Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - andreyfyodorovich

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 6
16
Shopenhauer'ın dediği gibi, özgün ol. Bunun sırrı yazarken düşünmek değil, düşündükten sonra yazmaktır. Çok düşün, ama amacından sapma kurguda ki metinlerinde bütünlük olsun.

Diğer hususlarsa, senin kültürüne ve potansiyeline bağlı.

Bu konuda farklı bir fikrim var benim. Şahsen, günlerce düşünüp elimde yine hiçbir şeyle kalıyorken, klavyenin başına oturduğumda veya elime kalem kağıt alıp sayfaya ne var ne yok girişerek yazmaya başladığımda, ilk düşündüğümle alakasız ama çok daha içime yatan şeyler ürettiğimi görüyorum. Kimilerine göre, ve ben buna katılıyorum, günde 1000, 2000 kelime -en az- yazmalıyız ki kendimizi geliştirebilelim.

Amaçtan sapmamak için her paragrafın sonunda, 'bu yazdığım ne işe yaradı, yazdığım hikayeye, kurguya, konuya nasıl bir katkı sağladı?' diye kendi kendime sorarım ben mesela. Tavsiye ederim.

Yazış stilimiz ve yazdığımız şey farklıdır, değil mi?(Aslında bir bütün, ama yazarın niyetini, aklındakileri belirtirkenki niyeti tamamen stilden anlaşılır.)

Eğer oturup direkt olarak yazarsanız anlattığınız şeyin yakın zaman gözlemi(kesinlikle geniş bir zamanda yapılmamış) olduğunu ve yoğunluğunun pek olmadığını görebiliriz. Aklınızda bulunmayan fikri varmış gibi göstermek için fikir oluşana kadar süslü ve gereksiz cümleleri kullanarak okuyucuyu kandırmaya çalışırsınız. Eğer o an yazıyorsanız etrafınızda bulunan olayların sizi direkt olarak etkilediğini, bilinç altınızda okuduğunuz şeylerin de bu etkilere dahil olduğunu kabul edersiniz. Düşünce oluşurken ve bu fikrin yoğunluğu yayılmamışken bilinçaltı doğrudan etkiler.

E o zaman, yazdığınız şeyin özgün(Tamamen özgün veya biraz özgün diyemeyiz. Bir yazı ya kişinin beynine özgüdür, ya değildir.) olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz Tabii size ettiniz demiyorum, sadece havada bırakılacak bir soru bu.

Ama durum böyleyken, ki benim de bunu yapmışlığım var; insanlara gidip de bu benim yazım demek ne kadar aciz ve yüzsüz olduğumu gösterir. Ahmet, Mehmet, Ayşe, Cenk, Fadime, Asil; biri beyninizde bir etki uyandırdı gittiniz yazdınız, bu sizin hikayeniz mi, katkıda bulunan sizin düşünce yetiniz mi? Ee oturunca başka ne düşüneceksiniz ki sizin dünyanız etrafınızdaki insanlar ve yazarlar. Tabii size kalmış karar. :)

Son olarak, iyi yazarların sadece oturup da fikir bulup, bu şekilde dünyaca ünlü olduğunu düşünmekse bu insanların yoğun anlatımlarına saygısızlık olur. Düşünce zamanla oluşan ve gelişen bir şeydir.

Ayrıca yeniden Shopenhauer'den alıntı yapmak istiyorum, belki size bir referans olur;
Alıntı yapılan: Shopenhauer
Bir düşünçe ancak sözcükler dizisi halini alana kadar gerçekten yaşar; o anda taş kesilir ve oracıkta ölür; lâkin tıpkı eski çağlarda yaşamış ve fosilleşmiş bitki ve hayvanlar kadar kalıcı hal alır. Gerçekten de anlık olan düşüncenin varlığı bir kristalin kristalize olduğu an ile kıyaslanabilir.

Bir düşünce sözcüklere dönüştüğü andan itibaren artık ne içimizdeki varlığını sürdürebilir ne de ciddiyetinin derinliğini muhafaza edebilir.

Başkalarının da haberdar olacağı bir şekle büründüğünde içimizdeki varlığı son bulur; tıpkı annesinin doğurduğu bir çocuğun dünyadaki varlığı başladığında annesinin içindeki varlığının sona ermesi gibi.

Bence oturup da öylesine yazan bir insan, bildiği düşünce ve fikirleri, sentezler kafasına göre yazar. Bu hoş değildir ve özgünlükten söz edilemez. Yazarın sadece yazmanın hoş olacağını düşündüğü, böyle bulduğu düşünceleri yazmasıyla karman çorman bir yazar halini alması bir olur. Zira ben böyle bir yazar tanımam, yazar dediklerime saygısızlık olur.

Sanırım yeterince açık olmadım, beni anlamamanız dolayısıyla anlaşılabilir bir durum. Karşımdaki kişinin anlattıklarımı, belirli rasyonel sınırlar dahilinde idrak edeceği varsayımı altında konuştuğum zaman böyle olabiliyor.

Oturup direkt yazmaktan kastım, sıfır birikim ve/veya sıfır bilgiyle klavyenin başına geçip "dıugıoşfsdjfsdfsdşogıdh" şeklinde tuşlara saldırmak, ardından da aralarında anlam taşıyan rastgele kelimeler bir araya getirip onlardan anlam çıkarmaya çalışmak değildi. Süslü ve gereksiz cümleler kurmakla ilgili söylediklerinizi birkaç defa okumak zorunda kaldıysam da ( :) ) bu tür anlatımları hiçbir zaman sevmeyen ve kullanmayan biri olarak sizinle hemfikir olduğumu belirtmek istedim.

