Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - serhan1310

Sayfa: [1] 2 3 ... 6
1
   
   “Korkun;
   Masumiyeti bozulduğunda, günahları görecek olandan,
   Korkun;
   Vahşice solmuş yaşamların kederini görenden,
   Korkun;
   Kendi gölgesinden bile ürkenden…” (Hakra Tabletleri T.Ö 2244)
   

    Kan ter içinde uykudan uyandı. İri iri açılmış gözlerle etrafına bakındı. Her şey yerli yerindeydi. Duvar boyunca uzanan tozlu raflarda dizili kitaplar, şöminede sönmeye yüz tutmuş kütükler, masanın üzerinde yarım bıraktığı yemeği ve sokak kapısının hemen önünde yatan köpeği.

   Kırık pencere camından içeri süzülen rüzgârın, dalgalandırdığı perde miydi korkarak uyanmasına sebep olan, yoksa aynı pencereye sürten yaşlı çınar ağacının dalları mı?

   Derin bir soluk alarak, yatağının başucundaki, eski püskü sehpanın üzerinde duran sürahiden bir bardak su doldurdu. Birkaç yudum içtikten sonra bir soluk daha aldı. Nedensiz, sebepsiz, tekin olmayan bir korkuydu hissettiği. Hiçbir kaynağa sahip olmadan öylece vardı. Tüm bunların nedeni olarak yaptığı işi suçlayabilirdi ama bu işi yapmaktan vazgeçmek gibi bir lüksü olmadığını biliyordu. İnsan olmayı sürdürebilmesi için başka seçeneği yoktu. Sadece insan olmak yeterli miydi? Peki, insanlık ne olacaktı.

   On üç yaşındayken her gün aynı rüyayı görmeye başlamıştı. Bir yıl sonra bunun bir anlamı olduğunu düşünüp rüyasında gördüğü yerin peşine düşmeye karar vermişti ve köyün dışındaki annesinin mezarını ilk kez ziyaret etti. Her şey böyle başlamıştı. Dışlanmaya alışkındı. Yalnızlığa ve itilip kakılmaya. Ama bu dışlanmanın bir yetim olduğundan değil annesinden ve annesinin büyük bir haksızlıkla öldürülmesinden kaynaklandığını öğrendiğinde içindeki çocuk yanı ölmüştü. Hayata artık bambaşka gözlerle bakıyordu. O gözlerde öfke ve şiddet vardı. Yok etmeye aç, intikam isteyen ve asla bir çocuğun masum yüzünde olmaması gereken bakışlar. Şimdi ise o günün üzerinden yirmi yıl geçmişti.

   Kapının önündeki desenleri solmuş ve yer yer yırtılmış halının üzerinde yatmakta olan köpeği, tembelce bir kulağını kaldırıp sahibine baktı. Sonra neler olduğunu bir anda idrak ederek hızla ayağa kalktı. Burnu huzursuzca havayı kokluyordu. Hırıltıyla inilti arası bir ses çıkararak kapıdan uzaklaştı. Sahibinden destek almak istercesine yatağın yanına yaklaştı.

   Sahibi kendi kendine “Korkun; yıldızsız gecede yürüyenden.” Diye mırıldandı.

   Her yıldızsız gecede olduğu gibi “O” geliyordu. Ne kadar denese de ondan kurtulamıyordu. Nereye giderse gitsin, ne zaman gökyüzünde yıldızlar parlamıyorsa kapısında beliriverirdi.

   Şöminede kalmış küller bir anda alev aldı.

   “Korkun; yanacak hiçbir şey yokken parıldayan alevle gelenden.”

   Kapının altındaki ufacık aralıktan içeriye zifir gibi bir karanlık süzülmeye başlamıştı.

   “Korkun; kapınızı çalmadan içeri süzülen geceden.”

   Elindeki sürahiyi olduğu gibi şömineye fırlatmak istedi. Ateş olmazsa o da olmazdı. Ama bunun işe yaramayacağını da biliyordu. Gölge tamamen içeri süzülmüştü. Yerdeki halının üstünde öylece duruyordu. Hiçbir şeye ait olmadan.

   Usulca yatağa doğru süzülmeye başladı. Kaçabilmenin bir yolu yoktu ve karşı koyabilmenin de. Köpeğin korku dolu iniltileri odadaki sessizliği bozan tek şeydi.   Köşeye sıkışmış her hayvan gibi saldırmaya çalıştı ama bir gölgeyi ısıra bilmesinin yolu yoktu.

   Önce bir ayak olması gereken yere yerleşti. Diğer ayak yerleşirken fısıltıları duymaya başlamıştı. En son gölgenin başı ait olduğu yere geldiğinde fısıltılar acı dolu çığlıklara dönüştü. Korkak bakışları, yine on üç yaşındaki o gece olduğu şekline bürünmüştü. Yok etmeye aç ve intikam isteyen.

   “Korkun; gölgesiyle bir vedalaşıp bir buluşandan. O ki kendi gölgesinden bile korkan…”

      Devamı yakında…
   
   

2
Müzik / Ynt: Şu Anda Ne Dinliyorsunuz?
« : 23 Nisan 2016, 00:24:25 »
Hagalaz' Runedance - Hel, Goddess of the Underworld

3
Kurgu İskelesi / Dişil Dünya
« : 22 Nisan 2016, 01:37:48 »
   1.BÖLÜM

   Yüksekliği beş metreyi bulan ağaç gövdelerinden yapılma, altı büyük kafese bakarken, bulunduğu uzaklıktan bile Mitra’ nın yüzünde, kendisiyle duyduğu gururu okuyamamak imkânsızdı. Ferimbre vadisinin en büyük Hara’sı olmayı kafasına koyalı yıllar olmuştu ve şimdi sahip oldukları onun taş şehirlere kabul edilmesini bile sağlardı.

   Taş şehirlere dair anlatılanlar kulağa cezbedici gelse de Mitra hayatından memnundu. Bir kabilede ihtiyaç duyulacak en önemli şeylere sahipti. Etrafı dağlarla çevrili korunaklı bir düzlük, Dağların doruklarından beslenerek büyüyen akarsular, zengin bir orman ve kendisine sonuna kadar sadık bir topluluk. Taş şehirlerin kalabalığını kim ne yapsın ki.

   Bir okun havayı yaran ıslığını duydu. Kısa bir an içinde oturağının yanı başındaki haber kütüğüne kırmızı tüylere sahip bir ok saplandı. Kırmızı ok avcıların başarı elde ettiğini, okun üzerindeki dört uzun ve bir kısa çentik ise dört buçuk gün kadar uzaklıkta olduklarını gösteriyordu. Tehlikeli bir durum olsaydı kabileyi alarm durumuna geçirirdi ve düşmanları gelmeden çok önce hazır olurlardı. Mitra kendi geliştirdiği bu yöntem sayesinde sayısız baskını kayıp vermeden atlatmıştı. 
 
   On metre yüksekliğindeki kulesinin merdivenlerinden indi. Merkezde tek başına yükselen kulenin hiçbir korunağı yoktu ve Mitra bulunduğu yerden kabilesini şahin gibi izlerdi. Kırk dört yaşındaydı. Halkına Ferimbor adını takmıştı. Yirmi yıllık kargaşa ve kabileler arası savaşların sonunda Ferimbre vadisindeki her kabile ya yok olup gitmiş ya da Ferimbor’ lara katılmıştı.

   Tabitha annesinin kuleden inişini görünce heyecanla ona doğru koşmaya başladı. Arima oyununda ablasını yenmişti ve bu zaferini bir an önce paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Geniş ovada dizili bambu dallarından yapılma çadırların arasından hızla koşuyordu. Yaşıtları arasında en uzun süre koşabilen ve en hızlı olanıydı. Yine de bunlarla yetinmek istemiyordu. Ablası kadar iyi yay ve mızrak kullanabilmek, annesi kadar zeki olmak ve bir gün Ferimbre vadisinin Hara’ sı olmak en büyük hayaliydi. Ne var ki aynı hayalleri paylaşan üç kız kardeşi daha vardı ve Hara olabilmek için üçünden de üstün olduğunu kanıtlaması gerekecekti.

    Gün Tabitha için çok güzel başlamıştı. Gece bir Ferimber (Ferimbrenin çocuğu) olarak uyumuştu ve sabah kadınlığa ilk adımı atmış olarak uyanmıştı. Kendi kanını görünce kısa bir korku yaşamadı değil. Panikle ne yapacağını şaşırmıştı ama bu ona öğretilen andı. On dört yaşında artık bir Ferimbor olmuştu. Hemen kendisinden iki yaş büyük olan ablası Gura’ nın yanına koşup bunu ona haber vermişti. Ablası da kendisini tebrik edip beraber Arima oynamışlardı.

   Mitra merdivenleri indiğinde kendisine doğru koşan küçük kızını hemen fark etti. Yüzünde yılların izlerini silen güzel bir tebessüm belirmişti.

   “Sürekli böyle koşmaya devam edersen bacakların bir antilop bacağından farksız olacak Tabitha.”

   Kız, kısa bir an soluklandı. Omuzunun üstüne düşen kıvırcık saçları terden ıslanmıştı. “Ben arık bir Ferimbor oldum anne.” dedi. Kısa ve öz. Annesi detayları sevmezdi. Onunla konuşurken her zaman sebep ve sonucu kısaca belirtmeleri gerekiyordu.

   Mitra, kızını tepeden tırnağa süzdü. Av kafilesini karşılamak için kabilesini toplaması gerekiyordu lakin kızının heyecanına tepkisiz kalıp onu üzmek te istemiyordu. Kendisine beklentiyle bakan iri badem gözler karşısında gülümsedi.

   “Tebrik ederim kızım. Artık bir Ferimbor olduğuna göre yeteneklerin doğrultusunda yönlendirileceksin.”

   “Kimsenin beni yönlendirmesine ihtiyacım yok.” Dedi çocukça bir kendinden eminlikle.

   “Ahh Tabitha! Bir mızrak ne kadar keskin olursa olsun onu yönlendiren el ne kadar hünerliyse o kadar iş görür.” 

   “Artık beslemek için bir tüysüz maymun seçebilir miyim?” diyen Tabitha’ nın gözleri hevesle altı büyük kafese takıldı. Bir yandan da konuyu değiştirmek istiyordu.
   
   Her kafesin dışında birer gözlem kulesi ve her kulede iki nöbetçi sürekli hazır beklemekteydi.

   “Büyümek için çok acele ediyorsun. Oysa bilmelisin ki büyüdükçe kederlenirsin. Bırak her şey sırası gelince olsun.”

   Sabırsızlıkları bazen sinir bozucu olsa da Mitra kızına bakarken kendi çocukluğunu uzaktan izler gibi hissediyordu. Fildişinden yapılma işlemeli borusunu çıkarıp üfledi. Borunun gür sesi tüm vadide dalga dalga yankılandı.

   Tabitha’ nın suratı asıldı. Annesine anlatmak istediği o kadar şey varken onun kendisiyle işi bitmişti. Borunun çağrısına uyan Ferimbor’ lar hızla toplanmaya başlamışlardı.  Bir kısmı çadırlardan, bir kısmı ovalardan hepsi koşar adım toplanıyordu. Ayak sesleri dışında hiçbir gürültü yoktu. Kusursuz bir düzen ile çalışan karıncalara benziyorlardı. Bakıcılar henüz Ferimbor olmamış çocukları çoktan yerlerine götürmeye başlamışlardı.

   Vakit öğlene yaklaştığında sayıları dört bini bulan büyük bir kalabalık Hara Mitra’nın etrafında toplanıp sessizlik içinde bağdaş kurup oturmuşlardı. Her birinin saçları kazınmıştı. Başları, kaynatılmış kanar ağacının kan kırmızı özü ile mesh edilmişti. Güneş altında kızıl bir nehir gibi dingin fakat ürkütücü bir manzara sergilemekteydiler. Kısa deri etekleri ve karınlarını açıkta bırakan tunikleri dışında kalan tenleri, vücutlarına sürekli sürdükleri amber yağından dolayı parıldamaktaydı.   
   Bakıcılardan biri Tabitha’yı götürmek için yaklaştığında Mitra ufak bir baş hareketiyle kadını geri gönderdi. O sırada kendisine yönelen sorgulayıcı bakışları görmezden gelerek önünde oturan kalabalığın karşısında dimdik duruyordu. Hiçbir Ferimber boruyla çağrılan toplantıda yer alamazdı.

   “Cümle Ferimbor’ lara selam ederim. Dilerim yollarınız uğurlu, günleriniz aydınlık olur. Hepinizin huzurunda kızım Tabitha’ nın artık bir Ferimbor olduğunu duyurmaktan onur duyarım. Bu durum henüz sabah vuku bulduğundan saçlarını kazıtma fırsatı olmasa da şu an aramızda olmasında sakınca görmüyorum. İtiraz eden var mı?”

   Kalabalığı gözleriyle taradı. Sadece birkaç kişiyle göz göze geldi ve onlarda bakışlarını hemen başka yöne çevirdi. Tabitha bu durumdan memnundu. Tek bir itiraz bile bir meydan okuma sayılırdı. Aslında içten içe bir meydan okuma da beklemiyor değildi. Bunu adeta istiyordu. Kendisini herkesin önünde annesine kanıtlama şansı. Böyle bir fırsat kolay kolay ele geçmezdi.

   Bir kişi ayağa kalktı. Tabitha, bir önceki kutlu ay başlangıcında ferimbor olanların lideri Sura’ yı görür görmez tanıdı. On beş yaşında oldukça kendini beğenmiş ve kibirli biriydi. Kalabalıktan onun davranışını onaylamaz mırıltılar yükselse de kimse bir şey demedi. Ne kadar genç olduğu önemli değildi. Her Ferimbor aynı haklara sahip olurdu.

   “Ben Ferimbre vadisinin Harası Mitra seni görüyorum.” Dedi annesi. Geleneklere her zaman bağlıydı ve kendisini herkes tanıyor olsa da kurallar değiştirilemezdi.

   “Ben Buğu sürüsünün lideri Sura. Tabitha henüz kutlu ayın altında kutsanmadığı için şu an aramızda olmaya hakkı yoktur. Bu yılki diğer Ferimbor adayları gibi kutlu ay törenini beklemelidir. “

   Mitra durumdan hoşnutsuz olmuştu ama gerçek değiştirilemezdi. Doğruyu gördükleri halde düşüncelerini değiştirmeyenler ilelebet cehalete mahkûm olurlardı. O zamanda tüysüz maymunlardan farkları kalmazdı.

   “Doğru söylersin Sura. Lakin doğruyu söyleme şeklin doğru değildi. Bir sürü lideri olmasan sözlerin hiç sorun olmazdı ve kızımı şuan buradan gönderirdim. Lakin bir lider gerektiğinde yapıcı olmalı ve karşısındakilerin duygularına göre davranmayı bilmelidir. Bu durumda senin liderlik vasıflarının yeterliliğine karşı şüphe duydum. Gelecekte bir gün kızım bu günkü olanlardan etkilenip senin sürüne karşı öfke duyarsa ne olacak? Ya da senin süründen biri onu şu an buradan göndersem ve onunla alay etse ne olacak?”

   Mitra’nın delici bakışlarının tüm ağırlığını hisseden Sura özür dileyip kararından vazgeçmeyi düşündü ama o zamanda sürüsü ve kabile önünde zayıf görünecekti. Bir lider konuşmadan önce sözlerini iyice tartmalı ve konuştuğunda asla geri adım atmamalıdır.

   Sonunda “Bilinmesini  isterim ki Tabitha eğer çekilirse sürümden hiç kimse onu küçük görmeyecek ve ben onu kardeşim gibi göreceğim. Son sözüm budur.” Dedi Sura.

   Mitra duyduklarından bir nebze memnun olmuştu. Cevap bekleyen bakışları kızına yöneldi.

   Tabitha herkesin neredeyse soluk almadan kendisini dinlediğinin bilinciyle iyice gerilmişti. Kendisini konuşamayacak kadar ağlamanın eşiğinde hissediyordu. Fakat buna neden olan üzüntüsü değil öfkesiydi. Ateşin üzerinde bırakılmış bir kabın içindeki su kadar kızgındı ve içten içe kaynamaya devam ediyordu.

   “Geri çekiliyorum.” Dedikten sonra derin bir soluk aldı. Kalabalıktan rahatlama dolu bir soluk verme sesi geldi. Annesi de dahil herkes nefesini tutmuştu ve bu cevabı vermesini bekliyor gibiydi.

   “Geri çekiliyorum diyebilirdim.” Diyerek sözlerini düzeltti Tabitha. Artık sesi titremiyordu. “Eğer gururuma böyle bir saldırıda bulunulmasaydı geri çekilirdim. Ama bu günden sonra ben seni bir kardeş olarak asla göremeyeceğim. Her daim bir şekilde karşına çıkacağım ve bu günün hesabını sorabilmek için her fırsatı değerlendireceğim. Son sözüm budur.”

   Mitra bir an hiçbir şey diyemedi. Olay tüm kabilenin önünde gerçekleştiği için geri dönüşü yoktu. İçinde tam bir duygu karmaşası hakimdi. Bir yanı kızına sağlam bir sopa çekmek isterken diğer yanı onunla gurur duyuyordu.

   “Kabile içinde düşmanlığa yer veremeyeceğim. Sura, sen bir sürü lideri olarak böyle bir çıkmaza düştüğün için geri çekilirsen sürünün liderliğini Tabitha alacak ama sen aramızda yaşamaya devam edebileceksin. Geri çekiliyor musun?”

   “Hayır.”

   “Tabitha, eğer geri çekilirsen kutlu ayda kutsanıp bir Ferimbor olacaksın ancak seçmelere katılmayıp Sura’ nın sürüsünde onun sözlerine uyarak yaşayacaksın. Kabul ediyor musun?”

   “Hayır”

   “O halde kararı atalarımızın oyunu Arima verecek. Her kim yenilirse beş yıl süreyle diğerinin hizmetçisi olacak. Verilen herhangi bir işe itiraz edecek olursa Ferimbre’ den sürgün edilecek. Son sözüm budur…”

   Ferimbre vadisine akşam çöktüğünde, Tabitha bir uçtan diğerine dört adımı geçmeyen kendi çadırında bağdaş kurmuş oturmaktaydı. Önündeki Arima tahtasını incelerken, gün doğumunda oynayacağı oyun için bir strateji belirlemeye çalışmaktaydı. Borunun çağrısında kendi yarattığı olay dışında önemli bir şey olmamıştı. Yaban ay zamanında ava çıkan en büyük ablası Kira’ nın başarı ile dönüş haberi uğruna kabiledeki konumunu derinden sarsacak bir olaylar zinciri başlamıştı.

   Her taşı tahtanın bir noktasına koyup olası hamleleri gözünde canlandırıyordu. Önce fili koydu. Oyunun en güçlü taşı. Yanına en güçsüz taş olan tavşanı yerleştirdi. Güçsüz olsa da doğru bir hamleyle zaferi garantileyecek olan sekiz tane tavşanı vardı. Onları tahtadaki dört adet tuzak karesinden olabildiğince uzak tutması gerekiyordu. Tüm tavşanlarını kaybederse yenilmiş sayılırdı. Tek bir tavşanı rakip sahasına ulaştırmayı başarabilirse de kazanmış.  Kazanmanın pek çok yolu vardı ve annesinin dediği gibi zaferin her yönden görüldüğü bir yerde, mağlubiyette her yönden gelebilirdi. Arima sadece zafer için oynanan bir oyun değildi. Bazen yenildiğinde bile yenmiş sayılabilirdin. Her oyun kendi içinde bir hikâye yaratırdı ve karşı taraf bazen zaferi kazansa bile öyle çok ders alırdı ki kendisini yenilmiş sayabilirdi.

   Tabitha çadırın üçgen biçimli girişinden gökyüzüne doğru baktı. Yaban ayının son yeşil pırıltıları da kızıla dönmek üzereydi. Sadece birkaç gün sonra ay tamamen kızıl rengini alacaktı ve Kutlu ay başlamış olacaktı. O gece yıl içinde ferimbor adayı olanlarla birlikte saçları kazınacak ve kanar ağacı ile kutsanacaktı. Ardından yılın ferimbor turnuvası yapılacak ve yeni sürünün lideri belirlenecekti. Ne var ki kendisi için durum çok farklı gelişmekteydi.

   Düşünceler içerisindeyken, çadırın içine usulca süzülen yaban ayın son yeşil pırıltıları, annesinin kapısına dikilmesiyle kesildi. Apar topar ayağa kalktı. “Anne.” Diyebildi sadece. Kendisini suçlu hissediyordu.

   Mitra kızını bir süre sessizce izledi. Onun, kendi kararlarının ağırlığı altında ezilmesi içini burksa da, hissettiği suçluluk olgunlaşması için iyi bir fırsattı. Sonunda daha fazla dayanamayıp gözlerini kızının ayaklarına indirdi.

   Tabitha bir nebze olsun rahatlamıştı. Annesi de olsa o bir Hara’ydı. Karşısında oturmanıza izin vermeden ve hiçbir şey söylemeden öylece duruyorsa bu büyük bir cezaya veya bir meydan okumaya işaretti.  Şimdi ise oturuyor olmak, önceki durumundan daha iyi olsa da annesinin üstünlüğünü kabul etmişti ve  ağzından çıkan her kelime Tabitha için bir emir niteliğinde olacaktı. Karşı çıkması ihanet demekti. Annesi bir şey söylemek yerine usulca yanına oturdu. Tabitha şaşırmıştı. Bir ceza bekliyordu. Düşmanlık içeren sözlerinden ötürü sürgün edilse bu kadar şaşırmazdı.   Annesi kendisini eşiti olarak görmüştü. Şimdi söyleyecekleri sadece öğüt ve ders verici nitelikte olacaktı ama Tabitha bunlara uymak zorunda değildi.

   Mitra kızının tahta üzerinde dizili taşlarını inceledi. Açılış dizilimi oldukça farklıydı. Oyuna ilk başlayan tüm taşlarını kendi safına istediği gibi dizebilirdi. Yine de her zaman eski büyük ustaların açılışıyla başlamak tercih edilirdi. Kızının tüm taşları ise oldukça saçma bir şekilde dizilmiş duruyordu. Aynı tahtada oynanan başka bir oyun geldi aklına. Tüysüz maymunların egemen olduğu asırlar öncesinden kalma bu oyuna Satranç deniyordu. Neredeyse tüm kuralları, o zamanlardan kalma pek çok şey gibi yitip gitmiş bir oyun. Kızının açılışı bu oyundaki açılışa benziyordu. Sadece bir tavşanı geri sıraya koymuştu ve onun yerinde fil vardı. Arka sırada ise ayı, at, köpek ve kedi taşları rasgele dizilmişti.

   Tabitha, annesinin taş dizilimini onaylamaz bakışlarını gözünden kaçırmayarak “En zayıf olanlar bile birlikte güçlü olurlar ama onları hedefe götürecek güçlü bir lidere ihtiyaçları vardır.” Diye açıkladı.

   “Arimanın hikâye olgusunu kavramış görünüyorsun.” Dedi Mitra. Bir süre daha taşları inceleyerek.  “Üstelik bugün ablanı yendiğini duydum. Belki de bazen alışılmış davranışların dışına çıkmakta fayda vardır.”

   Tabitha mutluluktan yerinde duramayacak kadar coşkulu hissetti kendisini. Annesine tahta üzerinden bir ders vermişti. Eğer oynuyor olsalardı daha tek bir hamle yapmadan puan kazanmış sayılırdı. Üstelik bir Hara’ nın rakibinden ders çıkarmasına sık rastlanılmazdı. Doğacak gün için endişeleri bir nebze olsun azalmıştı. “Yarın için korkuyorum.” Dedi.

   “Bu güzel.”

   “Korkmanın nesi güzel? Senin hiçbir şeyden korktuğunu ya da endişelendiğini görmedim.”

   “Verdiğin bir kararın getireceği sonuçlardan endişelenmeli ve korkmalısın. Bu bilgeliktir. Ama korkularının seni ele geçirmesine izin vermek ahmaklıktır. An geldiğinde korkularının karşısında dimdik durup onlarla yüzleşecek cesaretin yoksa ilerleyemezsin. Emin ol kızım aldığım her kararda bende korkuyorum.”

   “Ama bunu hiç belli etmiyorsun.”

   “Sende etmeyeceksin. İstersen bunu ayağa kalkıp söyleyeyim.”

   Karşılıklı gülümsediler.

   “Bilmelisin ki Tabitha bir karar vermek ve düşünmek ayrı, bunu söylemek ayrı şeylerdir. Dilediğin gibi düşün ve kendi içinde dilediğin kadar kararlar ver. Ama kararlarını dile getirmeden önce bil ki boğaz dokuz boğumdur der eskiler. Bir sözü söylemeden önce boğazın her boğumunda bir kez içimizden geçirmeli, bunun nasıl bir sonuç doğuracağını düşünmeli, uygun olmayan yönlerini düzeltmeli, böylece tekrar tekrar(son boğuma kadar) düşünüp düzeltmeler yapmalı, sonra söylemeliyiz. Tüm bunların sonunda belki de bir sakınca hatırımıza gelir, sözü söylemekten büsbütün vazgeçeriz.”

   “Şimdi yarın için ne yapmalıyım.”

   Mitra kızının sorusuna cevap vermeden ayağa kalktı. “Yatıp uyuyacak, korkularından arınacaksın ve yarın rakibine pek çok ders vereceksin.” Elini uzatıp kızının kıvırcık saçlarını usulca okşadıktan sonra çadırdan ayrıldı. Kızının kıvırcık saçlarını oldukça sevse de bir süre sonra o saçlardan eser kalmayacaktı.

   Annesinin varlığı Tabitha’ yı rahatlatmıştı. “Nasıl ki bir nehrin akış yönünü değiştiremeye çalışmak boşa bir yorgunluksa, olacak olanı oluruna bırakmamakta aynı şekilde boşadır.” Diye annesinin bir sözünü içinden geçirdi. Yere serili hayvan postuna sıkıştırılmış kuş tüyü yatağına yatıp kendisini uykunun zamanı öldüren kollarına bıraktı.
   
    
   

4
Kurgu İskelesi / Ynt: Permiyen-Triyas (büyük ölüm)
« : 20 Nisan 2016, 19:55:59 »
yorumun için çok teşekkür ederim bundan sonraki yazılarımda dikkate alacağımdan emin olabilirsin

5
Kurgu İskelesi / Permiyen-Triyas (büyük ölüm)
« : 15 Nisan 2016, 21:11:05 »
Permiyen-Triyas

“Permiyen-Triyas yok oluş olayı (P–Tr), kimi zaman gayri resmi olarak "Büyük Ölüm" veya "Büyük Yok Oluş" olarak da adlandırılır, 251,4 milyon yıl önce meydana gelen ve Paleozoik ile Mezozoik dönemlerin yanı sıra Permiyen ve Triyas jeolojik dönemleri arasındaki geçişi başlatan bir kitlesel yok oluş olayıdır.

Bu yok oluş olayı, tüm deniz türlerinin %96'sının ve karalardaki omurgalı türlerinin ise %70'inin tükenmesine yol açan dünyanın en şiddetli yok oluş olayı olarak bilinir. Bu yok oluş olayı, ayrıca şimdiye kadar böceklerde gözlemlenen tek kitlesel yok oluş olayı olarak da bilinir. Bazı ailelerin %57'si yok olurken tüm cinslerin ise %83'ü ölmüştür. Bu olayda biyo çeşitlilik büyük oranda tahrip olduğu için Dünya üzerindeki yaşamın kendisini toparlaması diğer soy tükenmesi olaylarında olduğundan daha uzun sürmüştür. Bu olay, "tüm kitlesel yok oluşların anası" olarak tanımlanmıştır.

Milyonlarca yıllık bir zaman dönemine yayılmış olan bu yok oluş süreci, en az iki ayrı aşamada geliştiği için Permiyen-Triyas kitlesel yok oluşun aslında sanılandan daha karmaşık olduğu da araştırmacılar tarafından ortaya çıkmıştır. Bu yok oluşun nedenlerine dair çeşitli fikirler ve mekanizmalar öne sürülmüştür: örneğin daha erken bir evrede yavaş yavaş gerçekleşen bazı çevresel değişimlerin buna neden olduğu ihtimali üzerinde durulurken ikinci aşamada, yıkımsal bir felaket olayının gerçekleşmesi nedeniyle kitlesel yok oluşun ivme kazandığı ileri sürülmektedir. İkinci aşamada gerçekleşen doğal felakete dair öne sürülen mekanizmalar arasında çok sayıda meteor çarpması, bazalt seli patlamaları gibi volkanik etkinlikler, okyanus tabanlarında felakete yol açan metan gazı salınımı, denizlerdeki oksijen içeriğinin gerilemesi (anoksiya) veya oksijen düzeyindeki dalgalanmalar, deniz seviyesinde görülen değişiklikler, kuraklık ve iklim değişikliği veya bunların bir kombinasyonu gibi birçok nedenler bu yok oluş için olası sebepler olarak gösterilmiştir ama asıl neden hiçbir zaman bilinmemektedir…”

   Her şey değişime uğrar. Bu istisnanın dışına hiçbir şey çıkamazken ağızdan çıkan bir söz, bir buyruk, asırların çarpıtıcı etkisiyle nasıl değişmesin ki.

