Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Herr Mannelig

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 7
31
Kurgu İskelesi / Søren Destanı
« : 20 Ocak 2009, 21:38:00 »
Destan denemem, yarıda bıraktım öyle çat diye, yorucu bir işlem ve sonradan okuduğumda akıcı ama boş gibi gözüktü gözüme. Yine de devam ettirmeyi düşünüyorum ama şu halini paylaşıyım didim:


 
Hiç durmadan kar yağan, Finlerin diyarında Søren bir kahraman. Gözleri buz mavisi, saçı sakalı sarı, Søren köyün dâhisi, belinden sarkar kılıçları. Sırtında genişçe bir çekiç, düşer rotası yollara, dağları titreten bir iç çekiş, varır yıldırım tanrısı Thor’a.
   
Thor duymazdan gelir feryatları, büyür kar yığınlarının ebatları. Daha keskindir esen rüzgar, iblisleri kesen kılıçtan. Karları ezen botlar çelikten, buzlar düşüyor aşağı gökte açılan delikten. Søren yollarda haftalardır, bir duruşu var ki artık mağrur oysa nice kar gördü, nice çamur, nice yağmur…
   
Nice yol tepti karların arasında, büküldü beli soğuğun ısırışında, nihayet vardı sıcak bir mağaraya. İçeride hüküm sürer sonsuz bir karanlık, Søren korkuya kapıldı bir anlık. Ateşe verdi elindeki meşaleyi aklı savaşa yatık; zira karşısında duruyordu devasa bir yaratık. Bu çirkef dev bir Fin trolü, oluşmalarında yatar Vanirlerin rolü. Trol zalimce kükredi, Søren uygun zamanı bekledi. Çekiç trole çizerken rotasını, trol de eğmişti kafasını. Sersemleyen trolü omzuyla ittirdi, dev trol yere kilim gibi serildi. Savaşçının bir ayağı trolün boynunda, çekiç inmeye hazır, havada. Mavi gözlerinde kızıl öfke alevleri, ağzında dua kelimeleri… Öylece bir müddet durdu, neden sonra konuştu:
   
“Sen şeytanın yeryüzündeki rolü, sen Vanirlerin pislik dölü, böyle yaşamak zorunda değilsin böyle doğdun diye. Bak insanoğluna, iyisi de var kötüsü de; bak şu Vanirlerin navmentlerine, canlısı da var ölüsü de. Kendi halinde yaşayacağına söz ver bende merhamet edeyim sana.”
   
Trol hiddetle gürledi:
   
“Loki adına sen neler diyorsun böyle? Biz böyle doğmuşuz, böyle de olacak sonumuz. Kim ki farklı davranır doğamızdan, ölümü tadar bir başkasından. Nasıl olsa öleceğim, ez öyle kafamı!”
   
Søren çekicini indirdi, ayakları üzerinde gururla dikildi. Çekiç yavaşça kaydı ellerinden.
   
“Kendi kararlarını ölüm uğruna savunamayacak kadar şereften yoksun musun? Bak, çekicimi Thor’un huzuruna sundum, hayatım senin ellerinde. Cesaret almalısın bu örneğimden.”
   
Söyleminin üzerine, çöktü dizlerinin üstüne.

32
Düşler Limanı / Kendi Tasarımım
« : 12 Ocak 2009, 21:18:52 »
Mart'ta düzenlenecek felsefe olimpiyatlarına okulumuzdan kimin katılacağını tespit etmek amaçlı yapılan sınavdan birinci çıktığım yazım. Yazdığım en felsefik denememdir sanırım, önemlidir benim için yorum yaparsanız sevinirim.


  “Geleneklerin örtüsünün açılması ve gelenekle aktarılanın açığa çıkarılışı, bu çağın insanı için özel bir görevdir.”
M. Heidegger



   Gelenek, örf, adet gibi kavramlar kültürün yansımalarıdır. Kültürün oluşumu ise kültürü ortaya çıkaran ırka, ırkın yaşadığı coğrafya ve coğrafi koşullara göre değişiklik gösterir. Ahlak öğretilerini de içinde barındıran geleneğin bir ahlak öğretisi olan dinden etkilenmesi de kaçınılmazdır. Birey kendi ahlak anlayışını bir dış etmene bağlı oturtursa bireyin özgürlüğünden bahsedilemez zira bireyin bilinçaltında gelenek ve dine göre etik olmayan bir davranışı gerçekleştirdiği takdirde cehennem azabı çekeceği, cezalandırılacağı korkusu oluşur ancak dünyada iyi ve kötü kavramları bu kadar kesin çizgilerle ayrılmış değildir ve her birey istediği davranışı gerçekleştirme konusunda özgürdür.

