Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - andreyfyodorovich

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6
31
Kurgu İskelesi / Ynt: O
« : 25 Temmuz 2015, 20:02:40 »
Kaleminize sağlık sevgili Light. Doğrusu bana kendimi biraz cahil, algısız hissettiren yazıları okumayı, kafa yormayı severim. Sizinkini de birkaç defa okudum, hepsinde farklı şeyler düşündüm. Solipsizm ve varoluşçuluk kokuları aldım, sonra işin bir de tanrısal boyutları da mı var yoksa diye düşünekaldım.

Amacının düşündürmek olduğunu düşündüğüm yazınız, eğer öyleyse amacına ulaştı. Tebrikler!

32
Yok, utanmanız gerektiğini düşünmüyorum. Sadece eşit haklar, eşit muamele gibi konuları anlamakta biraz zorluk çekeceğinizi düşünüyorum. Özellikle erkekseniz ve bulunduğunuz ülkenin çoğunlukta olan ırkına mensupsanız.

Bu gibi şeyleri birini yakından tanımadan nasıl bilebilirsiniz bilmiyorum, ancak kendinizi feminist olarak tanımladığınızdan ön yargılı, sınıflandırıcı ve yargılayıcı bir insan olamayacağınızı düşündüğümden (!) iyi niyetli olarak söylenmiş bir söz olarak algılıyorum. :)

Türkiye'de yaşayan, Türk erkeklerinin eşit hak ve eşit muamele gibi kavramları anlayamayacak oluşlarını söylemeniz çok ilginç geldi. Neyse ki feminist olduğunuzu bildiğimden cinsiyetçi veya ırkçı bir şey söylemediğinizi düşünüyorum (!).

Gelecekte referans olsun diye de belirteyim, Türkiye'de yaşayan Koreli bir erkeğim :)

Ayrıca hepsini anladım da son sorudan hiçbir şey anlamadım. Amacı nedir tam olarak?

Normalde birbirleriyle alakalı değiller ama kurgumda önemli bir role sahip sayın Grayswandir.

33
Ataerkil toplumda bastırılan kişiler kadınlar ve geleneksel cinsiyet rollerini reddedenler olduğu için hayır, görmüyorum. Elbette erkeklerin de gördüğü zararlar var ama kadınlara kıyasla hiçbir şey. Bu yüzden cinsiyet eşitliğini destekleyenlerin daha çok kadınlara odaklanmasında pek bir mantık hatası göremiyorum. Günümüz cis heteroseksüel erkekleri fem kelimesiyle başlayan her şeyden korktuğu ve tiksindiği için gelen tepkiyi anlıyorum ama.
Şimdiki pek çok feminist erkeklerin uğradığı baskıyı gözardı etmiyor ama bu ideolojinin isimlendirilmesinin üzerinden yıllar geçtiğini unutmamak gerekiyor.

Cis heteroseksüel erkek/kadın olmaktan utanmamızın beklendiği durumlarla çok karşılaşıyorum. Bu beni üzen bir şey. Cinsel kimliğimin toplum ve cinsiyet rolümü belirlememesi gerektiğini düşünürken ben, fem ile başlayan her şeyden korkup tiksindiğim ima edilerek bana aktarılıyor. Genelleme farklıdır, sınıflandırma farklıdır. "Şimdiki pek çok feminist" ile "Günümüz cis heteroseksüel erkekler" arasındaki fark, genelleme ile sınıflandırma arasındaki farktır.

Feminizmin isimlendirilmesi değişemez diye bir şey yoktur, zira feminizm sürekli yenilenen dalgalar şeklinde tekrar önümüze konan bir olgudur. 7. dalga feminizm yerine başka bir isim kullanılabilir.

34
Elbet kitapçıdan kitap temin etmek, birinci elden insan ilişkisi kurmak her zaman daha iyidir. Zamanımızın sorunu da bu zaten.

Ancak internetin bir hayat şekli olarak değil de imkan oluşturan bir şey olarak algılanması bizi dengeye sokacaktır. Örneğin fiziksel olarak edinemediğim kitapları internet olmasaydı hiç alamayacaktık. Mesela benim hiç param yok, ben internetten de almıyorum, e-kitap okuyorum.

Çok fazla sayıda basılmadığı için yalnızca internet üzerinden satılan kitapları da unutmamak lazım. Bütçesi veya imkanı çok fazla olmayan yazarlar bu şekilde kitaplarını yayımlatabiliyorlar.

