluluktan olsa gerek, ağlıyorlardı. Pilotun uzaktan fark edemediği küçük kız ise dünyadan bihaber, uyuyordu. Üçünün de elbiseleri kurumuş kan içindeydi. İyice yaklaştıklarında ise dişlerinde, ellerinde, çenelerinde de kurumuş kan lekeleri olduğunu gördü.

Her ne kadar korkunç bir düşünce olsa da, daha önce böyle durumlarla maalesef karşılaşmıştı. Şehre uzak yerlerde gerçekleşen kazalarda, hele yılın bu zamanlarındaki gibi yiyecek bulmanın mümkün olmadığı koşullarda, uçak kazalarında canlı kalanların ölüleri yemekten başka ne seçenekleri olabilirdi ki?

Anne ve çocuklarını kısa bir süre sorguya çektikten ve başka kurtulanın olmadığından emin olduktan sonra helikoptere götürdü. Araca doğru yürüdükleri kısa yol süresince uçaklarının haftalar önce düştüğünü, bir süre erzaklarıyla idare ettikten sonra yiyecekleri bitince mecburen ölüleri çiğ çiğ, dişleriyle kopara kopara yemek zorunda kaldıklarını anlattı anne. Oğlan ağlıyordu, küçük kız hala mışıl mışıl uyuyordu.

Helikoptere binip havalandılar, üsse doğru yola çıkmışlardı. Bu esnada, olay yeri inceleme ve kurtarma ekipleri enkaza ulaşmış, bilgileri doğrulamak adına telsiz üzerinden helikopterle temasa geçmişlerdi.

“-Anne ve çocukları üsse naklediyorum. Onların haricinde kurtulan olmamış. Erzaklar haftalar önce tüketilip bitirilmiş, tamam.”

Olay yerindeki ekip arkadaşından bir süre yanıt gelmedi. Geldiğinde ise, sesinden kafasının karışık olduğu anlaşılıyordu.

“-Uçaktaki erzak stoklarını bulduk. Paketlerin hiçbiri açılmamış, konservelerin bir tanesi dahi yenmemiş. Kaza esnasında uçakta bulunan yolcuların biri bile düşüşten sağ kurtulamamış. Tekrar ediyorum, yiyecek stoklarına dokunulmamış bile. Tamam.”

Helikopterin sağır edici gürültüsünün arasından minik bir bedene ait öksürük sesi duydu.

Küçük kız uyanmıştı.

Annesine bir şey söylüyordu, sözlerini böylesine büyük bir gürültüde duymaktan çok, hissetti.

“-Anne, ben acıktım.”

20
Kurgu İskelesi / Güven
« : 12 Ocak 2014, 22:34:28 »
“Korkuyorum, sarıl bana.” demişti sevgilisi. İnce battaniyeyi çekiştire çekiştire hem kendisini, hem de korkmuş sevgilisini örtüp belinden sarılmıştı partnerinin sıcak bedenine.

“Tamam, buradayım.”

Saat tahminen 12:30 civarlarındaydı. Elektrikler kesileli yarım saat kadar olmuştu, ev zifiri karanlıktı. Kız arkadaşının o yaşta hala karanlıktan korkuyor olmasını kabul edemeyip, herhangi bir ışık sağlamayı reddetmişti.

“Ne olur, bir mum yak. Uyuyamıyorum.” diyerek adeta kendisine yalvaran sevgilisinin bu isteğini dikkate almamıştı.

“Ben buradayım bak, sana sarılacağım. Ben varken sana ne olabilir ki?” dedikten sonra daha da sıkı sarılmıştı.

Gözlerini açtı. Uyuyakalmıştı, ne kadar süredir uyuyor olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Elektrikler hala kesikti. Kız arkadaşı hala belini saran kollarına sıkıca yapışmış, korkudan yorganın altında adeta ufak bir topa dönüşmüştü.

“Bebeğim, uyuyor musun?” diye sordu. Kendisini suçlu hissediyordu.

“Hayır.” Anlamında başını salladı kız, sorduğu başka hiçbir soruya da cevap vermedi, belli ki kızmıştı ona.

Yatağın başucundaki mumu yakmak için bir kibrit alevlendirdi. Küçük kükürt topundan çıkan kısa süreli ateş patlamasının aydınlığında yatağının hemen karşısındaki koltukta oturan silüeti gördü.

