Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Dwaxer

Sayfa: [1] 2 3 4
1
Diğer Fantastik Eserler / Titan Beşlisi (e-roman)
« : 12 Ekim 2010, 11:43:45 »
.

Titan Beşlisi

Arkadaşlar naçizane yazdığım fantastik macera romanını e-kitap haline getirdik. Benim Mavitaş Yöresi Öykiülerim ile bağlantılı bir romandır. Keyifli okumalar diliyorum.

Kapak tasarımı için Devrim Kunter (Devrimk) dostuma teşekkür ediyorum. Sağolsun, kitabın konusuna uygun kapak çizdi benim için.



PdF indirmek için:

http://www.xasiork.biz/XasiorkYayinevi/index.php?option=com_content&view=article&id=116:titan-belisi&catid=36:e-kitap&Itemid=54

.

2
Kurgu İskelesi / Ynt: Perilerin Hazinesi
« : 13 Haziran 2010, 09:42:25 »
Teşekkürler, beğenmenize sevindim.  ;D

3
Kurgu İskelesi / Ynt: Bedevi
« : 30 Mayıs 2010, 01:30:00 »
Teşekkürler. :)

4
Kurgu İskelesi / Ynt: Nuh'un Gemisi
« : 30 Mayıs 2010, 01:28:41 »
Ben teşekkür ederim arkadaşlar (geç de olsa) okuduğunuz ve güzel yorumlarınızı esirgemediğiniz için. :D

5
FRP Genel / Ynt: FRP Örnek Oyun
« : 25 Ekim 2009, 13:36:07 »
Benim oynadığım oyunlarda böyle otomatiğe bağlanmış bir şekilde küfür edilmedi, ancak ve ancak yeri geldiğinde, çok pis bir ihanete uğrandığında, vs küfür olayı olurdu. Bu örnekteki arkadaşın ağzına acı biber sürülmeli bence ya da FRP oynayacağına futbol maçı filan izlesin.  :P

6
Kurgu İskelesi / Ynt: Voldemort’un Laneti
« : 14 Ekim 2009, 01:28:38 »
.
Teşekkürler arkadaşlar; beğenmeniz beni mutlu etti.

Harry Potter hayranları, arada gizli bazı detayları farketmiştir herhalde; umarım pot kırmamışımdır.  ;D

.

7
Kurgu İskelesi / Tholl Vadok
« : 25 Eylül 2009, 19:55:06 »
.

Tholl Vadok

Gece yarısını üç saat geçe, Kuru Döşek Hanı artık sessizleşmişti. Sabah erkenden yola çıkacak müşteriler çoktan odalarına çekilip yatmışlardı. Kasabalılardan kılıbık olamayanlar bile iki saat önce koşar adım evlerine dönmüş, sızıp kalanlar ise son bir saatte garson çocuklar tarafından at arabasına istif edilerek teker teker evlerine, elinde oklavayla bekleyen karılarına teslim edilmişlerdi.

Şimdi ışıklarının yarısı söndürülmüş salonda iki delikanlı yerleri süpürüp paspas yapıyordu. Hancı Bergun de hala ayaktaydı. Geri kalan bütün çalışanlar istirahate çekildiği halde o hala tezgahın ardında oturuyor, elinde -tarifi kendine özel- içkisini yudumluyordu. Bergun Pastaci hem Kuru Döşek Hanı’nın sahibi, hem de Mavitaş Kasabası’nın valisi olması nedeniyle bütün gün çalışır, gecede üç dört saatten fazla uyumazdı. Buna rağmen daima dinç görünmesi ilginçti.

Salonun öbür tarafından birisi “Sayın Vali, masamıza buyurmaz mıydınız!” diye bağırdı. Konuşan, şömineye yakın bir masada oturan son üç müşteriden biriydi. Bu masadaki üçlünün ertesi gün yola çıkmak gibi bir kaygısı yoktu. 

Serüvenciler... Kuru Döşek Hanı’nda daima birkaç maceraperest ya da yeteneklerini altın karşılığında kiralayan gözükara adam bulunur. Bu üçü de kendilerini kiralayacak paralı birini bekliyordu. Aslında önceden tanışmıyorlardı, burada karşılaşmışlardı ama müşteri beklerken beraber vakit geçirmekten pek şikayetçi değildiler.

İlk göze çarpan özellikleri; üçünün de siyah tonlarda giyinmiş olmalarıydı. Genelde gecenin koynunda gizli işler çevirenlerin tercih ettiği bir renkti bu. Ama bu adamların bakışlarında kötücüllük yoktu.

Bergun’u masaya davet edenin adı Bıçkın’dı. Tabii ki bu gerçek ismi değil, lakabıydı. Tıpkı diğer ikisi gibi Bıçkın da gerçek adını unutmaya özen gösteriyordu. Boylu boslu, yanık tenli, yakışıklıydı. İncecik sakalı ve beyaz dişleri şeytansı bir çekicilik yaratıyordu. Üzerindeki siyah deriden yelek kaslı kollarını açıkta bırakıyordu. Atletikti. Biri normal, biri de kısa olmak üzere iki kılıç birden taşıyordu ve fiyakalı çizmelerinden hançer kabzaları, pervasızca gösteriyorlardı kendilerini.

Bıçkın’ın yanındaki geniş suratlı adam Avcı’ydı. Ceketinin hemen her yanında yuvalarında yan yana sıralanmış küçük oklar dikkati çekiyordu. Avcı’nın çeşit çeşit tatar yayları vardı. Büyük yaylı tüfeklerini odasında bırakmış olsa da, tek elle kullanılabilen yaylı tabancalarını yanında tutuyordu. Sol bileğinin dış kısmında bile -kendi icadı olan- minik oklar atan bir yaylı mekanizma vardı. Büyüklü küçüklü yaylı silahlar hakkında oldukça zengin bir mekanik bilgisi vardı. Soranlara geyik avcısı olduğunu söylüyordu. Elbette geyik avlamışlığı da vardı ama sadaklar dolusu yedek ok, geyik avı için abartılıydı.

Üçlünün en ufak tefek olanı Klik’ti. Hanın azaltılmış loş ışıklandırması altında belirsiz bir gölge gibi duruyordu. Gözleri fıldır fıldırdı ve sivri kepçe kulakları bir tilkininki gibi sağa sola hareket ediyordu sanki. Yanında taşıdığı gösterişli ve kaliteli bir asma kilidi daima masanın üzerine koyar, arada sırada minik bir maymuncukla bu kilidi kurcalardı. Böylece artık herkes onun bir “çilingir” olduğunu anlamıştı. Hatta anahtarını kaybeden saf bir kasabalı kapısını açtırmak için Klik’i tutmuştu. Üstünde herhangi bir silah taşımıyor, daha doğrusu taşımıyormuş gibi gözüküyordu. Ancak adam aslında göründüğü gibi değildi. Bergun bu grupla birkaç kere -özellikle sabaha karşı- oturup bir şeyler içtikten, muhabbet ettikten sonra Klik’in kızıla çalan saçlarının boyama, küçük keçi sakalının takma ve burnunun üzerindeki kemerin de makyaj hilesi olduğunu anlamaya başlamıştı. Hele hele yarı-elf olduğunu vurgulayan sivri kulak uçları kesinlikle sahteydi. Ama Bergun tabii ki bunları görmezden gelmişti. Kuru Döşek Hanı’nda arananlar listesindekilere de yer vardı; parasını ödediği ve olay çıkarmadığı müddetçe müşterinin kim olduğu önemsenmezdi.

“Arkadaşlar geç oldu, kapatıyoruz!” diye seslendi Bergun masadakilere. Ancak diğerlerinin pes etmeğe niyeti yoktu. “Aman Vali Bey, Kuru Döşek Hanı’nın kapandığı nerde duyulmuş?” diye laf attı Klik. Bıçkın da “hadi Sayın Bergun, bir kadehçik daha!” diye üsteledi. Bergun sırıtarak pos bıyıklarını burdu. İki haftadan beri sabaha karşı hep aynı senaryoyu oynuyorlardı. Hancı, yer paspaslayan gençlerden birine “çocuk, bize dört bira kap çabucak,” diye seslendi. Diğerleri masalarından neşe içinde tezahürat yaptılar.

Ancak Bergun henüz bir iki adım atmıştı ki salonun ortasından gelen ürkütücü bir çıtırtı ile durdu. Ses diğerleriyle kendi arasında, salonun ortasındaki bir noktadan geliyordu. Bergun’un pos bıyıkları ve saçları elektriklenmiş gibi havaya dikildi ve hafif bir yanık kokusu duyumsadı. Sesin geldiği yerde, -serap görür gibi- havada dalgalanmalar başlamıştı. Masadaki üç kişi de ayağa fırlamış, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bergun “büyü bu!” diye düşündü. Yoksa aralarında görünmez biri ya da bir şey mi dolaşıyordu? Sonra dalgalanan hava yoğunlaşarak elips biçiminde büyük bir boy aynasına dönüştü, öyle ki Bergun karşıdaki müşterileri araya giren “şey” yüzünden göremez hale geldi.

“Boyut kapısı!” diye inledi Bergun. Daha önce hiç boyut kapısı açıldığını görmemişti ama anlatılanlardan, tarif edilenlerden dolayı, kesinlikle birazdan salonun ortasına kimbilir evrenin hangi köşesinden gelen, ne idiği belirsiz bir yaratığın düşeceğinden emin gibiydi. Garson çocuklar kendilerini masaların altına çoktan atmışlardı. Bergun de tabanları yağlayıp kaçmak için içinde dayanılmaz bir istek duyuyor ama gururuna yediremiyordu. Heyecanını bastırmaya çalışarak gelenin bir iblis olmaması için dua etti.

Bir an boyut kapısı karanlığa dönüştü ve hemen ardından içinden meşhur büyücü Tiq Otally çıkıverdi. Yaşlı büyücünün üzerinde toprak rengi uzun bir cübbe, kafasında da aynı renkte kocaman kenarlı, uzun, sivri kukuletalı bir şapka ve elinde de ucunda ışık parlayan, neredeyse kendi boyunda bir asa vardı.

Tiq Otally çıkar çıkmaz boyut kapısı kapandı. Büyücünün asasındaki ışık bir an salondakilerin gözünü kamaştırdı. Otally sinirli bir şekilde, sanki diğer tarafta başladığı bir konuşmayı devam ettiriyor, daha doğrusu öfkeyle söyleniyordu. “Aptallaar! Beyinsiz amatörler!!..” diye kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu. Öfkesinin ardına gizleyemediği bir telaş, bir nefes nefese kalma durumu da kendini belli ediyordu.

Bergun eskiden beri tanıdığı hatırlı müşterisi, hatta arkadaşı -bir büyücüyle ne kadar arkadaş olunabilirse artık- Tiq Otally’nin yüzünü görünce içi rahatladı. Ancak bir an sonra büyücünün göbeğine kadar uzanan beyaz sakallarına tırmanan yumruk iriliğinde örümceği farkedince dehşete kapılmakta gecikmedi. Aslında büyücünün üzerinde bu iri yarı örümceklerden bir sürü vardı.

Bergun gözlerini faltaşı gibi açarak titreyen parmağıyla adamın üzerini işaret etti ve “Bay Otally! Böce... örümcek!..” diye yüksek sesle kekeledi.

Otally sol elini uzun beyaz saçlarının arasına daldırarak sol kulağını buldu ve tılsımlı küpesini tutarak kadim “Arcane” dilinde birkaç sözcük mırıldandı. Büyücü bir anda kardan adam gibi bembeyaz olmuştu. Üzerindeki örümceklerin de çoğu buz mavisi heykelciklere dönüşerek döküldüler ve yere çarptıklarında kristal vazolar gibi tuzla buz oldular.

Birkaç örümcek donmadan kendini yere atabilmişti ama onlar da pek fazla uzaklaşamadılar; birini Bıçkın çizmesinin topuğuyla ezdi, Avcı ise iki elinde tuttuğu yaylı tabancalardan gönderdiği oklarla iki örümceği ahşap döşemeye zımbaladı ve son olarak Klik’in ceketinin yeninden çıkıveren küçük bir fırlatma hançeri hızla hedefini bularak kalan tek örümceği de halletti.

Bergun şaşkınlıktan donakalmıştı. Tiq Otally de normale döndüğünde çevresine şöyle bir göz gezdirdi. Bakışlarını ayağının dibindeki kırık buz parçalarından yere zımbalanmış anormal örümceklere çevirdiğinde, kuş kanadına benzeyen beyaz kaşlarını havaya kaldırarak “etkileyici!” dedi. Bu iltifat diğerlerinin şımarmasına yol açmıştı, hepsinin ağzı kulaklarındaydı. Üstelik biraz önce yaşadıkları ufak heyecan, özledikleri macera duygusunun tadını, az da olsa damaklarında hissetmelerine sebep olmuştu.

“Merhaba ben Bıçkın, bunlar da Avcı ve Klik...” diye söze başladı Bıçkın ama Tiq Otally gruba ilgisini kaybetmişti bile. Büyücü artık ilk geldiğindeki gibi öfkeyle burnundan solumuyordu ama yeterince huysuzdu. Her zaman oturduğu, köşedeki masasına doğru hızlı hızlı yürürken “Bergun bana içecek bir şeyler yolla, dilim damağım kurudu,” dedi.

Hancı derhal masaların altından çekingence başını uzatan gençlere bir işaret çaktı, garsonlar içkileri getirmeye koştular. Bu arada Bergun yerdeki örümcek cesetlerine dikkat çekerek, -ok saplananlardan biri hala kıpırdamaktaydı- serüvenci grubuna “bravo arkadaşlar, çok nişancısınız doğrusu. İçkileriniz benden,” dedi. Büyücünün ilgisizliğinden morali bozulan grubu nazikçe iteleyerek masalarına geri yönlendirdi. Kendisi de derhal Meşhur Büyücü Tiq Otally’nin masasına seyirtti.

