Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Loial

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Kara Destan
« : 18 Temmuz 2015, 22:29:49 »
      Arkadaşlar bu hikayeyi yaklaşık üç yıl evvel, ilk yazmaya başladığım dönemde kaleme almıştım… Roman olarak düşünülen bir çalışmaydı ve yeni yazmaya başlamama rağmen büyük bir hevesle yazılmıştı. Ayrıca hikayenin devamı da baya uzun… Yaklaşık üç yüz sayfa bişey… Ancak işten güçten pek vakit bulamadığımdan uzun bir süredir bırakmıştım. Eskiden zaman kısıtlı olsa da salya akıtarak hevesle yazardım :D ama zaman geçince biraz zor gelmeye başladı. Heveste kaçınca ara verdim. Şimdi kafama tekrar esti ve devam etmeye başladım… Hatta hikayeyi hafifletecek bir takım değişiklikler yapmayı düşünüyorum. Konu biraz boyumu aşacak gibisinden… Yorumlarınızı bekliyorum. Okuyan arkadaşlara teşekkürler…
     Bu arada okurken imla hatalarını görmezden gelirseniz sevinirim. :D Haddinden fazla olabilir...


                                                        KARA DESTAN

  İlk düşüş ve ilk ihanet...
  Oysaki Ona muazzam bir lütufla sonsuz hayattan bahşedilmişti.  
  Gücü, bilgeliği, ihtişamı ve sahip olduğu her şeyiyle…
  Fakat O! Sahip olduğu bu muazzam ışığın içinde bile kendine mahkum olacağı karanlık bir yol bulmuş ve   yaratıcıya karşı gelmişti.  Öyle ki sahip olduğu bu ihtişamı ve bilgeliği o yolda harcamayı kendi iradesiyle seçti. İşte bu yüzden ışığın huzurundan men edildi ve cehennem çukurlarına sürgün edildi. Ancak onunki sadece bir başlangıçtı. Çünkü karanlığın düşüşünden sonra bile onun izinden gidecekler ve tıpkı onun gibi ışığa ihanet edecekler çıkacaktı ölümlülerin dünyasında. Çünkü ihanet içlerinde sakladıkları bir çürüklüktü aslında; doğuştan var olan ve içlerinden asla tam olarak atamayacakları bir çürüklük...
  İşte insanoğlunun bu zaafı, günü geldiğinde Yaratıcıya ihanet edenin ölümlülerden ona verilmesini bekleyeceği sonsuz bir düşü verecekti
  “Özgürlüğü...”
   Yaratıcının ona vereceği ve tamamen adilce kazanacağı muzaffer bir vaatti bu...

                                                                                                            (Kayıp Kehanetlerden)                                                                                                        
                                                                                                                              
                                                      Ağaç Kovuğunda
    
    Basiah Aran Lahia, her zaman olduğu gibi yine dinlenmeye ayırdığı kısa vaktini kovukta geçiriyordu. Bugün ağaç kovuğundaki sekizinci günüydü ve iki gün sonra tekrar Milhgard’a dönüp kısa bir ara verdiği zanaatının başına geçmesi gerekecekti. Zaman onun için sahiden de beklemediği kadar çabuk geçmişti ve görünen o ki önündeki iki günü diğerlerinden çok daha yoğun bir şekilde geçirmesi gerekecekti.
    
   Kendini tamamen çalışma masasına dizdiği kitaplara veren Aran Lahia, okuduğu her satırı anlayabileceği ve zihnine yerleştirebileceği ince bir titizlikle okuyordu. Ancak sorun şu ki; kehanetler üzerine yaptığı bu uzun araştırma onu oldukça derin ve karmaşık düşüncelere itmişti. Eh, ulaştığı varsayımlar yine de kayda değerdi. Fakat hala kafasında cevaplanmayı bekleyen tonla soru vardı ve bu soruların en azından bir kısmına cevap bulması gerektiğini biliyordu. Sorular kafasını kurcalarken o an üzerindeki yorgunluğu bir kez daha hissetti. Saatlerdir kitaplardan başını bile kaldıramamıştı. ‘’Ama diğer yandan da bugün farklı bir şeyler bulacağını da hissedebiliyordu.’’ Nitekim bu duygu o an daha da baskın geldi. Bu yüzden yorgunluk hissini tıpkı daha önceki gibi önemsemeyerek bir kenara itti ve dikkatini toplayarak önünde ki kitaba yoğunlaştı.
  
    Filia Galbear Lahia, yazdığı bu muazzam kitapta kehanetler konusunda oldukça farklı yorumlarda bulunmuş ve yedilerin uyanışı ile ilgili oldukça gerçekçi varsayımlar öne sürmüştü. Öyle ki, Aran Lahia, kafasını kurcalayan o tonla sorunun bir kısmına Filia’nın yazdıklarında cevap bulacağını çok iyi biliyordu. Çünkü O’na göre Filia’nın yazdıkları insan ırkının geçmişi ve geleceği hakkında yazılanların şüphesiz ki en iyisiydi. Eh, belki de bu düşüncesi ikisi arasındaki tuhaf benzerliklerden kaynaklanıyordu. Çünkü Filia’nın insan hayatına duyduğu hayranlık kendini her zaman dışa vuruyordu. Bu yüzden onu çok iyi anlıyordu. Ama ne var ki Lahia’lar arsında bu pek de hoş karşılanmazdı. Çünkü insan ırkı içinde karanlık duyguları barındırıyordu ve bu yüzden herhangi bir ışık hizmetkârının onların hayatına hayranlık duyması onlar için pekte hoş karşılanacak bir durum değildi.
  
   Öte yandan ne gariptir onların sahip olduğu ölümsüzlükte çoğu insanın yüreğinde büyük bir hayal olarak yer edinmişti. ‘’Oysaki bu onlar için büyük bir yanılgıydı.’’ Hem bir ölümlü için ölümsüzlük ne zamana dek büyük bir mutluluk olarak kalabilirdi ki? Zamanın sonuna dek yaşamak bir yana, hayatın boyunca sevdiğin bütün her şeyin sürekli ellerinden kayıp gitmesi, onu ne zamana dek mutlu edebilirdi ki? Bu düşünce ‘’onun kanaatinde’’ gerçekten de onlar için büyük bir yanılgıydı. Çünkü yaşam iyi olanın onlara verdiği büyük bir lütuftu ve son olarak nitelendirdikleri ölüm de, onların her çağda aradığı o sonsuzluğu içinde barındırıyordu.
  
    Ama gelgelelim insan ırkı sahip oldukları bu yaşamlarını bir felakete dönüştürme konusunda fazlasıyla yetenekliydiler. Bu su götürmez bir gerçekti. Tabi diğer yandan da işin doğrusunu söylemek gerekirse ona göre insanların yaşamında iki yoldan birini seçmek her zaman fazlasıyla zor olurdu. Bunu kimse inkâr edemezdi. ‘’Onların bu çelişkisine yabancı olan ve insan ırkını gözetleyen Lahia ırkı bile…’’ Çünkü insan ırkının sahip olduğu karanlık duyguları hafife alınmayacak kadar derindi.
  
     Onun ırkı ise ölümlülerin aksine her zaman çıkamayacakları tek bir yolu izlerdi. Işığın yolundan gitmek onlar için oldukça kolaydı. Çünkü onlar birer ışık hizmetkârıydılar ve kötülükten tamamen muaf tutulmuşlardı ki, kötü bir şey yapmak onlar için bir ölümlünün koca bir ağacı yerinden devirmesi kadar zordu. Tabi bu kaba benzetme, yarattıkları o muazzam keskin baltaları ve eski büyüyü kullanmadıkları takdirde geçerliydi. Ne var ki ölümlülerin böyle bir güce sahip olmadığı oldukça açıktı. Diğer yandan onların çoğu büyü yeteneğini uzun zaman önce yitirmişti.
  
    Ancak şöyle de bir gerçek vardı ki; insanoğlu büyü kullanmadan bile fazlasıyla yıkıcı olabiliyordu. Kısa ve kabarık olan kanlı geçmişleri de bunu fazlasıyla doğruluyordu. ‘’En azından kendi ırkının gözünde ölümlülerin geçmişi fazlasıyla kısaydı.’’ Çünkü insan ırkı yüzü aşkın yılı yaşayabilmesine rağmen, hala kendini fazlasıyla genç gören Aran Lahia bile insanoğlunun onlarcasından daha fazla yaşam sürmüştü. Tabi önünde hala uzun yılları vardı. O Lahia’ların beşinci neslini temsil ediyordu ve belki de insan ırkını gözetleyen son nesil olarak görevlerini tamamlayacaklardı.
  
