Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - serhan1310

Sayfa: [1]
1
   
   “Korkun;
   Masumiyeti bozulduğunda, günahları görecek olandan,
   Korkun;
   Vahşice solmuş yaşamların kederini görenden,
   Korkun;
   Kendi gölgesinden bile ürkenden…” (Hakra Tabletleri T.Ö 2244)
   

    Kan ter içinde uykudan uyandı. İri iri açılmış gözlerle etrafına bakındı. Her şey yerli yerindeydi. Duvar boyunca uzanan tozlu raflarda dizili kitaplar, şöminede sönmeye yüz tutmuş kütükler, masanın üzerinde yarım bıraktığı yemeği ve sokak kapısının hemen önünde yatan köpeği.

   Kırık pencere camından içeri süzülen rüzgârın, dalgalandırdığı perde miydi korkarak uyanmasına sebep olan, yoksa aynı pencereye sürten yaşlı çınar ağacının dalları mı?

   Derin bir soluk alarak, yatağının başucundaki, eski püskü sehpanın üzerinde duran sürahiden bir bardak su doldurdu. Birkaç yudum içtikten sonra bir soluk daha aldı. Nedensiz, sebepsiz, tekin olmayan bir korkuydu hissettiği. Hiçbir kaynağa sahip olmadan öylece vardı. Tüm bunların nedeni olarak yaptığı işi suçlayabilirdi ama bu işi yapmaktan vazgeçmek gibi bir lüksü olmadığını biliyordu. İnsan olmayı sürdürebilmesi için başka seçeneği yoktu. Sadece insan olmak yeterli miydi? Peki, insanlık ne olacaktı.

   On üç yaşındayken her gün aynı rüyayı görmeye başlamıştı. Bir yıl sonra bunun bir anlamı olduğunu düşünüp rüyasında gördüğü yerin peşine düşmeye karar vermişti ve köyün dışındaki annesinin mezarını ilk kez ziyaret etti. Her şey böyle başlamıştı. Dışlanmaya alışkındı. Yalnızlığa ve itilip kakılmaya. Ama bu dışlanmanın bir yetim olduğundan değil annesinden ve annesinin büyük bir haksızlıkla öldürülmesinden kaynaklandığını öğrendiğinde içindeki çocuk yanı ölmüştü. Hayata artık bambaşka gözlerle bakıyordu. O gözlerde öfke ve şiddet vardı. Yok etmeye aç, intikam isteyen ve asla bir çocuğun masum yüzünde olmaması gereken bakışlar. Şimdi ise o günün üzerinden yirmi yıl geçmişti.

   Kapının önündeki desenleri solmuş ve yer yer yırtılmış halının üzerinde yatmakta olan köpeği, tembelce bir kulağını kaldırıp sahibine baktı. Sonra neler olduğunu bir anda idrak ederek hızla ayağa kalktı. Burnu huzursuzca havayı kokluyordu. Hırıltıyla inilti arası bir ses çıkararak kapıdan uzaklaştı. Sahibinden destek almak istercesine yatağın yanına yaklaştı.

   Sahibi kendi kendine “Korkun; yıldızsız gecede yürüyenden.” Diye mırıldandı.

   Her yıldızsız gecede olduğu gibi “O” geliyordu. Ne kadar denese de ondan kurtulamıyordu. Nereye giderse gitsin, ne zaman gökyüzünde yıldızlar parlamıyorsa kapısında beliriverirdi.

   Şöminede kalmış küller bir anda alev aldı.

   “Korkun; yanacak hiçbir şey yokken parıldayan alevle gelenden.”

   Kapının altındaki ufacık aralıktan içeriye zifir gibi bir karanlık süzülmeye başlamıştı.

   “Korkun; kapınızı çalmadan içeri süzülen geceden.”

   Elindeki sürahiyi olduğu gibi şömineye fırlatmak istedi. Ateş olmazsa o da olmazdı. Ama bunun işe yaramayacağını da biliyordu. Gölge tamamen içeri süzülmüştü. Yerdeki halının üstünde öylece duruyordu. Hiçbir şeye ait olmadan.

   Usulca yatağa doğru süzülmeye başladı. Kaçabilmenin bir yolu yoktu ve karşı koyabilmenin de. Köpeğin korku dolu iniltileri odadaki sessizliği bozan tek şeydi.   Köşeye sıkışmış her hayvan gibi saldırmaya çalıştı ama bir gölgeyi ısıra bilmesinin yolu yoktu.

   Önce bir ayak olması gereken yere yerleşti. Diğer ayak yerleşirken fısıltıları duymaya başlamıştı. En son gölgenin başı ait olduğu yere geldiğinde fısıltılar acı dolu çığlıklara dönüştü. Korkak bakışları, yine on üç yaşındaki o gece olduğu şekline bürünmüştü. Yok etmeye aç ve intikam isteyen.

   “Korkun; gölgesiyle bir vedalaşıp bir buluşandan. O ki kendi gölgesinden bile korkan…”

      Devamı yakında…
   
   

2
Kurgu İskelesi / Dişil Dünya
« : 22 Nisan 2016, 01:37:48 »
   1.BÖLÜM

   Yüksekliği beş metreyi bulan ağaç gövdelerinden yapılma, altı büyük kafese bakarken, bulunduğu uzaklıktan bile Mitra’ nın yüzünde, kendisiyle duyduğu gururu okuyamamak imkânsızdı. Ferimbre vadisinin en büyük Hara’sı olmayı kafasına koyalı yıllar olmuştu ve şimdi sahip oldukları onun taş şehirlere kabul edilmesini bile sağlardı.

   Taş şehirlere dair anlatılanlar kulağa cezbedici gelse de Mitra hayatından memnundu. Bir kabilede ihtiyaç duyulacak en önemli şeylere sahipti. Etrafı dağlarla çevrili korunaklı bir düzlük, Dağların doruklarından beslenerek büyüyen akarsular, zengin bir orman ve kendisine sonuna kadar sadık bir topluluk. Taş şehirlerin kalabalığını kim ne yapsın ki.

   Bir okun havayı yaran ıslığını duydu. Kısa bir an içinde oturağının yanı başındaki haber kütüğüne kırmızı tüylere sahip bir ok saplandı. Kırmızı ok avcıların başarı elde ettiğini, okun üzerindeki dört uzun ve bir kısa çentik ise dört buçuk gün kadar uzaklıkta olduklarını gösteriyordu. Tehlikeli bir durum olsaydı kabileyi alarm durumuna geçirirdi ve düşmanları gelmeden çok önce hazır olurlardı. Mitra kendi geliştirdiği bu yöntem sayesinde sayısız baskını kayıp vermeden atlatmıştı. 
 
   On metre yüksekliğindeki kulesinin merdivenlerinden indi. Merkezde tek başına yükselen kulenin hiçbir korunağı yoktu ve Mitra bulunduğu yerden kabilesini şahin gibi izlerdi. Kırk dört yaşındaydı. Halkına Ferimbor adını takmıştı. Yirmi yıllık kargaşa ve kabileler arası savaşların sonunda Ferimbre vadisindeki her kabile ya yok olup gitmiş ya da Ferimbor’ lara katılmıştı.

   Tabitha annesinin kuleden inişini görünce heyecanla ona doğru koşmaya başladı. Arima oyununda ablasını yenmişti ve bu zaferini bir an önce paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Geniş ovada dizili bambu dallarından yapılma çadırların arasından hızla koşuyordu. Yaşıtları arasında en uzun süre koşabilen ve en hızlı olanıydı. Yine de bunlarla yetinmek istemiyordu. Ablası kadar iyi yay ve mızrak kullanabilmek, annesi kadar zeki olmak ve bir gün Ferimbre vadisinin Hara’ sı olmak en büyük hayaliydi. Ne var ki aynı hayalleri paylaşan üç kız kardeşi daha vardı ve Hara olabilmek için üçünden de üstün olduğunu kanıtlaması gerekecekti.

    Gün Tabitha için çok güzel başlamıştı. Gece bir Ferimber (Ferimbrenin çocuğu) olarak uyumuştu ve sabah kadınlığa ilk adımı atmış olarak uyanmıştı. Kendi kanını görünce kısa bir korku yaşamadı değil. Panikle ne yapacağını şaşırmıştı ama bu ona öğretilen andı. On dört yaşında artık bir Ferimbor olmuştu. Hemen kendisinden iki yaş büyük olan ablası Gura’ nın yanına koşup bunu ona haber vermişti. Ablası da kendisini tebrik edip beraber Arima oynamışlardı.

   Mitra merdivenleri indiğinde kendisine doğru koşan küçük kızını hemen fark etti. Yüzünde yılların izlerini silen güzel bir tebessüm belirmişti.

   “Sürekli böyle koşmaya devam edersen bacakların bir antilop bacağından farksız olacak Tabitha.”

   Kız, kısa bir an soluklandı. Omuzunun üstüne düşen kıvırcık saçları terden ıslanmıştı. “Ben arık bir Ferimbor oldum anne.” dedi. Kısa ve öz. Annesi detayları sevmezdi. Onunla konuşurken her zaman sebep ve sonucu kısaca belirtmeleri gerekiyordu.

   Mitra, kızını tepeden tırnağa süzdü. Av kafilesini karşılamak için kabilesini toplaması gerekiyordu lakin kızının heyecanına tepkisiz kalıp onu üzmek te istemiyordu. Kendisine beklentiyle bakan iri badem gözler karşısında gülümsedi.

   “Tebrik ederim kızım. Artık bir Ferimbor olduğuna göre yeteneklerin doğrultusunda yönlendirileceksin.”

   “Kimsenin beni yönlendirmesine ihtiyacım yok.” Dedi çocukça bir kendinden eminlikle.

   “Ahh Tabitha! Bir mızrak ne kadar keskin olursa olsun onu yönlendiren el ne kadar hünerliyse o kadar iş görür.” 

   “Artık beslemek için bir tüysüz maymun seçebilir miyim?” diyen Tabitha’ nın gözleri hevesle altı büyük kafese takıldı. Bir yandan da konuyu değiştirmek istiyordu.
   
   Her kafesin dışında birer gözlem kulesi ve her kulede iki nöbetçi sürekli hazır beklemekteydi.

   “Büyümek için çok acele ediyorsun. Oysa bilmelisin ki büyüdükçe kederlenirsin. Bırak her şey sırası gelince olsun.”

   Sabırsızlıkları bazen sinir bozucu olsa da Mitra kızına bakarken kendi çocukluğunu uzaktan izler gibi hissediyordu. Fildişinden yapılma işlemeli borusunu çıkarıp üfledi. Borunun gür sesi tüm vadide dalga dalga yankılandı.

   Tabitha’ nın suratı asıldı. Annesine anlatmak istediği o kadar şey varken onun kendisiyle işi bitmişti. Borunun çağrısına uyan Ferimbor’ lar hızla toplanmaya başlamışlardı.  Bir kısmı çadırlardan, bir kısmı ovalardan hepsi koşar adım toplanıyordu. Ayak sesleri dışında hiçbir gürültü yoktu. Kusursuz bir düzen ile çalışan karıncalara benziyorlardı. Bakıcılar henüz Ferimbor olmamış çocukları çoktan yerlerine götürmeye başlamışlardı.

   Vakit öğlene yaklaştığında sayıları dört bini bulan büyük bir kalabalık Hara Mitra’nın etrafında toplanıp sessizlik içinde bağdaş kurup oturmuşlardı. Her birinin saçları kazınmıştı. Başları, kaynatılmış kanar ağacının kan kırmızı özü ile mesh edilmişti. Güneş altında kızıl bir nehir gibi dingin fakat ürkütücü bir manzara sergilemekteydiler. Kısa deri etekleri ve karınlarını açıkta bırakan tunikleri dışında kalan tenleri, vücutlarına sürekli sürdükleri amber yağından dolayı parıldamaktaydı.   
   Bakıcılardan biri Tabitha’yı götürmek için yaklaştığında Mitra ufak bir baş hareketiyle kadını geri gönderdi. O sırada kendisine yönelen sorgulayıcı bakışları görmezden gelerek önünde oturan kalabalığın karşısında dimdik duruyordu. Hiçbir Ferimber boruyla çağrılan toplantıda yer alamazdı.

   “Cümle Ferimbor’ lara selam ederim. Dilerim yollarınız uğurlu, günleriniz aydınlık olur. Hepinizin huzurunda kızım Tabitha’ nın artık bir Ferimbor olduğunu duyurmaktan onur duyarım. Bu durum henüz sabah vuku bulduğundan saçlarını kazıtma fırsatı olmasa da şu an aramızda olmasında sakınca görmüyorum. İtiraz eden var mı?”

   Kalabalığı gözleriyle taradı. Sadece birkaç kişiyle göz göze geldi ve onlarda bakışlarını hemen başka yöne çevirdi. Tabitha bu durumdan memnundu. Tek bir itiraz bile bir meydan okuma sayılırdı. Aslında içten içe bir meydan okuma da beklemiyor değildi. Bunu adeta istiyordu. Kendisini herkesin önünde annesine kanıtlama şansı. Böyle bir fırsat kolay kolay ele geçmezdi.

   Bir kişi ayağa kalktı. Tabitha, bir önceki kutlu ay başlangıcında ferimbor olanların lideri Sura’ yı görür görmez tanıdı. On beş yaşında oldukça kendini beğenmiş ve kibirli biriydi. Kalabalıktan onun davranışını onaylamaz mırıltılar yükselse de kimse bir şey demedi. Ne kadar genç olduğu önemli değildi. Her Ferimbor aynı haklara sahip olurdu.

   “Ben Ferimbre vadisinin Harası Mitra seni görüyorum.” Dedi annesi. Geleneklere her zaman bağlıydı ve kendisini herkes tanıyor olsa da kurallar değiştirilemezdi.

   “Ben Buğu sürüsünün lideri Sura. Tabitha henüz kutlu ayın altında kutsanmadığı için şu an aramızda olmaya hakkı yoktur. Bu yılki diğer Ferimbor adayları gibi kutlu ay törenini beklemelidir. “

   Mitra durumdan hoşnutsuz olmuştu ama gerçek değiştirilemezdi. Doğruyu gördükleri halde düşüncelerini değiştirmeyenler ilelebet cehalete mahkûm olurlardı. O zamanda tüysüz maymunlardan farkları kalmazdı.

   “Doğru söylersin Sura. Lakin doğruyu söyleme şeklin doğru değildi. Bir sürü lideri olmasan sözlerin hiç sorun olmazdı ve kızımı şuan buradan gönderirdim. Lakin bir lider gerektiğinde yapıcı olmalı ve karşısındakilerin duygularına göre davranmayı bilmelidir. Bu durumda senin liderlik vasıflarının yeterliliğine karşı şüphe duydum. Gelecekte bir gün kızım bu günkü olanlardan etkilenip senin sürüne karşı öfke duyarsa ne olacak? Ya da senin süründen biri onu şu an buradan göndersem ve onunla alay etse ne olacak?”

   Mitra’nın delici bakışlarının tüm ağırlığını hisseden Sura özür dileyip kararından vazgeçmeyi düşündü ama o zamanda sürüsü ve kabile önünde zayıf görünecekti. Bir lider konuşmadan önce sözlerini iyice tartmalı ve konuştuğunda asla geri adım atmamalıdır.

   Sonunda “Bilinmesini  isterim ki Tabitha eğer çekilirse sürümden hiç kimse onu küçük görmeyecek ve ben onu kardeşim gibi göreceğim. Son sözüm budur.” Dedi Sura.

   Mitra duyduklarından bir nebze memnun olmuştu. Cevap bekleyen bakışları kızına yöneldi.

   Tabitha herkesin neredeyse soluk almadan kendisini dinlediğinin bilinciyle iyice gerilmişti. Kendisini konuşamayacak kadar ağlamanın eşiğinde hissediyordu. Fakat buna neden olan üzüntüsü değil öfkesiydi. Ateşin üzerinde bırakılmış bir kabın içindeki su kadar kızgındı ve içten içe kaynamaya devam ediyordu.

   “Geri çekiliyorum.” Dedikten sonra derin bir soluk aldı. Kalabalıktan rahatlama dolu bir soluk verme sesi geldi. Annesi de dahil herkes nefesini tutmuştu ve bu cevabı vermesini bekliyor gibiydi.

   “Geri çekiliyorum diyebilirdim.” Diyerek sözlerini düzeltti Tabitha. Artık sesi titremiyordu. “Eğer gururuma böyle bir saldırıda bulunulmasaydı geri çekilirdim. Ama bu günden sonra ben seni bir kardeş olarak asla göremeyeceğim. Her daim bir şekilde karşına çıkacağım ve bu günün hesabını sorabilmek için her fırsatı değerlendireceğim. Son sözüm budur.”

   Mitra bir an hiçbir şey diyemedi. Olay tüm kabilenin önünde gerçekleştiği için geri dönüşü yoktu. İçinde tam bir duygu karmaşası hakimdi. Bir yanı kızına sağlam bir sopa çekmek isterken diğer yanı onunla gurur duyuyordu.