   Bir ahlak öğretisi olan, geleneklerin kaynağını oluşturan kutsal dinlerin ne kadar etik olduğu da tartışma konusudur. Kierkegaard “Korku ve Titreme” eserinde şu olayı incelemiştir: ( Hz. İbrahim’e bir melek görünür, İbrahim’den sözünü tutmasını, Allah’ın bağışladığı oğlu İsmail’i Allah için kurban etmesini söyler. İbrahim’de melek gelip kendisine bir koç sunmasaydı bu işi yapacaktır. Ne var ki İbrahim’in muhatap olduğu kişi melektir. Empirist bir tutumla konuya yaklaşıldığında İbrahim tanrıyı duyumsayamaz, varlığı kesin değildir. Berkeley’in dediği gibi “Var olan ilen algılanmış olan aynı şeydir” ve İbrahim varlığı kesin olmayan bir ilah için kendi öz oğlunu feda edecektir. Bu etik midir?) Kierkegaard’ın sadece sorgulamasını alıp Descartes’ın “Metod Üzerine” adlı yapıtında açıkladığı yöntemlerin ilk basamağı olan irdelemekte olduğumuz olay dışındaki tüm bilgileri bir kenara bırakmayı kullanıyorum. Bu açıdan incelendiğinde olay etik değildir ve din bir ahlak öğretisi olduğundan, kendi içerisinde çelişmesiyle din güvenilmez bir olgudur.

   Nietzsche’de geleneğe dayanmayan olguların ahlaka da dayanamayacağını, ahlak ve geleneğin bir arada değerlendirilmesi gerektiğini ancak geleneğe bağlı olanın özgürlüğünden de söz edilemeyeceğini bu yüzden özgür olanın ahlaksız olduğundan söz eder. Aynı zamanda üstinsanın geleneğin ve dinin esaretinden kurtulmuş olan olduğunu yazar. Heidegger’e göre de gelenek örtüsüyle yüzlerini kapatmış anlamların yüzlerini görebilmek insanlık görevidir. Yani insan bu çağda özgür olmalıdır!

   Kanaatimce insan zaten özgürlüğe mahkûm edilmiştir, egzistansiyalistlerin söylediği gibi. Kimse bana özgür bir birey olarak dünyaya gelmek isteyip istemediğimi sormamıştır. Bu durumda davranışlarımdan da sorumlu tutulamam. Seçimlerimde, edimlerimde özgür ve sadece kendime ve diğer bireylere karşı sorumluyumdur.

   Buradan rahatlıkla nihilizme varılabilse de bunu yanlış buluyorum. İnsan bu mahkûmluğun, bırakılmışlığın getirdiği bunalım hissinden Nihilist bir tutumla boşa yaşayarak değil Sartre’ın öğütlediği gibi sanat eserleri vererek ölümsüzleşip kurtulabilir. İmdi Sartre’ın maddeselciliğinden uzaklaşarak kendimizi geliştirip bir sanat eserine dönüştürmemiz gerektiğini savunuyorum; Foucolt’un dediği gibi: “Neden şu ev yada lamba bir sanat eseri olabiliyor da, ben olamıyorum?”

   Schopenhauer da bu düşünceyle yola çıkmış, kendisi açıkça dile getirmese de Kant’ın “ding für mich” yani şeyin kendisini bilemeyeceğimiz sadece şeyin benim gözümde görünenini bilebileceğimiz düşüncesini paylaşarak daha önce belirttiğimden de ileri gidip “Dünya benim tasarımımdır” demiştir.

   Var olabilmek, sadece bedenen değil bir özle varım diyebilmek, bu bırakılmışlığın getirdiği bunalımdan kurtulabilmek için kendimizi geliştirmek, oluşturmak gereklidir. Bu yolda öncelikli olarak gelenek ve dinin esaretinden kurtulmalı, gelenekle aktarılmış olanı ahlaksız bir birey olarak yeniden değerlendirebilmeliyiz. Ve bu yazıyı okuyacak olan, gelenek ve dinin oluşturduğu önyargıyı kaldırıp yazıya baştan başlamakla bu işe başlayabilir.


Erdost "Mannelig" Akın

33
Müzik / Mikis Theodorakis
« : 11 Ocak 2009, 19:19:21 »





29 Temmuz 1925'te Yunanistan'ın Hios Sakız adasında, Giritli bir baba ve İzmir-Urlalı bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarda müziğin büyüsüne kapılan Mikis, henüz hiçbir müzik eğitimi almadan çocuk yaşta kendi kendisine şarkı yazmaya çalışmıştı. İlk müzik derslerini Pirgos ve Patra'da aldıktan sonra, kurduğu bir koro ile birlikte Bizans dinsel müzikleriyle ilk konserlerini verdiğinde henüz 17 yaşındaydı.

İtalya'nın Yunanistan'a savaş açmasıyla birlikte Theodorakis de 17 yaşında direniş hareketine katıldı. Esir düşen Theodorakis bir süre sonra serbest bırakıldı. Ancak Yunanistan'ın Naziler tarafından işgal edilmesiyle birlikte yeniden direnişçilerin saflarına katıldı. Tekrar esir düşen Mikis, yoğun işkencelere maruz kaldı ve ardından ölüm cezasına çarptırıldı. Cezası infaz edilmek üzere kurşuna dizilen Mikis büyük bir tesadüf sonucu ölmedi. İkinci dünya savaşının sona ermesinden sonra başlayan Yunan iç savaşı boyunca (1946-1952 arası) yine birçok kez hapse girip çıktı ve bu dönemin sonunda ülkeden sürgün edildi. Paris'e giden Mikis burada burslu olarak müzik eğitimine devam etti.