    Kehanetlere gelince, insan ırkı Kehanetlerin doğuşundan bugüne dek oldukça büyük bir değişim yaşamıştı. Onlar yaratılış amaçlarını zamanla unutmuş ve onlara verilen kehanetleri de zaman içerisinde bir deli saçması olarak görerek, onları bir nevi unutup göz ardı etmişti.
  
     Aslında bu onlar için sadece bir kayboluş hikayesiydi. ‘’Çünkü insanlar her ne kadar içlerinde iyi olanın iradesini taşısalar da seçme özgürlüğüne sahiptiler ve ne yazıktır ki onlar bu seçimlerini zamanla kendi iradelerine karşılık yaratıcınınkini yok saymaya başlayarak bu döngüyü oluşturmuşlardı.’’ İşte bu yanılgı kayboluşlarının, zayıflamalarının ve unuttuklarının en büyük sebebiydi. Tabi her şeyde olduğu gibi bununda bir bedeli olmalıydı. ‘’Nitekim bu bedel geçmişte unuttukları ve gelecekte kendi hatalarından doğacak olan kehanetlerle yavaş, yavaş gerçekleşecekti.’’
  
    Öyle ki insan ırkının yaşam mücadelesinden bu yana kehanetlerin altı tanesi çoktan gerçekleşmişti ve Aran Lahia bu kehanetlerin iki tanesine bizzat şahit olmuştu. Geriye şimdi sadece yedi kehanet kalmıştı ve önünde duran kitapta kehanetlerin dokuzuncu kehanetten sonra daha da muazzam bir hız kazanacağından bahsediyordu. Tabi Filia’ya göre durum böyleydi. Ancak Aran Lahia adamın belki de sadece burada yanılmış olabileceğini düşünüyordu. Çünkü bir haftadır yaptığı araştırmalar ona geriye kalan kehanetlerin yedinci kehanetten sonra büyük bir hızla gelişebileceği ihtimalini düşündürüyordu.  
  
    Evet, yedinci kehanet gerçekten de insan ırkı için yeni bir devri başlatabilirdi. ‘’Kaosun ve karmaşanın hüküm süreceği karanlık bir devir.’’ Ayrıca görünen o ki, bunun için de oldukça kısa bir zaman kalmıştı. Çünkü dün uzaktan izlediği dev ordu iki güne kalmaz Minnas şehrine varmış olacaktı. Savaş yakındı ve arzuladıkları tek şey Minnas’ın düşmesiyle elde edecekleri büyük zaferdi. Her seferinde ayakta kalmayı başaran bu kadim şehir, insan ırkı için gerçekten de büyük bir gaye görünümüne bürünmüştü. Öyle ki; bu şehri ele geçiren kişi kimsenin başaramadığını başaracak ve deyim yerindeyse yaşadığı zamana damga vuracaktı. İşte bu yüzden Minnas, her Kral’ın yüreğinde sahip olmak isteyeceği büyük bir hayal olarak yer edinmişti.

    Ama Minnas’ın bu sefer hiç şansı yoktu. Aran Lahia yedinci kehanetin bir kaç gün içerisinde gerçekleşeceğinden neredeyse emindi. ‘’Tabi büyük bir mucize olmazsa!’’
    Fakat işin en kötü yanı ve onu düşündüren sadece Minnas’ın devrilmesi değildi. Çünkü son kehanetlerle beraber yedi iblis ruhu da tek tek serbest kalacaktı. Lahia’lar için bu; insan ırkının yaşayacağı kaos devriydi. ‘’Kehanetlerin tamamen gerçekleşmesi ile birlikte iblis uyanacak ve Karanlık Çağ başlayacaktı.’’ Görünen tablo gerçektende vahimdi. Tabi onun yedinci kehanetten sonrasıyla ilgili bu düşüncesi de, tıpkı Filia Galbear Lahia gibi bir varsayımdan öteye gitmiyordu. İşin aslı şu ki; kehanet koruyucuların bile insan ırkının geleceği ile ilgili bilmediği birçok kısım vardı. Kehanetlerin ne zaman ve nasıl gelişeceği hakkında sadece varsayımlarda bulunuyorlardı.

    Öte yandan ölümlülerin geçmişi de yine gelecekleri gibi birçok bilinmezlikle kaplıydı. Ancak bunlarla ilgili en büyük eksik, şüphesiz ki ‘’Yedilerle’’ ilgili olan kısımdı. Onların yeryüzünde yaptıklarıyla ilgili çoğu şey biliniyordu ve geçmişlerine dair birçok bilgi vardı. Ama bütün bu her şeye rağmen hala onlarla ilgili gölgede kalmış tonla sır vardı ve bütün bunlar hala bilinmezliğini koruyordu.
  
   Aran Lahia, düşüncelerini bir kenara iterken bakışlarını ifadesizce bütün gün incelediği kara kaplı kitabın üzerinde gezdirdi. ‘’Onu, yedilerin uyanışının yakın olduğu düşüncesine iten şey bu kitaptı.’’ Belki Filia Galbear Lahia’nın yazdıklarından bile daha eski olan bu gizemli kitap, onu yedinci kehanetten sonrası için oldukça farklı ve kafa karıştırıcı bilgilerle yüz yüze bırakmıştı.’’ O an çok eskide kalmış bir sözü anımsadı. ‘’Günü geldiğinde kadim sırların hiç birinin kendini saklayamayacağından söz edilirdi.’’ Belki de bu söz tamamıyla gerçekti. Çünkü iki gün önce önüne çıkan bu şeyin bir tesadüf olduğundan o an kesinlikle şüpheliydi. Örneğin elindeki kaynağında kafasına takılan en kilit noktalardan biri şuydu; Kitapta eski bir hikâyeden bahsedilmişti ve bu hikâyede yer alan kişilerin geriye kalan kehanetler içerisinde de yer alacağı açık bir şekilde vurgulanmıştı. Tabi bunun doğruluğu tartışılırdı. Çünkü “İki Ölü Bir Kral’ın Hikâyesi” ortaya çıkacağı söylenen ve aynı zamanda fazlasıyla gizemli olan bir hikâyeydi. Ama ona önemli gelen bazı kısımları ezberlemişti. Örneğin bir kısmı şöyleydi:
     Kral:
     Yıkılmayandan önce başlar onun hikâyesi.
     O ki aşkı ve ihtişamı temsil eder.
     Ama aşkı karşılıksız olacaktır ve tabi bu eksikliğin yanında ihtişamı da değersiz…
     Fakat kadının boğazını deşen hançerle başlayacak kralın yazgısı
     Ve o; düşlerde gezerken geçecek ölümün en karanlık yüzüne…
    
     Ölü:
     Onun için fazla bir seçenek yok.
     Ölüm ya da hayat!
     Ama O’da yazgısını kabul edecek
     Ve Ona hükmedilenle hayatı en baştan yazılacak.
    
     Ölecek olan:
     Evet, geçmişine layık bir şekilde ölecek.
     Ama hak ettiği gerçekten bu muydu?
     Acı, nefret ve öfke!
     Hayır! Şüphesiz bu haksız bir kader olacak onun için…
     Bu yüzden O da onu avutacak olan karanlığa sığınacak.  
     Çünkü sahip olacağı sebepler hiçte boşuna değil!
     Evet… Lanet olsun onların düzenlerine!
     Ama bu düzen kalkacak…
     Onu ve geçmişini öldüren de bu düzen değil miydi?
     İşte bu yüzden bir seçim yapmak zorunda kalacak ölecek olan!
     Ve nihayetinde;  o anlaşmayı kabul ettiğinde başlayacak,
     Karanlığın doğuşuna dek sürecek bu eski ve kadim efsane…                                      
        

    Tabi zihnine kazıdığı bu hikâyenin ne zaman ve kim tarafından yazıldığı meçhuldü. Ama geçmişe dair gerçekten de böyle bir efsane vardı. Kimine göre bu karanlık kehanetlerinden biriydi. Ancak bu hikâyenin önemsendiği pek de söylenemezdi. Hikâyede bahsi geçen üç kişinin kehanetlerden birini gerçekleştirecekleri söyleniyordu ve bu efsane eski çağlara kadar uzanıyordu. Bunlardan biri bir kral’dı. Diğer ikisi ise hayatları son bulmuş iki efsanevi kahramandı. İşin aslında üçünün de geçmişlerine dair bilinen hiçbir bilgi yoktu. Onlar sadece karanlığa hizmet edeceği söylenen ve yaşadıkları çağda efsaneleşeceği düşünülen birer hayal kahramanıydılar. Belki de hikâye tamamen doğrudur. Bunu kim bilebilir ki?