35
Kurgu konusunda size şöyle bir bilgi vereceğim, biraz tartışılabilir bir yöntemdir ama çok da kullanılır.

İngilizceniz iyiyse IMDB sitesine girin, değilse Türkçe bir film tanıtım sitesine girin. Bir tanıtım yazısı bulun ve içindeki öğeleri sırayla isteğinize göre değiştirin. Değiştirmeyeceğiniz tek şeyler bağlaçlar kalana kadar değiştirin. Esinlenme bile olmayacak kadar değişeceği için için rahat olsun. Örneğin;

Inception filmini herkes izlemiştir. Onun tanıtımını kullanalım:

"Dom Cobb (Leonardo DiCaprio) çok yetenekli bir hırsızdır. Uzmanlık alanı, zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çekip çıkarmak ve onları çalmaktır. Cobb’un bu ender mahareti, onu kurumsal casusluğun tehlikeli yeni dünyasında aranan bir oyuncu yapmıştır. Ancak, aynı zamanda bu durum onu uluslararası bir kaçak yapmış ve sevdiği herşeye malolmuştur. Cobb’a içinde bulunduğu durumdan kurtulmasını sağlayacak bir fırsat sunulur. Ona hayatını geri verebilecek son bir iş; tabi eğer imkansız “başlangıç”ı tamamlayabilirse. Mükemmel soygun yerine, Cobb ve takımındaki profesyoneller bu sefer tam tersini yapmak zorundadır; görevleri bir fikri çalmak değil onu yerleştirmektir. Eğer başarırlarsa, mükemmel suç bu olacaktır. Ama ne dikkatle yapılan planlamalar, ne de uzmanlıkları, onları, her hareketlerini önceden tahmin ettiği anlaşılan tehlikeli düşmanlarına karşı hazırlıklı kılabilir. Bu, gelişini sadece Cobb’un görebildiği bir düşmandır."

Dom Cobb yerine, (isim bulursunuz, ben şimdilik Turist Ömer diyeyim). Yetenekli yerine, beceriksiz diyelim. Hırsız yerine, hmm, şövalye diyelim. Uzmanlık alanı yerine, en büyük korkusu diyelim. En büyük korkusu da, mesela ejderhalar olsun. Demek istediğimi sanırım anlatabildim. Devamını açıklama yapmadan sallayacak olursam kafamdan, şöyle bir kurgu kalır elimizde:

"Turist ömer, yeteneksiz bir Şövalyedir. En büyük korkusu, bir gün ejderha öldürmekle görevlendirilmek ve beceremeyip hayatını kaybetmektir. Ömer'in bu özelliği, onu tüm krallığın dalga geçtiği biri yapmıştır. Ancak, ona verilen işlerden kaça kaça bu durum onu mükemmel bir diplomat, olağanüstü bir konuşmacı yapmıştır. Ömer'e, şövalyelik onurunu kurtarabilmesi için bir fırsat verilir. Ona onurunu geri verecek tek bir iş, tabii eğer çok basit bir diplomatik belgeyi ulaştırabilirse. Ejderha öldürmek yerine, Ömer ve hizmetkarı bu sefer tam tersini yapmak zorundandır, görevleri bir ejderhayı öldürmek değil, onu kendi taraflarına çekmeye ikna etmek olacaktır. Eğer başarırlarsa, şövalyelerin de üzerinde bir itibara sahip olacaktır. Ama ne dikkatle söyleyecekleri övgü cümleleri ne de parlak silahları onları bu kurnaz düşmana hazırlıklı kılabilir. Bu, üstesinden yalnızca Turist Ömer'in gelebileceği bir ejderhadır."

Gördüğünüz gibi her ne kadar kötü bir kurgu olsa da, az çok bize bir şablon sunmuştur ve üzerinden kendi kurgumuzu kendi yaratıcılığımızı kullanarak inşa etmemize imkan vermiştir. Inception ile hiçbir ortak yanı olmadığını görebilirsiniz.

Ben genellikle kısa hikaye yazdığım için kurgularım tek cümlelerden oluşur. Hatta bir gün uykumdan uyanıp duvarıma "anoreksik papatya" yazıp geri uyumuşum. Nedir, ne anlama gelir hala bilmem :D

Ama kitap yazacak olsam kurguyu ya böyle yapardım, ya da girişini yazıp, girişin üzerinden hareket ederdim. Değişik yöntemlerle ilgili daha uzun açıklama ve örnekleme yapabilirim, isterseniz, söylemeniz yeterli.

Kolaylıklar dilerim.

36
Tenekeci, Grayswandir, Bardes, bilgi ve görüşleriniz için teşekkür ederim. Feminizmin düşünce ve uygulama kısımları arasında birçok fark var. Bunları öğrenmeye çalıştığım için yazdıklarınız bana epey faydalı oldu. Size sorum; sizce neden egaliteryanizm değil de feminizm?

azizhayri, güzel bir düşünceymiş. Ama burada psikolojik şartlar neredeyse tamamen göz ardı edilmemiş midir?

Vega, teşekkür ederim. Sonrasında ne yaşadınız, özel olmayacaksa paylaşabilir misiniz? Size göre feminizmin bireyleri her yönden eşit görmesiyle, ismindeki 'Fem' kısmı zıtlık oluşturmuyor mudur?