Yatakta iyice büzüşmüş kız arkadaşı kolunu iyice sıkmaya başlamıştı, tuttuğu nokta yavaş yavaş uyuşuyordu. Demek bu yüzden konuşamıyordu; sinirinden çok, korkusundan.

Mumu dahi yakmadan, bir kibrit daha çaktı. Silüetin sahibi, başını öne doğru eğmiş, sağ kolu koparılmış, vücudundaki sayısız kesikten yavaşça kan damlatan cansız bir bedendi.

Sevgilisinin cansız bedeniydi.

Kolunu kavramış olan elin tırnakları tenine batmaya başlamıştı. Battaniye yavaşça yükseliyordu.

21
Kurgu İskelesi / Bir Dahakine
« : 09 Ocak 2014, 07:08:09 »
Çocuk ciğerlerini yırtarcasına ağlıyordu.

Saatine baktıktan sonra merdivenlerden koşarak yukarı çıktı. Odaya girdiğinde yere yığılmış, uzuvlarının bazıları kesip atılmış kanlı cesedi gördü. Odanın her köşesi kanın siyahımsı kırmızısıyla boyanmıştı. Yerde yatan adamın organlarının çoğu yatağa fırlatılmıştı.

Çocuk hala ağlıyordu. Üstü başı kan olmuştu. Babasına sarıldı, babası sol kolunu kaldırarak saatine tekrar bakarken sağ koluyla oğlunun titreyen vücuduna kendininkine bastırdı.

“Üzülme oğlum. Bir dahakine daha iyisini yapacağına eminim.”

22
Kurgu İskelesi / Oyun
« : 23 Aralık 2013, 00:51:01 »
Kızım sekiz yaşına bastı bu hafta. Birkaç ay önce mahallemizde geniş çaplı bir elektrik kesintisi olunca vaktin geçmesi için ona “Bakışma yarışması” isimli bir oyun öğrettim. Oyunun mantığı çok basit; iki kişi karşılıklı durup göz kırpmadan birbirinin gözlerine bakar, ilk gözünü kırpan kaybeder. Elektrikler gelene kadar saatlerce oynamıştık, ve ne ben ne de annesi yenebilmiştik onu.

O günden itibaren her fırsatta sınıf arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle, annesiyle, benimle, kısacası çevresindeki herkesle bu oyunu oynadı. Oynaya oynaya artık kendine rakip bulamaz oldu zamanla. Rakip bulamadığı böyle zamanlarda da aynanın karşısına geçip, saatlerce kendi kendine bakışma yarışması oyununu oynamayı adet edindi.

Bu sabah kahvaltı masasına koşarak geldi, yüzü gülüyordu. Kucağıma aldım, saçlarını okşadım.

“Neredeydin bakayım sen ne zamandır? Yine aynayla o oyunu mu oynuyordun?” diye sordum.

‘Evet’ anlamında başını salladı, ağzı kulaklarındaydı.

“Evet baba. Bu sefer ben kazandım.”

23
Kurgu İskelesi / Durak
« : 22 Aralık 2013, 00:01:31 »
Görev yerine yeni yeni alışıyordu. Yıllarca yaşamış olduğu, çocukluğunu geçirdiği şehirden kilometrelerce uzakta bilmediği bir kasabada yaşıyor olmasına rağmen göreve başladığı, iki hafta öncesine tekabül eden günden beri gün geçtikçe daha da ısınıyordu bu küçük, yeni dünyaya. Bu sessiz, sakin kasabanın içinde uyandırdığı hissi kelimelere dökmek zor olsa da onun için, en yakını “arınmışlık” olurdu diye düşünüyordu bazen, steril görünümlü gri binaların arasından geçerken.

Güzel bir düzen yakaladığı söylenebilirdi. Normal şartlar altında görev tanımı gereği 09:00 ile 17:00 arası hastanede çalışması gerekiyorken, kasabanın düşük sayıdaki nüfusu ve küçük yerlerdeki o herkesin birbirini tanımasından kaynaklanan rahatlıktan ötürü işlerini biraz daha farklı yürütüyordu. Doğrusu hastanede daha çok vakit geçirebilmeyi istiyordu -sonuçta daha ilk çalışma tecrübesiydi ve hevesliydi- ama yerel halk o kadar sıcak, o kadar anlayışlıydı ki, kendisini yormasına izin vermemişlerdi.