    Öte yandan, eğer kitapta bahsedilen kişilerin gerçekten de geriye kalan kehanetlerle bağlantısı varsa… ‘’Tabi Aran Lahia bu hikâyenin doğruluğuna tamamen inanıyordu.’’ Yedinci kehanetin gerçekleşmesinden sonra geriye kalan kehanetler gerçekten de muazzam bir hızla gerçekleşebilirdi. Eh, şu an için bunu bekleyip görmekten başka bir seçenekleri yoktu. Fakat kitabın içinde barındırdığı şeyler kesinlikle göz ardı edilemeyecek kadar gerçekçiydi. Aslında onu bu hikâyenin varlığına inandıran en büyük etken; yazarın karanlığa hapsedilen Yedilerle ilgili yazdığı gizemli parçalardı. Çünkü bu parçaların sıradan bir kişi tarafından bilinmesi kesinlikle imkânsızdı. Bu yüzden bahsettiği şeylerin büyük bir ölçüde gerçekleşebileceği ihtimali vardı. Sırlarla kaplı olan bu yazarın yazdığı bazı kısımlar onu gerçekten de hayrete düşürmüştü. Örneğin kafasına kazıdığı ve onun en çok ilgisini çeken bir diğer kısım aynen şöyleydi:


    İçleri, içine hapsedildikleri dünya kadar karanlık…
    Geçmişleri, sonsuzluğun içinde sanki yaşanmamış ihtişamlı bir düş!
    Ama yaratıcının hükmüne kim karşı çıkabilir ki?
    Ulai Saddah… Deliliğin ve karmaşanın hüküm sürdüğü sonsuz bir ölüm düşü...
    Öyle ki buradadır, ismi karanlık olanla telaffuz edilenlerin bulunduğu; Karanlık Evi.
    Ama sonsuzluğu yırtarak verilecek çağları geride bırakan ilk lütuf!
    Belki hak edilenden biraz geç kalınmış...
    Yine de aç bir köpeğe verilen kemikten daha değerli olduğunu kim inkâr edebilir ki?
    Evet! İlk lütuf bundan daha değerliydi.
    İşte o zaman Ulai Saddah’ta da kol gezecek onların hükmü!
    Ve o zaman düşlerde gezmenin tekin olduğunu kim söyleyebilir ki?

      
    Aran Lahia, bunları yazan kişiyi gerçekten de çok merak ediyordu. Bir ışık hizmetkârı olmadığı kesindi. Fakat dile getirdiği şeylerde muazzam bir gerçeklik payı vardı. Bahsettiği yer, yani Ulai Saddah. (Ölüm Yurdu) Yedilerin hapsedildiği yerdi. Ama onların Ulai Saddah’ta yürümesi yasaktı. Çünkü onlar gerçekte birer ölü değildi. Bu yüzden Karanlık Evi’ne hapsedilmişlerdi. Ayrıca yazarın bahsettiği diğer gerçek ise; bu yedi iblis ruhunun teker teker Karanlık evinden çıkacak olmalarıydı. Bu kazanacakları ilk özgürlüktü ve çoğu ışık hizmetkârına göre bu; iblisin yaratıcıyla yaptığı anlaşmalardan biriydi.
          

     İşte o zaman Ulai Saddah’ta da kol gezecek onların hükmü!
     Ve o zaman düşlerde gezmenin tekin olduğunu kim söyleyebilir ki?

      
    Doğru olan başka bir kısım da; bu iblis ruhlarının düşlerde gezebilecek olmalarıydı. Ya da belki de sadece bir kısmı bunu yapabilecekti. İnsanların gezdiği düşler gerçekte bir düş boyutuydu ve başka bir boyuttan oraya geçmek zor olsa da mümkündü. Öyle ki yedilerden bazıları bu boyutları kolaylıkla aşabilir ve başka boyutta bulunan herhangi bir şeyi kendi bulunduğu boyuta rahatlıkla çekebilirdi. Bu yüzden yazarın yazdıkları düşündüğü gibi göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir önem taşıyordu. Yazar gerçekte kimdi? Aran Lahia belki de Yediler’den birinin yazmış olabileceğini düşündü. Ya da belki de varlığı bilinmeyen ve sandığından çok daha fazla bilgiye sahip olan Gölge yoldaşlarından biri… Işık biliyor ya, bu soru işareti onu meraktan çatlatacak kadar gizemliydi.

    Aran Lahia, kafasında ki bu düşünceleri tekrar bir kenara iterken, dikkatini tekrar Filia Galbear Lahia’nın yazdığı kitaba yoğunlaştırdı. Bu sefer açtığı sayfa Yediler’le ilgili olan bölümdü. Filia Galbear Lahia’ya göre Yedilerden biri olan Damin Arzaim son yedi kehanetin birinde uyanacaktı. Eh, bu kesin bir gerçekti. Ama soru şuydu: O hangi kehanette uyanacaktı? Filia’nın işaret ettiği kehanet dokuzuncu kehanetti. Ona göre Damin Arzaim dokuzuncu kehanetle beraber uyanacak ve geriye kalan dört kehaneti de büyük bir hızla gerçekleştirecekti. Dikkatini onun Yedilerle ilgili yazdığı kısma yoğunlaştırırken, daha önce defalarca okuduğu bu kısmı bir kez daha özenle gözden geçirmeye başladı.
        
                                          İblisin Yedi Ruhu
    Yediler: İblisin cehenneme kapatılmadan önce özenle seçtiği yedi ölümlü. Bunlar aynı dönemde yaşamış olan ve aslında oldukça sıradan yeteneklere sahip olan yedi iblis ruhu olarak bilinir. Ama her birinde iblisi onlara çeken farklı bir şeyler vardı. Onların sıradan yetenekleri iblisin onlara kattığı muazzam güçle beraber sıradanlıktan çıkararak onları birer iblis parçasına dönüştürdü. Aynı zamanda iblisin cehenneme kapatıldıktan sonra onun propagandasını yapan ve insanları geçen kısa sürede ışığın yolundan saptırarak karanlık yandaşı yapmaya çalışan birer gölge yoldaşı olarak bilinirler. Her biri iblisten sonra yeryüzünden kovularak, karanlığa hapsedilmiştir. Ama onlar insanoğlunun yarattığı büyük suçlarla beraber iblisten önce tekrar serbest bırakılacaktı ( Bkz. Gelecek bölümü: Yedi mühür ve yedi boru) ve bunlardan ilki, içlerinden en güçlü olanı Damin Arzaim dir.  

Damin Arzaim  : Aslında gerçek ismi; Mois Olfi olan, tek gözü çıkarılmış bir yalancı ve bir düzenbaz. Yaşadığı dönemde insanlar tarafından hiç sevilmeyen ve dışlanan bir kötülük abidesi. Onu ön plana çıkaran en önemli şey; Kötülükle birleşen liderlik ruhu ve sahip olduğu muazzam güçtü. Öyle ki iblisten sonra kendini Yedilerin Efendisi olarak öne sürmüş, bunu da kısmen başarmıştır. Bilindiği üzere bu iblis ruhu kehanetlerde de açıkça belirtildiği gibi içlerinden serbest bırakılacak ilk kişi ve diğer altı iblis ruhunu uyandıracak kişi olarak bilinir. Ama söylentilere bakılırsa o özgürlüğünü kazanmadan önce bile sahip olduğu gücünü kullanabilecekti. Çünkü onun serbest kalmadan önce diğer iki iblis ruhuyla beraber gizli bir birlik kuracaklarına ve onları yönlendireceklerine inanılır. (Bkz : Yediler ve karanlık evinden çıkış) Ayrıca karmaşık bir sisteme dayalı olan bu birlik, üç kişi tarafından yeryüzüne yayılacak ve o serbest kalana dek çoğu yere hükmedecekti. Tamamen serbest kaldığında ise; kehanetlere göre ‘’O’’ yeryüzünde büyük bir kaos ortamı oluşturacak ve kendi etrafında toplayacağı güçle beraber insanların çoğu gölgenin tarafını geçerek geriye kalan kehanetleri de hızla gerçekleşecektir. Onun hangi kehanetle beraber uyanacağı konusunda ise hiçbir kesin bilgi yok.  