37
Tüm iticiliğinin yanı sıra bazen mantığını anlayabiliyorum. Negatif bir değeri 0'a eşitlemek için o değere negatif olduğu ölçüde pozitif değer verirseniz sonuç elde edemezsiniz. Negatif değere en yakın yüksek pozitif değerler eklemeniz gerekir. Bu yüzden feminizm insani bir temele dayanıyor gibi geliyor bana.

Hangi yönlerden itici olduğunu söyleyebilir misiniz?

- Hiç intihar yardım hatlarını aradınız mı? Bu deneyimlerle ilgili bana bilgi verebilir misiniz? Neler konuşuldu?

iOS 8.3'ü ilk yüklediğimde meraktan Siri bacıma ölmek istiyorum dedim o da intihar hattını aradı. Bunun dışında aramadım. Bir aralar çok fena aşk acısı çekiyordum intihar düşünmedim ama o zamanlar azrail gelse alayım mı canını dese al derdim. Ne kadar da enayilik edermiştim :D

Lisedeyken de bir anket yapmışlardı. Zorla doldurduğumuz için okumadan rastgale işaretlemiştim. Yanımdaki arkadaşım da ben ne işaretlediysem o da onu işaretlemişti. Meğer bizim sıktıklarımız kendi içinde tutarlıymış ve arkadaşla beni intihara meyilli diye rehberlik servisine çağırmışlardı. Kadın epey nutuk çektiydi bize :P


Neler söylemişti kadın? Bana da benzer şeyler olmadı diyemem :D

Aslında söylemek istediğim epeyce şey var feminizm konusunda. Ne yazık ki radikal feministlerle ilgili düşüncelerimi rıhtım'da kabul görecek bir dille ifade etmem çok zor. Kendilerinden uzak durulması herkesin selameti açısından faydalı olacaktır. Liberal kanadıyla ilgili ise uzun uzadıya yazasım gelmiyor hiç. Meydanı diğer arkadaşlara bırakıp, olası bir tartışmaya ortasından dalmayı düşünüyorum. :P

Radikal feminizm ile ilgili düşüncelerinize muhtemelen katılıyorumdur. Bana göre, ifade özgürlüğünün süistimaline dayanan bir düşünce olduğundan tehlikelidir. Radikal feminizmin hayatlarımızdaki etkilerini bilmek istiyordum.

Öncelikle, feminizm toplum içinde varolması gereken bir şeydir. Feministliği desteklemem, fakat olmaları gerektiği gerçeğini değiştirmiyor bu. Aynı şekilde diğer saldırgan ideolojilerin, görüşlerin önünde bazı insanlar diş gösterme, katı görüşlere sahip olma ihtiyacı güdüyorlar ve bu çok normal bir şey. Bu güdüye sahip olan insanlardan bazıları da feministler tabii ki. Ortaya bu şekilde çıkartıyorlar ihtiyaçlarını. Ben iki tarafta da değilim ve iki şekilde de takdir etmiyorum.

İhtihar denince de iki çeşit intihar vardır:

Birincisi belli bir süre için gelen intihar istemi; mesela o an intihar etmek istemek veya birkaç hafta öyle hissetmek gibi. Hayatınız normale dönene kadar.

Bir diğeri ise, her zaman olan. Siz dünyayı kabul etmezsiniz, sevmezsiniz. Gerçeklerin farkındasınızdır ve aklınız yerindedir. O intihar istemi her zaman vardır, her yanınızdaki insan aslında yanınızda değildir sizce. Sadece kendiniz varsınızdır ve bu ortamdan uzaklaşmak istersiniz. Nedenler değişebilir, çoğu zaman acımasızlık, uyuşukluk(duygu olarak), amaç bulamama gibi olgulardır.

Kendimce yardımcı olabildiysem ne mutlu bana :)


Sent from my iPhone using Tapatalk

Olabildiniz, çok teşekkür ederim. Bana ait olmayan her düşünce çok önemlidir.

38
Merhabalar dostlarım,

Epeydir bu forumda -çok olmasa da- aktif bir şekilde bulunmaktayım. Biliyor olabileceğiniz üzere ikinci kitabım üzerinde çalışmaya başladım.

Bu noktada yardımlarınıza ve tecrübelerinize ihtiyacım var. Şu sorularımı yanıtlayabilirseniz çok sevinirim:

- Daha önce intihar girişiminde bulundunuz mu? Bulunduysanız, hangi yolla? Neler düşündünüz, neler hissettiniz? ("Bir arkadaş"ınız da olabilir bu :) )

- Hiç intihar yardım hatlarını aradınız mı? Bu deneyimlerle ilgili bana bilgi verebilir misiniz? Neler konuşuldu?

- Feminizm hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Siz olsanız nasıl bir değişiklik yapardınız?