“Sen evine git beyim, biz bir şey olursa seni ararız.”

Sistem buydu. İki haftadır evinde geçiriyordu vaktini. Kitap okuyordu, öğrencilik yıllarından kalma ders kitaplarını karıştırıyordu bazen. Henüz bir hastası olmamıştı, kasaba halkının tamamının sağlığı yerindeydi. Buna her ne kadar pek sevinse de, uzun yıllar süren eğitiminin artık meyve vermeye başlamasını istiyordu.

Bazı günler evinden dışarıya, gezintiye çıkıyordu. Belki de hasta olan birilerinin olabileceğini, fakat henüz iyi tanınmadığı için kendinden yardım istemeye çekinmiş olabileceğini düşünüyordu. Gününün yarısı kadarını adımlarının hafifçe yankılandığı boş yolları, gri, sisli sokakları tavaf ederek geçiriyordu öyle zamanlarda.

Bir gün yürüyüşe çıktığında, akşam saatlerinin geldiği sırada kendisini hastanenin önünde buldu. İsmen hastaneydi evet, ama esasında iki bölümden oluşan ufak bir binaydı. Bir bölümü muayenehane, ameliyathane ve birkaç tane ek odadan, diğer bölümü de morgdan oluşuyordu. Kasabanın diğer binalarından, evlerinden hiçbir farkı yoktu - illa bir fark bulunacak olsaydı, belki diğerlerinden biraz daha griydi denebilirdi sadece.
Daha oraya adımını bile atmamış olduğunu, kendinin şahsına tahsis edilmiş ofisinin kapısındaki plaketi bile görmediğini düşününce, içeriye girmeye karar verdi ve kapıya doğru yöneldi.

Hastane kapısına yaklaştığı sırada bir ses duydu.

“Doktor Bey!”

Bir adam ona doğru koşar adımlarla yaklaşıyordu.

“Hayırdır Doktor Bey, hastanız mı var?” diye sordu adam gülerek. Nezaket belirten bir gülümseme değildi bu, komik bulduğu bir şey varmış gibi kıkırdıyordu.

Yalnızca ofisini görmek istediğini söyledi.

“Yahu sırası mı şimdi Doktor Bey, her zaman görürsünüz. Gelin haydi size bir şeyler ikram edeyim.” dedikten sonra herhangi bir cevap beklemeden, itirazlarına kulak asmadan kolundan tutup neredeyse onu zorla uzaklaştırdı hastaneden.

Her ne kadar dönüp içeriye girmek istese de ve adamın bu davranışının garipliği bu isteği daha da ateşlemiş olsa da, belki henüz muayenehanesinin onun çalışmasına hazır hale getirilmesinde bir gecikme olmuştur diye düşündü ve şimdilik adamın kendisini sürükleyerek götürmesine izin verdi.

Evet, sebebi bu olmalı diye düşündü evine dönerken. (‘Evine sağ salim döndüğünden emin olmak için’ halen eşlik ediyordu adam kendisine.) Adamcağız da kasabasının kötü görünmesini istemediğinden böyle davranıyordu büyük bir ihtimalle.

Durup da düşündüğünde gerçekten de kasabanın genelinde baskın bir düzenli olma, bir katılık hissi vardı. Mezarlığın önünden geçtikleri sırada bu fikrini ispatlar nitelikteki manzarayı inceledi; mezarların hepsi düz bir sıra halinde, yeni işlenmiş gibi tertemiz mezar taşlarıyla insanların sevdiklerinin gömülü olduğu iç karartıcı bir araziden çok bir turistin durup fotoğrafını çekeceği bir sanat eserini andırıyordu. O kadar ki, gelmesinden birkaç gün önce ölüp, yeni gömüldüğünü duymuş olduğu yaşlı bir kadının mezarının bile aralarından kolayca seçilebileceğini düşünmesine rağmen, diğerlerinden ayırt edemedi. Ölüm gibi doğası gereği ani ve öngörülemez bir olgu bile adeta diz çökmüştü bu sıkı düzenin karşısında.