   “Kan toprağa değmedikçe, lütfum üzerinizde olacak.” dedi ışık getiren.

   Günler haftaları, haftalar yılları ve yıllar asırları devirdiğinde “Kanını yerde bıraktığım sürece, ışık üzerimde parlamasın.” Şeklinde bir intikam yeminine dönüştü bu söz.

   Zaman dışı salonun duvarlarındaki yazıtlarda, zamanın varlığının bile bilinmediği günlerde iki tür varlıktan bahsedilir. Hizmetçi ruhlara sahip olanlar ve özgür ruha sahip olanlar.

   Denir ki hizmetçi ruha sahip bir canlının soyu tükendiğinde, bir günah serbest kalarak yeryüzünde dolaşmaya başlarmış. Özgür ruha sahip bir canlının soyu tükendiğinde ise, Alyalar kandan ve topraktan yükselip, ete ve kemiğe bürünerek intikam ararlarmış.

   Zamanın nankörlüğü, zaman dışı salonu ve yazıtları unutturdu. Birçok canlı türünün soyu insanlar tarafından yok edildi ve sayısız günah serbest kaldı. Serbest kalan günahlar ise özgür ruha sahip bir ırkın soyunun tükenmesine sebep oldu.

   Vanna, savaş meydanında bir ölü bedenden diğerine koşuyordu. Göz yaşlarına hakimdi. İnsan ölülerine nefretle bakıp bir başka quirkalı kollarına aldı. Boyu bir metreyi geçmeyen yaratık Vanna’ nın avucuna sığıyordu. Ufacık bir kıpırtı bekledi avucundaki bedenden. Minicik bir nefes bile onu hayata döndürmesine yeterdi. Tüm yaraları iyileştirebilirdi ama katiller işlerini iyi yapmışlardı.

   Artık yeryüzünde bir amacı kalmamıştı. Havada çürümüşlük ve ölümün ağır kokusu vardı. Canı acıyordu. Kendisi için yaratılanlar yok edildiği için yavaş yavaş taşa dönüşecek ve dört metre yüksekliğinde sıradan bir heykelden farkı kalmayacaktı. Taşlaşmanın uyuşukluğunu ayakuçlarında çoktan hissetmeye başlamıştı. Önünde bir koridor açıldı ve Akrath koridordan geçtikten hemen sonra kapandı. Koridorlar inşacıların en güzel eserlerinden biriydi. Bir yerden diğerine hızlı bir yolculuk yapmak istiyorsanız koridordan daha güvenli ve hızlısı yoktu.

   Vanna karşısındaki kardeşine nefretle baktı.  “Buna engel olabilirdin.” Dedi. Öfkesi, üzüntüsüyle birbirine karışmıştı ve sesi titriyordu.

   “Evet olabilirdim ama sevgili abimizin kurallarına karşı çıkmaya cüret edemezdim değil mi?”

   “Senden nefret ediyorum Akrath.”

   “Duygularımız karşılıklı, ne var ki sen yok olurken ben hala hayattayım.”

   “Photemas bunun hesabını soracaktır.” 

   “Neden Photemas’ ı bekleyesin ki? Bir seçim şansın var. Bunu sende biliyorsun.”

   “Bunu asla yapmam.” Diyerek karşı çıktı Vanna.

   “Hadi ama!” diye kışkırttı Akrath. “Biliyorsun ki Alyaların bizler için bile ölümcül olacağı yazılı. Tüm insanlardan nefret ediyorsun. Tabi benden de. İnsanoğlunu tamamen ortadan kaldırma gibi bir şansın şuan olmadığına göre beni yok edebilirsin. Hem böylece şu gizemli Alyaların’ da ne olduğunu öğrenmiş oluruz.”

   Vanna sözleri zihninde tarttı. Eğer Akrath ölürse tüm insanoğlu hiç var olmamışçasına yok olacaktı. Farkında olmadan avucunda tuttuğu quirkala baktı ve yakıcı öfkeyi yine hissetti. Akrath karşısında alay edercesine kahkaha atıyordu.

   Vanna intikam ve hırsla ağlıyordu. Gözyaşları avucundaki ufak, narin bedeni ıslatırken avuçları arasında bir kıpırtı hissetti.  Gözlerine inanamıyordu. Quirkal hareket ediyordu ama bir terslik vardı. Onu hissedemiyordu. Vanna’ nın bedeni hızla taşlaşırken tüm quirkallar canlanmaya başlamıştı.

   Akrath şaşırmıştı. Güçlü bir varlık bekliyordu ama sonuç yıllarca çabaladığı şeyin bir hiç uğruna oluşuydu. Quirkallardan bir tanesi bacağını ısırınca öfkesi hat safhaya çıkan Akrath ufak bedeni ayakları altında ezdi.

   
Hepsini tekrar öldürmeye karar vermişti ama ayağındaki küçük diş izlerinden kan akmaktaydı. Şaşırmıştı ve korktu.

   “Emrimle koridor açılsın.” Dedi. O sırada ayaklanan tüm quirkallar küçük bir ordu gibi üzerine doğru gelmeye başlamışlardı.  Akrath büyük mağaranın içine son bir daha göz gezdirdikten sonra arkasında açılan koridordan geçip gitti.

   Hedefleri gözden kaybolan quirkallar meydandaki insan ölülerini yemeye başladılar. Onların özelliği buydu. Küçük bedenleri ve kocaman ağızları varlardı. Taş, toprak, demir ve çelik ayırt etmeden yerlerdi ve kendilerini korumak için golem taşları yaparlardı. Çok zor bir anlarında ise bu taşı kırarak yedikleri nesneye yönelik bir golem ortaya çıkartırlardı. İnsanların onları yok etme nedeni de golem taşlarını ele geçirmekti.

   Ama hiç ölü yememişlerdi. Mağaranın kuytu bir köşesinde ıslak bir patlama sesi yükseldi. Tamamen kandan oluşan iki metrelik boyuyla ufak sayılacak bir golem ortaya çıkmıştı. Başka bir yerde ise vücudunun çeşitli yerlerinden et ve kemikler çıkmış olan çok daha büyük bir golem yürümeye ve quirkallara yiyebilmeleri için daha fazla ceset taşımaya başlamışlardı.

   Gün sona erdiğinde yenilebilecek tek bir ölü bile kalmamıştı ve quirkallar yerin altındaki yuvalarından büyük bir açlıkla yeryüzüne doğru ilerlemeye başladılar. Yanlarında birçok kandan ve kemikten golem onları korumak için eşlik ediyorlardı.

   Bedeni tamamen taşa dönmüş olan Vanna yarattığı dehşetin açacağı sonuçları düşünerek pişmanlık duydu. Beklemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu ve Vanna’ da yarattığı kâbusun bir an önce bitmesini umarak beklemeye başladı.

   Kim daha fazla tehlikedeydi. Çelik döven insanlar  ve onların aralarında asimile olup kimliklerini bilmeden yaşayan Urzalar mı? Küp uçuranların gök saraylarında daha güvende olacağını düşündü ama inşacılar onlara ulaşılmasını sağlayan koridorlar açabilirlerdi. Geleceğe dair en ufak tahminde bulunamıyordu. Her olasılığın, diğerini yuttuğu bir olaylar zinciri başlamıştı.  Olacaklara dair söylenebilecek tek şey kaosun başladığıydı…
 




6
Kurgu İskelesi / Ynt: Kaderin Dörtlüsü
« : 16 Ağustos 2015, 23:46:09 »


ADA


   Kıyıya varan filikadan sahile ilk adımı Yamtar atmış, toprağa basmanın sevinciyle yerden bir avuç kum alarak avuçlarını kumla ovuşturuyordu. Karadan hiç ayrılmamış biri olarak iki aydır denizlerdeydi ve sonunda toprağa yeniden ayak basmış olmanın sevinci yüzünden okunuyordu. Kardeşinin ısrarı nedeniyle alışık olmadığı zırhını kuşanmış olsa da kılıç yerine alışık olduğu mızrağını ve yayını yanına almaktan vazgeçmemişti. Hatta bu yüzden kardeşiyle ufak bir tartışma bile yaşamıştı. Alesta tüm asiller kılıç taşır dese de Yamtar, zaten senin istediklerini giydim bari bırak ta bildiğim silahlarla kuşanayım demişti. Tartışmaları oldukça kısa sürmüştü çünkü Alesta’ da olası bir tehlikede Yamtar’ ın elinde kılıç yerine mızrak veya yay olmasını tercih ederdi. Köylerinde Yamtar’ dan daha iyi mızrak fırlatabilen yoktu. Ayağındaki dayanıklı çizmeler ve pantolonu dizlerine kadar ıslanmıştı. Bunun nedeni kürekçilerin suya inip filikayı kıyıya kadar çekmelerini bekleyecek kadar sabredememiş olmasıydı.

   Filikanın en ucunda, Alesta’nın hemen yanında ayakta beklemekte olan Hellion gemisinin kaptanı, Yamtar’ ın hareketini basit ve küçük düşürücü bulduğunu belirtecek şekilde küstahça gülümseyip “Sen ona unvan ve yetki veriyorsun o ise basit kürekçilerden bile önce suya atlayıp annesine koşan bir çocuk gibi koşarak toprağı öpüyor” diye Alesta’ ya sitem edip başındaki kaptan şapkasını sıcağa daha fazla dayanamayarak çıkarttı. Rengini adeta güneşten almış olan sarı saçları omuzlarına dökülürken deniz mavisi gözleriyle cevap beklercesine Alesta’ ya bakıyordu.

   Alesta yanındaki kadının sözlerine hiçbir tepki vermedi. Aslında abisi tamamen kendisinin de yapmak istediği şeyi yapmıştı. Ama rütbesi bazı davranışlarının önüne geçmesini gerektiriyordu. Yoksa uzun yıllarda kazandığı itibarını kolayca kaybedebilme tehlikesini göze alamazdı. Hellion gemisinin kaptanı Leydi Gwen kendi emri altında olsa da hayatı boyunca şehir hiyerarşisinde yaşamış olduğundan, güçlü bağları olan ve bu bağları kullanarak Alesta’nın İmparatorun gözünde yükselmesini sağlayan kişiydi. Bembeyaz pürüzsüz teni ve kullanmayı çok iyi bildiği etkileyici bakışlarıyla başkentteki pek çok soylu erkeği kuklası gibi kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olan Gwen doğuştan denizci denilebilecek bir kadındı. Babası İmparatorluk donanmasının en iyi kaptanıydı ve annesi genç yaşta vefat ettiği için babası, çıktığı her sefere kızından ayrı kalmayı istemeyerek yanında götürürdü. Bir seferinde büyük bir korsan saldırısına maruz kalmışlar ve babası o saldırılarda ölen Gwen geminin kontrolünü ele alarak saldırıyı savuşturup İmparatorluk mallarını güvenle başkente ulaştırmayı başarmıştı. Bu başarısı sayesinde kendisine kaptan unvanı verilen Gwen yakın tarihte bilinen tek kadın kaptan olmuştu. Güzel görünümünün altında oldukça tehlikeli biriydi. Görünüşüne aldanıp gemide kadın uğursuzluk getirir batıl inancıyla kendisine isyan eden her mürettebat kaburgaları arasından kalbine saplanmış bir hançerle yere serilirdi.

   Alesta, Gwen’i bir süre süzdü. Beyaz gömleğinin üstüne kırmızı kısa bir ceket giymişti. Boynunda babasının kendisine hediye ettiğini söylediği inci kolyesi göğüs kıvrımlarını vurgularcasına güneşte ışık yansımaları yaratıyordu. Siyah dar bir pantolon ve halk arasında kedi tırnağı diye adlandırılan oldukça ince ama uzun bir kılıcı belinde taşımaktaydı. Sırt kısmında ve pantolonunun iki bacağında da özel olarak kendisi için tasarlattığı kınlarda farklı boylarda altı tanede hançeri vardı. Alesta kızın kendisinin göremediği kaç hançer daha taşıdığını kısa bir an merak etti.

Sonunda kürekçiler filikayı tamamen kıyıya sürüklemişti ve Alesta geniş sahilin kumlarına adım attı. İlk bakışta bir anakara bulduklarını sansa da şimdi çok büyük bir ada keşfettiklerini biliyordu. Gerisinden kürek çekerek sahile yanaşan diğer filikaya ve gemilerine bir göz attı. Hellion ve Domion kıyıdan beş yüz metre kadar açıkta demir atmıştı. Yaklaşık elli kişilik bir keşif grubu oluşturan Alesta olası bir tehlike karşısında gemileri savunmasız kalmasın diye mürettebatın hemen hepsini gemilerde hazırda bekletiyordu. Kendileri bir tehlikeyle karşılaşırlarsa panayırlarda ve eğlencelerde kullandıkları havai fişekleriyle gemilere haber göndereceklerdi. Hava oldukça sıcak olsa da adanın sakin manzarası huzur vericiydi. Gemiden beş gün önce gördükleri kule adanın ortası olabilecek bir noktadan muazzam bir şekilde yükseliyordu. Kıyı şeridinden adanın içine doğru yüz metre kadar ilerde yemyeşil çimenlerden genişçe bir düzlük bulunuyordu. Düzlüğü, suları zayıf akan ve denizle birleşen, kaynağını adanın en yüksek noktasını oluşturan dağdaki bir akarsu olarak tahmin ettikleri nehir, ince bir sınır çizgisi gibi bölmekteydi. Nehrin tam üstünde kısa bir taş köprü vardı ama köprüden sonra devam eden herhangi bir yol var mı yok mu göremiyorlardı. Köprüden sonra seçebildikleri tek şey sık ve yüksek ağaçlardan oluşan yemyeşil orman ve ormanın üstünde hayatları boyunca hiçbirinin görmediği yükseklikte olan kuleydi.

   Alesta’nın hemen ardından, Gwen kıyıya indi ve ondan sonrada otuz Bregon muhafızı iki kaptanın etrafına sıralanacak şekilde nizami bir şekilde dizildi. Geniş kızıl kalkanları ve kısa enli kılıçlarıyla kaptanları her türlü tehlikeye karşı korumaya hazır duruyorlardı. Bregon birliği imparatorluğun en iyi askerlerinden özel olarak seçilirdi. Filikadaki herkesin bir görevi vardı ve aksi emredilmediği sürece görevi dışında başka hiçbir şeyle ilgilenmezlerdi. Diğer filikada kıyıya kısa bir süre içinde yanaştı. İçinden bu yolculukta bulunan Gwen dışındaki tek kadın olan Lobelia ve genç yardımcısı Agron ile birlikte otuz kişilik ikinci bir Bregon birliği daha indi. Herkes kıyıya indikten sonra kürekçiler filikalardan erzakları indirip düzgünce istifleyerek ters çevirip filikalar başında ne kadar süreceği belirsiz nöbetlerine başlamışlardı.

   Lobelia orta yaşlarının sonunda bir kadındı. Saçları yer yer beyazlamış, yaşının verdiği çizgiler gözlerinin etrafında belirginleşmeye başlamıştı. Başkentteki Arganus akademisinde tarih ve dil bilimleri dalında eğitim veriyordu. Dört krallıkta tarih ve dilbilim konusunda ondan daha zekisi yoktu. Agron ise uzun yıllardır yardımcılığını yapmış eski öğrencilerindendi. Bu yolculuğa ikna edilmeleri oldukça zor olmuştu. Sonunda Alesta kadını ikna etmek için Ethenami Nomen pusulasını göstermek zorunda kalmıştı. Lobelia kırklı yaşlarının sonunda olsa da tam yaşını kimse bilmiyordu. Bregon muhafızlarının arasından kendinden emin adımlarla kaptan Alesta’ ya doğru ilerlemeye başladı. Tüm muhafızlar şimdi düzenli bir sıra oluşturup hazırda verilecek emirleri bekliyorlardı. Çelik plaka zırhları ve miğferlerinden yansıyan ışık güneş üstlerine doğmuş izlenimi vermekteydi. Hepsi aynı silah ve zırhlarla donatılmış muhafızlar ağır zırhlar altında sıcaktan bunalmışlarsa bile bu yüz ifadelerine hiç yansımamaktaydı.

   Yamtar bu olan biten şeylerle ilgisiz dalga geçercesine adımlarla Gwen’ in karşısına geçip yine aynı ifadeyle eğilerek selam verdi. “Hoş geldiniz leydi asık surat ve süslü kardeş” dedikten sonra bregonlardan birinin yanına birkaç adım atıp kendinden kısa adamın miğferine kapı çalarcasına birkaç kez vurdu. Muhafız ne duruşunu bozmuş nede cevap vermişti ama bu saygısızlığa daha fazla tahammül edemeyen Gwen “Ne cüretle bir Bregon muhafızıyla ve benimle böyle alay ederek konuşabilirsin köylü. Eğer kaptan Alesta, kardeşin olmasaydı bu yaptığının cezası yüz kırbaç olurdu en az.”

   Yamtar söylenenleri hiç duymamışçasına “Hey kardeşim bu taş askerler harika! Ne kadar evciller. Bende bir tane besleyebilir miyim?”

   Gwen’ in yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Alesta abisinin bir an önce davranışlarını değiştirmezse kötü sonuçlar doğabileceğini fark ederek ortamı yatıştırmak istercesine “Bregon muhafızları komuta zinciri sadece imparator tarafından verilebilir Yamtar. Belki geri döndüğümüzde kendin için İmparatordan isteyebilirsin.” Dedi.

   Yamtar askerleri küçümseyen bakışlarla süzdükten sonra “Köleden farksız kuklalardansa kürekçileri tercih ederim” dedi.

   Gwen “Bir hödükten de bu beklenir” diyerek neredeyse içinden konuştu denilebilecek sesle kendi kendine mırıldandı. Hemen yanı başında duran Alesta bile söylediği kelimeyi zar zor duyabilmişti. Gwen’ in sözü üzerine yanlarından on metre kadar uzaklaşmış olan Yamtar durdu. Güneyin en iyi avcısının kulağından kaçmayacak kadar yüksekti çünkü fısıltı. Yamtar metrelerce uzaktan adım atan bir tavşanı küçük adımlarını sesinden tanıyabilecek kadar keskin kulaklara sahipti. Derinden gelen içten bir kahkaha attı ve geri döndü. Kahkahası o kadar içtendi ki hiçbir koşulda disiplinini bozmayan Bregon muhafızlarının bile birkaçının yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu.

   Bu kahkahanın rahatlatmadığı tek kişi kardeşi Alesta’ ydı. Gwen’ i biraz arkasına alacak şekilde ileri çıkmıştı. Abisini çok iyi tanıyordu. Bir keresinde içki içtikleri bir handa anneleriyle ilgili şaka yapan iki kişiye de aynı şekilde kahkaha atmıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman içinde ikisinin de boynunu kırmış, ardından da hiçbir şey olmamış gibi Alesta’ ya, bu şaka gerçekten komikti aslında ama hakarete tahammül edemiyorum, demişti.

   Yamtar kardeşini hafifçe yana itip Gwen ’in karşısına dikildi. Birçok erkeği bile tedirgin edebilecek bakışları ve cüssesi Gwen’ i hiç etkilememiş görünüyordu. Sanki karşısında kendisinden yirmi santim daha uzun bir adam değil de güneşini kesen bir ağaç varmışçasına duruyordu. Muhafızlar ellerini kılıçlarının kabzasına atmış tek bir emirle harekete geçmek için hazır beklemeye başladılar. “Eğer bir erkek olsaydın son nefesini şu an ellerimde veriyor olurdun çocuk” diye sertçe konuştu Yamtar.

   Gwen istifini hiç bozmamıştı “Bunu sadece denemeye çalışmış biri olarak muhafızlarımın elinde can verirdin köylü.”

   “Pekâlâ, görelim bakalım şu harika bregonlarınızın hünerlerini. Anlaşılan bir Orfelm’ liyle nasıl konuşmanız gerektiğine dair derse ihtiyacınız var.” diyen Yamtar kumların üzerinde bir açıklığa gitti.

   Alesta “Buna hiç gerek yok abi. Senin nasıl biri olduğunu zaten ilk zorlukta öğrenecekler.”

   Gwen’ in delici bakışları bu kez Alesta’ ya yönelmişti. “Abinin zarar göreceğinden mi endişelendin. Orfelm’ liymiş. Tanrıların bile unuttuğu köyün birinden fırlamış bana ders vermeye kalkıyor, saygın muhafızlarıma hakaret ediyor. Unutma sen artık bizden birisin.”

   Alesta derin bir iç çekti kendisini sakinleştirmek için. Abisi Yamtar’ ın daha da sabırsızlandığını görüyordu ve şuan bir şey yapmazsa Yamtar’ ın intikamını daha sonra bir şekilde alacağını biliyordu. “Pekâlâ, ikinizin de istediği olacak.”

   Gwen memnun olmuş şekilde gülümseyerek “Bir Bregon muhafızına edilen hakaret tüm Bregonlara edilmiş sayılır. İçinizden kim bu adamın meydan okumasını kabul ediyor.”

   Tüm muhafızlar aynı anda kılıçlarını çekip kabzalarını kalkanlarına aynı anda tek bir kez vurdu. Çıkan gürültüden ürken birkaç kuş havalanıp süzülürken Gwen muhafızlardan birine öne çıkmasını ve silahlarını bırakıp yumruk yumruğa adil bir şekilde dövüşmesini emretti.

   Yamtar öne çıkan zırhları içindeki askere bakarak “Hadi ama kardeşim adil bir dövüş olacak demiştiniz.” dedi.

   Gwen durduğu yerden kahkaha atarak “Pardon muhafıza zırhını çıkarmasını söylemeyi unutmuşum.” diye alay etti.

   Öne çıkan muhafız ne yapması gerektiğine karar veremeden bekliyordu ki Alesta gergin bekleyişi sonlandırdı. Kendi içinden de küstah kıza dersini vermesi gerektiğini biliyordu.

   “Bregon silahlarını kuşan. Bir takım saldırı düzenine geç ve düşmanınıza saldırıyormuşçasına saldırın.”

   Gwen’ in şaşkın bakışları içinde bir takım Bregon askeri üçgen şeklinde savaş düzeni alıp öne çıkmıştı. Bir takımda altı asker vardı. Her biri kılıçlarını ellerindeki büyük kalkanların arkasından Yamtar’ a doğrultmuş tek vücut halinde aynı anda adım atarak ilerliyordu.

   Yamtar’ ın sonunda neşesi yerine gelmişti Alesta’ ya doğru “Küçük kardeş peki bende düşmana saldırır gibi saldırabilir miyim?” diye bağırdı.

   Abisinin neşesini paylaşan Alesta “Adil dövüş istedim. Uzun zamandır seni savaşırken izlememiştim. Tek üzüntüm kısa sürecek olması.”

   Gwen olan bitenden bir şey anlamamıştı ama halinden memnundu. Alesta kardeşinin ölüm emrini vermişti gözleri önünde.

   Yamtar kendisine yaklaşanlar, sanki tamamen zırhlara bürünmüş bir birlik değil de şakalaşmaya gelen çocuklarmış gibi umursamazca duruyordu. Sırtına asılı küçük yuvarlak kalkanını kolundaki bilekliğe sakince taktı. Ve uzun mızrağının ucunu sertçe yere sapladı. Bir eliyle mızrağına tutunmuş destek alırcasına dururken yere bakıyordu. Bregon muhafız birliği tereddüt etmeden ve yavaşlamadan alışık oldukları savaş düzeninde ilerlemeye devam etmekteydi. İzleyen herkesi büyük bir sessizlik sarmış, merakla ne olacağını bekliyorlardı. Yamtar’ı ve şakalarını seven kürekçiler aralarında yazık olacak gibi belli belirsiz fısıldaşmaktaydı. Yamtar tüm fısıldaşmaları duysa da dikkatini ayak seslerine vermişti. Dönüp askerlere bir kez olsun bakmamıştı. Tüm askerler aynı anda aynı adımlarını ileri doğru atıyorlardı.

   Sonunda beklediği an gelmişti. Askerlerin hepsi sağ ayaklarını kaldırdığında Yamtar iki eliyle mızrağından destek alarak havalanıp en öndeki tek askerin taşıdığı kalkana güçlü bir tekme savurdu. Beklemedikleri tekme darbesine bir ayakları havadayken yakalanan Bregon birliğinin düzeni bir anda bozuldu. En öndeki asker savrulurken arkasındaki iki kişinin dengesini bozdu ve o iki kişide hemen arkasındaki üç kişiyi geriye doğru savurunca tüm birlik bir anda kaygan kumda yere yuvarlandı. Savrulan askerlerin tekrar ayağa kalkmaları uzun sürmese de düzenleri bozulmuştu ve Yamtar çoktan yayını gerip bir ok fırlatmıştı bile. Ayağa ilk kalkan askerin tam ağzına isabet eden ok, muhafızı bir anda yere serdi. Zırhlarındaki en zayıf nokta miğferlerinin açıkta kalan kısımlarıydı. İkinci okunu takamadan yanına varmayı başaran bir muhafızın ustaca kılıç darbesinden, iri cüssesinden kimsenin beklemeyeceği bir çeviklikle sıyrılan Yamtar yayına takamadığı oku askerin gözüne saplayıp geri çekerek yayına yerleştirdi ve rasgele atıyormuşçasına fırlattı. Havada ıslık çalarak süzülen ok bu sefer bir başka muhafızın boğazını parçalamıştı. Kalan dört Bregon kısa süren boşluktan yararlanıp tekrar düzen oluşturmayı başararak saldırıdan savunma pozisyonuna geçtiler. Yamtar iki ok daha fırlattı ama bu sefer oklar geniş kalkanlardan sekti. Bregonlar, tek başına durduğu için başta küçümsedikleri Yamtar’ a şimdi bambaşka bir gözle bakıyorlardı.

   Yamtar yayını sırtına asıp toprağa sapladığı mızrağını çıkartarak askerlerin önünde umursamazca sağa sola doğru yürümeye başladı. Muhafızlar saldırmak için hamle yapmayıp savunmada beklemeye devam ettiler. Kısa bir an Yamtar Kaptan Gwen’ le göz göze geldi. Kızın gözlerindeki eğlence havasının kaybolup yerini tedirginlik aldığını görünce neşesi iyice arttı. “Anlaşılan sizin taş surat askerler bana saldıracak cesaretlerini kaybettiler.” Deyip mızrağını askerlere doğru tüm gücüyle fırlattı. Yamtar’ ın fırlattığı mızrağın ağaçları bile delip geçtiğiyle ilgili hikâyeler anlatılırdı komşu köylerinde ve onun atış yapmasını izlemek için ziyaretlerine gelen pek çok meraklı olmuştu. Atışı yine hikâyelere yakışacak türdendi. Öndeki muhafız kalkanını kaldırmış mızrağı karşılamayı beklerken mızrak çelik kalkanı ve kalın zırhı delip geçerek askerin göğsüne saplanmıştı. Kalan üç asker birbirlerine şaşkınca bakarken Yamtar üstlerine atıldı. Birinin kaldırdığı kalkanı tutup öyle büyük güçle savurmuştu ki asker yerden bir metre kadar havalanıp kumların üstüne yuvarlandı. O sırada arkasından saldırmaya çalışan muhafızın saldırısını bileğine takılı kalkanıyla kolayca savuştururken, yuvarlak kalkanının ustura gibi keskinleştirilmiş kenarlarıyla diğer askerin boynundaki açıklığı kolayca kesti. Asker kısa bir an yerinde durduktan sonra gırtlağını tutarak yere yıkılmıştı. “GERİYE KALDI İKİİİ” diye bağıran Yamtar tekrar yayını eline alıp bir ok yerleştirmiş ve ilk yere savurduğu askere isabetli bir atış yapmıştı. Son kalan Bregon hızla atak yapıp tekrar ok atmasına izin vermemek için düşüncesizce saldırıyordu. Darbeleri kolayca kalkanıyla savuşturan Yamtar fırsatını bulduğu ilk anda yayının kenarlarına monte edilmiş mızrak ucu gibi keskin kısımlarla peş peşe darbeler savurdu. Adamın cansız bedeni yere serilirken yayına bir ok takıp hiçbir şeyi hedef almadan gökyüzüne son bir ok daha attı.

   Hızlı adımlarla Gwen’in yanına doğru yürüdü. Alesta diğer bregonlara karışmamalarını emretti. Abisinin hırsını aldığını biliyordu ve Gwen’i öldürmek istese zaten fırlattığı ilk ok kıza saplanırdı. Kürekçilerin havada yankılanan tezahüratları kızın delici bakışlarıyla önce solup sonra kayboldu. Gwen karşısında duran Yamtar’ a “Şimdi de mızrağınla beni tehdit mi edeceksin köylü.” dedi.

   Yamtar kızın içten içe korktuğunu biliyordu ama gururu yüzünden bunu belli etmeyip korkusunu maskeleyebilmesinden etkilenmişti. “Bir Orfelm’ li tehdit etmez leydim. Sadece uyarır ve sizi uyarıyorum adımlarınıza dikkat edin” diyerek sırtını dönüp uzaklaşmaya başlamıştı.

