Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - u.aslan

Sayfa: 1 ... 5 6 [7]
91
Kurgu İskelesi / Ynt: Büyükbabamın El Yazmaları
« : 21 Ekim 2014, 15:26:48 »
Bilimsel çalışmaların çılgın silahların geliştirildiği bir dönemde okuma yazmanın pek gelişmemiş olması biraz tezat olmamış mı?

Haklısınız. Hatta dönem, büyük büyük dedesinden de önceki bir dönem ( el yazması dedesine geçtiğine göre) Böyle bir dönemde okuma yazma oranının az olması tartışılabilir. Bir de şu açıdan da bakmak gerekir. Asirlar önce okur yazar oranı azken bir çok formül ve buluşun çok eskilerde keşfedildiği de aşikar. Ama yorumunuz için teşekkür ederim bu açıdan pek düşünmemiştim

92
Kurgu İskelesi / Ynt: Büyükbabamın El Yazmaları
« : 20 Ekim 2014, 22:10:00 »
Yorum ve eleştirileriniz için ayrıca teşekkürler. 115 okunmadan 1 tane dahi görüş çıkmaması enteresan

http://www.kayiprihtim.org/forum/hikayelerinizi-nasyl-okutursunuz-t15946.0.html


Bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederim. Söyledikleriniz aklımda.

93
Kurgu İskelesi / Ynt: Büyükbabamın El Yazmaları
« : 20 Ekim 2014, 21:21:15 »
Yorum ve eleştirileriniz için ayrıca teşekkürler. 115 okunmadan 1 tane dahi görüş çıkmaması enteresan

94
Kurgu İskelesi / Büyükbabamın El Yazmaları
« : 15 Ekim 2014, 16:29:51 »

Büyük büyük dedemden gurur duyuyordum. Üşenmeden yazmış, çizmiş, karalamıştı hayatı boyunca. O zamanlarda okuma yazma bilen yok denecek kadar azken, böyle farklı bir kişiliğinin bizim aileden çıkması beni gururlandırıyordu.

Geçen kış, amcamların evinde bir çuval dolusu eski kitabın ateşi tutuşturmak amacıyla kullanıldığını gördüğümde şoke olmuştum. Öğrendiğimde şaşkınlığım öfke nöbetlerine bıraktı kendini. Dedemin cânım el yazmalarını bir çuvala tıkıştırmışlar ve yakmak için istiflemişlerdi. Çoğu nemden küflenmiş, parçalanmış vaziyetteydi. Ellerinden kurtardığım için hala şükrediyorum Allah’a.

Kurtardığım el yazmalarının birisi ilgimi aşırı derecede çekmeyi başarmıştı. Defterin kapağındaki zarafet, sayfalarındaki tarih kokusu, mürekkebin muhteşem rengi, okuyamasam da yazının göz alıcı güzelliği etkilemişti açıkçası beni. Farklıydı o, yazarın kullanmış olduğu alfabe dahi diğerlerinden ayrıydı… Büyükbabamın el yazısı değildi, ama okumayı istediğim ilk kitaptı o.

Meraklar içinde çevirmen aradım geçen hafta. İnanır mısınız koskoca üniversitedeki tarih hocalarım kitabı okuyamıyor hatta ne olduğu hakkında fikir bile beyan edemiyordu. En sonunda çözümü kapalı çarşıdaki antikacıda bulabilmiştim. Yarım aylık bursuma mâl olacaksa da gözümü dahi kırpmadım. Kitabın bir kaç sayfa fotokopisini çekip tercümana götürdüm. Adını dahi duymadığım bu dili çözebilen birini bulduğum için çok şanslıydım.

Ve dahası, tercüme edilmiş halini okuyunca ortaya çıktı. Tercüman, fotokopideki çok eski yazıların kime ait olduğunu sorunca bir şey dememiştim. Okul ödevim diye geçiştirdiğimde fazla kurcalamadı.

Her neyse günlerdir okuyorum, düşünüyorum, kafamdan kurup yazıyorum. Ama cevabını bulamıyorum. Kim ne maksatla yazmıştı bunu acaba? Bir delinin hatıra defteri miydi bu, yoksa edebi eser ortaya koymak için kurgulanmış bir öykü müydü? Yoksa?

Karar verememiştim.