Daha önce kimsenin düşünmediği bir şeyi düşünmeye çalışmaktan ziyade, herkesin düşündüğü bir şeyi en iyi şekilde aktarmak gibi bir şey de vardır. Aynı fikri her insan farklı şekillerde söyleyebilir, ancak yalnızca birkaçı bunu bize duyurup kabul ettirebilmiştir. Bir gün öleceğimiz düşüncesini ilk defa düşünen mi bize bunu daha iyi aşılamıştır, yoksa bunu daha iyi anlatabilen mi? Tabii ki de daha iyi anlatabilen.

 Ergo, özgünlüğü fikirde değil, üslupta aramak kanımca daha mantıklı olan yoldur. Ama bu öznel bir konu şu anda. (Normalde değil, ancak tartışmamızın hatrına öyle diyelim.)

"Hiç düşünmeyin, sadece yazın!" dediğimi düşünmeniz biraz üzücü olmuş. Benim demek istediğim, düşüncelerimi elle tutulur malzemelerle destekleyip düzenlemezsem yazmak bitmeyen bir sürece dönüşecektir.

Çevremde düşünürlerden alıntı yapan, yazmak dışında yazarlığa dair her şeyi yapan insanları çok görüyorum. O tür kişilere, hiç yazmadan sadece düşünerek kafalarında bir romanı bitirip tek seferde oturup yazmalarının mümkün olup olmadığını sorduğumda ise, yine bir düşünürden bir referans duyuyorum ve konu birden Kierkegaard'a falan kayıyor. Hepimiz lisede felsefe gördük sonuçta. Ha, 'şekil' falan oluyorlar orası ayrı konu.

Dolayısıyla size de aynı şeyi soracağım. Yazmak, emek işidir. Hem düşünmek hem de yazmak gerektirir. Sadece düşünerek kafanızda bir roman yazdığınız gün, (kafanızda olduğunun tıpkısının aynısı şeklinde basıldığında veya yazmayı bitirdiğinizde yani) haklılığınızı kabul ederim. Elinizi öperim. Kapınızda yatarım.

Benim saygımı hak edecek kişi, bana çok düşündüğünü söyleyen kişi olmayacaktır dolayısıyla. Çabalayan, üreten, ürettiğini geliştirmeye çalışan, yazdıklarını insanlara gösterip "b*k gibi olmuş" cevabını aldığında eksiklerini sorgulayan, yılmayan, Beşiktaş-Fatih arası otobüste Radiohead dinlerken birkaç ulvi şey düşünmekten öteye gidip gerçekten bir şeyler yazan kişiye olacaktır.

Animeden tiksinirim, ancak denk gelip izlediğim bir bölümden örnek vereyim; Rock Lee gibi birine yani.

Şimdi uyumadan önce 2000 kelime yazmak gibi daha verimli bir şey yapacağım. Esenlikle kalın.

17
Shopenhauer'ın dediği gibi, özgün ol. Bunun sırrı yazarken düşünmek değil, düşündükten sonra yazmaktır. Çok düşün, ama amacından sapma kurguda ki metinlerinde bütünlük olsun.

Diğer hususlarsa, senin kültürüne ve potansiyeline bağlı.

Bu konuda farklı bir fikrim var benim. Şahsen, günlerce düşünüp elimde yine hiçbir şeyle kalıyorken, klavyenin başına oturduğumda veya elime kalem kağıt alıp sayfaya ne var ne yok girişerek yazmaya başladığımda, ilk düşündüğümle alakasız ama çok daha içime yatan şeyler ürettiğimi görüyorum. Kimilerine göre, ve ben buna katılıyorum, günde 1000, 2000 kelime -en az- yazmalıyız ki kendimizi geliştirebilelim.

Amaçtan sapmamak için her paragrafın sonunda, 'bu yazdığım ne işe yaradı, yazdığım hikayeye, kurguya, konuya nasıl bir katkı sağladı?' diye kendi kendime sorarım ben mesela. Tavsiye ederim.

18
Kurgu İskelesi / Ynt: Yarın - I. Bölüm
« : 08 Eylül 2015, 21:03:57 »
Görmeyi çok isteyeceğim bir dünya yaratmışsınız. Bana göre bu gezegenin en büyük problemi, insan ırkının aşırı nüfuslanması ve doğal seçilimin işini yapmasına izin verilmemesidir. Küresel çerçeveden baktığımızda, hakikaten de, siyasi üstünlük adına daha fazla yandaş toplamak, çoğunluk olmak kısa vadede başarlı gibi gelse de uzun vadede bizi -ironik olarak- yok edecektir. Rakibi azaltmak kanunen yasak olunca ama, haliyle sen çoğalmak zorundasındır.

İdeoloji bir kenara, hikayenizi eğlenerek ve katılarak okudum. Güzel yazılmış bir hikaye görmek beni mutlu ediyor. Üslubunuzu ve anlatımınızı takdir ettim. Bıraktığınız merak unsuru da ayrıca hoş bir bonus gibi.