- Radikal feminist aile bireyleriniz, sevdikleriniz varsa, sıkıntı yaşadıysanız bunlardan bahsedebilir misiniz?

- (Sonradan eklenmiş soru: ) Hiç bozuk, çürük et yediniz mi? Tadı nasıldı? Neden yediniz ve ne hissettiniz?

Teşekkür ederim şimdiden.
Sevgilerimle.

39
Kurgu İskelesi / Ynt: Sürgün
« : 10 Temmuz 2015, 22:36:38 »
Kısa hikayelee diyincea klıma ilk gelen oluyorsunuz artık.Birçok yazınızın sonunda keşke devamı olsa yada devamı olsa nasıl olurdu diye düşünmeden yapamıyorum

Teşekkür ederim, çok naziksiniz. Sonları yoruma açık hikayeler okumak hem hayal gücümüzü geliştiriyor, hem de hikayeyi bizim için daha güzel kılıyorlar bana göre.

40
Kurgu İskelesi / Ynt: Kardeşimle Akşam Yemeği
« : 13 Haziran 2015, 20:21:43 »
Pastel dudaklarımın çatlaklarına tünemiş sinekler bile burnumun gölgesinden çıkmaya korkuyorlar.
-
Yiyemeyeceğim bir muz kadar sonra ölmüş olacağım.

İçemeyeceğim bir sigara kadar.
-
Susuzluktan iyice yoğunlaşmış kanımın tadı ağzımda sıcak ve demirli bir domates çorbası.
-
Ölüme yiyemeyeceğim bir öğün yemek, içemeyeceğim bir bardak su kadar yakın olmasam; acil durum ‘kurtarma’ botunda ölmenin muhteşem tezatına kıkırdayabilirdim.

Sırf bu ifadeler için bile öykünüze hayran kalabilirdim. Daha fazlası için sağolun. Keşke yazmaya yeltenen herkes uzun öykü serileri yazma çabasından sıyrılıp sizin gibi sade ve güçlü yazabilse. Ben dahil. Yazdığım her şeyi bir kenara atıp sizin gibi yazabilmeyi isterdim.

Editörümün benden eski bir hikayemi bulmamı istemesi üzerine buraları eşelemesem, sizin yazdığınız bu sıcak yorumunuzu görmeyecektim. Lütfen kusuruma bakmayın, bir yıl sürmüş takdirinize layık olmam.

41
Kurgu İskelesi / Ynt: Sürgün
« : 10 Haziran 2015, 14:07:22 »
Kısa ve öz tek kelime ile elinize yüreğinize sağlık.

Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Gözlerinize sağlık.

42
Kurgu İskelesi / Ynt: Kozmik Katatoni
« : 09 Haziran 2015, 21:57:08 »
Ben aksine argoyu sevdim, çünkü azizhayri'nin de diyeceğimizi tahmin ettiği gibi tasvir ettiğin ortamlarda farklı bir konuşma şekline rastlamak pek olası değil. Ki ben konuşmaları oldukça güzel buldum. Hikaye de tabiri caizse tam tadında 'abstract' olmuş, beğenerek okudum.

Haddim olmayarak bir iki ufak noktaya da değinip kaçacağım;

'Tabii' yerine 'tabi' kullanılması oldukça yaygın bir yanlışlıktır. 'Elbette, doğallıkla, haliyle...' anlamlarında kullanılan 'tabii'dir.

Bir de (bu tamamen şahsi tercih meselesidir) ben olsam diyalogları aktarırken '... dedi' şeklindeki sık tekrardan kaçınarak, devrikleştirirdim biraz. Yani demem o ki,

"“Ya da suratının ortasına öyle olduğunu söylemek.” Diye yanıtladı kurnaz kişi.

“O da bir diğer alternatif tabi.” Diye atıldı görev bilinci tanrı katına ulaşmış olan."

yerine,

"“Ya da suratının ortasına öyle olduğunu söylemek.” Diye yanıtladı kurnaz kişi.

“Görev bilinci tanrı katına ulaşmış olansa hemen atıldı: "“O da bir diğer alternatif tabi.”"

gibi.

Çok konuştum, kaleminize sağlık. Sizden daha fazlasını da görmek isterim.

43
Selamlar.
Distopya için güzel bir konu yakalamışsınız lakin bu garip insan evrimi bana tuhafgeldi. Ağrı kesiciler, antibiyotikler insanın genetiğini değiştirmez. Hamilelik döneminde kullanım sakat doğumlara neden olabilir ama kimse büyük büyük dedesi leblebi gibi ağrı kesici, antidepresan tükettiği için genetik olarak böyle bir enkaz devralmaz.