   “Kabile içinde düşmanlığa yer veremeyeceğim. Sura, sen bir sürü lideri olarak böyle bir çıkmaza düştüğün için geri çekilirsen sürünün liderliğini Tabitha alacak ama sen aramızda yaşamaya devam edebileceksin. Geri çekiliyor musun?”

   “Hayır.”

   “Tabitha, eğer geri çekilirsen kutlu ayda kutsanıp bir Ferimbor olacaksın ancak seçmelere katılmayıp Sura’ nın sürüsünde onun sözlerine uyarak yaşayacaksın. Kabul ediyor musun?”

   “Hayır”

   “O halde kararı atalarımızın oyunu Arima verecek. Her kim yenilirse beş yıl süreyle diğerinin hizmetçisi olacak. Verilen herhangi bir işe itiraz edecek olursa Ferimbre’ den sürgün edilecek. Son sözüm budur…”

   Ferimbre vadisine akşam çöktüğünde, Tabitha bir uçtan diğerine dört adımı geçmeyen kendi çadırında bağdaş kurmuş oturmaktaydı. Önündeki Arima tahtasını incelerken, gün doğumunda oynayacağı oyun için bir strateji belirlemeye çalışmaktaydı. Borunun çağrısında kendi yarattığı olay dışında önemli bir şey olmamıştı. Yaban ay zamanında ava çıkan en büyük ablası Kira’ nın başarı ile dönüş haberi uğruna kabiledeki konumunu derinden sarsacak bir olaylar zinciri başlamıştı.

   Her taşı tahtanın bir noktasına koyup olası hamleleri gözünde canlandırıyordu. Önce fili koydu. Oyunun en güçlü taşı. Yanına en güçsüz taş olan tavşanı yerleştirdi. Güçsüz olsa da doğru bir hamleyle zaferi garantileyecek olan sekiz tane tavşanı vardı. Onları tahtadaki dört adet tuzak karesinden olabildiğince uzak tutması gerekiyordu. Tüm tavşanlarını kaybederse yenilmiş sayılırdı. Tek bir tavşanı rakip sahasına ulaştırmayı başarabilirse de kazanmış.  Kazanmanın pek çok yolu vardı ve annesinin dediği gibi zaferin her yönden görüldüğü bir yerde, mağlubiyette her yönden gelebilirdi. Arima sadece zafer için oynanan bir oyun değildi. Bazen yenildiğinde bile yenmiş sayılabilirdin. Her oyun kendi içinde bir hikâye yaratırdı ve karşı taraf bazen zaferi kazansa bile öyle çok ders alırdı ki kendisini yenilmiş sayabilirdi.

   Tabitha çadırın üçgen biçimli girişinden gökyüzüne doğru baktı. Yaban ayının son yeşil pırıltıları da kızıla dönmek üzereydi. Sadece birkaç gün sonra ay tamamen kızıl rengini alacaktı ve Kutlu ay başlamış olacaktı. O gece yıl içinde ferimbor adayı olanlarla birlikte saçları kazınacak ve kanar ağacı ile kutsanacaktı. Ardından yılın ferimbor turnuvası yapılacak ve yeni sürünün lideri belirlenecekti. Ne var ki kendisi için durum çok farklı gelişmekteydi.

   Düşünceler içerisindeyken, çadırın içine usulca süzülen yaban ayın son yeşil pırıltıları, annesinin kapısına dikilmesiyle kesildi. Apar topar ayağa kalktı. “Anne.” Diyebildi sadece. Kendisini suçlu hissediyordu.

   Mitra kızını bir süre sessizce izledi. Onun, kendi kararlarının ağırlığı altında ezilmesi içini burksa da, hissettiği suçluluk olgunlaşması için iyi bir fırsattı. Sonunda daha fazla dayanamayıp gözlerini kızının ayaklarına indirdi.

   Tabitha bir nebze olsun rahatlamıştı. Annesi de olsa o bir Hara’ydı. Karşısında oturmanıza izin vermeden ve hiçbir şey söylemeden öylece duruyorsa bu büyük bir cezaya veya bir meydan okumaya işaretti.  Şimdi ise oturuyor olmak, önceki durumundan daha iyi olsa da annesinin üstünlüğünü kabul etmişti ve  ağzından çıkan her kelime Tabitha için bir emir niteliğinde olacaktı. Karşı çıkması ihanet demekti. Annesi bir şey söylemek yerine usulca yanına oturdu. Tabitha şaşırmıştı. Bir ceza bekliyordu. Düşmanlık içeren sözlerinden ötürü sürgün edilse bu kadar şaşırmazdı.   Annesi kendisini eşiti olarak görmüştü. Şimdi söyleyecekleri sadece öğüt ve ders verici nitelikte olacaktı ama Tabitha bunlara uymak zorunda değildi.

   Mitra kızının tahta üzerinde dizili taşlarını inceledi. Açılış dizilimi oldukça farklıydı. Oyuna ilk başlayan tüm taşlarını kendi safına istediği gibi dizebilirdi. Yine de her zaman eski büyük ustaların açılışıyla başlamak tercih edilirdi. Kızının tüm taşları ise oldukça saçma bir şekilde dizilmiş duruyordu. Aynı tahtada oynanan başka bir oyun geldi aklına. Tüysüz maymunların egemen olduğu asırlar öncesinden kalma bu oyuna Satranç deniyordu. Neredeyse tüm kuralları, o zamanlardan kalma pek çok şey gibi yitip gitmiş bir oyun. Kızının açılışı bu oyundaki açılışa benziyordu. Sadece bir tavşanı geri sıraya koymuştu ve onun yerinde fil vardı. Arka sırada ise ayı, at, köpek ve kedi taşları rasgele dizilmişti.

   Tabitha, annesinin taş dizilimini onaylamaz bakışlarını gözünden kaçırmayarak “En zayıf olanlar bile birlikte güçlü olurlar ama onları hedefe götürecek güçlü bir lidere ihtiyaçları vardır.” Diye açıkladı.

   “Arimanın hikâye olgusunu kavramış görünüyorsun.” Dedi Mitra. Bir süre daha taşları inceleyerek.  “Üstelik bugün ablanı yendiğini duydum. Belki de bazen alışılmış davranışların dışına çıkmakta fayda vardır.”

   Tabitha mutluluktan yerinde duramayacak kadar coşkulu hissetti kendisini. Annesine tahta üzerinden bir ders vermişti. Eğer oynuyor olsalardı daha tek bir hamle yapmadan puan kazanmış sayılırdı. Üstelik bir Hara’ nın rakibinden ders çıkarmasına sık rastlanılmazdı. Doğacak gün için endişeleri bir nebze olsun azalmıştı. “Yarın için korkuyorum.” Dedi.

   “Bu güzel.”

   “Korkmanın nesi güzel? Senin hiçbir şeyden korktuğunu ya da endişelendiğini görmedim.”

   “Verdiğin bir kararın getireceği sonuçlardan endişelenmeli ve korkmalısın. Bu bilgeliktir. Ama korkularının seni ele geçirmesine izin vermek ahmaklıktır. An geldiğinde korkularının karşısında dimdik durup onlarla yüzleşecek cesaretin yoksa ilerleyemezsin. Emin ol kızım aldığım her kararda bende korkuyorum.”

   “Ama bunu hiç belli etmiyorsun.”

   “Sende etmeyeceksin. İstersen bunu ayağa kalkıp söyleyeyim.”

   Karşılıklı gülümsediler.

   “Bilmelisin ki Tabitha bir karar vermek ve düşünmek ayrı, bunu söylemek ayrı şeylerdir. Dilediğin gibi düşün ve kendi içinde dilediğin kadar kararlar ver. Ama kararlarını dile getirmeden önce bil ki boğaz dokuz boğumdur der eskiler. Bir sözü söylemeden önce boğazın her boğumunda bir kez içimizden geçirmeli, bunun nasıl bir sonuç doğuracağını düşünmeli, uygun olmayan yönlerini düzeltmeli, böylece tekrar tekrar(son boğuma kadar) düşünüp düzeltmeler yapmalı, sonra söylemeliyiz. Tüm bunların sonunda belki de bir sakınca hatırımıza gelir, sözü söylemekten büsbütün vazgeçeriz.”

   “Şimdi yarın için ne yapmalıyım.”

   Mitra kızının sorusuna cevap vermeden ayağa kalktı. “Yatıp uyuyacak, korkularından arınacaksın ve yarın rakibine pek çok ders vereceksin.” Elini uzatıp kızının kıvırcık saçlarını usulca okşadıktan sonra çadırdan ayrıldı. Kızının kıvırcık saçlarını oldukça sevse de bir süre sonra o saçlardan eser kalmayacaktı.

   Annesinin varlığı Tabitha’ yı rahatlatmıştı. “Nasıl ki bir nehrin akış yönünü değiştiremeye çalışmak boşa bir yorgunluksa, olacak olanı oluruna bırakmamakta aynı şekilde boşadır.” Diye annesinin bir sözünü içinden geçirdi. Yere serili hayvan postuna sıkıştırılmış kuş tüyü yatağına yatıp kendisini uykunun zamanı öldüren kollarına bıraktı.
   
    
   

3
Kurgu İskelesi / Permiyen-Triyas (büyük ölüm)
« : 15 Nisan 2016, 21:11:05 »
Permiyen-Triyas

“Permiyen-Triyas yok oluş olayı (P–Tr), kimi zaman gayri resmi olarak "Büyük Ölüm" veya "Büyük Yok Oluş" olarak da adlandırılır, 251,4 milyon yıl önce meydana gelen ve Paleozoik ile Mezozoik dönemlerin yanı sıra Permiyen ve Triyas jeolojik dönemleri arasındaki geçişi başlatan bir kitlesel yok oluş olayıdır.

Bu yok oluş olayı, tüm deniz türlerinin %96'sının ve karalardaki omurgalı türlerinin ise %70'inin tükenmesine yol açan dünyanın en şiddetli yok oluş olayı olarak bilinir. Bu yok oluş olayı, ayrıca şimdiye kadar böceklerde gözlemlenen tek kitlesel yok oluş olayı olarak da bilinir. Bazı ailelerin %57'si yok olurken tüm cinslerin ise %83'ü ölmüştür. Bu olayda biyo çeşitlilik büyük oranda tahrip olduğu için Dünya üzerindeki yaşamın kendisini toparlaması diğer soy tükenmesi olaylarında olduğundan daha uzun sürmüştür. Bu olay, "tüm kitlesel yok oluşların anası" olarak tanımlanmıştır.

Milyonlarca yıllık bir zaman dönemine yayılmış olan bu yok oluş süreci, en az iki ayrı aşamada geliştiği için Permiyen-Triyas kitlesel yok oluşun aslında sanılandan daha karmaşık olduğu da araştırmacılar tarafından ortaya çıkmıştır. Bu yok oluşun nedenlerine dair çeşitli fikirler ve mekanizmalar öne sürülmüştür: örneğin daha erken bir evrede yavaş yavaş gerçekleşen bazı çevresel değişimlerin buna neden olduğu ihtimali üzerinde durulurken ikinci aşamada, yıkımsal bir felaket olayının gerçekleşmesi nedeniyle kitlesel yok oluşun ivme kazandığı ileri sürülmektedir. İkinci aşamada gerçekleşen doğal felakete dair öne sürülen mekanizmalar arasında çok sayıda meteor çarpması, bazalt seli patlamaları gibi volkanik etkinlikler, okyanus tabanlarında felakete yol açan metan gazı salınımı, denizlerdeki oksijen içeriğinin gerilemesi (anoksiya) veya oksijen düzeyindeki dalgalanmalar, deniz seviyesinde görülen değişiklikler, kuraklık ve iklim değişikliği veya bunların bir kombinasyonu gibi birçok nedenler bu yok oluş için olası sebepler olarak gösterilmiştir ama asıl neden hiçbir zaman bilinmemektedir…”

   Her şey değişime uğrar. Bu istisnanın dışına hiçbir şey çıkamazken ağızdan çıkan bir söz, bir buyruk, asırların çarpıtıcı etkisiyle nasıl değişmesin ki.

   “Kan toprağa değmedikçe, lütfum üzerinizde olacak.” dedi ışık getiren.

   Günler haftaları, haftalar yılları ve yıllar asırları devirdiğinde “Kanını yerde bıraktığım sürece, ışık üzerimde parlamasın.” Şeklinde bir intikam yeminine dönüştü bu söz.

   Zaman dışı salonun duvarlarındaki yazıtlarda, zamanın varlığının bile bilinmediği günlerde iki tür varlıktan bahsedilir. Hizmetçi ruhlara sahip olanlar ve özgür ruha sahip olanlar.

   Denir ki hizmetçi ruha sahip bir canlının soyu tükendiğinde, bir günah serbest kalarak yeryüzünde dolaşmaya başlarmış. Özgür ruha sahip bir canlının soyu tükendiğinde ise, Alyalar kandan ve topraktan yükselip, ete ve kemiğe bürünerek intikam ararlarmış.

   Zamanın nankörlüğü, zaman dışı salonu ve yazıtları unutturdu. Birçok canlı türünün soyu insanlar tarafından yok edildi ve sayısız günah serbest kaldı. Serbest kalan günahlar ise özgür ruha sahip bir ırkın soyunun tükenmesine sebep oldu.

   Vanna, savaş meydanında bir ölü bedenden diğerine koşuyordu. Göz yaşlarına hakimdi. İnsan ölülerine nefretle bakıp bir başka quirkalı kollarına aldı. Boyu bir metreyi geçmeyen yaratık Vanna’ nın avucuna sığıyordu. Ufacık bir kıpırtı bekledi avucundaki bedenden. Minicik bir nefes bile onu hayata döndürmesine yeterdi. Tüm yaraları iyileştirebilirdi ama katiller işlerini iyi yapmışlardı.

   Artık yeryüzünde bir amacı kalmamıştı. Havada çürümüşlük ve ölümün ağır kokusu vardı. Canı acıyordu. Kendisi için yaratılanlar yok edildiği için yavaş yavaş taşa dönüşecek ve dört metre yüksekliğinde sıradan bir heykelden farkı kalmayacaktı. Taşlaşmanın uyuşukluğunu ayakuçlarında çoktan hissetmeye başlamıştı. Önünde bir koridor açıldı ve Akrath koridordan geçtikten hemen sonra kapandı. Koridorlar inşacıların en güzel eserlerinden biriydi. Bir yerden diğerine hızlı bir yolculuk yapmak istiyorsanız koridordan daha güvenli ve hızlısı yoktu.

   Vanna karşısındaki kardeşine nefretle baktı.  “Buna engel olabilirdin.” Dedi. Öfkesi, üzüntüsüyle birbirine karışmıştı ve sesi titriyordu.

   “Evet olabilirdim ama sevgili abimizin kurallarına karşı çıkmaya cüret edemezdim değil mi?”

   “Senden nefret ediyorum Akrath.”

   “Duygularımız karşılıklı, ne var ki sen yok olurken ben hala hayattayım.”

   “Photemas bunun hesabını soracaktır.” 

   “Neden Photemas’ ı bekleyesin ki? Bir seçim şansın var. Bunu sende biliyorsun.”

   “Bunu asla yapmam.” Diyerek karşı çıktı Vanna.

   “Hadi ama!” diye kışkırttı Akrath. “Biliyorsun ki Alyaların bizler için bile ölümcül olacağı yazılı. Tüm insanlardan nefret ediyorsun. Tabi benden de. İnsanoğlunu tamamen ortadan kaldırma gibi bir şansın şuan olmadığına göre beni yok edebilirsin. Hem böylece şu gizemli Alyaların’ da ne olduğunu öğrenmiş oluruz.”

   Vanna sözleri zihninde tarttı. Eğer Akrath ölürse tüm insanoğlu hiç var olmamışçasına yok olacaktı. Farkında olmadan avucunda tuttuğu quirkala baktı ve yakıcı öfkeyi yine hissetti. Akrath karşısında alay edercesine kahkaha atıyordu.

   Vanna intikam ve hırsla ağlıyordu. Gözyaşları avucundaki ufak, narin bedeni ıslatırken avuçları arasında bir kıpırtı hissetti.  Gözlerine inanamıyordu. Quirkal hareket ediyordu ama bir terslik vardı. Onu hissedemiyordu. Vanna’ nın bedeni hızla taşlaşırken tüm quirkallar canlanmaya başlamıştı.

   Akrath şaşırmıştı. Güçlü bir varlık bekliyordu ama sonuç yıllarca çabaladığı şeyin bir hiç uğruna oluşuydu. Quirkallardan bir tanesi bacağını ısırınca öfkesi hat safhaya çıkan Akrath ufak bedeni ayakları altında ezdi.

   
Hepsini tekrar öldürmeye karar vermişti ama ayağındaki küçük diş izlerinden kan akmaktaydı. Şaşırmıştı ve korktu.

   “Emrimle koridor açılsın.” Dedi. O sırada ayaklanan tüm quirkallar küçük bir ordu gibi üzerine doğru gelmeye başlamışlardı.  Akrath büyük mağaranın içine son bir daha göz gezdirdikten sonra arkasında açılan koridordan geçip gitti.

