Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Göçebe

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Ynt: AOA: Kadim Tomarlar(1. Sezon)
« : 08 Nisan 2014, 01:30:53 »
     “Dur!” diyerek tek bir kelimesi ile tüm konvoyu durdurmuştu atından inip meydanda beklemeye koyulmuş olan General. Artık koyu tenini, miğfersiz kafasının klasik bir asker gibi kısa kesilmiş beyaz saçlarını ve kızıl üniformasının üzerini süsleyen altın ejderhayı görebiliyordum. Aynı ejderha İmparatorluk askerlerinin bayrak ve kılıçlarında da yer alıyordu ki büyük ihtimal ile önemli bir semboldü.Üstelik aynı bayraklar meydanın arkasındaki karargaha benzer yarısı yıkılmış kuledende sarkıyordu. Meydanın dağ tarafında derme çatma bir han ve bizim yanımızda ise uzunca bir gözetleme kulesi bulunuyordu.

     “Mahkumları arabadan indirin” Meydanın ortasında Generalden daha uzun boylu tamamen kalın bir plaka zıh ile kaplanmış bir rütbeli bayan asker arabalara ilerlemekte olan askerlere emir yağdırmaya başlamıştı bile. “Acele edin!”

     Nefes alış verişi hızlanmış olan Lokir sordu Ralof’a “Neden durduk” diye.

     “Ne olduğunu zannediyorsun? Yolun sonu” dedi Ralof ayağa kalkarken sakince. ”Gidelim hadi. Tanrıları bizim için bekletmemeliyiz…”

     Korkuyla çığlık attıktan sonra “Hayır! Durun!” diye bağırdı Lokir kendisini takmayan askerlere doğru. “Biz asi değiliz!”

     Ulfric’in ardından aşağı inerken “Ölümle yüzleşirken biraz cesur ol hırsız…” diye söylendi Ralof.

     Lokir bağırmaya devam etti arabadan inerken “Onlara söylemek zorundasın seninle değildik!” diye “Bu adil değil!”

     “Adı okunan kütüğe doğru adım atsın!” Az önce meydanın ortasında duran bayan komutan bizim arabamızın önündeki elinde kağıt tutan askerin yanına gelip emir verdi. “Her seferinde bir kişi.”

     “İmparatorluk şu lanet listeleri seviyor” diye söylenmeye devam etti Ralof; sanki ölüm fikri ona hiç korku vermiyormuş gibi.

     “Ulfric Stormcloak” diye başladı listeli asker. “Windhelm Reisi”

     Ralof Ulfric’in arkasından bağırdı “Sizinle birlikte savaşmak bir onurdu Reis Ulfric”

     “Riverwood’lu Ralof!” demişti asker ardından. Ralof hiç ses çıkarmadan kütüğün yanına ilerlemeye koyulmuştu gözlerimin önünde. Asker listeye biraz daha bakındıktan sonra devam etti. “Rorikstead’li Lokir”

     “Hayır!” diye çıkıştı Lokir ve ardından nasıl cesaret etti ise komutanı kenara ittirip kalabalığın arasına doğru koşmaya başladı. “Ben asi değilim bunu yapamazsınız”

     “Dur” diye bağırdı ardından komutan kılıcını çekerken.

     “Beni öldüremeyeceksiniz!”

     Ve komutan ölümü getiren o onlarca oka verdi emri tek bir sözcüğü ile “Okçular!” diyerek. Yolun kenarındaki askerler hareket etmeden önce binaların tepesindeki okçular aynı anda sallamıştı okları ve Lokir’in delik deşik oluşunu metreler öteden görebilmiştim. “Başka koşturmak isteyen var mı?” diye bağırdı komutan etraftaki arabalardaki sıralarda kalmış benim gibi son kişilere bakış atarak. Ardından kılıcını kınına takıp beklemekte olan listeci askere bakmaya koyuldu.

     “Sen! Oradaki!” diye çıkıştı asker bana sert bir tonlar “Hadi öne çık, kimsin sen?”

     Bir sorun olduğunu anlamıştım. Belli ki listede adım yer almıyordu. Ancak ne adımı ne kendimle ilgili başka bir şeyi hatırlıyordum geçmişle ilgili. Öne adım attıktan sonra kendi kendime düşünürken komutan uyandırdı beni. “Sağır mı oldun be adam!” diyerek.