Tek bir sorunum var ki söylemezsem rahat edemem, sondaki merak uyandırıcı soruları sormak yerine, bize sordurtsanız ya? Onların yerine başka bir bilgi verseniz, biz de "Abov, n'olacak lan şimdi?" desek ya?

Devamı olacaksa bekliyorum. Olmayacaksa da sorun yok, ben hayal ederim :D Elinize sağlık.

19
Kurgu İskelesi / Ynt: 11 Yıldızın Öyküsü (Seri)
« : 08 Eylül 2015, 20:48:17 »
Merhabalar.

Hikayenizle ilgili birkaç naçizane fikrimi belirtmek istiyorum.

- Öncelikle anlatımınızda zaman kullanımı konusunda biraz tutarsızlık var. Şimdiki zamanla görülen geçmiş zaman arasında galiba farkında olmadan gidip geliyorsunuz. Bu anlatım türlerinin arasında gidip gelemezsiniz diye bir şey yok, ancak değişimlerin göze batmamasını sağlamanız gerekecektir.

- İkincisi, biçim, biçim, biçim. Yazım, imlâ ve noktalama çok önemlidir ve asla ikinci plana -benim şu an yaptığım gibi- atılmamalıdır. Her şeyden önce biçim önemlidir. Çünkü bir tane bile bitişik yazılmış, 'dahi' anlamındaki 'de' bağlacı bile bütün hikayeyi okunası olmaktan çıkarabilir.

- Bir de anlatım, üslup var ki bu da epey önemlidir. Mesela son paragrafınızdan bir örnek vereyim,

"Stella terk edilmişti.. Bir daha oraya uğrayan olmadı. Ardından Büyük Galaksi Savaşı oldu. 11 Yıldız Stella'yı kazandı. Fakat hala ortalık karışıktı." demişsiniz.

Stella terk edildiğinde nasıl hissediyordu? Oraya bir daha uğrayan olmadığında, ne gibi aksaklıklar yaşandı? Büyük Galaksi Savaşı nasıl oldu, bu savaşa dair neden çok bilgiye sahip değiliz? Ortalık nasıl karışıktı mesela?

Bütün bunların cevapları bile kafadan 20,000 kelimelik bir açıklamaya sahip olabilir. Karakterle yönelik empati kurmamıza izin verin. Onlarla birlikte bu yolculuğa çıkmayı istememizi sağlayın. Onları umursamamızı, onlara kızmamızı sağlayın. Savaşları bize de yaşatın. Sanırım demek istediğimi anlatabildim.

- Şimdilik son olarak şunu ekleyeyim, özellikle hikayelerinizi seri olarak yayınlıyorsanız, bir merak unsuru olması mutlaka gereklidir. Bir sonraki bölümün çıkması için sabırsızlıkla beklememizi sağlayın. Öyle bir yerde bırakın ki, -içimizden- size küfredelim. "Böyle yerde bırakılır mı, ben nasıl uyuyacağım şimdi?" diyelim. Sürekli sayfa yenileyelim :)

Kısa vaktimde ancak bu kadar gözlemde bulunabildim. Onun dışında elinize, aklınıza sağlık. Fantastik bir dünya yaratmak çok zordur, bunu hikaye yazmanın zorluğuyla birleştirirsek insan kendi kendini ağlatır sinirinden. Siz bunun üstesinden gelebilmişsiniz.

Kafanızda kurmuş olduğunuz güzel olduğuna emin olduğum bu dünyayı bize açın. Bizi de o dünyaya alın, bizi davet edin.

Görüşmek üzere.

20
Çok genel bir soru olmuş bu arkadaşım. Birçok hususa dikkat edilmeli, en basitinden yazım, imlâ, noktalama kuralları. Anlamdan önce biçim kovalanmalı. Unutmamak gerekir ki doğru yazım ve biçim, okura duyulan saygıyla doğru orantılıdır.

Bunun dışında, herhalde en büyük tavsiyelerimden biri, okumak isteyeceğin şeyler yaz. Yazdığın şeyi kendine beğendirmezsen ve kendinden emin değilsen başkaları bunu çok kolay anlayacaktır.

Daha ayrıntılı konuşabiliriz, ancak tam olarak neye ihtiyacın olduğunu bilmemiz lazım.

Sevgiler.

21
Kurgu İskelesi / Ynt: DL-23
« : 04 Eylül 2015, 17:59:35 »
İki öyküyü de ilkin eskisini olmak üzere art arda Black Rose Immortal eşliğinde okudum.

İkisini de çok beğendiğimi söylemeliyim. Ama vermiş olduğunuz haktan ötürü kıyas yapmadan duramıyor insan.

Eski filmler olur ya, yeni çekimleri yapılır. Daha büyük bir prodüksiyon eşliğinde teknik olarak daha ileri şartlarda çekilir. Ama o eski ruhu da çoğu zaman hissedemeyiz. Eskide bulunan o çiğliktir belki de bizde samimiyeti yakalayan ve ilgimizi çeken. Ben albümlerin remastered versiyonlarını dinlemeyi dahi tercih etmiyorum. Tabii bunda eskiye dair bulunan birikimimin etkisi de büyük. Benim için bir sanat eserindeki en büyük başarım teknik duruşu değil anlatısındaki değeri ve samimiyetidir.