Theodorakis 1961 yılında Yunanistan'a döndü ve kurduğu Lambrakis Gençlik Örgütü'nün başkanlığına seçildi. Kısa bir süre sonra da Pire'den milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. 1967 Albaylar darbesinin hemen ertesi günü Theodorakis'e yönelik ciddi bir baskı kampanyası başlatıld. Albaylar Cuntası 13 nolu ordu kararnamesiyle Mikis Theodorakis'in müziklerinin çalınmasını ve dinlenmesini yasakladı. Yeraltına çekilen Theodorakis Yurtsever Cephe'yi kurarak cunta rejimine karşı mücadelesini sürdürdü. Ancak kısa bir süre sonra yakalandı. Önce cezaevine konuldu, ardından Oropo toplama kampına götürüldü. Dünya çapında sürdürülen bir dayanışma kampanyası sayesinde cezası sürgüne çevrildi ve böylece 1970 yılında kamptan alınıp sürgüne gönderildi.

Mikis Theodorakis sürgünde de Albaylar Cuntası'na karşı mücadele etti; dünya çapında çıktığı turnelerde bin kadar konser vererek ülkesindeki baskı rejimini teşhir etti. Ve Albayların iktidardan düşmesinden sonra zafer kazanmış olarak yeniden Yunanistan'a döndü. 1974 yılında tekrar milletvekili seçilerek meclise girdi. Zülfü Livaneli ve diğer dostlarıyla birlikte 1986 yılında Türk-Yunan Dostluk Derneği'ni kurdu; aynı dönemde İstanbul'da verdiği konserler büyük ilgi topladı. 1988 seçimlerinde yeniden milletvekili seçildi. 1990-1992 yılları arasında Konstantin Mitçotakis hükümetinde iki yıl bakanlık yaptı. Daha sonra iki yıllığına Yunan radyo ve televizyon kurumu ERT'nin Senfoni Orkestrası ve Korosu'nun Genel Müzik Direktörlüğü'ne atandı.

Klasik müzik alanında yaptığı başarılı çalışmaların ardından geleneksel ve ulusal çalgılara, ritimlere ve ezgilere yönelen Theodorakis, "Epitafios" [Mezartaşı yazıtı] beste dizisiyle Yunanistan'da büyük bir kültür devrimi başlattı. Theodorakis 1000 dolayında şarkı yazmıştır. Çok sayıda senfoni, bale, opera ve oratoryo bestelemiştir. Birçok tragedya ve modern tiyatro oyununun müziğini yazmıştır. 12 sinema filminin müziğini yazmıştır. Yazdığı film müzikleri arasında "Z" filminin müziği özellikle ses getirirken, "Zorba" filmi için bestelediği müzik de Sirtaki dansının dünyaya yayılmasını sağlamıştır. Theodorakis siyasal mücadelesini ve sanata ilişkin görüşlerini, yazdığı iki kitapta topladı. Altmış yılı aşkın bir zaman dilimine yayılan çalışmalarından ötürü birçok ulusal ve uluslararası ödül almıştır.

Sanatsal etkinliklerine hep siyasal mücadelesi eşlik etmiştir. Özellikle Albaylar Cuntası'na karşı verdiği mücadele onu dünya çapında diktatörlük karşıtı direnişin sembolü haline getirmiştir. Mikis Theodorakis benzersiz sanatsal yeteneklerini ülkesine duyduğu derin sevgiyle harmanlamıştır. Ayrıca dünya çapında insan hakları ihlallerine karşı verilen mücadelenin hep içinde olmuş, çevresel sorunlardan tutun da evrensel bir barışa ulaşılmasına dek pek çok alanda çalışmalar yapmıştır. Mikis Theodorakis şimdilerde 80'li yaşlarını sürüyor ve sağlığı pek elverişli olmamasına rağmen hala Filistin, Afganistan ve Irak'ta yaşanan trajediler karşısında dünyanın dikkatini çekebilmek için bildiriler yazmaya, kampanyalar yürütmeye devam ediyor.




Kendi yorumumu da katıyım: Siyasi yaşamıyla da müzikte yaptığı gibi ses getirmiştir. Bu açıdan aklıma Zülfü Livaneli'yi getirir ki birlikte söyledikleri türk-yunan ezgileri de vardır ayrıca Zülfü Livaneli 2005 yılında Mikis Theodorakis ödülüne layık görülmüştü. Sirtakileri ve ünlü eseri La Danza di Zorba oldukça keyiflidir... Zülfü Livaneli'yle birlikte çaldıkları Merhaba adlı eser de pek lezizdir. Bide Ece, saçlar nasıl ama amcamın?

34
Müzik / Djivan Gasparyan
« : 11 Ocak 2009, 15:29:21 »





12 Ekim 1928 tarihinde Ermenistan'ın Ahta bölgesinin Solag köyünde doğdu. Müzikle küçük yaşlardan itibaren ilgilenmeye başladı. Babasının iyi şarkı söylemesi bu anamda kendisini etkiledi.