     “Adın ne?” diye tekrarladı listeci gözlerimin içine bakarak.

     “Falgelf” dedim bir anda.Soruyu sormasının ardından ise istemsizce çıktı ağzımdan beklemediğim sözcük. “Benim adım Falgelf’ti…”
 
     “Skyrim e gelmek için kötü bir zaman seçmişsin soydaş” diye yanıtladı listeci kafasını kaşırken. Ardından kütüğe ilerlemekte olan komutana seslendi “Komutanım!” diyerek. Komutan arkasını dönmese bile dinlediğini belli eder şekilde yavaşlayınca devam etti. “Komutanım ne yapmalıız listede yok?”

     “Listeyi boş ver Hadvar.” diye cevapladı komutan, canımı umursamadan. “İdama gidiyor”

     “Emredesiniz komutanım…” dedi asker mahcup şekilde. Ardından yüzüme bakıp devam etti. “Üzgünüm. En azından burada vatanında öleceksin...”

     Hızlı adımlarla askerin yanından geçip sırada idam sırasında Ralof’n hemen yanında yerimi aldım. Gecikmemden dolayı yerini alan son kişi olmuştum ve artık idamların başlamasının önünde bir engel kalmamıştı.

     Komutanın’da yerini alması ile General solumdaki Ralof’un diğer yanında bekleyen Ulfric’in önüne doğru yürüyerek başladı konuşmaya “Ulfric Stormcloak. İsyanın lideri…”diye hitap ederek. Ulfric’in ağzının kapalı olmasına güvenerek istediği lafı edebilirdi elbette isyanı başlatan bu adama. Ki eğer ağzını kapattılarsa, bu söyleyeceklerinden korktuklarının, sözlü mücadeleye girmek istemediklerinin göstergesiydi. Neticede onu da benim gibi yargısız şekilde infaz edeceklerdi. “Helgen’de bazıları sana kahraman diyor. Ama bir kahraman seda gibi bir gücü kralını katledip tahtını gasp etmek için kullanmaz.” Ağzı kapalı Reisin sözlerini duyuramasa bile homurdandığını duyuyordum ve bu General’in sesini yükselterek devam etmesine sebep olmuştu. “Bu savaşı sen başlattın. Skyrim’i kaosa sürükledin ve şimdi imparatorluk lejyonu barışı sağlamak için senin ve adamlarının hakkından gelecek.”

     General sözlerini bitirdikten sonra arkasını dönüp komutana el işareti yaparak giderken komutan kenarda bekleyen rahibe benzer bir işaret yapıp devam etmesini istedi. Ve üzerindeki sembolden tanrı Arkay’a hizmet ettiğini anladığım rahibe başladı duayı okumaya.

     “Ruhlarınız Aetherius’a emanet.Sizler nirn’in tuzu ve toprağı, halkının da sevdiklerisiniz, bu nedenle kutsaması üzerinizde olsun sekiz ilahın. Ve…”

     Ancak rahip devam edemeden “Dokuz ilahtan Talos aşkına!” diye bir ses böldü rahibi. Sağımdaki kızıl saçlı kuzeyli Stormcloak kütüğe doğru daha da yaklaşmaya başladı. “Çeneni kapa da bitsin şu iş!”

     “Nasıl istersen…” diyerek arkaya çekildi rahibe herkesin şaşkın bakışları arasında. Adam belli ki sekiz ilah lafına kızmıştı. Talos kimdi? Bu sorunun cevabını hatırlamıyordum ancak belli ki Kuzeyliler için önemli bir tanrıydı.

     Kimsenin tepki vermediğini görünce kütüğe doğru diz çöküp eğilerek “Hadi ama! Bütün gün bekleyemem!” dedi kuzeyli.

     Celladın hafif gülümseyerek elindeki baltayı kaldırması ile kelleyi usta şekilde önündeki sepete düşürmesi bir olmuştu etraftaki bağırışların arasında. Mahkumlardan birkaçı arayı kapatmaya gelmiş askerlerle itişmeye başlamıştı ve hem halktan hem mahkumlardan “İmparatorluk Piçleri!”, “Vatanımızdan def olun gidin!”, “Orospu çocukları!” gibi laflar yükseliyor askerler öfkeli insanları zor tutuyordu. Kalabalığın öfkesi giderek artarken gökten herkesi susturan dehşet verici bir inleme duyuldu. Bu seferde “Neydi o” sesleri yükselmeye başladı her yerden cellat ortadaki bedeni kenara iterken.