   Hedefleri gözden kaybolan quirkallar meydandaki insan ölülerini yemeye başladılar. Onların özelliği buydu. Küçük bedenleri ve kocaman ağızları varlardı. Taş, toprak, demir ve çelik ayırt etmeden yerlerdi ve kendilerini korumak için golem taşları yaparlardı. Çok zor bir anlarında ise bu taşı kırarak yedikleri nesneye yönelik bir golem ortaya çıkartırlardı. İnsanların onları yok etme nedeni de golem taşlarını ele geçirmekti.

   Ama hiç ölü yememişlerdi. Mağaranın kuytu bir köşesinde ıslak bir patlama sesi yükseldi. Tamamen kandan oluşan iki metrelik boyuyla ufak sayılacak bir golem ortaya çıkmıştı. Başka bir yerde ise vücudunun çeşitli yerlerinden et ve kemikler çıkmış olan çok daha büyük bir golem yürümeye ve quirkallara yiyebilmeleri için daha fazla ceset taşımaya başlamışlardı.

   Gün sona erdiğinde yenilebilecek tek bir ölü bile kalmamıştı ve quirkallar yerin altındaki yuvalarından büyük bir açlıkla yeryüzüne doğru ilerlemeye başladılar. Yanlarında birçok kandan ve kemikten golem onları korumak için eşlik ediyorlardı.

   Bedeni tamamen taşa dönmüş olan Vanna yarattığı dehşetin açacağı sonuçları düşünerek pişmanlık duydu. Beklemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu ve Vanna’ da yarattığı kâbusun bir an önce bitmesini umarak beklemeye başladı.

   Kim daha fazla tehlikedeydi. Çelik döven insanlar  ve onların aralarında asimile olup kimliklerini bilmeden yaşayan Urzalar mı? Küp uçuranların gök saraylarında daha güvende olacağını düşündü ama inşacılar onlara ulaşılmasını sağlayan koridorlar açabilirlerdi. Geleceğe dair en ufak tahminde bulunamıyordu. Her olasılığın, diğerini yuttuğu bir olaylar zinciri başlamıştı.  Olacaklara dair söylenebilecek tek şey kaosun başladığıydı…
 




4
Kurgu İskelesi / Kaderin Dörtlüsü 2.bölüm sonunda bitirdim
« : 16 Ağustos 2015, 18:38:04 »
                                                           kaderin dörtlüsü

1.BÖLÜM

HELLİON ve DOMİON

"Hey Yamtar kötü görünüyorsun"

Yamtar gecenin karanlığında güverteden denize doğru bir miktar daha kustuktan sonra üstündeki her yanı ıslanıp yer yer yırtılmış ve eskiden beyaz olsa bile şuan o renginden eser kalmamış olan gömleğinin koluna ağzını silerek kardeşinin sözlerine başını sallayarak güldü.

Yamtar kirli sakalı, simsiyah gözleri ve oldukça iri cüssesiyle ilk bakışta ürkütücü görünse de gülmeyi seven ve en olmadık anlarda bile insanları güldürebilen birisiydi. Fırtına bulutları dağılmış ve deniz bir nebze olsun sakinlemişti. Sadece denizcilerin, her zaman çok sevip Nierna yağmuru dedikleri şekilde ince ince yağmur yağmaya başlamıştı.

   Yamtar denize yabancıydı. Kardeşi Alesta ile uzun zaman önce kader yollarını ayırmıştı. Alesta hırslı biriydi ve hep denizi görmek isterdi. Bu hırsıyla, İmparatorluk sınırlarının içinde olsa da, çok kimsenin bilmediği etrafı dağlarla çevrili bir düzlükte yer alan Orfelm köyünü terk etmiş ve ihtişamlı başkenti görmek üzere yola çıkmıştı. Ayrılışları dargın değil kederliydi. Alesta'nın gözlerine bakarken o günü hatırladı. Hava her zaman olduğu gibi yağışlı ve soğuktu ayrıldıkları gün köylerinde.

Orfelm halkı genelde vahşiler ya da dağ adamları olarak adlandırılırdı. Bunun nedeni vahşi oluşlarından değil görünüşlerinden ve yaşam tarzlarından dolayıydı. Yaşadıkları coğrafyada iklim şartları çiftçiliğe ve yetiştiriciliğe izin vermediğinden başlıca geçim kaynakları avcılık ve balıkçılıktı. Hayvan kürklerinden yapılma elbiseler giyerlerdi ve unutulmuş zamanlarda her ne kadar şanlı kahramanlıkları olsa da efsanelerle birlikte dış dünyadan uzaklaşmışlardı. Ayrıldıkları gece babaları dünyevi yaşama veda etmişti.

Kar taneleri Alesta’nın siyah saçlarına düşerek yer yer kırlaşmış gibi gösteriyordu. Ağlamasada ses tonu ağlamaya yakındı. "Gidelim bu diyarlardan. Artık bizi bu soğuk, verimsiz ve her daim acı veren topraklara bağlayacak bir şey kalmadı" demişti.

Yamtar "Başka bir yaşam tarzı bilmiyoruz ki bu toprakların ötesinde. Bizim sorumluluğumuz burada.  Sen ve ben kardeşim en iyi avcılarız. Kış iyice bastırdığında, aç kalan kurt sürüleri dağlardan indiğinde, çocukları kadınları kim koruyacak. Babam ölmeden önce bu köyü bize emanet etti. Bizi birbirimize emanet etti. Bu topraklar bizi biz yaptı ve borçluyuz" diye cevap vermişti.

Alesta acı ve öfkeyle "Biz ikimiz bu topraklara olan borcumuzu fazlasıyla ödedik ağabey" diye haykırdı. Daha fazla tutamadığı gözyaşları usulca yanaklarından aşağı doğru süzülmeye başlamıştı. "Kız kardeşimiz dağ çileği toplayıp bize sürpriz yapmak isterken bir dağ kaplanı tarafından parçalandığında ödedik. Annemiz donmuş gölde balık tutmaya çalışırken buzlar kırılıp içine düşerek soğuk sularda donarak öldüğünde ödedik." Yere diz çöküp bir avuç kar alarak "Babamızı karlar altına gömüp uğurlarken ödedik." dedi. Gökyüzüne doğru "EY GÜNEYİN SOĞUK DAĞLARI SİZE VERECEK BİRŞEYİM KALMADI" diye haykırıp ardından Yamtar’ a dönerek "Bu dünyaya verecek bir şeyim kalmadı. Ama alacak çok şeyim var ağabey." dedi.

Kardeşinin sözleri kendisini etkilemiş olsa da Yamtar' ın kalbi köylerine bağlıydı. O anda bile Freya aklından geçiyordu. Kıza aşıktı ve onu bırakıp gidemezdi. Freya’ da ailesini bırakıp gelemezdi. "Öyleyse bu bir veda kardeşim."

Alesta bir süre hiçbir şey yapmadan durdu. Ve ardından beraberce ilk kar leoparlarını öldürdükleri zamanki gibi birbirlerine sarıldılar. İkisininde gözünden yaşlar akıyordu.

"Dilerim ki aradığını bulasın kardeşim." dedi Yamtar.

"Dilerim ki elindekiler hayatın boyunca seni mutlu etmeye yetsin kardeşim" diye cevap vermişti Alesta ve o günden sonra tekrar buluşmalarına kadar on yıl geçmişti.

Ayrıldıkları günden beri yaşamlarında iki kardeşinde çok şeyler değişmişti. Alesta hayallerine kavuşmuştu. İmparatorluk mührünü taşıyordu ve yetenekli bir kaptan olmuştu. Görevi keşif yapmaktan ticarete kadar birçok alanda değişebiliyordu. Abisinin sırılsıklam haline biraz daha gülerek "Haydi güverteyi terk edelim." dedi.

"Rüzgârı hissetmek hoşuma gidiyor. Özelliklede fırtınadan sonra gecenin sessizliği huzur verici geldi." diye cevap veren Yamtar tek bir kalın örgü şeklinde sırtına inen saçlarını açarak başını sallayıp saçlarını dağıttı.

"Biliyor musun şuan seninle denizlerdeyim ya bana bundan daha fazla huzur verecek, güvende hissettirecek bir şey yok." dedi Alesta.

Güverte boyunca karanlıktan ve sisten ötürü seçemedikleri biri koşarak yanaşıyordu. Yanlarına varmasına birkaç metre kala gelenin Limno olduğunu gördüler. Sıska kısa boylu ve kel bir adam olan Limno kendisinin tam zıddı bir görünüme sahip iki kardeşin yanında, sanki babasının yanında duran küçük bir oğlan çocuğu gibi komik duruyordu. Soluk soluğa ve telaşlı olması Alesta' yı tedirgin etti.

"Sintinede çatlak var kaptan "

"Ne kadar kötü" diye sakince sordu Alesta. En kötü durumlarda bile sakinliğini ve disiplinini bozmamasıyla tanınıyordu adamları arasında.

"Hızlı su alıyoruz. Eğer aynı şiddette bir fırtınaya daha yakalanırsak çatlaklar tamamen parçalanabilir"

"Seferde tadilat imkânı var mı?"

"Kaptan bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Bizi sığ sularda idare edebilecek şekilde onarabiliriz fakat dönüş yolunda açık denizde sulara yakın olduğumuz kadar tanrılara da yakın oluruz. En yakın karaya demir atıp detaylı bir onarım yapmamız gerekir." soluk soluğa konuştuğu için sözleri zar zor anlaşılıyordu.

Alesta derin bir kahkaha atarak "Limno en yakın kara nerede bilsek bunu zaten bende diyebilirdim. Açık denizde hiç bu kadar ileriye gitmemiştik. Gün doğduğunda fırtınanın bizi rotamızdan ne kadar sürüklediğine bakarız ve ona göre yeni bir rota belirleriz gerekirse. Şimdi su seviyesini düzenli olarak kontrol edin ve kovalarla boşaltın gerekirse."

"Nasıl emrederseniz kaptan" diyen Limno yanlarından uzaklaştıktan sonra Yamtar kardeşine "Durum ne kadar kötü söylediklerinden bir şey anlamadım. Şu denizci terimleri çok garip." diye sordu.

Alesta kahkaha atarak "Fırtına bir anda dinince tanrılar bizi kutsadı sandık ya kardeşim, aslında üstümüze pislemek için ara vermişler demek. Ben kamarama geçip artık biraz dinleneceğim yoksa burada yıkılıp kalacağım. Bakalım yeni doğacak gün bize neler sunacak.” diyerek dinlenmek üzere abisinin yanından ayrıldı.

Yamtar kardeşinin tanrılarla ilgili şakasına gülümseyip, yanından uzaklaşırken kardeşini izledi. Aralarında üç yaş vardı. Yine de kardeşi Yamtar’ ın gözünde korunmaya ihtiyaç duyan küçük kardeşiydi ve hiç büyümemişti. Oysa diğer halklara nazaran oldukça uzun boyu, kaslı vücudu, belindeki kından kabzası altın işlemelerle kaplı sarkan kılıcı ile hiçte korunmaya ihtiyacı olan biri gibi görünmüyordu Alesta. Yamtar bir süre daha güvertede oyalandıktan sonra yağmur biraz daha hızlanınca kendisi için ayrılmış kamarasının yolunu tuttu.

Kamarası oldukça sadeydi. Küçük bir penceresi vardı ve hemen hemen denizle aynı hizada olan pencereden gecenin karanlığından başka bir şey görünmüyordu şuan. Yavaşça yatağa uzandığında ayakları yatağın dışına sarktı. Gemideki tüm yataklar aynı boydaydı ve Yamtar fiziksel olarak halk geneline göre oldukça uzun boyluydu. Başını kaz tüyünden rahat yastığına koyduğunda derin, rüyasız bir uykuya dalması zor olmadı.

Kapısının sertçe çalmasıyla uyandı.  Daha uyku halini üzerinden atamadan "Dışarda savaş çıksa uyanmayacaksın herhalde" diyen kardeşi Alesta odaya dalmış, üstüne imparatorluk arması işlenmiş samur pelerinini ve kendisi için özel olarak yapılmış zırhını giymişti bile.

Esneyerek uykunun ağırlığını üzerinden atmaya çalışan Yamtar hafifçe yatağında doğrulup, kardeşine ne olduğunu soran gözlerle baktı. Alesta'nın heyecanı gözlerinden okunuyordu. "Çabuk hazırlan abi sana anlatmak istediğim bir şey var ve lütfen senin için hazırlattığım giysileri giy. Kaptan köşkünde seni bekliyor olacağım." girdiği gibi hızla odayı terk edip kapıyı arkasından kapatmıştı.

Yamtar kapının yanındaki diğer yatağın üzerine bırakılmış elbiselere, durduğu yerden göz attı. Odasında bir değişiklik daha vardı. İlk başta algılayamasa da kamarasının bu sabah aydınlık olduğunu pencereden içeri güneş ışıklarının sızdığını fark etti. Bir haftadır sisler ve fırtına içinde geçen yolculuktan sonra güneşin aydınlığı huzur vericiydi. Kollarını iki yana açıp gerildiğinde göğsü köyündeki geçit vermez dağlar gibi kabarmıştı. Kendisine bir bardak su doldurup sürahideki suyu kafasına diktikten sonra bardaktaki suyu da gür siyah saçlarına döktü. Kendi yaptığı harekete kendisi kısa bir an gülüp kardeşinin bıraktığı giysileri giymek üzere ayağa kalktı ve her sabah olduğu gibi yine başını kendisi için biraz alçak olan tavana vurdu. Kafasının üstündeki ufak şişliklere her gün bir yenisi daha ekleniyordu.

   Göğsünde zarif iki metal plaka bulunan işlemeli deri bir zırh vardı. Metal plakaların üzerine, birbirine bakan iki şahin başı işlenmişti. Aynı kardeşinin zırhına benziyordu. Tek fark kardeşininkinde kurt başı işlemesi vardı. "Gösteriş budalası" dedi içinden tebessüm ederek. Son olarak zırhını kapatan iyi kalite pelerinini giydikten sonra saçlarını tek bir kalın örgü şeklinde topladı. Sırtına kadar inen kuzguni siyah saçları şehre ilk geldiğinde birçok kızın hayranlığına sebep olmuştu.

   Kaptan köşküne gitmek için güverteye çıktığında kendisini gören herkesin şaşkın bakışlarına maruz kalmıştı. Sürekli yırtık pırtık kirli bir gömlek ve deri pantolonla dolaştığı için bu elbiseler altında oldukça farklı görünüyordu. Bazı adamlar aralarında eski kandan krallar gibi diye mırıldandı. Daha önce kendisine bir yabaniymiş gibi küçümseyerek bakan gözlerde şimdi saygı ve hayranlık vardı. Sadece bir kıyafet ne kadar çok şeyi değiştirmişti. Orfelm de elbiselerin neredeyse hiç önemi yoktu ama şehirde elbiseler, dış görünüm o kadar önemliydi ki bunu yeni yeni anlamaya başlıyordu Yamtar.

   Sonunda kaptan köşküne vardığında içerde kardeşinden başka bir kişinin daha olduğunu gördü. Diğer adam oldukça yaşlıydı. Yamtar onunla ayaküstü birkaç kez sohbet ettiğinden adamı tanıyordu. Gemi ustası Falerth'di. Hellion ve Domion gemilerinin projesini ve yapımını üstlenmiş ve gemilerle ilgili her şeyi kardeşine öğretmişti. Odanın ortasındaki genişçe bir masanın yanına yaklaştırılmış sandalyelerden birinde oturuyordu. Masanın üstü bir sürü harita parçası cetveller pusulalar ve pergellerle doluydu. Kaptan köşkünün güverteye bakan penceresinden manzara oldukça hoş görünmekteydi. Denizin öfkesi dinmiş huzurla geminin yol almasına izin veriyor, hafif dalgalar geminin gövdesini, bir annenin bebeğini nazikçe sarması gibi sarıyordu. Alesta iki yüz metre kadar yanlarında ilerleyen diğer gemi Hellion’ a bakıyordu. Hellion daha küçük bir gemiydi ama oldukça hızlı olması için inşa edilmişti. Büyük fırtınalarda dalgaların şiddetini azaltmak ve Domion’ u dalgaların ilk sert etkilerinden korumak amacıyla sürekli etraflarında manevra yapıp dalgalarla adeta günlerdir savaş vermişti.

   Alesta gemi ustasına bakarak "Eserlerinle gurur duymalısın Falerth" dedi. Ardından masanın yanındaki bir diğer sandalyeye yerleşti.  Yamtar ikisi arasında bir tartışmaya denk geldiğini Alesta’nın asabi sessizliğinden anlamıştı.   

   Falerth ayağa kalkıp "Bazı sınırlar vardır ki aşılmamalıdır. Biz, bizlerden çok önceleri, bizlerden çok daha güçlülerin koyduğu sınırları aştık. Umarım "

   "Yeter!" diye sertçe sözünü kesti Alesta yaşlı adamın. "Bizden daha güçlü olsalardı aşabileceğimiz bir engel koymazlardı. Bu bizim kaderimiz."