En iyisi bir daha en baştan dikkatlice okumak:


“Tabiatın kanunlarını kendi üzerinde test etmek dünyayı yaşanılmaz bir hale getiriyor. İnsanoğlunun bitmek tükenmez bilmeyen merak duygusu neler açıyor böyle başımıza? Her zaman daha fazlasını istemek, daha güçlü, daha zeki, evrene daha da hâkim olabilme gayreti neden bu kadar yüksek? Doyumsuzluk, doyumsuzluk, doyumsuzluk… Tüm sorun buradan başlıyor.

Öğrencilik hayatımın bitmesine sadece 3 yıl kalmıştı. 28 yaşından sonra istesem de istemesem de öğrenim sürecim tamamlanıyordu. En parlak çağını atlatan bir insanın öğrenme sisteminde etkisiz bir elaman olarak kaldığı gerçeği artık yasalarımıza da işlenmişti. Ama benim bu sistemden atılmam tabi ki 28 yaşına kadar sürmedi.

Yıllarca gece gündüz demeden okuyor, araştırıyor, laboratuvarımda saatlerce deneyler peşinde koşuyordum. Öyle ki bir gün çılgın teorimin çılgın güçlerin eline geçene kadar bu hep devam etti. Dayanamıyordum…

Sırf dünyadaki gücü ellerinde tutmak için çılgın silah icatlarını mı dersiniz, insan ömrünü uzatmak uğruna yapılan garip deneyler sonucu sürüngene benzer görüntülerle doğan, zavallı bebekler mi dersiniz. Hangisini anlatayım? Her geçen gün insanlardaki sevgi, aşk,  merhamet, karşılıksız paylaşma gibi birçok duygunun günden güne eridiğini gözlemleyebiliyordum. Oysaki bitirdiğimiz okullarda her seferinde insanlık için, daha yaşanılabilir bir dünya için çalışacağımıza yemin ediyorduk.


Verdiğim sözü tutmalıydım. Sorunu kökünden halletmeliydim. İnsanlık için yapacağım şeyin ne kadar önemli olacağını düşünüyordum. En sonunda kafaya koyduğum şeyi denekler üzerinde başarabilmiştim. Hazırladığım toz tanecikleri ile insanlardaki merak duygusunu körelterek tüm bu olanların önüne geçebileceğimi düşünmüştüm. Hayal gücünden ve merak duygusundan yoksun bir insanlık,  daha fazlasını isteyemeyecek ve dünyayı ve kendisini daha fazla yıpratamayacaktı.

Ancak bu başarımın başarısızlıkları da beraberinde getireceğini nereden bilebilirdim. Teorimi hayranlıkla izleyen profesör meslektaşım, sırf kendi çalışmalarına fon kazanabilmek için üniversite yönetimine icadımı sızdırmış. Bu da yetmezmiş gibi yönetimdekiler de para hırsı yüzünden her şeyi götürüp zengin iş adamlarına pazarlamışlar.

Sahibi olduğum bu teori, gidebilecek en kötü ellere sırasıyla ulaştı diye düşünüyordum. Amaçlarının çok daha sonra; mutlu insanlar, az ile yetinen fazlasını düşünemeyen koyun sürüleri yetiştirmek olduğunu anlamıştım. Kolay yönetilebilen, kendilerinin servetinde gözü olmayan bir insanlık onlar için muhteşem bir fırsattı. Şebeke sularından tutunda yiyeceklerimize kadar her gıdaya karıştırmışlardı bu tozları. Aslında yaptıkları şey tam da benim isteklerimi karşılıyor diye düşünürken öyle olmadığını yıllar sonra anlayabildim.

Hayal gücümü kaybetmem geri zekâlı olmam anlamına gelmiyor ebetteki. Olan bitenleri gayet net anlayabiliyorum. Şöyle ki meraklarını ve hayal gücünü kaybeden insanlık, kendine yetmemeye başladı. İleriye dönük en ufak bir düşünceyi aklının ucundan geçiremez olmuştu. Belki……… diye bir cümle dahi kurmaktan acizdi insanoğlu. Kaynağını tüketen, tamamen kurumuş nehirler gibiyiz şuanda. İleriyi kestiremiyor, sürekli hata yapıyor, kısa sürede çözülebilen basit sorunları bile çözmemiz yıllar alıyor. Şimdi anladım ki insanı hayatta tutan bir duyguymuş merak. Eskiden sorunlar vardı ancak başarısızda olsa çözüm üretebileceğimiz fikirlerimiz de vardı. Şimdi ise sadece sorunlar var.