Birden yanındaki adamın sesiyle düşüncelerinden kopup o ana geri döndü.

“Beyim ben dönüyorum buradan. Sen de evine git artık vakit geç oldu.”

Teşekkür ettikten sonra evine doğru yol almaya başladı.

“Önemli değil Doktor Bey ne demek. Sizin hastaneye gitmenize gerek yok şimdi, biz bir şey olursa ararız sizi. Orada ısıtma sistemi yok, elektrik yok, bir şey yok. Evinizde rahat rahat oturun işte yahu.” diye son defa nasihat ettikten sonra -yine kıkırdayarak- arkasını dönüp gitti.

O gece gözüne uyku girmedi. Tıpkı bir tiyatrocunun sahneyi hissedebilmek için sahneye önceden gidip görmek istemesi gibi o da hastaneye girmek istiyordu. En fazla ne kadar kötü olabilirdi göreceği manzara? O an üstünü giyinip oraya gitmeye karar verdi. Bir sanatçı gibiydi o da sonuçta ve o aidiyet hissini yaşamak onun için çok önemliydi. Çıkarken aklına hastanede elektrik olmadığı geldi, kapının yanındaki dolabından el fenerini yanına aldı.

Evinden çıktı, kapısını sessizce kapadı. Bu kadar gizliliğe gerek yoktu evet, gereğinden fazla dikkat ettiğinin farkındaydı ama nedense görülmek istemedi, böylesi daha güvenliydi. Hastaneye giderken yolunun üzerindeki kasaba mezarlığı otoriter, katı bir öğretmen gibi onu seyrediyor hissi veriyordu. Yeterine ilgi çekici görüntüsünün de arkasında insana daha derin, daha kişisel bir mesaj veren ekspresyonist bir tabloydu sanki. Sonunda binanın kapısına vardığında son bir defa çevresine bakındı, kimse yoktu. Kapıyı araladı.

Beklediğinin aksine anormal hiçbir şey yoktu. Ofisi, muayenehane, ameliyat odası, tuvaletler… Hiçbir terslik yoktu. El fenerini yakıp etrafı inceledi, gözüne takılan hiçbir şey yoktu. Ecza dolapları ve ilaç saklama kaplarının bomboş, önlüklerin tertemiz oluşunu, ameliyat aletlerinin ise hiç olmayışını biraz garipsese de binanın yeni olduğunu hatırlayınca henüz gelmemiş olduklarına kanaat getirdi. Hastaneyle ilgili saklayacak hiçbir şeyin olmamasına rağmen yerel halkın onu buradan uzak tutmak için bu denli uğraşmalarına anlam veremedi. Çıkmadan önce morga da göz atmaya karar vererek, koridorun sonundaki demir kapının yolunu tuttu.

Kasabanın morgu tam da beklediği gibiydi, bomboştu. Otopsi masası tertemiz, yine hiçbir tıbbi alet veya herhangi bir ilaç yoktu. Kadavraların saklandığı bölmeleri açtığında ceset yerine neredeyse iki santimetrelik toz katmanları buldu yalnızca.

Aklına bu kasabaya gelmeden hemen önce ölüp gömülmüş olan yaşlı kadın geldi. Morga yerleştirilmediği düşüncesi tam olarak aklına yatmamış olsa da, ölüm sebebi kesinse ve kasabanın alışkanlıklarına göre merhumun otopsi yapılmadan doğrudan toprağa verilmesi daha önce görülmemiş değildi, ama hastanenin bu genel olarak kullanılmamışlık durumu aklına şüphe yerleştirdi:

Bu kasabaya geldiğinden beri hiç birinin ölümüne tanık olmamıştı, hastalık şikâyetiyle gelen bile olmamıştı. Hastanede ilaç bile yoktu ve morga ceset yerleştirileli belki yıllar olmuştu. Bu denli sağlıklı olunamazdı, tıbbi olarak mümkün değildi. Tek bildiği ölüm vakası da o gelmeden hemen önce olmuştu. Kadının mezarını görmeliydi. El fenerini toz ve örümcek ağı kaplı duvarlardan yankılanan bir “klik” sesiyle kapatıp mezarlığa doğru yola koyuldu.