   Öfkesi iyice kabaran Gwen “Ne cüretle bana ne yapmam gerektiğini söylersin” diye bağırarak Yamtar’ ın arkasından tam bir adım atacaktı ki, başta sadece rasgele havaya fırlatılmış olduğunu düşündükleri Yamtar’ ın yayından çıkan son ok tam adım atacağı yere düştü. Gwen’ in bir an içi ürperdi, eğer bir adım atmış olsaydım diye düşündü, yere saplı okun hala titremekte olan sapına bakarken.

   Yamtar yine kahkaha atıp “Adımlarınıza dikkat edin demiştim” diye son sözünü tekrar etti.

   Alesta, Gwen’e çaktırmadan gülümseyip sonucunu bildiği gösterinin ardından abisinin yeteneklerini tebrik etmek için yanına gitti. Yamtar bir kayanın üstüne oturmuş yayının ipini çözerek muhafaza etmek üzere kılıfına koymakla uğraşıyordu “Yeteneklerinle gurur duyuyorum abi.” Dedi.

   Yamtar oturduğu yerden kardeşine hiç bakmadan “Keşke aynı gururu bende seninle duyabilseydim kardeşim.”

   Alesta beklemediği bu sözler karşısında incinmişti. “Bak anlamadığın şeyler var” diye açıklayacakken

   “Anlamadığım tek şey nasıl olur da, kardeşim sen artık bizden birisin diyen bir kadının dediğini kabullenip köyünü atalarını küçük düşürür.” Ayağa kalkıp “Ben kürekçilerle içmeye gidiyorum. İlerlemeye karar verdiğinizde beni onlarla bulabilirsin.” Diyerek önünde duran kardeşine bakmadan yanından uzaklaştı.

   Alesta arkasından seslenecek oldu ama sonra bundan vazgeçti. “Bilmediğin o kadar çok şey var ki abi umarım bir gün beni anlarsın.”

***

   Konaklama çadırlarının kurulması tamamlandığında hava çoktan kararmıştı. Askerler için büyük tek bir çadır kurulmuştu. Bilge Lobelia ve yardımcısı Agron içinde ayrı çadırlar ayarlanmıştı ama ikisi bir çadırda kalabileceklerini bildirip diğer çadırı da araştırma için kullanmaya karar verdiler. Yamtar çadırlarda kalmayı istemeyip dışarda açıkta yatmayı tercih ettiğini kaba bir dille belirtmişti. Gwen’in isteğiyle gemiden kırk kişilik bir Bregon muhafız takımı daha adaya gelmişti. Kamp alanının merkezinde genişçe bir ateş yakılıp yakın çevreyi aydınlatmak için meşale direkleri belli aralıklarla toprağa dikilerek yakıldıktan sonra muhafızlar nöbet yerlerini belirleyip olası tehlikelere karşı etrafı gözlemeye başladılar. Alesta ve Gwen komuta merkezi olarak dizayn edilen çadırda haritacılarla birlikte gün doğduğunda yapılacak işleri planlamaya başlamışlardı. Ateşin etrafında nöbet sıraları gelene kadar dinlenmekte olan Bregonlar kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Gece böceklerinin aralıksız sesleri bir süre sonra kimsenin dikkatini çekmez olmuştu.

   Çadırları çimenlik geniş düzlüğe kurmuş olsalar da, bilge kadın Lobelia’ nın isteğiyle taş köprünün uzağında konumlanıp köprünün karşısına geçmeyen nöbetçiler yerleştirmişlerdi. Herkesten uzak bir köşeye çekilen Yamtar nehrin hemen yanında yaktığı küçük ateşte tuttuğu büyük balığı ağır ağır pişirmekteydi. Bregonlardan nehrin karşısını gözetlemek için görevlendirilmiş bir tanesinin nöbet yerine oldukça yakındı. Bregon muhafızının nehrin karşısından çok kendisini kaçamak bakışlarla izlediğini fark eden Yamtar oralı olmadı. Muhafızın karşı taraftan çok kendisini gözetlemekle görevlendirildiğini düşünüyordu. Balığı pişirdikten sonra bir parça kesip ayağa kalkarak birkaç metre ilerisindeki muhafızın yanına gitti.

   Muhafız bir miktar tedirgin olsa da bunu belli etmemişti. Sabahki olaydan sonra herkes Yamtar’ dan çekinmeye başlamıştı. Yamtar bir şey demeden kızarmış balıktan kestiği irice parçayı muhafıza uzattı. Bregon muhafızının bir tepki vermediğini görünce “Al hadi ye. Bütün gece tepemde dikilirken yemek yiyemem”

   Muhafızın tereddüt ettiğini gördü “Merak etme leydi asık surata bir şey demem. Hem kurutulmuş erzaktan çok daha lezzetlidir”

   Muhafız sonunda daha fazla dayanamayarak balık parçasını aldı. “İsmin ne asker” adam ağzındaki büyük lokmayı yutmaya çabalarken gelmişti soru.

   “Bizler isim kullanmayız efendim. Sadece Bregon derler.”

   “Efendim mi ?” diyen Yamtar gülümseyerek elini tiksinircesine salladı. “Ben kimsenin efendisi değilim. Bir daha böyle seslenme. Şunu asla unutma ki ne olduğun hiç önemli değildir. Kim olduğun önemlidir ve kim olduğunu bilmeyen biri ne olursa olsun ağa takılmış bir balıktan farksızdır.” Başka kelime etmeyen Yamtar tekrar ateşinin başına dönüp oturdu. Neredeyse bir kılıç boyunda olan, kendi elleriyle uzun zaman önce yapmış olduğu bıçağıyla toprağı eşeliyordu. Bir süre yaptığı işe öyle dalmıştı ki ilerdeki muhafızın “Darko” dediğini tam duyamayarak,  “Bir şey mi söyledin asker” diye sordu.

   Muhafız yine kısık ses tonuyla  “İsmim Darko.”

   Yamtar eğlenmeye başlamıştı. Tekrar muhafızın yanına giderek “Biliyor musun Darko, sen tam bir geri zekâlısın.” Dedi. Darko beklemediği kelimeler karşısında şaşırmıştı. “İnsan ismini gurur duyarak söyler korkak bir fısıltıyla değil. Senin bir korkak olmadığına inanıyorum Darko. Hadi bir daha söyle adın ne?”

   “Darko” bu sefer biraz daha sesli söylemişti.

   Yamtar matarasına nehirden yeni doldurduğu taze sudan birkaç yudum içip tekrar belindeki kemere yerleştirerek. “İzle ve öğren Darko” dedi tebessümle.

   “BEN KELBORNAS SOYUNDAN ORFELM’Lİ TOREK’İN OĞLU YAMTAR KELBORNAS” diye nehrin karşı tarafına doğru bağırdı. Yamtar’ın sesini duyup bir olay olduğunu sanan askerler hemen toparlanıp yanlarına gelip bir şey olmadığını görünce Yamtar’ı bir deliymiş gibi süzerek tekrar ateşlerinin başına döndüler.

   Bregonlar yerlerine çekildikten sonra “Şeyy! bu kadar abartmasan da olur ismini söylerken ama anladın mı demek istediğimi” diyerek gülmeye başladı.

   Darko da Yamtar’ın kahkahalarına katılmış tüm askeri kurallarını unutarak hiç gülmemişçesine gülüyordu “Evet anladım kaçık herif” dedi.

   “Kaçık herif mi?” Yamtar’ın az önceki kahkahasından hiç eser kalmamış bir anda ciddileşmişti.

   Darko bu ani değişim karşısında gerilince Yamtar tekrar gülmeye başladı “Kaçık herif ha bunu sevdim” sözcükleri kahkahaları arasından zorlukla seçiliyordu.

   “Sen delisin” dedi Darko ve aralarında koyu bir sohbete başladılar.

   Yamtar’ ın adını bağıra bağıra söylediği sırada Kaptan Gwen toplantısını çoktan bitirmiş çadırının önünde tek başına oturmaktaydı. Adamın sesiyle biran irkilen Gwen “Sürekli bana kendini hatırlatmak zorunda mısın?” diye ateşe doğru söylendi. Dalgalanan alevlerin kızıllığı, sarı  saçlarında dans edercesine yansıyan ışık gölgeleri oluşturuyordu. Gwen daha önce hiç bugünkü kadar küçük düşmüş hissetmemişti kendisini. İlk kez babası dışında bir erkeğin karşısında bu kadar aciz ve güçsüz hissediyordu. İki kardeşin ne kadarda farklı olduğunu düşündü. Alesta oldukça zekiydi ama zekâsı aynı zamanda zayıf yönüydü çünkü aklına girmesi kolay oluyordu. Diğer erkeklerden Gwen için çokta farklı değildi. Yamtar ise tamamen içinden geldiği gibi davranıyor hiçbir düzen ya da kurala önem vermiyordu. Gwen’i en çok sinir eden şey de diğer erkekler gibi kendisini bir kadın olarak değil de huysuz küçük bir çocuk olarak görmesiydi.

   Tıpkı babasının, ona hiç büyümeyen bir çocuk gibi davranmasına benzetmişti Yamtar’ ın davranışlarını. Bir yandan sinir olmuştu küçük düştüğü için diğer bir yandan da heyecanlanmıştı. Ne kadar uzun süre düşüncelere daldığını ateşin içindeki sönmeye yüz tutmuş odun parçalarından ve biçimsiz bir şekilde oturmuş olmanın rahatsızlığıyla fark ederek dinlenmek üzere çadırına girdi.
    
   Dışarıdaki telaşlı ayak sesleri ve Kaptan Alesta’ nın “Şifacı” diye bağırmasıyla uykusundan uyanan Gwen bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Apar topar giyinerek ne olduğunu anlamak için çadırından çıktı. Güneş henüz doğmamış olsa da hava aydınlanmış fakat geceden kalma serinliğini hala korumaktaydı. Gwen önüne çıkan ilk muhafıza ne olduğunu sorarken gözleri az önce yakınlarda sesini duyduğu Kaptan Alesta’ yı aramaktaydı.

   Bregon muhafızı önce selam verip “Kaptan nöbetçilerimizden biri ölü bulundu.”

   “Hangi bölgede ki nöbetçi?”

   “Efendim Kaptan Alesta’ nın kardeşinin bulunduğu bölgedeki nöbetçi.”

   Gwen öfkeyle “O köylüye bunu ödeteceğim.” Diyerek Yamtar’ ın bulunduğu nehir kenarına doğru yönelmişken muhafızın “Kaptan O’ nun durumu da iyi değil.” Demesiyle bir an ne yapması gerektiğini bilemeden durup kaldı. Bu duraksama kısa bir an sürmüştü ve ne olduğunu anlamak üzere Yamtar’ın geceyi geçirmek için seçtiği yere hızlı adımlarla ilerledi.

   Nehir kenarına vardığında Alestayı kardeşinin başında telaşlı bir şekilde adım atarken buldu. O sırada Domion gemisinin şifacısı Otis, Yamtar’ a ve ölmüş olan muhafız Darko’ ya ne olduğunu anlamaya çalışmaktaydı. Bir an Alesta Otis’ i ensesinden yakalayıp ayağa kaldırarak “Hemen bir şeyler yap şifacı” diye bağırdı.

   Otis ne diyeceğini bilemeden kekelemeye başlamışken, Gwen Alesta’ yı kendine getirmek için sert bir tokat atarak “Bırak da adam işini yapsın” dedi.

   Alesta kendinde değilmişçesine yaşlı şifacıyı bırakıp Gwen’ e dönerek “Bu dünyada bana kalan tek kişi o. Anlamıyor musun?” şeklinde yakındı.

   Gwen diyecek bir şey bulamayarak bakışlarını karşısındaki Alesta’ dan kaçırdı. Bir an dikkatini ölmüş olan muhafızın ağzının kenarından sızan sarımsı sıvı çekti. Daha öncede denizlerdeyken buna benzer bir durumla karşılaşmıştı. Hızlı adımlarla Yamtar’ ın gece yakmış olduğu ateşin etrafını araştırmaya başladı. Çok geçmeden aradığı şeyi bulmuştu. Soğumuş balıktan arta kalanları kısa bir an gözden geçirip “Aptal hödük” diye söylendi.

   Yamtar yattığı yerde kıvranırken belli belirsiz “su” diye mırıldandı.

   Alesta matarasını çıkartıp abisine su içirecekken Gwen elindeki matarayı kapıp bütün suyu yere döktü.

   “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye bağırdı Alesta öfkeyle.

   Gwen Alesta’ nın öfkesine aldırmadan boş matarayı etrafındaki askerlerden birine vererek “hemen bunu deniz suyuyla doldur.” Diye emretti. Asker sorgulamadan matarayı alarak kendisine verilen emri yerine getirmek üzere yanlarından ayrıldı.

   Alesta tam karşı çıkacakken genç kız “Zehirlenmişler, eğer su içerse zehir kanına daha hızlı karışır” diyerek açıklamada bulundu.

   Muhafız, içi deniz suyu doldurulmuş matarayla kısa sürede döndü. Gwen vakit kaybetmeden matarayı kapıp Yamtar’ ın yanına çökerek matarayı ağzına yanaştırdı.

   Yamtar yarı baygın halde mataradaki deniz suyundan birkaç yudum içip öksürerek midesindekilerin bir kısmını çıkarttı. Normalde hemen her kızın iğrenerek uzaklaşacağı bu durum Gwen‘ i etkilememişti. Elindeki matarayı tekrar adamın dudaklarına doğru uzatırken Yamtar’ ın eli sertçe bileğini kavrayarak Gwen’ i durdurdu.

   Gwen bileğini kavrayan eli umursamadan zorlasa da kolunu adeta bir mengeneye sıkıştırılmışçasına oynatamadığını fark edip adamın içinde bulunduğu durumda bile sergilediği güce şaşırmıştı. Yamtar zorlanarak bir an gözlerini araladığında bakışları karşılaştı.

   “Beni karada boğmaya mı çalışıyorsun asık surat” diye zorlukla konuştu Yamtar.

   “Hayatta kalmanı sağlamaya çalışıyorum koca hödük”

   Yamtar’ ın yüzünde silik bir tebessüm belirirken Gwen bileğini saran parmakların gevşediğini hissetti. Bu sefer zorlanarak ta olsa mataradaki bütün suyu içen Yamtar hemen ardından midesinde kalan her şeyi kustu.

   Tüm bunlar olurken güneş gökyüzündeki yerini almış, dünyayı gündüz renklerine boyamıştı. Alesta olan biteni şaşkın gözlerle izlerken Gwen ayağa kalkıp “Serin bir yere taşıyın. Ateşi var o yüzden sürekli başına ıslak bez koyun.” Dedi.

   Alesta’ nın tek sorabildiği “Yaşayacak mı?” oldu.

   “Muhafızdan daha iyi bir durumda olduğu kesin” diye cevap veren Gwen sahile doğru yol aldı. Kendisini koruma amaçlı izlemeye yeltenen Bregon muhafızlarını yalnız kalmak istediğini söyleyerek uzaklaştırdı.

   Sahil şeridi çok uzun olmayıp, yüz metre kadar kıyıyı takip edince kayalık alan başlıyordu. Genellikle büyük kayaların su altında kalan ve güneş ışınlarının ulaşamadığı noktalarda, pek çok kişinin bilmediği, bilenlerin de farklı isimlerle adlandırdığı bir yosun türü yetişirdi. Gwen daha küçük bir çocukken bu yosuna köpek hoplatan ismini vermişti. Bunun nedeni, o yaşlarda beslediği köpeği, bahçelerinde bulunan zehirli mantarlardan yiyerek Yamtar’ dan pekte farklı olmayan şekilde can çekişirken, babası bu yosunu köpeğe zorla yedirmişti. Yosunu yemesinden kısa bir süre sonra köpeği hiçbir şey olmamışçasına hoplayıp zıplamaya başlamış ve yosunun adı Gwen’ in zihninde köpek hoplatan diye yer etmişti.

Kayalık bölgeye gidip Yamtar’ın midesinden çıkanlarla kirlenen gömleğini ve ayağındaki çizmeleri çıkartarak aradığı yosundan bulabilmek umuduyla denize girdi.
 
   Güneş iyice tepeye yükselmiş ve gün sıcağı iyiden iyiye hissedilmeye başlamıştı. Şifacı Otis, Yamtar’ın başucunda sürekli ilgileniyordu. Genç adamın bilinci ara sıra açılıyor bazen de gözleri kapanıp kendi dillerinde bir şeyler sayıklıyordu. Yaşlı adamın tek çıkarabildiği kelime “Neden Freya” olmuştu. Bregon muhafızları ne yapacaklarını bilmez halde kaptan Alesta’dan gelecek emirleri bekliyorlardı. Gwen gideli uzun zaman olmuştu ve muhafızların kendisini takip etmemelerini emretmişti. Herkesi saran tedirginlik dalgası bir tek yaşlı kadın Lobelia ve yardımcısı Agron’ u etkisi altına almamış gibiydi. İkisinin tek ilgilendiği şey taş köprü ve uzaktaki kuleyi gözlemleyip yapı hakkında tartışmaktı. Gwen sonunda sahilde belirdiğinde başta Alesta olmak üzere muhafızlarda biraz olsun rahatlamışlardı. Alesta ve Gwen kısa bir konuşma yaparak o gün için keşif turuna çıkmama kararı verdikten sonra başıboş askerlerin bir kısmı büyük çadıra çekilip dinlenirken diğer askerler de düzenli bir şekilde nöbetlerine gündüz devam etmeye başladılar. Köprünün diğer yanı ve sahil şeridinin dışına çıkmak o gün için yasaklanmış ve bu yasak en çok Lobelia ile Agron’un canını sıkmıştı.

   Günün devamı herhangi bir olay çıkmadan sona ererken Yamtar kendisine gün boyu yedirilen ne olduğunu bilmediği ve tadından iğrendiği yeşil renkli lapaya tiksinerek bakmaktaydı. Akşam güneşi kızıllığı denizde göze hoş gelen renk tayfları oluşturuyordu.

   “Hadi ama bir kaşık daha” diye ısrar etti Alesta. Yamtar kendine geleli birkaç saat olmuş, Gwen’ in mucizevi otları etkisini kısa zamanda göstermişti.

   “Bu şeyin ne olduğunu eğer hala söylemeyeceksen tek bir lokma daha yemeyeceğim”

   “Pekâlâ, bu benzersiz ve leziz yemeğin adı köpek hoplatan çorbası” diye cevap verdi Alesta.

   Yamtar tabaktaki yemeğe tiksinerek bakarken “Bu çorbayı koklayan her köpek hoplayarak uzaklaştığı için böyle isim verilmiş herhalde.”

   “Küçük çocuklar gibi mızmızlanmayı bırak da çorbanı iç.”

   Bir kaşık çorbayı daha midesine indiren Yamtar “Köpek hoplatanmış aslında adı midesi bozulmuş ayı pisliği çorbası olmalıydı.” Diye söylendi.

   Alesta cevap vermek yerine gülümserken, Yamtar “kendime gelir gelmez bu Otis denen şifacıyı kalan çorbanın içinde boğacağım. Nereden bulduysa sabahtan beri bu çorbayı içirip duruyor.”

   Yamtar’ ın şikâyetleri kardeşinin ağzına bir kaşık daha çorba tepmesiyle duraklamış hemen ardından “Biliyor musun bu zehirlendiğim balık insana çok garip kâbuslar gördürüyor.” Şeklinde devam etti.

   “Ne gördüğünü hatırlıyor musun?”

   Öksürükleri arasında kaybolan bir kahkaha patlatan Yamtar “Leydi asık surat hayatımı kurtarıyordu ve ona borçlu kaldığımı sürekli hatırlatarak dünyayı bana zindan ediyordu.”

   Alesta derinden bir kahkaha atarak “Aslında hayatını gerçekten Kaptan Gwen’ e borçlusun. Senin tedavinle bizzat kendisi ilgilendi.”

   Yamtar ilk başta kardeşinin kendisine kötü bir şaka yaptığını sanmış olsa da doğruyu söylediğini anlayınca “Boğulayım emi, tanrılar hala baygın halde halüsinasyonlar görüyorsam ve can çekişiyorsam canımı alın da bu kâbus bitsin.”

   O sırada Yamtar’ ın göremediği bir noktada sessizce beklemekte olan Gwen daha fazla dayanamayıp “Umarım bir daha adımlarıma dikkat etmezsem hayatını kurtardığım bugünü hatırlarsın.” sözleriyle oradan uzaklaştı.

   Alesta abisinin yüzünde oluşan o anki ifadeyi hayatı boyunca unutmayacaktı.

7
Kurgu İskelesi / Kaderin Dörtlüsü 2.bölüm sonunda bitirdim
« : 16 Ağustos 2015, 18:38:04 »
                                                           kaderin dörtlüsü

1.BÖLÜM

HELLİON ve DOMİON

"Hey Yamtar kötü görünüyorsun"

Yamtar gecenin karanlığında güverteden denize doğru bir miktar daha kustuktan sonra üstündeki her yanı ıslanıp yer yer yırtılmış ve eskiden beyaz olsa bile şuan o renginden eser kalmamış olan gömleğinin koluna ağzını silerek kardeşinin sözlerine başını sallayarak güldü.

Yamtar kirli sakalı, simsiyah gözleri ve oldukça iri cüssesiyle ilk bakışta ürkütücü görünse de gülmeyi seven ve en olmadık anlarda bile insanları güldürebilen birisiydi. Fırtına bulutları dağılmış ve deniz bir nebze olsun sakinlemişti. Sadece denizcilerin, her zaman çok sevip Nierna yağmuru dedikleri şekilde ince ince yağmur yağmaya başlamıştı.

   Yamtar denize yabancıydı. Kardeşi Alesta ile uzun zaman önce kader yollarını ayırmıştı. Alesta hırslı biriydi ve hep denizi görmek isterdi. Bu hırsıyla, İmparatorluk sınırlarının içinde olsa da, çok kimsenin bilmediği etrafı dağlarla çevrili bir düzlükte yer alan Orfelm köyünü terk etmiş ve ihtişamlı başkenti görmek üzere yola çıkmıştı. Ayrılışları dargın değil kederliydi. Alesta'nın gözlerine bakarken o günü hatırladı. Hava her zaman olduğu gibi yağışlı ve soğuktu ayrıldıkları gün köylerinde.

Orfelm halkı genelde vahşiler ya da dağ adamları olarak adlandırılırdı. Bunun nedeni vahşi oluşlarından değil görünüşlerinden ve yaşam tarzlarından dolayıydı. Yaşadıkları coğrafyada iklim şartları çiftçiliğe ve yetiştiriciliğe izin vermediğinden başlıca geçim kaynakları avcılık ve balıkçılıktı. Hayvan kürklerinden yapılma elbiseler giyerlerdi ve unutulmuş zamanlarda her ne kadar şanlı kahramanlıkları olsa da efsanelerle birlikte dış dünyadan uzaklaşmışlardı. Ayrıldıkları gece babaları dünyevi yaşama veda etmişti.

Kar taneleri Alesta’nın siyah saçlarına düşerek yer yer kırlaşmış gibi gösteriyordu. Ağlamasada ses tonu ağlamaya yakındı. "Gidelim bu diyarlardan. Artık bizi bu soğuk, verimsiz ve her daim acı veren topraklara bağlayacak bir şey kalmadı" demişti.

Yamtar "Başka bir yaşam tarzı bilmiyoruz ki bu toprakların ötesinde. Bizim sorumluluğumuz burada.  Sen ve ben kardeşim en iyi avcılarız. Kış iyice bastırdığında, aç kalan kurt sürüleri dağlardan indiğinde, çocukları kadınları kim koruyacak. Babam ölmeden önce bu köyü bize emanet etti. Bizi birbirimize emanet etti. Bu topraklar bizi biz yaptı ve borçluyuz" diye cevap vermişti.

Alesta acı ve öfkeyle "Biz ikimiz bu topraklara olan borcumuzu fazlasıyla ödedik ağabey" diye haykırdı. Daha fazla tutamadığı gözyaşları usulca yanaklarından aşağı doğru süzülmeye başlamıştı. "Kız kardeşimiz dağ çileği toplayıp bize sürpriz yapmak isterken bir dağ kaplanı tarafından parçalandığında ödedik. Annemiz donmuş gölde balık tutmaya çalışırken buzlar kırılıp içine düşerek soğuk sularda donarak öldüğünde ödedik." Yere diz çöküp bir avuç kar alarak "Babamızı karlar altına gömüp uğurlarken ödedik." dedi. Gökyüzüne doğru "EY GÜNEYİN SOĞUK DAĞLARI SİZE VERECEK BİRŞEYİM KALMADI" diye haykırıp ardından Yamtar’ a dönerek "Bu dünyaya verecek bir şeyim kalmadı. Ama alacak çok şeyim var ağabey." dedi.

Kardeşinin sözleri kendisini etkilemiş olsa da Yamtar' ın kalbi köylerine bağlıydı. O anda bile Freya aklından geçiyordu. Kıza aşıktı ve onu bırakıp gidemezdi. Freya’ da ailesini bırakıp gelemezdi. "Öyleyse bu bir veda kardeşim."

Alesta bir süre hiçbir şey yapmadan durdu. Ve ardından beraberce ilk kar leoparlarını öldürdükleri zamanki gibi birbirlerine sarıldılar. İkisininde gözünden yaşlar akıyordu.

"Dilerim ki aradığını bulasın kardeşim." dedi Yamtar.

"Dilerim ki elindekiler hayatın boyunca seni mutlu etmeye yetsin kardeşim" diye cevap vermişti Alesta ve o günden sonra tekrar buluşmalarına kadar on yıl geçmişti.

Ayrıldıkları günden beri yaşamlarında iki kardeşinde çok şeyler değişmişti. Alesta hayallerine kavuşmuştu. İmparatorluk mührünü taşıyordu ve yetenekli bir kaptan olmuştu. Görevi keşif yapmaktan ticarete kadar birçok alanda değişebiliyordu. Abisinin sırılsıklam haline biraz daha gülerek "Haydi güverteyi terk edelim." dedi.

"Rüzgârı hissetmek hoşuma gidiyor. Özelliklede fırtınadan sonra gecenin sessizliği huzur verici geldi." diye cevap veren Yamtar tek bir kalın örgü şeklinde sırtına inen saçlarını açarak başını sallayıp saçlarını dağıttı.

"Biliyor musun şuan seninle denizlerdeyim ya bana bundan daha fazla huzur verecek, güvende hissettirecek bir şey yok." dedi Alesta.

Güverte boyunca karanlıktan ve sisten ötürü seçemedikleri biri koşarak yanaşıyordu. Yanlarına varmasına birkaç metre kala gelenin Limno olduğunu gördüler. Sıska kısa boylu ve kel bir adam olan Limno kendisinin tam zıddı bir görünüme sahip iki kardeşin yanında, sanki babasının yanında duran küçük bir oğlan çocuğu gibi komik duruyordu. Soluk soluğa ve telaşlı olması Alesta' yı tedirgin etti.

"Sintinede çatlak var kaptan "

"Ne kadar kötü" diye sakince sordu Alesta. En kötü durumlarda bile sakinliğini ve disiplinini bozmamasıyla tanınıyordu adamları arasında.

"Hızlı su alıyoruz. Eğer aynı şiddette bir fırtınaya daha yakalanırsak çatlaklar tamamen parçalanabilir"

"Seferde tadilat imkânı var mı?"

"Kaptan bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Bizi sığ sularda idare edebilecek şekilde onarabiliriz fakat dönüş yolunda açık denizde sulara yakın olduğumuz kadar tanrılara da yakın oluruz. En yakın karaya demir atıp detaylı bir onarım yapmamız gerekir." soluk soluğa konuştuğu için sözleri zar zor anlaşılıyordu.

Alesta derin bir kahkaha atarak "Limno en yakın kara nerede bilsek bunu zaten bende diyebilirdim. Açık denizde hiç bu kadar ileriye gitmemiştik. Gün doğduğunda fırtınanın bizi rotamızdan ne kadar sürüklediğine bakarız ve ona göre yeni bir rota belirleriz gerekirse. Şimdi su seviyesini düzenli olarak kontrol edin ve kovalarla boşaltın gerekirse."

"Nasıl emrederseniz kaptan" diyen Limno yanlarından uzaklaştıktan sonra Yamtar kardeşine "Durum ne kadar kötü söylediklerinden bir şey anlamadım. Şu denizci terimleri çok garip." diye sordu.

Alesta kahkaha atarak "Fırtına bir anda dinince tanrılar bizi kutsadı sandık ya kardeşim, aslında üstümüze pislemek için ara vermişler demek. Ben kamarama geçip artık biraz dinleneceğim yoksa burada yıkılıp kalacağım. Bakalım yeni doğacak gün bize neler sunacak.” diyerek dinlenmek üzere abisinin yanından ayrıldı.