Kendi icat ettiğim bu tozlar, adeta zehir gibi her yere yayıldı. Üstelik panzehrini de bulamıyorum. Nasıl geçecek bu illet aklım almıyor. Bu dünyanın onca kahrı çilesi yetmezmiş gibi bir pranga da ben vurdum ayaklarına. Evet evet, pranga vurulu şuanda insanoğlunun hayal gücüne. Kaş yapayım derken göz çıkarmak benimkisi adeta.

Piyon gibi hissediyorum kendimi bu aralar. Can sıkıntısı da diyebilirsin yazdıklarıma. Belki zaman geçirmektir amacım; belki de biri sesimi duyar da çare olur ilerde bize, diye yazıyorumdur bu olanları kim bilir?

Bir dakika...

Bir dakika, sahi ne dedim ben biraz önce?

Buldum!”



Uğur ASLAN

14/10/2014
Sivas

95
Kurgu İskelesi / KOZMOS 21 - Komutan Noyan'ın Keşfi
« : 14 Ekim 2014, 19:07:55 »
-   Komutanım, orda mısınız?
-   Efendim, ses verin lütfen. Komutanım orda mısınız?
Herhangi bir ses soluk yoktu ortalıkta. Uzay üssünde derin bir sessizlik oluşmuştu. Teğmen Korutürk önündeki telsizle en yakın arkadaşının sesini duyma çabasındaydı.
-   Kalp atışları ne durumda, bilgi verin yaşam istatistikleri nasıl?
-   Efendim nabız düşmeye başladı. Sanırım komutan yaralanmış olmalı, kan kaybından dolayı nabız düşmekte. Diye cevap verdi yan taraftaki genç kadın
-   Lanet olsun nerede bu görüntü, neden sinyal alamıyoruz. Komutan lütfen ses verin efendim.
Kamera görüntüleri gelmediği gibi, kokpitteki komutandan da ses seda çıkmıyordu. Üsteki sessizlik moral bozukluğuna dönmüştü. Mekik yeryüzüne inmeden önce şiddetli darbe almıştı, çarpışmanın etkisiyle parçalanmış olabilirdi. Teğmen Korutürk telsizin başında kırmızıya çalan ten rengiyle boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. Ta ki yanıt alana kadar
-   Teğ-men… buradayım.
Komutanın sesi güçlükle çıkıyordu. Acı çektiğini üsteki herkes anlamıştı. Komutanın sesini duyan teğmen adeta canlanmışçasına telsize seslenmeye başladı
-   Efendim yaralı mısınız?
-   E-evet. Sanırım bacağım kırık. Kan, kan kaybediyorum
-   Efendim yedekleme ünitesinden uzakta mısınız? Lütfen kabine girmeye çalışın.



Kafasını yattığı yerden kaldırarak “yedekleme ünitesi… Evet neden aklıma gelmedi” diye geçirdi içinden. Komutan başındaki kaskı çıkardı, yere bıraktığı kask eğiminde etkisiyle yuvarlanmaya başladı. Güçlükle kırık bacağı ile sürünerek yedekleme ünitesinin yanına geldi ve butona basıp kapağı açtı. Sanki cinayet işlenen olay yeri gibiydi ortalık. Geriye dönüp baktığında bacaklarından akan kanlar adeta zeminde zorla sürüklenmiş izlenimi uyandırıyordu. Kollarındaki son gücü de kullanarak solaryum kabinine benzeyen yedekleme ünitesinin içine bıraktı kendini. Kapağı üzerine kapattıktan sonra kanlı parmakları ile monitördeki düğmeye dokundu. Yedekleme ünitesi mavi ışıklarıyla tiz sesler çıkarmaya başlamıştı. Şükürler olsun çalışıyor diye mırıldandı.
Hoş geldiniz. Lütfen tanımlama işlemini gerçekleştiriniz, diye yanıt verdi makine.

-   Komutan Noyan
Hoş geldiniz. Lütfen seçiminizi yapınız.
-   Sistem geri yükleme
Lütfen geri yükleme türünü seçiniz
-   Fiziksel
Lütfen yedekleme zamanı seçiniz.
-   Alınan son yedek geri zekâlı makine haydi artık!
Sistem geri yükleme başlatıldı.