Yaklaşık 6 yaşlarında topladığı boş şişeleri satarak bir duduk satınalıp çalmayı öğrenmeye başladı.

Önce yöredeki bir çocuk grubunda çaldı. Daha sonra Komitas Konservatuarında öğrenim gördü. Master ve pedagoji eğitimi alarak konservatuarda eğitim görevlisi oldu.

1946’dan 1982’ye dek »Tatul Altunyan Halk Müziği ve Oyunları Topluluğu« bünyesinde solist olarak görev yaptı.

Dağılmadan önce tüm Sovyetler Birliğinde en çok bilinen sanatçılardan biri olan Gasparyan, aralarında Stalin de olmak üzere hemen her dönem toplumun tüm kesimlerine konserler verdi.

1989 yılında İngiliz müzisyen ve yapımcı Brian Eno’nla karşılaşması Gasparyan’ın Batı dünyasında tanınmasını sağladı. Bu dönemden sonra Londra’da »I will not be sad in this world« adlı ilk albümünü çıkardı.

Gasparyan bu albümden sonra dünyanın en ünlü senfoni orkestralarının yanında Peter Gabriel, Lionel Ritchie, Michael Brook, Hans Zimmer gibi tanınmış müzisyenlerle çalıştı. Avrupa ve Amerika’da pek çok albüm yayınlandı. »Ronin«, »Gladyatör« gibi pek çok filmde müzikleriyle yeraldı.

Eski Sovyetler Birliği ve dünyanın değişik ülkelerinde birçok ödül ve World Music alanında verilenlerin en önemlisi sayılan WOMEX 2002 yılı ödülünü aldı.

Erivan Devlet Konservatuarında profesör olarak görev yapan Gasparyan, aynı zamanda Ermenistan'ın ilk ve tek »halk sanatçısı« unvanını taşımaktadır.


Kendi yorumumu da katıyım: The Crow ve Gladiator gibi güzel iki filmin güzel müziklerini yapmıştır bey amca. Çok sevimli de bir tipi vardır sürekli güler. Erkan Oğur'la Fuad albümünde yer almıştır, neyiyle eşlik etmiştir. Yavuz Bingöl, Goran Bregovic ve Djivan Gasparyan birlikte verdikleri konserde müzik zıyafeti yaşattıkları gibi, kardeşlik mesajları da vermiştir. Sarı Gyalin'i dinlenesidir.

35
Düşler Limanı / Sigara
« : 07 Ocak 2009, 18:29:43 »
Kültablasında unutulmuş bir sigara gibiyim. Dertlerim, kaygılarım ve hayallerim kül biçiminde. Kimse küllerimi silkmeye yeltenmiyor. Bazen artık sönecek duruma geliyor, küllerimi öylece bırakıyorum tablaya. İşte o zaman biri çıkıp ufak bir nefes çekiyor.

Kültablası dünya masasında duruyor ise, masanın uzak bir köşesinden içmek isteyen çıkıyor sigarayı, uzanamıyor ama tablaya, kolu yetişmiyor. Bazen biri çıkıyor, bir fikse vurarak dağıtıyor külleri ama ağzına götürmekten çekiniyor, koyuyor tablaya geri. Bazısı çıkıyor, derin bir nefes çeksin istiyorum benden, sigarayı bıraktım diyor. Bazısı hayatında bir kez bile içmemiş. Sönmemecesine tütüyorum...

36
Düşler Limanı / Falanca filanca >.<
« : 03 Ocak 2009, 21:04:09 »
Zamanın birinde Zonguldak'ın Ereğli kasabasında  Herr Mannelig adlı bir üye yaşardı. Yani bildiğin şehirde yaşıyodu bu hc diye bi forumda yaşamıyodu. İlginç biriydi o, cani yada vahşi değildi bir ara sarhoşken parmağında oyuk açıp vodkaya kan katmasını saymazsak. Herr'in kafası atmaz pek ama insanlara acıdığı olur, öyle anlarda iğneleyici bir  dil kullanır yada DÜZEYLİ eleştiri yapardı insanlara kendince yardım amaçlı. Ha insanlar dinlerler mi orası başka. Kendini geliştirme hevesi içinde olduğundan da bu acınası insanlardan bile eleştiri duyma umuduyla yaşardı.
Tabi hal böyle olunca her üye de sevmiyordu bu dallamayı. Sorumsuzdu bide yöneticilikten alındı sitede.

Dünyada şefkatle yaklaştığı tek varlık kitaplarıydı. O da nasıl bir şefkatse kitabın kapağı elinde kaldı, neyse dedi kapağı panosuna astı devam etti aynı hale.

Dedim ya her üye sevmez diye, birkaçı ilişki kurmayı başardı tabi. Sophie kişisiyle harikulade düzeyli bir ilişki, Demoriel kişisiyle bunun temelleri atıldı, ve sayamayacağım nice birikimli olan üye. Gayet de kolay oldu ilişki kurmak. Çünkü o da insan canlarım, cani değil, vahşi değil daha ne yahu. Bence filinta gibi adam yani. Biraz kendini beğenmiş, ama ilişki kurduğu insanlarla aynı düzeyde olduğu için bu batacak bir davranış olmadı zira aşağı gördüğü insan görünce tanıyınca kendini beğenmişliği tutar.