   Falerth bir şey demeden ayağa kalkıp Yamtar'ı kısaca selamlayarak dışarı çıkarak iki kardeşi yalnız bıraktı.

   "Anlat bakalım küçük kardeş nedir seni bu kadar kızdıran." bir kenarda duran meyve sepetinin içinden irice bir elmayı alan Yamtar büyük bir ısırık alarak karmaşık masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdu.

   "Harika olmuşsun bu zırh ve pelerin içinde büyük kardeş"

   "Hadi ama kur yapan kızlar gibi konuşmayı bırakıp bu heyecanının nedenini anlat bakalım. Yoksa meraktan taş kesileceğim burada."

   Alesta içten bir kahkaha attı. "Eski efsanelerle yüzleşmek üzere olmanın heyecanı içerisindeyim."

   Elmasından bir ısırık daha alan Yamtar "Hatırlıyor musun kardeşim bir keresinde daha on iki yaşındayken yan köylerden ticarete gelenlerin anlattıkları bir hazine hikâyesi yüzünden beni dağlarda hazine aramaya ikna ettiğin bir gün vardı. Şimdide yüzünde aynı pırıltı var."

   "Ama bu sefer farklı" diye araya girmek istese de Yamtar’ ın işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yapmasıyla sustu.

   "O gün beni ikna edebilmiştin ve kimsenin çıkamadığı kadar yükseğe tırmanmıştık. Dağın zirvesinde olukça yoğun bir sis vardı ve aynı bahsi geçen şekilde bir mağara bulduk, lakin içerisinde hazine yerine dev bir kar kaplanı bizi karşıladı. Canımızı nasılda zor kurtarmıştık. Panik içinde siste kaybolmuş fırtınaya yakalanmıştık ve sen neredeyse ölüyordun. O gün en büyük hazinenin senin hayatın olduğunu fark ettim. Çünkü hiç bir şey atan kalbinden daha değerli değildir kardeşim."

   İki kardeş arasında bir süre sessizlik oldu. Aslında Alesta' yı bugün içinde bulunduğu yolculuğa sürükleyen şey on iki yaşında o mağarada kaybolduğu sırada bir iskeletin yanında bulduğu ve varlığını herkesten sakladığı, avuç içine sığacak küçüklükteki kutuydu. Kardeşinin nasılda tam olarak o olayı hatırlattığını bir an merak etti. O hazine hikâyesi tamamen uydurmaydı. O kutuyu rüyalarında görmüştü ve yolculuk tek başına o yaşta cesaret edemeyeceği kadar zorluydu. Elini belinde takılı olan küçük deri çantanın içine atarak rüyalarında gördüğü tuhaf nesneyi çıkartıp Yamtar' ın önüne doğru masaya koydu.

   Yamtar ilk başta küçük nesneye umursamazca bakarken kutunun üstündeki kuleye benzer şekil bir anda dikkatini çekmişti. Abisinin nesneyi daha öncede gördüğünü anlayan Alesta "O mağaradan sadece canımızı kurtarmamıştık. Seninle ayrı düştüğümüz bir anda bunu buldum. Sende rüyalarında görüyordun değil mi? Bu yüzden seni ikna etmem o kadar da zor olmamıştı. İçinde bir yerde sende o dağların zirvesindeki mağaraya gitme ihtiyacı hissediyordun."

   Yamtar hiç bir şey demeden kutuyu eline alıp incelemeye başladı. Rüyalarında gördüğüyle tıpatıp aynıydı kutu. Düşünceli gözlerle kutuya bakarken Alesta "Mağaraya gittikten sonra bir daha o rüyaları görmez oldun değil mi?" diye sordu.

   "Nasıl bilebiliyorsun tüm bunları"

   "Köyü terk ettiğimden beri çok fazla araştırma yaptım. Kimsenin bilmediği eski yazıtlardan parçaları topladım ve o kadar çok şey öğrendim ki hepsini sana anlatmaya kalksam bu yıllarımı alır. Sonra başka rüyalarda görmeye başladım. Adeta rüyalarım beni bir sırrı bulmam için yönlendiriyordu." Kitap raflarının arasından bir kitap çıkartarak tozlu sayfaları hızla karıştırmaya başladı. Kitap öyle eskiydi ki bazı sayfalardaki yazılar neredeyse okunamaz hale gelmişti. Sonunda aradığı sayfayı bularak açıp Yamtar ‘a gösterdi. Sayfadaki yazılar zar zor seçiliyordu. Bir şarkının dizeleri gibi yazılmıştı.

   “Kan kutsaldır gerçek mirastır

   Ne zaman döker ilk kanını kudretli ataların evlatları

   O zaman düşlerinde parıldar kaybolmuş mirasları……”

   Devamındaki yazılar pek seçilemiyordu. Yamtar anlamamış gözlerle kardeşine bakıp “Eeee” diye sordu.

   Alesta hayal kırıklığına uğramış küçük bir çocuk gibi hevesle abisinin göremediği detayları görmesi için “Bu kitap çok eski farklı kaynakların birleşiminden oluşmuş. İçindeki hiçbir metin tam değil”

   Yamtar sayfaya daha dikkatli bakıp göremediği kaçırdığı detay ne anlamak istedi ama hala bir şey anlamamıştı. “Tamamda bu ne anlama geliyor hala anlamadım”

    “Yazılanın anlamından önce nasıl okuyabildiğini ve dilini düşün. Bu kitabı senden benden başka birde köyümüzdeki birkaç kişi okuyabilir.”

   Yamtar’ ın zihninde adeta bir anda ışık yanmıştı. O kadar eski bir kitabı okuyabilmişti. Üstelik kitap kimsenin kullanmadığı Orfelm dilinde yazılmıştı. Kendi içinden babasının atalarıyla ilgili anlattığı ve hiç inanmadığı hikâyeler geçti. Kardeşine baktığında Alesta’nın gözlerinin heyecanlı parıltısının sebebini anlıyordu ama hala göremediği bir şeyler vardı.

   Daha fazla dayanamayan Alesta “Bizim halkımız diğer hiçbir halka benzemiyor. Kendi tarihimizi nesiller boyu unutsak ta ilk kullandığımız dili hala bilenlerimiz var. Babamız bizlere öğretmişti. Kitapta yazdığı gibi kan kutsaldır gerçek mirastır. Bizim mirasımız kanımıza işlenmiş. Bizler aslında yitip gitmiş çok büyük bir ulusun yüzbinlerce yıl sonraki kalıntılarıyız. Ama damarlarımızda hala atalarımızın kanı akıyor. Diğer dize, ne zaman döker ilk kanını kudretli ataların evlatları, o zaman düşlerinde parıldar kaybolmuş mirasları… İlk rüyanı ne zaman gördüğünü hatırlıyor musun?”

   Kardeşinin gözlerinde yanan heyecan ateşi Yamtar’ ın da gözlerinde yavaş yavaş körüklenmeye başlamıştı. İlk rüyasını gördüğü geceyi hiç unutmuyordu çünkü çok mutlu olduğu bir geceydi. İlk avlarına gitmişlerdi. Bir tür erkek olma sınavı gibiydi. Oldukça büyük bir dağ ayısı avlamışlardı kardeşiyle beraber. “Tıpkı dizelerdeki gibi” diye mırıldandı.

   Alesta abisinin sonunda kavramayı başardığı gerçeği doğrularcasına “İl kanımızı döktüğümüz günün gecesinde gördük rüyayı tıpkı dizelerdeki gibi ve gördüğümüz kaybolmuş mirasımızın düşlerimizdeki parıldamasıydı” dedi. “Bizim halkımız tuhaf bir güce sahip ve bu yüzden diğer köyler ve şehirler bizi dışlıyor yabancıymışız gibi bakıyorlar. Çok şehir ve medeniyet gezdim. En avcı ve savaşçı toplumlara girip araştırmalar yaptım ama inan kardeşim on yaşında hiçbir erkek çocuğu bir mızrak darbesiyle dev bir dağ ayısını yere serecek cesarette değil. Bizlerin dağlarda mızrak salladığımız yaşlarda diğer halkların çocukları el sallamayı marifet sanıyorlar neredeyse.”

   Yamtar oturduğu yerden kalkıp güverteye bakan pencerenin önüne giderek denizi izledi bir süre. “Peki, şimdi ne yapacaksın”

   “Dünya benden çok şey aldı demiştim bir keresinde. Şimdi ise benim olanları alacağım.” Masadaki küçük kutuyu alarak kapağını açtı. Bir tarafında tuhaf bir kelime yazıyordu, diğer tarafında ise pusulaya benzeyen daha değişik bir şey vardı. “bu Ethenami Nomen’in yolunu gösteriyor.” Diye açıkladı. “Büyücüler tarihiyle ilgili bir şey hatırlıyor musun babamızın anlattıklarından.”

   Yamtar olumsuz anlamda başın salladı.

   “Güneyde büyücüler ve insanlar bir zamanlar huzur içinde yaşarlarmış. Büyücülere ilk doğanlar da denirmiş çünkü insanoğlu onlardan çok daha sonraları ortaya çıkmış. Ama insanoğlu kendini geliştirmeye aç bir toplummuş ve öyle güçlenip gelişmişler ki yaptıkları silahlar dünya düzenini alt üst etmeye başlamış ve sonunda kendi yok oluşlarını getirmiş. Ama en yüce büyücüler bu yok oluşu durdurmak için dünyanın geri kalanını kurtarmak adına birleşip bütün güçleriyle senin ayıran nehir diye bildiğin ve dünyamızı tam ortadan ikiye böldüğü bilinen nehri ve ayıran dağları yaratmışlar. Büyücülerin bir kısmı bizim yaşadığımız topraklarda bir kısmı da diğer ayrılan tarafta kalmış. Nehri hiçbir şey geçemez dağları hiç kimse aşamaz şekilde yapmışlar. İlerleyen zamanlarda atalar köprüsü inşa edilmiş. Kilometrelerce uzanan nehrin, diğer yanına geçebilmek için ama sadece seçilmişler o köprüden geçebilirmiş ve köprüyü bulabilirmiş. Bu kişilere Ethenami Nomen demişler. Anlamı sırların kardeşliği ve bu pusulalardan taşıyorlarmış.” Elindeki kapağını açtığı pusulayı göstererek. “Ayıran nehrin denizde bile devam ettiğini gördüm. Denize karışıp akıntı gücünün yavaşlaması gerekir diye hesapladım ve en zayıf olduğu noktayı keşfettim. Günlerdir içinde bulunduğumuz sis ve fırtına bu ayıran nehrin geçit vermeyen büyüsüydü ve sonunda başardık kardeşim. Binlerce yıldır kimsenin aşamadığı, efsanelerde kaybolmuş silinmiş bir sınırı aşmayı başardık. Bizim köyümüz ayıran dağların yamacında ama diğer dağların gerisine kalan kısımdan kopmuş ufak bir parça sadece.”

   Uzun bir sessizliğin ardından “Bu söylediklerin amacını açıklamıyor” dedi Yamtar.

   Alesta derin bir iç çektikten sonra “Orada öyle bir şey bulacağız ki belki de tüm dünya döndüğümüzde önümüzde diz çökecek. Belki imparator bile olurum.”

   “Şan şöhret peşinde geçecek ömrün yani.” diye küçümsercesine konuştu Yamtar. “ Neden hiçbir zaman elindekilerin mutluluğuyla yetinmeyi bilmiyorsun ki. Gemi ustası Falerth haklı, unutulmuş şeyler belki de unutulması daha hayırlı olduğu için unutulmuştur ve bazı sınırlar geçilmemelidir.”

   Alesta öfkeyle doğruldu “Bana eski kafalı bir bunağın sözlerini tekrar et diye yanımda getirmedim seni ağabey.” Dediği sırada odanın kapısı telaşla çalınmaya başladı. “Gir” diye emretti Alesta.

   İçeri on dört on beş yaşlarında bir çocuk girdi. Gemideki haber iletme işleriyle ilgilenip kaptan Alesta’nın ayak işlerini yapardı genelde. Çocuk oldukça heyecanlıydı. Nefes alışından tüm yolu koşarak geldiği belli oluyordu. Çocuk iki kardeşin sert bakışları altında iyice ufalmıştı adeta. İçinde bulunduğu ortamdan bir an önce kurtulmak istercesine “Gözcü kaptan” diyerek bir an soluklanmak için durduktan sonra “Gözcü geminin şuan ki rotasını kuzey esas alırsak kuzey batı yönünde kuleye benzer bir şey gördüğünü size iletmemi istedi.”

   “Teşekkürler Gino” diyen Alesta meyve sepetinden bir elma alıp küçük çocuğa uzattı ve gitmesi için izin verdi. Gemide çalışan herkesin ismini eksiksiz bilirdi. Yamtar’ a dönüp “Sana karşı sesimi yükselttiğim için affet beni abi” dedi.
.
   Yamtar kardeşinin yanına gidip kulağına doğru eğilerek “Asıl hevesini baltalamaya çalışıp heyecanını paylaşmadığım için sen beni affet küçük kardeşim. Hiçbir şeyin içindeki alevi söndürmesine izin verme” dedi.

   Domion oldukça büyük bir gemiydi. Tek başına iki yıl boyunca denizlerde kalabilecek kadar erzak yüklüydü. Geminin en uzun yelken direğinden dürbünle gözcünün işaret ettiği yere bakan Alesta elindeki Ethenami Nomen yazan pusulanın gösterdiği yönle karşılaştırdı ve doğru yolda olduklarına kanaat getirdikten sonra “İSKELE ALABANDA TAM YOL İLERİİİ” diye bağırdı. Ardından kaptanın sözlerini hemen her mürettebat bağırarak tekrar etti. Kısa sürede açılan Domion’un yelkenleri rüzgârı kucaklayıp geminin hızla ilerlemesini sağlamaya başladı. Bine yakın kürekçi küreklerin başında yerlerini almış geminin hızına hız katmaya çabalıyorlardı. Daha ufak olan gemi Hellion’da arkalarında yelken açmış kendilerini izliyordu. Tahmini olarak üç gün içinde karaya varacaklarını düşünen Alesta’ nın takip eden üç gün boyunca neşesini hiçbir şey bozamayacaktı.

5
    Hepimiz bazı eşyalarımızı hunharca kullabıyoruzdur. Peki bu eşyalarınız sizden şikayet edicek olsalar neler derlerdi...

Örnek olarak...

Klavyem:  yeter abi ya pilim bitti diyorum hemen yenisini getiriyorsun. İstifa edeceğim bu gidişle...

Çalar saat: Hem dört te kaldır diyosun, kaldırıncada küfür edip ordan oraya vuruyosun. Bi fün uyandırmayacağım göreceksin...

Gitarım : Senin ellerinde kendimi çok kullanılmış hissediyorum. Ömrümü yedin...


6
GİRİŞ

Başlangıç Noktası Deneyi 1.gün

   Küt…küt…..küt….atan kalbini tüm benliğiyle hissetti. Ardından, nerede olduğuna dair merak ve yabancısı olduğu ortamdan dolayı korku duyguları birbiri ardına uyandı. Panikle etrafına bakarken, yakınından gelen vızıltı reflekslerini harekete geçirdi ve uçan kanatlı küçük şeyi yakaladı. Hiçbir şey bilmeyen bir çocuğun merakıyla avucunun içinde kımıldanan ve hoş bir kaşıntı veren canlıya ait her şeyi hissedebiliyordu. Küçük canlı korkuyordu. Tek amacı uygun bir ortam bulup çoğalmaktı. Yaratığın tüm varoluş amacını algıladı. Beslen…büyü…üre…öl. Kendisi için bir tehlike olmadığını görünce sakinleşmesini sağlayıp avcunu açtı. Zihninde yaratığa ne olduğunu sordu. Karmaşık görüntüler belirdi. Çok büyük bir canlı. İnsan ve kendisine verilen ad Sinek. Bu odaya yanlışlıkla girmişti. Odanın dört bir yanındaki, tuhaf dört köşe nesneler, anlayamadığı bir ses çıkartıyordu. Hemen içlerinden birisine yöneldi. Merakı korkusunun önüne geçti. Sineğe ulaştığı gibi doğal olmayan nesneye ait bilgi edinmeye çalıştı ama tam bir boşlukla karşılaşınca hızla odanın diğer köşesine uzaklaştı.

   Etrafını kuşkuyla süzdü. Yaşam alanı kısıtlıydı. Uyuduğu yumuşak yatak dışında hiçbir şey yoktu. Birde odanın dört köşesindeki tuhaf cansız küçük nesneler. Arkasında bir yerlerden tuhaf bir ses yükseldi. Ardından kendisini kapatan duvarda küçük bir kapak açıldı. İçgüdüsel olarak geri çekildi ve içeri kendisinden daha kısa bir canlı girdi. Kendisi kadar korkmuş görünen canlıyı hissediyordu. Tuhaf bir şekilde içinde bulunduğu yerin dışındaki hiç bir şey hissedemese de içerideki canlıya dair her şeyi anında algılayabildiğini fark etti. Sinekten daha zekiydi. İletişim kurmak daha kolaydı çünkü ona ulaşabilmesi için koku sinyalleri kullanması gerekmiyordu. Saniyenin onda biri kadar sürede, artık onun bir maymun ve adının Ron olduğunu biliyordu. Sinekteki insana ait görüntüler ve imgeler Maymun Ron’un zihninde de vardı.