Büyük büyük kulaklıklarla müzik dinlemenin neticesinde aşırı hassas kulak zarlarına sahip olmak garip mesela. Tam tersi olması gerekir. Sürekli yüksek sese maruz kalan kulakların işitme eşiği yükselir deyim yerideyse sağırlığa yaklaşır. Sizin hikayenizde herşey ters işliyor. Ölümü o kadar normalleştirmişsiniz ki okurken hiç etkilenmedim. Oysa yaptığınız tasvirler  normalde dehşet uyandıran sahneler olmalıydı.

Hikayenizde gözardı edilemeyecek mantık hataları görüyorum. Ayağını masaya çarpınca kırıp ölen insanların olduğu bir yerde bu insanların nasıl doğduğu sorusunu sormam kadar normal bir şey yok sanırım. Bu kadar hassas bir metabolizmaya dönüşen insanoğlu ( bunun sebepleri de mantıktan yoksun) doğum yapabilecek gücü ve sağlamlığı nereden buluyor? Hapşırınca kalbi duran bir insan nasıl doğum yapabilir değil mi? Hikayeniz distopya olsa da, ağır mantık hataları barındıran kendi içinde bütünlükten epey uzak bir durumda.

Eğer hikyaenizde evrimden bahsediyorsanız ki ediyorsunuz, o halde doğal seleksiyonu reddemezsiniz. Yani uyum sağlayanın hayatta kaldığı, sağlayamayanın yok olduğu bir süreç. Bu derece narin bir hale gelmiş insanoğlu nun doğması mucize ötesi, yetişkinliğe erişmesi ise imkansız ötesi olurdu.

Tüm bu eleştirilerimi hikayenin bir kitabın parçası olduğu için yapıyorum yani kitap amatörlükten çıkmış profesyonel bir ürün olduğu için.

Umarım bana gücenmezsiniz.
Merhabalar.

Aslında gerçekten dehşet verici bir hikâye olmuş. Sahneler yan, gerçek anlamda ağzı açık bırakıyor.

Ancak televizyondan ya da bilgisayardan alınan radyasyonların, kulaklıkların, ilaçların insanlara böyle zarar vermeleri biraz tuhaf. Ne bileyim, nükleer bir patlama olsa ve insanlar bundan etkilense sanırım daha mantıklı olurdu Ancak su konusunda bir şey diyemeyeceğim, yakında su bulamayacağımız doğrudur.

Ancak yine de insanların her konuda suçlu ilan edilmesi... Bilmiyorum, 21. yüzyıl insanları tamamen kötü, atalar hep suçlu. Hikâyenin geçtiği noktada doğru ama kötülemenin de bir sınırı olmalı bence.

Yine de ellerinize sağlık ve kitabınız hayırlı olsun, şu an okuyacağım çok kitap var; ama alıp okuyacağım ve umarım asıl yorumumu o zaman yapacağım. Zira aslında başından sonuna kadar tamamen merak uyandırıcı bir kısım vermişsiniz, insan sonra ne olacak demeden geçemiyor.

Merhabalar.

Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Şu anda iyi gidiyor her şey. İlgilenmiş ve yorumlarınızı sunmuş olmanız beni tahmin edebileceğinizden çok daha fazla mutlu ediyor.

Yukarıda alıntı yapmış olduğum arkadaşlarım, hayal kırıklığına uğrar mısınız bilmiyorum, ama bu öykü gelecekte geçmiyor. Bu öykü mantıklı bile değil. En basit örneği zaten söylenilenler gibi bir şeyi aşırı tüketmekten gelen zayıflık kavramıdır, çünkü -yine söylemiş olduğunuz gibi- aksine fazla kullanım bağışıklıkla sonuçlanır. (Hikayelerimi açıklamayı pek tercih etmem genelde, hangi anlam çıkarılmışsa onu desteklerim çünkü, ancak bu açıklamayı yapma gereği görüyorum.)

Ancak bilmeniz gereken de şudur ki, 'Sentetik Distopya' fantastik bir kitap değil. Bin yıl öncesinde geleceği hayal etmiş bir insan düşünün, onun hayal ettiklerini düşünün; bir de günümüzle karşılaştırın. Günümüzden bahsediyorum yani 'distopya' derken, fakat sosyal, ahlak bakış açısıyla. Kimler gerçekten mutlu? O bin yıl önceki adamın ütopyasına ne kadar yakınız? 'Sentetik Distopya' adeta plastikleşmiş, yapay ahlak düzenimizden bahseder.

Ve Son Nesil, şu an, bugün yaşayan bir insanın gözlerinden toplumumuzu anlatıyor. Elbette sizin, benim gibi düşünen bir insan değil, sanrılarla, nefretle beslenmiş hasta bir aklın perspektifi, ama son derece haklı da. Tüketim toplumunu anlatıyor.

Birilerini eleştirmenin en güzel yolu, onları bunun farkına vardırmadan kendilerini eleştirtmektir. Amacım buydu. Yani ahlaki ve sosyal imgeleri ararsanız, öykü sizi tatmin edecektir.