Hiçbir zaman bir hocası olmadığı gibi, hocalığa soyunmayı sevdi. İnsanlar ona paganizmle, felsefeyle, politikayla, müzikle ilgili bir şey sorduğunda öğrenmek istediğinde pek bir sevindi dalıp açıklamaya koyuldu. Aykırı fikirleri vardı çünkü, ilginçliği de burda yatar Mannellig şahsının. Aykırı olunca fikirler yandaş bulamadı kendine, birileri sorunca ilgilenince yoldaş umudu oldu.

Ayrıca Mannelig'in kafası güzel olur. İçmeyi çok sever; 50'lik rakı içip kustuğundan beri rakıyla arası yoktur ama iş vodkaya geldi mi sünger gibidir. Bira tadımlıktır gaz yapar.

Kendince denemeler yazar, bir iki makale olayına da girmiştir biriyle felsefe olimpiyatlarına katılacaktır. Bu yazılarına az yorum gelir; tepesi atmaz insanları öldüresi gelmez ama biraz üzülür de hani, ego meselesi sonuçta. Yakında sitedeki üyelerin anasına bacısına sövülecekmiş diyorlar. Aldırmayın siz, ahlaklı çocuktur Mannelig.

Amacı satirik bir yazı yazmak olan Mannelig amacına ulaşmıştır. Ama bu kadar sığ bir yazı yazdığı için utanmaktadır da. Ulan ne bir betimleme var ne şöyle şatafatlı bir cümle.

O biraz ilginçtir, yapar!

Mannelig şahsı, kişilerin güzellik algısında şartlanmanın faktörü üzerine bir deney yapmaktadır aynı zamanda bu yazı yazarken, gelecek olan yorumlardan da bu görülecektir.

Başlığı açıpta yorum yazmayanların kafasına taş düşer, kuş pislerse Mannelig sorumluluk almamaktadır. Elinde olan şeyler değil bunlar, e kuş bu klozete gidecek hali yok ya. Taş düşerse de mütahitin suçu canım o napsın.

Saygılar Efendim.


37
Şişedeki Mısralar / Namuslu Düşüncelerim
« : 16 Aralık 2008, 21:44:28 »
nesir tadında yazdığım, sonradan alt alta dizerekten şiirimsi bir şey oluşturduğum şiirimsi bir şey:


Düşündüğün kadar varsın dediler
Hiçliğe nispeten
Vazgeçtim düşünmekten

Bulutlu bir gökyüzü gibi
Hırçın gönlüm, asi benliğim
Durgun bir denizden farksız ne var ki
Bomboş olan zihnim

Varlığın şehvetinden korunmak
Dik bakışlarından kaçmak
Hiçliğin gizemli kutusunu açmak için
Türbana girdi düşüncelerim

38
Düşler Limanı / Murphy'nin rengi mi olurmuş hiç?
« : 15 Aralık 2008, 20:45:47 »
Dünyam bir anda siyah beyaza döndüğünde garipsememiştim bunu, beklediğim bir şeymiş gibi sanki. Olağan bir şeymiş gibi olmamasına rağmen, Dönüşüm’deki Samsavari… Okuldaki balkona yaslanmış yalnız başıma öylece etrafı izliyordum sadece. Solumda iki tane hoca, yüzlerini kaplayan gülümsemelerle sohbet ediyorlar, ne dudakları pembe ne yanakları al. Aşağıda koşuşturan öğrenciler, converse’leri hep gri… Gözlerdeki pırıltılar donuk bir beyaz sadece. Duvarlara asılı portrelerin hepsi melankolik bakıyor, Orhan Veli’sinden Mozart’ına, ölümsüzlüğün acısını çekiyor gibiler. Yanıma bir iki kişi geliyor, sadece ne haber, nasılsın… Sözlerin de rengi yok öyle ki düşüncelerim bile renksiz.

En acı verici olan ise bunun normal gelmesiydi. Coşku mavi değil, öfke mor değil, sevgi pembe değil… O an yanımdan Murphy’nin kızı geçti, uzun uzun baktım ona gri gözlerimle bir selam umuduyla. Gri bir elin havada dalgalanması sadece yahut dudakların samimiyetten yoksun bir şekilde kıvrılması. Samimiyet yiteli ne kadar olmuştu, ellerimin titreyerek klavyede gidip gelmesiyle ettiğim tekliften sonra mı? Arkadaşlığı ortaya koyup sevgi kazanma umuduyla girdiğim yitik bahisten sonra mı? Hiç samimiyet olmuş muydu ki zaten? O da bir başka konu tabi.