     Komutan işi hızlıca bitirmek için “Sıradaki!” diyip kolumdan tutup beni iteklemeye başlayarak devam etti. Bir bayana göre gerçekten güçlü bir askerdi.

     “Eğ başını Mahkum.” Dedi Hadvar komutan beni yere çöktürttükten sonra. “Belki de en iyisi böyledir. Sakin ve hızlıca…”Ancak aynı inleme tekrar ve daha yakından duyuldu bu sefer.

     Cellat bile yukarıya bakarken komutan durmadan verdi emri tekrar. “Çabuk ol” ve ardından gözcülere seslendi. “Yukarıda bir şey görebiliyor musunuz?”

     İdamın korkusu ile değil sanki bir büyü ile hayat enerjim içimden gitmeye başlamıştı bir anda. Sanki içimde yaşama isteği kalmamış ve güneş sönmüştü o dehşet kükreme yeri göğü sarsar şekilde kulenin tepesine çökerken. Cellat henüz başımı alamadan bu korku verici kükremeden yerde yatan ben bile nasibimi almış ve başsız cesedin yanına kadar savrulmuştum. Kulağımda geçen seferki ile kıyaslanamayacak bir acı hissediyor, gözlerimde ise bir sıcaklık hissediyor ve ortalığı sanki eriyor gibi görüyordum. Hemen yakınıma düşen ateş toplarının, havada uçuşan yanık cesetlerin ve yıkılan koca kulelerin sebebini ise ancak kafamı kaldırdığımda görebildim.

     Dibinde durduğum karargahın tam tepesinde iki ayağı ile tüm kulenin tavanını kaplıyor ve durduğu yerden ölüm saçıyordu yaratık. Bunun artık bir efsane olmuş olan ejderha ırkının bir bireyi olduğunu ben bile biliyordum. Ancak anlatılanlardan çok farklıydı bu yaratık. Sanki Oblivion’un tüm kötülüğünü kendisine toplamış şekilde ateş topları yağdırıyordu gökten. Simsiyah derisi pullarla değil sanki simsiyah çelikten kalkanlarla kaplı gibiydi. Kanatları kanattan çok dev baltaları andırıyordu. Kule kadar büyük bedeni, dev bir kılıç gibi keskin kuyruğu ve kafasından çıkan koca boynuzlar onu bir tanrıdan farksız kılıyordu. İçerisinden ölüm saçtığı ağzının dişleri ise dünyanın kendisini bile tüketecek kadar keskin ve korkunçtu.

     “Hadi!” Yaratığın beni de öldürmesini beklemeye başlamışken elimden tutup kaldırmaya çalışan bir elle kendime geldim. Ralof’un sesi ile. "İmparatorluktan kurtulmak için başka bir varlığın gelmesi biraz zor olacaktır."

     Gözlerimi yaratıktan ayırıp tökezleyerek beni sürüklemekte olan eli bırakmadan kalkmaya çalıştım ayağa. Ralof benden daha öndeydi ve elimi omzuma atarak ondan destek alıp koyuldum yola onunla. Arkaya bakarken Ralof’un adımları ile ilerliyordum ve benim tek işlevim etrafı izlemekti.

     “Ralof!” diye bağırdım canavarın bize bakmaya başladığını fark edince. “Dikkat et!”

     Ve ateş topunun üzerimize geldiğini görürken Ralof’un “Hadi!” demesi ile havaya uçmamız bir olmuştu. Ejderhanın ateş ile uçtuğumuzu sanarak kendimi Sovngarde’da bulacağımız tahmini ile kafamı kaldırırken tanıdık bir ses duydum birkaç dakika öncesine ait...

Birinci Bölüm: İkinci Parça Sonu

2
Kurgu İskelesi / Ynt: AOA: Kadim Tomarlar(1. Sezon)
« : 07 Nisan 2014, 19:10:36 »
Bengü sağ olsun yazım hatalarını düzelttim birde birinci kişi anlatımına yeniledim. Akşam part iki geliyor. İyi veya kötü eleştirileri eksik etmeyin lütfen eğer okursanız :D Bu sayede gelişir belki göçebe ozanlığında.