Olumsuz gibi konuştum duruyor ama öyle değil. Bence DL-23 bu samimiyeti yakalayabilmiş. Gerçi mesajını direkt burnumuza yumruk olarak çakmış ama olsun.

Bir de Sanki'de öykü bittikten sonra gayet tatmin oldum ve düşünceye çekildim. Ama DL-23'te bir devam bekledim. Sonu belki de kullanılan samimi dilden ötürü ilk öyküde ki gibi vurmadı.

Böylesine güzel öyküler için tebrik ederim.

Merhaba, güzel sözlerin için teşekkür ederim. Demek istediğini çok iyi anlıyorum. Eski Oldboy ile yeni Oldboy kıyaslaması gibi diyorsun :) İşin ilginci işte ben de bi alıcı gözüyle okuyunca iki hikayede de bambaşka şeyler sevdim, ne hikmetse.

Bir de Intestinal Incubation diyip kaçıyorum.

"Palahniuk'tan etkilenmek" kelimesinde gizli imalarım elbette yok. Kendine "yazar adayı" diyen birinin yazdıklarını okurken Palahnuik'in akla bir şekilde gelmesi(en azından benim), yazdıklarınızın en hafif tabiriyle, iyi olduğunu gösterdiğini düşünüyorum. Öyle söylememin yazım üslubunuzun dışında -ki,o da var-,  hikayenizin daha ilk cümlelerinde, Gösteri Peygamberi'nin ıstakoz pişirme sahnesine farklı bir gözle yaklaşılıyormuş gibi hissetmemdi.   Bu elbette ki ne "Tanrı" deyip övmek, ne de "Tanrıcılık oyunu" deyip yermek değil :)

Açıklık getireyim, sizin o kelimeyi kullanmanızda herhangi bir gizli anlam aramadım. Genel olarak düşünerek cevapladım. Yoksa sizin yorumunuzdan iyi niyetiniz ve güzel düşünceleriniz haricinde hiçbir çıkarımda bulunmadım :) Tanrı benzetmem de tamamen Chuck Palahniuk'un en sevdiğim yazar ve George Carlin'den sonra -bana göre- en sevdiğim düşünür olmasından dolayı. İltifatınızın boyutunu göstermek istedim.

Her şey bir yana, ıstakoz pişirme sahnesinin sonunda ne biçim olmuştum. Palahniuk'un "Cannibal" ve "Guts" hikayeleri hele...

22
Tartışma Platformu / Çok Faydalı Bir Uygulama Tavsiyesi
« : 03 Eylül 2015, 13:02:31 »
Selamlar!

Yazarken bilgisayarını kullanan arkadaşlara bir önerim olacak. Bana çok büyük faydası dokunmuş, MS Word'e bakıp, "keşke şöyle olsaydı" dediğim şeylere sahip, verimliliğimi tavan eden ücretsiz bir uygulamayı size tavsiye edeceğim. İsmi Dark Room.

İndirme bağlantısı şöyledir.

http://jjafuller.com/dark-room/

Bir de ekran görüntüsü ekleyeyim de, fikriniz olsun. (Yazı renklerini falan ayarlayabiliyorsunuz.)

Ekran görüntüsü: http://prntscr.com/8c2rin

(Böyle reklam botu gibi geldim ama ben çok fayda görüyorum, siz de görün istedim :D )

Görüşmek üzere!

23
Kurgu İskelesi / Ynt: DL-23
« : 03 Eylül 2015, 12:40:31 »
O zaman da yazmışım şimdi de yazayım, çok başarılı olmuş. Ama önceki yazı, başarılı amatör yazısı iken bu, kalfalık eseri belki ustalık eseri olmuş. Geçişler yumuşacık, karakter daha oturmuş ve betimlemeler bambaşka bir seviyede.

Ama neden bilmiyorum, durumu daha iyi aktarsanız hikaye daha akıcı olsa da bir önceki hikaye de verdiğiniz ani dehşet hissini bunda alamadım. Yani karakter adına kafamıza bir kurşun yemiyoruz bu hikayede.  

O zaman da etmiştim, şimdi de edeyim, teşekkür ederim. İkinci paragrafınızda yazdığınıza tamamen katılıyorum. Dün gece hikayeyi bitirip baştan sona bi' sesli okuyunca dedim ki, ilkinde korkutmayı amaçlamışım da, bu yazdığım sanki uyuşturucuya eleştiri gibi bir şey olmuş. "Bunu tüketimin bizi getirdiği doyumsuzluk ve buna ilişkin madde bağımlılığını eleştirmek için yazdım" diyip oraya buraya göndersem kimse garipsemezmiş gibime geldi. Oysa ben bayağı mini bir distopya yaratmak istemiştim, niye böyle oldu hiç bilmiyorum! :D

Bence çok başarılı bir çalışma olmuş. Tebrik ederim. Tek olumsuz sayılabilecek eleştirim,  tarzınızın bana, Chuck Palahniuk'ten çok yoğun bir şekilde etkilendiğinizi düşündürtmesi. Bu iyi birşey de olabilir tabii :) Feci bir şekilde yanılıyor olmam da mümkün ama öyle hissettim okurken.  

Çok naziksiniz, teşekkür ederim. Palahniuk gibi bir ustanın tabiri caizse kaba et tüyü olabilmek dahi, belki de beni en çok mutlu edecek şeydir. Etkilenmek kelimesi içinde hangi gizli anlamları barındırır bilmem, ama yazım tarzımın neden böyle olduğunu açıklayarak ilişkilendirmeyi daha sağlıklı yapabiliriz sanırım.