Büyücü masasına kurulmuş, yorgunluk atarken “Bergun sana zahmet bana bir pipo buluver, benimki orada kaldı,” diye seslendi.

Siyah giyen üçlü kendi masalarına otururken Bıçkın “arkamda böyle bir büyücü olsa sırtım yere gelmez,” dedi. Avcı da bu sözü onaylarcasına başını sallamıştı. Klik dudak büktü: “Ben büyücüleri pek sevmiyorum, kendini beğenmiş oluyorlar. Baksana adam kendini tanıtmadı bile. En iyisi rahipler bence, üstelik şifacı oluyorlar,” dedi.

İçecekler ve tütün de geldikten sonra Bergun, büyücünün piposundan bir nefes çekmesini bekleyerek “Usta Otally bizi çok korkuttunuz. Nereden geliyordunuz?” diye sordu.

“Pafund Çölü’nden geliyordum.”

“Pafund Çölü mü! Ama orası cehennemin dibi, uzak ülke!”

“Abartma Bergun, kıtanın güneyi sadece.”

“Yani oraya kimse gitmez anlamında söyledim.”

“Bergun o kızgın çöle gitmemin sebebi gezintiye çıkmak değildi elbette. Zaten az daha postu deldiriyordum... Tholl Vadok Piramidi’ni bulmak için gittim oraya.”

“Tholl Vadok mu? Ben onu efsane zannediyordum, masallar için uydurulmuş...”

“Sen öyle san! İnsanlar ulaşamadığı şeylerin varlığını inkâr etmeye pek meyillidir. Tholl Vadok Piramidi var, ve ben onun 9.Koridor’una kadar girdim. Hesaplarıma göre sadece üç koridor kalmıştı, 12.Koridor’un ardında Vadok’un mezar odası olmalıydı.”

Bu arada siyah giyen üçlü masalarında güya içkilerini yudumlarken pek sessizdiler. Aslında hepsinin kadehleri boşalmıştı ama dikkatleri dağılmasın diye kıpırdamaya bile korkuyorlardı. Bıçkın, deniz böceği kabuğuna benzeyen küpesinin dar ucunu kulağına dayamış, geniş ucunu ise Bergun ile Tiq’in oturduğu masaya yönlendirmeye çalışıyordu. Tılsımlı olan küpenin sesleri toplama özelliği vardı. Klik’in ise normalin iki katı büyüklükteki -sahte- kulakları yardıma ihtiyaç duymayacak kadar keskindi. Avını gözleyen bir tilki gibi dikkatle odaklanmış, en ufak bir fısıltıyı bile kaçırmıyordu. Avcı konuşulanları duyamıyordu ama gözleri adamların dudaklarını okuyacak kadar keskindi. Üçü de maceranın kokusunu almaya başlamışlardı.

“Peki ne oldu Usta Otally, üzerinizde yaratıklarla alelacele gelmiş gibiydiniz?” diye sordu Bergun.

“Ne olacak Bergun; yanımda götürdüğüm salaklardan biri korkunç bir tuzağı harekete geçirdi, bütün koridor zehirli saldırgan yaratıklarla dolmaya başladı. Her taraftan sürüler halinde çıkıyorlardı. Örümcekler, çıyanlar, devasa egzotik böcekler duvarlardaki deliklerden adeta fışkırıyor, hatta tavandan tepemize yağmur gibi yağıyordu.”

“Öbürleri... Yani adamlarınıza ne oldu?”

“Ah beyinsiz amatörler, kaz kafalılar! Lafa gelince bol keseden atarlar; yok açamadığı kilit, çözemediği mekanizma yokmuş, hiçbir tuzak gözünden kaçmazmış!.. Ne olacak Bergun?.. Onların başına ne geldiğini düşünüyorsun? Ben kıçımı zor kurtardım, gördün işte nasıl son anda geldiğimi. Yaratıklar üzerime hücum etmişlerdi bile, koruyucu büyülerim olmasaydı çoktan zehirli dişlerini bana da geçireceklerdi... Üzüldüm tabii... Ama onlar için yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Çıkmadan önce koridordaki bütün yaratıkları öldürecek bir ateş topu bıraktım. İyi bir büyücü görevini tamamlamak uğruna -kendi canı olmasa bile- gerekirse bütün ekibini feda edebilmelidir Bergun, anlıyormusun?”

“Eee evet tabii... galiba... Neyse ki siz son anda kurtulabilip buraya geldiniz... Sahi Usta Otally neden buraya geldiniz? Yani hoş geldiniz tabii ama Zaphir’e de gidebilirdiniz değil mi?”

“Evet Bergun, boyut kapısını daha önce görmüş olduğum herhangi bir yere açabilirim, rahatlıkla Zaphir’deki kuleme de dönebilirdim. Ama insan cehennem çölündeki kadim bir piramidin karanlık küflü labirentlerinde ölümle burun buruna gelince bir dost yüzü görmeyi özlüyor.”

“Ah!.. Çok duygulandım...”

“Bir de üstümde lanetli çölün tozları ile dönüp evime hastalık filan bulaşsın istemedim.”

“Anlıyorum.”

Tiq Otally’nin aklı başka yerdeydi. Piposunu tüttürürken kendi kendine konuşur gibi “çok yaklaşmıştım, sadece üç koridor kalmıştı,” diyordu.

“Afedersiniz Usta Otally ama nedir bu kadar önemli olan, Vadok’un mezar odasında büyük hazineler mi var?” diye sordu Bergun.

“Hazine mi?.. Hazine kelimesi orada olanı tarif etmekte hafif kalır Bergun. Vadok’un mezar odasında...”

Tam bu sırada gözlerinden uyku akan garson çocuk, siyah giyen üçlünün masasına geldi ve boş kadehleri toplamaya başladı. Üstelik sakarlık yaparak masadakileri devirdi ve diğer üçünün konsantrasyonunu bozacak kadar patırtı yaptı. Delikanlı özür diledikten sonra kendini affettirmek istermiş gibi başka bir istekleri olup olmadığını sormuştu ama diğer üçünün karanlık bakışlarını görünce kaçar gibi uzaklaştı.

“Çocuğun zamanlaması harika doğrusu. Siz duyabildiniz mi?..” diye fısıldayarak konuşan Avcı’ya, diğer ikisi sert bakışlar atmakla yetindiler. Tiq Otally’nin konuşmasını dinlemeye çalışıyorlardı.

“İşte böyle Bergun. Şimdi yeni bir serüvenci grubu bulup tekrar Pafund Çölü’ne dönmem gerekiyor. Ama piramidin tılsımı öyle güçlü ki bir dahaki ay doğumunda bütün büyüler ve tuzaklar tekrar kurulacak, koridorların bütün mekaniği ve şifreleri değişecek. Anlayacağın her şeye baştan başlamam gerekecek. Tek tesellim: Artık boyut kapısı açarak piramidin yanına kısa sürede gidebileceğim. Çünkü çölü gördüm Bergun. Issızlığın cehenneminde haftalarca yolculuk ettim. Sıcaktı. Çöle kum denizi diyorlar biliyor musun? Gerçekten de bir deniz kadar uçsuz bucaksız. Kum tepeleri denizdeki dalgalar gibi sonsuzluğa uzanıyorlar. Ve kum fırtınalarının şiddeti, deniz fırtınalarından da beter. Göz gözü görmediği gibi, eğer hemen siper almazsan muazzam bir süratle üzerine çarpan sonsuz sayıdaki kum taneciğinin hışmına uğrarsın. Gece ise aksine dondurucu bir soğuk olur, taş olsan çatlarsın.”

Tiq Otally birden bir şey hatırlamış gibi “Ah! Evcilimi salayım da biraz dolaşsın, olur mu Bergun?” dedi.

“Tabii, elbette!” dedi Bergun ama büyücünün ne söylediğini tam olarak anlamamıştı aslında.

Otally uzun sivri kukuletalı şapkasını çıkararak havaya doğru tuttu ve içine doğru konuştu: “Hadi dolaş biraz!” Şapkanın içinden ufak bir yarasa fırladı ve özgürlüğün tadını çıkarırcasına uçmaya başladı.

Bergun hancılık kariyeri boyunca öyle şeyler görmüştü ki bu onu şaşırtmadı. Yine de yarasanın şapkadan çıkış hızı ürkütmüştü biraz.

Bu arada siyah giyen üçlü Tiq Otally’nin masasına yanaştı. Bıçkın söze girdi: “Bayım konuştuklarınıza kulak misafiri olduk; Vadok Piramidi’nde başladığınız işi bitirmeniz için size yardım edebiliriz. Ben Bıçkın. Kılıç ustalığıma güvenebilirsiniz, ayrıca akrobatlık gerektiren görevlerin altından kalkabilirim,” dedi. Yanındaki öne çıktı: “Ben de Avcı. İyi atıcıyımdır.” En son yanlarındaki gölge de kendini tanıttı: “Ben de Klik. Açamayacağım kilit, çözemeyeceğim mekanizma, fark edemeyeceğim tuzak yoktur!” dedi.

Bergun bir an büyücünün “ben bu lafları daha önce de duymuştum,” gibisinden bir şey söyleyeceğini sandı ama öyle olmadı. Tiq Otally piposundan bir fırt çekti ve ayağa kalkarak “gidelim o zaman!” dedi.

***

Tholl Vadok Piramidi – 9.Koridor

Etrafta yanmış kavrulmuş çeşitli yaratık cesetleri doluydu. Koridorun sonuna geldiklerinde Tiq Otally’nin eski ekibinden arta kalanları gördüler. Diğerleri endişeli bakışlarını büyücüye çevirdiğinde Tiq Otally “ben ateş topunu attığımda onlar çoktan ölmüştü zaten,” diye izahat verdi. 10.Koridor’un kapısına vardıklarında Klik kapıyı inceledi ve ukala bir sırıtışla “çocuk oyuncağı,” dedi. Yine de kilidi açması için maymuncuk setiyle birkaç dakika üzerinde çalışması gerekmişti. Sonunda bir “klik!” sesiyle kilit açıldı. Ardından yavaşça kapıyı iterek ardına kadar açtılar.

10.Koridor, girişin sağına doğru uzanıyordu. Aslında bütün koridorlar birbirine doksan derece açıyla birleşiyordu. Her kapıdan geçişte sağa dönerek yollarına devam ediyorlardı. Aynı zamanda hafifçe aşağıya doğru eğimli koridorlar piramidin merkez ekseni etrafında dönerek diplerdeki mezar odasına doğru gidiyorlardı.

Hemen girişte iki heykel göze çarpıyordu. Ama üçüncü bir heykelin olması gerektiğini düşündüren üzeri boş beyaz mermerden bir kaide vardı. Yanında kahverengi mermerden kaidenin üstünde gerçek ölçülerine yakın yine kahverengi bir kurt heykeli bulunuyordu. Kurt dişlerini gösteriyor, korkunç görünüyordu. Onun yanında da yeşil mermer kaidenin üzerinde yine yeşil renkte küçük bir ağaç heykeli vardı. Üzerinde yüzlerce minik yaprak işlenmişti.

10.Koridor yaklaşık dört metre kadar genişlikte ve yükseklikteydi ama çok uzundu. Öyle uzundu ki diğer ucu zar zor gözüküyordu. Girişten birkaç metre ötede düz desenli zemin bitiyor, yere döşenmiş rengarenk parke taşlar başlıyordu. Yerdeki taşların her biri yaklaşık kırk santim genişliğinde ve altıgen şeklindeydi. Asıl ilginç özellikleri ise tıpkı heykeller ve kaideleri gibi kahverengi, yeşil ve beyaz renklerde olmalarıydı.

Yan duvarlar ise karmaşık desenlerle boyanmıştı ama dikkatli bir göz desenlerin arasındaki yüzlerce deliği fark edebilirdi. Nitekim fark edildi de! “Bu delikler havalandırma için olmasa gerek,” dedi Klik. Bıçkın ekledi: “Eminim şu yerdeki parke taşlardan tuzaklı olanına basıldığında deliklerin içinden mızraklar fırlıyor ve geçeni delik deşik ediyor; ne kadar klişe bir tuzak!” dedi. Tiq Otally ise tereddütlü bir şekilde sakalını sıvazladı: “O dediğin tuzaktan 3.Koridor’da vardı; burası 10.Koridor, aynı tuzağı kullandıklarını sanmıyorum,” dedi.

Avcı gözüne tuttuğu tılsımlı kristalin ardından koridorun uzak, çok uzaktaki diğer ucuna bakıyordu. “Eksik olan beyaz heykel karşı tarafta. Sanırım bu... bir koyun!” dedi.

Tiq Otally heyecanlanmıştı. “Koyun heykeli mi! Peki kahverengi ve yeşil mermer kaidelerden karşıda da var mı?” diye sordu.

“Evet, buradaki kaidelerin aynısından orada da var,” dedi Avcı yakınlaştırıcı kristalini gözüne tutarak.

“Hımmm, bu heykeller bir işe yarıyor olmalı,” dedi Tiq. “Ama önce şu koridoru bir test edelim. Bıçkın!..” Kafasıyla görevi Bıçkın’a verdiğini işaret etmişti Büyücü Otally.

Bıçkın bir an şaşırdı. “Nasıl yani?.. Geçeyim mi?”

Diğer herkes geriye çekilirken Tiq Otally gevrek gevrek gülümseyerek “ister kendin geç, istersen öteye doğru bir şey fırlat,” dedi.