Tritthon Bliss : Gizli bilgilere vakıf olmaya can atan bir aşık, ozan ve aynı dönemde yaşamış bir yazardır. Açık bir şekilde efendisine yakınlığıyla bilinir. Onu diğerlerinden ayıran en önemli şey ise gücü ikinci planda tutması ve kimsenin bilmediği birçok şeye vakıf olma içgüdüsüydü. İblisin cehenneme kapatılmadan önce ona cehennemin sırlarını vakıf ettiği söylenir. Ayıca çoğu ışık hizmetkârına göre O Karanlık Evi’nden çıkacak ilk kişidir.
  Aslında sahip olduğu özellikleri ve yaşantısı hakkında çoğu şey bilinmese de, onun müziğe karşı oldukça hassas biri olduğu herkes tarafından bilinir. Öyle ki müziğe olan bu hassasiyetinden dolayı, iblis onu insan kulağının duyabileceği en güzel notalarla ödüllendirmiştir. Yanından hiç ayırmadığı üflemeli nesne, ona efendisi tarafından verilmiş bir yol gösteren çalgısıdır. Ama bu çalgının özelliklerini değiştirerek, onu kötülükle birleştirmiş ve onu daha muazzam bir güç nesnesi haline getirmiştir.
    Öte yandan çoğu ışık hizmetkârına göre bu iblis ruhunun karanlığa kapatılmadan önce efendisinin ona armağan ettiği bu notaları insanlara gösterdiğine inanır. Ayrıca onun yaşadığı devirde var olan çoğu müzik aletinde iblisin gizli notalarının yer aldığı ve kötülüğü temsil eden bu notaların insanları kötü şeylere yönelttiği düşünülür.

Rhovin Simagus: Gerçek adı Alazar Rubal. İblisin yedi ruhundan biri. Karanlık Efendisi’nin gösterdiği birçok işarete vakıf olmuş ve muazzam bir büyü yeteneğine sahip olan bir iblis ruhu. Karanlık Evi’nden serbest kaldıktan sonra Gölge Eli ve Damin Arzaim ile beraber güçlerinin bir kısmını üç kişiyle paylaşacağına ve gizli bir sistem kuracaklarına inanılır. Bu sistem onların yönlendirmesi ile beraber üç kişi tarafından yayılacak ve birçok insanı da içine alarak Damin Arzaim’in doğuşuna dek karanlığa hizmet edecektir.

Leonarh Da’Mozar : Gerçek adı ve yaşantısı hakkında çoğu şey bilinmiyor. Lakabı olan; Gölge Eli olarak anılır. Bu iblis ruhu; muazzam bir çizim yeteneğine sahip bir ruh toplayıcıdır. Yaptığı tablolar gerçeğinin aynısını yansıtır. Ayrıca resmini çizdiği kişilerin ruhlarını lekeleyerek onları gölgenin yoluna hapsettiği bir gerçektir. Onun diğerlerine nazaran soylu bir aileden geldiği ve dört kadınla evli olduğu düşüncesi yaygındır. Ama bütün iblis ruhlarında olduğu gibi o da sahip olduğu yaşantısını gizlilikle saklamayı başarmıştı. Bir bilgiye göre mükemmel resim yetisine sahip olan kişilerin onun soyundan geldiğine inanılır.
    Gölge Eli’ni diğerlerinden ayıran özelliği; sembolleri ve karanlık nesneleri kullanarak yarattığı muazzam güçtü. ‘’Öyle ki, yedi iblis ruhu içerisinde karanlık nesnesi oluşturabilen tek iblis ruhudur ve iblisi temsil eden birçok büyülü simge oluşturmuştur.’’ Aynı zamanda bu simgelerin bir kısmı diğer iki gölge ruhu ile beraber oluşturdukları gizli birliğe aktaracağı düşünülür. Bunların en önemlisi; Keçi, Tilki ve Çakal üçlemesi (Bilinen Karanlık Kehanetleri’nden) Bu üçü oluşturdukları sistemin en üstünde duran ve birçok öğretiye vakıf olmuş üç üstadı temsil eder.  

Mammon Assorah: Gerçek adı;  Arabel Dairmaid. Değişime uğrayabilen bir iblis ruhu… Onu ön plana çıkaran en önemli şey; şüphesiz ki güce olan zaafı ve sahip olduğu büyük aç gözlülüktü. Gücünü temsil eden ve yanında taşıdığı mühürlü asa ona iblis tarafından verilmiş bir karanlık nesnesidir. Ayrıca Mühürlü asayla dokunduğu ölümlüleri kendi iradesine kolaylıkla bağlayabilir. Tabi bu büyü sadece karanlığa yakın olan ölümlüler üzerinde etkilidir. Onun geçmişine dair çoğu kişinin ortak görüşü ise bir dilenci olduğuydu. Ama bununla ilgili kesin bir bilgi yok. Güç konusunda Damin Arzaim’e en yakın olan dört iblis ruhundan biri olmasına rağmen, Damin Arzaim’in ondan çok daha farklı ve güçlü olan yönleri onu bu konuda fazlasıyla gölgede bırakmıştır. Bu yüzden onun üstünlüğünü kıskandığı oldukça açıktı ve gücünü kabul ettirmek için hızla kendi ordusunu oluşturmuştur. Ama karanlığa hapsedildikten sonra bütün bu çabası boşa çıkmış ve mühürlediği müritleri ise; O karanlığa hapsedildikten sonra onun etkisinden kurtulmuştu.

Mania Laverna Pocolom: Gerçek adı; bilinmeyen dört iblis ruhundan biri. ‘’Ölü ruhlarla ilişki kurabilen ve onları yönlendirebilen dişi bir iblis ruhu’’ Geçmiş yaşantısına dair birçok söylenti var. Çoğu kişiye göre fakir bir aileden geldiği ve hayatını ‘’hırsızlık’’ yaparak kazandığı söylenir. Onu diğerlerinden ayrı kılan özelliği ise farklı ve etkili mistik güçlere sahip olmasıydı. Öyle ki efendisinin ona bahşettiği güçle farklı boyutlara kolaylıkla geçebiliyor ve bu boyutlarda bulunan ruhları kendi iradesine bağlayabiliyordu. Karanlığa kapatılmadan önce kendine kayda değer bir Maridth( Ölü ruh) ordusu kurmuştur. Ayrıca öğrenmek istediği bilgileri çalmak için bu ruhları insan bedenine sokabildiği gerçektir.

Ningizzidax : Gerçek adı; Naga Jullungul. ‘’Dişi bir iblis ruhu’’ Yılanlara hükmettiği için çoğu ışık hizmetkarı onun ismini; yılanların annesi olarak telaffuz eder. Efendisinin ona bahşettiği güçle kısa sürede kendini halkının efendisi ilan etmiş ve kendi önderliğinde erkekleri alt sınıf olarak nitelendirmiştir. Yanından hiç ayrılmayan devasa yılan (Morogol) ona efendisi tarafından verilen bir iblis yaratığıdır. Birçok çocuk doğurduğuna ama bunlardan yalnızca dişi olanlarını hayatta bıraktığı söylenir. Erkek olanları ise kendi yılanına armağan ettiği yaygın bir söylentidir. Onun erkeklere karşı katı biri olduğu açıktı. Ama yedilerin karanlığa hapsedilmesinden sonra bile kendi halkı onun kudretini kabul etmiş ve kadınların kendi topraklarını yönetmesine izin vermiştir.
    Bir diğer bilgiye göre; onun karanlığa kapatılmasından sonra halkı yaşadıkları kurak topraklardan ayrılarak uzak diyarlara göç etmiştir. Bunun sebebi de çöl hayatının onları zor şartlara sürüklemeleri (kuraklık, açlık, ölüm) ve daha elverişli toprak arayışına girmeleriydi. Fakat onların çölü terk etmelerinden sonra yaratıcının doğası orada çok farklı bir coğrafyayı oluşturacaktı. Ayrıca bu coğrafyayı fark edecek kadim bir topluluk (Guah’lar) orayı keşfedecek ve oraya yerleşecekti. Ancak efsaneye göre topraklarını terk eden bu halk ilerde kendini bir kez daha bütünüyle yılanlarla özdeşleştirecek ve yılanların hüküm sürdüğü eski topraklarına tekrar geri döneceklerdir.’’  