3
Kurgu İskelesi / AOA: Kadim Tomarlar(1. Sezon)
« : 07 Nisan 2014, 01:01:35 »
     Öncelikle mevcut öykü bir frp projesinin birkaç karakterinin tarafımca Elder Scrolls: Skyrim Oyunundan da örnek alarak hazırladığım öykülerini göstermektedir. Ejderdoğan'ın öyküsü pek farklı olmamakla birlikte yer yer değişiklikler olacaktır. Eğer oyunun hikayesini bilen varsa Stormcloakları zafere taşıyan o kahraman savaşçıyı, karanlık kardeşliğin dinleyicisini, hırsızlar loncasının bülbülünü başkaları da oynatabilir bu konudan. Yani dünyayı biliyorsanız konuşuruz anlaşırız kısacası. Neden sunuyorsun derseniz ne zaman açılacağı belli olmadığı için sizden fikirler alıyorum. Ve başlamadan önce bilmenizi isterim ki normalde bu kadar zorlanmam ancak gördüğünüz o kadar mükemmel işlenmiş bir fantastik dünyayı birebir anlatmak çok zorladı beni Eleştirilerinize muhtacım. Bu hoş geldin konusu da olur benim için. Merhaba hepinize...


Ve ortaya çıkınca kardeşlerin savaşı
Tomarlar gösterdi o simsiyah kanatları
Alduin kralların laneti
Cihana bakar iştahla, bir gölge gibi

     Kafamdaki dayanılmaz ağrı devam ederken, gözümü açtığım gibi görebildiğim tek varlık olan karşımdaki adam uyandırdı beni tam olarak “Hey. Nihayet uyandın” diyerek.

     Henüz sesin sahibinin bile yüzünü göremiyor, ne olup ne bittiğini hatırlayamıyor, vücudumu: hatırlamadığım hayatımın tüm yorgunluğu toplanmış kadar yorgun hissediyordum. İçinde bulunduğum şeyin ne olduğunu ve neden sallandığını bile kavrayamamıştım. Olup bitenden haberim yokken sadece karşımdaki yarım yamalak görebildiğim siluete odaklandım.

     “Ben Ralof” diyerek kendisini tanıtsa da, ben cevap veremeyince birkaç saniye sonra devam etti.” Sen sınırı geçmeye çalışıyordun değil mi? Sonra tıpkı bizler ve yanımdaki hırsız gibi o hain pusuya yakalandın.”dedi aynı ses sinirli bit tonda söylenerek.

     Konuşmaları ve adının Ralof olduğunu öğrendiğim adamı anlayabiliyordum; ancak ne olduğunu kavrayamıyor adımı bile hatırlayamıyordum. Kısa zaman önce yağmur görmüş olan serin havanın, yorgun gözlerime doldurduğu buğu geçerken; uzun sarı saçları örülmüş, mavi gözlü, yüzünde, beynimin o hali ile nasıl olduğu tahmin edemediğim yaralar yer alan Ralof adlı adamın arkasındaki ormanı, oturduğu tahta arabayı seçebiliyordum artık. Benimle konuşan iri kemikli yüzüne düşen örgülü saçlarının altındaki mavi gözleri kanlanmış, kap kalın dudaklarını çevreleyen sarı sakalları yara ve kirlerle dolmuş adam gözümde giderek netleşirken farklı bir ses daha ilişti kulağıma. Sağ çaprazımdan gelen daha cılız sese yavaşça kafamı dönerken söylenen o adamın cümlelerinden bir kısmını duyabiliyordum.

     "Lanet olsun hepinize Stormcloaklar. Siz yokken Skyrim gayet iyi bir yerdi. İmparatorluk sakin sakin varlığını sürdürüyordu. Siz olmasaydınız o at ile birlikte Cyrodiil’e çoktan geçmiştim." diyor arada sessizce küfürler saydırıyordu adam bulunduğu hale.