Dev ışık huzmesi, garip seslerle birlikte komutanın vücudunu dalga dalga inceliyordu. Kanlar içerisinde bekleyen komutan bayılmanın eşiğindeydi. Makine çalışırken sesli bilgilendirme mesajlarını vermeye başlamıştı.


Son fiziksel yedekleme geri yükleniyor…

Hasarlı dokular onarılıyor…





***





Yedekleme ünitesinde uzun süre baygın kalan Noyan ayılır ayılmaz kapağı açıp doğruldu. Etrafına bakındığında darmadağın ve kanlar içerisinde kalmış kokpiti gördü. Haberleşme cihazları dâhil birçok alet yerlere fırlamış, ekrandaki görüntüler kapanmıştı. Yerde duran kaskını görünce yanına yaklaşıp kafasına taktı. Mikrofonuna seslenmeye başladı:

-   Kozmos 21 den Anadolu’ya. Sesimi duyuyor musunuz?

Bir süre sessizlikten sonra çağrısını tekrarladı ve karşıdan parazitli cevap gelmeye başladı.

-   Anlaşıldı Kozmos 21 sesiniz geliyor. Burası Anadolu, durumunuz nedir komutanım?
-   Ben iyiyim, yedeklemeden yeni çıktım bayılmışım.
Komutanın sesini duyan uzay üssü sakinleri adeta sevinç çığlıkları atmaya başlamıştı. Komutanın iyiyim demesiyle herkes alkışlıyor, sevinçle birbirlerine sarılıyordu.
-   Efendim çok sevindim. Mekikte durum nasıl hala görüntü alamıyoruz.
-   Çarpışmadan sonra etraf biraz dağılmış mekiğin arka kısmına geçemedim henüz. Görünen o ki etraf güneş ışıklarıyla aydınlık vaziyette. Kokpitin ucu gökyüzüne bakıyor sanırım bir tümseğin ya da tepenin üzerindeyim. Görüş açısı yok. Şuan benden başka mürettebattan uyanık kimse de yok. Henüz kontrol edemedim.
-   Anlaşıldı efendim.
-   Teğmen izninle daha sonra iletişime geçeceğim.

Diyerek kaskını tekrar başından çıkardı komutan. Kokpitin çıkış kapısını aralamadan elektronik uzay elbiselerini giymesi gerekiyordu, Üzerindeki parçalanmış, bazı bölmelerde kabloları yerinden fırlamış kıyafetlerini çıkartmaya başladı. 10 dakikalık giyinme süresinin ardından kafasına cam kaskını yerleştirerek kapıya yöneldi. Neşeli bir edayla “Uyanma vakti hanımlar” diyerek kapının manuel ve elektronik kilitlerini açtı. Ancak gördüğü manzara karşısında şaşkınlıktan dona kalmıştı. Mürettebat bölümü adeta kokpitten sökülmüş gibiydi. Karşısında sadece kahverengi toprak yığınları bulunuyordu. Üzgün gözlerle belki kopan parçalar yakınlardadır diye mekiğin arkasına bakındı. Ancak ortalıkta mekikle ilgili hiç bir şey gözükmüyordu. Dışarı birkaç adım atarak dizlerinin üzerine toprağa çöktü. Aman Tanrım diye fısıldadı kendi kendine. Uyanamadan ölmüşler.

 Şaşkın, terlemiş, karamsar bir halde olduğu yerde kıpırdamadan kaldı.





***




Komutan Noyan bir süre sonra ayağa kalkarak kaskındaki monitöre seslendi.

-   Anadolu ile iletişime geç…
-   Anadolu beni duyabiliyor musunuz? Kozmos 21 den Anadolu’ya
-   Dinlemedeyiz efendim tamam.
-   Ben Komutan Noyan. Mürettebatımın olduğu kısım dahil her şey parçalanmış mekikten kalan tek parça kokpit. Gemide sadece ben varım tamam.
-   Kozmos 21 tekrarlarımsın lütfen.


Komutan söylediklerini zorlukla bir kez daha tekrarlayınca sessizlik meydana geldi. Uzay üssünde yarım saat önce sevinç çığlıkları atanlar, şimdi çoğunun elleri yüzünde derin bir kedere boğulmuştu. Hüzünlü sessizliğin devam etmesiyle, komutan üsle olan iletişimi kapattı.