Yamtar kardeşinin tanrılarla ilgili şakasına gülümseyip, yanından uzaklaşırken kardeşini izledi. Aralarında üç yaş vardı. Yine de kardeşi Yamtar’ ın gözünde korunmaya ihtiyaç duyan küçük kardeşiydi ve hiç büyümemişti. Oysa diğer halklara nazaran oldukça uzun boyu, kaslı vücudu, belindeki kından kabzası altın işlemelerle kaplı sarkan kılıcı ile hiçte korunmaya ihtiyacı olan biri gibi görünmüyordu Alesta. Yamtar bir süre daha güvertede oyalandıktan sonra yağmur biraz daha hızlanınca kendisi için ayrılmış kamarasının yolunu tuttu.

Kamarası oldukça sadeydi. Küçük bir penceresi vardı ve hemen hemen denizle aynı hizada olan pencereden gecenin karanlığından başka bir şey görünmüyordu şuan. Yavaşça yatağa uzandığında ayakları yatağın dışına sarktı. Gemideki tüm yataklar aynı boydaydı ve Yamtar fiziksel olarak halk geneline göre oldukça uzun boyluydu. Başını kaz tüyünden rahat yastığına koyduğunda derin, rüyasız bir uykuya dalması zor olmadı.

Kapısının sertçe çalmasıyla uyandı.  Daha uyku halini üzerinden atamadan "Dışarda savaş çıksa uyanmayacaksın herhalde" diyen kardeşi Alesta odaya dalmış, üstüne imparatorluk arması işlenmiş samur pelerinini ve kendisi için özel olarak yapılmış zırhını giymişti bile.

Esneyerek uykunun ağırlığını üzerinden atmaya çalışan Yamtar hafifçe yatağında doğrulup, kardeşine ne olduğunu soran gözlerle baktı. Alesta'nın heyecanı gözlerinden okunuyordu. "Çabuk hazırlan abi sana anlatmak istediğim bir şey var ve lütfen senin için hazırlattığım giysileri giy. Kaptan köşkünde seni bekliyor olacağım." girdiği gibi hızla odayı terk edip kapıyı arkasından kapatmıştı.

Yamtar kapının yanındaki diğer yatağın üzerine bırakılmış elbiselere, durduğu yerden göz attı. Odasında bir değişiklik daha vardı. İlk başta algılayamasa da kamarasının bu sabah aydınlık olduğunu pencereden içeri güneş ışıklarının sızdığını fark etti. Bir haftadır sisler ve fırtına içinde geçen yolculuktan sonra güneşin aydınlığı huzur vericiydi. Kollarını iki yana açıp gerildiğinde göğsü köyündeki geçit vermez dağlar gibi kabarmıştı. Kendisine bir bardak su doldurup sürahideki suyu kafasına diktikten sonra bardaktaki suyu da gür siyah saçlarına döktü. Kendi yaptığı harekete kendisi kısa bir an gülüp kardeşinin bıraktığı giysileri giymek üzere ayağa kalktı ve her sabah olduğu gibi yine başını kendisi için biraz alçak olan tavana vurdu. Kafasının üstündeki ufak şişliklere her gün bir yenisi daha ekleniyordu.

   Göğsünde zarif iki metal plaka bulunan işlemeli deri bir zırh vardı. Metal plakaların üzerine, birbirine bakan iki şahin başı işlenmişti. Aynı kardeşinin zırhına benziyordu. Tek fark kardeşininkinde kurt başı işlemesi vardı. "Gösteriş budalası" dedi içinden tebessüm ederek. Son olarak zırhını kapatan iyi kalite pelerinini giydikten sonra saçlarını tek bir kalın örgü şeklinde topladı. Sırtına kadar inen kuzguni siyah saçları şehre ilk geldiğinde birçok kızın hayranlığına sebep olmuştu.

   Kaptan köşküne gitmek için güverteye çıktığında kendisini gören herkesin şaşkın bakışlarına maruz kalmıştı. Sürekli yırtık pırtık kirli bir gömlek ve deri pantolonla dolaştığı için bu elbiseler altında oldukça farklı görünüyordu. Bazı adamlar aralarında eski kandan krallar gibi diye mırıldandı. Daha önce kendisine bir yabaniymiş gibi küçümseyerek bakan gözlerde şimdi saygı ve hayranlık vardı. Sadece bir kıyafet ne kadar çok şeyi değiştirmişti. Orfelm de elbiselerin neredeyse hiç önemi yoktu ama şehirde elbiseler, dış görünüm o kadar önemliydi ki bunu yeni yeni anlamaya başlıyordu Yamtar.

   Sonunda kaptan köşküne vardığında içerde kardeşinden başka bir kişinin daha olduğunu gördü. Diğer adam oldukça yaşlıydı. Yamtar onunla ayaküstü birkaç kez sohbet ettiğinden adamı tanıyordu. Gemi ustası Falerth'di. Hellion ve Domion gemilerinin projesini ve yapımını üstlenmiş ve gemilerle ilgili her şeyi kardeşine öğretmişti. Odanın ortasındaki genişçe bir masanın yanına yaklaştırılmış sandalyelerden birinde oturuyordu. Masanın üstü bir sürü harita parçası cetveller pusulalar ve pergellerle doluydu. Kaptan köşkünün güverteye bakan penceresinden manzara oldukça hoş görünmekteydi. Denizin öfkesi dinmiş huzurla geminin yol almasına izin veriyor, hafif dalgalar geminin gövdesini, bir annenin bebeğini nazikçe sarması gibi sarıyordu. Alesta iki yüz metre kadar yanlarında ilerleyen diğer gemi Hellion’ a bakıyordu. Hellion daha küçük bir gemiydi ama oldukça hızlı olması için inşa edilmişti. Büyük fırtınalarda dalgaların şiddetini azaltmak ve Domion’ u dalgaların ilk sert etkilerinden korumak amacıyla sürekli etraflarında manevra yapıp dalgalarla adeta günlerdir savaş vermişti.

   Alesta gemi ustasına bakarak "Eserlerinle gurur duymalısın Falerth" dedi. Ardından masanın yanındaki bir diğer sandalyeye yerleşti.  Yamtar ikisi arasında bir tartışmaya denk geldiğini Alesta’nın asabi sessizliğinden anlamıştı.   

   Falerth ayağa kalkıp "Bazı sınırlar vardır ki aşılmamalıdır. Biz, bizlerden çok önceleri, bizlerden çok daha güçlülerin koyduğu sınırları aştık. Umarım "

   "Yeter!" diye sertçe sözünü kesti Alesta yaşlı adamın. "Bizden daha güçlü olsalardı aşabileceğimiz bir engel koymazlardı. Bu bizim kaderimiz."

   Falerth bir şey demeden ayağa kalkıp Yamtar'ı kısaca selamlayarak dışarı çıkarak iki kardeşi yalnız bıraktı.

   "Anlat bakalım küçük kardeş nedir seni bu kadar kızdıran." bir kenarda duran meyve sepetinin içinden irice bir elmayı alan Yamtar büyük bir ısırık alarak karmaşık masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdu.

   "Harika olmuşsun bu zırh ve pelerin içinde büyük kardeş"

   "Hadi ama kur yapan kızlar gibi konuşmayı bırakıp bu heyecanının nedenini anlat bakalım. Yoksa meraktan taş kesileceğim burada."

   Alesta içten bir kahkaha attı. "Eski efsanelerle yüzleşmek üzere olmanın heyecanı içerisindeyim."

   Elmasından bir ısırık daha alan Yamtar "Hatırlıyor musun kardeşim bir keresinde daha on iki yaşındayken yan köylerden ticarete gelenlerin anlattıkları bir hazine hikâyesi yüzünden beni dağlarda hazine aramaya ikna ettiğin bir gün vardı. Şimdide yüzünde aynı pırıltı var."

   "Ama bu sefer farklı" diye araya girmek istese de Yamtar’ ın işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yapmasıyla sustu.

   "O gün beni ikna edebilmiştin ve kimsenin çıkamadığı kadar yükseğe tırmanmıştık. Dağın zirvesinde olukça yoğun bir sis vardı ve aynı bahsi geçen şekilde bir mağara bulduk, lakin içerisinde hazine yerine dev bir kar kaplanı bizi karşıladı. Canımızı nasılda zor kurtarmıştık. Panik içinde siste kaybolmuş fırtınaya yakalanmıştık ve sen neredeyse ölüyordun. O gün en büyük hazinenin senin hayatın olduğunu fark ettim. Çünkü hiç bir şey atan kalbinden daha değerli değildir kardeşim."

   İki kardeş arasında bir süre sessizlik oldu. Aslında Alesta' yı bugün içinde bulunduğu yolculuğa sürükleyen şey on iki yaşında o mağarada kaybolduğu sırada bir iskeletin yanında bulduğu ve varlığını herkesten sakladığı, avuç içine sığacak küçüklükteki kutuydu. Kardeşinin nasılda tam olarak o olayı hatırlattığını bir an merak etti. O hazine hikâyesi tamamen uydurmaydı. O kutuyu rüyalarında görmüştü ve yolculuk tek başına o yaşta cesaret edemeyeceği kadar zorluydu. Elini belinde takılı olan küçük deri çantanın içine atarak rüyalarında gördüğü tuhaf nesneyi çıkartıp Yamtar' ın önüne doğru masaya koydu.

   Yamtar ilk başta küçük nesneye umursamazca bakarken kutunun üstündeki kuleye benzer şekil bir anda dikkatini çekmişti. Abisinin nesneyi daha öncede gördüğünü anlayan Alesta "O mağaradan sadece canımızı kurtarmamıştık. Seninle ayrı düştüğümüz bir anda bunu buldum. Sende rüyalarında görüyordun değil mi? Bu yüzden seni ikna etmem o kadar da zor olmamıştı. İçinde bir yerde sende o dağların zirvesindeki mağaraya gitme ihtiyacı hissediyordun."

   Yamtar hiç bir şey demeden kutuyu eline alıp incelemeye başladı. Rüyalarında gördüğüyle tıpatıp aynıydı kutu. Düşünceli gözlerle kutuya bakarken Alesta "Mağaraya gittikten sonra bir daha o rüyaları görmez oldun değil mi?" diye sordu.

   "Nasıl bilebiliyorsun tüm bunları"

   "Köyü terk ettiğimden beri çok fazla araştırma yaptım. Kimsenin bilmediği eski yazıtlardan parçaları topladım ve o kadar çok şey öğrendim ki hepsini sana anlatmaya kalksam bu yıllarımı alır. Sonra başka rüyalarda görmeye başladım. Adeta rüyalarım beni bir sırrı bulmam için yönlendiriyordu." Kitap raflarının arasından bir kitap çıkartarak tozlu sayfaları hızla karıştırmaya başladı. Kitap öyle eskiydi ki bazı sayfalardaki yazılar neredeyse okunamaz hale gelmişti. Sonunda aradığı sayfayı bularak açıp Yamtar ‘a gösterdi. Sayfadaki yazılar zar zor seçiliyordu. Bir şarkının dizeleri gibi yazılmıştı.

   “Kan kutsaldır gerçek mirastır

   Ne zaman döker ilk kanını kudretli ataların evlatları

   O zaman düşlerinde parıldar kaybolmuş mirasları……”

   Devamındaki yazılar pek seçilemiyordu. Yamtar anlamamış gözlerle kardeşine bakıp “Eeee” diye sordu.

   Alesta hayal kırıklığına uğramış küçük bir çocuk gibi hevesle abisinin göremediği detayları görmesi için “Bu kitap çok eski farklı kaynakların birleşiminden oluşmuş. İçindeki hiçbir metin tam değil”

   Yamtar sayfaya daha dikkatli bakıp göremediği kaçırdığı detay ne anlamak istedi ama hala bir şey anlamamıştı. “Tamamda bu ne anlama geliyor hala anlamadım”

    “Yazılanın anlamından önce nasıl okuyabildiğini ve dilini düşün. Bu kitabı senden benden başka birde köyümüzdeki birkaç kişi okuyabilir.”

   Yamtar’ ın zihninde adeta bir anda ışık yanmıştı. O kadar eski bir kitabı okuyabilmişti. Üstelik kitap kimsenin kullanmadığı Orfelm dilinde yazılmıştı. Kendi içinden babasının atalarıyla ilgili anlattığı ve hiç inanmadığı hikâyeler geçti. Kardeşine baktığında Alesta’nın gözlerinin heyecanlı parıltısının sebebini anlıyordu ama hala göremediği bir şeyler vardı.

   Daha fazla dayanamayan Alesta “Bizim halkımız diğer hiçbir halka benzemiyor. Kendi tarihimizi nesiller boyu unutsak ta ilk kullandığımız dili hala bilenlerimiz var. Babamız bizlere öğretmişti. Kitapta yazdığı gibi kan kutsaldır gerçek mirastır. Bizim mirasımız kanımıza işlenmiş. Bizler aslında yitip gitmiş çok büyük bir ulusun yüzbinlerce yıl sonraki kalıntılarıyız. Ama damarlarımızda hala atalarımızın kanı akıyor. Diğer dize, ne zaman döker ilk kanını kudretli ataların evlatları, o zaman düşlerinde parıldar kaybolmuş mirasları… İlk rüyanı ne zaman gördüğünü hatırlıyor musun?”

   Kardeşinin gözlerinde yanan heyecan ateşi Yamtar’ ın da gözlerinde yavaş yavaş körüklenmeye başlamıştı. İlk rüyasını gördüğü geceyi hiç unutmuyordu çünkü çok mutlu olduğu bir geceydi. İlk avlarına gitmişlerdi. Bir tür erkek olma sınavı gibiydi. Oldukça büyük bir dağ ayısı avlamışlardı kardeşiyle beraber. “Tıpkı dizelerdeki gibi” diye mırıldandı.

   Alesta abisinin sonunda kavramayı başardığı gerçeği doğrularcasına “İl kanımızı döktüğümüz günün gecesinde gördük rüyayı tıpkı dizelerdeki gibi ve gördüğümüz kaybolmuş mirasımızın düşlerimizdeki parıldamasıydı” dedi. “Bizim halkımız tuhaf bir güce sahip ve bu yüzden diğer köyler ve şehirler bizi dışlıyor yabancıymışız gibi bakıyorlar. Çok şehir ve medeniyet gezdim. En avcı ve savaşçı toplumlara girip araştırmalar yaptım ama inan kardeşim on yaşında hiçbir erkek çocuğu bir mızrak darbesiyle dev bir dağ ayısını yere serecek cesarette değil. Bizlerin dağlarda mızrak salladığımız yaşlarda diğer halkların çocukları el sallamayı marifet sanıyorlar neredeyse.”

   Yamtar oturduğu yerden kalkıp güverteye bakan pencerenin önüne giderek denizi izledi bir süre. “Peki, şimdi ne yapacaksın”

   “Dünya benden çok şey aldı demiştim bir keresinde. Şimdi ise benim olanları alacağım.” Masadaki küçük kutuyu alarak kapağını açtı. Bir tarafında tuhaf bir kelime yazıyordu, diğer tarafında ise pusulaya benzeyen daha değişik bir şey vardı. “bu Ethenami Nomen’in yolunu gösteriyor.” Diye açıkladı. “Büyücüler tarihiyle ilgili bir şey hatırlıyor musun babamızın anlattıklarından.”

   Yamtar olumsuz anlamda başın salladı.

   “Güneyde büyücüler ve insanlar bir zamanlar huzur içinde yaşarlarmış. Büyücülere ilk doğanlar da denirmiş çünkü insanoğlu onlardan çok daha sonraları ortaya çıkmış. Ama insanoğlu kendini geliştirmeye aç bir toplummuş ve öyle güçlenip gelişmişler ki yaptıkları silahlar dünya düzenini alt üst etmeye başlamış ve sonunda kendi yok oluşlarını getirmiş. Ama en yüce büyücüler bu yok oluşu durdurmak için dünyanın geri kalanını kurtarmak adına birleşip bütün güçleriyle senin ayıran nehir diye bildiğin ve dünyamızı tam ortadan ikiye böldüğü bilinen nehri ve ayıran dağları yaratmışlar. Büyücülerin bir kısmı bizim yaşadığımız topraklarda bir kısmı da diğer ayrılan tarafta kalmış. Nehri hiçbir şey geçemez dağları hiç kimse aşamaz şekilde yapmışlar. İlerleyen zamanlarda atalar köprüsü inşa edilmiş. Kilometrelerce uzanan nehrin, diğer yanına geçebilmek için ama sadece seçilmişler o köprüden geçebilirmiş ve köprüyü bulabilirmiş. Bu kişilere Ethenami Nomen demişler. Anlamı sırların kardeşliği ve bu pusulalardan taşıyorlarmış.” Elindeki kapağını açtığı pusulayı göstererek. “Ayıran nehrin denizde bile devam ettiğini gördüm. Denize karışıp akıntı gücünün yavaşlaması gerekir diye hesapladım ve en zayıf olduğu noktayı keşfettim. Günlerdir içinde bulunduğumuz sis ve fırtına bu ayıran nehrin geçit vermeyen büyüsüydü ve sonunda başardık kardeşim. Binlerce yıldır kimsenin aşamadığı, efsanelerde kaybolmuş silinmiş bir sınırı aşmayı başardık. Bizim köyümüz ayıran dağların yamacında ama diğer dağların gerisine kalan kısımdan kopmuş ufak bir parça sadece.”

   Uzun bir sessizliğin ardından “Bu söylediklerin amacını açıklamıyor” dedi Yamtar.

   Alesta derin bir iç çektikten sonra “Orada öyle bir şey bulacağız ki belki de tüm dünya döndüğümüzde önümüzde diz çökecek. Belki imparator bile olurum.”

   “Şan şöhret peşinde geçecek ömrün yani.” diye küçümsercesine konuştu Yamtar. “ Neden hiçbir zaman elindekilerin mutluluğuyla yetinmeyi bilmiyorsun ki. Gemi ustası Falerth haklı, unutulmuş şeyler belki de unutulması daha hayırlı olduğu için unutulmuştur ve bazı sınırlar geçilmemelidir.”

   Alesta öfkeyle doğruldu “Bana eski kafalı bir bunağın sözlerini tekrar et diye yanımda getirmedim seni ağabey.” Dediği sırada odanın kapısı telaşla çalınmaya başladı. “Gir” diye emretti Alesta.

   İçeri on dört on beş yaşlarında bir çocuk girdi. Gemideki haber iletme işleriyle ilgilenip kaptan Alesta’nın ayak işlerini yapardı genelde. Çocuk oldukça heyecanlıydı. Nefes alışından tüm yolu koşarak geldiği belli oluyordu. Çocuk iki kardeşin sert bakışları altında iyice ufalmıştı adeta. İçinde bulunduğu ortamdan bir an önce kurtulmak istercesine “Gözcü kaptan” diyerek bir an soluklanmak için durduktan sonra “Gözcü geminin şuan ki rotasını kuzey esas alırsak kuzey batı yönünde kuleye benzer bir şey gördüğünü size iletmemi istedi.”

   “Teşekkürler Gino” diyen Alesta meyve sepetinden bir elma alıp küçük çocuğa uzattı ve gitmesi için izin verdi. Gemide çalışan herkesin ismini eksiksiz bilirdi. Yamtar’ a dönüp “Sana karşı sesimi yükselttiğim için affet beni abi” dedi.
.
   Yamtar kardeşinin yanına gidip kulağına doğru eğilerek “Asıl hevesini baltalamaya çalışıp heyecanını paylaşmadığım için sen beni affet küçük kardeşim. Hiçbir şeyin içindeki alevi söndürmesine izin verme” dedi.

   Domion oldukça büyük bir gemiydi. Tek başına iki yıl boyunca denizlerde kalabilecek kadar erzak yüklüydü. Geminin en uzun yelken direğinden dürbünle gözcünün işaret ettiği yere bakan Alesta elindeki Ethenami Nomen yazan pusulanın gösterdiği yönle karşılaştırdı ve doğru yolda olduklarına kanaat getirdikten sonra “İSKELE ALABANDA TAM YOL İLERİİİ” diye bağırdı. Ardından kaptanın sözlerini hemen her mürettebat bağırarak tekrar etti. Kısa sürede açılan Domion’un yelkenleri rüzgârı kucaklayıp geminin hızla ilerlemesini sağlamaya başladı. Bine yakın kürekçi küreklerin başında yerlerini almış geminin hızına hız katmaya çabalıyorlardı. Daha ufak olan gemi Hellion’da arkalarında yelken açmış kendilerini izliyordu. Tahmini olarak üç gün içinde karaya varacaklarını düşünen Alesta’ nın takip eden üç gün boyunca neşesini hiçbir şey bozamayacaktı.

8
2.BÖLÜM KURTULUŞ

   Truva’nın sabah vaktini belirten aydınlanma sistemi devreye girmiş, sokaklarında yavaş yavaş hareket başlamıştı. Sabit bir görevi olmayanlar, kollarındaki Dotalardan günlük programlarına bakıp o günkü işlerini öğreniyorlardı. Bu gibi kişiler genellikle geri dönüşüm istasyonunda çalışıyorlardı. Sabit işleri olanlar ise çoktan Podlara binip, hızla görev yerlerine uzanan yola koyulmuştu.

   Wilson bütün gece uyuyamamıştı. İnsanoğlunun, kıskançlık gibi duygularının ortaya çıkmaması için, her biri diğerinin aynısı olarak dizayn edilmiş küçük dairesindeydi. Bir oyana bir buyana mekik dokuyarak, düşünceler içinde tamamlamıştı geceyi. Truva aydınlandığında alışkanlık olarak kolundaki DOTA ya göz attı. Dijital ekranda “Görev: saat 08:30 tahliye istasyonu” yazısı kırmızı olarak yanıp sönüyordu. Sadece önemli görev mesajları kırmızı harflerle gönderildi. Derin bir nefes alıp banyoya girdi. Soğuk bir duşun düşüncelerinden arınmasına ve zihnini toparlamasına yardımcı olacağını düşündü.
         
            Başkan Farkas, konuşurken sürekli yalan söylemişti. Bunu biliyordu. Ama yine de babasıyla ilgili söyledikleri doğruydu. Wilson nasıl yaptığını bilmese de, insanların ne zaman yalan söylediğini anlayabiliyordu. Bu da kavrayamadığı başka bir yeteneğiydi.

   Soğuk su vücuduna temas ettiğinde bir an ürpererek nefesini tuttu. Tüm kasları kasılmıştı. Ardından vücudu, su sıcaklığına uyum sağladıkça gevşedi. Banyodan çıktığında kendisini daha iyi hissediyordu. Dolabındaki SGG (standart günlük giysi) lerden birini alıp üstüne geçirdi. Bir an kitaplardan okuduğu moda kavramı aklına geldi. Atalarının kullandığı çeşit çeşit giysi kalabalığı. O kadar farklı kıyafet arasında, herhalde dakikalarını ne giyeceklerine karar vermeye çalışarak kaybediyorlardı diye düşündü. Ne gereksiz zaman israfı. Farklı olan her şey kıskançlık nedeni olarak kabul edildiğinden, Truva’da yasaktı. Kıskançlık atalarının yıkımının başlangıç sebebiydi. Onda var bende yok düşüncesiyle kavgalar, yalanlar ve savaşlar ortaya çıkmıştı. Para denilen diğer bir yasak kadar tehlikeliydi kıskançlık. Üstünü giydiği sırada kapı çaldı. Kim olduğuna bakma gereği duymadan açtı.

Karşısında yirmili yaşlarında genç bir kız duruyordu. Başında tek bir beyaz fiyonkla topladığı kumral atkuyruğu saçları ve üzerinde kadınlara özgü günlük kıyafetini giyinmişti. Yuvarlak bir yüzü ve oldukça güzel hatları vardı. Garip bir güzelliği olduğu söylenebilirdi. Gözleri o kadar koyu bir maviydi ki, siyah gibi görünüyordu. Çocuksu masum yüzünde, hiçte çocuksu olmayan şehvetli bir kadın bakışı vardı. Kalın dudakları, öpüşmeye her an hazırmışçasına istekli bir şekilde hafifçe aralıktı.

   “Bay Wilson geç kaldınız.” Sesi suyu donduracak kadar soğuk ve buz kadar keskindi. Böylesi yumuşak bir görüntüde, böyle bir ses tonu herkesi nasıl şaşırtıyorsa, Wilson’ uda öyle şaşırtmıştı.

    “Sen de kim olduğunu sanıyorsun.”

   “Adım Kate Lohan. Benim sorumluluğumdasınız Bay Wilson ve inanın tek bir olumsuz davranışınızda sizi cezalandırma yetkisine sahibim. O yüzden derhal yola çıkmaya hazırlanın.”

   “Bak Kate, saat daha sekiz bile olmadı ve kapımda bitmiş beni tehdit ediyorsun. Bu hiçte hoş bir davranış değil.”

   “Bundan sonra benimle konuşurken Komutan Kate ya da direk komutanım diyeceksin. Sana üç dakika veriyorum.” Kapıyı dışardan Wilson’un yüzüne kapadı.

   Wilson, dairesinde suratına çarpan kapının etkisiyle şaşkına uğradı. İçinden bir küfür savurdu ve saatine baktı. Bir yanlışlık vardı. Saat 09:15 i göstermekteydi. Duşta o kadar uzun kalmamıştı. İki saat boyunca ne yaptığına dair herhangi bir fikri yoktu. Hiçbir ayrıntı ve detayı kaçırmayan hafızasını zorladı ama sonuç yine aynı. Tam bir boşluk. Duşa girdiğinde saat yediydi ve bayılmadığından emindi. Dışardan sabırsızca tekrar kapı çaldığında bu sefer dışardakinin kim olduğunu biliyordu. Hazırlanması için verilen süre dolmuştu ve komutan Kate gerçekten de sabırsız davranıyordu.

   Usulca kapıyı açıp sokağa adım attı. Kate gecikmesini onaylamaz bakışlarla kendisini bir an süzdükten sonra ilerlemeye koyuldular.

   Truva, insan vücudunun muhteşem uyumundan esinlenilerek inşa edilmişti. Yönetim binası Turava’ nın başıydı. Oradan çıkan yol bir noktada üçe ayrılıyordu ikisi Truva’nın kollarına gidiyordu. Bu kısımda Truva’nın yumrukları, yani kızıl muhafızlar ve mavi muhafızların okulları vardı.  Truva’nın ciğerleri yaklaşık üç hektarlık bir ormandı. Ağaçlara gerekli olan güneş ışığı, yapay olarak dallara sarılmış özel aydınlatma sisteminden sağlanıyordu. Ormanın bakımı en önemli görevlerden biriydi. Yüzeye gönderdikleri oksijen sondaları bozulduğundan beri tek oksijen kaynaklarıydı. Aynı zamanda içinde bir çok canlı türünü barındırdığından, başlıca yiyecek kaynaklarını da orman oluşturuyordu. Truva’nın kalbi, genel iletişim merkeziydi. Herkesin kolundaki Standart DOTA’ya başkanlık tarafından verilen emirlerin dağıtılmasıyla sorumlu ufak bir binaydı. Günün hemen her saati etrafında bir insan kalabalığı olurdu.

   Wilson ve Kate’in ilerlediği yola ise bacaklar deniliyordu. İki kısma ayrılmış yerleşim alanının bir kısmında yalnız yaşayanlar diğer kısmında ise aileler barınıyordu. Ailelerin barındığı dairelerde fazladan iki oda daha bulunmaktaydı. Gitmeleri gereken tahliye istasyonu çok uzak olmadığından iki tekerlek üzerinde hızla hareket eden POD lara binmek yerine yürümeyi tercih ettiler. Aceleleri olsa da günün bu saatinde boş bir POD beklemek yürümekten daha fazla vakit kaybettirecekti.

   Tahliye istasyonu Truva’nın en büyük binasıydı. Girişinde neredeyse yönetim binası kadar sıkı protokoller uygulanıyordu. Buradaki bir yanlışlık tüm Truva’nın sular altında kalmasına sebep olacağı için en sıkı korunan yerlerdendi. İçeri girdiklerinde Wilson kendini tutamadan güldü. Kate onaylamaz bakışlarla bakınca “Truva’nın kıçına girdim.” Diye açıklamada bulundu. Truva’nın her bölümü insan vücudunun bir parçası gibi görüldüğünden tahliye bölümüne birçok kişinin Truva’nın kıçı demesi sıkça duyulurdu.

   Kate’in dudaklarında bir tebessüm belli belirsiz görüldü. Metal zeminli geniş koridorlarda yürürken ayak sesleri etraflarında yankılanmaktaydı. Sonunda girdikleri koridorun bitiminde Wilson’un şimdiye kadar gördüğü en büyük kapıyla karşılaştılar. Kapının açılmadan önce çıkardığı sesleri uyuyan bir devin uyanmasına benzetti. Hidrolik pistonlar tonlarca ağırlığında olan kapıyı yukarı doğru gürültüyle kaldırıyorlardı.