Ay ışığında beyazımsı parlayan mermerleriyle mezar taşları bütün soğukluklarıyla omuz omuza bekliyorlardı onu. Yaşlı kadının isminin olduğu mezar taşını bulur bulmaz çıplak elleriyle toprağı eşelemeye başladı, tırnaklarıyla kazıyordu. Tırnaklarının arasına giren toprak topaklarına aldırış etmeden kazdı, kazdı…

Boş. Bomboştu.

Hiçbir kemik parçası, herhangi bir varlığın çürüme belirtisi dahi yoktu. Buraya kimse gömülmemişti, çünkü kimse ölmemişti. Çıplak elleriyle toprak kazmaktan tırnaklarının çoğu kırılmıştı, geri kalanlarıysa kopmak üzereydi, üstü başı kan olmuştu. Bu kasabada kimse ölmüyor muydu? Bu nasıl mümkün olur? Gözleri hemen önünde duran, artık göz hizasına daha yakın olan parlak mermere takıldı. Gözleri yaşlarla dolarak mezar taşındaki ismin altındaki yazıyı sesli bir şekilde okudu:

“ Araf
2013 - ∞ ”

24
Kurgu İskelesi / Capgras Sendromu
« : 19 Aralık 2013, 00:41:32 »
19 yıl süren mutlu evliliklerinin ardından babamı zamansızca kaybettiğinde, annemin bir daha toparlanamayacağından korkuyordum. Bazı günler olurdu, odasından çıkmaz, yemek dahi yemezdi. Mutluluğu için endişelenmeyi bırakıp akıl sağlığı için, son olarak da hayatı için endişelenmeye başlamıştık kardeşimle. Durumu gittikçe kötüleşiyor, tabağında bıraktığı yemek artıkları gittikçe fazlalaşıyordu; sigarasının filtresinin hep daha fazlasını içiyordu, o küçük tütün çubuklarından dumandan çok daha fazlasını çekmek istiyordu sanki.

Kadın gözlerimizin önünde eriyip gidiyordu adeta. Üniversiteyi her ne kadar anneme yakın olabilmek, onun yanında olabilmek adına aynı şehirde kazanmaya çalıştıysam da olmadı, uzak bir şehre yerleştim. Okulumun ilk yıllarında annemin gidişatı her zamanki gibi kötü yöndeydi, artık içinde yaşama isteğini barındıran yorgun kalbi son damlalarını akıtan bir serum torbası gibiydi; büzülüp, içe doğru buruşup kuruması an meselesiydi. Kardeşim annemi yalnız bırakamadığı için üniversiteye dahi gidememişti. Çaresizliği annemin mutsuzluğuyla yarışabilirdi, hissedebiliyordum.

Üniversitede ikinci yılımdı. Bir gün odamda televizyon izlerken telefonum çaldı, arayan kardeşimdi. Kardeşime ait heyecanlı ses, annemin evleneceği haberini verdi bana. Şaşırdım, o kadar şaşırdım ki arayanın gerçekten de kardeşim olduğuna inanamayıp telefonumun ekranındaki ismi kontrol ettim, tekrar tekrar teyit ettirdim. Birden nereden çıkmıştı bu şimdi? İnanmayışım o kadar kuvvetliydi ki kulak çeperime dayanmış küçük hoparlördeki ses artık sıkılıp; 

"-İnanmıyorsan gel, gör. Hem tanışmış olursunuz, annem de çok istiyor seni görmeyi." dedi.

Birkaç gün sonrasında sınavlarım olmasına rağmen hiç düşünmeden, o an gerekli eşyalarımı ufak bir sırt çantasına doldurup ilk otobüse bindim. Yolculuk boyunca bu adamın nereden çıktığını, daha önce neden hiç bana kendisinden bahsedilmediğini, nasıl biri olduğunu merak edip, evlenmelerindeki bu acelenin sebebini anlamaya çalıştıysam da; altı saatlik otobüs yolculuğumun sonunda sorularım hala kafamda şehrin kötü bir bölgesinin ıslak, karanlık, pis bir sokağındaki bir pavyonun kırmızı-pembe neon tabelası gibi yanıp sönüyorlardı. Hızlı geçtiğine pek sevinemediğim yolculuğumun ardından son bir taksi seferiyle artık bir bakmışım ki, evimin kapısını çalıyordum.