Dışarıya doğru birkaç adım attıktan sonra mekiğin tahmin ettiği gibi tümsek üzerinde, başı havaya kalkmış vaziyette olduğunu gördü.

Atmosferdeki gaz oranlarının ölçümünü yapma fikri aklına gelince hemen kaskındaki monitörden sorgulamayı başlattı. Kaskından gelen sesler ölçüm sonuçlarını söylemeye başladı.

-   Azot oranı %78, Oksijen %21, Karbondioksit %0.034

Ölçümler neticesinde Azot ve Karbondioksit oranındaki azlık, Oksijen oranındaki fazla değerler aklını karıştırmıştı. Kaskındaki yapay zekâ ünitesine sorusunu yöneltmeye başladı:

-   Değerler yaşam şartlarına elverişli mi?

Yapay zekâ ünitesi çok geçmeden yanıtlarını sıralamaya başladı.

-   Olumlu. Ancak kaydedilen değerlere adapte olmanız zaman alabilir.
-   Bu kaskımı çıkarabilirim anlamına mı geliyor?
-   Hayır efendim. Çevreyle aniden temas etmeniz nabız yükselmesi ve beraberinde baş dönmesi ile değişik komplikelere neden olabilir.
-   Çözümün?
-   Mevcut azot oranınızı kademeli olarak azaltıp, oksijen oranınızı arttırabilirim.
-   Kabul edildi. Diye cevap verdi komutan.

Üniformasına bağlı tüpten soluduğu hava kendini sıkmaya başlamıştı. Ciğerlerine giden havanın adeta baş döndürücü gücü vardı. Tekrar yapay zekâ ünitesine sorusunu doğrulttu:

-   Ortama uyum ne kadar sürecek?
-   Yaklaşık 3 saat 12 dakika efendim.


Bu duruma sevinmişti. Kasksız dolaşabilme ve ortama kısa sürede adapte olabilme düşüncesi mürettebatını kaybetmenin üzüntüsünü azda olsa hafifletmişti.


Az ilerde oluşmuş tepenin üzerinden etrafa bakma fikri geldi aklına bir anda. Belki de mekiğin kopan parçalarını bulabilirim umuduyla gözüne kestirdiği mesafeyi yürümeye başlamıştı. On dakika kadar süren bu yolculuğun sonunda hedefindeki yükseltiye ulaştı. Gördüğü manzara karşısında etkilenmişti. Upuzun yeşil renkli düzlüğün görüntüsü karşısında şaşkına dönmüş, bir an mürettebatını unutmuştu. Sağ kolunu göğüs hizasına yatay olarak kaldırıp, kolundaki tuşlara dokundu. Ardından küçük bir ekran belirdi ve yeşil düzlüğe doğru cihazın arkasını tutarak komutunu verdi:


-   Tanımla!
-   Orman.
-   Orman nedir?
-   Çeşitli odunsu bitkilerin bir araya geldiği ağaç toplulukları. Bilenen son orman 2156 yılındaki kozmik radyasyon tahribatından sonra yok olmuştur. Yıllar öncesine kadar gezegendeki en önemli oksijen kaynağı ve canlı yaşam alanları olarak bilinmektedir…


Yüzyıllar öncesindeki dünya ne kadar güzelmiş diye geçirdi içinden. İnsanoğlu bu kadar ahmak olmayı nasıl başarabilmiş? Farkındalık seviyemiz ne kadar da geri kalmış zamanında, diye düşünmeye başladı. Ormanın ortasından geçen kıvrımlı nehirlerin tanımlarını da öğrenince merak duygusu kendine iyice egemen olmuştu. Ormanın derinliklerine girip o suları, yaşayan canlıları görmek ve havayı teneffüs etmek için sabırsızlanmaya başlamıştı. Mürettebatını, kendisinden haber bekleyen uzay üssünü, dünyadaki insan yaşamının bitmesine ramak kala çıktığı geçmişe yolculuk görevini tümden unutmuştu. “ Adaptasyon için yaklaşık 3 saat zamanım var zaten”   diye düşündü, adımlarını üzerindeki tepeden aşağı ormana doğru atmaya başladı.




Uğur ASLAN
13/10/2014
Sivas



96
fiyat pm lütfen

Sayfa: 1 ... 5 6 [7]