Bıçkın cesetlerin üzerinden aldığı ufak bir gürzü parke taşların üzerine doğru fırlattı. Gürz yere çarptığı anda, o bölgede, yan duvarlardaki deliklerden bir sürü sivri uçlu metal şiş fırladı. Hareket o kadar ani ve şiddetli olmuştu ki, adamlar bunu bekledikleri halde yine de ürktüler. Ejderhanın kapanan dişleri gibiydi. Mızrakların sap kısımları hala duvarın içindeydi ve birkaç saniye sonra bütün mızraklar mekanik tıkırtılar eşliğinde yavaş yavaş yuvalarına geri döndüler.

“Vay canına!” dedi Avcı. “Kalkanları, zırhları bile deler bunlar.”

“Gördünüz mü tam tahmin ettiğim gibiymiş,” dedi Bıçkın.

“Öyle mi, o zaman nasıl geçeceğimizi de tahmin et bakalım çok bilmiş!” diye laf attı Klik.

“Aslında basit,” dedi Büyücü Tiq Otally. “Heykellerden birini yanına alırsan ve heykel ile aynı renkte taşlara basarsan bir şey olmaz!”

Diğerleri itiraz etmedilerse de ikna da olmamışlardı.

“Bıçkın!” dedi Tiq Otally başıyla heykelleri işaret ederek.

Bıçkın yutkundu. “Yani ben mi?..”

“Endişelenme sana koruyucu büyü yapacağım.”

Korsan eskisi adam istemeye istemeye heykellere yanaştı. “Hangisi?”

“Farketmez.”

Bıçkın bitki heykelini kucakladı. Pek de ağır sayılmazdı.

Tiq Otally adamın suratına bir fiske yarasa pisliği atarak, kadim “Arcane” dilinde bir şeyler söyledi. Ardından “ tamam, şimdi efsun ile korunuyorsun, bıçaklar sana bir şey yapamaz,” dedi ve Bıçkın koridora adım atarken “en azından bir iki vuruştan korur seni,” diye hızlıca mırıldandı.

Bıçkın kucağında bitki heykeli ile koridorda ilerlemeye başladı. Klik adamın ardından “unutma yeşil taşlara basacaksın! Renk körlüğü filan yoktu sende değil mi?” diye dalga geçerek konuştu. Ancak Bıçkın ilk taşın üzerine ürkek bir adım attığında hiçbir şey olmadı. Yeşil taşlara basarak biraz daha ilerledi ve tuzaklar harekete geçmedi. Bıçkın yavaşça geriye dönerek ekibe doğru sıtrıttı. “İşe yarıyor!”

Avcı, “peki ama hepimiz nasıl geçeceğiz karşıya,” diye sordu.

Tiq Otally Bıçkın’a geri dönmesini işaret etti. “Bir sorunumuz daha var; üç heykeli yan yana bırakamayız. Bırakırsak kimbilir ne olur ama riske girip öğrenmek istemiyorum doğrusu,” dedi.

“Neden bırakamayız ki?” dedi yanlarına dönüp kucağındaki heykeli kaidesine geri koyan Bıçkın.

Tiq vevap verdi: “Kurt koyunu yer, koyun da bitkiyi. Anladınız mı heykellerin neden koridorun ayrı uçlarında durduğunu?”

“Bu durumda,” dedi Klik, “Bıçkın sen Sayın Otally’yi, Avcı sen de beni taşımalısın, biz de heykelleri kucağımızda tutarız.”

“Sen delirdin mi?” dedi Avcı, “hem seni, hem malzemeleri, hem de heykeli taşıyacağım ve doğru taşlara basarak sek sek zıplayacağım öyle mi?”

“Evet evet imkansız! Bir de dengemizi kaybedersek anında ölürüz,” diyerek Bıçkın da destekledi Avcı’yı. Klik’e çatık kaşlı bir bakış fırlattı.

Üçü dönüp yaşlı büyücü Tiq Otally’e baktılar. Otally çantasından piposunu çıkartırken “kimse kimseyi sırtında taşımayacak,” dedi. “Koridor çok uzun buradan geçmek biraz zaman alacak. Önce kurt ve bitki heykelini alan iki kişi karşıya geçecek, daha sonra karşıya geçenlerden biri iki heykeli birden alıp geri dönecek. Bıçkın sen iki heykeli de kolaylıkla taşıyabilirsin herhalde?”

“Evet taşıyabilirim; ikisi en fazla kırk kilo gelir.”

“Güzel. Tamam o halde geri dönüşlerde heykelleri sen getireceksin ve hepimize karşıya geçişlerde eşlik edeceksin.”

“Anlaşıldı.”

Önce Bıçkın’la beraber Klik geçiyordu karşıya. Tiq Otally piposunu adamların peşlerinden sallayarak “ben gelmeden karşı taraftaki hiçbir şeye dokunmayın sakın!” diye uyarmayı ihmal etmedi.

“Tamam, tamam!” diye cevaplayan Klik, kucağında kurt heykeli ile sadece kahverengi taşlara basmaya özen gösterirken “bu adam da bizi iyice çocuk yerine koyuyor yahu!” diye biraz arkasından gelen Bıçkın’ın duyabileceği kadar bir ses tonuyla mırıldandı.

Koridor çok uzun olduğundan ikisi 11.Koridor’un kapısının olduğu uca varana kadar birkaç dakika geçti. Tam tahmin ettikleri gibi burada da heykelleri üzerine koymak için mermer kaideler vardı. Beyaz kaidenin üzerinde çok sevimli bir koyun heykeli vardı. Klik “kurt heykelini koyunun yanındaki bölüme koysam ne olur acaba?” diye sesli düşündü.

Bıçkın ise kurt heykelini adamın elinden kapar gibi alarak, ters bir bakış attı. “Şimdi deney yapmanın sırası değil!” dedi.

Bıçkın iki heykel iki koltuğunun altında koridorun başına dönerken pek zorlanmadı. Güçlü ve atletikti. Daha sonra bu sefer Avcı ile birlikte geçtiler koridordan. Tiq Otally ise piposunu tüttürüp çantasından çıkardığı bir takım parşömenleri incelemekle meşguldü. Bıçkın Avcıyı da karşıya bıraktı ve Büyücü’yü almak üzere döndü.

Avcı 11.Koridor’un metal kapısı önünde durmakta olan Klik’e yanaştı. “Nasıl, bu kapıyı da açabilecek misin?” dedi.

“Çok kolay! Sen gelmeden önce inceledim kapıyı; bilmeceli kilit koymuşlar.”

“Bilmeceli kilit mi?”

“Evet, bak üzerindeki sayıları görüyor musun?” diye işaret etti Klik. Kapının üzerinde yanyana küçük çerçeveler içinde kabartma sayılar gözüküyordu. Sayılar 11, 13, 17, 19, 23 diye dizilmişti ve bunların ardından gelen son kutucuğun içinde ise soru işareti anlamına gelen bir rün bulunmaktaydı. Hemen biraz aşağıdaki küçük bir diski çevirince soru işaretinin yerine 00 ile 99 arasındaki sayılar getirilebiliyordu. “Aslında çok basit,” dedi Klik, “bu serinin sonuna gelecek doğru sayıyı bulacaksın, ardından kapının mandalını bastırdığında kapı açılır.

“Peki yanlış sayıyı getirip kapının mandalına basarsan ne olur?”

“Açılmaz.”

“Tuzak yok mu peki?”

“Olmaz olur mu, tabii ki var! Aksi takdirde bütün sayıları denemek mümkün olurdu. Yanlış sayıyı girersen, eminim ölümcül bir tuzak harekete geçecektir... Ama bunun çözümü basit; baksana 11’den 13’e iki sayı artıyor, 13’den 17’ye dört sayı, 17’den 19’a iki, 19’dan 23’e yine dört sayı artıyor. Yani bu sayılar sırayla önce iki sonra dört artıyor; önce iki, sonra dört ve bu böylece tekrarlanıp duruyor. O zaman en son sayı olan 23’ten sonra gelecek sayı iki fazlası yani 25 olmalı!”

***

Bu sırada binlerce kilometre kuzeyde Mavitaş Kasabası’nın valisi Bergun Pastaci, kasabanın güvenlik sorumlusu olan oğlu Hardel ile geç kalmış bir kahvaltı yapmaktaydı. Gece hiç uyumamıştı. Tiq Otally ve ekibi başka bir boyut kapısından Pafund Çölü’ne gider gitmez hemen kasabanın büyücü ve rahiplerini yataklarından kaldırtmış, acilen hana çağırtmıştı. Zehirli örümceklerin kalıntılarını temizletmiş, olası  lanet ve hastalıklara karşı koruyucu büyüler yaptırmış, adamlarına bütün salonu ilaçlı sularla temizletmişti. Ayrıca rahipler yıldızlara bakıp, Kuru Döşek Hanı’nın ana salonunda zırt pırt boyut kapısı açılmasının, zaman ve kader örgüsü üzerinde eksantrik değişimlere yol açıp açmadığı konusunda araştırma yapmışlar, neyse ki korkulacak bir sorun bulmamışlardı.

Bergun ancak yeni oturup dinlenecek fırsat bulabilmişti ve zil çalan karnını doyururken oğluna gece olanları anlatıyordu. Güvenlik teşkilatı her nasılsa olaylardan habersizdi.

“Ah baba, yine kaçırdım olayları! Aslında ben de gitmek isterdim onlarla,” dedi Hardel. Yirmili yaşlardaki genç savaşçı küçüklüğünden beri serüvenciliğin hayalini kuruyordu ama henüz Zaphir Şehri’nden öteye gidememişti.

“Saçmalama!” dedi babası, “bırak artık bu serüvencilik hayallerini, sana burada ihtiyacımız var. Bir an önce evlensen de başını bağlasan, sakinleşirsin belki. Hem... Tiq Otally Usta ile serüvene çıkmak... çok tehlikelidir.” Bergun oğlunun yüzüne, daha fazla kurcalamamasını tembihleyen bir bakış attı.

Hardel, “en azından şu boyut kapısını görebilseydim, güzel miydi bari?” diye sordu.

Ansızın salon hafifçe titremeye başladı. Tiz bir uğultu duyuldu ve “çıtt!!” diye bir ses geldi. Herkesin saçları elektriklenip dikilmişti. Hardel babasının pos bıyıklarının fırça gibi kabardığını görünce gülmekten kendini alamadı. Ama Bergun gülmüyordu. Ekşimiş bir suratla oğluna “şimdi göreceksin boyut kapısını,” dedi.

Gerçekten de salonun ortasına bir boyut kapısı açıldı ve içinden, üzerine kımıl kımıl, çeşitli renklerde yılanlar sarılmış vaziyette Büyücü Tiq Otally çıkageldi. Büyücünün şapkasından asasına kadar her yerinde yılanlar vardı ve çoğu yaşlı adamı ısırmaya çalışıyordu. Buna rağmen Tiq Otally yılanların farkında değilmiş gibi öfkeyle bağırıyordu: “Aptallaaarr!! Beyinsiz amatörleerr!! SALAKLAAARR!!”



SON
.

8
Kurgu İskelesi / Ynt: Voldemort’un Laneti
« : 20 Eylül 2009, 00:50:36 »
***

     Crawley Sanat Okulu.

     İki polis memuru kapının eşiğinde, konser salonunda Mozart’ın 40ıncı senfonisini prova eden orkestrayı seyrediyordu. Polislerden biri adeta fısıldayarak yanlarındaki okul görevlisine (bu bir öğretmendi) sordu: “Hangisi Harry Potter?”

     “Orkestra şefi.”

     “O elindeki...”

     “Baget.”

     “Baget de tıpkı asaya benziyor. Siyah kıyafet filan tam büyücü gibi...”

     Polis memurunun aklı sıra yaptığı espri, metalik gürültülerle yarıda kesildi. Tavandaki bazı spot lambaları tutan bir kiriş, çatırtılar arasında aşağıya düşüyordu. Kopan kablolar, kıvılcımlar çakmasına ve ışıkların sönmesine sebep oldu. Sigortaların atmasıyla birden ortalık karardı. Sadece salonun yan duvarlarındaki kırmızı renkte acil durum lambaları yanıyordu. Çığlıklar arasında iki polis olay yerine yaklaşıp müzisyenleri sakinleştirmeye çalıştı. Birkaç kişi kırılan lambaların sıçrayan cam parçaları yüzünden, hafif yaralanmıştı. Ancak enkazın altından baget tutan bir el gözüküyordu. Demir kafesten yapılma kiriş, tam da orkestra şefinin üzerine düşmüştü.

***

     Samuel Benton polis merkezindeydi. John hakkında Türk makamlarından biraz önce haber almışlardı; saldırıya uğramış. Dedektif öyle doğaüstü olaylara filan pek inanmazdı ama bu gün Watford’da olan olaylar... Telefonu çaldı. Arayan Hemaraj Pinak’tı. Nüfus İdaresi IT sorumlusunun sesi esrarengiz geliyordu. “Dedektif, siz ayrıldıktan sonra garip bir durum keşfettim,” dedi.

     “Dinliyorum bay Pinak” dedi Samuel.

     “Bilgisayar sistemindeki hasarı incelerken farkına vardım ki, ‘Voldemort’ denen hacker her şeyi alt üst etmeden birkaç dakika önce, İngiltere kaynaklı başka bir hacker, sistemdeki nüfus bilgilerini çalmış zaten.”

     “Yani iki ayrı bilgisayar korsanı var, biri buradan, diğeri de İstanbul’dan bağlanmış, öyle mi?”

     “Evet. Hem de neredeyse aynı anda. Ne tesadüf değil mi? Bence bu ikisi aralarında bir tür yarışma yaptılar, önce hangisi güvenliği kıracak diye.”

     “Teşekkürler Bay Pinak. Peki diğer korsanın bağlantı numarası belli mi?”

     “Hayır maalesef. Numarayı silen bir yazılım kullanmış herhalde. Ancak Watford’dan olduğunu söyleyebilirim size.”