Yanlış anlamayın lütfen, bir hatayı savunuyor, tabiri caizse 'kıvırıyor' değilim. Amacım her zaman buydu. Fantastiğe, doğaüstülüğe birazcık sürtünen bir yazımım olmasaydı zaten bu forumda kendime yer bulma küstahlığında bulunamazdım.

Sevgi ve saygılarımla.

44
Hep onların suçu. Şu, ‘öncekiler’in.

İkinci milenyumun hemen ardından, -21. yüzyılın başlarına tekabül eden zamanlarda- insanoğlu kendini evriminin en kötü evresine soktu. Düşüş evresi. Birden, besin zincirinin tepelerinden, en aşağılara düşüvermiştik. Her anlamda.

Bugün, ineklerin ve koyunların ve diğer canlıların koparıp da yedikleri bir çimenden daha zayıf olmamızın sebebi, o ikinci milenyum neslidir. En hafif öksürükte korkup yuttukları haplar. Vücut sıcaklığı yarım derece yükselir gibi olduğu an çiğneyerek tükettikleri, reçetesiz erişimlerinin olduğu antibiyotikler. Cinsel güç artırıcı küçük, mavi kristaller. Estetik ameliyat. Radyasyon yüklü elektronik cihazlar ve antidepresanlar.

Güneşin değişen ışınlarının tenimizi her an yakıp tüm ırkımızı yok etme ihtimalinin suçlusu deodorantlar, fabrikalar. Makyajın, kozmetiğin bıraktığı kalıcı hasarlardan, yaşlı yüzlerle doğan bebeklerden bahsetmek dahi istemiyorum.

İlkel televizyonlar ve piller ve daha yüzlerce şey.

Yüzyıllar geçti ve bir noktada umudumuz vardı. Bir şeyler başarıyorduk ve çok şey değişmişti. Bizi birbirimizden ayrıştıran şeyleri hayatımızdan çıkarmayı öğrenmiştik çünkü. Bizler, nefretle hayatta kalmayı başarmış bir neslin çocuklarıydık ve dersimizi almamız yüzlerce yıl sürmüş olsa bile, sonunda başarmıştık.

Irk diye bir kavram kalmamış olduğundan, o problem biraz kendi kendini çözdü aslında. Biz de silahları yok ettik. Dillerimiz bile artık farklı. Daha doğrusu bütün gezegen tek bir dil kullanıyoruz. Benim gibi tarihle, eski dillerle ilgilenen insanlar dışında bu yazdıklarımı kimse anlayamaz bile örneğin.

Teknolojinin ilerlemesini durdurmuştuk ve tek bir yenilik dahi getirmemiştik. İnsanoğlu teknolojiyi hak etmiyordu çünkü. 21. yüzyıl bunu kanıtlamıştı.

Dünyayı her şeye rağmen daha iyi bir yere getirmeye çalışmıştık ve elimiz tamamen boş değildi, ama ‘öncekiler’in tahribatları artık kalıtımımıza kodlanmıştı bile.

21. yüzyıl için, insanoğlunun altın çağı deniliyordu. Cinsel açlığın, safsata dinlerin imparatorluğu. Türümüzün en parlak dönemi. Pop müziğin, uyuşturucunun, insanların birbirleriyle tanışıp evlendirildikleri televizyon programlarının hükmettiği bir kaos. Medeniyetin doruğu... İnsanoğlunun ne istediğini bilmeyişinin en güzide örneği.

Onlardan bize kalan, yalnızca kırıntılar oldu. Bebeklerin cinsel hastalıklarla doğmalarının normal kabul edilişi oldu. Son televizyonu, son modemi ateşe verdiğimizde elimizde kalan tüketilmiş bir gezegen oldu. Son sigarayı söndürdüğümüzde, son alkol şişesini kırdığımızda, dünyamız sonuna kadar sıkılmış bir tüp olan Dünya oldu.

Bize kalan artıklardı. Kazanın dibindeki zehirli, yanık, yağlı kısım. Bizler arta kalanlardık.

Bakıldığında, belki de en aptal nesli değildi milenyum nesli. En zayıfı da değillerdi. Hatta oldukça zekilerdi. Tanklarıyla, kitle imha silahlarıyla, biber gazları ve soğuk savaşlarıyla da gayet güçlülerdi. Ama onları, bizi bitiren bunların hiçbiri değildi zaten. Bizi, insan denen yaratığı ve medeniyetimizi bu hale getiren; yani bir insanın ortalama yaşam süresinin otuz sekiz yıl olacağı noktaya getiren şey, tembellikleriydi.