   Manzara Wilson’un dilinin tutulmasına neden oldu. Dev bir havuzda duran denizaltı, kitaplarda gördüklerinden çok farklıydı. Bir balığın sırtını andıran, havuzun dışında kalan kısmında tek bir pas lekesi bile yoktu. Üstünde metrelerce yüksek harflerle ANEON yazıyordu. Ama Wilson bunun denizaltına sonradan verilen isim olduğunu biliyordu. KURTULUŞ gerçek ismiydi. Havuzun üstünde ehlileştirilmiş vahşi metal bir canavar gibi yükseliyordu. Bu kıyametten elli yıl önce yapılmıştı. Hem bir tarihi eser hem de adına yakışır şekilde yeryüzündeki yaşamın sonunda insanları kurtararak Atlantis’e taşımıştı.

   
            “Aneon’ un yuvasına hoş geldin Wilson. Ben Kaptan Mert Kaya” Wilson karşısındaki orta boylu geniş omuzlu kaptanla göz göze geldi. Soyadına yakışır bir adamdı. Burnun hemen altında başlayan gür bıyıklarıyla kalabalık arasında hemen fark ediliyordu. Yaşını kestirmek zordu. Elli ile altmış arasında her yaşta olabilecek bir görüntüsü vardı. Konuşma şekli sıcak ve samimiydi. Soğuk kibarlık unvanları kullanmıyordu.

   “Muhteşem görünüyor. Hala çalışıyor olduğuna inanamıyorum.”
   “Kızımıza iyi bakıyoruz.”

   “Tanışma faslınız bittiyse artık yola çıkalım.” Diye araya girdi Kate.

   Mert kızın araya girmesinden hoşnutsuzluğunu belirterek  “Acele işe şeytan karışır komutan.” Dedi.
   
          “Sizin göreviniz kaptan bizi gideceğimiz yere ulaştırmak. Laf ebeliği yapmak değil? Wilson sen benim takımımda yer alacaksın. Gözümün önünden ayrılmasan iyi edersin. Aksi halde…”

   “Aksi halde beni cezalandırırsınız değil mi?” diye Kate’ in lafını tamamladı Wilson. “Biliyor musun sırf ne gibi bir ceza vereceğini merak ettiğimden sana karşı çıkabilirim. Çünkü biliyorum ki içeriye giriş biletiniz benim ve bu beni senin tabirinle cezalandırılmaz yapıyor.”

   Kate öfkeden kızarmıştı. Yüzünü, Wilson’un yüzüne o kadar yaklaştırdı ki uzaktan sanki öpüşüyorlarmış gibi göründüler bir an. “Şunu iyi anlayın Bay Wilson, siz sadece bir anahtarsınız. Cebimde taşıdığım küçük bir aletten farkınız yok. İçeri girdikten sonra tamamen benim insafıma kalacaksın.”

   Wilson, tartışmayı uzatmanın bir yararı olmayacağını anlayınca, kaptanı izleyerek, hemen ardından gelen Kate’in adımlarının takibinde kendisine ayrılan kamaranın yolunu tuttu.

   Fazla zaman kaybetmeden herkes yerini almıştı ve Hellion kalkışa hazırdı. Denizaltının bulunduğu yuvanın tüm kapıları kapandı ve içerisi tamamen suyla doldu. Dış basınç ve Hellion yuvasındaki basınç dengelendikten sonra tahliye kapısı açıldı.

   “Kuş yuvadan uçuyor. Sayın yolcularımız tahmini varış süremiz on üç gün dokuz saattir. Hepinize iyi yolculuklar dilerim.” Kaptanın hoparlörlerden yükselen sesi cızırtılı olsa da kolaylıkla anlaşılıyordu. Wilson basit görünümlü kamaraya son giren kişiydi. İçerde ait olduğu takım arkadaşlarının rahatsız edici bakışları altında kendisine kalan yatağa yerleşti ve uyumayı ümit ederek uzandı. Bütün gece uyumamış olmasının verdiği zihinsel yorgunluk kendisini göstermeye başlamıştı. Kimse tanışmaya kalkışmadı. Herkes kendi düşünceleri içindeyken uyku Wilson’u bir anda ele geçirdi.

3.BÖLÜM YENİ DOSTLUKLAR

   Yolculuğun ilk iki günü Wilson için oldukça sıkıcı geçmişti. Tüm keşif ekibi birbirini tanıdığından onlar için bir yabancıydı ve kendisini bir yabancı gibi hissetmesi için adeta tüm ekip elinden geleni yapıyordu. Kantinde bile herkes bir köşeye toplanır ne zaman bir gruba yaklaşacak olsa ya grup dağılır ya da aralarındaki konuşmaya bir son verip havadan sudan sohbetler açarlardı. Tüm bunların yanında denizaltının güçlü motorunun kesintisiz sesi sürekli olarak rahatsızlık vericiydi. Bir süre sonra itici tribünlerin sesine alışıp duymazdan gelmeyi başarmıştı. Araştırma ekibi dışındakiler kendisine daha sıcak davranıyorlardı. En dost yanlısı bulduğu kişi Kaptan Mert’ ti.

    Neyse ki birkaç gün sonra etrafındakiler varlığına alışmaya başlamışlardı ve azda olsa kendisiyle konuşuyorlardı. En azından kendi içinde bulunduğu takımla yıldızları barışmıştı. Hemen herkesin bir lakabı vardı. Küçük dev Luis, Teleskop Judy, Pinokyo Dave, Akrep Noah. Ekip lideri, kendisini dairesinden almaya gelen Komutan Kate’ti. O da lakaplardan payına düşeni Komutan Buz olarak almıştı. Wilson ise kendisine verilen görevden dolayı şimdiden çilingir diye adlandırılmıştı.

   Yolculukları esnasında en büyük eğlenceleri pokerdi. Eski bir kumar oyunu. Wilson’a başta saçma gelmişti. Ortada kazansan da eline geçen bir şey yoktu. Yine de, asıl amacın kazanmış olmanın verdiği tatmin, olduğunu anlayınca poker kervanına o da katıldı. Akrep Noah hemen her oyunu kazanırdı. Bu artık değişmez bir kural olmuştu. Ama Wilson oyunlara dâhil olmaya başladığından beri kaybediyordu ve buna tahammülü olmadığı için sürekli oyunda hile var diye itiraz ediyordu.

   “Yemin ederim ki çilingir hile yapıyor.” Diye elindeki kartları kantindeki masanın üstüne fırlattı. Diğer masalardaki gruplar bir an ne olduğuna baktıktan sonra umursamaz şekilde tekrar kendi sohbetlerine döndüler.

   “Böyle devam edersen sana akrep yerine huysuz ya da mızıkçı diyeceğiz.”

   Luis’in şakasına hepsi gülmüştü. Ona küçük dev denmesinin nedeni boyutlarından değildi. Oldukça sıska ve kısa boyluydu. Uzaktan bakıldığında çocuk gibi görünüyordu. Yüzünde hiç tüy çıkmazdı. Sarı saçları her zaman karmakarışıktı. Onu devleştiren şey ise zekasıydı. Truva’nın en iyi mühendisiydi. Önceleri küçük deha dense de yaşı ilerledikçe küçük dev diye hitap edilir olmuştu.

   Bir anda kantindeki tüm sohbetler, gülüşmeler kesilmişti. Sinek uçsa adeta duyulacak bir sessizlik olmuştu. Wilson kantine gelenin kim olduğunu görmek için bakma gereği bile duymadı. Böylesi bir sessizliğe sebep olacak tek kişi Komutan Kate’ di.

   Dave, yere monte edilmiş, üzeri kirli metal masanın üzerine iyice eğilerek “Onun sorunu ne?” diye gruptakilere fısıldadı.

   “Kapa çeneni pinokyo yoksa o uzun burnunu kopartırım.”

   Dave, komutanın kendisini duymuş olmasına şaşırdığını belli eden bakışlarla arkadaşlarına bakınca Wilson kendisini tutamayıp sesli bir şekilde güldü.

   Kate masalarına doğru yaklaşırken Wilson arkadaşlarına “Bir buz kütlesi bize doğru yaklaşıyor. Birde yeryüzünde bütün buzullar eridi diyorlar. Bizim komutanı görmemişler herhalde.” Diye fısıldadı. Bu sefer bütün takım kahkahalarını bastıramadı.

   “Arkadaşlarınıza çok komik bir şey anlatıyordunuz herhalde Bay Wilson. Bu eğlenceyi benimle de paylaşır mısınız?”  Kate çoktan takımın masasına varmıştı. Bütün araştırma ekibi onun komutası altındaydı. Genç yaşından dolayı herkes böyle bir göreve komuta edebilecek yetkiyi nasıl kazandığını merak etse de kimse bunu doğrudan sormaya cesaret edememişti.

   “Bu arkadaşlarımla benim aramda komutan.” Wilson konuşurken hiç istifini bozmamış hatta arkasını dönüp bakmamıştı bile.

   “Benimle konuşurken ayağa kalkıp yüzüme bakacaksın.” Kate’in sesi metal duvarlarda kat ve kat güçlenerek yankılanmıştı. İstediği yapılmamış isterik bir çocuk gibi burnundan soluyordu. Beyaz teni kızarmış, koyu mavi gözleri iyice kısılmıştı.

   Wilson ayağa kalkıp arkasını döndüğünde kız karşısında ufak tefek kalmıştı. On santim daha uzundu ve düzenli spor yaptığından kaslı bir vücuda sahipti. “Bana bak komutan, ben senin emrindeki muhafızlardan biri değilim ve bana ne yapıp ne yapmayacağımı söyleyemezsin.”

   Kate küçümsemeyle gülümsedi. “Doğru değilsin. Sen sadece bir deney faresisin. Hakkındaki her şeyi okudum. Burada bulunmanın tek nedeni babanın senin üzerinde bir fareymişsin gibi deneyler yapması. Duyduğuma göre babanın tek oyuncağı sende değilmişsin. Senden öncede anneni fare olarak kullanıyormuş. İşte benim takımımdaki yerin bu, basit bir hayvandan öte değilsin.”

   Wilson’un bakışlarındaki bir şey kızı iki adım geriletmişti. Noah ortamın gerildiğini hisseder hissetmez araya girmeye yeltendiyse de Wilson’un savrulan yumruğu kadar hızlı olamadı. Komutan beklemediği darbe karşısında yere düştüğünde emrindeki askerler ayaklandı. 

   Kate düştüğü yerden öfkeyle bakıyordu. Dudağı aldığı darbe yüzünden patlamış ince bir kan demeti çenesine doğru sızıyordu. “Derhal tutuklayın şunu” diye askerlerine emretti ve takım arkadaşlarının şaşkın bakışları altında Wilson’un üzerine tüm askerler atıldı. Noah bir kaçını yere devirmişti ama bu saldıranları durdurmaya yetmemekle beraber tüm takımın tutuklanmasına sebep oldu.

   “En azından bir aradayız” dedi pinokyo. Bir gözü öyle şişmiş ve morarmıştı ki tamamen kapalıydı.

   “İyi ki Judy yanımızda değildi. Kızda bizim yüzümüzden içeri tıkılırdı.”

   Wilson bir an Akrep Noah’a baktı. Takımda kendisini savunmasını en beklemediği kişiydi. Hem sinsi hem soğuk biriydi. Kendi isteğiyle bırakana kadar Kızıl Muhafızlar arasında üst rütbelerde görev almıştı. İstifa etmeseydi belki de Kate yerine bu görevde komuta onda olacaktı.

   Aslında hiç biri hapis sayılmazdı çünkü denizaltında bir hücre yoktu. Bu yüzden hepsi paylaştıkları kamaraya tıkılmıştı. Tek fark bu defa kapılarının dışarıdan kilitlenmiş olmasıydı.

   Bir süre sonra dışarıdan gelen tartışma sesleri hepsinin kulak kesilmesine sebep oldu.

   “Bunu komutana bildirmem gerekiyor.”

   “İyi o halde bildir hemen.”

   Bir süre sessizlikten sonra Kate’ in sesi duyuldu. “Neler oluyor burada”

   “Bak komutan burada kaptan benim ve benim onayım olmadan kimseyi tutuklayamazsın.”

   “Onlar benim sorumluluğumda”

   “Sendende ben sorumluyum, bunu unutma. Hellion sınırları içinde bilgim dışında tutuklama olmayacak.”

   “Üssüne karşı kuvvet kullandı ve bu her koşulda tutuklama sebebidir.”

   “Bana bak kızım. Komutan olman herkese her istediğini söyleme hakkı vermez. Adamlarım her şeyi senin kızıştırdığını söylediler. Benim atalarımın topraklarında birinin ailesine hakaret etmen öldürülmene neden olacak bir suç sayılır.” Diye bağırdı Kaptan Mert. “Şimdi ya derhal bu tatsızlığı sonlandırırsın, ya da yolculuğu yarıda kesip geri dönerim ve dönüş sebebini başkana beraber anlatırız.

   
          Kate önce itiraz edecek oldu ama sonra sustu. “Serbest bırakın onları.”

4. BÖLÜM BİLİNMEYEN GERÇEKLER

   Yolculuğun son günü Wilson kaptanın odasını ziyarete gitti. Bir gün önceki olayda kendisi ve takımını savunduğu için teşekkür etme fırsatı bulamamıştı ve kendisini borçlu hissetmeyi sevmiyordu. Kapının önünde bir anlık bir tereddütten sonra usulca çaldı. Bir yanı kapıyı çaldığını duymamasını ve geri dönmeyi istiyordu. Bunun nedeni kaptanın kendisine sürekli iyi davranmasıydı ve insanların bu tarz davranışlarının ardından, mutlaka bir art niyet ortaya çıkacağına inanmasıydı. Wilson aşırı derece güven sorunu olduğunun farkındaydı ama bunu düzeltmek için pekte çaba gösterdiği söylenemezdi.

   Ama kapıyı çalışı duyulmuştu ve Kaptan Mert’in babacan ses tonu içeri davet etmişti. Kendisini görünce adamın pala bıyıklarının altındaki dudaklarında sıcak bir tebessüm belirdi. “Hoş geldin Wilson. Tesadüfe bak bende seni görmek istiyordum.”

   İşte şimdi iyi davranma nedeni ve istediği şey ortaya çıkacak diye düşündü Wilson. Son güne kadar beklemişti ve şimdi yaptığı iyiliklerin karşılığını isteyecekti. “Beni mi görmek istemiştiniz?” diye sordu.

   “Öyle kapıda dikilip durma hadi içeri geç. Çay içermişin. Tadı biraz buruk ve damakta acılık bırakıyor ama boğazından sıcak bir şeyler geçmesi iyi hissettiriyor.”

   Masanın üzerindeki çaydanlıktan iki fincan çay doldurdu. Çayın, aromalı, hoş kokusu bulundukları odayı hemen sardı. Bir süre sessizlik odaya hüküm sürdü. İkisi de birbirini tartan bakışlarla süzüyordu. Sonunda pes eden Wilson “Aslında size dün bizi desteklediğiniz için teşekkür etmek için gelmiştim.”

   Mert konuyu değiştirmek için elini sallayarak “Aman lafı bile olmaz. Bazen kızımın haddini fazla aştığını biliyorum.”

   Wilson şaşkınlıkla “Komutan Buz affedersiniz yani Kate kızınız mı?”

   Mert bir kahkaha atarak “Sen ne kadar oğlumsan Kate ‘de o kadar kızım. Tıpkı seninkiler gibi onun ailesi de yakın arkadaşımdı.” Sesinden eskiye duyduğu özlem ve hüzün dışarı sızıyordu.

   “Babamla yakın mıydınız?” Wilson kuvvetli hafızasına rağmen ailesine dair çok az şey hatırlıyordu ve onlar hakkında edinebildiği her bilgiye ulaşmaya çalışsa da şimdiye kadar öğrenebildikleri oldukça yetersizdi.

   “Ahh” dedi kaptan özlemle. “Malcom inanılmaz biriydi. Truva’ nın ileride karşılaşacağı sorunları çok önceden tahmin etmişti ve Atlantis projesini ilk o başlattı. Atlantis’in keşfi ise bambaşka bir hikaye.”

   “Babam hakkında bildiğim tek şey annemin üzerinde deneyler yapıp ölümüne neden olduğu ve aynı deneyleri benim üzerimde uygulamaya devam ettiği.”

   “Gerçeklere bakış açısı herkes için farklıdır. Ama baban hakkında bilmediğin o kadar şey var ki. Aslında hepimizin bilmediği çok şey var. Atlantisin çok uzun zaman bulunamamasının nedeni orayı bulabilecek bir aracımızın olmayışındandı. Bu yüzden ilk önce içinde bulunduğumuz denizaltını tekrar çalışır hale getirmeyi kafasına koydu. Hellion alışık olduğumuz enerjinin dışında bir güçle çalışıyordu ve çalıştırmayı başarırsa bir şekilde Atlantis’in yerini de öğrenmesini sağlayabileceğine inandı. Ne var ki Hellion gücünü dört büyük nükleer reaktörden alıyordu ve bunlardan birisi arızalıydı. Sonunda onarmayı başardı. Annende bu aşamada çalışan mühendislerdendi ve o zamanlar bilmediğimiz amansız bir hastalığa yakalandı. Şimdi bu hastalığın kanser olduğunu biliyoruz. Üstelik annen radyasyona maruz kaldığında sana hamileydi. Sen doğduktan sonra annenin hastalığı daha da ilerledi ve sende aynı hastalığın izlerini taşıyordun.”

   “Babam bu hastalığa yakalanmadı mı?”

   “Yakalandı. Hastalığa sen dâhil toplam beş kişi yakalandınız. Bu aşamadan sonra anlatacaklarımı bilmemelisin. Çünkü öğrendiğini belli edersen Başkan seni anında ortadan kaldırır.”

   Wilson’un merakı iyice artmıştı. Kaptanın anlattıklarında tek bir yalan izi dahi bulamadı.

   “Sonunda Atlantis’i bulduk. Baban, hem Truva hem de hastalığa kapılan yakın arkadaşları ve senin için tek umudun orada yattığına yürekten inanıyordu. Sonunda onu almaya gittiğimde ekipteki herkesin öldüğünü söylemişti. Senin şu anki halinden daha yaşlı değildi.”

   “Başkan babamın döndükten sonra delirdiğini söylemişti.”

   “Delirmek ve Malcom’mu. Tam aksine akıllandı. Geri döndüğünde iğrenç görünümlü beş tane yaratığı da yanında getirmişti. Kurtuluşumuzun bu yaratıklar olduğunu iddia etti. Yeryüzünün aslında bize öğretildiği gibi yok olmadığını, bunun bizi yeryüzünden uzak tutmak için anlatılan bir hurafe olduğunu, Başkan Farkas’a anlattı. Baban kimseye güvenmeyen biri olduğu için yaratıklardan bahsetmedi. Annen gönüllü oldu ve tedavi işe yaradı. Kanserli hücreler kısa zamanda sağlıklı hücrelere dönüştü ve sonra iki yakın arkadaşında ve kendinde kullandı. Hepsi iyileşmişti ama sen daha çok küçüktün. Bu yüzden bir süre daha sende denemedi.”

   
          “O halde annemin ölümünden sorumlu değil. Annem neden öldü ve tüm bunları nereden biliyorsun?”

   “Baban tek bir kişiye güvenirdi. Bana. Çocukluk arkadaşımdı. Başkan Farkas’ta öyle. Bir gün Farkas’la konuşurken senin durumuna ne kadar üzüldüğünü belirtti. Arkadaşlarını ve eşini iyileştirip çocuğunu iyileştirememek kadar kötü ne olabilir diye fikrini söylemişti ve ben bildiğim her şeyi anlattım. Farkas bu bilginin kendisinden saklanmasını vatana ihanet olarak gördü. Bilinmeyen canlı varlık onu korkutmuştu çünkü o yaratıklar hakkında bizim bilmediğimiz başka şeylerde biliyormuş. Derhal müdahale etti. Ameliyatla yaratıkları çıkarttırdı ne var ki bu müdahaleden sonra hem yaratıklar hem de diğerleri öldü. Baban bir şekilde son anda kaçmayı bırakıp bilinmeyen canlıyı sana yerleştirdi ve yakalandı. Aynı operasyon ve aynı sonuç.  Farkas hırslarının esiri olsa da aptal değildi. Baban operasyondan önce Atlantise girip sağ salim çıkabilmek istiyorsa bunun tek yolunun sen olduğunu çünkü geriye kalan tek canlıyı taşıdığını söylemişti. Bu yüzden seni ameliyat masasına yatırmak yerine gözlemlemeyi ve buraya göndermeyi tercih etti.”

   “Ölen diğer iki kişi kimdi.”

   “Brian Lohan ve Nadia Lohan. Komutan Kate’in ailesi.”

   Wilson ne diyeceğini bilemedi. Aslında bir şey söylemek zorunda da hissetmiyordu. Farkas kendisiyle oynamıştı. Kate haklıydı. Başkanın gözünde her zaman sadece basit bir anahtardı. İstenilen kapı açıldığında artık ihtiyaç duyulmayacak bir anahtar. Öfkenin damarlarındaki kan misali tüm vücudunu ılık bir şekilde sarmaya başladığını hissetti. İçinden bağırmak, etrafı yumruklamak bir şeyleri kırıp dökmek geçiyordu. Kaptan Mert genç adamın durumunu anlayışla karşılayarak “Ben biraz dolaşacağım. Odamda istediğin kadar yalnız kalabilirsin. Kimsenin seni rahatsız etmemesini sağlarım.” Başka bir şey söylemeden son bir bakış attıktan sonra dışarı çıktı.

9
Mirdakhar ve Sorhre' ye Dair

 
   Genç ormanı kuşatan seyrek ağaçların arasında, derin bir sessizlik hakimdi. Burada ne kuşların cıvıltısı, ne de böceklerin belli belirsiz sesleri duyulmuyordu. Bölgenin hakimi soğuktu ve ona direnebilecek az sayıda canlı, soğuğun esaretinde yaşam savaşı veriyordu.

    Hepimiz,  Nizura' nın kurduğu oturgahta beklenti içinde karşılıklı oturmuştuk. Dışarıda, kızağa bağlı kurtların ara sıra gelen hırlamaları dışında, ortamdaki sessizliği bozan hiçbir şey yoktu. Bu beklenti dolu bir sessizlikti ve böyle sessizlikler, kısacık da zaman alsa, sanki olması gerekenden çok daha uzun sürmüş gibi hissedilirdi.

     Yaşlı ana, anlatacaklarına nereden başlaması gerektiğini düşünürken, karşımda bağdaş kurmuş oturmakta olan Shali, başını öne eğmiş, kıvırcık saçlarıyla oynuyordu. Ayaz diş sürüsünün lideri Taruth ise dik dik bana bakmakta, sanırım benimle ne yapması gerektiğine dair kafasında planlar oluşturmaktaydı. Sonunda Nizura hafifçe öksürerek boğazını temizledi ve "Sothre bir varlık değil isimdir. Tıpkı Kayra gibi, ya da Taruth veya Shali gibi." diyerek sessizliği bozdu. Konuşurken dalgın gözlerle adeta başka bir yerdeymişçesine, oturgahın üstü açık kısmından gök yüzüne bakıyordu.

    "Kendinize dakhara diye rütbe veriyorsunuz fakat dakhara ne onu bile bilmiyorsunuz." Bu sözleri Taruth' a yönelikti. Genç lider yerinde hoşnutsuzlukla kıpırdansa da bir şey demedi.

       "Dakhara, eski dilde kirlenmiş demek. Harra ya da hara kirli demek. Yani sandığınızın aksine bir yerleşim yeri değil. Harranion tüm kirlilerin bir arada yaşadığı yer." derin bir nefes aldı. Nizura şimdi gözüme çok daha yaşlı görünmüştü.

    "Ben dakharayım. Sothre' de dakharaydı. Eğer isyan etmeyip, insanların arasındaki yaşamımıza devam ediyor olsaydık Kayra' da dakhara olurdu. Mirdakhar ise en kirlenmiş yada baş kirlenmiş anlamına geliyordu ve en güçlümüz oydu. Gerçek ismini hiç öğrenemedik. Ama eminim Sothre biliyordur. Çok uzun ve acı dolu hayatımızın sadece bilmeniz gerektiği kadarını anlatacağım. Hepimiz insanların kölesiydik. Sadece çok zenginlerin sahip olabileceği değerli oyuncaklar. Daha bebekken Quat Doai adasına ya ailelerimiz ya da bizi kaçıranlar tarafından satılmıştık. Harralar dışında, yedi yaşını geçmiş olarak bulunan her mavi gözlünün öldürülmesi insanlar için kutsal bir görev sayılırdı. Eminim hala geçerli bir kuraldır."

     Taruth  "İyi ama bu çok saçma. Burada herkes mavi gözlü. Eminim diğer diyarlarda da mavi gözlü olanlar vardır."  diye araya girdi.

      Nizura lafı kesildiği için kaşlarını çatarak  "Neden yanlışlıkla buz yurda yolu düşen her gemiyi batırıyor ve kurtulan herkesi öldürüyorsunuz. Ayaz diş, kanlı ay, ağlayan kaya, soğuk in...Birbirinizle durmadan çekişirsiniz ama tek ortak özelliğiniz ne?"

      Taruth yeni bir şeyi idrak eden küçük bir çocuk edasıyla başını sallayarak "Hiç bir yabancı buz yurdu görmemeli ve görenler asla geri dönmemeli." dedi. Aslında daha çok kendi kendisine konuşuyor gibiydi.

    "Doğru." diye onayladı Nizura. "Eğer ki diğer diyarlar burada yaşayanlardan haberdar olsa, aralarındaki düşmanlıkları unutur ve tüm güçleriyle sizi yok etmeye çalışırlar."

      "Hele bi denesinler." dedi Taruth kendine güvenle.

     "HAH! Denesinlermiş. Çok güvenirsin kendine ayaz dişten Taruth. Tüm sürülerin toplamından en az yirmi kat daha fazla askerleri var. Bunu biliyorum. Şimdi izin verirsen devam edeyim. Sorularınızı daha sonra sorabilirsiniz."

      Hiç birimizden ses çıkmadı. Shali oturduğu yerde biraz kımıldanarak öne doğru kaydı. Taruth kafasında birşeylerin hesabını yapar gibi düşünceli görünüyordu.

      "Mirdakhar benim eğitmenimdi. Sert, acımasız,kural tanımaz ve kindardı. Kendi eğitmenini turnuvada öldürerek baş eğitmenliğe yükselmişti. Bize ormanın güçlerini kullanmayı öğretti. Ama sanılanın aksine mavi gözlü olan herkes bu güce sahip değildi. Sadece tohum taşıyanlar mavi ormanların kudretini kullanmaya layıktı. Pek çok çocuk güçten yoksun olduğu için çığlık yükseltisinden denize fırlatılırdı. Çocukların düşerken attıkları çığlıklar yüzenden oraya böyle diyorduk. Güce sahip olanlarımız ise eğitilir, güçle dövüşmeyi öğrenir ve zenginler için ölümüne dövüştürülürdük. Öldürdüğümüz her dakhara için bir kasa altın artardı değerimiz..." bir süre duraksadı. Konuyu toparlamaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. "Her neyse daha sonra Sothre geldi. Bir başka Harra da eğitim görmüş ve ödül olarak kazanılmıştı. Neredeyse Mirdakhar' a denk güçteydi ama eğitim düellolarında onu hiç yenememişti. Yine de Sothre bir bakıma onu fethetti. Akar suyun, kayaları yıllar içinde değiştirmesi gibi Mirdakhar' ı yavaş yavaş değiştirdi. Ona umut verdi ve başka bir yaşam şansı olduğuna, bu duvarların ötesinde bir gün mutlu olacaklarına inandırdı. Beraber özgürce yapacakları şeylere dair hayaller kurdular. İkisi de gençliğin ateşiyle kurdukları hayallerin gerçekleşeceğine öylesine inandılar ki, içinde bulundukları gerçekliği unuttular. Nasıl hayallere dalmasınlar ki. Daha yirmi yaşındaydılar. Sothre adı gibi ışık saçan güzelliğiyle Mirdakhar' ın karanlığını aydınlatmış, onun insanlara olan nefretini unutturmuştu. Ta ki herşeyin değiştiği güne kadar.

   İçten içe kaçma planları yapmaya başlamışlardı. Sadece ikisi buna kalkışsa belki  başarabilirlerdi ama Sothre hepimizi kurtarmak istiyordu. Bu gidişata dur demek. Ama her yerde olduğu gibi aramızda hainler çıktı. Doai muhafızları durumdan haberdar olunca ikisini arenada dövüştürmeye karar vermişlerdi. Onlar kalabalığın coşku dolu haykırışları altında arenaya götürülürken ağladığımı hatırlıyorum. İkisi de rakibinin kim olduğunu bilmiyordu. Göz kilitleri çıkarılınca birbirlerini gördüler. Şaşkınlık ve birbirlerini görme sevinci çok kısa sürdü. İçinde bulundukları durumun dehşeti ikisini de ele geçirdi.

       Hiç bir şey yapmadan öylece duruyorlardı. Bizler, dakharalara ayrılan parmaklıklı hücrelerden olan biteni görmek için adeta birbirimizi eziyorduk. Üzerlerine yüzlerce arbalet doğrultulduğunda bile öylece birbirlerine bakıyorlardı. Mirdakhar çok değerli olduğu için uyarı olarak Sothre' yi bacağından tek bir okla yaraladılar.