     “He? Hass...”

     “Anlamadım?”

     “Ha? Yok, size söylemedim Bay Pinak. Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.”

     Samuel kendini huzursuz hissediyordu. Biraz sonra dahili hattan Anita aradı. “Samuel, Türk Dedektif’in telefonundan, John ile görüşebilirsin.”

     Bu sırada binlerce kilometre ötede, İstanbul’da bir hastane odasında Komiser Ferit Coşar, cep telefonunu, başı sarılı vaziyette yatan John’a uzattı. “Al bakalım seni arıyorlar.”

     John ve Samuel birbirlerinin sesini duyduklarına sevinmişlerdi. “Ne oldu sana ortak?” diye sordu Samuel.

     “Önemli bir şey değil. Uyuşturucu almış gençler saldırdı. Sadece ufak bir sıyrık.”

     “İyi olduğuna emin misin?”

     “Evet, evet. Sadece beyin sarsıntısı ihtimaline karşılık tutuyorlar. Ben iyiyim merak etme.”

     “Bak John. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama bugün tuhaf olaylar yaşadım.”

     “Ne gibi tuhaf olaylar?”

     “Belki de saçma sapan kuruntular. Bak, bilirsin ben metafizik şeylere filan inanmam ama... Yani dikkatli ol; garip şeyler olursa tetikte olmanı istiyorum tamam mı?”

     Bu sırada telefonun pilinin bitmek üzere olduğu sinyali öttü. “Tamam Samuel görüşürüz” diyerek kapattı John. Düşünceliydi. Telefonu Ferit’e uzatırken “şimdi hatırlıyorum da, bana vuran çocuk adımı söyledi?” dedi.

     “Bu imkansız John. Sana öyle gelmiştir.”

     “Evet gayet iyi hatırlıyorum. ‘Hey John!’ diye bağırınca kafamı çevirmiştim. Sonra da vurdu.”

     Ferit birkaç saniye sessizce düşündü. Sonra, “Johny demiş olmasın?” dedi.

     “Olabilir, belki de...”

     Ferit güldü. “Dostum bazen sizin gibi yabancılara -özellikle İngiliz ve Amerikalılara- ‘Johny’ diye takma isim verilir bizim burada.”

     “Şaka mı ediyorsun?”

     “Hayır çok ciddiyim.”

***

     Ertesi sabah John ve Ferit yine Beyoğlunda, olayların gerçekleştiği sokağın başındaydılar. John, başındaki sargı ve Ferit’in ona verdiği siyah deri ceketle daha ciddi görünüyordu. Üstelik hafiften sakalları oluşmaya başlamış, gece huzursuz hislerle uyuyamamaktan ötürü gözleri torba torba olmuştu.

     “Dostum iyi olduğuna emin misin?” dedi Ferit. İngiliz’in kendi sorumluluğunda kafasından darbe alması vicdanını sızlatıyordu. Ödünç verdiği kaliteli deri ceketi ona hediye edecekti.

     “Merak etme iyiyim. Hadi gidip şu falcıyı görelim” dedi John. Baykuş ortalarda yoktu.

     Sabahın bu saatinde falcı açık olur muydu? İkisi de ilk defa bir falcıya geliyorlardı. Döküntü apartmanın içi, taş duvarların serinliğini yansıtıyordu. Üç kat çıkıp zili çaldıklarında, kapı otomatik olarak açıldı. Küçük bir koridoru geçip kavuniçi tüllerle bezenmiş, sokağa bakan pencerelerin olduğu bir odaya geldiler. Duvarlarda; uzay, gezegenler, yıldızlar ve sanki başka boyuttan dünyaların resimleri vardı. Nereden kaynaklandığı belli olmayan mistik tonda bir müzik belli belirsiz duyuluyordu. Falcı kadın şık bir ahşap masanın ardında oturuyordu. Zarif bir hareketle elindeki türk kahvesinden bir yudum aldı. Höpürdetmemişti.

     “Buyrun beyler” dedi. Otuzlu yaşlarda, canlı siyah bakışlara sahipti. Siyah saçları, turkuaz renkli desenli bir tülbentle, şuh bir tarzda bağlanmıştı. Karizmatik bir burnu, güzel dudaklarıyla iki adamın da beğenisini topladı. Canlı renklerle bezenmiş hafif elbisesinden anlaşılabildiği kadarıyla ince bir vücuda sahipti.

     İki dedektif masaya doğru yaklaştıklarında, iki dumanı tüten kahve onları bekliyordu. “İkiniz de az şekerli içiyorsunuz değil mi?” dedi kadın.

     “Ne dedi?” diye sordu John ve Ferit tercüme etti. İkisi de hafif şaşkındı. Kadının işaretiyle boş sandalyelere oturdular. Ferit kahveden bir yudum aldı. Gerçekten de yeni yapılmıştı.

     Tanıştılar. Kadının adı Münevver’di. John, Ferit’in aracılığıyla kadına bir baykuşu olup olmadığını sordu. Ferit kendini aptal gibi hissetnişti ama Münevver bu soruya şaşırmamış gibiydi.

     İngilizce konuşmaya başladı: “Size bazen hayvan, hatta insan gibi görünebilirler. Bazen de bilgisayarınız da akıllı bir sinyal olarak ulaşabilirler size.”

     John’un tüyleri ürpermişti. “Kimler?”

     Ama Ferit araya girdi. Kadının anlattıklarına ikna olmamıştı anlaşılan. “Bırak öcü hikayelerini, bizden sadece kahvelerin parasını alacaksın, fazlasını değil!” diye uyardı Falcı’yı.

     Kadın gülümsemesini muhafaza ederek John’un fincanını aldı. Bir takım ritüeller yaparak kahve fincanından fala bakmaya başladı. Birden John’a bütün bu yaptıkları komik gelmişti. Ferit ile gözgöze geldiklerinde iki polis kahkahaları koyuverdiler.

     “Umarım ülkene dönünce bunları raporuna eklemezsin” dedi Ferit. “Eklersen bile, bütün bunların senin fikrin olduğunu belirtmeyi unutma sakın!”

     Münevver, müşterilerin bu tip dalga geçmelerine alışık olmalıydı. John’un falına bakmaya başladı. İnkar edilemeyecek bazı gerçekleri söylüyordu ama bunlar pek de önemli sayılmazdı. Yakında uzak bir yola gidecekti, zaten yoldan gelmişti. Başında bir bela vardı, (kafasındaki sargıyı gören bunu tahmin edebilirdi) uzakta ondan haber bekleyenler vardı. Ve bunun gibi herkese uyabilecek belirsiz sözler ediyordu Falcı.

     Bu sırada Ferit, Medyum’un konsantrasyonunu bozma kabalığını göstererek, “tuvaleti kullanabilir miyim?” diye sordu ve Kadın’ın tarifi üzerine odadan ayrıldı.

     “Peki aşk hayatımla ilgili bir şey görünüyor mu?” dedi John. İş için geldiği İstanbul’da yaşadığı sıradan olmayan olayların ardından, bir turist havasında baktırdığı falın tadını çıkarıyordu.

     “Bir ilişkin olmadığını görüyorum ama...” Kadın, birden uzanarak John’un bileğini tuttu. Onu kendine doğru çekti. John, bu cılız kadından beklenmeyecek acı kuvvete direnemedi. Bileği acıyordu ve ürkmüştü. Kadının yüzüne baktığında bembeyaz olmuş gözleri görerek adeta kanı dondu. Ancak kabuslarında yaşadığı bir sıkıntı yüreğini sıkıştırdı. Kadın, sanki ölmüş de görünmeyen bir el çenesini açıp kapatıyormuş gibi dudaklarını oynatmadan konuştu. Sesi sanki dijital ortamda frekansıyla oynanıp kalınlaştırılmış gibi ürkünçtü. “Yeni-Cami-ye git! İsmail Hoca ile konuş! Ona de ki: ‘Tellak Veli’” dedi.

     Rahatlamış olarak odaya giren Ferit, manzarayı görünce şoka uğradı. “Hass...” İngiliz Dedektif yarı beline kadar masanın üzerine yatmış, falcı kadın koltuğunda rahatça otururken onu bileğinden tutmuştu. “Nooluyo lan burda?” dedi şaşkınlıkla.

     Kadın John’u bıraktı. Normale dönmüştü. Kendisi de en az iki polis kadar şaşkındı. “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu masanın üzerinde emekleyen John’a.

     Bu arada John’un dudakları devamlı tekrarladığı mırıltılarla meşguldü. Derken Ferit’e dönerek yüksek sesle tekrarladı: “Yeni-Camiğ, İzmeil Hoca, Telak Veliğ.” Bir yandan mor parmak izlerinin kalacağı bileğini oğuşturuyordu.

     Ferit, bütün bu saçmalıkların ingiliz meslekdaşının kafasına aldığı darbeyle ilgisi olup olmadığını düşündü. Ancak kendisine tuhaf olayların döndüğünü de itiraf etmek zorunda kaldı.

     Olaylar esrarengizliğini korudu. Münevver, olayı bir ‘trans haline geçme’ olarak nitelendiriyordu. Güya güçlü bir varlık, onun kontrolünü ele geçirip John ile iletişim kurmuşmuş. Ferit’in bunlara inanmaya niyeti yoktu ama John’un oldukça heyecanlı olduğu ve metafizik ip uçlarının peşinden gitmeye pek hevesli olduğu belliydi.

     “Eminönü’ndeki Yenicami’dir. Yürüyerek gidebiliriz, yakın sayılır” dedi Komiser Ferit. Dar bir sokaktan bayır aşağı yürüyorlardı.

     Karşıdan ağır adımlarla yaklaşan siyahi bir adam John’un dikkatini çekti, çünkü pis pis bakıyordu. John birden kendini tıpkı Falcı’nın transa geçtiği zamanki gibi sıkıntılı hissetti. İçinde bir his... Ferit’in kolunu tuttu ve bir an yavaşladı. Önünden geçtikleri kasap dükkanının açık kapısından havada dönerek gelen bir satır, iki polisin suratlarını yalayarak geçti. Resmen rüzgarını hissetmişlerdi. İkisi de kendi dillerinde küfürü bastılar. Kasap dükkanından şişko, palabıyıklı bir adam çıktı. Üzerindeki yağlı lekeli önlük, kasap olduğunu vurguluyordu. İki elindeki keskin bıçakları birbirine sürterek iç gıcıklayıcı bir ses çıkardı. Sol elindeki ince bir fileto bıçağı, sağ elinde ise iki karış boyunda iri bir bıçak vardı. Bakışları bir kuklanınkinden farksızdı.

     Fakat John bu sefer hazırlıklıydı ve diğer taraftan saldıran siyahi adamı bir judo hareketiyle savuşturarak yere yapıştırdı. Bekletmeden ağırlığını adamın üzerine verdi ve yumruğunu suratına indirdi. Aniden bir çiçek saksısı yanlarında patladı. Kafasını kaldırdığında dört kat yukarıdaki bir balkonda, yaşlı bir kadının heyecansız bir şekilde kendilerini izlediğini gördü. Kasap! Ferit uçarak tekmeledi adamı. Şişman gövdesinin de ivmesiyle taklalar atarak yuvarlandı adam. Yoldan geçmekte olan kendi halinde bir kadın, çantasını Ferit’in kafasına geçirerek tırnaklarını gözüne sokmaya çalıştı. John da yukarıdan gelen iki tane saksıdan daha, yerlerde yuvarlanarak kurtuldu. Sıçrayan seramik parçaları yüzünde hafif çiziklere yol açmıştı. En ürkütücü kısmı saldırganların konuşmamasıydı. Küçük bir çocuk John’un üzerine atlayarak kolunu ısırdı. Acıydı. Türk Komiser’in ötede bir kadını tokatlayarak yere sermesi, dışardan bakan birisine oldukça acımasız görünebilirdi. John tam çocuğu üzerinden zorla söküp öteye fırlattığında, bir saksı omuzuna çarptı. Acıdan çığlık atmak zorunda kalmıştı. Şansına bu seferki saksının plastik olması yüzünden herhangi bir kemiği kırılmadı.

     Ferit kafayı yemişti. “Nooluyo lan burda!” diye haykırdı. Hızlı hızlı etrafını kolaçan ediyordu. Eli silahına gitti. Öteden iki kabadayı yürüyüşlü adam onlara yaklaşıyordu. Yerdekiler de toparlanmaya başlamıştı. John hızla atılarak Ferit’in kolundan çekiştirdi. “Koşalım!” diye bağırdı. Bu sefer Ferit John’a inanıyordu. İki adam yerde yaralı yatanlara aldırmadan koşmaya başladılar. Ara sokaklardan bir sağa bir sola saparak koşuyorlardı. Önce deli gibi koşarlarken sonra yavaşladılar ama koşmaya devam ettiler. Ferit yol gösteriyordu. Haliç üzerindeki Galata köprüsüne kadar hiç konuşmadan koştular. Köprüden geçerken artık hızlı yürüme temposuna geçmişlerdi. Kalabalıktı. John, eğer bu kadar insan kendilerine saldırmaya kalkarsa hiç şansları olmayacağını düşündü.

     “Sigarayı bırakmam lazım” dedi Ferit. İki polis de nefes nefeseydi. Ancak kalp krizi geçirmediler.

     Köprüyü geçtiklerinde John, Feritin dudaklarının kıpırdadığını farketti. “Dua mı ediyorsun?” diye sordu.

     Evet anlamında kafasını salladı Ferit.

     “Şimdilik işe yarıyor. Baksana kimse saldırmıyor artık” dedi John.