    Aran Lahia, son cümleyi de okuduktan sonra bakışlarını ifadesizce not aldığı birkaç noktaya yoğunlaştırdı. Aynı notları kara kaplı kitaptan da almayı düşünüyordu. Doğrusu diğer kitapta yer alan bazı parçalar gerçekten de Filia’nın yazdıklarıyla mükemmel bir uyum sağlıyordu. Bunları birleştirmesi geçekten kolay olacaktı. Ama şuan için aklına takılan en önemli şey şüphesiz üç iblis ruhunun kuracakları gizli birlikti. Filia bunu Yedilerin serbest kalmadan önce, yani karanlık evinden çıktıktan sonra gerçekleştireceklerini yazmıştı. Çünkü bu birlik; onların düş boyutuna geçerken kuracakları bir birlikti. Aran Lahia, kara kaplı kitaba dikkatle göz gezdirirken bu konuyla bağlantılı olan bölümü bulmak için sayfaları ağır ağır çevirdi ve aradığı yarım sayfalık kısmı bulunca hemen büyük bir merakla incelemeye başladı. Günün doğumuna kısa saatler kalmıştı. Ama o, gün doğmadan aradığı bazı sorulara cevap bulacağından fazlasıyla emin hissediyordu.
                                                    
 

2
Kurgu İskelesi / Bir Eski Masal
« : 20 Ağustos 2014, 15:22:42 »
   
         Bu Masal bir alıntıdır!... 

                                          --Sevda Kuşun Kanadında--
 
   Bir varmış bir yokmuş, ne varmış ne yokmuş, var var iken, yok yok iken, develer tellal,  pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, sallanan sallantıda, sallayan sofada, sofa kocaman bir odada, oda ise alemin ortasında iken, penceresi olmayan tencereye, tenceresi olmayan pencereye, pencere de bir büyük ormana bakar iken, kardeşimin elinden kafes tir tir titrerken, kafesin içinde minik bir kuş inim inim inlerken, düşman elinden hayın bir taş dostların başını yarmayı beklerken, babaannemin gözlerinden yaşlar akarken, ne oldu ne olmadı, bir oldu pir oldu, iyi oldu kötü oldu, aniden yer sallandı, sema çöktü, volkanlar patladı, dağlar eridi, denizler taştı; bu arada kafes kardeşimin elinden düştü, kafesin içinden bir kuş kaçtı, hayın taş düşman elinden çıktı, babaannemin gözyaşları bitti tükendi, seccade yok oldu gitti; derken beşikler durdu bebekler sustu, pencereler açıldı kuşlar uçtu, ağaçlar kesildi ormanlar aşıldı, sular duruldu denizler kurudu; alem fesada verildi, elalem nifaka sokuldu; kimileri bağırdı, kimileri çağırdı, lakin söz kar etmedi; gece oldu karanlık bastı, karanlıkta karıncalar kararınca, her hane kadr u kıymetince, her adem kudret ve kuvvetince el vermek istediler olmadı, boşa koydular olmadı, doluya koydular almadı; .çaresiz aşıp sarp kayalıkları, çıktılar dik yamaçlara, tırmandılar yüce dağlara.
   
        VE dağ başından...
           rastladılar ak sakallı birisine....
             bin yıllık bir halıya
               bin yıldan beri
                bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi...

     
   İçlerinden saçları kara, gözleri kara, yaşı kara, başı kara, bahtı kara bir genç kalkıp sordu ona; ''Aşk ne ustam, hayatın sırrı ne!?  Tepeden tırnağa aşığım ben... VE Koskoca bir hayat var önümde...''
 
   Usta cevap verdi:
   
          Sevda kuşun kanadında, ürkütürsen tutamazsın;
            ökse ile sapanla vurursun da saramazsın!
             Hayat sırrının suyunu çeşmelerde bulamazsın,
              ansızın bir deli çaydan içersin de  kanamazsın!

             
    Derken sevda kuşun kanadında göklere yükseldi, ceylanlar kaçıştı, karacalar koşuştu, aslanlar kükredi, koyunlar meledi... yağmur dinmiş, dolu düşmüş, pir-i fani artık görünmez olmuştu; taşlar düştü, eller düştü, gözler düştü, ateş düştü; düşen düşünce beşik sallanmaya, bebek ağlamaya başladı; başını omuzlarına çevirip esselamu aleykum ve rahmetullah dedi babaannem, ve aleykumusselam ve rahmetullah diye mukabele etti melekler.
 
   VE birdenbire bir nida koptu gaipten; bir münadi, ''Yüce ALLAH'' diye haykırdI: ''ümidini kesmedi sizlerden.''
 
   Masal bitti, herşey bitti ve semanın kapıları açılıp bir kuş aşağılara doğru süzüldü yücelerden... süzüldü... süzüldü... VE Beyazıt Meydanı'ndaki Gül bahçesinin ortasına konuverdi.
 
   Hala anlatılır; rivayete göre o kuş, o gül bahçesini kendisine mesken edinmiş... Kar fırtına demeden, yağmura, tipiye, doluya aldırmadan o küçücük kanatlarını, bahçe içinde sayıları gittikçe azalmakta olan o rengarenk güllerin üzerine germeye çalışırmış ve umutla, özlemle hep baharın geleceği günleri beklermiş.
 
   işte! sevda, bu yüzden o kuşun kanadında imiş.

3
Kurgu İskelesi / Düşveren
« : 04 Mayıs 2014, 20:06:38 »
                                  
      Daha önce paylaştığım bir öykü.. bir kaç ufak düzeltme ve isimde değişiklik yaparak tekrar paylaşmak istedim... okuyan herkese teşekkürler....

                             

                                      
                                             Düşveren

    
      
       Her şey gecenin bir vakti penceremden içeriye giren o küçük soluk tüylü iblisle tanışmamla başladı. Geçen onca yıla rağmen o anı zihnimde hala canlı bir şekilde hatırlayabiliyor olmam gerçekten çok tuhaf. Adı; Piygmibliss idi.
      
       Piygmibliss, bir keçi yavrusunu andıran siması ve başının iki tarafında minik boynuzları olan küçük bir yaratıktı. Sarıya çalan tekinsiz gözleri iki kara benekle çevrelenmişti. Çenesinde yer yer beyazlaşmış griye çalan sakalları ve minik kulakları vardı. Ayrıca iki ayağı üzerinde de durabiliyordu. Vücudunun bazı kısımlarında ve alnında belirip yok olan tuhaf simgeler taşıyordu. Fakat saydığım tüm bu özelliklerine rağmen, bedeni gözle net olarak seçilemeyen hayaletimsi bir görünüme sahipti. Yine de saydığım bu özelliklerinin tamı tamına doğru olduğuna eminim. Ancak beni en çok tedirgin eden korkutucu yanı konuşabiliyor olmasıydı elbette.
    
     Penceremde yoktan bir şekilde ortaya çıkan bu mistik yaratığı ilk gördüğümde neredeyse düşüp bayılacaktım. Fakat bu olmamış ve tuhaf bir şekilde kendimde onun sözlerine karşılık verme cesaretini bulmuştum.
    
    Bana yazdığım hikayeleri beğendiğini söylemişti. Hatta onlardan (sanki beni uzun zamandır tanıyormuş gibi bir rahatlıkla) kısa kısa bahsetmişti. Bende o an aklıma gelebilen tek şeyle benimle ilgili bu kadar şeyi ve daha kimseye dahi anlatmadığım hikayelerimle ilgili nasıl olurda bu kadar bilgi sahibi olabildiğini sormuştum ona… Çünkü sözünü ettiği bazı şeyler benim hakkımda gerçekten de kimsenin bilemeyeceği ayrıntıları barındırıyordu. Ancak beni bir yandan da ürküten bu sualime verdiği cevabı oldukça garipti.  
 Çünkü yazdıklarımın dışında içimde onlardan daha fazlasını gördüğünü söylemişti. Yalnız hayal ettiklerimi yazma kısmında beceriksiz kaldığımdan ve istersem bana bu konuda yardımcı olabileceğini de dile getirmişti. Fakat bunu eğlentili ve beni küçümser bir tavırla söylemişti.
    