     Değişimin ilk adımı böylelikle atılmış oldu. Mirdakhar' ın o anki haykırışı gök gürültüsü gibiydi. Öfkesi ise korkunç. Tüm okçuları aynı anda etkisi altına aldı ve tüm izleyicileri ok yağmuruna tuttu. Öfkelendikçe gücü daha da arttı. Üzerlerine saldıran muhafız birlikleri bir anda haykırarak korkudan deliye döndüler. Hepsi kendi kabuslarının esareti altına düşmüştü. Bizi tutan parmaklıklar parçalandı.  Hepimize bir cesaret gelmişti ve insanlara güçle saldırdık. Fırtınalarla çatıları, depremlerle kayaları dövdük. Fakat gücümüz bir süre sonra azalmaya başladı. Ağaçlarımız solup tohuma döndü. Çıkan kargaşada kaçmayı başardık. Sothre daha gücünü hiç kullanmamıştı. Mirdakhar ise tamamen öfkesini kusmuş ve bitap düşmüştü.

     Limanlara ulaşmamız zor olmadı. Bizleri özgür gören herkes panikle kaçıyordu ve gemilerden birisini alarak yola çıktık. Bilinen güzergahlar yerine, bilmediğimiz bir yön olan kuzeyi seçtik. Doai muhafızları hemen toparlandı ve biz daha limandan uzaklaşamadan pek çok gemi peşimize düştü. Üstümüze ok yağmurları yağdı. Yanımıza yaklaşan gemilerden askerler gemimize saldırdı. Hiç bitmiyorlardı. Sonunda sekiz kişi kalmıştık ve elliden fazla gemi tüm mürettebatıyla üzerimize geliyordu.

         Kurtulmaya dair ümidimiz yoktu. Ben en küçükleri olduğum için aralarına alıp etrafımda koruma çemberi oluşturmuşlardı. Acımasızca ok yağmurları başladı. Hepsi bir şairin zarafetiyle okları savunuyordu ama yorgunluk onları yavaşlatmaya başlamıştı. Mirdakhar pek çok yara almıştı ve sırtına saplanan bir ok onu yere sermeyi başardı. Sonrası ise tam bir kaos. Sothre o ana kadar sakladığı yüzden fazla ağacın gücünü boşalttı. Deniz adeta ikiye ayrıldı. Peşimizdeki gemiler uçurumdan düşer gibi denizin dibine doğru düştüler ve deniz üstlerine kapandı. Gücünü ortaya çıkartan öfke öyle yoğundu ki rüzgarlar yelkenlerimizi doldurup bizi hızla sürükledi. O günden beri olayın yaşandığı sular kin denizi, Sothre'  nin buzlu kıyıya vardığımızda günlerce ağladığı yer ise göz yaşı sahili olarak anılır. Mirdakhar' ın öfkesi kaçışımızı, Sothre' nin öfkesi ise kurtuluşumuzu sağlamıştı. İkisi de öfkelerini doğru kullanabilselerdi herşey çok farklı olabilirdi.

     Kıyıda atalarınız olan bozlarla tanıştık ama Sothre onlara da düşmanlık gösterdi ve karşılaştıklarımızın zihinlerine girip ilk kölelerini oluşturdu. Sonraysa zaman içinde bildiğimiz Sothre' ye döndü. İçi tamamen nefret ve kin ile kavrulup kurumuş, kendini tüketmiş vahşi bir yaratık."

     Dalgın bakışlarını gök yüzünden indirerek hepimizin üzerinde gezdirdi. Hikayesinin bize anlatacağı kısmın bittiğini düşünüyordum. Yine de geçmişe dair hiç bir şeyi doğru dürüst hatırlamadığım için, Taruth ya da Shali kadar ağzım beş karış açık görünmediğimden emindim.

       "Ama bu imkansız." diye düşüncesini ilk dile getiren Taruth oldu. "Dedemin dinletilerinde bile kin denizine ait yüzlerce yıl öncesine  dayalı hikayeler olurdu. Sen denizin ismini kazandığı zamanı yaşadığını anlatıyorsun.."

    Nizura derin bir iç çekti. "Sana anlatacağım her şeyde bana soracak bin farklı soru  zihninde belirir. Şu an konumuz dahilinde düşün. Belki başka bir gün sana zaman dışı salon ve 3 taştan oluşan anahtarı anlatırım. O zaman nasıl bukadar zamandır yaşadığımıda öğrenirsiniz. Şimdi Kayra ile ilgili kararın nedir."

      Taruth kısa bir an düşündükten sonra "Çocuk kalabilir ve eğitime devam edebilir. Onun Sothre olmadığına karar verdim." dedi.

     İçime resmen ılık sular serpilmişti. Hayatım bağışlanmış, köpeklere katılmaktan kurtulmuş ve hatta eğitime devam edebilecektim. Nizura bana dönüp "Bu hikayeden ne ders çıkardın peki." diye beklemediğim bir soru sorunca sevincimi bir süre ertelemem gerekti. Sessizliğini en başından beri bozmamış olan Shali bile Taruth' un kararından memnun görünüyordu. Hikayede görmem gereken bir şey olduğu açıktı ama bir türlü bunu başaramıyordum. DÜŞÜN KAYRA diye kendi kendime kızdım. HER ŞEY NASIL BAŞLAMIŞTI...  Cevap çok basitti. Bukadar düşünmem bile ahmakçaydı. Herşeyi başlatan öfkeydi. Güçlerim ortaya çıkmadan hemen önceki halimi düşündüm ve sonunda "Öfkemi doğru yönlendirmezsem kaçınılmaz olarak kötü sonuçlar doğurur." dedim.

     Nizura' nın kırışık yüzünde hoş bir tebessüm belirdi. "Bu günkü dersini aldın Kayra. Peki sen Shali, kendine ne pay çıkardın bu hikayeden."

      O ana kadar sessiz sedasız bir köşede duran Shali adeta yerinde sıçradı. Yüzü kızarmıştı. Birşeye canının sıkıldığı her halinden belli oluyordu. Neredeyse fısıltı sayılabilecek bir sesle " Ne gibi sonuçlar doğuracağnı düşünmeden önce, asla bir şey yapmamak gerekir."

       "Aferin kızım. Ya sen Taruth."

    Taruth' un düştüğü şaşkınlık hali karşısında gülümsememe engel olamadım.  Tabi bu gülümseyiş öfkeli bakışlara maruz kalmama neden olmadı desem yalan olurdu.

        Homurdanarak "Kimse hakkında ön yargılı davranmamam gerektiği." dedi.

    "Eh!" dedi Nizura yavaşça oturduğu yerden doğrulurken. "Herkes dersini aldığına göre işlerimizin başına dönebiliriz..."
     
     



     





10
   
6çBölüm Zamanın Pençesinde

    Şiddetli bir sarsıntı... En mutlu zamanlarımdan beni koparmaya çalışan, karşı konulmaz bir güç ve geçmişin gölgesinden, içinde bulunduğum zamanın pençesine sert bir düşüş.

    Tam karşımda, korkudan iri iri açılmış bir çift göz bana bakıyordu. Neler oluyordu. Uykudan uyanmışçasına sersemdim.

    "Bir şeyler yaklaşıyor." dedi Aris. Korkmuştu. Bir yandan da, beni sert bir biçimde sarsmaya devam etmekteydi. Gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtım. Bu hareketin zihnimin toparlanmasına yardımcı olabileceğini düşünmüştüm. Farkındalık, yavaş yavaş gerçekleşti. Vakit fazla geçmemişti. Tanıdık, karla kaplı manzara ve yabancısı olduğum, derin bir boşluk hissi.

    Aris' in "Lütfen kendine gel."  diyen  endişeli sesiyle, hızla ayağa kalktım. Bu hareketim, başımın şiddetli bir şekilde dönmesine neden olunca, üzerinde durduğum deri örtüye çöktüm. Örtü, her ne kadar su geçirmez olsa da, erimiş karların bıraktığı ıslak lekeler üzerinde belirmeye başlamıştı.

    Bir kenera yuvarlanmış hatıra taşını alarak, nazikçe kılıfına koydum. Avuç içi büyüklüğündeki küre, dokunur dokunmaz beni anılar denizine sürüklemeye çalışsa da şu an bunun zamanı değildi.

    "Neler oluyor." diye sordum. Hala tam olarak kendime gelememiştim.

    Aris,  dik bir açıyla, aşağı doğru kıvrılarak ilerleyen  patikayı işaret ederek "Dinle." dedi.

   Bir süre hiç bir şey duymadım. Sonra kısa bir çelik şıngırtısı duyuldu ve yine sessizlik. Daha dikkatli dinleyince patikanın aşağılarından da aynı metalik seslerin geldiğini farkettim. Algı eğitimlerinde çok başarılı olmasam da, sesini duyabildiğim herhangi bir şeyi rahatlıkla sezebilirdim. Önce, zihnimde küçük bir alanı içine alan çember çizdim. İçinde Aris' in varlığı tüm canlılığıyla parlıyordu adeta. İstersem onun pırıltısına uzanabilir ve bağ kurup düşüncelerle konuşabilirdim. Çembere iyice yoğunlaştıktan sonra tüm gücümle ittim. Şimdi algılama halkam beş yüz metre daha  yayılmış olmalıydı ama hala tek hissedebildiğim Aris' in varlığıydı. Yine aynı şakırtı sesi duyuldu. Bu seferki daha yakından gelmişti ve hemen ardından daha uzaklardan da aynı ses ritmik bir şekilde duyuldu.

 Yeniden sessizlik hakim olduğunnda aklımdan tüm olasılıkları hızla gözden geçiriyordum. Kaçabileceğimiz hiç bir yer doktu. Nizura' nın kaldığı kulübenin arka tarafı sarp kaya ve buzdan, inilmesi  imkansız bir uçurumdu. Kulübeye ulaşabilmenin ve aşağı inebilmenin tek yolu dik ve kaygan zeminli payikaydı. O yoldan ise ne olduğunu anlayamadığım ses tekrar yükseldi. Birbirine sürtünen çelik gıcırtıları. Aşağı baktığımda hiç bir şey görünmüyordu. Bunun nedeni, yolun yüz metre kadar ilerledikten sonra, dik bir açıyla tepenin diğer yanına dönerek gözden kaybolmasıydı.

    "Kulübeye gir." dedim Aris' e. Kızın, maviye çalan siyahlıktaki saçları, hafif rüzgarda dans ederken aklıma eski bir anı geldi. Işıltılarla dolu imparatorluk sarayının balo salonu ve Gwen. Onunla tek bir dans ve bedel olarak hayatımdan yedi yılı örümceğin zindanlarında harcamak.

    Aris dediğimi ikiletmeden kulübeye girdi. Kapıyı kapatmasını işaret ettiğimde bir an göz göze geldik. Endişeli görünüyordu. En son nezaman birisinin benim için endişelendiğini hatırlamaya çalıştıysam da başarılı olamadım.

      Birbirini izleyen metalik şangırtıların yankısını tekrar duyduğumda, düşünceleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğum zamana odaklandım. Hiç bir canlı hissi yaymadan ilerleyen, bildiğim iki varlık vardı. Bunlardan en korkuncu, unutulmuş çağlarda teknoloji denilen bir güçle yapılmış olan mekaniklerdi. Diğeri ise gücün köleleri. Mekanikleri olasıklar dışına çıkardım çünkü Harranion' daki tek mekaniği yok etmiştim.

      Ayaz diş adını verdiğim silahın kabzalarını birleştirerek iki metre uzunluğunda, buzdan bir mızrak şekillendirdim. Eski sahibi olan bekçi, bu silahı, biri diğerinden daha uzun iki farklı kılıç şeklinde kullansa da benim her zaman tercihim mızraktan yana olmuştu. Arkama kulübenin gök ağacından yapılma sağlam kapısını alarak beklemeye başladım. Eskiden heyecanlı hissedeceğim bu durum karşısında içimde hiç bir duygu kıpırtısı yoktu.

     Dik patikayı tırmanmayı başaran ilk gurup elli metre ilerde belirmişti. Arkalarından gelen sesler, diğerlerinin de çok geçmeden zorlu tırmanışı bitireceklerini işaret ediyordu. Ateş, ölüm, kaybetme korkusu, acı gibi insani duygulardan yoksun bırakılarak köleleştirilmiş, bu sefil varlıkları, hedeflerinden vazgeçirtecek hiç bir şey yoktu.

   Altı kişilik ilk gurup tüm iğrençliğiyle, hantal ama kararlı bir şekilde kulübeye doğru yaklaşıyordu. İki ucu ok başı şeklinde yapılmış kalın zincir, eskiden insan olan kölelerin vücutlarını delip geçerek, onları  birbirlerine bağlıyor, her adımlarında şangırdayarak ses çıkarıyordu. Birtanesinin göğsünden girip sırtından çıkan kalın zincir, bir diğerinin karnından girip kalçalarından çıkmış ve kiminin omuzundan, kimininse bacağından saplanıp devam ediyordu.Tek zarar görmemiş yer başlarıydı çünkü Sothre' nin beyine sağlam ihtiyacı vardı.

      En öndekinin elinde uzunca bir pala yerde sürtünerek karlı zeminde düz bir çizgi bırakmaktaydı. Beni görünce elini kaldırıp adımlarını hızlandırdı. Pala, tehditkar bir şekilde güneşin ısıtmayan ışıklarını yansıtıyordu. Arkasındaki köle, silahsız olsada görüntüsü çok daha korkutucuydu. Boyu iki metreyi aşıyordu ve elleri kesilerek yerlerine çivili topuzlar yerleştirilmişti.

     Aslında tüm bunlara gerek yoktu. Gücün köleleri, zincirle birbirlerine tutturulmadan da beraber hareket edebilir ve eğer eski hallerindeyken iyi silah kullanıyorlarsa, savaş anında aynı yetenekle dövüşebilirlerdi. Bu şekilde çarpıtılmalarının tek sebebi, Sothre' nin insan vücudunu aşağılaması ve insanlardan kendince intikam almasıydı. Onları, iplerinin ucundaki ölümcül birer kuklaya çeviriyordu. Bir çok şehirde kendisinden kuklacı ve gücün kölelerinden de kuklalar diye bahsedildiğine şahit olmuştum. Harranion' da ise herzaman kendisine verdiği isimle anılırdı.

   Palanın havayı yırtarken çıkardığı sesi duyuyordum. Bir diğeri ise devasa bir baltayı savurmuştu. Her kavgamda olduğu gibi, zaman, öfkemin yoğunluğu arasında sıkışıp yavaşlamıştı adeta. Hemen pozisyon alıp, toprağı döven yıldırım diye bilinen hamleyle mızrağımı savurdum.

    Öndekinin palası benim için tehlike yaratıcak bir noktaya gelmeden ayaz diş boğazından girip ensesinden çıkarak hemen arkasındaki, elleri yerine topuzlar bulunan devasa kölenin göğsüne saplanmıştı. Mızrağımı geri çektiğimde ikisi de çoktan buzdan birer heykele dönmüşlerdi ve baltalının darbesi zincirlerini gerince paramparça oldular. Bir adım geri çekilerek balta darbesinden kolaylıkla kurtulup mızrağımı tam göğsüne sapladım. Fakat beklediğim gibi buza dönüşmedi ve hiç bir yara almamışçasına baltasını tekrar savurdu. Baltanın keskin kısmından kaçmayı başarsamda dengemi kaybetmiştim ve birbirlerine bağlı oldukları kalın zincire takılarak yere düştüm.

       Dördü birden vahşice üstüme çullandı. Bir balta hamlesinden son anda kurtuldum ama, tek eli kanca olan, başka bir kölenin savurduğu darbe sol omuzuma saplandı ve beni ayakları altına sürükleyerek diğer elinde tuttuğu hançeri hızla vücuduma savurdu. Son anda bir tekme atarak hançeri savuşturdum ve ayaz dişi tam başına sapladım. Buza dönüşmese de beynini delip geçen mızrak ölmesini sağlamıştı. Ayaz dişin gücünün giderek azaldığını hissediyordum. Silah, gücünü kanı akan varlıklardan alıyordu ve köleler karşısında giderek zayıflamaktaydı. Olduğum yerden yuvarlanarak uzaklaşıp ayağa kalktım ve kulübenin dik bir uçurum olan batı kanadına doğru geri çekildim.

      Kölelerin birbirine zincirli olması onları yavaşlatmış, peşlerinde ölü bir bedeni sürüklemek zorunda kalmışlardı. Yanıma yaklaştıklarında, aklıma gelen en basit planı uygulayarak aralarına daldım. Birkaç darbeyi kolaylıkla savuşturarak, öldürdüğüm köleyi, uçuruma doğru biraz daha yanaştırmalarını sağladım ve sonunda cansız bedeni aşağı yuvarladım.

       Beklediğim etkiyi yaratmıştı. Uçurumdan düşerken diğerlerinin de dengesini bozmuştu ve sonunda hepsi kaygan zeminden  aşağı doğru birbiri ardına yuvarlandılar. Yere düşmenin onları öldürmeyeceğini biliyordum ama biraz olsun zaman kazandığıma inanıyordum. Omzumdaki yara hiç durmadan zonklayıp, dalga dalga acı sinyalleri göndererek adeta "ben buradayım unutma" diye haykırıyordu.

      Geçici zaferim çok kısa sürmüştü. Ben kavgaya dalmışken iki gurup daha patikayı tırmanmış ve hiç bir şeye aldırmaz adımlarla kulübenin yolunu tutmuşlardı. Guruplardan birinde yedi diğerinde üç kişi zincire vurulmuştu. O an hedeflerinin ben olmadığım gerçeğini kavradım. Aris' de olamazdı. Buraya yaşlı ana için gelmişlerdi. Koşar adım kulübenin kapısına vardığımda küçük olan gurupla aramızda yirmi metre mesafe kalmıştı. Telaşla kapıyı çalıp seslendim.

      Aris vakit kaybetmeden kapıyı açmıştı ve hemen içeri dalarak kapıyı arkamdan kapatarak kilitledim. Neyseki kulübe ve kapı tamamen gök ağacından yapılmıştı ve kırılması neredeyse imkansızdı. Birbiri ardına darbeler kapıya yağarken, pencerelerin uçuruma bakan kısımda olmasının büyük bir şans olduğunu düşündüm. Tabi gerçekten şans eseri o şekilde yapıldıysa. Nizura ' nın  bir şekilde her olasılığı hesaba katarak davranabilme yeteneği vardı.

      Aklıma birbiri ardına düşünceler yağmaya başladı. Nizura bu saldırıyı biliyor olabilir miydi? Bu yüzden mi apar topar gitti? Eğer biliyorsa neden beni uyarmadı?

     Aris koluma nazikçe dokunarak "Yaralanmışsın." dedi. Basit deri ceketin kol kısmı tamamen kan içinde kalmıştı. "Önemli bir şey değil." diyerek geçiştirdim. Üzerimdeki kıyafetlerin hiç birisinin buranın soğuk iklimine uygun olmadığını fark ettim. Buna karşın Aris tam bir Harranion'lu gibi giyinmişti. Üstelik tüm giysileri üzerine tam olarak oturuyordu. Bu beni şaşırtmamıştı. Arkamdaki kapı hala sert darbelere maruz kalsa da ufacık bir sarsıntı hissedilmiyordu. Bir süre daha emin olmak için bekledikten sonra dışardaki kölelerin kapıyı kırmayı başaramayacaklarına kanaat getirerek, pencere kenarındaki yataklardan birisinin üstüne oturdum.

   Şans ya da alışkanlık mı bilmiyorum, Nizura ile kaldığım zamanlarda yattığım yatağı seçmiştim. Aris endişeli gözlerle kapıya bakarken her an kırılmasını bekliyor gibi bir hali vardı.

    "Dışarıda ne var." diye sordu.

    Yaramın durumuna bakmak için ceketi çıkarmaya çalışınca dayanılmaz bir acı yaralı omuzuma saplandı. Aris hemen yanıma gelip ceketi çıkarmama yardım etti. Kancanın açtığı yara tam eklem yerindeydi ve neredeyse kemiğe kadar iniyordu. Hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturarak "Bence bu önemli bir yara. Kolunu kullanamayacaksın ve tedavi edilmezse enfeksiyon kapar...hatta kesilmek zorunda bile kalabilir. Üstelik kol değil omuzdan yaralandığın için enfeksiyon ciğere ya da kalbe doğru yayılırsa ölümcül olur."

    Kendimi gülmekten alı koyamadım ve gülünce acı tekrar omuzuma saplandı. Dışarıda kapı hala aralıksız olarak dövülüyordu. Sadece kapı da değil kulübenin ön ve yan cepheleri tamamen sarılmış olmalıydı. Her yandan duvarlara vuruyorlardı. Tek bir zayıflık bulsalar kurtulma şansımız yoktu.

   "Söylediklerimde ciddiyim. Bunun gülünecek bir tarafı yok." diye adeta beni azarladı.

   "İçimi öyle ferahlattın ki o yüzden güldüm. Hangisi daha güzel haber karar veremedim doğrusu. Kolumun kesilmesi, enfeksiyon yüzünden ölmek, dışarıdakilerin, içeri girmeyi başarması durumunda olacaklar.....Doğrusu seçim yapmak zor. Tüm bunları nereden biliyorsun" dedim.

   "Nereden bildiğimi bilmiyorum ama yaran gerçekten ciddi. O omuzundaki ağaç desenlerinin bir anlamı var mı? Daha önce hiç böyle bir ağaç gördüğümü sanmıyorum. Neden mavi?"

   Yaralı olan omuzumun üst kısmındaki üç mavi ağaca baktım bir an. Üç ruhu simgeliyorlardı. Birincisi kendi ruhumdu ve doğuştan benimleydi. Bir diğeri kendisini bana teslim etmiş ve beni kurtarmış bir ruhtu. Üçüncüsü ise, öfke dolu bir anda zorla söküp alarak hapsettiğim bir ruh.

    "Teker teker soru sorarsan cevaplamam daha kolay olur." diyerek yaramı izlemesini istedim.

   Ağaçların birisine odaklandım. Şu an varlığına en çok ihtiyaç duyduğum kişiye aitti. İçinde bulunduğum oda artık benim için yok olmuştu. Masmavi ağaçlarla dolu bir ormandaydım. Yanı başımda, alabildiğince uzanan gölün kıpırtısız yüzeyi, bir ayna gibi ormanı yansıtıyordu. Hava ne titretecek kadar soğuk, ne de terletecek kadar sıcaktı.

     "Özlettin kendini."

    Arkamı döndüğümde Shali karşımdaydı. Urza denilen mavi ağaçlardan birinin geniş gövdesine yaslanmış, bana bakıyordu. Üzerinde, etekleri yerlere kadar uzanan beyaz bir elbise, çıplak ayaklarından teki ağacın gövdesine dayalı, her zaman yaptığı gibi kıvırcık saçlarını parmaklarına dolayıp çekiştirmekten de geri kalmıyordu.

    "Gerekmedikçe urzaların gücünü kullanmıyorum." dedim.

    "Özlediğin için geldiğini sanmıştım." Sesinde alayla karışık sitem vardı.

  "Vaktim az Shali." diyerek omuzumdaki urza şeklini gösterdim. Ağacın mavi yapraklarının neredeyse tamamı dökülüp yok olmuştu. Bir süre sonra genç bir filize ardından da yavaş yavaş tohuma dönüşecekti ve sonunda buradaki zamanım dolmuş olacaktı.

    "Eh madem öyle sorun nedir söyle bakalım."

    "Diğer tarafta yaralıyım ve başım dertte. Bir an önce yaramın iyileşmesi lazım."

    "Acıtacak mı?"

    "Sadece omuzumdan yaralıyım. Ama biraz acıtacak."

     Shali elimi tuttu ve acıyla yüzünü buruşturdu. Sol omuzunda bir yara ortaya çıkmış ve beyaz elbisesi kanla ıslanmıştı. Elbisesine olanlardan hoşnutsuz bir şekilde elimi bıraktı. Onun yarasının elimi bırakır bırakmaz iyileştiğini biliyordum.

    "Bir dahaki sefere benim için gel." dedi ve dudaklarıma ufak bir öpücük bıraktı.

    "Söz." diye ağzımda geveledim.

  Shali' nin yanından ayrılmak her zaman içimi burkuyordu. Bu nedenle mecbur kalmadıkça uğramıyordum. Kalbimde aynı burukluk hissiyle, içinde bulunduğum gerçekliğe döndüğümde Aris' in şaşkın bakışları karşısında buldum kendimi.

        " Yaratıcı aşkına! Sadece düşünerek yaralarını iyileştirebiliyor musun?" diye sordu.

      "Pek sayılmaz." diyerek omuzumdaki ağaç dövmelerini gösterdim. İçlerinden birisi şimdi genç bir filiz şeklini almıştı. Kapı bir kez daha şiddetle gümbürdeyince ikimizde bir an irkildik.

         "Buradan nasıl çıkacağız."

        Bu benim de cevabını aradığım güzel bir soruydu fakat bir çıkış yolu bulabilmiş değildim. Kızın korkusunu hissedebiliyordum ve soğukkanlı davranabilmesi hoşuma gitmişti.

     "Öncelikle üstüme giyecek birşey bulmalıyım. Yoksa kölelerden kurtulsak bile Harranion'un soğuk iklimi beni öldürür." dedim.

          Yatağımın yanındaki sandığı işaret ederek "Eşyalarına bakmayacak mısın?" diye sordu.

     Eski sandığımın kapağını aralarken menteşelerinin gıcırtısı odada yankılandı. İçinde bir şey olacağını sanmıyordum ama yanılmıştım. Buz yurttayken kullandığım giysiler tam takım halinde duruyordu. Buz kurdu pelerinim, kalın deriden içlikler,  kürklü tüniğim  ve kaymadan yürüyebilmeyi sağlayan patriler. Şaşkınlık ve mutluluğum birbirine karışmıştı ama hala kulübeden nasıl çıkabileceğime dair fikrim yoktu.

         "Bir süre sonra Sothre uykuya dalar ve köleler, onun iradesi olmadan cansız bir şekilde yere yığılırlar."

        Yalan söylemiştim. Ama kızın biraz olsun rahatlayabilmesi için bu yalana ihtiyacı vardı.

         "Tüm bunları neden yapıyor."

       Neden...? Yıllarca hep bu sorunun peşine düşmüştüm. Her cevabın, beni alıp başka bir soru yığınına götürmesini sağlayan tek bir soruydu. Tüm sorular içerisinde, cevapları en tehlikeli olan soru.

      "Hikayemi dinlediğinde kendi cevabını kendin bulacaksın. Ama bulduğun cevap sana ne kadar yetecek bilmiyorum."

         Aris hemen yanı başımdaki bir diğer yatağa yerleşti. Uzandığı yerden doğru, bana dönerek "Hadi ozaman kaldığın yerden devam et." dedi.

        Sanki, yatmadan önce masalını dinlemek isteyen, küçük bir çocuk gibi bana bakıyordu. Hevesli...Aç gözlü....

       "Uyumak istemez misin?" diye sordum.

       "Dışarıda o şeyler varken mi? Şaka yapıyor olmalısın."

       "Beni, kendime getirmen gerekirse hatıra taşının üstünü ört, ama ona dokunma. Henüz buna hazır değilsin." diyerek isteğini kabul ettim.

      Zihnimi kaça bölersem böleyim, henüz kendi irademle taşın gücünden çıkamayacağımı anlamıştım. Yatağın bir kenarına bıraktığım pelerinimin cebinden, küçük küreyi aldım. Dokunuşuma hemen cevap verdi. Üzerinde yavaş yavaş dağılmaya başlayan bulutsu beyazlıktan bakışlarımı ayıramıyordum ve taşın derinliklerindeki görüntülere doğru savruldum. Hayatım, geriye doğru hızla akıyor gibiydi. Gwen' in ihaneti, Dogo' yu cezalandırışım, Nizura' nın attığı tokat ve öfkesi... tam bir görüntüye tutunacakken diğeri beliriyordu. Zihnim yolunu adeta kendisi buluyordu ve sonunda durmayı başardı...

11
1.Bölüm Çağrı
   Wilson, yönetim binasının metal zeminli koridorlarında aceleyle ilerlerken, koluna bağlı dijital ekrandan günlük programını bir kez daha gözden geçirdi. Herkes, DOTA denilen bu cihazı taşımak ve oradaki programa uymak zorundaydı. Sabah 09:30 Başkanla randevu ve sonrasında boşluk. Tüm gün boş kalacağına inanamayarak bu işte bir terslik var diye düşünürken, koridorun A kanadına açılan ve girişinde iki kızıl muhafızın beklediği büyük hidrolik kapıya yöneldi. Kapının sağ tarafında A kanadının dijital krokisi, mavi bir ışıltıyla parlıyordu. Askerlerden biri önünü kesip Wilson’un kolundaki ekrana bakarak başıyla onayladı. Diğer muhafız, kapının arka tarafında aynı şekilde beklemekte olan askerlere durumu bildirdiğinde, sonunda kapı gürültüyle açılmaya başladı. Zaten geç kalmış olan Wilson, beş dakika daha kaybetmiş oldu. A kanadına girişte güvenlik protokolleri oldukça sıkıydı. Bunun bir nedeni de Truva üstünün tüm ARGE (araştırma geliştirme) tesislerinin bu birimde yer almasından dolayıydı.