     İlk gördüğüm adamdan biraz daha kısa ve ona göre çok zayıf olan bu adamın üzerinde Ralof’ta ki üzeri mavi bir pelerinle örtülmüş, altını kaplayan zincir zırhın üzerinde duran kısa kollu zırhın aksine birkaç paçavra vardı. Sözlerinden o adamın yanındaki birisi olmadığını anlayabiliyordum. Görünüşe göre ben de bir Stormcloak değildim ne olduğunu bilmesem bile. Ancak neden buradaydık? Neden yan yanaydık ve neden hepimizin elleri bağlıydı? Neden hiçbir şey hatırlamıyordum? Bunları bilemiyordum. Adamın söylenmeye devam ederken ağzından çıkan sözleri bile tam olarak kavrayamıyordum. Karmaşık kızıl saçlarının örttüğü yüzünü bana doğru dönerken o cılız sesi ile kurtuldum tekrar düşüncelerimden.

     “Sen! Sen ve ben burada olmamalıydık. İmparatorluğun asıl istediği Stormcloaklar.” dedi adam bana bakarak bana bir şeyler anlatmak istercesine.

     “Artık hepimiz, kaderi birbirine bağlı kardeşleriz.” diyerek cevap verdi Ralof

     Kardeşler… Acaba benim de kardeşlerim, dostlarım var mıydı? Varsa onlar neredeydi? Kimlerdi? Acaba beni merak ediyorlar mıydı? Acaba akıbetimden haberleri var mıydı? At arabası aşağıya doğru bir eğim almışken bu sefer uzaktan bir alaycı ses ilişti kulağıma.

     “Kapayın çenenizi hainler!” diye cevap verdi döndüğümde at arabasının önünde sürücüye muhafızlık ettiğini gördüğüm kızıl üniformalı deri zırhlı asker. “Müsaade edin de biraz dinlenelim!”

     Zırhı sahip olmadığı bir ihtişamı belli etmek üzere kızıl pullarla kaplanmış ve omuzları yükseltilmişti. Rütbeli olmadığı belli olsa bile, ne olduğunu bilmediğim çatışmada kazanan tarafta olan kişi olduğu için istediği ile istediği gibi konuşabilirdi elbette artık. Çam ağaçlarıdan ormanla, yoğun çim ve çiçekle kaplanmış kara toprakla çevrelenmiş hafif yandaki uçuruma doğru eğimli dağ yolunun içerisinde, önümüzde bulunan bunun gibi dört at arabası daha vardı. Hepsinin arasında üzeri deri zırhla kaplı atlara binen ikişer atlı asker ve en önde altın işlemeli zırh giyinmiş bembeyaz bir ata binen rütbeli bir asker ile birlikte toprak yolu kullanarak aşağıdaki taş duvarlarla çevrelenmiş bir kaleye ilerliyorduk. Henüz arkasını göremediğim dört metre kadar bir yüksekliğe sahip taş surların üzerini büyük bir tahta güneşlik kapatıyor ve güneşliğin altında siluetleri karanlıkta tam olarak belli olmayan askerler bekliyordu kaleyi korumak için. Sağ tarafıma dönüp yolun yukarısına baktığımda ise yanımda oturan farklı birisini, ve neden yakalandıklarını bilmediğim bizim gibi esirleri taşıyan son arabada bulunduğumu fark ediyordum. Daha arkada sadece bizi gözetleyen iki atlı daha bulunmaktaydı.

     “Onun derdi ne ha” diye bir ses duydum tekrar çaprazımdaki kızıl saçlı hırsız olduğunu düşündüğüm adamdan. Sağımda oturan üzerindeki kürk nedeni ile seçemediğim sarı örgülü saçlı adamı soruyordu.

     Ralof bağlı olmayan ayakları ile hırsızın bacağına oturduğu yerden bir tekme savurup “Sözlerine dikkat et at hırsızı!” diye sert bir fısıltı ile tükürerek cevap verdi. “Gerçek Yüce Kral Ulfric Stormcloak hakkında konuşuyorsun!”

     Sağımdaki az önce kürkü yüzünden tam göremediğim siluete eğilerek dikkat ettiğimde,  tıpkı Stormcloak gibi yapılı sarı örgülü saçlı mavi gözlü birisini görüyordum. Üzerindeki kürkün altında rütbeli olduğunu belli eden gösterişli bir plaka zırh ile korumak istemişti kendisini. Ağzı sımsıkı bağlanmış ve tek bir ses çıkaramayacak hale getirilmişti adının Ulfric olduğunu öğrendiğim bu adam.Görünüşe göre hırsızın sorusunun sebebi adamın yüzündeki sinirden patlayacak kadar hiddetli ifadeydi. Elleri sıradan halatlar yerine kelepçelerle birbirine bağlanmış ve bacağı da farklı bir kelepçe ile yere sabitlenmişti. Yüzündeki şu anki ifade sanki tüm bunlardan kurtulsa karşısındaki hırsıza önce birşeyler söyleyecek ardından kafasını uçuracak kadar öfkeliydi.