Kapıyı annem açtı. Yüzünde zaten var olan gülümsemesinin üstüne beni gördüğünde gözleri parladı, dudaklarının kenarları birbirlerine biraz daha uzaklaştı, dişleri biraz daha görünüre çıktı. Biraz korkmadım değil aslında, uzunca bir süre böyle görmemiştim annemi. Bana sarılıp ciğerlerine dolmuş özlemi adeta nefesiyle dışarıya attığını hissettiğimde sevindiysem de onun adına, damat adayını merak edişim çok daha ağır basıyordu.

İçeriye girdim, kardeşimle selamlaştık. Sarıldık, öpüştük, bu sırada annem sofrayı hazırlamaya başladı şarkılar mırıdanarak, özenle. Girişte yabancı ayakkabı yoktu, henüz evde değildi demek adam. Mutfağa girdim, ocakta kaynamakta olan, evi nefis kokularla dolduran tencereleri; neşeyle yağlarındaki suyu patlatıp sıçratan tavaları açtım, kokladım. Evimiz böyle kokmayalı yıllar olmuştu. Bu sırada annem bir yandan beni yemeklerin başından tavuk kovarcasına uzaklaştırmaya çalışıp, bir yandan da havuçlarını doğruyordu. Bir an işini bırakıp hırkasının yakasıyla alnındaki teri sildi ve bana baktı;

"- Onunla tanışmak istediğine o kadar sevindim ki oğlum! Böyle birden damdan düşer gibi olunca yadırgamandan çok korkuyordum." dedi.

Ne zaman geleceğini sordum.

"Yarım saate gelir misafirimiz. O zamana kadar da hazır olur her şey, sen de elini yüzünü yıka istersen, yorulmuşsundur. Çık hadi mutfağımdan." dedi, gülümseyerek.

'Misafirimiz' demesinden henüz birlikte yaşamaya başlamamış olduklarını çıkardım. Masadan bir tatlı çalıp salona, televizyon izleyen kardeşimin yanına gittim. Hayatını sordum, uzun zamandır yüz yüze konuşamamıştık. O da bana annemin bu gizemli adamla tanışalı üç ay olmuş olduğunu, internet üzerinden tanıştıklarını; birbirlerine aşık olduklarını, annemin durumunun iyileşmesi üzerine kendisinin de artık rahatlayıp biraz dışarıya çıkabildiğini, sosyalleşebildiğini anlattı.

Havadan sudan konuşurken kapımız çaldı. Annem mutfaktan koşa koşa, saçlarını avuçlarının içiyle aşağıdan ittirerek, kıyafetlerini çekiştirerek geldi, kapıyı açtı. Kapıdan girip annemizi öpen, ona sarılan adamı inceledim. Kır saçlı, annemle az çok aynı yaşlarda, spor yaptığını belli eden bir vücut yapısına sahip, büyük gözlü, sıcak ve gür sesli bir adamdı. Bizi gördüğünde hemen yanımıza gelip selamlaştı; benimle tanışmayı uzun zamandır istediğini söyledi, ve heyecanlı, samimi tavırları bunu doğruluyordu.

Sofraya geçip annemin leziz yemeklerini yerken yeni baba adayımızı tanımaya çalıştım. İşinden, geçmişinden, hobilerinden bahsetmesini istedim. Sorguya çeker gibiydim belki evet, ama annemi emanet edeceğim kişiydi bu adam, ve kafamdaki yol-yordam terazisinde annemin güvenliğine ait olan taraf yere değecek kadar ağır basıyordu. Sorularıma saygılı, ilgili, ve sabırlı bir tavırla veriliyordu cevaplar. Günün sonunda, artık misafirimiz müsaade isteyip evinin yolunu tuttuğunda, hepimiz gülümsüyorduk.

Bu adama baba diyebilirdik.

Belirlenen günde nikah gerçekleşti, düğünler yapıldı. Aylar süren bir balayına çıktı annemle yeni babamız, yurtdışına çıktılar. Okuluma geri dönmek zorunda olduğum için de, kardeşimi yanlarında götürdüler. Bu biraz alışılmışın dışında bir durumdu evet, ama herhangi bir sorun yaşamadılar.