   “İnsan ne”

   Birbiri ardına beliren görüntülerde Ron’un anıları arasında dolaştı. İlk görüntü kendisi gibi bir odada uyanmış küçük ve savunmasız maymundu. Sonra İnsanlar tarafından beslenirken ve sevilirken, ardından insanlar tarafından küçük bir yere kapatılırken. Sonra yine insanlar kendisine iğne denilen aletlerle garip acı verici şeyler enjekte ederken. Birbiri ardına akan anılarda maymunu insanlar tarafından sevilirken, hasta edilirken, iyileştirilirken, kesilirken, dikilirken... ve daha pek çok acıya maruz bırakılırken gördü. Maymunun o anda hissettiği tüm acıları hissetmeye başlayınca iletişimi kesti. İnsanlardan korkması gerekiyordu. İnsanlar güvenilmezdi. Karşılaştığı iki canlıda insanlar karşısında aynı korkuyu hissediyordu ve korkmak için haklı nedenleri vardı. Sonra kendisinin ne olduğunu düşündü. Kendisine dair hiçbir şey bilmiyordu.

   “Ben neyim.”

   İki görüntü canlandı. Bunlardan ilki Rona bebekken sarılan bir insan dişisiydi. İlk görüntüde maymunun bu insana güvendiğini ve hala sevdiğini hissetti. İkinci görüntü kendisiydi. Maymundan geri geri uzaklaşırken ayakları tökezleyip düştü. Olamaz… Bu imkansız… Kendisi de bir insandı. Panikledi aynı anda zeka seviyesi çokta yüksek olmayan maymunun zihnine yöneldi. Aradığı cevapları bulmak için peş peşe sorular yönlendirdi ve bunları maymunun algılamasını beklemeden hayvanın beyninden adeta koparıp almaya çalıştı.


   Maymun bu ani değişimden ve başına saplanan acıdan çıldırarak çığlıklar atmaya, odada koşuşturmaya başladı. Sanki kafasının içindeki şeyden kurtulmak istercesine başını odanın kurşun duvarlarına vurdu, vurdu, vurdu ve sonunda hareketsiz bir şekilde yere yığıldı.

       Kendisini, istemeden verdiği zarardan ötürü üzgün hissederken, içerisi birden bire soğumaya başladı. Sıcaklık öyle ani düştü ki ne olduğunu anlayamadan gözleri karardı ve bilincini kaybetti. İnsana benzesem de insan olamam düşüncesi zihnindeki son noktaydı.

7
                                                            1.BÖLÜM   Ne Başlangıç Ne Son

   Etrafımda cansız yatan meranların bedenlerinden yükselen iğrenç koku heryana yayılmıştı. Vücudumdaki sayısız yaradan ince ince kan akarken, uğruna büyük kayıplar verdiğim hatıra taşını, bir ödül gibi kavrayıp, yorgunluktan yere çöktüm. Hemen yanıbaşımdaki, belden aşağısı bir yılan gibi uzanan, gövdesi ve başı ise insandan farksız olan yaratığın, ölüme inat çırpınan kuyruğundan, olabildiğince uzak durmaya çalışıyordum. Kuyruğun ucundaki iğnesi, hem ustura kadar keskin, hemde ölümcül derecede zehirliydi. Çarpışmanın ateşi sırasında bu iğnelerden vücuduma saplanıp saplanmadığını kestiremiyordum. Aklıma Meranlara dair hatırladığım aptal bir şarkının dizeleri geldi.

        "Odval gezerken dağlar arasında
         Sıkışmış bir kadın gördü taşlar altında
         Yardım eli uzattığı anda
         Farketti o bir merandı aslında
         Tuttu Meran biranda
         Çekti Odvalı kayaların altına
         Götürdü karanlık puslu yuvasına"

      Şarkının ilk dizesini mırıldanırken  kahkaha atmaktan alamadım kendimi. Sonunda amacıma ulaşmıştım ama ne uğruna. Muhtemelen bu karanlık dehlizde ölmek üzereydim. Ölesiye nefret ettiğim yaratıkların arasında, bedenim çürüyüp heba olacak ve en kötüsüde kimsenin beni aramıyacak oluşuydu.

     Ayağa kalkmaya çalıştığımda bacağımın arka kısmındaki kesiğin düşündüğümden daha derin olduğunu ve bu şekilde yürüyemeyeceğimi farkettim. Tekrar bir kahkaha atıp yakınımdaki ölü merandan birazdaha uzaklaştım. Burdan tekrar çıkabilmeyi düşünmek, çorak yurda kar yağdığını hayal etmeye benziyordu. Kemikler şehrinin altında, sadece sürünerek ilerlemenin mümkün olduğu, sayısız  daracık tünelle birbirine bağlı yuvalar arasında yolumu bulsam bile, yüzeyde kadimler labirentini aşabilecek gücümün olduğunu sanmıyordum. Meran yuvalarına girip çıkabilmenin başka bir yolu daha vardı lakin bir atlama taşı için kraliçe meranlardan birisini bulmak gerekirdi ki bu benim şimdiki durumumda labirenti aşmak kadar zordu.
  
    Avucumun içine tam oturan, küre biçimindeki hatıra taşına bir an gözlerim takıldı. Bembeyaz  yüzeyinde tek bir pürüz dahi yoktu. Bakışlarım altında yüzeyindeki beyazlık, sanki gök yüzündeki bulutlar gibi parça parça dağılmaya başlamıştı. Küreyi, kemerimde asılı duran kesenin içine koymak için kendimi oldukça zorlamam gerekti. Uzun zamandır tek amacım hatıra taşını bulmaktı ve sonunda kadim labirentin merkezinde amacıma ulaşmıştım. Sonrası ise tam bir kargaşaydı. Her köşeden meranlar çıkıp üzerimize saldırmaya başlamışlardı ve gurubumuzdaki tüm yol arkadaşlarım birer birer hayatlarını kaybettiler. Bense onları kaybetmenin acısıyla çılgına dönüp meranların ıslak ve kaygan tünellerine girerek yuvalarına ulaştım. Acıdan gözüm kör olmuşçasına on dört farklı yuvaya girdim ve önüme gelen her meranı öldürüp, sonunda bu izbe, geniş yuvada bitap düşmüştüm. İçimdeki ses, küreye bakmamı söylesede, göreceğim şeylerden hoşlanmayacağımı bildiğimden, okadarda önemli gelmiyordu. Geçmişime göz atabilmek uğruna tüm sevdiklerimi kaybetmenin acısı, hayatımın silinen yıllarını öğrenme arzusunun üstüne çıkmıştı.

       İçerideki tünellerden birini daha rasgele seçip çıktığı yuvaya kadar ilerlemek dışında bir isteğim yoktu. Böylece ölene kadar öldürecektim. Fakat şimdi, yerimden kımıldayamaz haldeyken, bu düşünce oldukça komik geliyordu. Dahası içimi saran öfkenin alevi dinmişti ve artık ölmek, okadarda cazip bir fikir değildi. Tek ihtiyacım olan yeni bir amaçtı ki onuda bu dehlizde bulamayacağımı bildiğimden, olduğum yere çaresizce yaslanıp kendimi bıraktım.

       Acı ve öfke dolu bir yakarış, yuvanın kaya duvarları arasında yankılanınca, içine düştüğüm bilinçsizlikten sıyrıldım. Nekadar zamandır o şekilde yatmaktayım kestiremiyordum. Hiç kımıldamadan etrafımda neler olup bittiğini anlamak dışında bir harekette bulunmadım. Sonra onu gördüm.     Üç metre kadar önümdeki ölü meranın başına dikilmişti. Diğerlerinden farklıydı. Pullarla kaplı sürüngen bedeni, neredeyse zarif boynuna kadar uzanırken, birtek yüzü masum bir kadının hatlarına sahipti. O yüzün karşısında kaç insanın dönüşüm geçirdiğini düşününce içimdeki nefret ateşi yeniden canlanmaya başlamıştı. Meran önümden hızla sürünerek, göremediğim bir başka cesedin yanına gitti. Hantal görünümlü vücudu, zarif bir kıvraklık ve çeviklikle hareket ediyordu. Beni ölü sanmış olmalıydı. En azından bunun içi şanslı hissediyordum. Nereye gittiğini anlamak için çok yavaş hareketlerle çevreye bakındığımda, bir köşede sessizce ayakta duran iki kızı gördüm.

    Aralarındaki benzerlikten kardeş oldukları gerçeği gün gibi ortadaydı. Büyük olanı on altı yaşlarında, diğeri ise en fazla on üçündeydi. Etraflarında olanlara, ilgisiz, boş gözlerle bakıyorlardı. O an dönüşüm için sokulmuş olduklarını anladım ve eski halimi düşününce onlar için üzüldüm. Büyük kardeşin yaşı, dönüşüm için muhtemelen geçmişti ve bu onu acı dolu bir ölümün beklediği anlamına geliyordu, fakat küçük olanı... İşte o, masum güzelliğini kaybedip, dönüşümü tamamlayarak, nefret ettiğim meranlardan birisi olabilecek yaştaydı. Şuan için bildikleri her şeyi unutmalarını sağlayan kraliçe zehirinin   kurbanıydılar. Böylece dönüşüm bittiğinde küçük kız kendini doğduğu günden beri meran sanacaktı ve onlar tarafından yetiştirilip, aptal hiyerarşilerinde en alt kademelerde yer   alacaktı. Diğer kızdan bahsetmiyorum bile. Onu sadece acılı bir ölüm bekliyordu. En azından şuan için dönüşüm çemberi oluşturmamışlar diye düşündüm ve bir anda içine düştüğüm durumu anladım. Girdiğim son yuva bir dönüşüm yuvasıydı. İçeride öldürdüğüm meranların hepsinin dişi olmasına ilk başta şaşırmış olsamda şimdi anlam kazanmıştı.

      Başı ve kolları hariç, tüm vücudunun yılan biçiminde olmasıyla, diğerlerinden  farklı bir görünüme sahip kraliçe, cesetler arasında haykırarak ve küfürler savurarak gezerken, varlığıyla kurtuluşuma ümit verdiğinin farkında bile değildi. Tek bir şansım olduğunun bilincindeydim. Ürkütüp kaçırırsam bu yuvada, bilinçsiz iki kızla ölüp gidecektim. Eğer kendisinden zayıf olduğumu düşünürse intikam için beni parça parça etmekten keyif alacaktı.

     Yanı başımda duran iki kabzayı kavradım ve arkalarını birbirine değdirerek birleştirdim. Sadece kullanan kişinin iradesiyle birleşip ayrılabilen bu iki kabzanın ucunda, zihnimde canlandırdığım hemen her silah buzdan şekillenebiliyordu. Ruh ağacından, unutulmuş çağlarda yapılmış, benzersiz ve taşımaktan herzaman gurur duyduğum bir silahtı. Parmaklarım kavrayınca, verdiği soğukluk hissinin içimi ürpertmesine izin verdim ve silahın gücüne teslim oldum. Kısa bir an sonra beni kabul etmişti ve soluk mavi, buzdan parçalar, kabzaların iki ucundan uzanarak kısa bir mızrak şeklini aldı. Mızrağın etrafında, içerisinin ıslak sıcaklığı yüzünden ince bir buhar tabakası oluşmuştu. Ayaz diş adını vermiştim silaha. Bir zamanlar içinde barındığım sürünün ismi. Hem geçmiş hatalarımı hatırlatıyor, hemde silaha hakkıyla yakışıyordu. Kraliçeyi kaçırmamak için mızrağı pelerinimle gizledim ve kendimi olduğumdan çok daha güçsüz göstermeye çalışarak, boşta olan elimi kızlara doğru uzatıp "Yardım edin" diye seslendim.

        Kraliçe sesimi duyduğu an hızlıca tünellerden birinin ağzına çekildi. Ardından yerde yatan ve kımıldamakta zorluk çeken halimi görünce kaçmaktan vazgeçti. Neredeyse hiç ses çıkarmadan hareket ediyordu. Ölüm kadar sessiz diye düşündüm içimden. "Kim var orada" diye korkuyla seslendim rolüme devam ederek. Sesimdeki korku kraliçenin öz güveninini iyice artırmış olacakki biraz daha yaklaşmıştı.

      "Lütfen biri bana yardım etsin. Burada ölmek istemiyorum"

     Bir anda tam karşımda belirince gerçekten korktum. Soluğunu yüzümde hissedebiliyordum. Hızı ve sessizliği karşısında dehşete düşmemek elde değildi. En ufak bir hatamda rahatlıkla kaçabilirdi. Meranlar hakkında bildiğim en büyük zayıflıklarını kullanma zamanımın geldiğini anladım. Bütün meranlar bilgiye ve öğrenmeye oldukça açtılar.

    Yemyeşil gözlerini üzerime dikmiş benimle ne yapması gerektiğini düşünürken "Eğer bana yardım etme sözü verirsen sana burada neler olduğunu anlatırım." dedim.

    Homurdanma ve tıslama arası bir ses çıkardı. Yüzü kusursuz bir heykeltraşın ellerinden çıkmışçasına güzeldi. Bedenini kaplayın kızıl ve siyah pullar, içerideki fosforlu bitkilerin, yeşil tonlu yetersiz aydınlığını yansıtıyordu.

     "Anlat" dedi kısaca ve benden uzaklaşıp göremeyeceğim bir yere çekildi.

....blm arası... okuyan ve yorumlarını eksik etmeyen herkeze teşekkürlerimi sunarım...

8
Kurgu İskelesi / Asbemarion da bir olay
« : 03 Temmuz 2015, 17:45:12 »
Gecenin karanlığı yeryüzünü bir battaniye gibi saralı çok olmuştu. İri ve parlak yıldızlar daha küçük yıldızların ışığını boğarcasına parlarken yaşlı adam önünü kesen üç kişilik gurubu fazla önemsemez tavırlarla “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. Korktuysa bile bunu belli edecek herhangi bir şey yapmadan, gürbüz atının sırtında, bir an önce yoluna devam etmek istediğini belli ediyordu.

   Önünü kesenlerden genç olanı gülümseyerek öne çıktı. “Yolunu mu kaybettin ihtiyar?” At sırtındaki adamın kolundaki mavi ağaç dövmelerine meraklı bir bakış attı.

   “Tamda olmam gereken yerdeyim, şimdi yolumdan çekilin.”

   “Ahhh!” dedi neşeli, şaşırmış vakur bir edayla genç. “Yine de buralara ticaret için gelirler, satılık ilgi çekici bir şeylerin var mı?”

   Yaşlı adam karşısındakileri şüpheyle tepeden tırnağa süzdü. Haydut olamayacak kadar iyi giyimli bir guruptu. Atından inerek küçük bir hançeri uzattı.

“İşine yararsa hançeri satabilirim.”

Hançeri incelerken gencin gözleri parladı. Güneyin büyü ateşiyle dövülmüş olduğu ve içinde güçten bir parça barındırdığı kabzasındaki büyüsel taştan belliydi.

“Gücü ne?”

“Kaliteden anlıyor gibisin evlat. Çeliği kağıt gibi kesen bir hançer.”

Genç, hançerin keskinliğini sınamak istercesine avcunun içine sürttüğünde bir an acıyla elini çekti. Avuç içinde oluşan derin kesikten kanı süzülmeye başlayınca “Gerçekten de çok keskinmiş.” Dedi.

Yaşlı adam gencin aptallığından eğlendiğini belli eden bir kahkahaya engel olamayarak “Sana keskin olduğunu demiştim.” diye uyarısını yineledi.

   Genç, adamın kahkahasını umursamadan, kemerinde asılı bir keseyi fırlatarak “Sanırım yeterli olur” diye kısaca belirtti.

   Merakla keseye bakan adam öfkelenmişti. “Bu da neyin nesi?”

   “Altın.”

   “Neyim ben bir çelik döven mi? Aptal metalleriniz karşılığında bayat ekmek bile satmam.”

   “Ağaçla doğanlardan olduğuna dikkat etmemişim ihtiyar.” Diye yalan söyledi. Yaşlı adamı ilk gördüğü anda kolundaki ağaç dövmelerini fark etmişti. Yanına yaklaşarak kesilmiş eliyle adamın dövmelerle dolu kolunu tuttu. “Ne derler bilirsin, çelik dövenler metalle, ağaçla doğanlar dalla alışveriş yapar. Bir tane de ben ekleyeceğim buna.”

   Yaşlı adam bir şeylerin ters gittiğini düşünerek rahatsız olmuştu. Kolunu, gencin kavrayan parmaklarından kurtarmak için geri çekmek istedi ama o daha da sıkı kavradı. Buna bir son vermek isteyen yaşlı adam büyü yapmak için kolundaki ağaçların gücüne ulaşmaya çalıştı. Sanki tüm gücü, tüm hazinesi elinden alınmışçasına, korku dolu gözlerle gence bakarken “Melezler! Bu olamaz.” diyebildi.
 