Her neyse her neyse beklediğim selam gelmişti. Kolun havaya kalkıp elin şöyle bir dalgalanması; o hareket bir etki doğurdu o an ve kalbim de elle birlikte dalgalandı. Gülümseyerek cevap verdim. Bir an için hoşnutlukla yeşeren dünyam yerini arzunun kırmızılığına bıraktı arkasından öylece bakarken. Sonra yine siyah beyaz… O an önemsememekten öte hoşnuttum renklerin yoksunluğundan.
Karşıdaki bin bir renkle boyamazsa kalbini, ruhunu mutluluğun dingin denizine sokmazsa kendisiyle birlikte en iyisi ne melankolik bir eflatun ne öfkeli bir mor… Hissiz bir grilik, siyahla beyazın şehvetli buluşması insanı rahatlatan. Birisi gelip seni baharın renkleriyle boyayıncaya kadar…

39
Ne kadar tutarsız düşüncelerim. Evimden uzakta, sıkılıp beni ısıtacak düşerle oyalanırken soğukta geldi bu aklıma. Aşkı düşünüyordum tabi, bir sevgili düşlüyordum. Bir anda ne çok isim geçti zihnimden, ne çok yüz var düşümde. Bunu kavradığımda geldi aklıma tutarsızlığım. Ah dostlarım, sizin deyiminizle Abazalık yahut duygularımdan emin olmama değil bu. Eminim! Ve bu yüzden tutarsız…

   Sizin yaptıklarınızı güzeller, yahut benim yaptıklarımı, yapmakta olduklarımı inanın bir mantığa oturtamıyorum. Bu yüzden de tutarsız… O an aklıma bir klişe geliyor: “Aşkta mantık arama!” Bu sözü biraz süslüyorum: “Aşk duyguların ve bu duyguların geliştirdiği davranışların belirli bir mantık çerçevesinde açıklanamayacağı yerde ortaya çıkmış olandır.”.

   Aşk, bu mantıksızlıkla değil açıklanamamasıyla bağdaşmış bir olgudur. Kişiyi neden sevdiğin irdelendiğinde bulunur, “sevdim işte gönül bu” değildir. Ancak irdelenip açıklandığı takdirde sevginin yitme tehlikesi vardır. Aşk mutlu eder ya hani, bir sebebi de bu irdeleme çabası ve sonuçların gerçekliğinden, kendini ve karşıdakini sorgulamaya giden yoldan kaçınmayı haklı ve olanaklı kılmasıdır.

   Tüm bu söylevlerim Rus yazar Çernişevksi’nin bir söylevini getiriyor aklıma: “Yaşam materyalizmle açıklanır, diyalektik bir materyalist süreç işler. Bu durumda insan yaşamında lirizmin olamayacağını söylerler. Ne yaptınız yahu? Lirizm, hayatın kendisidir!”

   Tutarsızlığa gelince, bir diğeri de sıkıntı ve yoğun duygular hissetmemden şu an bunları yazıyorum ama bana çıkıştığınızda tüm bu söylemlerimin aksini de savunabilirim. İnsan soğukkanlı olduğunda kendini realist bir yaklaşımla yansıtır. Ama lirizm olmaz. Unutmayınız ki sevgili dostlarım; lirizm hayatın kendisidir!


Bay Mannelig      10.12.2008

40
Şişedeki Mısralar / Ballad of a Romantic
« : 14 Aralık 2008, 19:48:38 »

Ballad of a Romantic


I hear the screams of seas
The whispers of trees
Hear the roar of the beast
That lives inside of human beings’

Hear the call to love
Even in the books of law
I’m dancing with dot
That I’ve admiring a lot

I slept with comma
Upset ‘cuz of this pathetic drama
In this theatre called life
I dance with a sharp knife

Got bored of the optimistic lies
Beyond them hear the song, coming from farms
It’s ballad of lost sons!

If you act fairly
You’ll lose early
You’ll be saved early
If you play faster
In this game we’re puppets
God is the master!

There’s no outer ways
So abandon your hopes
That nobody cares

All you have read is a requiem
Written for our lives that is pathetic
All you have read is a ballad
Written by a romantic…


Herr Mannelig

41
Şişedeki Mısralar / Pagan War
« : 14 Aralık 2008, 19:48:06 »
Pagan War


We’ve trained tight
It’s a great day for fight
Enemy’s faces seemed ghastly
At last, my sword was getting rusty

Help us in battle, Oh dear Lord
We’ll be heroes; me and my sword
I’ve been praying you daily
Even in enemy territory

I was waiting on my saddle
For the close, bloody battle
Nobody said a word
But Thor cracked the earth

He didn’t let the sun shine
We’ve been waiting this sign
Horses galloped
We’ve followed
They came together; axe, spear and sword

Their houses were fired
‘Cuz they’re faithless and coward
We’ve mounted our horses
Over enemy’s corpses

We, the Pagan heroes won the war
With help of highly majesty: Thor!
In battle I wrote this poem like a bard
Didn’t notice, my sword got wet with enemy’s blood


Herr Mannelig

42





İyilerin davasına bağlı olarak Solamniya Şövalyeleri Rüyalar Çağı’ndan beri var olmuşlardır. Bütün şövalyeler “Est sularus oth Mithas (Onurum, hayatımdır!)” yeminine bağlıdırlar. Bir şövalyenin bütün yaşamındaki davranışları Measure(Ölçü) adı verilen kural kitaplarındaki genişletilmiş yasalar tarafından belirlenir.