Ta ki tatillerinden döndükleri zamana kadar. Kardeşim beni aradığında yine öğrenci evimdeydim. Sesi beni daha önce aradığı zamanlara nazaran daha kötüydü, uzun zamandır bu kadar mutsuz cızırdamamıştı telefonumun hoparlörü.

"Annem hasta." diyebildi sadece. Neyi olduğunu sorduğumda ise, beklemediğim bir cevap aldım; annemde dünyada çok ender görülen psikolojik bir hastalık ortaya çıkmış olduğu, bir kliniğe yatırılması gerekebileceğini söyledi kardeşimin sesi. Nutkum tutulmuştu, annemin daha önce atlatmış olduğu, düz duvarlı bir kuyudan tırnaklarınla tutuna tutuna çıkmaktan daha zor zamanlarını atlatabildiyse, az önce haberini aldığım hastalığına ne sebebiyet vermiş olabilirdi?

Toparlandım, evimin yolunu tuttum bir kez daha. Kapıyı üvey babam açtı, sarılmadık. Yüzünde çizikler, kesikler vardı.

"Nerede?" diye sorabildim sadece. Beni salona götürdü.

Kardeşim kanepede oturuyordu, annemin nerede olduğunu sordum tekrar. Birkaç saat önce üvey babama saldırdığını, öldürmeye çalıştığını; dolayısıyla kendisini kliniğe götürüp kaydını yaptırdıkları anlattı bana. Burnumun direği sızlamaya, gözlerimin içi yanmaya başlamıştı, gözümü kırpsam musluklar açılacaktı. Kırpmadım.

Üvey babam temellerinden sökülmüş, devrilmiş bir gökdelen gibiydi. Bir insanın o denli yaşlı görünebileceğini düşünmemiştim o ana kadar. Odasına çekileceğini söyledi, omzumu sıktı; ve merdivenin basamaklarının gıcırtıları, büyük, eski saatimizin tıkırtısı, ve odadaki gerginliğin kulak zarlarımıza üflediği, karatahtaya sürtülen bin tırnak sesini aratmayan hissinden oluşan korkunç kakafoni eşliğinde kayboldu gözden.

"Annemin neyi var tam olarak?" diye sordum kardeşime.

"Çok nadir bir şeymiş. Milyonda bir mi ne görülüyormuş, tam hatırlamıyorum." diye söze başladı.

Annemin tatilden döndüğünden beri tuhaf davrandığını, paranoyaklaştığını anlattı kardeşim. Bazen gözlerini dikip kendisini ve üvey babamı dikkatlice seyrettiği oluyormuş. Durduk yere, hiç beklemedikleri anlarda geçmişleri, hatıraları ile ilgili anılar, garip garip detaylar soruveriyor, doğru cevaplar almasına rağmen kabul etmiyormuş. Bir gün üvey babama; "-Senin o olmadığını biliyorum." demiş. Daha sonra sorulduğunda ise, konuyla ilgili hiçbir suale yanıt vermeyip, içine kapanmış gittikçe. Üvey babamın başka birisi olduğuna inanıyormuş; tıpkı ona benzeyen, bire bir aynısı, fakat başka bir insan.

"-Tıpta 'Capgras Sendromu' diye geçiyor dedi doktor." diye ekledi kardeşim.

Kar yağıyordu, hatırlıyorum. "Ölmesini tercih eder miydim?" diye düşünüyordum, parmaklarımla ellerimi düğümleyerek otururken o kanepede. Gidip göremedim annemi, ne ile karşı karşıya geleceğimden öyle korkuyordum ki. Gözlerimi kırptım, ve iki ufak nehir baş gösterdi yanaklarımda. Dudaklarımın kenarlarına süzülüp, dudaklarımın birleştiği çizginin oluşturduğu küçük vadiye doluştular. Derin bir nefes aldım, ağzımda tuz tadı vardı.

Birkaç gün orada kaldıktan sonra öğrenci evime geri dönmek zorunda olduğumu, annemin evinde bulunmamın hiçbir faydasının olmadığını kabullenerek okul hayatıma geri döndüm. Mezun olduğum zamana dek annemin yakalanmış olduğu bu garip hastalığı araştırdıysam da, bu hastalığın gerçekten var olup, tıp tarafından kabul edilmiş olması, günlük hayatta örneklerinin bulunması dışında işime yarayacak hiçbir şeye rastlamadım. Böylece, zamanla kabul ettim annemin bu tuhaf hastalığını.