     Yüzünde şaşırmış bir ifade ile “Ulfric mi? Windhelm Reisi mi?” diye fısıldadı hırsız ardından gelecek bağırışı ile alakasız bir tonla.. “ O isyanın lideriydi! Ama eğer seni yakladılarsa. Oh! Tanrım! Bizi nereye götürüyorlar!”

     "Kesin sesinizi!" diye cevapladı en öndeki asker kafasını bile arkaya dönmeden.  

     Ve surun altındaki koca kağının açılma sesi konuşmayı tümüyle bölmüştü.. Etrafa bakınmaya devam ettim. Bakındıkça diğer arabalardaki mahkumların Ralof’un zırhını giymiş başka insanlar olduğunu fark ettim. Anladığım kadarıyla Ulfric’in liderlik ettiği bu isyancı grupla birlikte hırsız ve bende yakalanmıştım. Yavaş yavaş açılan kapıların ardından içini görebildiğim bir şehre götürülüyorduk. Şehirde kapı girişinden itibaren kaba tahtalardan yapılmış saman çatılı evlerin arasında, askerler arabanın geçeceği yolun etrafında etten duvar oluşturmuş ve olayları izleyen kalabalığın geçmesini engelleyecek vaziyette bekliyordu.En ufak bir harekette saldırıya hazır şekilde elleri kılıçlarının kabzasındaydı.

     En öndeki altın giysili asker kalabalığın bir kısmının tezahüratları içerisinde içeri girerken "Nereye gittiğimizi bilmiyorum. Ancak Sovngarde bizi bekliyor…" dedi Ralof bozulmuş hırsıza.

     Ralof’un soğuk ve umutsuz sesinin ardındaki durgunluğu, ölüme karşı korkusuz ve dik duruşlu ruhu hırsızın dehşet dolu çığlıkları  ile bölünmüştü sözünü bitirdiği gibi. Belli ki durum tahmin ettiğim gibiydi. Yolun sonu ölümdü. Ancak ölümden korkan birisi bu tonda bağırabilirdi. Ve Sovngarde. Orayı hatırlıyordum. Öldükten sonra gidilen yerdi orası benim kültürümde.

     "Hayır! Bu gerçek olamaz! Olamaz!" dedi hırsız bağırıp çığlık atmaya devam ederek. Kafasını sağa sola çeviriyor kaçacak yer arıyordu sürekli.

     Ve arabamız kapıdan geçerken bize dönüp tahtaya çıkardığı kılıcının kapzası ile vuran asker "Susacak mısın yoksa dilini mi koparayım!" diyerek tekrar böldü konuşmayı.Hırsızın çığlıklarını kesmeyi başarmıştı bir anda. Hırsız korkarak tükürüğünü yutunca tahtaya tekrar vurup önüne döndü. “Böylesi daha iyi…”

     Ralof omuz silkip  “Hey.” dedi dikkatleri üzerine çekmek için.  “Söylesene at hırsızı. Hangi köydensin?”

     “Sana ne?”

     Ralof mutsuzluğunu bir gülümseme ile örtüp “Hah” dedi. “Bir kuzeylinin son düşünceleri eviyle ilgili olmalıdır.”

     Kuzeyli...Hatırlıyordum. Bana böyle seslenilirdi. Bende bir kuzeyliydim.Ve Skyrim evet. Bu soğuk ama temiz hava ancak benim ana vatanım Skyrim’in olabilirdi. Geçmişimi hatırlamaya çalışırken geleceğimin bitip sonuma yaklaşmakta olduğunu hissediyordum. Hayatımın sonuna gelmiştim görünüşe göre. Oysa ne başını ne geçmişini hatırlıyordum. Bir tür bilinmezliğin içerisindeydim. Konuşmayı biliyor çevremdekilerin ne olduğunu biliyor, ancak bu dünyanın içindeki insanlar tarafından doğaya hükmetmek üzere kurulmuş ülkelerin ve onlara karşı geliştirilmiş örgütlerin isimlerini bilmiyordum. Ne olduklarını bile anımsayamıyordum.