    Ancak sözleri beni hazırlıksız yakalamıştı gerçekten ve bu beni onun varlığından rahatsız olmama rağmen ansızın büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Dedikleri son zamanlarda sürekli aklımdan geçen şeylerdi zaten. Çünkü yıllardır yazdığım öykülerin hiç biri şimdiye kadar karşılık dahi bulmamıştı. Yıprattığım onca zaman, hayal ettiklerim… Her şey boşa çıkmıştı. Hiçbir şey düşündüğüm gibi gelişmemişti. Artık bu içsel çabalarımdan vazgeçmeyi dahi düşünmüştüm son zamanlarda. Çünkü insanlar yazdığım şeylere sürekli ilgisiz kalmayı seçiyor ve bu beni büyük bir güçsüzlüğe itip bütün ilham kaynaklarımı git gide harap ediyordu. Ayrıca ‘’yazmak’’ bahsettiğim bütün bu her şeyden sonra artık bir ızdıraba dönüşmeye başlamıştı bende.
      Neyse… Sanırım geçmişte kalan o masum beklentilerimi ve iç çekişmeleri mi bir kenara bırakıp tekrar işin aslına gelmem daha iyi olacak!
    
      İlk olarak şunu kesin olarak söylemeliyim ki; Ona güvenebileceğime inanmam hayatımda yaptığım en ahmakça hataydı. Fakat bana söyledikleri ve gelecekte kazanabileceğim başarılardan bahsetmesi beni ona büyük bir aç gözlülükle çekmişti.
       Çünkü söylediklerini yıllardır gerçekten de büyük bir düşle bekliyordum.
       İnsanlar artık beni fark etmeli ve yazdığım onca şeyden sonra beni övmeleri gerektiğini düşünüyordum. Evet!.. Bunu kesinlikle hak ediyordum ve hak ettiğim bütün bu her şeyi o gece bu küçük mahlukat bana verebileceğini söylemişti.
      
       İstediği tek şey vardı. ''Onu da yazdığım bütün hikayelerime katmasını istiyordu.'' Bunu ilk duyduğunda o kadar şaşırmıştım ki, hiçbir şey demeden ona belki dakikalarca boş boş baktığımı çok iyi hatırlıyorum. Ama isteğinin ne kadar saçma bir istek olduğunu kendisi de sonradan fark etmiş olmalı ki, daha sonra bana belki arada birkaç istisna olabileceğini söylemişti. Bu kesinlikle diğerinden daha iyi bir öneriydi. Fakat hala saçma ve garip bir istek olduğu kısmı tartışılmazdı.
      
       O gece ona karşılık olarak söylediğim sözlerimi bir paçavra olarak kenara atıp kısaca geçiştirmek istiyorum. Çünkü nihayetinde ona güvenmiş ve söylediği her şeyi kabul etmiştim. Bu ikimizin arsında ki bozulmaz bir anlaşmaydı. Başka tercihler için artık geriye dönüş yoktu.
  
       Piygmibliss yanıma yaklaşarak, adını üç kez fısıldadı o gece ve bana onunla ilgili hayal etmeye başladığımda her şeyin kendiliğinden var olacağını söyledi. Söylediği her şey gerçekti. Çünkü onunla ilgili yazdığım karanlıkla kaplı bütün öykülerim insanlar tarafından sevilmişti. Bu yüzden başarılı olmam için çok uzun yıllar gerekmedi. Yayın evleri artık kendiliğinden kapımı çalar olmuştu. Aradan geçen şimdiye  kadar ki yıllardan sonra ise gelmiş geçmiş en büyük öykü yazarlarından biri, hatta beklide en iyisi olmuştum!
      
        Hayatımın iyiye gittiğini düşündüğüm zamanlar olsa da, Piygmibliss ‘in sanki gerçekten ona ait olan içsel dünyasını hayal etmeye kendimi iyice kaptırmam, her şeyi tam tersine dönüştürmeye ve hayatımın yavaş yavaş eskisinden daha berbat bir görünüme bürünmesine sebep olmuştu. Çok az uyumamın yanında kendimi sürekli işime veriyor ve çok az zaman yemek yiyordum. Tabii işin sonunda yazdığım her öykü büyük bir üne kavuşmayı başarıyordu . Zamanla Piygmibliss’i insanların zihnine iyice kazımıştım. Ya da belki de O kendisiyle ilgili olan bütün karanlık sırlarını benim zihnimden faydalanarak insanlara aktarmayı başarmıştı. Hatta çoğu kişi onun gerçekten var olduğuna dahi inanmıştı. Yazdıklarım onlara büyüleyici geliyordu. Tabii bende olduğu gibi Piygmibliss’ten korkmayı da öğretmiştim onlara.
  
     Piygmibliss ile ilgili söylemem gereken en önemli kısım ise yaptığım derin araştırmalar sonucunda onunla ilgili fikirlerimde ne kadar haklı olduğumu keşfetmemdir. Çünkü bu dünya dışı yaratığın geçmişine dair bir takım yazılı kaynaklar buldum. Oldukça eski olan bu yazıtların ne zaman ve kim tarafından yazıldığıyla ilgili kesin bir bilgi OLMASA DA bu yazıtların birkaç yüz yıl öncesinde yazıldığı su götürmez bir gerçekti. Bahsettiğim yazıtlarda bahsi geçen dünya dışı yaratığın tarifi Piygmibliss’e tıpa tıp uyuyordu. Yazar onun bir Düşveren olduğunu söylüyordu ve Düşverenlerle ilgili korkutucu bilgiler ortaya koymuştu.
    
      Yazara göre Düşverenler insanlarla bağ kuran ve bağ kurduğu kişinin hayal gücünü muazzam bir farklılığa dönüştürerek bundan beslenen bir yaratıktı. Yazar doğruluğundan pek emin olmasa da bu yaratığın gerçek iblisten sonra ortaya çıktığını savunuyordu.
       Bu benim için gerçekten korkutucu bir ayrıntı olmuştu. İblise hizmet eden bir yaratığın kuklası olmaktan daha kötü ne olabilirdi bilmiyorum. Tabi bizzat iblisle olabileceklerini saymazsak.
      İkinci kısımda ise kurulan bağın sonuçlarından bahsediyordu. Yazara göre Düşverenle kurulan bağ ilk başlarda sorunsuz görünürdü. Öyle ki bu bağı kuran kişi etrafında yer alan insanları da etkileyerek hayal ettiklerini bir nevi gerçekliğe dönüştürür ve ölümünden sonra bile insanların bunların gerçekliğine inanmasını sağlardı.
      
     Ayrıca yazara göre Mitolojik figürlerin hepsi (Tanrılar,kahramanlar ve onlarla ilgili yazılan her şey) abartılı bir Düşveren ürünüydü. Hatta bu konuyla ilgili yazıtlarda ilginç bir bilgi yer alıyordu. Bu bilgi beni ilk başta her ne kadar şaşkınlığa uğratmış olsa da doğruluğuna kesinlikle inanmıştım. Yazar  yazıtlarında Düşverenle bağ kuran kör bir adamdan bahsetmişti. Adamın kör olması her ne kadar ironik görünsede bu kişinin Düşvereni görmüş olduğundan şüphe duymuyordu. Ve bu kişi; Antik Çağ'da yaşamış olan İyonyalı büyük ozan Homeros’tan başkası değildi. İnsanların hayranlıkla bahsettiği ve eserleri yüz yıllar öncesine ait olan bu büyük ozanın batı dünyasını nasıl olurda bu kadar derinden etkilemiş olduğunu anlamak benim için şuan oldukça basit görünüyordu.
    
      Ancak son zamanlarda kendimle ilgili olan bu durumdan nasıl kurtulabileceğimi kavramaya çalışmam gerçekten beni yiyip bitiriyordu. Öyle ki, Düşverenlerle ilgili okuduğum bu yazıtları ilk bulduğumda; içinde en çok olmasını istediğim ve bulmayı arzuladığım tek şey kurulan bağın nasıl bozulabileceğiydi.
    