   Başkanlık binasının en üst katında bulunan A kanadına, daha önce hiç gelmemiş olan Wilson, hızlı adımlarla bir dizi kapının yanından geçerken bir yandan da kolundaki dijital göstergeden gideceği yerin haritasına bakıyordu. Ana koridor, daha dar olan birçok yan koridoru içinde barındıran karmaşık bir labirentten farksızdı. Her koridorun girişinde ne olduğuna dair dijital tabelalar bulunuyordu ve her girişte bir kızıl muhafız nöbetteydi. Sırasıyla Zooloji, Hidrobiyoloji,  Paleontoloji gibi kendisine oldukça yabancı gelen bilim dallarına ait koridorların yanından geçerken, merakla oralarda neler yapıldığını görmeye çalışsa da merakını giderecek hiçbir şey göremedi. Sonunda başkanın ofisine ulaştığında randevusuna yarım saat gecikmişti.

   Başkanın ofisi gördüğü en geniş odalardan biriydi. Kubbemsi tavanını büyük bir avize süslüyordu. Daha önce hiç avize görmemiş olan Wilson için ilginç bir manzaraydı. Odanın bir tarafındaki dev ekran monitörlerde, üssün çeşitli kısımlarının canlı görüntüleri oynatılıyordu. Geniş ahşap çalışma masasının üstü karmakarışıktı. En dikkat çekişici olan ise Ofisin ortasındaki cam akvaryumdu. Ne olduğunu hiç bilmediği tuhaf yaratıklar, garip sıvının içinde süzülüyorlardı. Her birinin gövdesi avuç içi büyüklüğündeydi. Küçük kemiksi ayaklara ve ucunda siyah bir iğnesi bulunan, gövdesine göre oldukça orantısız uzunluktaki kuyruklara sahiptiler.

   “Onlara kurtçuklar diyoruz.”

   Wilson, ofise bağlı küçük bir kapıdan giren başkanı konuşana kadar fark etmemişti. Başkan Farkas çok sıska, beyaz saçlı ve beyaz tenli yaşlı bir adamdı. Öylesine dimdik duruyordu ki, sanki etten kemikten canlı biri değil de, alçıdan bir heykel izlenimi yaratıyordu. Her geçen yılın daha da arttırıp derinleştirdiği yüzündeki kırışıklıklar adama acımasız bir ifade vermişti. Karşısında herkesin bir nebze çekindiği başkanı, çokta umursamadan “Canlı mı bu iğrenç şeyler?” diye sordu Wilson.

   “İğrençler değil mi?”

   Wilson, konuşmayı bir an önce bitirme isteğiyle boğazını temizleyerek “Sayın Başkan, bu sefer hakkımda ne tür bir şikâyet var emin değilim ama bence işe sizin dâhil olmanızı gerektirecek kadar ciddi bir suçum yoktur. Mavi Muhafızlar gereken işlemleri yapabilirler.” Özellikle mavi muhafızlar demişti. Genelde basit suçlar ve düzenin sağlanmasında onlar görevliydi. Kızıl muhafızlar ise hem yargılar hem de cezayı uygularlardı. Gerekli gördükleri takdirde dönüştürme yetkisine sahip bu muhafızları ne zaman görse, iliklerine kadar ürpermesine engel olamıyordu.

   Başkan, onu duymazdan gelerek elindeki raporları gözden geçirmeye devam ederken bıyık altından gülümsüyordu. “Agresif, uyumsuz, şiddete meyilli, disiplinsiz ve kural tanımaz. Hiçbir sektörde görevlendirilmeye uygun değil. Bunlar senin hakkındaki raporların genel özeti Bay Wilson.”

   Derin bir sessizliğin hâkim olduğu odada akvaryumda patlayan hava kabarcıklarının sesi dışında çıt çıkmadı.

   “Kaynakları sınırlı olan bu habitatta barınmanızı ve kaynakları kullanmanızı gerekli kılacak tek bir unsura bile sahip değilsiniz. Belki de işe yarar olmanız için dönüştürme cezası doğru bir davranış olur.”

   İnsan vücudunun üretebildiği enerji potansiyeli keşfedildiğinden beri hiçbir ölüm boşa olmuyordu. Fiziksel olarak yaşlanmış ve bedeni çökmüş kişiler ölmeden hemen önce enerjiye çevrilirdi ve nadir olarak da toplum dışı olarak ithaf edilen kişiler bu cezaya maruz kalıyordu. Wilson bu tehdit karşısında diyecek hiçbir şey bulamadı. Gözünde hafızasından silmeyi bir türlü başaramadığı anılar belirdi. Zırhlarının içinde zorla odaya giren kızıl muhafızlar. Onlara derdini anlatmaya çalışan babası ve muhafızın buz gibi sesiyle “Eğer başarabilirsen derdini elektrik devrelerinde dolaşırken anlatırsın” demesi. Wilson daha dört yaşındaydı ve bu sözleri hayatı boyunca unutabileceğini sanmıyordu.

   Başkan, karşısındaki genç adam üzerinde gerekli etkiyi yarattığına inanarak “Yine de zeka seviyeniz, en yetenekli bilim adamlarımızın bile çok ötesinde. Psikiyatri doktorunuz, tamamen yanlış yönlendirilme sonucu uyumsuz olduğunuzu ve doğru telkinle topluma yararlı davranabileceğinizi iddia ediyor. Bende doktorunuza inanarak size bir şans daha vermeye karar verdim. Duyduğuma göre yetkiniz olmayan yerlere girebilmek konusunda oldukça yetenekliymişsiniz.”

   Wilson, başkanın dönüştürme için tek başına bile yeterli olacak bir suçu daha, listeye ustaca eklediğini fark etti.

   “Benden ne istiyorsunuz?” diye öfkeyle sordu. Sesinin yükselmesi iki kızıl muhafızın hızla ofise girmesine neden olmuştu. Başkan çıkmalarını işaret edene kadar silahlarını Wilson’un üzerine doğrultmaktan vazgeçmediler.

   Tekrar yalnız kaldıklarında “Babandan istediğimiz şeyi Bay Wilson. Lütfen beni izleyin.”

   Birlikte ofisin içinden başka bir odaya girdiler. Odada içi kitaplarla dolu bir dizi raf ve özel cam muhafazalar içinde çeşitli nesneler vardı. Nesnelerin her biri o kadar eskiydi ki Wilson burasının bir tür müze olduğunu kısa sürede fark etti. Başkanın özel koleksiyonu. Bazılarını tarih derslerinden tanıyordu. Kolleksiyonun çoğu, insanların yeryüzünde yaşadıkları zamanlarda kullandıkları eşyalardan oluşuyordu. Başkan oturması için rahat bir koltuğu işaret ettiğinde itiraz etme gereği duymadan, kendini rahat koltuğun kollarına bıraktı.

   “Şimdi Bay Wilson, doktorunuzun bana söylediklerinin doğruluğunu teyit etmem gerekiyor. Size birkaç soru soracağım.”

   “Karşılığında bende kendi sorularımı sorabilecek miyim?”

   “Bence, içinde bulunduğunuz durumu düşünerek daha ılımlı davranmalısınız. Henüz dönüştürme cezanızdan vazgeçmiş değilim.”

   Wilson derin bir nefes aldı. Aklındaki soru işaretlerini şimdilik bir kenara bırakmak, o an için en doğru şey gibi görünmüştü. “Başlayalım o halde.”

   “Önce basit bir soru soracağım, ofisimde ana giriş kapısı haricinde kaç kapı var.”

   “Altı.”

   “Etkileyici; peki girişteki akvaryumda kaç tane kurtçuk vardı.”

   “Dört” hiç duraklama olmadan cevap vermişti.

   “Şimdi daha zor bir soru soracağım. Masamdaki kalemlikte kaç tane kalem vardı.”

   “Ben nereden bileyim. Bakın beni dönüştürme için bahane arıyorsanız boşa uğraşmayın direk yapın gitsin.”

   “Seni dönüştürmemek için bahane arıyorum. Şimdi yaşamının geri kalanının buna bağlı olduğunu düşün ve cevap ver?”

   Wilson öfkeyle “On iki kalem var. İkisi kırmızı, üçü mavi, kalanı siyah. Türler arası uyumsuzluk isimli bir kitap ve ne olduğunu bilmediğim kısım raporları. Bu bir hafıza testimi, pekâlâ A kanadında toplam on altı yan koridor ve yirmi iki ana laboratuvar var. Bunlardan çoğu biyoloji ile ilgili. İçinde bulunduğumuz odada yüz kırk tane kitap var. Hepsi tarih üzerine. Yeterli mi?”
   
Başkan şaşırmışsa bile bunu belli etmemekte oldukça yetenekliydi. Kısaca “ Etkileyici” diyerek ilk yorumunu tekrarladı.
 
   Sessizlik sinir bozucuydu. Wilson içinden geçen dürtüleri bastırmak için tüm irade gücünü kullanıyordu. İçgüdüleri kaç, hemen uzaklaş ve izini kaybettir diye haykırıyordu ama gidilebilecek hiçbir yer yoktu. Bir an başkanı rehin almayı düşündü ama sonuç yine kaçınılmazdı. Tüm olasılıkları hesapladığında yapılacak en doğru şeyin son ana kadar beklemek olduğuna karar verdi.  Belirsizlikten nefret ediyordu. Başkan kendinden emin, sakin ses tonuyla “Tarihle aranız nasıl Bay Wilson?” Diye sordu.

   Wilson beklemediği soru karşısında bir anlık tereddütle “Şey iyi” diye kekeledi.

   “O halde bir zamanlar atalarımızın yeryüzünde yaşadığı döneme dair kısaca bildiklerinizi anlatın.”

   “Tarihlerle aram iyi değildir ama okuldan aklımda kaldığı kadarıyla 2110 yılında bir meteor yeryüzüne çarpıp büyük kayıplara sebep oluyor. Ardından kutuplardaki buzullar hızla erimeye ve karaları yutmaya başlıyor. Dünya liderleri ilk defa bir konuda tam anlamıyla anlaşıyorlar ve su altında yaşanılabilecek ve gerektiğinde yine su altında geliştirilebilecek habitatlar inşa ediyorlar. Böylece neslimizin devamı sağlanıyor ve tarih sıfırlanıp kıyametten sonra KS 01.01.01 olarak yenilenerek devam ediyor.”

   Başkan Farkas kimsenin bilmediği gerçekleri düşünürken sessizliğini korudu. O an Wilson’ un anlattıklarını dinlemiyordu bile. Bu herkesin inandığı şeydi ama gerçek çok daha acımasızdı. Nesiller geçtikçe insanlara unutturulan gerçek. Bir an sonra düşüncelerden sıyrılarak “Kısmen doğru. İlk kurulan su altı şehri muazzammış. Atalarımız, efsanelerinden esinlenerek ona Atlantis demişler. Ve sonra sırasıyla Nova, Truva, Alfa ve Omega, inşa edilmiş. Bu inşaların nedeni nüfus artışı. Yani şu an içinde bulunduğumuz durum. Danışmanlarıma göre Truva’nın kaynakları elli yıl sonra bize yetmez olacak ve yeni bir su altı şehrine ihtiyacımız olacak. Şu var ki atalarımızın muazzam bilgisi bizlere kadar ulaşmadı. Bunun başlıca nedeni ise yüzyıllar önce Atlantis’le iletişim koptu. Orası diğer şehirlerle iletişim için bir köprü görevi üstleniyordu ve diğer habitatlarla da iletişimi kaybettik. Ardından birbirine oldukça yakın olan Alfa ve Omega bir su altı depreminde tüm nüfusuyla birlikte yok olup gitti.”

   “Tüm bunların benimle ne ilgisi var.” diye araya girdi Wilson.

   “Neden mi? Yapmayın bay Wilson. Bunu çözebilecek kadar zeki olmanızı beklerim. Güvende değiliz. Geriye kalan sadece biz Truva ve Nova. Truva tamamen ekolojik bir dengeyle kuruldu ama Nova daha çok askeri bir tesisti. Keşif denizaltılarımızdan birisi, iki gün önce vuruldu. Bunu yapanın Nova’lılar olduğuna inanmak için güçlü delillerimiz var. Kısaca yaşam şartlarını iyileştirmek için insanoğlunun her zaman yaptığı gibi, bizi bulurlarsa ele geçirecekler ve Truva’ya sahip olacaklar.”

   
Wilson başkanın anlattıklarında doğruluk payı olduğuna inansa da bazı boşluklar vardı. “Atlantis yok olduğunda tüm diğer üslerle iletişimin kaybedildiğini söylemiştiniz. Peki Alfa ve Omega’ya olanları nereden biliyorsunuz.”

   Farkas gülümsedi. İçten sıcak bir gülümsemeydi ama şeytani bir kurnazlığı da içinde barındırır göründü. “Araştırma denizaltılarımız çok uzun zamandır Atlantis’i arıyorlar ve bu arayış esnasında diğerlerinin kaderini öğrendik.”

   “Babamdan ne istemiştiniz ve benden ne istiyorsunuz.” diye konuyu sadede getirmeye çalıştı.

   “Baban, üstün yetenekleri olan bir biyokimyacı ve en değerli danışmanımdı.”

   “Madem değerliydi o halde neden dönüştürdünüz.” Wilson öfkeyle bağırmıştı. Tekrar kızıl muhafızların belirmesini bekleyerek kapıya doğru baktı ama odaya giren olmamıştı.

   “Senin yüzünden.”

   Wilson şaşkınlıktan bir an ne diyeceğini bilemedi. “Bu saçmalık.” diye itiraz etti.

   “Baban Atlantis’e giren ekipten geri dönen tek kişi. Ama yalnız dönmemişti. Atlantis Laboratuvarlarından, ofisimde gördüğün akvaryumdaki yaratıklarla döndü. Onlar ilk geldiklerinde canlıydılar. Atlantis hiç zarar görmemiş ve hala yaşanılabilir olarak raporlandı ama 2 milyonu aşan nüfusuna dair hiçbir iz yoktu. Ne cesetler ne kemikler. Öylece boşaltılmıştı. Sonra baban bu yaratıklar üzerinde çalışmaya başladı ve bir tür konak yaşam biçimi olduğunu keşfetti. İnsan ya da başka bir canlıyı ele geçirip dönüştürebiliyordu.”

   “Neye?”

   “Bunu hiç bilmiyorum ve bu yüzden senin tüm hatalarına göz yumarak sürekli gözlem altında tuttum. Baban o kurtçuklardan birisinin baskın özelliklerini pasifleştirerek sana yerleştirdi. Bu onayım olmayan bir davranıştı ve sonumuza sebep olabilirdi. Şimdi ise bu deneyi senin üstün zeka seviyenin ve Atlantis’e yeniden girişin anahtarı olarak görüyorum.”

   “Peki daha önce nasıl girdiniz ve yeniden niye oraya girmek istiyorsunuz.”

   
“İçeri zorla girilmişti ve Atlantis’in güçlü bir kendini savunma mekanizması var. İlk keşif ekibim iki yüz kişiden oluşuyordu ve hepsi babanın raporlarına göre öldü. Babanın hayatta kalmasını sağlayan tek şey ise bu kurtçuklardı. Onları ele geçirdiği andan itibaren hiçbir saldırıya uğramadığını fark etmiş ve tekrar içeri güvenle girebilmek için getirmişti. Neden tekrar girmek istediğimse oldukça açık. Nova tehdidi. Atlantis’ in teknolojisi, diğer üslerin her hareketini izleyebiliyor ve gerekli gördüğünde yerlerini değiştirebiliyor. Aynı zamanda Atom üreteci denilen bir cihazla istedikleri her maddeyi üretip yeni şehirler kurabiliyorlar. Gen laboratuvarlarında, yeryüzündeyken yaşayan her canlının genetik örnekleri bulunuyor ve bunları yeniden oluşturulabilir kılıyor. Anlayacağın hem  Nova tehdidine, hem de hızlı artan nüfus sorununa karşı en iyi çözüm yolu.”

   Wilson duyduklarının etkisiyle sarsılmıştı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Kendi üzerinde deneyler yapan babası ve içinde yaşayan bilmediği bir yaşam formu. Nasıl bir baba öz oğlunu tehlikeye atacak bir deney yapardı ki. Üstelikte annesine olanlardan sonra. “Tüm bunları nereden biliyorsunuz.” diye sordu.

   “Baban döndüğünde yanında çok fazla bilgi de getirmişti. Birçoğu anlayışımızın ötesinde teknik bilgiler. Ama anlaman gereken tek şey, her an Nova saldırısına uğrayıp yok olma tehdidi altındayız. Bu olmasa bile Truva çeyrek milyon insanı barındıracak şekilde inşa edildi ve şu an nüfusumuz yarım milyona ulaştı. Gerisini sen hesap et.”

   “Peki, orada tam olarak ne yapacağım.” Sesinden tam olarak ikna olmadığı belliydi. Bunu yapmak istemesede  başka çıkış yolu yoktu. Ya dönüşüm ya da bu görev.

   “Açılması gereken pek çok şifreli kapı var ve sen bu tarz kapıları açmakta oldukça yeteneklisin. Gerisini ekibin diğer üyeleri halleder. İçeriye altışar kişilik beş ekiple beraber gireceksiniz. Denizaltı personeli sizi bıraktıktan sonra geri dönecek. Sürekli iletişim halinde olacağız.”

   “Durun bir saniye ya acil bir şey olurda dönmemiz gerekirse.”

   “Tüm denizaltılarına savunma için burada ihtiyacım var. Acil bir şey olursa, iki hafta beklemeniz gerekecek çünkü yolculuk o kadar sürüyor. Başka bir sorunuz yoksa Bay Wilson, yolculuk için hazırlanabilirsiniz. Yarın sabah, saat 08:30 da keşif birimi tahliye istasyonunda, ekibinizle buluşabilirsiniz. Son bir şey daha, bu sefer geç kalmayın.”

   Wilson ofisten geçerken akvaryumdaki kurtçuklara bir kez daha baktı. Onları, sadece resimlerinden tanıdığı vatoz balıklarına benzetti. Ayaklı küçük vatozlar diye düşündü ve birisini vücudunda taşıyor olduğunun bilinci ile ürperdi.

2.BÖLÜM KURTULUŞ
 :)

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Buzun Yüreği 5. bölüm GÖRMEK
« : 09 Temmuz 2015, 16:26:03 »

5.Bölüm GÖRMEK

   Dumanı üstünde tüten enfes yahni eşliğinde, Shali bana toplumsal düzen hakkında pek çok şey anlattı. Artık bir kurtla köpeğin arasındaki farkı, tam anlamıyla olmasada öğrenmiştim ve köpeklerden olmadığıma seviniyordum. Başta gözüme aynı görünen kıyafetler bile, ufak tefek değişikliklerle farklı bir gurubu işaret ediyordu. Kurtlar üç ana gruba ayrılıyordu ve Shali Buz kurtlarından akıncı sınıfındaydı. Taktıkları pelerinlerin uzunluğu ise bir tür rütbeydi. Kurtlara dair sınıfları anlasam da köpekler çok karmaşıktı. Bir köpek, genelde meydan okuyup yenilmiş bir kurttu ve ceza olarak hizmet etmek zorundaydı. Yeteneksiz kişiler de yine bu sınıfa dahil ediliyordu. Shali' nin köpekleri küçümsediği, anlatırkenki tavırlarından belli oluyordu ve konuyu çok kısa kesmişti.

   Harra'nın sürü demek olduğunu öğrendim ve bir sürü, içerisinde pek çok başka sürüyü barındırabiliyordu. Ayaz diş sürüsü Mirdakhar' ın yolunu ilk seçenlerden olduğu için en kalabalık nüfüsa sahipti.

    Kapı çalındı ve içeri iki çocuk girerek masadan kalanları toplamaya başladılar. İçlerinden birini hemen tanımıştım. Yolumuzu kesen Dogo'ya beni işaret eden çocuktu. "Adın ne?" diye sordum.

   Çocuk tedirgin olarak Shali'ye baktı. Shali başıyla onayladıktan sonra "Harko" dedi sessizce. Ardından ikisi de aceleyle masayı toplayıp dışarı çıktılar.
 
  Tekrar baş başa kaldığımızda  Shali sakin bir şekilde masanın etrafından dolanarak yanıma yaklaşmaya başladı. Öylesine öfkeli bakıyorduki tedirgin oldum. Tam ayağa kalktığımda yüzüme inen yumrukla dengemi kaybederek arkamdaki sandalyeyle beraber yere yuvarlandım. Bir kızın tokat atması alışıldık bir şey olabilirdi, fakat böyle isabetli ve sert bir yumruk karşısında ayakta kalabilmek imkansızdı.Ağzıma dolan kendi kanımın tadını alabiliyordum. Acı ve şaşkınlık hissim bir anda kaybolup, yerini öfkeye terketti. Gözlerimin bu öfkenin yoğunluğundan yaşardığını hissettim. Hızla yerimde doğrulup bir yumruk savurdum.

   Shali hiç zorlanmadan başını birazcık yana çevirerek yumruğumdan sıyrılırken, bir ayağınıda ustaca önüme koymuştu ve kendi darbemin gücüyle ayağına takılıp yere düştüm. Ardından karnıma aldığım, beni yerde kıvrandırmaya yetecek sertlikteki tekme nefesimi kesti.

   "Herkese kuyruk sallayan bir köpek isteseydim dışarda da bulurdum. Sen bana aitsin ve sadece bana soru sorabilirsin." diye bağırırken adeta burnundan soluyordu.

   Bağırıyor olmasına rağmen sesi adeta bir perdenin ardında gibi gelmeye başlamıştı. Kelimelerini hem duyuyor, hem de zihnimde yankısını algılıyor gibiydim. "Acınası ahmak sefil, beni küçük düşürdün."  Sözleri zihnimde yankılanırken, ağzından "Senin yüzünden küçük düştüm."  kelimesi çıkıyordu. Birden gerçeği kavradım.

    Zorlukla nefes almaya çalışarak "Sanırım artık görebiliyorum." diyebildim.

    Bir süre daha aklından ve ağzından dökülen sözlere maruz kaldım. Öyleki aklından çok daha kötü düşünceler geçerken, söyledikleri sanki bir elekten geçiyormuşçasına daha insaflıydı.. Kendisinden başkasına soru sormam zaten yanlış bir davranışken bir köpeğe soru sormam resmen ağır bir hakaretti onun gözünde. Dediklerimi fark edene kadar, bir süre daha söylenmeye devam ettikten sonra    "Ne dedin." diye şaşkınca sordu.

   "Sanırım artık görebiliyorum." Zorlukla ayağa kalkmayı başarabilmiştim fakat dik duramıyordum.

   "Gerçekten mi?" diye şüpheyle sordu. Onu sakinleştirmek için yalan söylemiş olabileceğimi düşünüyordu.

   "Seni sakinleştirmek için yalan söylemiyorum." diye sertçe cevap verdim düşüncelerine.

   Bu sefer, inanmış olacak ki yüzündeki öfkenin yerini memnun bir tebessüm aldı. "Hayır, hala görmüyorsun ama duyabiliyorsun. Eğer duyman için bir yumruk gerektiğini bilseydim, bunu sofraya oturmadan önce yapardım." dedi.

   Şaka yapıp yapmadığından emin olamadım. Ses tonu gayet ciddiydi. "Hep kör olduğumu söyleyip duruyorsunuz. Neyi görmem gerekiyor anlamadım."
 
   "Önce duymak gelir, sonra görmek ve ardından konuşmak. Ama duyarken, görürken ve konuşurken de zihnini kullanmalısın."

   "Ne zaman görebilirim sence?"

   Shali,  ölçüp biçen  gözlerle  bana bakarken, bir tutam kızıl saçını parmaklarına dolayıp çekerek açıyor, parmaklarının arasında uzanan saçları,  kurtulur kurtulmaz yine kıvrılarak doğal şekline bürünüyordu. Bu hareketi yemek yerkende sık sık yapmıştı ve birşeyler düşünürken farkında olmadan yaptığına emindim. "Haydi gidelim." diye atıldı.

   Apar topar peşine düşerken "Görüp görmeyeceğini deneyeceğiz." diye bir kelime zihnimde belirdi.

    Dışarı çıktığımızda  vakit öğlene geliyordu ve hava bir nebze olsun ısınmış sayılırdı. Tabi bu coğrafyada sıcak hava diye bir kavramın olmadığını düşünmeye başlamıştım. Olsa olsa soğuğun farklı kademeleri olabilirdi . Soğuk, çok soğuk, dondurucu soğuk gibi.

   En dış halkayı oluşturan sınır kulübelerinin dışına doğru yürümeye başladık. Sınır halkasından uzaklaştıkça, bazı yerlerde diz boyu karların arasında, bata çıka ilerlemek zorunda kalıyordum. Çok geçmeden genç ormanın başlangıcındaki seyrek ağaçlara ulaşmıştık. Neredeyse dizlerime kadar ıslanmıştım ve soğuktan ayaklarım uyuşup, karıncalanmaya başlamıştı. Buna rağmen Shali tamamen kuru görünüyordu. Pelerinin içindeki ceplerin birinden,  kısa bir deri şerit çıkartarak nazikçe gözlerimi bağladı. Deri şeritin içine tek bir ışık huzmesi bile sızmayı başaramıyor, beni tamamen boğucu bir karanlıkta bırakıyordu. Uzaklaşan adımlarının sesini belli belirsiz duydum.

    "Şimdi ne yapmam gerekiyor." Diye sordum.

   "Görmen." dedi kısaca.

   Ne yapmam gerektiğini anlamıyordum. Her geçen an, gerginliğim dalga dalga kabarıp beni sarıyor, içimi tedirgin bir üperti kaplıyordu. Shali' nin bana hala kızgın olmadığını ummak fazla iyimser bir düşünce olurdu sanırım.

    "Gıri kurtları say."

   Sesi birkaç metre uzağımdan ve arkamdan gelmişti. Bunun bir çeşit sınav olduğunu düşünüp çabucak   "Gözcüler, izciler, öğreticiler" diye saydım.

   Hızla fırlatılmış bir kartopu sertçe tam enseme çarptı. Dengem bozularak sarsıldım. Uyarmaksızın yaptığı bu hareket beni kızdırmıştı.

      "Yanlış. Tekrar say." Bu sefer sesi başka bir noktadan geliyordu.

     Hatamı farketmiştim. İzciler, kar kurtlarına ait bir sınıftı. "Gözcüler ve öğreticiler."

    Buseferki kar topu sağ omzuma çarptı fakat ilki kadar sert değildi.


    "Ayaz diş kaç halkadan oluşur:"

    Aklımdan hızlıca halka oluşturacak şekilde dizili kulübe sıraları geçti. Güçlü bir hafızam vardı. "On dört."

     Karnıma başka bir kar topu isabet etmişti.

     "Buz kurtları neden en dış halkadadır."

   "Onlar ayaz dişin yumruğudur. Bir tehdide karşı sürüyü korur." Bu seferki kartopu dizime çarpmıştı. Shali hiç durmadan yer değiştiriyor ve soru sorup kar topu fırlatıyordu.

     Gittikçe sorular azalıp fırlattığı kartopu sayısı artmaya başlamıştı. Bazen peşpeşe iki tane veya üçtane attığı oluyordu. Cevapların doğru olmasının değiştirdiği tek şey, fırlattığı kartoplarının daha yavaş isabet edişiydi. Yinede sürekli darbe almak bir süre sonra siniri bozucu hale gelmişti.
 
      "Gözcüler hangi sınıftandır ve görevleri"

      Nalet olsun bilmiyordum ve cevap beklemeden Shali' nin fırlattığı üç sert kartopuna maruz kalmıştım. Birincisi karnıma buzdan bir yumruk gibi inmişti ve acıdan eğildiğim an ikincisi alnıma aynı serlikte isabet etti. Öfkeyle yüzümü kaldırdığımdaysa üçüncüsü tam suratımın ortasında patladı ve sırtüstü yere yuvarlandım. Sızlayan burunum kanamaya başlamıştı. Bir an sonra içimi kaplayan yakıcı öfke, hissettiğim acının önüne geçti.

     Durmadan üşümemi sağlayan rüzgar, sanki o an yok olmuştu.  Öfke tüm acılarımın ve kafa karışıklığımın yerini doldurarak, bir ateş misali benliğime yayılmış, vücudumun kontrolünü ele almıştı.