     Ve düşüncelerimi üzerindeki paçavralar yüzünden büyük ihtimal ile üşümüş olan hırsız böldü öksürerek. “Rorikstead” dedi “Ben Roriksteadliyim. Rorikstead’li Lokir.”

     Ve sonunda onunda adını öğrenmiştim. İçeriye sessizlik hakimken, yandaki bir ara sokağa dönmekte olan general ile bir askerin konuşmasını da işitti kulaklarım herkes susmuşken.

     “General Tullius. Efendim cellat hazır” dedi kısa boylu asker.

     Askerin suratına bile bakmayan General “Hemen halledin o zaman şu işi!” dedi sertçe, atını sürmeye devam ederek..

     Ve Adının Tullius, mevkisinin General olduğunu öğrendiğim asker henüz ucunu göremediğim sokakta ilerlemeye dönmüş kafileden ayrılmış ve üzeri siyah mor renklerle karışmış yüzlerini örten, üzeri garip sembollerle işlemeli cübbeler giymiş, tıpkı kendilerininki gibi örtülerle örtünmüş iki atın üzerinde oturan, olabildiğince uzun boylu iki kişiyle görüşmeye başlamışken. Ralof’un konuşmalarının devamını işittim.

     Yere arabanın içine tükürdükten sonra “Şuna bak…” dedi Ralof “General Tullius. Ve görünüşe göre Thalmor’da onlarla. Lanet olası elfelerin bu işte kesin parmakları var.”

     Evet elfler. Bu terimi hatırlıyordum şu zayıf yapılı zarif varlıklar. Bu uzunlukta olduklarına göre bunlar büyük ihtimalle yüksek elflerdi. Bembeyaz derili safkan büyücüler. Thalmor kelimesini hatırlayamasam bile, görünüşe göre yanımdaki adamlarda tüm bu kıpkırmızı deri zırhlı askerler, Thalmor ve Tullius isimli o koyu tenli gösterişli adam tarafından hain bir pusuya uğratılmıştık gerçekten. Ve ben de bu komplonun ortasına düşmüş yemlerin arasına katılmıştım.

     Halkın fısıldaşmaları yükselerek devam ederken bir iç çekip “Burası Helgen.” dedi Ralof. “Buralı bir kızdan hoşlanıyordum. Acaba Vilod halen o ardıç üzümü şurubundan yapıyor mudur? Gerçi ne önemi kaldı ki. Burada bile değildir belkide artık. Garip… Eskiden imparatorluk duvarları kendimi güvende hissettirirdi bana.”


     Araba ilerlerken yolun etrafındaki kalabalık giderek artıyor, tarihinde böyle bir meseleye şahit olmamış Helgen şehrinin sakinleri işlerini bırakıp sokağa çıkıyor, balkonuna çıkıp durumu izliyordu. Dönmekte olduğumuz kavşaktan, önündeki kütük ve sepet, elindeki dev balta ile maskeli siyah cübbeli cellat kimileri tarafından yuhalanıyor ve askerler idam bölgesindeki sayılarını artırdıkça kalabalığın konuşma hızı ve gürültüsü de yükseliyor başımı daha da ağrıtıyordu. Yanımdaki hırsız dokuz ilahın adlarını anmaya başlamışken; her şeyin ortasında arkamdaki evden gelen küçük bir çocuğun sesi çekti dikkatimi. Son gördüğüm şeyin bu küçük siyah saçlı tatlı erkek çocuğunun sesi olmasının bile iyi bir şey olduğunu düşünerek döndüm arkama çocuğu izlemek üzere; sanki diğer her şey durmuş gibi.

     Babasının giysisinden çekiştirip duran çocuk bağırarak “Kim onlar baba?” dedi “ Nereye gidiyorlar?”

     Baba ise içini çekerek çocuğun kafasını sevip “Senin içeri girmen gerekli evlat!” dedi.

     “Neden? Ben askerleri izlemek istiyorum.” dedi çocuk.

     Babası tekrar içini çekip çocuğa evin kapını göstererek “İçeri gir!” diye bağırdı çocuğa.  “Hemen!”
Birinci Bölüm: Birinci Parça Sonu

Sayfa: [1]