Afet’in sorumlusu olarak haksızca suçlanmaları, kardeşliğe hakaretleri başlatmış; Çaresizlik Çağı’nda onların, kutsal yeminlerinden uzak kalmalarına sebebiyet vermiştir. Halkın bu tavrı kurumun içindeki şövalyelerin çoğunun yozlaşmasını da sağlamıştır. İçlerinden az sayıdaki cesur olanları kurallarına, yeminlerine sadık kalmış; Mızrak Savaşı döneminde şövalyelerin yeniden saygı ve güç kazanmalarında büyük rol oynamışlardır. Kaos Savaşı dönemindeki ağır kayıplarına rağmen, Faniler Çağ’ında şövalyeler büyük bir güç olarak varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır.

Macera =  Gerçek şövalyeler kendilerini yeminlerine ve Ölçü’ye adarlar. “Kötü yok edilmeli, zayıf korunmalıdır”. Cesur ve kalbin hakikatine sahip olanlar onur ve zafere erişebilecektir. Çoğu şövalye önemli bir bölgeyi gözetmek gibi olağan ya da minotor akınlarına karşı savaşmak gibi heyecanlı kendine özel görevlere atanır. Çaresiz bir zamanda, şövalyeye ölümcül bir yolculuğa çıkmak ya da değerli bir büyülü eşyayı geri almak gibi tehlikeli görevler de verilir. Kendine özel görev alamayan şövalyeler macera peşinde yolculuğa çıkar ve bu yolculukta onurunu ve yeminlerine olan bağlılığını koruyup onları yayma yolunu izlerse döndüğünde büyük övgüler alır.

Karakteristik = Yeminleri ve ölçüleri bir Solamniya Şövalyesinin davranışlarını etkileyen asıl faktörlerdir. Tehlikeyle yüz yüze olmasına rağmen şövalyeye özgü cesaretini korumalıdır, bu ona şövalye başarısız olsa bile güç vermesini sağlar. Ve cesareti ona yapılması güç tercihlerde de yardımcı olur. Yemin ve ölçü bir şövalyeyi kurallara uyduğu ve ilahlarına olan inancını sürdürdüğü ölçüde geliştirir, üstün niteliklere varmasını sağlar. Onurlu bir şövalye ihtiyacı olana bir ödül istemeden yahut ummadan yardım etmelidir. (Frp oynayanlar için ek bilgi: Şövalyenin yemin ve ölçü hakkındaki bilgisi skill’lerden Knowledge: Nobility and Royalty değeriyle belirlenir)

Yönelim = Solamniya Şövalyeleri “kuralcı iyi” olmak zorundadırlar. Yönelim değiştiren şövalyeler fark edildiği takdirde kardeşlikten atılırlar. Solamniya Şövalyelerinin kuralcılığı ve saf iyiliği Ölçü tarafından bir çelişkiye olanak bırakmayacak şekilde belirlenmiştir.

Din = Paladin’in anısını onurlandırmalarına ve Yürüyen Tanrı Valthonis’e derin saygı beslemelerine rağmen, Kiri Jolith Ruhlar Savaşı’ndan sonra Paladin’in yerini alarak Solamniya Şövalyelerinin tapındığı asıl tanrı olmuştur.

Geçmiş = Sayısız nesiller boyunca Solamniya Şövalyeleri Brightblade, Crownguard, Tallbow gibi ailelere yakın olan veya akrabalık bağı bulunan soylu ailelerden seçilirdi. Bu özellikle şövalyelerin hor görüldüğü Çaresizlik Çağı’nda geçerli oldu. Mızrak Savaşı sırasında ve sonrasında şövalyeler rütbelerini (en üst rütbeyi bile) Solamnic olmayanlara ve soylu kanı taşımayanlara bile açtılar.

Irk = Mızrak Savaşı sırasında nadir olarak yarı elfler alınsa da geleneksel olarak şövalyeler insanlar arasından seçilir. Diğer ırklardan da tek tük seçildiği olmuştur (cüce kahramanı Kharas gibi) .

Diğer Sınıflar = Disiplinli şövalyeler, çeşit barındıran bir takımda etkileyici bir kuvvet olarak yer alır. Yüksek bir ilahi emir olarak, şövalyeler iyi rahiplere çok saygılıdır ve herhangi bir kötü olmayan savaşçı ya da barbarla yoldaş olabilirler. Kuvvet Çağı’nda ve Mızrak Savaşı öncesindeki erken Çaresizlik Çağı’nda şövalyeler büyücülere güvenmezdi ne var ki onlara karşı mesafeli olmalarına rağmen beyaz cübbelilerle iş birliği yapmışlardır. Şövalyeler kaotik davranışlara ya da kötülüğe tolerans göstermezler ve kendilerine düello teklif edilmediği sürece savaşmayarak yollarını onlardan ayırırlar.

Solamniya Şövalyelerinde hiyerarşi şöyledir:

Taç Şövalyesi

Kılıç Şövalyesi

Gül Şövalyesi


Margaret Weis & Don Perin: Dungeons and Dragons 3.5 Edition Dragonlance Campaign Settings


Çeviren: Herr Mannelig




43
Düşler Limanı / Yas
« : 26 Ağustos 2008, 19:05:06 »
Beğenmeyebilirsiniz ki bir çoğunuz beğenmeyecek. Küfredebilirsiniz ki birçoğunuz bunu yapacak. Ama konunun kilitlenmeyeceğini yada silinmeyeceğini umuyorum. Voltaire şöyle der: "Size kesinlikle katılmıyorum efendim; ama o düşüncelerinizi dile getirebilmeniz için canımı bile veririm."