     Sonra görmeye başladım. Bilinçsiz bir şekilde duran, karşımdaki ayakta duran kişinin alnına, elimdeki kartopunu savurmak istiyordum. Ama bu olamazdı. Karşımdaki kişi kendimdim. Burnumdan akan kan yüzümün her yanına, biçimsiz kırmızı bir maske gibi yayılmıştı ve gözlerim hala sıkıca bağlıydı. Fakat tamamen tepkisizdim. Öylece ayakta duruyordum. Sonra elimdeki kartopunu sertçe fırlattım. Şaşkınlıktan ne yapmam gerektiğini bilmeyerek, kartopunun yüzüme çarpışını, Shali' nin gözlerinden izledim. Zaman adeta yavaşlamış gibiydi. Kartopunun havada süzülüşünü, gevşek parçaların koparak, yerlere doğru ıslakça savruluşunu ve yüzüme çarptığı anı, her ayrıntısıyla görebilmiştim. Canımın acıyacağını düşündüm ama hiç bir şey hissetmedim.  Shali’ nin bedenine hapsolmuş gibiydim. Bu düşünce beni korkuturken yere eğilip bir acuç kar alarak ellerimin arasında sıkıştırmaya başladım. Aslında bunu yapan Shali’ ydi ama avuçlarındaki karın soğukluğunu dahi hissediyordum. Eğildiğinde, yüzünün önüne düşen kızıl saçları, tamamen gözlerimin önündeydi. Sadece bununlada kalmıyor, o an aklından geçenleri de kendi düşüncemmiş gibi anlıyordum.

    Beni küçük, zayıf ve kırılgan görüyordu. Başarısız olacağımı biliyor, bununla eğleniyordu ve kendince yemekteki hatam için beni cezalandırıyordu. Shali' nin hakkımdaki düşüncelerini bilmek beni daha da öfkelendirdi.

     Yeterince sertleştirdiğine kanaat getirdiği kartopunu tekrar yüzüme savuracaktı. Karşısında savunmasız bir halde duran kendi halimi görünce, Shali tam kartopunu fırlatacakken ne yaptığımı bilmeden onu durdurdum ve kartopunu yere fırlattım. Bir şekilde onun bedenini kontrol etmiştim. Derin bir korku duygusu içimi sardı, ama bu benim değil Shali' nin korkusuydu. Dehşete düşmüştü. Geri geri benden uzaklaşmaya çalışırken onu tamamen kontrol edebileceğimi farkettim ama ben daha buna yeltenmeden, bir şekilde beni dışarı atmayı başardı. Fırtınaya karışmış bir yaprak gibi savruldum adeta ve herşey bir anlığına bulanıklaştıktan sonra tekrar hiçbirşey göremiyordum. Burnum acıyla zonkluyordu ve soğuk geri gelmişti. Sonunda kendi bedenimde olduğumu anladığımda, içime bir rahatlama duygusu yayıldı. Bir an Shali’ nin bedeninde sıkışıp kalacağımı düşünmüştüm. Ben bu düşünceler ve hissettiğim acıların arasında sıkışmışken, Shali' nin öfkeli sesiyle kendime geldim.

     "Ne yaptın sen?" diye isterik bir şekilde bağırıyordu.

     Yaptığımın ne olduğunu bilmeden masumca "Sanırım görmeyi başardım." diyerek gözbağını çıkardım.

     Ses tonumdaki masumiyet karşısında bir an olsun şaşkınca durdu. Yine de bakışlarındaki küçümseyici ifadenin yerini korku ve tedirginlik almıştı. Doğrusu benden korkması hoşuma gitmişti.

      "Aptal." dedi azarlayarak. "Bu yaptığın, bu....." söyleyecek cümle bulamadığını düşünürken "Bu korkunç bir şey."  diye sözünü tamamladı.

      Şaşkındım. Ne yapmalıyım bilemiyordum ve ilk günden aramızdaki herşeyi berbat ettiğimin farkındaydım.

        "Üstündekileri çıkart." Dedi.


Beni soğuk havayla cezalandıracağını düşünerek ürperdim. Karşı koymanın, herşeyi daha da kötüleştireceğinin farkında olmasam, bu isteğini asla yerine getirmezdim. Sürüden atılma korkusu, ya da köpeklerin arasına katılma olasılığı yüzünden karşı çıkmayarak, isteksizce üstümdekileri çıkardım. Neyseki pantalonumu ve patri dedikleri, kaymayı engelleyen ayakkabıları çıkarmamı istemedi. Karın içinde yalınayak yürümenin düşüncesi bile korkunçtu.

       Yanıma yaklaşıp vücudumu incelemeye başladı. Sonunda aradığını bularak, sağ omzumun üstünü işaret etti. Koyu mavi rengini saymazsak, bir tür doğum lekesi olduğunu düşünebilirdim. Ufak bir beni andırıyordu.
       "Bu ne anlama geliyor?" diye sordum. Shali, en büyük korkusuyla yüzleşmiş gibi benden uzaklaşmıştı. Elini pelerininin altına götürdüğü gözümden kaçmadı. Ne yapıcağını anlamak için tekrar ona odaklanmayı düşündüğüm anda "Aklından geçirdiğin için bile seni öldürebilirim." dedi sertçe. Zaten neyi nasıl yaptığımın farkında bile olmadığımdan, tekrar başarabileceğimden de emin değildim.

        "Sen Sothre' sin" dedi. Hiçbirşey anlamamıştım.

       "Bu kötü bir şey mi?" Diye sordum.

       "Nasıl bir oyun oynuyorsun."

      "Oyun falan oynamıyorum. Neler olduğunu anlat." diye bağırdım. Çok çabuk öfkelenen bir yapıya sahip olduğumu keşfetmiştim ve bunu kontrol etmem gerekiyordu.

     Shali uzun bir süre gözlerime baktı. Bunu yaparken, aslında zihnimi kurcaladığını ve aklımdan geçenleri okumaya çalıştığını biliyordum.

    "Doğru söylüyorsun. Sesler yalan söylesede, düşünceler söylemez."

    "Sothre nedir söyleyecek misin?"

    "Ne olduğunu tam bilmiyorum. Sothre, Mirdakhar kadar eskidir. Bazı hikayelerde Mirdakhar' ında bir Sothre olduğu söylenir.."

    "Eğer Mirdakhar’da bir Sothre ise bu iyi bir şey değil mi? Yani Mirdakhar iyi bir Tanrı sanıyordum?"
    "Tanrı mı?" diye içten bir kahkaha attı Shali. "Mirdakhar bir tanrı değilki. Oda sen ben gibi etten kemikten."
    Bu yeni bilgi karşısında şaşırmıştım. Konuyu başka yöne saptırmak istemediğimden şimdilik geçiştirerek "Bildiğin kadarını anlatırmısın." diye sordum.
 
     "Bunu anlatmak bana düşmez. Bildiklerim yalan yanlış da olabilir. Lidere haber verdim ve geliyor. Kararı o verecek ve yaşlı anada geliyor. Taruth, yaşlı anaya çok kızgın." diye açıkladı.

     Sürü lideri Taruth' un öfkeli halini görmek istemediğimden emindim. Shali, düşünce yoluyla Taruth' u çağırmış olmalıydı. Neyse ki Nizura' da geliyordu. Yaşlı ana, bir şekilde kendimi güvende hissetmemi sağladı. Merakla "Sothre olduğum için bana ne yapacaklar." diye sordum. İçimden Shali' ye kızıyordum. Gerçeği aramızda saklayabilirdik.

     "Birazdan öğreniriz."  Diyen sesi buz yurdun havası kadar soğuk ve duygusuzdu. Aramıza derin bir sessizlik girdi. İkimiz de, kendi düşüncelerimizin zindanında hapsolmuştuk. Çok geçmeden Shali’ nin    gözleri, arkamdaki bir noktaya takıldı. Neye baktığını anlamak için döndüğümde, kurtların çektiği bir kızağın hızla yaklaştığını gördüm. Kızağın üstünde Taruth ve Nizura dışında kimse yoktu. Kurtlar, kızağı hiç sarsmadan ve savurmadan ustalıkla çekiyorlardı. Çok geçmeden, büyük kızak bir kaç adım ötemde durmuştu ve Taruth hızla inip öfkeyle "Shali neler oluyor hemen anlat." dedi.

        Shali bir bana bir de öfkeli lidere bakıp "Bana dokundu." Diye ürkekçe konuştu.

       Sinirlenip arayaya girerek "Yalan söylüyor, ona elimi bile sürmedim." diye bağırdım.

      Taruth kısa bir an durakladıktan sonra "Sana sorulmadan bir daha cevap verirsen atılırsın." dedi. Sesinde tehditkar bir ton yoktu. Çok basit bir gerçeği açıklarcasına kaygısızca dökülmüştü kelimeler dudaklarından. O an, Taruth’ un tehditler savurup duran bir lider olmadığını, fakat dediğini yaparken en ufak tereddüt bile göstermeyecek bir kararlılığa sahip olduğunu anladım.

     Shali' nin söylediği yalandan dolayı içim içimi yesede, sessiz kalmayı başarabildim. Nizura' nın bilge bakışlarının altındaki, ufak dudaklarında beliren tebessüm, az da olsa rahatlamamı sağlamıştı.

      "Taruth, büyümedin sen hiç. Çocuk bilmiyor bile dokunmanın ne olduğunu."

     Hırpani görünüşlü lider, kısacık bir anda Shali' nin zihninden tüm olan biteni dinlemiş olmalıydı. Öfkesi daha da alevlenmiş görünüyordu. Bana doğru dönen bakışlarında ki nefreti hissetmemek imkansızdı. Nizura' ya "Harranion' un felaketini kapıma kadar getirmekte ne ola ana? Onun bir kirlenmiş olduğunu söyledin, bir Sothre değil."  diye sordu.

      Nizura istifini hiç bozmadan yanıma yaklaşarak Taruth' la aramıza girdi. Adamın bir anda bana saldırmasından endişelenmiş olabileceğini düşündüm.  Taruth' un öfke ve nefret dolu bakışlarını düşününce, bunun çokta uzak bir ihtimal olmadığından emindim. Taruth, yerinde duramıyor, bir sağa bir sola kısa adımlarla yürüyordu. Sert kar tabakası, her adımında ayaklarının altında ezilerek, kırt....kırt ses çıkartırken "Ayaz dişte kalmamalı." diye belirtti.

      İçimde kabaran endişe, dalga dalga artıyordu ve Taruth' un son sözleriyle hat safhaya ulaştı. Ne yapacaktım, nereye gidecektim ve en önemlisi bu soğuk diyarda, hayatta kalmayı başarabilecek miydim?

      Nizura "Rüyanı hatırla ve sakinleş." dedi.

    Taruth, gür sarı saçlarını sertçe kaşıyarak "Bilmediğimiz şeyler kurcalanmamalıdır. Hatta yok edilmesi daha bile hayırlı olur." diye konuştu.

    Daha suçumun ne olduğunun bilincine bile varamadan, sadece sürüden atılmakla kalmayıp, hayatımın da tehlikede olduğu gerçeği, yüzüme tokat gibi çarptı.

     "Neyin daha hayırlı olduğundan o kadar eminsin yani?" diye sordu Nizura.

     "Bir Sothre' nin yol açtığı yıkıma dair çok şey biliyorum." Taruth kendini yaşlı anaya karşı haklı çıkarmaya çalışıyordu.

   "Öyle mi Ayaz dişin Taruth' u. Çok bilge sanırsın kendini ama süt emerken hatırlarım seni. Yaptığın en doğru hareket babana meydan okumaktı ve bunun için bile üç döngü geciktin. Sana bir hediye sundum ve ahmakça reddediyosun. Bir başka sürü olsa, onu sırf silah olarak eğitip kullanır."

     Uzun süre birbirlerine sessizce baktılar. O bakışlar altında, zihinlerinde korkunç bir irade savaşı verdiklerini anlamamak imkansızdı. Bense iki ateş arasında kalmıştım. Hangisi daha korkunç karar vermek zordu. Taruth bir fırtına gibiydi, esip gürlüyor şimşekler saçıyordu, Nizura ise derinlerdeki bir fay hattı gibi önce yavaşça sarsıyor ve giderek yıkıcı bir şiddete bürünüyordu.

     Yaşlı ananın benim yüzümden zor duruma düşmüş olmasından ötürü kendimi suçlu hissediyordum ve söylediklerime kendim bile inanamayarak "Kendi yoluma giderim. Daha fazla tartışmayın." diye araya girdim.

      Nizura bana dönüp tebessümle yüzüme baktı. Ona gittikçe daha fazla sevgi besliyordum. Yüzüme bakarken az önceki korkutucu halinden eser yoktu. Tamamen anaç ve sevgi dolu bakışlardı. Buna karşın Taruth "Kesinlikle bir Sothre'nin başı boş dolaşmasına izin vermem."  diye önerimi sertçe reddetti.

        "Peki ya ne yapacaksın Taruth. Çatına sığınmış bir yavruyu öldürecekmisin yoksa gözetimin altına mı alacaksın?"

       Nizura' nın, Taruth' u  ustalıkla nasıl yönkendirdiğini farkedince kadına karşı büyük bir hayranlık duydum. Shali' de bu durumu farketmiş olmalı ki aklından "bu kadın, taşı su olmaya ikna eder" diye düşündüğünü duydum. Zihnine baktığımı fark eden Shali' nin düşünceleri, bıçakla kesilmiş gibi bir anda kayboldu. Kız adeta bir köşede büzülüp yokolmuş gibi sessizce duruyordu. Belki de işlerin bu noktaya gelmesinden, kendisini sorumlu hissedip üzülüyodur diye düşündüm.

       Taruth nasıl bir karşılık vereceğini şaşırmış gibiydi. Bir eliyle gür bıyıklarını çekiştirirkenki halini, Shali' nin saçlarını kıvırmasına benzettim. Sonunda teslim olmuş bir şekilde "Gözetim altında kalacak. Eğitilmeyecek ve yol köpeklerinin arasına verilecek."

     Sevincim resmen kursağımda kalmıştı. Bir an Shali' yle göz göze geldik. Bakışlarında derin bir acıma duygusu hissettim. Onun gözünde ölmek ve sürgün edilmek bile daha kabul edilebilir cezalardı adeta. Yol köpeklerinin ne iş yaptığını hatırlamaya çalıştım. En beceriksizlerin bu göreve verildiğini biliyordum.

      Taruth onaylamaz bakışlar karşısında "Bir Sothre' nin eğitilmesi riskini göze alamam." diye verdiği kararı savundu.

    "Ahhh Taruth" dedi Nizura sitemle. "Önce senin eğitilmen lazım. Öyle kulaktan dolma bilgilerle dolusun ki, geçeklere çok uzaksın.  Sothre nedir anlat?"

     Taruth bir anlık şaşkınlıktan sonra "Bunu düşüncelerle konuşamazmıyız?" diye sordu.

     "Hayır. Yasa gereği herkesin anladığı şekilde konuşmak gerek."

    " Sothre  Harranion' un felaketidir." dedi kısaca.

     Bu yanıt Nizurayı tatmin etmemiş olacakki "Eeeeee" diye devamını duymak istedi.

    Taruth köşeye sıkışmış bir hayvan gibi kükreyerek "Eee si bu işte. Sothre tüm kötülüklerin ve felaketlerin ayak sesidir."

    "Başka" Nizura' nın sesi öğrencisini sınava kaldırmış bir öğretmenin otoriter sertliğine bürünmüştü.

    "O, gücün kölelerinin efendisidir."

      "Hımmm duyduğum en saçma yanıttı. Unutmuşum, bir yavruyken tarih derslerinde başarısız sayılırdın değil mi?"

       Taruth' un yüzü kıpkırmızı bir hal almıştı. Bunun soğuktan çok öfkeden kaynaklı olduğunu tahmin etmek güç değildi. Nizura' ya saldıracağını düşündüğüm bir an geldi geçti ve sonra Taruth başını eğerek teslim oldu.

        Nizura onun teslimiyetini bir süre sessizce izledi. Sonra delici bakışları Benim ve Shali'nin üzerinde gezindi ve "Şimdi anlatacaklarımı doğru haliyle bilenler çok azdır ve öğrendikleriniz buradan çıkmayacak. Bazı şeylerden bahsedilmesi, ateş olmasa bile sakıncalıdır."
 
     Hepimiz onayladıktan sonra, Shali büyük kızaktan dört uzun kazık çıkartarak bir kare oluşturacak biçimde toprağa sapladı. Sonra, aralarına deriden örtüler gererek, basit bir çadır oluşturmasına hep beraber yardım ettik. Gerçi ben çadır desem de, onlar buna soğuk kesen ya da oturgah diyorlardı. Son olarak, yere kürklü bir örtü serdik ve hepimiz üstüne yerleştik. Oturgahın üst kısmı tamamen açıktı ve gök yüzü tüm berraklığıyla üstümüzdeydi. Henüz öğle vaktini geçeli fazla olmamıştı. Nizura' nın anlatıcaklarını hevesle bekliyordum. Böylece ne olduğuma dair bir fikrim olabilirdi. Dahası Taruth' un beni neden istemediğini ve Shali'nin bana dokundu derken neyi kastettiğini öğrenecektim. Kaderimde belki de en büyük dönüm noktası olacak bir hikayeyi dinlemek üzere olmanın verdiği heyecan tarif edilmezdi...       
 
     
   

   
     
   
         
   
 

13
    Hepimiz bazı eşyalarımızı hunharca kullabıyoruzdur. Peki bu eşyalarınız sizden şikayet edicek olsalar neler derlerdi...

Örnek olarak...

Klavyem:  yeter abi ya pilim bitti diyorum hemen yenisini getiriyorsun. İstifa edeceğim bu gidişle...

Çalar saat: Hem dört te kaldır diyosun, kaldırıncada küfür edip ordan oraya vuruyosun. Bi fün uyandırmayacağım göreceksin...

Gitarım : Senin ellerinde kendimi çok kullanılmış hissediyorum. Ömrümü yedin...


14
Liman Kütüphanesi / Ynt: En Son Hangi Kitabı Aldınız?
« : 08 Temmuz 2015, 20:27:20 »
Bernard werber karıncaların günü ve devam kitapları. Çok hoş bir seri resmen karıncalara ve hayata ayrı bir gözle bakmamı sağladı

15
Başlangıç Noktası Deneyi 2.gün

   “Kıyametten sonra 6 Haziran 146. Atlantis üssü sıfır noktası laboratuvarı ikinci deneme. Ben Doktor Hudson.”  Kayıt cihazının kapatma düğmesine basıp, ekibine “Uyandırma protokolü başlasın.” dedi.

   “Efendim emin misiniz? Hareketleri son derece tutarsız.  Ron’a neler yapığını gördünüz. Hayvan çıldırdı ve kendisini öldürdü.”

   “Kaçırdığınız bir nokta var. Tesadüfen orada olan bir sineğe hiç zarar vermedi. Sanırım maymunu kendisine karşı bir tehdit olarak gördü.” diye açıkladı Hudson. Tezini kanıtlamak için genç kızın sineği nazikçe tuttuğu video görüntüsünü tekrar oynattı.

   “Bu hiçbir şeyi kanıtlamaz.” diye itiraz etti asistan. “Deneyin başarısız olduğunu rapor etmem lazım.”

   Hudson bıkkınlıkla ve kabullenişle iç çekti. “Bir kez daha deneyelim. Eğer aynı şekilde sonuçlanırsa kendim rapor ederim. Unutmayın, sıfır noktası her şeyi eski haline döndürebilmek ve kaybettiklerimizi geri kazanabilmek için  belki de son umudumuz.”

   Araştırma ekibi, tedirginliklede olsa bu gerçeğin bilincinde olduklarından bir kez daha denemeye karar verdiler.

Başlangıç Noktası Deneyi 9.gün

   Kameralardaki görüntüler Hudson’u yeterince tatmin etmişti. Ron isimli maymunun başına gelen trajik olay, tahmin ettiği gibi başka hiçbir canlıda gerçekleşmemişti. Bir hafta boyunca sırasıyla Fare, tavşan, kedi, köpek, papağan denemişlerdi. Ardından davranışlarında farklılık olacak mı diye kertenkele, yılan ve hatta çeşitli böcekler bile denemişlerdi. Sıfır noktası her seferinde aynı tepkiyi veriyordu. Önce kapaktan uzaklaşıyor, ardından bir şekilde içeri giren canlıyı sakinleştiriyor ve zarar vermeden duruyordu. Yine de en sevimli köpeği bile, hemen her insanın yapacağı şekilde okşamamıştı. Sanki iki arkadaşmışlar gibi karşılarında bağdaş kurup oturuyor ve öylece birbirlerine bakıyorlardı.

   “Orada ne yapıyor dersiniz.” Diye asistanı sordu. Sonuçlar artık onu huzursuz etmiyor, merakını arttırıyordu.

   “Sanırım iletişim kuruyor.”

   “Bir köpekle mi?” diye kuşkuyla sordu asistanı. “Bir köpekten ne öğrenmeyi umuyor ki?” diye alayla gülümsedi. Sürekli hoparlörler aracılığıyla denekle konuşmaya çalışmışlardı ama ilk günün dışında hoparlörleri umursamamıştı bile.

   “Kim bilir.” Dedi Hudson. Uykusuzluktan gözleri iyice şişmişti.

   “Bizi hissedebiliyor mu dersin?”

   “Tamamen yalıtılmış olan bir odada. Bunu yapabilmesi imkânsız.”

   “Peki, sırada ne göndereceğiz. En çok köpekleri seviyor gibi.”

   Hudson düşünceli şekilde ekrandan kıza bakıyordu. O ise izlendiğinin farkındaysa bile umursamaz görünüyordu. “Tekrar Maymun göndereceğiz. Bakalım yine aynısını mı yapacak?”

   Asistan şüphelide olsa itaatkârca kafesinden Lucilla isimli maymunu çıkarttı. Ardından aktarma kabinine yerleştirdi.

   Hudson içerdeki köpeğin çıkması için diğer taşıma kabinini açtı. Kız köpeği nazikçe kabine yerleştirip kapağı kapattı. Bunu yapmayı çok çabuk kavramıştı. İlk iki seferde odayı dondurmak zorunda kaldıktan sonra asistanın aklına gelen, açıklayıcı resimler çizme fikri işe yaramıştı. Kız resimlerde anlatılmak istenileni hemen kavramış ve ne zaman boş bir aktarma kabini açılsa odadaki hayvanı içine koymuştu. Ödül olarak da bir daha dondurulmak zorunda kalmayışını sayabilirdi.

   Maymun içeri girdikten sonra ikisi de ekrana kilitlenmişti. En ufak bir ayrıntıyı kaçırmamak istercesine gözlerini dahi kırpmıyorlardı. Denek, maymunu görünce ilk defa gülümsemeye benzer bir ifade belirmişti yüzünde. Şefkatle maymuna sarıldı ve maymunda refleks olarak sarılışına karşılık verdi. Sonra ise her hayvanda olduğu gibi karşısında oturdu ve saatlerce birbirlerine baktılar. Hudson sonunda, kızın hayvana zarar vermeyeceğinden emin olduktan sonra aktarma kabinini açtı ve kız yine itaatkârca maymunu kabine bıraktı.

   İki doktorunda gözlerinin içi gülüyordu. “Sanırım haklı çıktınız Profesör. İlk maymunda kendisini tehdit eden bir şey sezdi. Sırada ne var.”

   “Bu günlük bu kadar yeter. Yarın ilk insan deneyini gerçekleştireceğiz.”

   “Efendim bence buna henüz hazır değil. Başka canlılarla denemeye devam etmeliyiz.”

   “İlerlemek için cesaret gerekir. Merak etme bizi de diğer hayvanlar gibi görüp, onlara ne yapıyorsa aynısını yapacaktır.”

   “Sorunda burada zaten, onlara ne yaptığını bilemiyoruz.”

   “Yarın bu merakımızı gidereceğiz.”…

Başlangıç Noktası Deneyi 10.gün

   Zihnini hala tam olarak kullanamıyordu. Henüz geliştiremediği pek çok kısmı hissedebilse de zamanla çalışarak bu güce erişecekti. Ne kadar çok kullanırsa kapasitesi o kadar artıyordu. Bir çok canlı türüyle iletişim kurmuştu. Hepsinin farklı içgüdüleri ve anıları vardı. Ama hepsinde tek ortak şey insandı. Yine de ilk anlaştığı Ron kadar akıllı değildiler. Maymuna olanlar kendi gelişimi için önemli bir adımdı. Karşısındaki canlının algılama becerisini aşarsa çıldırıyordu. Köpekler hem akıllı hem aptaldılar. Kendisini anlayabiliyorlardı ama insanlara hayrandılar. Kediler ise bencildi ve insanları kullandıklarını düşünüyorlardı. Neyse ki sonunda maymun Lucilla gelmişti. Hızlı bir anı paylaşımı yaşamışlardı. 

   Öğrendiklerinin bazıları çok saçma gibi görünse de doğru yanlarını görmezden gelemiyordu. Bunu, yanına gönderilen canlıların anılarından izlemişti. Birçoğu bunun farkında bile değildi. Küçük kapı tekrar açılmaya başladığında bu sefer karşısına ne çıkacağını merakla beklemeye başladı. Kapı azıcık aralandığında göremese de, içindeki varlığın kapasitesini hissetti. Aynı anda ölesiye korktu. Canlıların en büyük korkusu vardı kabinde. İnsan.  İçgüdüsel olarak kendinii savunmaya hazırlandı. Kaçabileceği hiçbir yeri olmadığından tek şansı İnsan’ ı yok etmekti. Aklına Maymun Ron’a yaptığı geldi. Farkında olmadan öğrendiği yeteneğini aynı şekilde kullandı. İnsanın zihnine girdi. Karmaşıktı ve kusursuz. Aynı kendisi gibi insanında beyninde kullanmadığı çok büyük bir kısım vardı. Tek fark, kendisi o kapıları nasıl açacağını kavramıştı ama bu insan farkında değildi. Tüm bilgileri koparıp alıyordu. Kabin daha tam açılmadan geri kapandı. İçerden acı dolu çığlıklar yükseliyordu. Zaferi hissetti. İnsan korkuyordu.

   Kapak kapanır kapanmaz aradaki bağlantı koptu. O kadar çok şey öğrenmişti ki kendi kapasitesini bir anda tahmin ettiğinden çok daha fazla geliştirdi. Oda hızla soğumaya başladı. Artık kendisinin bir laboratuvarda olduğunu biliyordu. İnsanların da kendisinden korktuğunu. Onların dillerini, korkularını, kültürlerini, tarihlerini, yaşam biçimlerini öğrendi. Öğrendikçe daha tedirgin oldu. İnsanın adı Hudson’du ve kendisini nasıl kesip içini açtığını sonra da vücudundan parçaları söktüğünü, doktorun anılarında gördü. Kendisine bildiği her şeyi unutturan bir operasyon yaptığını gördü. Ben sıfır noktasıyım dedi kendi kendine. Hudson’un ona verdiği isim. Aslında isim bile sayılmazdı. İsim verdikleri şeylere karşı insanların daha merhametli davrandıklarının bilincine erişmişti ve bedeninin kontrolünü tamamen kaybedip soğuktan uyuşarak yere yıkıldı.

1 yıl sonra Doktorun Ses kaydı

   “O kadar yanılmışım ki, hiç kimse hatalarımın bedelini ödememeli. Aldığımız önlemler işe yaramadı. Sıfır noktası hafızası silinmiş olsada, insanlar yerine karşısına çıkardığımız canlıları benimsedi. Bizlerin bencil ve sadece kendisini düşünen bir tür olduğumuza inandı. Bizler, daha zeki olduğumuz için başka canlıların yaşam koşullarına nasıl saygı duymuyorsak, aynısı başımıza geldi.  Neyse ki Atlantis üssünün tüm iletişimini kapatabildik ve tekrar açmayı başarabilecek herkesi, “O” bulmadan önce öldürdük. Yine bencilce bir hareketti belki ama “O” sizi bulmamalı. Sonunda tekrar dondurmayı başardık ama yok edemiyoruz. Onu öldürmek için her şeyi denedim. Parçalara ayırdım, yaktım, havaya uçurdum vs. İletişim becerisi sayesinde kimleri etkisi altına aldığını bilemiyorum. Daha dün asistanımı onu kurtarmaya çalışırken yakaladım ve öldürmek zorunda kaldım. Şuan diğer üslerin güvenliğini sağlamak için Atlantis’ in tüm güvenlik sistemini açıyorum ve geliştirdiğim virüs ile Atlantis’teki her canlının ölmesine sebep olacağım. Virüs vücuttaki dokularla beslenerek büyüyecek şekilde programlandı. Yayılma hızı tüm canlıları bir saatte yok edebilecek şekilde. Tahminen bir yıl içinde beslenebilecek bir şey kalmadığından etkisini kaybedecek ama o zamana kadar, kemiğe kadar insan vücudunu yok etmiş olacak. Onu durduran soğutma sistemi elli yıl kadar çalışabilir. Kapansa bile başlangıç noktası laboratuvarından, tek başına çıkmayı başaramaz. Virüsü onun kanını kullanarak oluşturduğum için etkilerini tahmin edemiyorum. Tüm bu fedakârlıklar yüzünden, Atlantis’e bir şekilde girmeyi başarmış olan her kişi, bu uyarıyı aldıktan sonra kendisini öldürmenin bir yolunu bulmalı.  Aksi halde er ya da geç  “O”  size ulaşmanın bir yolunu bulur…”



1.bölüm   Çağrı


   

Sayfa: [1] 2 3 ... 6