Öncelikle minimalist yazım tarzını hep çok sevmişimdir. Az kelime, kısa cümle kullanmak bana hep en doğru yol gibi geldi. Bırakayım da kelime sayım değil de, kelimelerle anlattıklarım etki etsin.
Sonra okurken sürekli "-dim", "-dım", "-dı", "-di" görmekten okuduğum şeye odaklanamamaya başladığım için o şekilde yazmayı tamamen bıraktım. Şimdiki zamanda yazıyorum, bazen okura ne hissetmesi, ne düşünmesi gerektiğini emretme lüksüne de sahip olabiliyorum böylece.
Bir de tabii insan doğasının şairane, lirik olmayan unsurlarına ekstra dikkat gösterince, minimalizm ve şimdiki zamanda yazmayı da eklersek, Palahniuk, Spanbauer gibi minimalist, aynı tarzda yazmayı tercih eden yazarlara benzetilmek kaçınılmaz olabiliyor.

Ama şikayetçi asla değilim. Düşünsenize, biri size "Tanrı'ya benziyorsunuz," diyor.

24
Kurgu İskelesi / DL-23
« : 03 Eylül 2015, 03:48:04 »
Elini bacağına koy. Kalçandan başlayarak aşağı doğru indiğinde, bacağının esnek olmasını sağlayan kaslardan biri olan rectus femoris kasını hissediyor olacaksın. Bisiklet denilen aletlerdeki spiral şeklindeki süspansiyon düzenekleriyle az çok aynı işe yarar. Şimdi de elini biraz daha aşağıya doğru indir ve diz kapağının biraz yukarısında dur. Bu, senin temelde dizini bükmeni ve daha etkili kullanımı sağlayan vastus medialis kasın. Şimdiyse elini bu iki kasının arasında bir yere, biraz yukarılara doğru kalan bir yere koy ve orayı bütün gücünle sık. Hatta iki elini birden kullan. Sonra, daha da sertçe sık.
Sıktığın bölgenin derinlerine doğru büyük bir çatal sokup, sürekli kıvırdığını düşün. Makarna yediğindeki gibi.

Dedem henüz küçük bir çocukken, bana anlattığına göre, her şey için ayrı ilaçlar varmış.
Baş ağrıları için, örneğin, aspirin denen şeyler alınırmış. Soğuk algınlıkları için, analjezik denen bir ilaç türü varmış. En basitinden içinde parasetamol bulunduran herhangi bir şey. Kanser için radyasyon. Bir yeri kırılan kişi, aylarca kırılan yerini sert bir maddeyle kaplayıp öylece yaşamaya devam edermiş. Her hastalık için en az altı farklı ilaç türü, tedavi türü olabiliyormuş.

Bazı hastalıklar içinse aşılar geliştirilirmiş.

Şimdi, bacağını sıktığın bölgenin daha da derinine, kemiğine doğru indiğini düşün. Rectus femoris ve vastus medialis kaslarının aralarına giriyorsun. Etli, kaygan bir sicime ulaşana dek kazmaya, yırtmaya devam et. Bu ipimsi şeyin ismi femoral sinirdir. Hani bacağını dışarıdan sıktığında biraz acımıştı ya? İşte o senin femoral sinirinin, aradaki yağ, doku, et, kas, deri katmanlarının içinden acıyı algılama miktarıydı. Şimdi ayı kapanına kısılmış bir hayvan gibi dişlerinle bu vıcık vıcık, esnek ipi dişleyerek kopardığını düşün.

Daha önce yaptığını biliyorum. Evet, yaptın. Yediğin kızarmış tavukları hatırla. Bazen budun içinde rastladığın o kırmızı çizgiyi. Şimdilik hayali çatalını kıvırmaya ve sinirlerini dişleyeme devam et. Bir yere varacağım.

İhtiyara göre hayat bize güzel. Büyük Pangea Birliğinin bilim adamlarının yaklaşık yarım asırlık araştırmalar, deneylerden sonra sonunda aşıyı buldukları günü anlatırken, yaşlı adamın gözleri buğulanıyor, bakışları ufukları arıyordu. Bu, o aşıydı. DL-23 aşısı. Her şeyin tedavisi olacak aşı. Kızarıklıktan kangrene, o günden sonra tek hastalığımız, ölüm hali olacaktı.
Dedeme göre, neredeyse mükemmeldi. DL-23 pahalıydı belki, evet, ama hayat boyu sağlık garantisi karşısında, paranın nasıl bir önemi kalabilirdi ki? Paranın devri bitmişti.
Mülkiyet mi? Her şey az çok bedava olmuştu zaten. Dünya, insanoğlunun sahip olabileceğinden çok daha fazla kaynağa sahipti artık.
Onlarca yıl süren dünya savaşlarından sonra bile, bugün, kuşlar şarkı söylüyor, ağaçlar bahar rüzgarında hafifçe sallanıyor.
Yeryüzünde cennetteymişiz gibi.

6. Dünya savaşı ve Büyük Pangea Birliği sağ olsun.

Gelgelelim her güzel şeyde olduğu gibi, yeni dünya düzeninin bir de ufak bir kötü yanı var.