Devlet diye bir şey vardı o zamanlar mesela. Bu ‘devlet’ten geçinerek yaşamaya çalışırdı herkes. Yatarak, kolay para kazanmak için; geceleri bacaklarına, kollarına kemerlerini, serum lastiklerini bağlayıp birbirlerinin uzuvlarını testerelerle kesenler... ‘Sakat yardımı’ tabiri o zamanlardan gelir.

Bugün doğan üç kişiden biri ya kolsuz ya da bacaksız doğar. Ortalama yaşam süreleri birkaç yıl. ‘Engelli’ kelimesi artık kullanımda değil çünkü yeryüzünde ‘engel’siz kimse kalmayınca, bir gün sözlüklerden silinmesine karar verilmişti.

Sorun tüm bunları bilmek de değildi zaten. Ağızları, burunları kanayarak bize bunları tarih dersinde anlatan öğretmenlerimiz de biliyorlardı sonuçta geçmişimizi. Ve onların öğretmenleri. Ve onların da öğretmenleri. Koca bir tür olarak yüzlerce yıl önce başarısız oluşumuzu bilmek bizi ne yazık ki çok etkileyememişti.

Bu yüzden, günümüz insanını öyle kolay şaşırtamazsınız. Korkuysa; yüzyıllar önce, sosyal medyanın dünyayı ele geçirmesiyle kaybolmuştu bile. Son insani dürtülerimiz, merhametimizle beraber. İşkence görmüş hayvanları seyrede seyrede, en çok kimin intiharı izlenecek diye, insanlık kendini öldürmüştü.

Bu yüzden bu sabah uyandığımda annemin, babamın, kardeşimin, köpeğimin halsizlikten zar zor hareket ettiklerini gördüğümde o kadar da sorun etmedim. Ateşleri vardı ve kusmaktan nefes alamıyorlardı. Problem değil.

Kahvaltımı hazırlayıp çantamı aldım ve okula gitmek için evden çıktım. Otobüse bindim. Şoförün gözleri yolu zar zor görüyor diye endişelenmedim, olabilirdi. Arada bir direksiyonun hakimiyetini yitirse de; ben ve bir otobüs dolusu ayakta uyuyan, öksüren, kusan, bayılan yolcuyu bir şekilde gideceğimiz yere kadar götürebildiğine göre...

Sorun yok.

Öğretmenlerimin ders anlatırken her gün giderek çürüyen bedenleri, kopup yere düşen uzuvları dikkatimi pek dağıtmadı.

Öğle yemeği arasında, sınıfımdan bir çocuk aniden fenalaştı sonra. Daha doğrusu, oracıkta ölüverdi. Sonrasında yemeğine yanlışlıkla birkaç damla fazladan yağ konduğunu öğrendik. Tabağından bir kaşık alması yetmişti. Sadece seyrettik. Hayatlarımızın herhangi bir gününden farksız.

Böyle şeyler çok normal artık.

O kadar normal ki, hastane diye bir kurum toplumumuzda artık yok. Gereksiz çünkü. En ufak bir hastalığın, veya hastalığı boş verin, birkaç öksürüğün bile ölümünüze sebep olacağı bir zamanda; ilaç kavramı da yok edilmişti. Morglar kalmıştı sadece. Yollarda yürürken düşüp ölen insanlar için seyyarları bile vardı.

...

Akşam olduğunda, sarı mavi parlayan güneş batıyordu. Eve dönüş yolculuğum boyunca camdan dışarıyı seyrettim. Ağızlarından iç organları dökülen yaşlılar; kaldırımlara böbrekleri, dalakları, bağırsaklarıyla birlikte kalan kuvvetlerini de damla damla bırakıyorlardı. Ölüyorlardı ve kimsenin umrunda değildi. Otuz beşinden sonra zaten yürüyen ölülerdi, kimse gözünü bile kırpmazdı o bunaklar için.

Ben, neslim, türüm; çok da kolay şaşırmıyoruz artık. Ayağını masanın kenarına çarpıp düşen, öyle ölen insanlara şaşırmıyoruz. Beş defadan fazla hapşırdığı için kalbi yavaş yavaş atmayı bırakan bile ölürken şaşırmıyordu, üzülmüyordu. Sitem ediyordu yalnızca. Günde iki defa alması gereken ilacın tüm kutusunu birkaç günde bitiren atalarına; yakıcı, kazan dolusu kaynayan bir öfke duyuyordu.

Yüzyıllar önce yaşamış, birkaç günlüğüne bile yatakta yatıp uyumaktan korkan pısırık büyük-büyük-büyük-büyük-büyük-dedelerimiz yüzünden; kalplerimiz artık birkaç öksürükten sonra pes ediyordu ve bunu dert etmiyorduk. Birkaç şınav çekmeye çalışan ve oracıkta kollarını kıran aptallarınsa, vay haline!

Araçtan indim ve evimin ön bahçesine serilmiş cesetlerin üzerilerinden dikkatle geçtim. Kapıyı açtım ve odama girdim, bilgisayarıma açılması için komut verdim.