     Ferit acı acı güldü. “Yaa çocukluğumdan beri okumadığım duaları unutmuşum” dedi. Yenicami’nin yanına vardıklarında dini kitaplar satan bir yer aradılar ve Ferit ince bir kitapçık satın aldı. Dışarı çıkar çıkmaz Komiser Ferit kitabı açarak bazı sayfaları hızlı hızlı okumaya başladı. Bir yandan gözleri fıldır fıldır, parayonak bir şekilde etraftan geçen insanları kontrol ediyordu.

     “Ne yapıyorsun Ferit?” diye sordu John. Şaşkındı.

     “Ne mi yapıyorum? Ne mi yapıyorum?.. Ne yapıyormuş gibi görünüyorum John? ‘İsmi lazım değil’lerden kendimi korumaya çalışıyorum tabii ki?” İkisi birkaç saniye bakıştılar. “Yaşadıklarımız...”

     Bir büfeden limonata içtiler. Kendilerini hazır hissettiklerinde Yenicami’ye girdiler. Avlunun huzurlu havası John’u etkilemişti. Ferit ise düşünceliydi. “Etrafta hiç güvercin olmadığı dikkatini çekti mi John?” dedi.

     “Olması mı gerekiyordu?”

     “Şaka mı ediyorsun, buralar normalde güvercin doludur.”

     “Kuş gribi...” John, Ferit’in bakışları karşısında cümlesini tamamlamamayı tercih etti.

     Birkaç kişiye sorduktan sonra külliye odalarından birinde buldular İsmail Hoca’yı. Gerçektende vardı böyle biri. Yuvarlak yüzlü, patlak gözlü bir adamdı. Takkeliydi. “Buyrun?” dedi, ziyaretçilere pek alışık olmadığı hissediliyordu.

     “Tellak Veli” dedi Ferit direkt olarak. Sanki gizli bir kulübe girmek için parolayı söylüyordu.

     İsmail Hoca’nın birden beti benzi attı. Ancak çabuk toparlanıp sağa sola onları duyan var mı diye baktı. Sanki bu günün geleceğini biliyordu. “Gelin,” dedi, iki polisi içeriye soktuktan sonra ardından kapıyı kilitledi. Arka odaya geçtiler ve adam herkese dolaptan çıkardığı kocaman seyyar şarjlı piknik lambaları verdi. John ve Ferit şaşkındı. Adam yerdeki kilimi kaldırdığında büyük, ahşap bir kapak meydana çıktı. Kapağı kaldırdı ve aşağının karanlığından serin küflü bir hava kendini duyurdu. İsmail Hoca ve peşinden iki dedektif aşağıya inmeye başladılar. Önce bir koridorda ilerlediler, sonra aşağıya, tekrar bir koridor, dolanıp durdular, sonra tekrar aşağıya indiler. Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler. Sütunlarla dolu devasa bir sarnıça geldiklerinde yön duygularını çoktan kaybetmişlerdi. Karanlık suların ortasında, ancak bir metre genişliğinde taşın üzerinde yürüyorlardı. Etrafta su şapırtıları yankılanıyordu.

     “Hocam burası neresi?” dedi Ferit. Böyle gizli yerlerin sırrına vâkıf olduğu için adama içgüdüsel bir saygı duymuştu.

     “İstanbul’un altı böyle dehlizlerle doludur. Burası Bizans’tan kalma bir su sarnıcı” dedi Hoca. Sesler karanlığın ardında, kimbilir neredeki taşlara çarpıp, neden sonra geri dönüyordu. Ferit bu ses oyununa devam etmek istemediği için sustu.

     John ışığı bir an yan tarafa çevirdiğinde, ötede yarısı suyun üzerinde kahverengi bir köpek başı gördü. Işık köpeğin gözlerinde ürkütücü yansımalar yaptı ve köpek kafasını sudan biraz daha çıkararak John’a dişlerini gösterdi. “Şuraya bakın!” dedi. İrkilmiş, kalbi yine hızlı çarpmaya başlamıştı. İsmail Hoca’dan “Eünzü...” şeklinde başlayan mırıldanmalar duyulurken Ferit de John’u kolundan çekti ve çabuk adımlarla uzaklaştılar. Ellerindeki fenerlerin pillerinin dayanacağını umdu John.

     Neden sonra başka bir koridoru geçip zindana benzeyen bir yere geldiler. Etrafta birçok kadim zamanlardan kalma ahşap -ama sağlam görünüşlü- kapı vardı. Sonunda İsmail Hoca bir kapının önünde durarak cebinden siyah demirden kocaman, tarihi bir anahtar çıkardı. Besmeleyle kapıyı açtı ve içeri girdiler. Buradaki bir sürü eşyadan çoğunun ne işe yaradığı belli değildi. Duvarların yarısı kitaplıklar ve eski kitaplarla, kalanı ise arapça yazılarla doluydu. Dehlizlerin aksine bu odanın atmosferi kuruydu.

     “Hoşgeldiniz!” dedi bir ses ve iki dedektifin yüreği ağzına geldi. İçeri girdiklerinde nedense göremedikleri, duvar kenarında duran bir adam onlara gülümsüyordu. En az iki metre boyundaydı ve sanki güneşte aniden yanmış gibi kırmızı bir cilde sahipti. Adamlara yaklaştığında, John ve Ferit ondan kendilerine doğru bir sıcaklık yayıldığına yemin edebilirlerdi. “Sen ingilizsin, o yüzden ingilizce konuşacağım” dedi tuhaf yabancı. “Adım Veli ama sizin kendinizi tanıtmanıza gerek yok, çünkü sizleri tanıyoruz ve bir süredir izliyoruz”

     İsmail Hoca köşede bir tabureye oturup tesbih çekmeye başladı. Olayları yadırgamadığı belliydi.

     “Biz dediğin, bir örgüt mü? Psişik güçleri olan kişiler misiniz siz?” diye sordu John.

     “Hayır John. Biz... Ben bir ‘cin’im”

     “Cin mi? Lamba cini mi? Alaaddin...”

     Adam bir kahkaha attı. “Evet John, üç dilek hakkın var” dedi gülmeye devam etti. Kahkahaları titreşim yaratıyordu.

     John sırıttıysa da, adamın neşesine eşlik etmekte tereddüt ediyordu. Ferit’in ise ağzını bıçak açmıyordu.
   
     “Bak John” dedi Cin Veli, “şakayı bir kenara bırakalım. Ben özetle burada ama aslında aynı zamanda değişik frekansa sahip başka bir boyutta yaşayan bir canlıyım. Sana uzun açıklamalar yaparak zaman harcamak istemiyorum çünkü şu anda gördüğün şekle bürünmek benim için oldukça yorucu. O yüzden sadede gelelim. Peşinde olduğun, Harry Potter’ı öldüren...”

     John bu ismi duyunca birden irkildi. Hala, her an bir kabustan uyanacakmış gibi bir his taşıyordu. Birden “acaba hala hastane odasında mı yatıyorum ve bütün bunlar rüya mı?” diye düşündü. Ürperdi.

     Bu tepki Cin’in gözünden kaçmamıştı. Sırıttı. “Evet çok şeyleri biliyoruz” dedi. Birden ciddileşerek “ama maalesef bazen bizim aramızdan da tıpkı insanlarda olduğu gibi psikopatlar çıkabiliyor” diye ekledi.
     
     “Voldemort gibi mi?”

     “Evet, çok zekisin doğrusu. Voldemort kafayı sıyırmış ve onu senin durdurman gerekiyor John. Bütün hackerlık olayı seni buraya yanıma getirmek için tezgahlandı. Ancak Voldemort’un akrabalarının da senden haberi oldu ve seni durdurmaya çalıştılar.”
       
     “Yani bize saldıranlar...”

     “Evet John, istersek insanları kontrol edebiliriz ama bu belli şartlara bağlıdır ve bizim için oldukça yorucu, hatta acı verici olabilir.”

     “Peki ama neden ben? Voldemort’u neden kendin durdurmadın?”

     “Yoruluyorum, dönmem gerek ama bu açıklamayı da hak ediyorsun sanırım. Çoğumuz insanları sevmez ve aşağılık görür. İnsanları öldürdüğü ya da işkence ettiği için hiçbir cine başka bir cin tarafından ceza verilemez. Bizim kanunlarımızla ilgili bir şey bu. Benim gibi bazı ‘iyi’ler de size yardımcı olmaya çalışıyor. Ancak yapacaklarımızı iyi hesaplamamız gerekiyor.” Veli bir an durdu. Yorulmuştu. John’a rulo edilmiş bir kağıt parçası uzattı. “Onu bu adreste bulacaksın. Zamanı geldiğinde tereddüt etmeden öldürmelisin.” İsmail Hoca’ya dönerek arapça’yı andıran bir dilde konuştu. Hoca anladığını belli eder biçimde kafasını salladı. “İsmail Hoca sana gerekli cephaneyi verecek” dedi Cin.

     John kağıdı aldı ve bir şey hatırladı. “O baykuş... Sen miydin?” dedi.

     Cin memnunlukla gülümsedi. “Evet.”

    “Bir dakika! Bugün yaşadıklarımız olağanüstüydü ama hepsinin de bir açıklaması olabilir. Neden inanayım senin başka boyuttan bir canlı olduğuna?”

     “Zaten her şeyin bir açıklaması var John. Şimdi gidiyorum ama önce ikinizi de uyarmalıyım: Bugün gördüklerinizi başkalarına anlatırsanız sizi çok pişman ederiz. Neler yapabildiğimizi biraz gördünüz. Hem kendi hem ailenizin sağlığını düşünerek çenenizi kapalı tutun! Hoşçakalın.” Cin aniden büzüşür gibi oldu ve gözün algılama yeteğine meydan okuyacak bir hızda ortadan kayboldu.

     “Allah!” diye bağırdı Komiser Ferit. Şok olmuştu.

     İsmail Hoca istifini bozmamış, dua mırıldanmaya devam ediyordu.

     John donup kalmıştı. Gıkı çıkmıyordu. Kendini çimdiklemeye bile cesareti yoktu.

     Ortalığı keskin bir yanık kokusu kaplamıştı. Neden sonra İsmail Hoca üç bardak çıkarıp ne zaman yaptığı belli olmayan çaydan doldurdu. Dedektifleri döküntü taburelere oturttu ve çaylarını yudumlamaya başladılar.

     İsmail Hoca üçüncü çayları doldururken adamlar biraz sakinleşmişti. Hoca bir kutu getirdi ve içinden seçtiği üçgen muska şeklinde madalyonu John’a verdi. “Koruyacak seni” dedi Ferit’in tercümanlığı ile.

     “Bana yok mu?” dedi Ferit.

     “Senin peşinde değiller, korkma” dedi Hoca. Ardından altı adet tabanca mermisi çıkarıp John’a verdi. Mermilerin çekirdeğinde ince ince çizilmiş arapça harfler zar zor seçiliyordu.

     Ferit, Hocanın söylediklerini aktardı: “Bunlara uygun bir tabanca bulup, kötü cine sıkman gerekiyor. Üzerinde bazı Kur’an ayetleri var.”

     John karasızdı. “Dostum ben hristiyanım” dedi.

     “Madem öyle, belki haç ve kutsal su kullanmak istersin John. Ne dersin?”

     “Şeyy, en azından kurşunlar gümüş olsaydı bari.” 

***
     
     İki gün sonra John Blackwood, arkadaşı ve ortağı Samuel Benton ile birlikte Wiltshire’ın hemen dışındaki açık arazideydi. Bir tepenin üzerine kurulmuş Degrim Şatosuna doğru yürümekteydiler. Arabalarını biraz geride bırakmışlardı. İki adam da tedirgindi.

     “Anlattıkların inanılmaz şeyler John. Kafana aldığın darbe yüzünden hayal görmüş olmalısın” dedi Samuel.

     Kapıyı defalarca çalmalarına rağmen cevap veren olmadı. John duvara tırmanmaya başladı. “Ne yapıyorsun?” diyen Samuel de onu takip etti. Şatonun etrafında dolaşıp arkadaki mutfak kapısını zorladılar. Kilitliydi. Yandaki pencereyi kıran John içeri daldı. Arkadaşı kafaya darbe teorisinde ısrar ediyordu ama John’u yalnız bırakmadı. Yakalanırlarsa meslek hayatları bitebilirdi. Şato klasik tarzda döşenmişti. Her taraf antika eşyalarla ve duvarlar da tablolarla doluydu. Odalarda, koridorlarda dolaştılar.

     “Tablolardaki insanlar sanki bizi izliyor gibi” dedi Samuel.

     John güldü. “İşte böyle başlıyor” dedi.

     Sonunda mahzene inen bir kapı buldular. John, nedense aradıklarını aşağıda bulacaklarını düşünüyordu. Mahzene indiklerinde büyük bir şarap kolleksiyonu buldular. “Başka bir kapı olmalı” dedi John. “Daha aşağıya gitmeliyiz.” Neden sonra uzaktan gelen bazı ağlama sesleri duydular. Seslerin geldiği yöndeki şarap raflarını çektikleri zaman gizli bir kapıyla karşılaştılar. Buradan aşağıya el fenerlerini kullanarak indiler. Oldukça aşağıda büyük taştan bir odaya çıktıklarında, burasının duvarlara iliştirilmiş meşalelerle aydınlatıldığını gördüler. Ağlama sesleri artık açık seçik duyuluyordu. Bir çocuğa aitti. Gizlenerek içeriyi gözlediler. Ortada siyah cübbeli, uzun bir adam vardı. Sanki yanmış gibi, saçı kaşı hatta burnu yoktu. Hemen yanında bir masaya bağlanmış genç bir erkek çocuğu korkudan altına etmiş halde hüngür hüngür ağlıyordu.

     “Adam filmdekine benziyor” dedi Samuel fısıldayarak.