Şöyle ki, DL-23 günlük olarak alınmak zorunda. Saniyesi saniyesine yirmi dört saat aralıklarla. Dedemin zamanında yaşamış olsaydım, ‘bağımlılık’ denen ufak, minik bir kavramla tanışabilirdim. Bağımlılık, temelde, dışsal bir öğenin vücudumuzun normalde kendi kendine ürettiği bir maddenin yerini alarak, vücudun bu maddeyi dışarıdan temin etmeye alışmasını sağlamak anlamına gelir. Yani dedemin deyimiyle, DL-23’e bağımlıyız. Bir saniye bile geciktirmek, kişinin hayatına mal olur.

Bu bağımlılık durumunun dâhiyane boyutuysa, hayatına zerre değer veren her vatandaş bu aşıyı almak zorunda olmakla kalmayıp, bağımlılığı yüzünden bu aşıyı arzuluyor, ve almak için ne yapılması gerekiyorsa onu yapabiliyor. Çünkü herkes biliyor ki, almazsan, ölümün saniyeler bile sürmüyor. Birileri şalterleri indiriyormuşçasına, veda yok, gözyaşı yok.

Alırsan yaşarsın. Kaçıracak kadar zayıfsan, unutkansan, yavaşsan, ölürsün.
Doğal seleksiyon.

İhtiyar bunu zor yolla öğrendi. Bileğindeki çalar saat susalı birkaç saniye olmadan yere serilmiş, yavaşça yuvarlanarak ondan uzaklaşan şırıngaya elini uzatmış, son nefesini çoktan vermişti.
Onu çok sevdiği, içinden tertemiz, şeffaf kaynak sularının aktığı, çevresi rengârenk çiçeklerle dolu nehrin kıyısına gömdük.

Kahrolmuştuk evet, ama biliyorduk ki, saatine bakmak onun sorumluluğuydu.

Gerçi ilaç vaktinin gelişini bilmek için saatinin olması şart değil. Yirmi dört saatinin dolmak üzere olduğunu anlamanın çok kolay bir diğer yolu var. Aşının önlemediği tek şey.
Doğru tahmin ettin. Bacağımdaki kıvrılmış çatal, sinirlerimi çiğneyen hayali dişler.
Kramp.
Ağrı kötüleştikçe çantamda ilacımı arıyorum ve saatim sıfıra doğru geri sayımını yapmaya başlıyor.
Şırınganın iğnesin koruyan plastik ucunu dişlerimin arasına sıkıştırıyorum.
İki saniyem var.
İğneyi kolumdaki katetere soktuğumda, geri sayım bitiyor ve saatim sıfırı gösteriyor.
İlaç damarlarımı doldururken aradan geçen nanosaniyelerde, bir göz kırpmanın yüzde biri kadarlık bir zaman için, eski bir kameranın patlayan bir flaşı gibi, dünyayı görebiliyorum.

Sonsuzluğa uzanan, gökdelenlerin iskeletlerinin aralarında prefabrike mavi beyaz evler görüyorum. Yıllardır ölü oldukları her hallerinden belli ağaçların aralarında gezinen, deforme olmuş bedenlerin yürüyüşlerini görebiliyorum. Radyoaktif yeşili göllerde yüzen kolsuz, kulaksız, burunsuz çocuklar görüyorum. Her yerde gözcü kuleleri, kulelere bağlanmış telsiz megafonlar görüyorum. Daha önce hiç görmediğim canlılar görüyorum. Evlerin önlerine bağlanmış ölü evcil hayvanlar, siyam ikizi gibi kendi boylarında tümörler taşıyan, uzuvsuz veya fazladan uzuvlu insanlar görüyorum.

Ellerinde şırıngalar taşıyorlar.
Gülümsüyorlar.

Gözümü açıyorum ve DL-23 damarlarıma doldukça kramplar kayboluyor.
Sırt çantamdan bir şişe çıkarıyorum, dereden, dedemin deresinden doldurduğum taze kaynak suyunu içiyorum ve sabah koşumun devamı için hazırlık yapıyorum. Ciğerlerime temiz hava çekiyorum, dibi görünen şeffaf sularda yüzen, gülüşen çocukları görüyorum. Kuşlar şarkı söylüyor, ağaçlar bahar rüzgarında hafifçe sallanıyor.
Yeryüzünde cennetteymişim gibi.




Sevgili dostlarım, bu aslında daha önceden yazmış olduğum bir hikaye. Bir yazar adayı olarak yazımımın ne şekilde değiştiğini, ilerleyip ilerlemediğimi görebilmek için aynı hikayeyi tamamen baştan yazdım. Sonucu böyle oldu, sizinle paylaşmak istedim. Hikayenin ilk halini merak edecek olursanız şuradan okuyabilirsiniz http://www.kayiprihtim.org/forum/sanki-t15321.0.html;msg145439#msg145439 . Kıyaslayıp yorum yapacak olursanız da bilmeyi çok isterim. Görüşmek üzere!

25
Müzik / Ynt: Şu Anda Ne Dinliyorsunuz?
« : 23 Ağustos 2015, 23:37:20 »
Placebo. Ki normalde pek sevmem, ama yazacağım şeylerle alakalı diye mi bilemem, başka müzikler dinleyerek yazamıyorum.