   “Evet, melezler de tohumla alışveriş yapar.” Dedi. Avucundan akan kanın, karşısındakinin gücünü kullanmasına engel olduğunu biliyordu. Yaşlı adamın kollarındaki dövmeler tek bir ağaç kalana kadar yok oldu.  Ardından tek ağaç, önce yapraklarını döküp genç bir fidana sonra da tohuma dönüşürken adamın gözlerindeki korku okunuyordu.  Elini çektiğinde tek bir dövme bile kalmamıştı. Parmaklarının arasında tuttuğu küçük, mavi, fasulyeye benzer tohumu göstererek güldü.

Yaşlı adam zemini kaplayan otların arasına yıkıldığında böyle bir şeyin imkânsız olduğunu düşünüyordu. Tüm gücü elinden çekilip alınmıştı. “Melezler yok edilmişti.” diyebildi sadece.

   Genç; tohumu avucunun içine alarak yumruğunu sıkıp, tatmin içinde gözlerini kapayarak orman havasını ciğerlerine doldururken, avucundaki yara ile birlikte tohumda kaybolmuştu. Kısa bir an sonra kolunda beliren ağaç dövmesini, acımasız bir sırıtışla yaşlı adama gösterdi.

   Adam yerde güçsüzce yatarken, bulundukları açıklığı saran ağaçların arasında saklanmış, daha önce fark etmediği büyükçe bir kalabalığın ortaya çıkışını belli belirsiz gördü. Hissettiği dehşet iliklerine kadar titremesini sağladı. Üzerine doğru eğilen gencin, elinde tuttuğu kendi hançeri, soluk yıldız ışığını yansıtıyordu. Hançerin darbesi ve onu takip eden derin acı birbirini izledi. Kanıyla birlikte tüm yaşamı da hançerin açtığı derin yaradan akıyordu. Duyduğu son ses, ayağa kalkan gencin dudaklarından kıyametin ayak sesleri edasıyla yükseldi...

   “GERİ DÖNDÜK…”

9
Tartışma Platformu / Çift Yazarlı Kitaplara Dair
« : 15 Şubat 2014, 13:01:52 »
    Merhaba forum takipçileri. Öncelikle belirtmeliyim ki bunu önerilere mi yoksa tartışma platformuna mı koyacağıma karar veremedim. Sitede en çok takip ettiğim yer kurgu iskelesi ve gerçekten bana roman okumayı bıraktırdı diyebilirim. Bazı arkadaşlarımızın yazdıkları oldukça güzel.

   Şimdi konumuza gelecek olursam benim ve eminim yazan pek çok arkadaşın ara sıra tıkanmışlık sendromu yaşadığını tahmin ediyorum. Şöyle bir şey yapsak nasıl olur mesela forum içerisinde sürekli takipçisi olan arkadaşlar eşleşip bir kurgu üzerinde ortaklaşa çalışmaya başlasalar aynı konu üzerinde çalışan iki hayal gücü ve iki anlatım tarzı sizce nasıl olur. Hatta bu şekilde eşleşen guruplar arasında site yöneticilerinin de seçim yapabileceği bir çeşit yarışma ortamı da kurulabilir. Grupların ikili kurguları yöneticiler arasından aylık olarak değerlendirilip bu ayın önde gideni adlı bir bölüme taşınabilir.

  Belki saçma gelecek bir teklif ama bir çok güzel yazı yarım kalmış gibi sitede. Rekabet yazma isteğini arttırır ve ortak çalışmalar site içerisindeki dostlukları daha da pekiştirir gibi geldi bana.

  düşüncelerime katılıyorsanız buna dair kendi aramızda bir çalışma başlatmalı mıyız yoksa bırakalım her şey olduğu gibi devam mı etsin? :)
 

10
KANAL ZEHİR
Pazartesi (05:15)

   Suat, sabaha karşı eve döndüğünde baş ağrısı iyice artmıştı. İş yerindeki arkadaşının tavsiyesi üzerine, son zamanlarda popülerliği gittikçe artan, Zehir isimli bara gitmişti.

   Aslında çok fazla içmemişti. Barda, aynı ismi taşıyan zehir isimli içki dışında başka şey satılmıyordu. Bir içecek için oldukça saçma bir isim olduğunu düşünmüştü ilk yudumunda. Tuhaf bir görünüşü vardı. Yeşile çalan fosforlu rengi ile oldukça sıra dışı görünen içki hem ucuz hem de etkiliydi. Kısa zamanda en çok tutulan yerli içki olup hemen her marketin rafında kendine yer edinmişti.

   Zorlukla evinin sokak kapısını açmayı başardı. Saatine baktığında sabah 05:15’ i gösteriyordu. Hiç hatırlayamadığı dört saat bir an tüylerini ürpertti. Eve nasıl geldiğini anımsamaya çalıştı ama kapının önünde kendini bulduğu andan öncesi, sanki üzerine siyah bir perde çekilmiş gibi bomboştu. Tek hatırladığı barın mistik ve sıra dışı bir atmosferi olduğunu düşündüğü andı.

   Eve girdiğinde karısını, salondaki üçlü çekyatın üzerinde, kendisini beklerken uyuyakalmış buldu. Üzerindeki ince gecelik vücudunun birçok yerini açıkta bırakmıştı. Bu manzaranın normalde Suat’ı tahrik etmesi gerekirdi ama şu an bundan etkilenemeyecek kadar başı ağrıyordu.

   Salondan çıkıp duş almak üzere banyoya giderken, ikizlerin odasının yarı aralık kapısından sessizce içeri baktı. İkisi de üç yaşın vermiş olduğu masumlukla uyuyorlardı.  Ne bekliyordun ki salak dedi kendi kendine.

   Soğuk suyun altındayken içinde bir şüphe, bir şeylerin yanlış gittiğine dair his, apansız bir şekilde yine belirdi. Yine de soğuk su bir nebze olsun iyi gelmiş, baş ağrısı azalmıştı. Üstüne temiz bir boxer giyip, yarı çıplak halde tekrar salona döndü. Bir saat sonra işe gitmesi gerektiğinden uyumaya gerek görmeyerek televizyonun karşısındaki geniş koltuğa yerleşti. Bir fincan kahve ve iki novalginin baş ağrısı ve uykusuzluğuna çare olacağını düşünüyordu.

   Kanallar arasında gezinirken gittiği bardan yayın yapmakta olan bir kanal bulduğunda şaşırdı. Kaybolan dört saatine dair bir şeyler hatırlayabilmek umuduyla seyretmeye başladı.

   Aslı uyandığında yanındaki koltukta televizyon izlemekte olan Suat’ı gördü. Güneş doğmuştu. Saatine baktı 09:00

   “Hayatım işe gitmeyecek misin?” diye sordu.

   Suat tepki vermeden televizyonu izlemeye devam ediyordu. Aslı o an bir terslik olduğunu fark etti. Gözlerini hiç kırpmıyor, sanki çok heyecanlı bir şeyi seyrediyormuş gibi, karıncalanma olan kanala bakıyordu. Televizyonda yayın yoktu.

   “Hayatım iyi misin?” diyen Aslı, panik duygusunun, dalga dalga bedenini kemirmesine engel olamıyordu.

   Suat sert bir hareketle başını çevirip gözlerine bakınca ürkerek “Aşkım” dedi. Sesi içindeki endişeden dolayı titremişti.

   Yanlış bir şey var diye düşündü. Suat boş boş bakıyordu. Yüzünde sanki bir fotoğrafçının objektifine poz verir gibi donmuş bir gülümseme vardı. Yapmacık, Ürpertici…

   İçgüdüsel olarak, ateşini kontrol etmek için elini Suat’ ın alnına doğru uzattığında birden bileğini kavrayan parmakları hissetti. Büyük bir kuvvetle bileğini sıkarken Suat’ ın yüzünde hala aynı donuk gülümseme vardı.

   “Canımı acıtıyorsun.” Diye bağırdı Aslı ama bileğini kavrayan el mengene gibi giderek daha da fazla sıkıyordu.

   Korkuyla “BIRAK!” diye bağıran Aslı kolunu kurtarmak için çekmeye çalıştı.

   Her şey bir anda oldu. Bileğinden yükselen boğuk kırılma sesi ve yıldırım hızıyla tüm vücuduna yayılan acı çığlık atmasına sebep oldu. Kırılmış bileğinin tuhaf çarpık görüntüsüyle dehşete düştüğü sıra da Suat’ ın diğer eli dirseğinin biraz yukarısını kavradı. Koluna şimdi milyonlarca iğne batırılıyormuş gibi hissediyordu. Korku, dehşet ve acının karışımıyla çığlıklar atarken Suat bileğini çekmeye başladı.

   Aslı, kırılmış bileğinin üstündeki derinin bir lastik gibi esnediğini gördü. Ardından deride çatlaklar, yarıklar ve sonrasında etrafa sıçrayan yoğun bir kan demeti.

   “Elim” diyebildi sadece. Bir tür şoka girmişti. Suat tutmakta olduğu kopmuş eli bir kenara fırlattı ve aynı şekilde karısının boynuna saldırdı.

   Aslı gözleri tamamen kararmadan önce son bir çığlık attı. Sonra boğazını sıkan parmakların birkaçı etini delmişti. Kendi kanının tadını alırken her şey karardı, soldu ve yok oldu.

   Suat işaret parmağını silkeleyerek karısının boğazından kurtardığında, bir miktar kan, üstüne basılmış bir hortumdan sıçrayan su misali, kadının boğazından dışarı fışkırdı.

   İçeriden tüm salonda yankılanan ağlama sesleri geliyordu. Yüzünde aynı donmuş gülümseme ve hala kırpmadığı gözleriyle seslerin geldiği, kapısı yarı aralık odaya doğru baktı…

11
Tartışma Platformu / Fantastik Bir Romanda Cinsellik Vurgusu
« : 10 Şubat 2014, 17:54:22 »
merhabalar sızce fantastık bır romanda ıkılı ılıskıler ne kadar detaylı anlatılmalı.tolkıen gıbı yazarlar hıc kullanmazken satıs rekoru kıran taht oyunlarında oldukca detaya ınılmıstır. Forum aılesı olarak sızce bu sınır ne olmalı

12
Kurgu İskelesi / Zuah Mühürleri (4. bölüm eklendi)
« : 08 Şubat 2014, 13:04:44 »
Not: uzun zamandır planlayıp yazmaya başladığım kitabın ilk ve yazdıklarım arasındaki en yavaş işleyen bölümlerden biridir. Yazmanın heyecanıyla gözden kaçırdığım imla hataları için kusuruma bakmaz yapıcı eleştirilerinizle ve beklentilerinizle yön verirseniz sevinir, okuma zahmetine katlanan tüm dostlara teşekkürlerimi sunarım. Hepinize saygılar...
ZUAH MÜHÜRLERİ
1.bölüm
DAMMO MAİR
   Hayat adil değil… Uzun eğitim yıllarından sonra aldığı her görevi sorguladığında bu sözle karşılaşmıştı. Neden.. Niye… ve cevap hep aynıydı Hayat adil değil. Görevi sorgulamadan itaat ve ölümüne bağlılıktı. Yine de Dammo kendi içinde sorgulamadan edemiyordu. Acaba gerçekten tanrıya mı hizmet ediyoruz diye. Yağan yağmur ve karanlığın altında, zorlukla yaktığı kamp ateşinin başında dinlenirken geçmişini düşünmekten ve sorgulamaktan başka yapacak daha iyi bir şey bulamamıştı.

       Beş yaşındayken Doai muhafızları test etmeye gelmişlerdi. Önüne tuhaf nesneler koyup içinden birini seçtirmiş sonra başka nesneler koyup yine seçtirmişler ve bu işlem sürekli değişen nesnelerle birkaç kez daha tekrarlanmıştı. Dammo için o an sadece eğlenceli bir oyundu. Hayatı sorgulamaya ilk o zaman, ailesinden koparılıp Quat Doai’ ye götürüldüğünde başlamıştı. Acaba gerçekten testi geçmişiydi yoksa sadece çocukları almak için testin gerçek olmayan bir bahane mi olduğunu hep merak etse de uzun eğitim yıllarında bunu hiç öğrenemedi. “Geçemeseydim ne olurdu? Ailemle huzurlu bir hayat yaşar mıydım? Ya da eğitimde başarısız olsaydım?...” Doai Muhafızlığı için seçilip sınavı geçemeyenlerde vardı. Onlara ne olduğuna dair sayısız söylenti dolaşıyordu etrafta. Kiminde öldürüldüklerini, kiminde ise ışık için kurban edildiklerini… Ama her söylentideki ortak son aynıydı. Okulda ise kendilerine sadece “Işıkta yönlerini bulamayanlar karanlıkta yürümeye mahkûm oldular” denmişti.

       Yağan yağmur iyice arttığında sığındığı ağacın yaprakları bir nebze olsun ıslanmasına engel olsa da yeterli değildi. Günlerdir Islak ormanın derinliklerine doğru ilerlerken ormanın ismini hak ederek kazandığına karar verdi. Yağmursuz tek bir gün bile geçirmemişti ve zemin kaygan yosunlar, çamur ve dökülmüş yapraklarla kaplıydı. En büyük tehlike zemini kaplayan yapraklardı. Her an yaprakların kapattığı bir çukura veya bataklığa yakalanma riski yüzünden oldukça yavaş ilerliyor ve sadece gün ışığında yol alıyordu.  Pelerinin başlığını iyice yüzüne çeken Dammo Mair dizleri üzerine yere oturdu.

       “Bizlere ışığı veren tanrım keskin kılıcınla inananlarını koru. Karanlığa karşı silahlanmış olan bizleri cesaretle onurlandır ve kalplerimizi korkudan arındır. Sen ışığın değerini anlayalım diye bize geceyi verensin. Ne kadar karanlıkta kalırsak kalalım her zaman ışığın var olduğunu bilelim diye gökyüzünü yıldızlarla taçlandıransın. Yolumu aydınlat ve her türlü sapkınlıktan koru.”

       Gece duasını bitirdikten sonra uyumak için yaşlı ağacın gövdesine sığındı. Bu yolculuğa çıkmayı hiç istememişti. Nedeni korku ya da gideceği yerin aylarca sürecek bir yolculuğu beraberinde getirecek olmasından değildi. Bu sefer hedefi doğaüstü olarak adlandırdıkları ve hepsine ifrit dedikleri canlılardan biri yerine insandı. Nantia’ nın kuzey batısındaki yalnız adada yaşayan ve zaman dışı salonu yıkarak içindeki kötülükleri serbest bırakmakla suçlanan bir kadın. Yüce rahip görev için kendisini seçtiğinde başka seçeneği olmasa da itiraz etmişti ama kardeşlikteki en iyi Doai Muhafızı olduğu için bu göreve uygun görülmüştü. Ben insan öldürmem şeklinde itirazları yeterince ikna edici olamamıştı. Yine de önünde zaman sınırı yoktu. Sadece görevi bitmeden Quat Doai ye dönemeyecekti. Evim diyebileceği tek yer. Yaz diyarı topraklarının güney batısında kalan ufak ada.

       Şimdi ise hedefinden oldukça uzakta başka bir av peşindeydi. Birkaç gün önce geçtiği Akça köyünün güneyindeki Islak ormanda, sık sık kaybolanların olduğunu ve son zamanlarda köyün içinde de kayıplar yaşandığını öğrenmişti. Bazen bir koyun bazen tavuk ve ara sıra yatağından alınmış küçük çocuklar. Kaldığı hanın yaşlı sahibi bunları kendisine anlattığında Dammo yolculuğunun seyrini değiştirip ormana gitmeye karar verdi. Bu onun yaşam amacıydı ve yaşlı hancı hikâyesini zaten bu yüzden anlatmıştı. Bir Doai Muhafızı insanlara zarar veren her şeye karşı savaşmaya yemin ederdi ve hemen her yerde bu yaşam tarzları yüzünden saygıyla karşılanırlardı.

       Islak bir gece daha sona erdiğinde Dammo Mair bir parça güneş görebilme umuduyla gökyüzüne baktı. Yağmur dinmiş olsa da iç karartıcı bulutlar hala gece bıraktığı yerde, yağmurla tehdit edercesine duruyordu. Eskiden beyaz olan pelerinini göğüs zırhına bağlayan güneş şeklindeki altın tokayı açıp pelerinini çıkartarak üstündeki suyu sıkarken son zamanlarda bunu ne kadar sık yaptığını düşündü. Pelerininin altındaki ağır plaka zırhı hava kapalı olsa da göz alıcı şekilde duruyordu. Doai Muhafızlarının geleneksel altın kaplama Güneş zırhını kuşanmıştı. Göğüs plakasına değerli ateş taşlarıyla işlenmiş güneş motifi adeta güneşi göğsünde taşıyormuşçasına ışık saçıyordu.  Aynı şekilde dirseklikleri ve dizliklerinde de altın güneş figürleri vardı. Çizmelerinin üstüne giydiği ayaklarından başlayıp dizine kadar gelen zırh parçası ise kadim semboller ve yazılarla kaplıydı. Altın kaplama zırhın hemen her yerinde zarif semboller ve koruyucu tılsımlar bulunuyordu. Ayaklıklarda hız ve dayanıklılık duaları, göğsünde cesaret, kollarında güç ve yüzünü tamamen kapatan miğferiyle boyunluğunda ise bilgeliği temsil eden işlemeler. Bir zırhtan daha çok gösteri için yapılmış bir sanat eseri gibi kusursuzdu.