      Ancak bununla ilgili hayallerim her şeyi okuduktan sonra tamamen suya düşmüştü. Çünkü yazılanlara göre bağı bozmanın tek yolu ancak ölümle gerçekleşebiliyordu.
      Eğer bağ kurulan kişi kendi isteğiyle ölmeyi seçerse bağ bozulur ve Düşverende kendisiyle beraber yok edilirdi. Yazar bundan büyük bir ciddiyetle bahsetmişti. Öyle ki durumun ciddiyetinin kavranması için bağ kurulan kişinin geç kalınmadan kendi hayatına son vermesini belirtmişti. Yoksa sonuçları delilik gibi çok daha kötü şeyler doğurabilirdi. Tabi yazarın bu görüşlerinin doğruluğu su götürmez bir gerçekti.
      
       Ancak kendimi böyle bir şeye hazırlamam gerçekten de çok zordu. Ama günlerdir bunu düşünmeden edemiyordum.
       Fakat gerçek göz ardı edilmeden söylemem gerekir ki, insanlardan uzak kalmayı seçen ve onun aklıma girmesini seçen bendim. Tabi onun bana böylesine zarar verebileceğini hiç düşünmemiştim. Bu yüzden geldiğim son tamamen benim hatamdan kaynaklanıyordu. Çok ama çok yanlış bir seçim yapmıştım.
       Fakat kendimi sürekli korkan, savunmasız, küçük bir çocuk gibi hissetmekten yeterince yoruldum ve kazandığım onca başarıya ve üne rağmen artık buna dayanmakta fazlasıyla zorlanıyorum. Sanırım artık her şeye bir son vermenin zamanı geldi.
    
        

       Aleister Yelworc kalemini her zamankinden biraz daha zorlukla yazmış olduğu ve son kez karaladığı iki sayfalık kağıt parçasıyla beraber masasında bırakarak ayağa doğruldu. Yüzü çok solgundu. Çökük suratı ve son zamanlarda iyice zayıflayan bedeniyle her an düşüp bayılacakmış gibi bitkin duruyordu. Ama buna rağmen yapmaya karar verdiği şeyden hiçte vazgeçecekmiş gibi görünmüyordu. Adam sandalyeye üç adımla yaklaştı ve sol ayağını kaldırarak hemen üzerine çıktı. Tavandan sarkan ipin sağlam oduğunu denemesine hiç gerek olmadığını biliyordu. Bu yüzden ilmiği hemen boynuna geçirerek yapması gereken son işe odakladı kendini.
        
       Ne kadar da tuhaftı… Uzun zamandır kendini hiç bu kadar korkudan uzak hissetmemişti. Gerçekten de korkmuyordu… Bu onu kısa bir an için de olsa mutlu etmişti.
      Ardından sandalyesini hiç tereddüt etmeden yana itti. Ama bu onu beklediğinden biraz daha fazla bir acıyla karşı karşıya bırakmıştı.
      
      Evet! Nefes alamıyordu. Ama buna direnmedi. Saniyeler yavaş yavaş geçerken o seçtiği sona artık daha da yaklaştı. Beyninde çektiği acıya karşı tepki vermesi yönünde düşünceler belirse de her şey için artık çok geçti. Çünkü güçsüz kollarının o andan sonra yapabileceği hiçbir şey yoktu. Gözleri yavaş yavaş sönmeye başladı. Fakat tamamen kapanmadan önce pencerede duran bir şeyi fark etmiş ve acıyla can çekişen göz bebekleriyle oraya odaklanmaya çalışmıştı..
        
      Evet! Bu oydu ve elinde az önce yazdığı kağıt parçalarını tutuyordu. Daha sonra bakışlarını büyülenmişçesine incelediği kağıt parçasından alarak mutlulukla ona dikti. Aleister Yelworc o an bir şeyi fark etti. Piygmibliss karşısında o kadar net görülebiliyordu ki, onu ilk ve son kez gördüğü o eski soluk görüntüsünden en ufak iz kalmamıştı. Bu yaratık kesinlikle onun eseriydi.
      Bakışlarını pişmanlıkla son kez yaratığa dikerken, Pygmybliss ona sinsi bir eğlentiyle gülümsedi ve ona duyabileceği net bir berraklıkla; bu yazdıklarının en güzeliydi Aleister... Dedi.    
    


4
Kurgu İskelesi / Anadolu'nun Ejderhaları
« : 20 Nisan 2014, 20:27:38 »




                                      Anadolu'nun Ejderhaları


         Hayal güçleri o kadar açtı ki çocuklar,  insanlar bu yüzden olmayan tanrıları,kahramanları ve hayali ırkları yaratmıştı…

      Aslında hocanın bu cümlesi tam da bitmeden okulun bugünde bittiğini haber veren son ders zili çalmıştı. Genç adam bundan pekte hoşnut görünmese de bakışlarını zoraki bir gülümsemeyle tüm sınıfa odakladı ve tebessümle bir daha ki derse görüşürüz çocuklar… Dedi.
   
      Raven adında ki genç çocuk öğretmeninin bu son sözlerinin ardından diğer çocuklar gibi kitaplarını (biri hariç) hemencecik topladı. Ama kafası biraz karışıkmış gibi görünüyordu. Günün son dersi onun için diğer derslerinin aksine fazlasıyla garip geçmişti. Derslerinin ana konusu yaratıcılık ve edebiyattı. Ders kitaplarında olmayan bir konuydu bu aslında ve öğretmen bunu eski mitolojilere dek çekiştirmişti. Görünen o ki okula yeni gelen edebiyat öğretmenleri daha ilk gününde bütün sınıfta garip bir izlenim bırakmayı başarmıştı. Öyle ki; Ders esnasında tuhaf bir şekilde hiç kimseden en ufak bir çık sesi çıkmamış ve herkeste öğretmeni; hemen hemen aynı olan donuk ve anlamaya çalışan gözlerle izlemişti. Tabi onun bu izlenimi, öğretmenin onun gibi diğer arkadaşlarını da etkilediği kanısını fazlasıyla doğruluyordu.   
      Çocuk son olarak masasından aslında raftan rastgele seçtiği o tuhaf isimli hikaye kitabını da alarak okulun yeni yapılmış kütüphanesinden sessizce ayrıldı. Tabi her zaman olduğu gibi çıkış yine bir izdihama dönüşmüştü çoktan. O yüzden fazla acele etmedi. Fakat karnı açlıktan öyle kazınmıştı ki kendini diğerleri gibi acele etmekten zor alıkoymuştu. Kısa bir an için duvara yaslanarak çıkış kapısının sakinleşmesini bekledi ve her şey normale döndükten sonra da okuldan hızlıca çıkarak yolun hemen karşısında ki bir sokağa girdi ve hiç bir yere sapmaksızın evine giden yolu takip etti.
     
      Saat neredeyse 1'e yaklaşmak üzereydi. Yine fazla zamanı yoktu. Eve gidip yemeğini yedikten bir süre sonra işe gitmesi gerekecekti. Çalıştığı marangoz dükkanında ki işleri bu sıralar fazlasıyla yoğun geçiyordu. Bir sürü iş birikmişti ve ustası bugünlerde bunları yetiştirmekte fazlasıyla zorlanıyordu. O yüzdende son zamanlarda fazlasıyla asabi davranıyordu. Fakat onun bundan çokta rahatsız olduğu söylenemezdi. Çünkü biliyordu ki ustası özünde iyi bir adamdı. Onu asıl rahatsız eden şey; diğer iki iş arkadaşının davranışlarıydı. İkisi de ona sürekli kötü davranıyor ve küçümseyen sözleriyle aşağılıyorlardı. Her ne kadar böyle durumlara alışkın biri olsa da bu onu çok fazla rahatsız ediyordu. Ama başka şansı yoktu. Çünkü o evdeki tek erkek çocuktu ve çalışmak zorundaydı. Bunu düşünürken içine kasvetli bir his çöktü ve bakışları ifadesizce elinde tuttuğu hikaye kitabına döndü. 13 yıllık hayattı boyunca hiç hikaye kitabı okumamıştı. Bu ilk olacaktı onun için. Tabi artık bir kütüphaneleri olduğunu düşünürsek sonda olmayacağa benziyordu. Nedenini tam olarak kavrayamasa da bu durum onu az da olsa heyecanlandırmıştı. Ayrıca yeni hocalarının anlattıkları ona farklı gelmesinin yanı sıra bir diğer yandan da ilgi çekicide gelmişti aslında.
      ‘’İnsanlar çok fazla şeyi hayal edebilir…’’ Sözcükler net olarak kavradığı sözlerinden sadece biriydi. Belki yemeğini yedikten sonra kısa bir an için de olsa kitaba göz atma şansı olurdu. Bunun için az da olsa zamanı olduğunu biliyordu. Hem işten geldikten sonra da kalanına devam edebilirdi belki. Düşüncesi yüzüne anlık bir gülümseme yayarken, karnı ona aç olduğunu haber veren sesli bir guruldamayla kükredi. Raven ise midesinin bu yakarışına hemen karşılık vererek adımlarını daha da hızlandırdı. Zaten yolun yarısını çoktan aşmıştı ve iki-üç dakikalık bir mesafesi kalmıştı. Fakat eve varmasına ramak kala yolda en son görmek istediği kişiye rastladı. Babası her zaman ki gibi belli ki kahvehaneden karnını doyurmak için eve dönüyordu. Fakat oda o sırada onu fark etmiş olacak ki, duraksamış ve bakışlarını ondan tarafa çevirmişti. 
   