     Voldemort, elinde uzun kesici bir aletle çocuğa doğru yaklaştı. Bütün dişlerini sergileyen pis bir sırıtışı vardı. Çocuğun ağlamaları ciyak ciyak bağırmaya dönüştü. John engel olmaya fırsat bulmadan, Samuel ortaya çıktı. Silahını çekmişti. “Dur bakalım! Çabuk silahını at ve ellerini başının üstüne koy!” diye emretti. İnsanımsı yaratık öfkeli bir şaşkınlıkla dedektife döndü. Yavaş yavaş yaklaşmaya başlamıştı. Samuel adamın bacağına bir el ateş etti. Vurduğuna emindi ama yaratık tepki vermedi. Samuel şaşkınlığını gizleyerek iki tane daha sıktı. Sonuç aynıydı. “Koruyucu kıyafet olmalı” diye düşündü ve bu sefer nişan alarak kafasına ateş etti. Voldemort’un yüzünde oluşan üç delikten siyah bir sıvı aktı ama adam devrilmemişti. Samuel yüreğinde dehşetli bir korku hissetti ve “John!” diye bağırdı. Samuel’in yanında beliren John, Smith & Wesson tabancasını Voldemort’a doğrulturken, yanındaki Samuel’e “kulübe hoşgeldin!” dedi. Ateş ettiğinde adamın omuzundan vurdu ve Voldemort dizleri üstüne çöküp, öyle bir çığlık attı ki, iki dedektif çatılarına yıldırım düşmüş gibi sinmek zorunda kaldılar. Ellerini kulaklarına kapatmışlardı. Ancak John silahını bırakmamıştı ve kendini toparlayarak tekrar nişan aldı. Tam bu sırada yandan saldıran iki el, boğazına yapışarak dengesini bozdu ve atışın boşa gitmesine neden oldu. John kendine saldıranın Samuel olduğunu görünce salaklığına küfür etti. Arkadaşı bir zombi gibi boş bakışlarla saldırıyordu kendisine. Kurtulmaya çalışıyordu ama Samuel görmeyeli güçlenmişti sanki. Bu arada gözü ötede yavaş yavaş ayağa kalkan Voldemort’a takıldı. Acı, öfke ve üç adet kurşun deliği yüzünü daha korkunç bir görünüme sokmuştu. Yerlere şıpır şıpır siyah kan damlıyordu. Cin yaklaşırken elindeki bıçak meşale alevlerinden gelen ışığı yansıttı. Keskindi.

     John zorlukla gömleğinin arasından muskayı tuttu. Tüm gücünü toplayarak onu çıkardı ve bir büyünün etkisinde olan Samuel’in burnuna dayadı. Kukla dedektif irkilerek, sanki biri onu çekmiş gibi geriye doğru zıpladı. John hızla döndü ve kurşunları, artık tepesinde dikilen Voldemort’un üzerine boşalttı. Cin’in çığlıkları iki gün boyunca kulak çınlamasına sebep olacaktı. Ancak John, yakaladığı fırsatı değerlendirmek uğruna, iradesini hiçbir etkinin bozmasına izin vermedi. En iyi atışlarını yapmıştı dedektif. Voldemort alev aldı. Odanın sıcaklığı arttı ve her tarafı pis bir yanık kokusu kapladı. Daha sonra Cin, kül ve dumana dönüştü ancak küller yere dökülmeden kayboldu.

     John dilini ısırmıştı. Ağzında zaferin tadıyla ayağa kalktı. Çocuğun yanına gidip onu çözdü. “Her şey geçti artık çocuk. Kurtuldun” dedi. Samuel, ötede şaşkın bir şekilde kendine geliyordu. Çocuk da sanki baygınlık geçirmiş, yeni uyanıyor gibiydi. “Senin adın ne?” diye sordu John ama alacağı yanıtın ne olacağını gayet iyi biliyordu. “Harry.”

     Samuel yanlarına geldi. Hala sersem gibiydi. “Biliyor musun John, asıl zor kısmı şimdi başlıyor” dedi.

     John, ortağına soran bir bakış attı.

     “Bütün bunları raporumuzda nasıl açıklayacağız John?” dedi Samuel.


SON



9
Kurgu İskelesi / Voldemort’un Laneti
« : 18 Eylül 2009, 15:58:18 »
.

Voldemort’un Laneti



     Gece yarısını henüz iki saat geçtiğinden olacak, Hemaraj Pinak’a telefon acı acı çalıyor gibi gelmişti. İngiltere Nüfus İdaresi’nin İletişim Teknolojileri sorumlusuydu ve oldukça acil bir sorun olmasa bu saatte aranmayacağının da bilincindeydi. Ayılmaya ve saate bakmaya çalışırken telefonu cevapladı. Şirketteki nöbetçi memur arıyordu.

     “Bay Pinak, acil bir durum var” dedi görevli.

     “Nedir?”

     “Bilgisayarlar kilitlendi, hiç bir program çalışmıyor. Sanırım çok ciddi bir hacker saldırısına uğradık. Adam imzasını da bırakmış.”

     “Nasıl yani?”

     “Monitörde kocaman kırmızı bir yazıyla ‘Voldemort’ yazıyor.”

     “Voldemort mu?”

     “Evet efendim. Defalarca resetledim ama hep aynı yazı çıkıyor.”

     “Tamam, geliyorum” dedi Hemaraj. Londra’nın göbeğindeki şirketin merkez ofisine gitmek için hazırlanmaya başladı. Bir yandan saldırıyı kimin yapmış olabileceğini düşünüyordu. Voldemort, Voldemort... Bu kelime yabancı gelmiyordu ama hatırlayamadı. Nüfus İdaresi’nin veri tabanı, ülkenin en güvenlilerinden biriydi.  Adam bunu hackleyebildiğine göre “çok iyi” olmalıydı; üstelik bir de imza bırakmış. Hemaraj, sinirle dişlerini gıcırdattı; bu saldırı prestijine gölge düşürecekti. Kimdi bu Voldemort?

***

     O cuma günü Nüfus Dairesi, sözde bakım çalışmaları yüzünden hizmet veremedi. Veri tabanı silinmiş, sisteme, işlemcileri kullanılmaz hale getiren -daha önce rastlanılmamış- bir virüs bulaştırılmıştı. Durum ciddiydi. Bir sürü bilgisayar uzmanını, hafta sonu sıkı bir mesai bekliyordu.

***

     Öğleden sonra Londra’nın başka bir semtinde, bir kanalizasyon kapağının etrafında birkaç polis toplanmış, bir olayı soruşturuyordu. Kanalizasyon işçilerinden biri kafa üstü lağıma düşmüş ve boynunu kırarak ölmüştü. Polislerden sivil olanı, ölenin çalışma arkadaşlarını sorguya çekiyordu. “Hiç biriniz görmemiş anlaşılan, olayın nasıl olduğunu?” dedi polis.

     “Hayır memur bey, hepimiz çay molası vermeye gidiyorduk. Aslında Harry’nin de bize katılması gerekiyordu ama nasıl olduysa arkada kalmış ve döndüğümüzde ölmüştü.”

     “Yani kazayla kanalizasyona mı düştü?”

     “Eee, buna pek inanasım yok açıkçası.”

     “Ne demek istiyorsunuz?”

     “Bakın memur bey, kanalizasyona herkes düşebilir ama şimdiye kadar kafa üstü düşen birini pek duymadım doğrusu.”

     “Cinayet olabileceğini mi ima ediyorsunuz?”

     “Harry tecrübeli bir işçiydi, rögardan içeri balıklama dalacak biri değildi.”

     “Peki bu...” polis cesetten aldığı kimliği okudu. “Harry Potter’ın düşmanı var mıydı? Kimse tehdit ediyor muydu acaba?”

     “Bildiğim kadarı ile yoktu.”

     “Harry Potter. Şu filmdeki gibi, sihirbaz çocuk...”

     “Evet, ‘bok büyücüsü’ diye dalga geçerdik onunla.” Kanalizasyon işçisinin -güzel anıları hatırlarmışcasına- bir an yüzüne yapışan sıcak gülümseme, arkadaşının ceset torbasına konuluşu sırasında hayali bir esinti gibi kayboldu.

***

     Cinayet masası dedektifi John Blackwood, küçük ofisindeki koltuğuna geniş geniş yayılmış, bilgisayarının ekranından slaytlar şeklinde geçen “en çok arananlar”ın fotoğraflarına bakarken; birkaç gün daha dişe dokunur bir iş çıkmazsa göbek yapabileceğini düşündü. Ancak John’un işi cinayetleri çözmekti ve “iş çıkması”, birilerinin boğazlanması anlamına geldiği için, aklından geçen ironik düşüncelerden dolayı kendinden utandı. Acaba dünyada hiç cinayet işlenmese kendisi ne iş yapardı? Dahili hattan gelen Başkomiser Edward Long’un heyecanlı sesi, John’u saçma düşüncelerden sıyırdı.

     “John, derhal ofisime gel!” dedi Başkomiser. Bu “derhal” acil demekti.

     John Blackwood, Başkomiser’in ofisine girdiğinde sekiz on kişinin daha toplanmış olduğunu gördü. Ortağı Samuel Benton’u da orada görünce biraz şaşırdı. Onun öğleden sonra izinli olduğunu sanıyordu. “Ben sana sorarım” gibisinden bir bakış attı Samuel’e.

     Başkomiser dikkati toplayacak şekilde gür bir sesle konuştu: “Arkadaşlar bugün Londra’nın hemen dışındaki şüpheli bir araba kazasında hayatını kaybeden bir adam ve kanalizasyona düşerek yine şüpheli bir biçimde boynunu kıran başka bir adamın da adlarının Harry Potter olduğu bilgisini almış bulunuyorum.”

     Bir an odadakiler suskun bir şekilde bilgiyi sindirdi. Derken her zaman ki atılganlığıyla basın sorumlusu Harrison konuştu: “Şu meşhur Harry Potter gibi mi yani. Eyvah, eyvah...”

     “Tesadüf olamaz mı?” dedi birisi.

     “Tesadüf bile olsa, riski göze alamayız.” dedi Başkomiser. “Anita! Araştır bakalım Londra’da... İngiltere’de kaç tane Harry Potter varmış. Hepsinin bilgilerini liste halinde istiyorum.”

     Anita hızla ofisten çıkarken, Başkomiser herkesin gözünün içine tek tek bakarak birazdan söyleyeceklerinin çok önemli olduğunu vurguladı. “Bakın çocuklar, bu bilgi kesinlikle gizli tutulmalı. Basına sızmasına kim sebep olursa kellesi gider ona göre! Herkes anlamıştı. “Hem zaten belki de tesadüftür, umarım tesadüftür” dedi Başkomiser. İçinden, Tanrı’ya bir kıyak yapması için yalvardı.

     Tam bu sırada Anita telaşla içeri girdi. Çabuk dönmüştü. Odadaki herkesin bakışları hint asıllı çıtı pıtı polis memuruna döndü. Kızcağız konuşmadan önce dışarıya sesinin gitmeyeceğinden emin olmak ister gibi kapıyı kapattı. “Efendim Nüfus İdaresi’nin bilgisayarları korsanlar tarafından hacklenmiş; sivillerin kimlik bilgilerine ulaşamıyoruz.” Başkomiser’in dilinin ucuna gelen kelimeyi boğmak ister gibi devam etti Anita: “Üstelik daha kötüsü var. Korsanlar bir mesaj bırakmış... Voldemort!”

     “Voldemort mu?” dedi Başkomiser Edward Long. Odadaki birkaç kişinin şifreyi çözmüşçesine mırıldandıklarını fark etmişti ama bu kelime kendisi için bir anlam ifade etmiyordu. “Açıklasana Anita!” dedi sabırsızlığını vurgularcasına.

     “Voldemort, romanda Harry Potter’ı öldürmeye çalışan adam!”

     Başkomiser hiç mutlu değildi. İsteksizce konuştu: “Evet, artık olayların tesadüf olmadığından emin olduğumuza göre... Kıçımızı kaldırıp şu seri katili yakalayalım. John ve Samuel siz Nüfus İdaresine gidin...”

***

     “Şuradaki adam” dedi bir görevli, ötedeki Hemaraj Pinak’ı işaret ederek. John ve Samuel, esmer bilişim uzmanının yanına geldiklerinde; Hemaraj’ın parmakları, büyük terminallere bağlantıladığı diz-üstü bilgisayarın klavyesinde takır takır çalışmaktaydı. Bir an kafasını kaldırıp tepesine dikilen iki tipe baktığında bile çalışması duraksamadı. John, onun yetkinliğine sessizce saygı duydu. Sonra dikkatini bilgisayarın köşesindeki büyük harfler çekti: “H.P.” Aklına olmayacak bir fikir geldi. “İsminizin baş harfleri mi?” dedi, adamın işini bölmekte bir mahsur görmeyerek.

     Hemaraj, adamların polis olduğunu tahmin ederek ayağa kalkarken “Hayır, bilgisayarın markası o” dedi.

     Samuel Benton, polis kimliğini adamın burnuna dayarken, -ukalaca ses tonundan hoşlanmadığını belli eder gibi- adama kötü kötü baktı. “Kimliğinizi görebilir miyim bayım?” dedi.

     “Hemaraj, alışkın bir hareketle kimliğini uzatırken, “hintliyim... Arap değil” dedi.

     John birkaç saniye adama dik dik baktıysada tartışmaya girmedi. “Pekala bay Pinak. Saldırgan ya da Korsan, -her ne ise- hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Onu derhal yakalamamız gerekiyor.”

     “Saldırganın bıraktığı izleri inceledim ve size ancak adamın hangi telefon numarasından bağlandığını söyleyebilirim. Büyük ihtimalle başkasının modemini kaçak kullanmıştır. Hatta buna eminim, çünkü bu adam işinin ehli.” Hemaraj telefon numarasını bir kağıda yazarak John’a uzattı.