       Zırhın metali sadece Quat Doai’ de çıkan bir cevher katılarak yapılıyordu ve bu cevheri çeliğe katmanın yöntemi sadece Doai baş demircisi tarafından bilinirdi. Doai Muhafızları hiçbir krallığa bağlı olmayan kendi katı kanunlarıyla yaşayan bir topluluktu. Dammo Mair ise en üst seviye olan Altın Güneş muhafızıydı ve bu rütbeye en genç ulaşan kişiydi. Yirmi beş yaşında güneş zırhını kuşanmaya hak kazanarak yıldız zırhını çıkartmıştı.

       Giydiği değerli zırh pek çok hırsızın ve kanun kaçağının dikkatini çekse de Güneş zırhı kuşanmış bir Doai Muhafızını soymak isteyenlerin bunu en az iki kez düşünmeleri gerekirdi. Çoğu zaman haklarında yazılmış hikâyeler ve destanlar bile bu düşünceleri barındıranları caydırmaya yetmekteydi. Suyu yeterince sıktığına kanaat getiren Dammo zarif bir hareketle pelerinini sırtına atıp altın tokasıyla tekrar yerine tutturduktan sonra gövdesine sığındığı yaşlı ağaca yasladığı savaş çekicini alıp belindeki kemere taktı. Ona yargıç adını takmıştı ve eski dilden harflerle çekicin düz olan kısmına bu isim kazınmıştı. Bir tarafı kırmak ezmek, diğer tarafı ise saplanıp zırh delmek için yapılmış olan çekicin sapı özel olarak kaynatılmış deriyle sarılmış ve daha sıcakken macun kurumadan elinde tutması gerekmişti. Bu can yakıcı olsa da nedenini günler sonra anlamıştı. Sapı tam parmak boğumlarına oturacak biçimde şekillenen ağır çekici çok daha rahat kullanıyordu. Bacağında ise İnfaz adını verdiği çift tetikli arbaleti attığı her adımda tembelce sallanmaktaydı. Aynı anda ya da sırayla iki ok atabilen silahı genelde avlanırken kullansa da gerektiğinde hem yargıcı hem de infazı aynı anda kullanabilecek şekilde eğitilmişti.

       Önünden geçen zehirli bir orman yılanını umursamadan elindeki uzun ağaç dalını bir adım önüne vurup zemini kontrol ettikten sonra tekrar ilerledi. Her adımda bunu tekrarlamaktan sıkılmış olsa da yapraklarla kaplı ıslak orman zemininde güvenle ilerlemesinin tek yolu önce kontrol etmek. Aksi takdirde her an bir bataklığa saplanabilir ve üstündeki ağır zırhıyla bu pekte hoş olmayan bir ölüm sebebi olurdu.

       Sonunda aradığı izleri bulduğunda hava kararıyordu. Tekrar yağmur başlayıp izleri örtmesin diye engellere aldırmadan olabildiğince hızlı ilerlemeye başladı. Bir ağaç dalında derine gömülmüş pençe izleri, birkaç adım ötede çamurda perdeli bir ayak izi, bir yerde havada ormana ait olmayan keskin koku, yarısı çürümüş diğer yarısıysa yenmiş kokmakta olan bir tavşan.  Her adımın kendisini avına daha da yaklaştırdığını biliyordu. İzler Dammo’yu ormanın ortasında çokta büyük olmayan bir göle kadar getirdiğinde hava tamamen kararmıştı. Bulduğu son ayak izi daha küçüktü ve gölün hemen yanındaki ıslak zemindeydi. Gökyüzünde ne yıldız nede ay ışığı vardı ve birkaç adım ötesinden başka şey göremiyordu. Dammo beline asılı ufak deri çantayı kurcalayıp içinden kullanmayı hiç sevmediği iksirlerden birini çıkardı. Doai rahiplerini asıl ölümcül yapan savaşlardan önce kullandıkları bu iksirlerdi.  İçmek alışık olmayan bir insan için her zaman ölümle sonuçlanırdı ama o çocukluğundan beri kullandığı için artık yeterli bağışıklığı kazanmıştı.

       Şişenin mantar tıpasını açıp bir yudum aldı. Yakıcı sıvı boğazını adeta parçalarcasına sızlatıyordu. Bir an nefesi kesildi.  Yere oturup gözlerini kapatarak duaları ezberden okumaya başladı. Midesine giren kramplar nedeniyle birkaç kez kusacak gibi oldu ama kusmaması gerekiyordu. Eğer kusarsa bir işe yaramayacak ve bütün o acıya boşa dayanmış olacaktı. İksirin yakıcılığı azalırken parmak uçlarından başlayan bir sıcaklık ve karıncalanma hissetmeye başladığında artık hazırdı. Gözlerini açtığında orman günlerdir hiç olmadığı kadar gözleri önüne serilmişti. Şimdi önünde uzanan gölü ve gölün ortasındaki ufak adayı görebiliyordu. Kedi özü diyorlardı içtiğine. Daha hızlı hareket etmesini sağlıyor, tıpkı gece avcısı yırtıcı hayvanlar gibi karanlıkta görmesini sağlıyordu. Normalde göremeyeceği kadar uzakları görüp duyabiliyordu. Göldeki adacıktan gelen çürümüş kokular midesini bulandıracak kadar keskindi artık. Adada ağaç dalları ve yapraklardan yapılmış küçük kubbemsi yerler vardı.

       Şimdiye kadar gördüğü en tuhaf yaratıklardan bir topluluktu gördüğü. Kertenkeleyi andıran suratlar, kırmızı pullarla kaplı gövdeler, uzun kuyruklar ve insansı eller. Ellerinde dört parmakları vardı ve hepsinin ucu bıçak kadar keskin bir pençeyle sonlanıyordu. İki ayak üzerinde insan gibi hareket ediyorlardı ama bazıları kertenkele gibi hızla sürünüyordu.  

       Bir tanesi gölden çıkıp yakaladığı balığı küçük olana uzatarak “yemekisss” diye tıslarcasına konuştu. Duyduğu ses Dammo’nun tüylerini ürpertti. Bir doğaüstü canlıydı. Yaratıcı tarafından değil unutulmuş çağlarda kadimler tarafından yaratılmış türlerden biri. Kadimler kendilerine hizmet etmeleri için pek çok çarpık şey ortaya çıkarmışlardı ve dünyadan göçüp gittiklerinde eserleri nefes almaya ve üremeye devam etmişlerdi. Doai Muhafızları bu çarpıklıklar nefes aldığı sürece herkesin lanetlenmiş olduğuna inanırlardı ve tek amaçları bu çarpık varlıklara son vermekti. Hem rahip hem asker. Kendilerini yaratıcıya adamış kutsal savaşçılar.

       “Acsss delimssss adasssss”

       Küçük olanın dedikleri daha az insansıydı. Bir aile diye düşündü Dammo. Adassss anne demek olabilirdi. Kendi hallerinde bir tür. Eğer yaratıcı onları gerçekten istemiyorsa neden nefes almalarına izin veriyor. Son zamanlarda bunu daha fazla düşünmeye başlamıştı. Salon yıkılmadan önce her şey daha basitti. Zaman dışı salonla birlikte inancı bir miktar sarsılmıştı. Şimdi başka gezegenlerde başka hayatlar olduğunu biliyordu ve o gezegenlerde aynı yaratıcı tarafından yaratılmıştı. Salon hepsini kendi dünyasında dengede tutuyordu ve yıkılınca denge bozulmuş geçitler kapatılana kadar tüm gezegenlerdeki canlılar ilk yaratılan gezegene çekilmişti.

       Kertenkele çocuk isteksizce balığı kemirmeye başladığında kertenkele kadının onun başını okşadığını görünce Dammo gözlerine inanamadı. Bizim gibiler. “Bizleri ışıkla ödüllendiren, doğru olanı yapabilmem için düşüncelerimi aydınlığa taşı.”

       Balığı iştahla kemirirken “buss aciiisss.çikinissss. yavru insansssss istiiyr ben yemekkksss.onlardansss getirrr adasssss”

       Dammo ettiği duanın karşılığını aldığını düşünürken hem huzur hem öfke hissediyordu. Doğru olana karar verebilmesi için yaratıcı işaret göndermişti adeta. Şimdi ağır çekici yargıcın hüküm verme zamanı gelmişti. Güneş zırhı gölde yüzmesine engel olacak kadar ağırdı. Kendisini karşıya kadar taşıyabilecek bir ağaç dalını kırıp ona yaslanarak serin suya girdi. Boyunu geçmeyen bir derinlikte ayaklarını yerden kaldırarak kütüğün kendisini taşıyabileceğinden emin olduktan sonra sessizce adaya doğru ilerlemeye başladı. Yeterince yavru insan kemirdiniz ifritler diye geceyle konuştu. Onlar artık masum kertenkele anne ve kertenkele çocuk değildi. Tüm doğaüstü canlılar gibi birer ifritti. Yaratıcıya hakaret ve dünya üzerinde siyah bir lekeydiler. Temizlenmesi gereken nefes alan bir leke…

ZUAH MÜHÜRLERİ
2.bölüm
JOLİN Dİ TELLA

       “Ben buna damda yürüyen kedi adımları diyorum.”

       Jolin muhafızların birkaç adım önüne geçerek, seyrek ağaçların arasından ilerleyen toprak yolda, zarif bir şekilde yürümeye başladı. Her adımda kalçalarını dikkat çekici şekilde hafifçe kıvırarak parmak uçlarında yerde süzülürcesine ilerlerken, el ve ayaklarına bağlı çelik prangalar sanki zarif birer takıymışçasına varlıklarına aldırmaz görünüyordu. Bacaklarını ve kalçalarını tamamen saran dar deri pantolonu ve üstüne giydiği kısa ceketiyle arkasından izleyen muhafızların tam olarak nereye baktığını biliyordu. Koyu kestane, omuzlarının biraz üstünde kesilmiş saçları attığı her adımda dans edercesine dalgalanırken, güneş ışıkları ceketinin açıkta bıraktığı esmer teninde gölge oyunları oynuyordu.

       “Seni tıkacakları delikte bu kedi adımlarıyla yürürsen mart ayında köşeye sıkışmış dişi bir kediden farkın kalmaz” diye homurdandı, muhafızlardan gençlik yıllarını oldukça geride bırakmış olan. Gür sakalları tamamen beyazlamış, gözlerinin etrafında yılların bıraktığı hatıra çizgileri iyice ortaya çıkmıştı. Oldukça uzun boylu olsa da yılların vermiş olduğu yükle biraz kambur yürüyordu. Siyah deri üzerine yuvarlak çelik plakalar yerleştirilmiş örgü zırhının çelik plakaları yer yer kararıp sökülmüştü. Genç olanın ismi Daerun’ du. Mağrur ve yaptığı işten keyif alır bir hali vardı. En fazla yirmi beş yaşında olmalı diye düşünmüştü Jolin genç muhafızı ilk gördüğünde ve yolculukları sırasında tahmininde yanılmadığını öğrenmişti. En çok yaşlı olandan çekiniyordu. Adam hiçbir hareketi kaçırmayan gözlere sahipti adeta.

       Jolin yirmi iki yaşındaydı ve birçok kez atıldığı hücrelerden kaçmayı başarmıştı. Doğumu sırasında annesi ölmüş ve yedi yaşına geldiğinde üvey babası tarafından köle olarak satılmak üzere Mirhu denen adaya götürülürken kaçmıştı.  Hırsızlığa çocuk yaşlarda başlayıp önceleri yemek, sonra para, daha sonra ise eğlence için çalar oldu. İlk hücreye atıldığında on iki yaşındaydı. Parmaklıklar o yaştaki bir çocuk için yeterince dar değildi ve çırılçıplak soyunup gelen yağlı yemeğe vücudunu bulayarak parmaklıklar arasından süzülerek kaçmıştı. On dört yaşında Sisorin şehrindeki hapishaneden tavandaki bir çıkıntıya tutunup hücresinin boş görünmesini sağlayarak dikkat dağıtıp içeri giren nöbetçiye saldırarak kaçtı. On yedi yaşında ün salmaya başlamıştı ve yakalayanlara ödül verileceği söylenir olmuştu. Ödül avcılarına pek çok kez yakalanan Jolin’i ne Yeşil göz kulesinin yüksek hücresi, ne Çakal Gediği hapishanesinin aşılmaz duvarları ne de Rudver’in derin göl hapsi uzun süre tutamadı. Yirmi yaşında tüm yaz diyarına adını gölge ayak olarak duyurmayı başaran Jolin kendince bir şöhrete sahip olmanın gururunu yaşamaktaydı. Son yakalanışında ise Asbemar diyarındaki kadim Örümcek kalesindeki İmparatorluk asasını çalmak üzereydi.

       “Sen yaşlı ve sıkıcı bir adamsın Magrus neden biraz durup eğlenmiyoruz.” diye sorduğunda hala damda yürüyen kedi adımları dediği şekilde salınarak ilerliyordu. İki haftadır yoldaydılar. Jolin atları zehirleyerek ilerleyişlerini yavaşlatıp kaçmak için kendisine vakit kazandırmıştı ama pekte başarılı olamamıştı. Günlerdir yürüyorlardı.

       Yaşlı gardiyan cevap vermeye bile tenezzül etmeyince genç olan Daerun’a “Bari sen bir şey söyle balım. Öyle tatlısın ki bu sessizlik sana hiç yakışmıyor. Ben bu durumuna Ketum ve kasvetli adını veriyorum.”

       “Bende senin bu numaralarına basit ve ucuz diyorum”

       “Ama balım yapma böyle.” Dedi cilveli bir şekilde sözcükleri ağzının içinde yuvarlayarak “Bana nasıl baktığını, gözlerinin vücudumda nasıl gezindiğini hissedebiliyorum. Pantolonumun altına girip eğlenmek istemediğini söyleme bana.”

       Daerun’ un yüzü kızarmıştı “ Sen sen çok ahlaksızsın” diye kekeledi.

       Jolin alayla gülümseyerek Daerun’a dönüp ilerlemeye başladı “Demek ahlaksızım. Ne bekliyorsun ki ben bir hırsızım değil mi?” adım adım Daerun’ a yaklaşırken ellerini kendi bedeninde okşarcasına gezdiriyordu. “İstersen sana çok daha ahlaksız şeyler yapabilirim tek yapman gereken beni bırakmak. Kaçtığımı söylersin. Bunun için kimse seni suçlayamaz. Belki şu yaşlı ve sıkıcı haricinde, ama eminim onunla baş edebilecek kadar güçlüsündür.”

       Magrus yaşından dolayı kimsenin kendisinden beklemeyeceği bir hızla Daerun’ la kızın arasına girip sert bir yumrukla Jolin’i yere savurdu. Kızın biraz önceki cilveli bakışlarının yerini öfke ve nefret almıştı.

       “Tek bir kelime daha edersen seni kırbaçlarım”

       Magrus’un sözleri tehditkâr değildi. Adeta hava bugün çok güzel dercesine sıradan bir tonla söylemişti. O tehdit etmekten çok söylediklerini yerine getirmekten zevk alan bir mizaca sahipti. Daerun bir şey söyleyecek gibi oldu. Bir meydan okuma… Bir sorgulama… Ama ne diyecekse bundan vazgeçmişti ve Jolin erkeklere karşı en etkili silahının yaşlı gardiyan varken bir işe yaramayacağını yüzünün ortasına yediği yumrukla birlikte anladı.

       Birkaç saat sonra üç kardeş kulelerinin sınırına ulaştılar. Üç yüksek kule birbirine bakan üç farklı dağ sırasının zirvesine bir üçgenin köşeleri misali inşa edilmişti. Kulelerin arasındaki geniş ve düz arazinin tam ortasında yükselen otuz metre yüksekliğindeki surlar Asbemar’ın kadim örümcek kalesinden esinlenerek insanlar tarafından inşa edilmiş ve buraya da benzer bir isim verilmişti. Örümcek ağı.. Bir kez ağa düşenin bir daha asla canlı çıkamadığı söylenirdi.