      Raven…? ‘’Babasının oldukça soğuk olan sesine rağmen yüzünde onu gördüğünden memnun olmuş bir ifade vardı.’’
     
      Merhaba baba... ''Çocuk babasına tedirginlikle bir bakış attı.''
     
      Merhaba evlat. Şu işe bak bende sana bakacaktım. ''Adam sözlerini araladı ve oğluna uysalca gülümsedi.'' Fakat çocuktan babasının kısa bir sessizliğe gömülen sözlerine verecek bir karşılık gelmedi. Genç çocuk o an her zaman yaptığı gibi sadece babasına bakmakla yetindi. Zaten babası da tıpkı beklediği gibi bu sessizliği hemencecik yok etmişti.
     
      Az önce marangozdan çıktım evlat. Görünüşe bakılırsa o huysuz marangozun işleri bu sıralar fazlasıyla tıkırında. Çocuk biraz beceriksiz bir hareketle babasının sözlerini onaylar bir şekilde hemen baş salladı.
     
      Dinle… Bir ayın bugün doluyor. Akşam sakın maaşını istemeyi unutma. Gerçi ben senin adına az önce istedim! Ama huysuz herif yine inatçı çıktı. Tutturdu senden başkasına verme…
     
      O elinde ki ne? Çocuk daha babasının neyden bahsettiğini bile kavrayamadan, babası elinde tuttuğu kitabı alarak asık suratla inceledi.
     
      Hangi parayla aldın bunu?
     
      Şey… Hayır baba. Bu kitabı okuldan verdiler. Okuyup kitap hakkında bir şeyler yazmamızı istedi öğretmen.
     
      Okulda size böyle saçma şeyler mi okutuyorlar. Adam kitaba öfkeyle bakarken içinden birkaç kötü söz söylendi ve küçümseyerek kitabın adını mırıldandı.
     
      Anadolu'nun Ejdarhaları!
      Hay allahım yaa…
      Anadolu'nun Ejdarhalarıymış!   Hangi dangalak öğretmen verdi bunu sana?
     
      Okula yeni atanan bir öğretmen baba… Adını bilmiyorum! Raven babasına korkuyla bakarken, onu küçük duruma düşüreceğini düşünerek yeni öğretmeninin adını vermekten kaçındı.
   
      Bana bak! Kafanı böyle şeylerle uğraştıracağına biraz işine gücüne bakıp mesleğini öğren. Okul yüzü dahi görmemiş elalemin çocukları gece gündüz çalışıp eve ekmek getirirken sen böyle saçma şeylerle mi zamanını harcıyorsun? Hem bu sene son artık. Bu yüzden fazla kaptırma kendini. Anladın mı!..
   
      Raven, babasına sözlerini anladığını ima eden üzüntülü bir baş sallamayla karşılık verdi ve onun elinde tuttuğu kitabı öfkeyle üç-dört parçaya ayırarak yan tarafına fırlatmasını izledi. Babası bunu yaparken çocuğun o an düşündüğü tek şey öğretmenine ne cevap vereceğiydi. Kitabı yerden alamazdı. Bu onun için gerçekten de kötü bir sonuç yaratırdı. Aklına ilk gelen ve olabilecek en iyi yol; babası gittikten sonra kitabı alıp tamir etmek ve öğretmenine kitabın zayiatıyla ilgili bir şeyler uydurmasıydı. Çocuk kafasında öğretmenine ne anlatabileceği ile ilgili düşünceleri geçirirken, arkadan babasını takip etti ve birkaç metre ötede ki neredeyse bir harabeyi andıran evlerine girdiler.
     
     Babası eve girince ilk olarak oturma odasının yolunu tuttu ve orada bulunan annesine yemeğin hazır olup olmadığını sorduktan sonrada kızgın olduğunu belli eden bir şekilde odanın bir köşesine oturdu. Kadın ona cevaben; sofrayı birazdan kuracağını söyledi.
   
     Çocuk o an babasıyla arasında geçen kötü olayı aklından uzaklaştırmaya çalışırken bütün dikkatini bakışlarını ona diken annesine odakladı. Annesinin yüzünde çok güzel bir tebessüm vardı. Ayrıca yılların verdiği o ağır yüke rağmen, şaşırtıcı bir şekilde fazlasıyla dinç ve canlı görünüyordu.
     
     Sen de aç olmalısın oğlum… ''Ona güzel bir gülümsemeyle söylemişti bunu.''
     Çocuk annesine üzüntüsünü belli etmeyen zoraki bir gülümsemeyle baş salladı ve bunu annesinin mutfağa giderek görünürden kaybolmasına dek yüzünde tuttu. Babasıyla  odada baş başa kalınca da ister istemez yine aynı ruh haline dönmüştü zaten.. Evin oturma odası olarak kullandıkları bu oda; el dokuması eski bir kilim ve birkaç minderle süslenmişti. Bunu bozan tek şey odada televizyonları için ayırdıkları küçük köşeydi. Televizyon ufak tefek bişi olduğundan çok yer kaplamıyordu. Hatta o ve ablasının dışında bir kişiye daha yetecek bir yatak kapasitesine dahi sahipti oda. Tavanda ki kireç rutubetten tamamen dökülmüş ve bu da tavanda haritayı andıran parça parça şekiller oluşturmuştu. Duvarında bakımsızlık konusunda tavandan kalır yanı yoktu. Ufak tefek çatlakların yanı sıra kabarıklar da kendini az da olsa ön plana çıkarıyordu. Raven odanın bir köşesine sessizce otururken, babası her zaman ki gibi o sıra da televizyonda izleyebileceği bir kanal aramaya koyulmuştu. O ise o an dikkatini duvarda ilgisini çeken çerçevelenmiş bir resme odaklamıştı. Bu resim; kendini bildi bileli evlerinde bulunan bir resimdi. Fakat buna rağmen daha önce hiç bu kadar dikkatini çekmemiş olması tuhaftı. İçine o an resimle ilgili garip düşünceler düştü. Çünkü bu resim odaya anlam veremediği garip bir hava katıyordu. Ama yine de sıradan sayılırdı. Öyle ki, bu kasabada ki birçok evin duvarında bu resmi görmek mümkündü. Ama şurası da açıktı ki; fark ettiği kadarıyla insanlar çok az zaman bu resme göz atmayı akıl ediyorlardı. Hatta kulağa garip gelecek ama sanki resmin insanların ona bakmasını engelleyen gizli bir yönü vardı ve herkese kendini unutturuyor gibiydi.
     
      Resimde bulunana figür; yılan bedenine sahip olan bir kadına aitti. Parlak siyah pullara sahip olan bedeni şaha kalkan bir kuyrukla tamamlanmıştı. Aslında kuyruk demek yanlış olur. Çünkü şaha kalkan kuyruğu değil, tam olarak bir yılanın baş kısmıydı. Yani yılanbaşlı bir kuyruk demek daha doğru olur. Yılanın boynunda altından bir tasma vardı ve çatal dili dışarı doğru uzuyordu. Figürün asıl baş kısmını ise bir yaratığın bedenine hapsolduğunu andıran güzel bir kadın tamamlıyordu. Süslü bir taç takmıştı ve değerli taşlardan yapıldığını hissettiren takılarla donanmıştı. Resim; Şahmaran adında ki efsanevi bir yaratığa aitti. Çok eskiye ait olan hikayesine rağmen, hala birkaç evin duvarında kendine yer edinmeyi başaran bir efsaneydi o ve masallardan uzak kalmak zorunda olan bir çocuğun bakışlarına hedef olmuştu...
   

     

Sayfa: [1]