Hazır evde kime yokken müzik dinlemek istiyordum. Ailem müzik dinlememden çok korkardı, çünkü sesini doğru ayarlamazsam kulak zarlarım patlayabilir ve kalıcı olarak sağır kalabilirdim. Eskiden devasa kulaklıklarla otobüste, evde, yolda yürürken son ses müzik dinleyenlerin mirası. Onlara, ve gece kulüplerine giden ahmaklara selam olsun.

Sorun, hiçbir zaman beklediğin bir şeyin olmasıyla ortaya çıkmaz. Yani demem o ki, canınızı en çok sıkacak şeyler hep beklenmeyenlerdir. Sizi hazırlıksız yakalayandır.

Mutfağa gittim ve bir bardağa ılık su doldurdum. Süzgeçle içindeki pislikleri topladım. Önceki nesiller içilebilen suyla saatler süren duşlar, banyolar almamış; tuvalet sifonlarına içme suyu doldurup boşa harcamamış olsalardı, belki şu an birilerinin arıtılmış sidiğini içiyor olmazdım. Ama buna da sevinebilmeyi öğrenmiştim. Benden sonrakileri çok daha kötüsü bekliyor olacaktı.

Hep onların suçuydu, şu ‘öncekiler’in. Aldığımız her nefesin ayrı bir işkence olmasının sebebi insanoğluydu. Yedi katlı cehennem gerçekten vardı ve zemin katı Dünya’ydı.

Mutfak tezgahının önünde elimde tozlu bir su bardağıyla duruyor; bir yandan düşünüyordum. Dışarıda yürürken ayağı takılanları, kalp krizi geçirenleri, yanlışlıkla birbirlerine çarpınca oracıkta bütün kemikleri kırılan yabancıları...

Alışmıştım artık, sıkıntı değildi hiçbir şey.

Kendimi tutamayıp sert bir şekilde hapşırdığımda kendimi öldürebileceğim ihtimali sorun değildi.

Bunların hepsi olağandı ve normaldi.

Dedim ya; sorun, hazırlıksız yakalandığınızla başlar. Beklenmeyenin gerçekleşmesiyle başlar.

Sorun sokaklarda can çekişerek ölen insanlar, seyyar morgların onları kaldırıp yakmalarını sessizce bekleyen cesetler değildi. Bunu bekliyorduk zaten.

Beklemediğimiz şey ise, ölülerin ayağa kalkmaya başlamasıydı.



Sentetik Distopya kitabım an itibariyle yayımlanmıştır. Bu hikayeyi sizinle şahsen paylaşmak istedim, ilgilenirseniz kitabı tüm kitap sitelerinden temin edebilirsiniz.

Sevgiler ve saygılarla.

45
Kurgu İskelesi / Ynt: Sürgün
« : 14 Mayıs 2015, 11:01:30 »
Şizofreni tanılı kişilerin sözde tedavilerinin ilk dönemlerinde intihar etmelerinin sebebini çok güzel anlatan bir yazı olmuş bu.

Manevi sefaletin öyle bir noktaya vurur ki bazen, gerçekliğin sınırları gizli gizli silerler kendilerini.

Bu cümle ve tedavinin orta çağ dönemi bir kale kuşatmasına benzetilmesi, nefisti. Bilindik konu, farklı işleyiş, okunması kolay, içeriği net.

Umarım beğenmişsinizdir.

Güzeldi. Anlatımı, akışı güzeldi. Sonunun şaşırtmasını beklemiyordum; ama şaşırttı. Afalladığım için son birkaç cümleyi tekrar okudum. "Haaaa.." dedim. Çok hoşuma gitti sonu.

Bunu daha önce birkaç öykünüz için de belirtmiştim. Okuduğum öykülerinizin çoğunda da görüp çok seviyorum. Bu kadar kısa öykülerde bu kadar başarılı olmanız gerçekten takdire şayan.

Flash fiction için forumda örnek olarak göstermelik öyküleriniz var.

Ellerinize sağlık.

Üşenmeden paylaştığım hikayeleri okumanız beni çok sevindirdi efendim. Beğenmeniz ise tamamen ayrı bir konu. Teşekkür ederim. Hikayeye gelecek olursak, genellikle amaçladığım o "Nasıl yani" dedirten sonu yakalamaya çalıştım yine. Biraz başarır gibi oldum sanırım :P

Sizin öykülerinizi çok seviyorum. Kısa yazabilen insanlara hayranım. Yazamadığı için kısa yazanlara değil tabi. Sizin gibi, uzun yazabileceği halde özellikle kısa tutabilenlere hayranlığım. Zevkle okudum. Ellerinize sağlık.

Gözlerinize sağlık Bülend Bey. (İsminizi umarım doğru hatırlamışımdır. :) )

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6