Yıllar geçti, ben öğrenimimi bitirdim, ve evime kalıcı olarak dönmeme yakın kardeşim üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladı, sıra ondaydı nihayet. Bize yakın olmayı benim gibi o da pek istediyse de, kardeşim tıpkı benim gibi başka bir şehre gitmek zorunda kaldı. Evde ben ve üvey babam kalmıştık. O da alışmıştı artık annemin yokluğuna, ziyaretine gitmeyi teşebbüs etti birkaç defa, ama her gittiğinde kadıncağız krizlere girdiğinden vazgeçmişti bir süre sonra.

Hayatımız tekdüze ilerliyordu. Ben iş bulmaya çabalıyordum, üvey babam da kendi işiyle uğraşıyordu. Sofrada ufak sohbetlerimiz haricinde pek konuşmuyorduk, o zamanlarda da geçmişinden, bazen de annem ve kardeşimle gittikleri tatilden anılarını anlatıyordu. Bir gün annemin aslında tatil dönüşünden çok önce, Roma'dayken garip davranmaya başladığını itiraf etti, daha doğrusu ağzından kaçırdı. Merakım tekrar alevlenmişti. O akşam üvey babam mutfakta bulaşıkları yıkıyorken odama gidip kardeşimi aradım.

"- Siz Annemlerle Roma'dayken garip bir şey oldu mu hiç? Başınıza herhangi bir şey geldi mi?" diye sordum kardeşime laf arasında.

Birkaç saniyelik bir duraksamadan sonra, telefon kardeşimin sesiyle bana hiç beklemediğim bir yanıt verdi:

"Biz Roma'ya hiç gitmedik ki, nereden çıkardın bunu?"

Mutfaktaki su sesi kesilmişti. Merdivenler, üzerlerine baskı uygulayan ağır bedenin altında ağlayarak gıcırdıyorlardı adeta.

Kapımın kolu dönmeye başladı.

25
Kurgu İskelesi / Kaydet
« : 16 Aralık 2013, 13:43:25 »
Umarım doğru yerde paylaşıyorumdur bunu arkadaşlar. Yazılarımın tamamı bana aittir.

Sevgilisinin, horlamasına artık dayanamadığını söyleyip onu terk etmesinden sonra tıbbi yardım almaya karar vermişti. Ertesi güne doktor için randevu alırken aklına bir fikir geldi; o gece uyurken kendi sesini kaydedip, horlamasının gerçekten de bir insanın ondan ayrılmasını isteyecek kadar kötü olup olmadığını görecekti. Ses kayıt cihazını kurduktan sonra yatağına girdi, çok geçmeden uykuya dalmıştı.

Ertesi sabah uyandığında ilk iş kayıt cihazını kapatıp ses dosyasını bilgisayarına atmak oldu. Dizüstü bilgisayarını mutfak tezgahına yerleştirdi, arka planda kendi horlamasını dinleyerek tavaya birkaç yumurta attı. Kızgın yağda patlayan su kabarcıklarının öfkeli seslerine rağmen horlama seslerini duyabiliyordu, gerçekten de horlaması gecenin sessizliğinin de etkisiyle adeta gök gürültüsü gibiydi.

Kahvaltısını yaparken, ses kaydının artık yarım saat kadar ilerlemiş olduğunu gördü. Kulaklarını tırmalayan horultularından kendi bile bıkmıştı. Durdur tuşuna basmak için fareye uzanırken birden beklemediği bir ses çıktı bilgisayarının hoparlöründen. Her gün istisnasız olarak günlük hayatının bir parçası olarak duyduğu, ancak kayıtta olması imkansız olan bir sesti. Belki kayıttan değil de, dışarıdan gelmiştir diye düşünerek birkaç saniye geri aldığında ise, tekrar duydu. Ses kesinlikle kayıttan geliyordu.

Duyduğu, yatak odasına ait kapının yavaşça açılırken çıkardığı hafif gıcırdama sesiydi.

Sayfa: 1 [2]