       Örümcek Ağının ilginç bir hikâyesi vardı. Uzun zaman önce Tarihe geçmiş en büyük hırsız Zolan sırf kendine ün kazandırmak için bilerek yakalanır ve kapatıldığı her yerden kaçarmış. Jolin için Zolan bir kahraman ve örnek aldığı tek kişiydi ama hakkında bilinenler çok azdı. Sonunda Zolan bir kez daha yakalandığında bizzat o dönemin İmparatoru tarafından yargılanarak ellerinin kesilmesine ve bacaklarının ezilerek kırdırılmasına karar verilmiş. Zolan ise imparatora başka bir seçenek sunarak Öyle bir hapishane tasarlayacağım ki içine atılan hiç kimse bir daha kaçamayacak demiş. Zolan’ın tasarladığı hapishanenin yapımı on yıl sonra tamamlandığında İmparator yapıdaki ince zekâya hayran kalmış ve Zolan’ı ödüllendirmek istemiş. Ne istediği sorulduğundaysa kendi tasarladığı hapishaneye atılmak istemiş. Bu orada bulunan tüm soyluları eğlendirse de onun ciddi olduğunu anlayan İmparator nedenini merak ederek sorduğunda, Bir insan adının efsaneleşmesini istiyorsa kendi zekâsını aşmanın bir yolunu bulmalı ve önce kendisine karşı zafer kazanmalıdır, cevabını almış. Hikâyenin bundan sonraki kısmı ise sürekli değişirdi. Kiminde Zolan, Örümcek Ağında yaşlanıp ölüyor, kimindeyse kendi zekâsını aşmanın yolunu buluyor ve bir daha izine rastlanmıyordu.

       Hapishanenin dışındaki surlar geniş arazi boyunca altıgen biçimde uzanıyordu ve bir hapishaneden daha çok kaleye benzemekteydi. Mimarisi Asbemar’ daki kalenin taklidiydi. Tek farkı kapısı yoktu ve surların dışında başlayan ve otuz metre boyunca tırmanan bir merdiveni çıkmaları gerekiyordu. Tüm kalelerin aksine bu kale dışardan içeri girenleri durdurmak için değil içerden dışarı çıkmaya çalışacakları durdurmak içindi. İç yüzeyi kaygan granit ve mermerle pürüzsüzce kaplanmış böylece içerden yukarı tırmanmayı imkânsız hale getirmişti. Surun yüzeyinde altıgenin her köşesine birer nöbetçi kulübesi yerleştirilmiş, en büyük kulübeye iki kişi tarafından yönetilen makaralarla destekli bir asansör yapılmıştı. Mahkûm nöbetçiler tarafından aşağı indirildikten sonra asansör tekrar yukarı çekiliyordu ve yukarı çıkmanın tek yolu bu asansördü. Kendisine eşlik eden muhafızlar onu kuleye kadar götürüp orada teslim ettikten sonra kendi yollarına döndüler.

       Jolin asansörle aşağı doğru ağar ağar indirilirken kulelerin görüş açılarını, güneşin hareketlerine göre hangi kuleye ışıkların göz alıcı şekilde yansıyacağını hesaplamaya çalışıyordu. Fakat aşağı inince görmeyi beklediği diğer mahkûmlar yerine gardiyanlardan oluşan başka bir gurupla karşılaşınca şaşırdı. Asansörden indiğinde kendisini teslim alan muhafızlardan yetkili olanı “Yeni bir örümcek maması” diye alay etti. Bu sefer çapı hemen hemen beş metreyi bulan bir kuyuyla karşı karşıyaydı. Sürekli kuleleri ve duvarlardaki zayıf noktaları aramaktan kuyuları ilk başta fark edememişti. Bulunduğu yerde dâhil dokuz kuyu saydı. Nöbetçiler üstünü ararken ellenmedik yerini bırakmıyorlardı ama Jolin onlara aldırmıyor nasıl bir yere düştüğünü anlamaya çalışıyordu. Sonunda arama ve mıncıklama işleri biten nöbetçiler belinden ve koltuk altlarından kalınca bir halata bağlayarak Jolin’i kuyudan aşağı sarkıtmaya başladılar.

       İpin aşağıya doğru her salınışında Jolin’ in kaçabilme umutları biraz daha yıkılıyordu. Kuyunun içi tıpkı bir kum saatinin tabanı gibi kubbemsi bir yapıya sahipti ve mermer kaplıydı. Derine doğru indikçe genişliyordu. Burada ne bir pencere ne bir parmaklık vardı. Duvarlar düz olsa bile tırmanmak imkânsız denecek kadar zor olacakken bu kubbemsi oval yere tırmanmak için hiç şansı yoktu. Hepsini başarsa bile önünde daha bir sürü nöbetçi ve onları da geçse otuz metrelik tek çıkışın sürekli yukarda tutulan asansör olduğu sur vardı. Kahramanı ve ilham aldığı kişi olan Zolan’ ın hikâyesinin sonunu şimdi gerçekten tahmin edebiliyordu. Kendi yarattığı cehennemin içinde çürüyüp geberdi diye düşündü.

       Zemine varmak üzereydi ve aşağıdan kendisine bakan meraklı gözleri artık görebiliyordu. İçlerinde kadınlarda vardı, hatta çocuklar. Belki de burada doğmuş çocuklar. Örümcek ağına yakalanmış bir sinekten farkım yok diye düşündü. Üstelik bu tek sorunu da değildi. Dokuz krallıktaki en toplum dışı iflah olmazların atıldığı yerdi örümcek ağı. İnşa edildiğinden beri idam cezası kaldırılmıştı. İdam etmeye gerek yoktu. Suçlular birer böcekti. Bırakın böceklerin sonunu örümcek getirsin. Kanlarını kurutsun. Bir deri bir kemik kalana kadar zayıflatıp kalplerini yaptıklarından dolayı pişmanlıkla doldursun…

       “Şimdi kendini çöz” diye seslendi aşağı doğru kalın halatı salan muhafızlardan biri. Henüz zemine varmamış üç metre yüksekte sallanmaktaydı. Jolin söyleneni yaparken anlaşılan kalan kısmı düşerek tamamlayacağım diye aklından geçirdi.

       Kısa bir uğraştan sonra kendisin bağlayan halatın düğümleri arasından sıyrılarak iki eliyle tutundu. Kendisini yere bırakmadan önce dengesini ayarladıktan sonra beni öldürmeyen şey daha güçlü kılar diyerek halatı bıraktı.

       Çizmelerinin yumuşak tabanı düşüşünü yumuşatmıştı ama ayak tabanları sanki yüzlerce karınca kemiriyormuş gibi sızlıyordu. Ayağa kalkıp üstüne çeki düzen verirken giderek artan meraklı bir kalabalık etrafını sarmaktaydı. Bir an sonra mahkûmlardan oluşan bir çemberin ortasında buldu kendini. Hepsi sefil haldeydi. Kimisinin altında sadece yırtık pırtık bir pantolon, bazılarında dizlerine kadar inen kirli tunikler ama pek çoğu ilk doğum anlarındaki gibi çıplaktı. Kirli ve zayıftılar. İçerisi rutubet, ter ve lağım kokuyordu. Sarkıtıldığı delikten süzülen gün ışığı mermer duvar yüzeyinde yansıyarak içeriyi aydınlatıyor, bulunduğu çukura bağlanan farklı yönlerdeki iki koridoru belli belirsiz görmesini sağlıyordu.

       “AÇILINNN!!”

       Kubbeli mermer duvarlarda gümbürdeyerek yankılanan ses, etrafını saran mahkûm kalabalığının aralarındaki fısıldaşmaları bıçak gibi kesti. Adamın sesi her yerden yankılandığı için Jolin nereden geldiğini tam olarak kestirememişti.

       “Evime kim gelmiş açılında bakıyım”

       Tüm mahkûmlar itaatkârca bir kenara açıldığında Jolin şimdi neden herkesin çıplak olduğunu görebiliyordu. Çukurun bir köşesine yığılmış elbiseler bir tepe misali yükseliyordu ve üstünde oturmakta olan iri adam tahtında oturmakta olan bir kral gibi elbiselerin oluşturduğu tepenin üstüne tünemişti. Tepenin etrafındaki çıplak kadınlardan biri çarpık ve eksik olan dişlerini göstererek Jolin’ e sırıtmaktaydı. Bir diğer kadının göğsü olması gereken yerde büyük bir yara izi vardı ve kalan tek göğsüyle yaşlı bir ucubeye benziyordu. Genç ve güzel vücudu olan bir başkası ise adamın ayaklarına masaj yapmaktaydı.

       Jolin iri adamın kendisini uzun bir süre boyunca süzmesine sessizlik içinde tahammül etti. Bir şekilde konuşmaması gerektiğinin farkındaydı. Bunu anlaması için etraftaki ürkek mahkûmların neredeyse nefes almaya çekinerek durduklarını görmesi yetmişti. Elbise tepesi tahtında oturan adamın kolları neredeyse Jolin’ in beli kadar kalındı.  Adam her biri birbirinden uyumsuz giysilere bürünmüştü. Başına oldukça küçük gelen bir miğferi tam kafasının tepesine bir taç misali oturtmuş, yağlı ve kirli kıvırcık siyah saçları miğferin altından kıvrılarak çıkıyordu. Üstüne giydiği ceket için oldukça iri bir göbeği olduğundan göğsü tamamen açıktaydı ama öyle kıllıydı ki Jolin adamın herhangi bir elbiseye ihtiyaç duymayacağını düşündü. Altında ise birbirinden farklı birkaç pantolonun birleşimi gibi, farklı renkleri solmuş, yamalı bir pantolon vardı.

       Bir müddet sonra izlediğinden sıkılmışçasına “Soyun” dedi. Söylediği her şeyin anında yapılmasına alışık olduğu belliydi.

       Jolin zihninde ucube sirkine benzettiği bu manzaraya daha fazla dayanamayıp içten bir kahkaha attı. Etrafındaki mahkûm kalabalığından yükselen onaylamaz mırıltılar umurunda bile değildi. Birisi “Dikkatli ol kızım” demişti, kalabalıktan bir diğeri “Yazık çok genç” Bir başkası “Sen ne yaptın.”… ama o hiçbirine aldırmadı.

       Adam ayaklarını ovan kızı bir tekmeyle elbise tepesinden aşağı yuvarlayıp öfkeyle doğruldu. Elbiseler arasında yalpalayarak aşağı doğru inerken “Ben Garc’ ım ve burası benim çukurum. Ben ne dersem onu yapacaksın.”

       Aşağı indikten sonra kalabalığı yararak Jolin’ in üstüne yürümeye başladı. Yoluna çıkanları iterek bir kenara savuruyordu. Bakışlarını, kızgın bir boğanın başka her şeyi görmezden gelen gözleriyle, Jolin’ e sabitlemiş hızlı adımlarla yaklaşmaktaydı.

       Kendisine Garc diyen iri adam tam yanına varmak üzereyken Jolin pişman olmuşçasına ellerini kaldırarak “Lütfen dur, beni dinle” dedi telaşlı ve ürkekçe.

       Garc kendisine doğru eğilip küçümsemeyle bakarken adamın vücudundan yükselen ter ve derin soluklarının ağır kokusu kızın yüzüne tokat gibi inmişti. Jolin iğrenç kokudan tiksinerek bir adım geri çekildi.

       “Affınıza sığınırım kirli çamaşırlar lordu isminiz neydi” sesinin tınısındaki ince alayı adamın fark etmemesini umdu.

       “GARC” diye yüksek sesle homurdandı adam neredeyse yarısı kadar olan Jolin’ in karşısında.

       Jolin gülmemek için kendisini zorladı. “Peki bu hangi hayvanın sesi.” Diye alay etti.

       Garc’ ın kızın ne demek istediğini anlamadığı belliydi “Hıııı!”

       Çokta zeki sayılmazsın koca hödük diye aklından geçirdi Jolin ama ağzından dökülen sözler “Diyorum ki ya baban ya da annen bir ayı olmalı. Belki ikisi de. Yoksa iki insanın beraber yapamayacağı kadar iri, güçlü ve korkusuz görünüyorsun” oldu.

       Garc kızın kendisine hakaret mi ettiğine, yoksa övdüğüne mi karar veremeden bir an şaşkınlıkla hiçbir şey yapmadan durdu. Karmaşık cümleyi zihninde ölçüp biçtiği her halinden belliydi.

       “Ya kendin soyunursun, ya da seni soymalarını onlara söylerim” diğer mahkûmları işaret etti. “Eğer iyi hizmet edersen seni kıyafetlerle ödüllendirebilirim, aksi takdirde seni ödül olarak bir başkasına veririm ve emin ol bundan çok hoşlanacak kişiler var burada” Bir ayağını sabırsızlıkla yere vuruyor, zeminden çıkan boğuk tok ses duvarlarda yankılanıyordu.

       Jolin bir şey demeden önce öksürerek boğazını temizledi. Korku değildi hissettiği. Aslında neşeli bile sayılırdı. Tek başına hücreye kapatılmaktan daha iyi olduğunu düşünüyordu.

       “Bak kirli çamaşır lordu sana karşı açık olacağım. Öncelikle gerçekten çok iğrenç ve kabasın. İkinci olarak şunu o koca kafana sok soyunmayacağım ve son olarak beni görmezden gelip kendi işine bakarsan bende kendi başıma takılacağım.”

       Gülme sırası adamdaydı. Hem şaşırmış hem eğlenmiş bir halde “Senin o kafanı koparacağım böylece bir başına yuvarlanıp takılabilir.” Diyen Garc ezici bir yumruk savurdu.

       Jolin böyle bir saldırıyı bekliyordu. Geriye doğru zarifçe sıçrayarak ağır darbeden kolaylıkla sıyrıldı.

       “Ben buna ters zıplayan tavşan diyorum”

       Garc daha da öfkelenip ileri doğru atılırken “Senin tavşan bacaklarını kopartıp uğur getirmesi için saklayacağım”  diye söylendi. Tam yakalayacağını düşündüğü sırada kız yine kolları arasından sıyrılarak kaçmıştı. Bir an dengesini kaybeden Garc sertçe yere düştü.

       “Ah haa işte bu şok güseldii” diye güldü Jolin. Eğlendiği zamanlarda her zaman olduğu gibi şivesi doğduğu toprakların yayvan konuşma tarzına dönmüştü. “Bu naa ökküs tökezleten ya da ayı düşüren diyebilirim gerçekten”

       Garc bir öfke patlamasıyla doğrulup daha büyük bir şiddetle saldırmaya başladı. Peş peşe yumruklar, savrulan ezici tekmeler ama her seferinde Jolin kurtulup bir başka isim taktığı hareketi yapıyordu. Takla atan kedi, ayı bağırtan, dirsek burkan, tilki sırtı, balıkçıl dalışı… Böyle bir süre devam etti. Bir ara darbelerden kaçarken uykusu gelmişçesine yaptığı esneme hareketi tüm mahkûmları güldürdü.

       “Hey Garc öyle yavaşsın ki” bir yumruktan kaçmak için eğildiğinde sözü kesildi. “Bir kaplumbağayla yarışacak olsan ben tüm paramı kaplumbağaya yatırırdım”

       Sürekli kızın alaylarına maruz kalan Garc’ın alnında biriken boncuk boncuk ter damlaları yavaşça yanaklarına ve yüzüne doğru süzülüyordu. Solukları iyice hızlanmıştı. Bir anlık dinlenme için ellerini dizlerine dayayıp beklerken daha fazla tahammülü kalmadığı her halinden belliydi. “Demek öyle” dedi sık nefeslerinin arasında kaybolan sesiyle.

       “HEMEN YAKALAYIN ŞU FAREYİİİİİİ” diye kükrerken ağzından etrafa tükürükler saçıldı. Jolin bunu hiç beklemiyordu. O sadece eğlenceli bir oyun oynadığını düşünmekteyken oyun bir anda kaosa döndü. Tüm mahkûmlar yakalamak için adeta birbirleriyle yarışmaya başladı. Birini tekmeledi, bir başkasından sıyrıldı, yerde yuvarlandı, ısırdı ama sonuç kaçınılmazdı. Ellerinden ve ayaklarından iki kişi tutmayı başarmış mengene gibi bırakmıyorlardı.

       Garc tekrar doğrulduğunda gülümsüyordu. “Seni öldüreceğim” dedi. Küfür ya da hakaret etmemişti. Hatta başka tek kelime bile söylememişti. Ağzından çıkan kelime biraz sonra yapmaya karar verdiği şeyin söze dökülmüş haliydi. Her hapishanede tam kavga kızıştığında ayıran gardiyanlar olurdu. Jolin umutla sarkıtıldığı deliğe baktı ama ayıracak kimse yoktu. Bağırsa da cevap alamayacağı gün gibi ortadaydı. Burası örümceğin ağı ve yakalananlar kendi hallerinde bırakılır. Garc’ın saçlarını kavrayan parmaklarını hissetti. Acı içinde ayakları yerden kesilirken kendisini tutan diğer iki mahkûm bırakmışlardı. Tekmeler atmaya çalıştı ama bu sadece saçlarının daha fazla acımasına neden oldu. Adamın balyoz gibi yumruğunu havaya kaldırdığını gördü. Yüzünün iki katı kadardı adamın eli. Uzun zamandır dua etmediği tanrılara dua etmek istedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Kurtulmaya dair bir dua anlamsız olurdu. Dövülerek ölmek acı verici olsa gerek diye düşündü ve aklına o an gelen tek şey  tanrım günahlarımı affet ve ölümümü acısız kıl oldu. Sonunu beklemek üzere gözlerini kapatırken gülümsüyordu. En azından bu iğrenç kokuya daha fazla tahammül etmek zorunda kalmayacağım…


Sayfa: [1]