     İki polis merkeze dönerken; John, Samuel’e “sen şu kitabın yazarı J.K. Rowling ile görüş” dedi.

     “Sen gelmiyor musun?” dedi Samuel.

     John, elindeki kağıt parçasında yazan numaraya tekrar baktı. Ezberlemişti. “Ben İstanbul’a gidiyorum” dedi.

***

     Komiser Ferit Coşar, Atatürk Hava Limanı’nda bekliyordu. Londra’dan gelen yolcular çıkış kapısında gözüktüğünde, üzerinde “John Blackwood” yazan kartonu havaya kaldırdı. John hızlı adımlarla yaklaştı Ferit’e. Fazla bekletmemişti. Çabuk bir tanışmadan sonra kendilerini arabada, şehir merkezine giderken buldular. Ferit hızlı kullanıyordu.

     “Aradığınız numara Taksim, Beyoğlu’nda bir turizm acentesine ait.”

     “Siz sorguladınız mı çalışanları?”

     “Hayır, daha konunun ne olduğunu bile bilmiyorum. Anladığım kadarıyla bir hackerlik olayı. Para mı çaldılar?”

     “Hayır sadece bilgi. Ama bu olayın İngiltere’deki bazı seri cinayetlerle ilgisi var.”

     “Pekala John, sana John diyebilirim değil mi? Sana ben yardımcı olacağım, seni istediğin yere götüreceğim ve sorgulamalarda tercümanlığını yapacağım.”

     “Sağol Ferit. Bu arada ingilizceyi çok güzel konuşuyorsun.”

***

     Ipswich’de bir yaşlılar yurdu.

     “Adam kendini asmış ha?” dedi polis memurlarından biri. Yaşlı adam odasının banyosunda sallanıyordu.

     Hastabakıcı hemen oradaki tekerlekli sandalyeyi işaret ederek, “şaka mı ediyorsunuz?” dedi. “Doksaniki yaşındaydı. Ayağa kalkması için bile benim yardımıma muhtaçtı. Oraya tırmandığını düşünmüyorsunuz herhalde.”

     İki polis memuru şaşkın bir şekilde birbirine baktı. “Belki de biri yardım etti bu... Adı neydi?”

“Harry Potter.”

***

     J.K. Rowling’in evi adeta bir hapishane güvenliğine sahipti. Samuel Benton kimliğini kameraya gösterdi ve bahçe kapısı otomatik olarak açıldı. Samuel’in geleceği önceden bildirilmişti.

     “Bu konunun gizli kalması çok önemli bayan Rowling” diye belirtti Samuel. Ünlü yazarın asistanı Ashley Rosen de yanlarındaydı.

     “Konunun ne olduğunu bir bilsem.”

     “Şu yazdığınız Harry Potter kitapları hakkında, hiç tehdit mektupları alıyor musunuz bayan Rowling? Devam etsin ya da Harry ölsün gibi, korkutucu veya garip, huzursuz edici mektuplar?”

     “Tehdit mi? Oh, aman Tanrım, tabii ki hayır” dedi yazar. “Benim okuyucularımdan asla...”

     “Aslında...” diye araya girdi Ashley. “Arada sırada bu tip e-mailler aldığımız oldu.”

     Yazar şaşırmış ve kandırılmış bir yüz ifadesiyle asistanına baktı. “Ashley!..”

     “Bak hayatım, seni böyle abuk subuk mesajlarla meşgul etmemi beklemiyordun herhalde.” Asistan, polis memuruna dönerek devam etti. “Bayan Rowling’in hayranlarından gelen bütün mesajları ben ve başka birkaç görevli okuyoruz ve ancak bazılarını ona iletiyorum. O kadar çok mektup geliyor ki hepsini okuması imkansız.”

     “Peki tehdit mektupları?” diye sordu Samuel.

     “Aslında tehdit değil de bazen garip, huzursuz edici e-mailler oluyor. Örneğin: ‘Harry Potter çok şımardı’ ya da ‘Öykü biterse Rowling de biter’ gibi...”

     “Aman Tanrım!” dedi ünlü yazar. Duydukları karşısında şok olmuştu.

     Samuel duygusal bir anın yaşanmasına izin vermek istemez gibi araya girerek, “peki hiç ‘Voldemort’ diye birinden mesaj aldınız mı?” diye sordu Ashley Rosen’e.

     Bu soru, iki kadının da dehşetli bir yüz ifadesi takınması için yeterliydi.

***

     İstanbul’u sevmişti John Blackwood. Turistik yerlerinden biri olan Beyoğlu’nda, yollarına yaya devam etmek zorunda kaldılar. Trafiğe kapalı İstiklal caddesinde yürüdüler biraz. Kalabalıktı. Dar bir sokağa girdiler ve üçüncü binanın dördüncü katında aradıkları turizm acentasını buldular. Beş kişinin çalıştığı küçük bir büroydu burası ve bekledikleri gibi hackerlık olayından haberleri bile yoktu. Kablosuz internetleri vardı ve birisi yakınlarda bir yerden modem hatlarına sızmış olmalıydı.

     Ferit, bayan bir turizmci ile güya son konuşmaları yapıyordu. John, onun sırıtarak kıza kartını verdiğini gördü. Herhalde aklına bir şey gelirse araması için. Bu arada John da pencereden dar sokağı seyretti biraz. Birbirine doğru uzanan eski taş binalar, sokağı gölgeye boğuyordu. Voldemort bu binalardan birinde olabilir miydi? Karşı binada bir pencere dikkatini çekti. Bu sırada Ferit yanına gelmişti.

     “Ferit baksana, şu karşı penceredeki yazılar nedir?” 

     “Falcı. Kahve falı, tarot falı bakılır diyor. Medyum yani. Aslında ülkemizde yasak bunlar. Yakında kapatırlar orayı.”

     Çıktılar. Bir dakika sürmeden kalabalık İstiklal Caddesi’ne vardıklarında John durdu. İçinde garip bir his vardı. Arkasını dönüp tekrar geldikleri sokağa baktı. Falcı’nın penceresinde kocaman bir baykuş tünemişti ve John’un görebildiği kadarıyla ayağında rulo edilmiş bir kağıt tutuyordu. Gözlerine inanamadı.

     “Ferit bak!”

     “Hass... O ne yaa?”

     “Bu bir baykuş! Hem de gündüz vakti! Üstelik bir mesaj taşıyor!”

     “Mesaj mı?”

     “Anlamadın mı? Harry Potter filmindeki gibi. Mesajları baykuşlar getiriyordu hani.”

     “Harry Potter mı?.. Haa, neyse... Beyoğlu ilginç bir yerdir.”

     “Oraya gitmeliyiz Ferit.”

     Tam bu sırada John Blackwood, ceketinin ucundan birinin çektiğini hissederek, istemeyerek de olsa bakışlarını baykuştan ayırmak zorunda kaldı. Tam önünde pislikten rengi kararmış, yağlı kıvırcık saçlı bir genç görerek irkildi. En çok dikkat çeken şey de, çocuğun bir eliyle John’un ceketini çekiştirirken, diğer elindeki, içinde sümüksü kimyasallar olan şeffaf naylon torbayı ağzına ve burnuna dayayarak içinden nefes çekmesiydi. Çocuğun gözleri, ortasında kocaman siyah bir leke olan sarı yuvarlaklaklar şeklindeydi ve ölü bakıyordu. Arada ilaçlı torbayı ağzından çekip, tükürükler saçan hırıltılı sesiyle bir şeyler söyledi ama tabii John doğal olarak bir şey anlamamıştı. Yine de, bu paçavralar içindeki sokak çocuğunun para dilendiğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Ama şimdi sırası mıydı? John müthiş rahatsız olmuştu. Çocuğun parmaklarını ceketinden sökmeye çalışırken, ellerine bulaşan iğrenç bir vıcıklık hissetti.

     “Ferit, Ferit! Baksana ne istiyor bu?”

     Ferit olayı farkettiğinde gözleri çakmak çakmak açıldı. Sinirlendiği besbelli bir biçimde ve hızlı bir şekilde -John’un küfür olduğunu tahmin ettiği kelimeler sayıklayarak- çocuğun üstüne yürüdü. Yakasından yakalayıp tartakladığı çocuğu iterek uzaklaştırmaya çalıştı. Sokak çocuğu şimdi John’un ceketini ve poşetinden nefes çekmeyi bırakmış, Ferit’in kullandığı kelimelerin benzerlerini kullanarak iki dedektife bağırıp çağırıyordu. Her taraf insan kaynıyordu.

     John, bir an tekrar baykuşun olduğu tarafa baktı. Kuş hala oradaydı ve kesinlikle kendisine bakıyordu. Kalabalık caddenin gürültülü atmosferi içinde, tekrar kafasını çevirdiğinde, sokak çocuğunun elinde tuttuğu kesici bir aleti sağa sola salladığını gördü. Ferit artık daha tedbirliydi. İkisi de tehdit ve küfürleşme yarışına girmişlerdi. Çocuk, John’u da ihmal etmedi ve ıslık çalarak savrulan keskin metal, ceketinin üst cebini yırttı. John hemen bir refleks adımı geri çekilerek, otomatik hareketlerle ceketini çıkarıp sol koluna doladı. Bu onlara akademide öğretilmiş bıçağa karşı korunma hareketiydi. Arka planda birkaç kadının çığlıklarını duydu. Etraflarında binlerce insan olması, yaşadıkları olayı inanılmaz kılıyordu. Baykuş hala duruyormuydu acaba? Ferit’e döndüğünde, türk meslekdaşının silah çektiğini gördü. Bu duruma nasıl gelinmişti? Çığlıklar, bağırma, çağırmalar arttığında, “Hey Johny!” diye bir ses duydu yan tarafından. Döndüğünde sadece bir an, diğeri kadar kirli başka bir sokak gencinin kendisine doğru savurduğu koyu renk camlı şişeyi görebildi. Darbe şakağında patladı ve John Blackwood için film koptu.

     Tekrar gözlerini açtığında yerde yatıyordu ama taş değil bir sedye üzerindeydi. Ambulansı görebildi biraz ötede. Etrafta bir sürü insan kalabalığı onu seyrediyordu. Birisi kalkmamasını işaret ederek anlamadığı bir dilde konuştu onunla. Burası neresi? Biraz ötede üniformalı polislere bağırıp çağıran adamı tanıyordu. Polisler onu sakinleştirmeye çalışıp, alttan alıyorlardı. Sonunda Ferit yanına geldi.

     “Dostum nasılsın? İyileşeceksin merak etme.”

     “Ferit...”

     “Hah! Bak beni tanıdığına göre kafan sağlam.”

     “Çete miydi?.. Bize saldıranlar?”

     “Ne? E-evet çeteydi John. Uyuşturucu almışlar. Manyak pislikler! Üzgünüm dostum senin ceketini, telefonunu filan çaldılar. Cüzdanın da gitmiş herhalde. Alçaklar!”

     Sağlık görevlileri John’u ambulansa bindirdi. Ferit de yanında gidiyordu.

     “Ferit, baykuş ne oldu?”

     “Merak etme dostum. Şimdi hastaneye gidiyoruz.  Kafanın filmini çekecekler. Anladın mı? İyileşeceksin.”

***

     Watford Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi.

     Samuel Benton, uzman Psikiyatr Doktor Howard Pingrim ile beraber, beyaz hücre kapısının kırılmaz küçük gözetleme camından içeriye bakıyordu. Hücrede kırılacak eşya olmaması, hatta bütün eşyaların (duvarlar da dahil) lastik benzeri esnek bir dokuyla kaplandığı dikkat çekiyordu. İçeride donuk bakışlarla duvarları seyreden onyedi yaşında bir erkek çocuğu oturuyordu.

     “Tehlikeli mi?” diye sordu dedektif.

     “Söylemesi zor” dedi Howard Pingrim. Doktor, ellinin üzerindeydi. Kırçıllı keçi sakalını sıvazladı. “Şimdiye kadar kimseye saldırmadı. Sadece iki defa hastabakıcılara direnç göstermiş.” Konuşurken bir yandan elindeki dosyayı inceliyordu. “Kriz anında zor zapt edilmiş.”

     “Deli kuvveti diyorsunuz yani?”

     “Biz o kelimeyi kullanmıyoruz dedektif” dedi Psikiyatr, hafif kınayan şekilde bakıyordu.

     “Doktor bu genç, -Tom Faylom- iki sene evvel J.K. Rowling’e abuk subuk, manyakça mektuplar yazıyormuş.”

     “Olayı biliyorum dedektif; o zamandan beri benim hastam.”

     Samuel elindeki not defterinden okudu: “Harry’nin pamuk cildine cehennemin resmini kazıyacağım... Karnını deşip, bağırsaklarını boynuna dolayacağım...”

     “Evet, evet ben de okudum o mektupları. Tom, o mektupları kendisine ‘Voldemort’ adında ruhsal bir varlığın yazdırdığını iddia etti. Ayrıca Rowling’in malikanesine girmeye çalıştığını da hatırlamıyor. Büyük ihtimalle Voldemort’un onun kontrolünü ele geçirdiğini düşünüyor.”

     “Peki siz bütün bunlara inanıyor musunuz Doktor?”

     “Evet inanıyorum. Paranoid şizofren hastalığı oldukça karmaşıktır. Hasta sanrılar görür ve sesler duyar, üstelik bunlar hasta için şüpheye yer bırakmayacak kadar gerçektir. Bence Tom tüm anlattıklarını beyninde yaşıyor.”

     “Anladığım kadarıyla Tom’un gördüğü bu Voldemort denilen şey, ona istediği her şeyi yaptırıyor. Yani istese çocuğa cinayet de işletebilir?”

     “Evet, teorik olarak bu doğru. Zaten bu yüzden onu burada kilit altında tutuyoruz.”