26
Kendi düşüncemi aktarayım; bence yazarın tek derdi okunmak, anlaşılmak, aktarmak istediğini aktarmış olmak olmalı. En azından kendim için böyle düşünüyorum. Yayınevi de benim insanlara okutmak isteyeceğim şeyi okutmam için bir araç olacaktır.

Yayınevinin yazar seçiciliği yapması normaldir haliyle. Bir yayınevi her türden yazarı basmaz ki bu da çok normal bence. Dolayısıyla hangi yayınevinden yayınlanmak istediğinizi de belirlemeniz gerekebilir.

Parasıyla basan yayınevlerine karşı tutumum da pozitif aslında. Neticede mesajımı iletmemi öyle veya böyle sağlayacaksa, nasıl olduğu bir yerden sonra önemini yitiriyor bana göre. Elbet para vermemek daha iyi olurdu, ama param olursa da vermekten çekinmem. Pek okuru, seveni olmasam bile çok sevilen şairlerden Cemal Süreya bile yanlış hatırlamıyorsam ilk kitabını böyle parasıyla bastırmıştı. (Başka bir yazar da olabilir, kesin konuşmayayım.)

Yani aslında bir yerden sonra önemli olan mesajınızı, dünyanızı aktarabilmek. Param olsa ben hiç tereddüt etmeden parasıyla veririm. Yeterli derecede iyiysek, zaten öyle veya böyle okunuruz.

27
Güncel / Ynt: İş ile ilgili bir anketimsi
« : 23 Ağustos 2015, 19:57:13 »
Böyle bir yer de mi varmış? Bilmemek değil, öğrenmemek ayıpmış, bundan sonra bu tür şeyleri buraya yazarım.

Teşekkür edildi.

28
Güncel / İş ile ilgili bir anketimsi
« : 23 Ağustos 2015, 19:22:40 »
Merhabalar.

En kötü iş deneyimleriniz nelerdir? Sebepleriyle birlikte anlatabilir misiniz?

Benim için zamanında yaptığım palyaçoluk ve çağrı merkezi çalışanlığı en kötüleridir. Sıcağın altında otoyolun kenarında peruktan, kıyafetten nefre ede ede broşür dağıtmak çok kötüydü. Çağrı merkezinde de küfür, azar yiyip karşılık verememek berbat bir histi. Sizlerin deneyimlerinizi de almak isterim. Sevgiler.

29
Feminizme ihtiyaç var, neden var? Başarılı erkek öğrenciye burs vermektense ortalama bir kız öğrenciye sadece kız olduğu için burs vermek gerekiyor.

Eğer bir erkekseniz ve yönetimde feministlerin hakim olduğu bir vakıftan burs istemeye gidecekseniz şöyle söylüyorum ki hiç gitmeyiniz. Orada karşılaştığınız muamele, şahit olduğunuz pozitif ayrımcılık öyle bir raddeye ulaşmıştır ki bu tecrübeden sonraki üç hafta boyunca mide bulantısı, sırtınızdaki soğuk ter ve titremeyle yaşarsınız. Ne Bill Hicks ne de Greg Giraldo izlemek sizi eski pozitif halinize getirebilir. Erkekler için SAT'ye ilk girişte 2350 (SAT II) üstü puan alanların başvurularını değerlendiriyorlarmış, kızlar için bu sayılar SAT'ye en fazla üç kere girmek ve 2000 (SAT I) ya da üstü almakmış. SAT'yi bilmeyenler için söylüyorum: 2350 müthiş bir skordur, sınava ilk girişte tüm dünya genelinde %1'lik dilimde olabilirseniz bursu alabiliyorsunuz. Bu puanı Türkiye'den yapabilecek kişi sanmıyorum çıksın, evet birkaç girişte yapılabilir ama o zaman da feministler size burs vermiyorlar. Puanın yüksekliği ve ''erkekler için'' istenilen şartlar dile gelip bizden erkeklere burs yok diyor. Oysa vakıf, burslarını ABD'de Bilgisayar bilimi ve Fizik eğitimi aldıktan sonra tersine beyin göçü yapıp ülkesinde akademisyen olmak isteyen bir erkek yerine görece herkes için kolay SAT I'dan ortalama bir skor yapmış, girdiği üç SAT II skoru da ilk girdiğim SAT II skorunun yanından bile geçemeyecek, ortalaması 4.00'a bile yakın olmayıp kendi okulunda dahi %5'lik kesime giremeyen, Mensa'yı geçtim hiçbir uluslararası kuruluşa üye olmayan, bunun yanı sıra Brown University'de MGMT okuduktan sonra ülkesine uzun yıllar uğramayıp P&G'de çalışacak birine veriyorsa çok da gerek yok bu ideolojiye ya da takipçisi kadınlar bunu eğitime alet etmeseler keşke. Evet ben de biliyorum kadınların 1800'lerde Avrupa'nın göbeğindeki Zürih'te üniversite eğitimine yeni yeni kavuştuklarını ama şimdiki pozitif ayrımcılıklar ideolojinize, asıl amaçlarınıza gölge düşürür. Ada Lovelace, Florence Nightingale, bilim için kendini feda etmiş Marie Curie yaşasaydı ''Bayanlar siz ne yapıyorsunuz? Bizden sonra kadınlar adına sadece akademisyenlerin değil tüm dünyanın adına aşina olduğu bir bilim insanı çıkarabildiniz mi? Madem çıkartamadınız erkeklerin önüne engel koymayın.'' derlerdi. Ha olasılıklar üzerinden hümanizm yapılmaz, bunu da seve seve kabul ederim. Belki aldığım eğitimle uyuşturucu üretmeyi seçen bir badass dude olacağım değil mi?