Aklım 19 Ocak’ta 23 Ağustos günü saat 00.21’de, okuduğum bir kitaptan dolayı. O gün ne olmuştu? Biliyor musunuz? O gün cinayet işlendi, o gün bir masum hayat yitti. O gün Türk milliyetçiliğin vahşi tanrısına kurban edildi, bir Ermeni aydın.

   Ya 1915’te ne oldu biliyor musunuz? Az kişi biliyor çünkü az kişi bilmek istiyor. Siz unutmanın rahat yorganına sarılmak istiyorsunuz, biz gerçeklik örsü üzerinde acıma ve öfke çekiciyle şekil alırken. İnkâr etmek kolay, nefret etmek gibi… Öldürmek bile kolay kabullenmenin yanında.

   Nedense Türkler hep kolaya kaçıyor! Bir milyon Ermeni yetmedi mi kana olan açlığınızı doyurmaya, neden Hrant’ı da aldınız bizden?

44
Düşler Limanı / Sevinç Nidaları
« : 26 Ağustos 2008, 18:59:23 »
Gözlerin ne diyordu bana o gün; “Seni seviyorum” mu? Duyamadım o iki kelimeyi, dudakların meşguldü elbet. Ya sen yanaklarına hapsolmuş ruhumun sevinç nidalarını duydun mu?

   Ellerim ne hissetti o gün pürüzsüzlüğünden başka, ruhum sevinç dalgalarından boğulmadan çıkmaya çalışırken. Ellerin ne anlattı ellerime, beni sevdiğini mi? O kadar dalmıştım ki sana, söylediysen bile duyamadım.

   Ah, serin İzmir geceleri! Bana sadece şehvet taşıdın. Ve sen İstanbul’un nemi, bana sevgi taşıdın. Beynime işledi ruhumun sevinç nidaları senden ise yükselen heyecan hırıltıları. Yankı yapar beynimde sesin. Yankı yapar beynimde sevgin!

   Ah, emperyalizm kokan Ereğli! Neden hüsran taşıyorsun sadece bana? Beynimde yankılanan ikinci bir “ezgi” mi olacaksın şimdi sen, izin verebilir miyim buna?

45
Düşler Limanı / İstanbul
« : 17 Ağustos 2008, 17:31:42 »
İstanbul! Ne hoş bir şehir değil mi, Türkiye’nin kalbi? Benim İstanbul sevgim sizinkinden çok farklı ne var ki. Uçarı hayallerle değil sevgim, ne yıldızlara karşı yatmak ne de boğazda yemek keyiften anlayışım. İstanbullu değilseniz bilirsiniz zaten İstanbul’u; ne! İstanbullu musunuz, o zaman bilmezsiniz hemen açıklayayım size…

   Taksim meydanındaki karmaşayı görmek bana keyif veren. Gazeteciye uğrayanları, otobüse koşturanları, umarsızca metroya inenleri, burger king’e karnını doyurmaya giden aceleci gençleri yahut oradan çıkan karnı tok gamsız çiftleri…

   İstiklal’den aşağı inerken, renk cümbüşünden başka bir şey olmayan insan kalabalığını izlemek bana keyif veren. Çok farklı olduklarını düşünen, gururla gülümseyip, arsızca kahkahalar atan emolara ve punklara tiksintiyle; rastalı saçları, elpekten pantolonlarıyla gazetelerine göz atarak cadde boyunca yürüyenlere hayranlıkla, sağına soluna bakarak hararetle konuşan turistlere şefkatle bakarak. Gloria Jeans’ten yayılan kahve kokusuyla, balık pazarı’ndan burnuma ulaşan balık ve maltın cezp edici kokularıyla tünele kadar yürümek keyif veren. Orada perküsyon seslerini dinlemek sadece sigaramın bitiş süresine kadar.

   Galata ayağında biramı yudumlarken denizin kesilmek bilmez senfonisiyle dalgın dalgaları izlemek bana keyif veren. Oradan geçen insanların ne kadar “normal” olduğunu düşünmek… Dalgalarda yüzünü aranmak yahut…

   Gayet uygun bir fiyata çıkılan boğaz turunda, köprüye altından bakmak bir kez de. Değişikliğin hoşluğunu düşlemek… Villalara bakıp lüks hayali kurmak, ulaşamadıklarıma sövmek kedi misali…

   Fazla şey aramam ben; Beşiktaş esnafıyla konuşmak çay eşliğinde bana keyif veren. Barbaros’tan yukarı yürürken ter dökmek hatta… Evet! Hatta sonunda Dikilitaş’a vardığımda ağzımdan sevinç dolu bir nida çıkmasına izin vermek, kuzenimin evine girerken keşke ben otursaydım burada demek.

   En keyif vereni, burayı evim bellemek!



Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 7