Feminizm benim için: Kadınlara özgü vakıflar olmamasına rağmen senede iyi yüz kıza, göstermelik olsun da adımız çıkmasın denilerek on erkeğe burs veren vakıfların yöneticilerinin sahip olduğu görüş, yaşayış vs. biçimidir. Neyse ki Fulbright bunlar gibi işlemiyor da yüksek lisansa, doktoraya gideriz hayali kurabiliyoruz. Bu yazının tersini de yazmak mümkün, çünkü çıldırmış gibi sadece erkeklere burs, iş, yetki veren dünyaca vakıf, dernek ve şirket vardır.

Ben konuya eğitim, bilim yönünden baktım, umarım siz de (feministler) bilime çok az katkınız olmasına rağmen (üstelik de taş koyuyorsunuz) bilim adamı Matt Taylor'un yüzüne bakabilirsiniz.

Ne diyeceğimi bilemedim. Siteminizi okurken resmen sanki ben sizi kızdırmışım gibi hissettim :D Belirtmek istediğim bir konu var, erkeklere pozitif ayrımcılık da var evet, kadınlara da. Ancak birisi toplumdaki adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ortadan kaldırma mottosuyla hareket eden bir ideolojiden kaynaklanmıyor. (Hangisinden bahsettiğim aşikardır.) Aradaki temel fark bu. Öğrenim hayatınızda başarılar diliyorum ayrıca.

"Feminizme ihtiyaç var, neden var? Başarılı erkek öğrenciye burs vermektense ortalama bir kız öğrenciye sadece kız olduğu için burs vermek gerekiyor."
Hem katılıyorum hem katılmıyorum. Nedenlerine gelince. Katılıyorum çünkü ortalama öğrencilerin de bursa ihtiyacı var. İyiler ve zekiler nasıl olsa bir yol bulup ilerlerler.
Katılmıyorum çünkü; diyelim kızlara burslar verdiniz ve kızlar iyi okullarda okudular, iyi işlere girdiler ve iyi maaşlar alıyorlar. Bu yaşam kalitelerini yükseltir topluma hizmeti arttırır vb. Ama iş evliliğe gelince, iyi eğitim almış kızımız hanzonun biriyle evlenince ne olacak. Nazik bir hanım efendi kaba saba birine rağmen nasıl geçinecek, çocuk büyütecek vb. Ya iş şiddete vurulacak veya geçimsizlikten dolayı huzursuzluklar ayrılıklar olacak. O zaman işi dengede tutmanın iyi olacağını söylemeliyiz. Bu nedenle evlilikte güzel türkçemizin "eş" kelimesini çok seviyorum. Ne üstün ne de düşük. Eş... Hayatta da böyle olmalı -Fazla mı didaktik oldu ne-



Pek sevgili azizhayri, sanırım arkadaşımız orada biraz ironik yaklaşıp, iğneleme yapmış. Sizce de öyle değil mi? :)

30
Kurgu İskelesi / Ynt: İlk Orman (Yazar: Ryld Argith-Şahin)
« : 25 Temmuz 2015, 20:19:48 »
Merhaba.

Hikayenizi okudum ve naçizane birkaç tespitim, birkaç da önerim olacak.

İlk olarak masalsı anlatımın olmazsa olmazı, -mış eki, bazen çok göze batabiliyor. Bununla ilgili olarak cümle türlerinde, anlatımınızdan ödün vermeden ufak değişiklikler yapabilirsiniz.

İkincisi, hikayeni bitirdikten sonra mutlaka sesli okuyun. Okumadığınızı düşünmemin sebebiyse, hikayenizde neredeyse hiç virgül, noktalı virgül yok :) Yani konuşurken nefes alıp duraksadığınız anları gösteren, o hayat kaynağı oksijeni sağlayan virgülleri eklememişsiniz. Haliyle hikaye de kafamızın içinde ritimsiz bir şekilde ilerliyor. Ben her zaman hikayemi bitirip sesli okurum. Duraksadığım yere virgülü yapıştırırım.

Şu kısmı ele alalım mesela:

"Fakat bir gün İlk Ormanın en uzak köşesinden dört canlı gelmiş. Ağacı ev edinenlerin hiçbiri daha önce onlar gibi canlılar görmemişler. Başlarından çıkan kıllar uzunken vücutlarının geri kalanındaki kıllar bir tavşanın bile hor göreceği boyuttaymış."

Ben olsaydım, yukarıda belirttiğim fikirleri uygulayarak yazacak olursak şöyle olabilirdi:

"Fakat bir gün, İlk Ormanın en uzak köşelerinden dört canlı gelmiş. Ağacı ev edinmiş canlıların daha önce benzerlerine dahi rastlamamış oldukları, tuhaf canlılar. Başlarından çıkan kıllar uzunken, vücutlarının geri kalanındakiler, bir tavşanın bile hor göreceği uzunluktaymış."

Haddim olmayarak böyle bir yeniden yazmamsı yaptım. Hikayenizi çok beğendim, yarı fabl türü olması çok ilginçti.

Başka işlerinizde tekrar görüşmek üzere.

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 6