     “Peki dışarı çıkması imkansız mı? Haberiniz olmadan çıkıp geri gelmiş olabilir mi?”

     Doktor güldü, “dedektif bir ara uğrayın isterseniz, siz de paranoya başlangıcı görüyorum.”

     Samuel hafifçe bozulmuştu ama düşüncesinin gülünç olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Dışarı çıkabilse bile neden geri dönsün, değil mi?  “Yine de hastayla bir konuşmak istiyorum Doktor.”

     “Pekala, siz bilirsiniz. Lütfen silah sokmayın içeriye ve yanınızda bir hasta bakıcı bulunsun.”

     Samuel, Tom Faylom’u hücresinde ziyaret ettiğinde, iriyarı siyahi hastabakıcı da kapı eşiğinde bekledi. Genç Faylom’un sarı saçları vardı. Beyaz teni, güneş görmeyen hücresinin etkisiyle olsa gerek iyice ceset rengine dönmüş, çelimsiz bir zombi gibi görünüyordu. Duvara baktığından Samuel onu sadece profilden görebiliyordu. Yaklaştı.

     “Selam Tom, ben...”

     “Kim olduğunu biliyorum Samuel!” Ses, asla bir gençten beklenmeyecek kalın tonda, tıslama hırlama karışımı, hayvani bir inlemeydi sanki. Asırlardır kapalı duran bir mahzenin kapısı aralanmış ve dışarı gelen bayat havanın soğukluğu yüzüne çarpmış gibi, Samuel’in tüyleri ürperdi.

     Samuel, bakıcıya ters bir bakış attı. Hastaya kendi hakkında bilgi vermiş olmalıydı.

     “Öyle mi? O halde neden geldiğimi de biliyorsundur.”

     Tom birden kafasını çevirip Samuel’e baktı. Kılcal damarları çatlamış gözlerin, beyaz olması gereken bölümü neredeyse kıpkırmızıydı. Kül rengindeki teniyle ürkütücü bir tezat oluşturuyordu. Sırıttı. Ama aniden değil; ince dudaklarının yukarı doğru kıvrılması ile başlayıp, sarı dişlerinin boy göstermesi arasında geçen süre, Samuel’e hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. “Harry Potter’ı korumaya çalıştığını biliyorum Samuel” dedi.

     “Peki onu kimden korumam gerekiyor Tom?”

     “Üzgünüm ama senin işini kolaylaştırmayacağım” dedi delikanlı ve hemen akabinde surat ifadesi yumuşayıp, bakışları donuklaştı.

     Samuel boşa vakit kaybettiğini düşünerek kalktı. Hücreye tekrar göz gezdirdi ve buradan kaçılmayacağına ikna oldu. Tam gitmeye davranmıştı ki, Tom adamı dirseğinden tutarak çekti. Boş bulunan dedektifin dengesi bozulur gibi oldu. Gencin deli kuvvetine direnemedi. Psikopat çocuğun kafası adamın kulağına doğru uzandığında, ısıracağını anlayarak korkudan ödü patladı. Hastabakıcı da öteden hamle etmişti ama yetişmesine imkan yoktu. Fakat korkulan olmadı. Tom sadece -çocuksu bir ses tonuyla- kulağına fısıldadı: “John’un başı dertte!”

     Eğer bu deli çocuk kulağını kopartsa, Samuel bu kadar şok olmazdı herhalde. Hastabakıcı Tom’u etkisiz hale getirirken, bir an donup kalan Samuel, çocuğun yakasına yapıştı. “Ne dedin sen? Ne dedin? John’u nereden tanıyorsun? Konuş o... çocuğu, konuş!” diye delirmiş gibi bağırıyordu. Azman hastabakıcı Tom’u bırakarak Samuel’e müdahale etmek zorunda kaldı. Tom ise katatonik bir hale bürünmüş, sadece saçma sapan mırıldanarak, kıpırdamadan yatıyordu. Gürültülere iki hastabakıcı daha geldi ve delirmiş polisi zorlukla zapt ederek dışarı çıkardılar. Neredeyse sakinleştirici iğne yapılacakken Samuel kendini topladı. Nasıl olur? Nasıl? Buradaki hiç kimseye John’dan bahsetmemişti.

      “Onunla tekrar konuşmam lazım doktor” dedi, Tom’un hücresinden biraz evvel çıkan Doktor Howard Pingrim’e. Hasta bakıcılar tehlikeli bir deliymiş gibi çevresini sarmışlardı. “Bakın biraz evvel kendimi kaybettiğim için özür dilerim. Söz veriyorum bir daha olmayacak ama lütfen onunla biraz daha konuşmama izin verin.”

     “Çok geç” dedi Doktor Pingrim. Bu sefer bakışları gerçektende kınayıcıydı. “Onu katatonik bir krize sokmuşsunuz. Beyni dünyayla ilişkisini kesti. Sakinleştirici verdim ama ne zaman düzeleceğinden, ya da düzelip düzelmeyeceğinden emin değilim.”

     Samuel hastaneden çıkar çıkmaz John’u aradı. Karşıdan telefonu açan her kimse bilmediği bir dilde konuşuyordu. Türkçe olduğunu tahmin etti. Küfürleştiler. John’un başı dertte miydi? 

***
devamı var

10
Kurgu İskelesi / Ynt: Bedevi
« : 10 Eylül 2009, 13:33:38 »
Yorumun için sağol; beğenmene sevindim.  ;D

11
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıyametin Dördüncü Boyutu
« : 10 Eylül 2009, 13:32:14 »
Teşekkürler Arlinon güzel yorumun için.  ;D

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Nuh'un Gemisi
« : 10 Eylül 2009, 13:29:35 »
Teşekkürler arkadaşlar öykümü okuyup yorumlarınızı eksik etmediğiniz için.

Berkay, inşallah bir gün devamını da yazarım. Aklımda ilgili bir proje var.


Ha aklıma takılan bir şey oldu. Paralel evrendeki canlıların dünyayı yok etmek isteme sebebi olarak dünyalıların yaptıkları yok edici deneyler gösteriliyor. O deneyler sonucu dünya yok olacak ve paralel evren de yok olacak. Paralel dediğimiz evren öteki evrene de bağlı gibi sanki. Bizim dünyamızın yok edilmesi sonucu paralel evrendekiler yine kendilerine zarar vermiş olmuyorlar mı?
Güzel bir soru. Dünyanın yok olması, vs gibi olayların paralel evrene bir etkisi olmuyor; ama dersen ki, "peki o zaman Olasılıkçıların dünyası için nasıl bir tehlike oluşturuyoruz?" işte onu öğrenmek için "Kıyametin Dördüncü Boyutu" adlı öykümü okuman gerekiyor.  >:D Bu öyküyü ise sadece düşüncemizde büyük, ama sonsuz evrende ne kadar küçük bir yer işgal ettiğimizi işaret etmek amacıyla yazdım.

.

13
Kurgu İskelesi / Ynt: Sir Nigel’ın İntikamı
« : 10 Eylül 2009, 13:16:32 »
Teşekkürler okuduğun ve yorumladığın için magicalbronze.
İlk dikkat çeken şeyi soruyorum, burada Sir Nigel dediğimiz kişi Sör Naycıl mı oluyor?
Evet, Barbar güya önemli gözükmek adına kendisine bu ismi veriyor.

.

14
Kurgu İskelesi / Nuh'un Gemisi
« : 04 Eylül 2009, 14:54:14 »
.

Nuh'un Gemisi


“Herkes ölecek!” dedi uzaylı yaratık.

Henüz birkaç dakika önce dünya dışı bir varlıkla tanışmıştım ve daha heyecanımı hazmedemeden, kıyamet zamanının geldiğini öğrenmek şok etmişti beni. Dünya yok olacak!

Herhangi birinden duysam zerre kadar ciddiye almazdım ama karşımdaki teknolojik açıdan bizden milyon sene ileride bir uzaylı olunca insan ister istemez ciddiye alıyor. Aslında bu büyük siyah badem gözleri olan, koca kafalı, ince vücutlu biçimsiz yaratığın, kostüm giymiş bir insan olduğunu düşünüp kuşkulanabilirdim ama beni garip bir ışın vasıtasıyla uçan dairesine çektiğinde, daha kendisi iddia etmeden ikna olmuştum uzaylı olduğuna. 

Birden kendimi çok halsiz hissettim, ümit ışığı arar gibi sorguladım uzaylıyı: “Peki bu üzerimize gelen meteorlar, çok mu büyük? Yani durdurmanın, yönünü değiştirmenin bir yolu yok mu? Sizin o kadar teknolojiniz var, bir şey yapamaz mısınız?” diye sordum.

O siyah kocaman gözler, hüzünlü bir hava veriyordu yüzüne. Yakasındaki tercüme cihazı aracılığıyla konuştu: “Talat, gelen meteorları şahsi imkanlarımla bile durdurabilirim, hatta ben ve birkaç arkadaşım zaman zaman sizleri korumak için benzer müdahalelerde bulunduk ama bu sefer durum farklı, bu sefer durduramayız, çünkü bu meteorlar size başkaları tarafından gönderiliyor.”

“Baba, sen ne diyorsun yaa! Başkaları kim? Bizi öldürmek mi istiyorlar yani?”

“Evet Talat. Siz onlara ‘Olasılıkçılar’ ya da ‘Kâhinler’ diyebilirsiniz. Onlar uzayın en iyi ihtimal hesabı yapan ırklarından biridir. Üstelik bizim ırkımız gibi teknoloji kullanarak değil, kendi doğal yetenekleriyle becerirler bunu...”

“Bi dakka, bi dakka! Lafını unutma da; uzayda sizden başka türler olduğunu mu söylüyorsun?”

“Talat, şu anda içinde bulunduğun galakside -sen ona nedense Samanyolu diyorsun- 200 milyar yıldız var ve evrende, içinde ortalama 200 milyar yıldız barındıran yaklaşık 200 milyar galaksi var. Sizin güneşinizin etrafındaki sekiz gezegenden birinde hayat varken, evrenin geri kalanındaki 200 milyar kere 200 milyar yıldızın etrafında dönen gezegenlerde birden fazla hayat bulunması seni neden şaşırtıyor? Bir değil, iki değil; bir milyondan fazla -o da bizim haberimiz olanlar- değişik tür var evrende Talat.”

“Yaa...” Bu sözler beni neden daha da kötü hissettirmişti bilmiyorum. “Olasılıkçılar dedin... Neden bizi yok etmek istiyorlar?”

“Olasılıkçılar, aslında size yakınlar ama sizin ‘paralel evren’ dediğiniz bir frekansta bulundukları için, şimdilik varlıklarını tespit edemiyorsunuz. Onlar her zamanki gibi ihtimalleri hesapladılar ve siz dünyalıların yakın gelecekte yapacağınız bazı bilimsel deneylerin kontrolden çıkacağını ve kendilerini yok edecek felaketler doğuracağını anladılar. Bilim adamlarınız evrenin oluşumuna dair simülasyonlar yapıyor, anti-madde protonlarını çarpıştırıp, paralel uzaya enerji gönderiyorlar, ufak boyutlarda kara delikler oluşturuyorlar. İşte bu deneylerden biri zincirleme reaksiyona sebep olacak ve sadece sizin dünyanız değil, Olasılıkçıların paralel evrendeki dünyası da yok olacak!”

Bütün bunlar bana fazla geliyordu, bir an rüyada olabilir miyim diye düşündüm. Kendimi moral olarak kötü hissediyordum. Yine de bu üstün uzaylının benim her soruma sabırla cevap vermesi gururumu okşuyordu. “Peki sen bunları nereden biliyorsun; görüşüyor musun Olasılıkçılarla?” diye sordum.

“Evet Talat, o ırk ile iletişim halindeyiz ve işlerine karışmamamız gerektiğini bilecek kadar iyi tanıyoruz onları.”

“Nası yani?.. Çözüm bu mu? İnsanları uyarabilirlerdi, o deneylerden vaz geçerdik. Ya da ne bileyim... Koskoca gezegeni içindeki yedi milyar insan ile beraber yok etmekten daha az şiddet içeren bir yol olmalı muhakkak!”

“Tabii söylediklerin mantıklı. Bunun sebebini sana şöyle izah edebilirim: Örneğin benim ırkım, akıllı akılsız ya da ehlî vahşi ayrımı yapmadan bütün canlı yaratıklara saygı duyar. Eğer biz benzer bir tehlikeyle karşılaşsaydık sorunu daha zararsız bir şekilde halletmeye çalışırdık ama Olasılıkçılar bizim gibi değildir. Onlar dünyalıların paralel evrendeki kendi dünyalarına zarar verebileceklerini keşfettikleri anda sizi yok etmeye karar verdiler, çünkü onların gözünde sizler evlerine dadanan zararlı haşeratlar gibisiniz. Yani size değer vermiyorlar.”

Çökmüştüm. “İnanamıyorum yaa!.. Şaka mı bunların hepsi, ne olur şaka olduğunu söyle!”

“Üzgünüm Talat, ama hepsi gerçek. Dünya yok olacak... Tek tesellim; Dünya canlılarının neredeyse yüzde yetmişinin genetik şifrelerini kaydedebilmiş olmam. Son zamanlarda, toplayabildiğim kadar da canlı örnek topladım. En son üç yüz kadar da insan toplayıp buradan ayrılacağım.”

Yukarı çekilirken gördüğüm kadarıyla uçan daire küçük sayılmazdı ama bahsettiği kadar insanı alması da zordu. “O kadar kişi bu gemiye sığacak mı?” dedim.

“Asıl gemim bu değil Talat, ana gemi Ay’ın diğer tarafında duruyor. Ana gemi çok büyüktür, o kadar büyüktür ki, İstanbul’un üzerini kaplar desem anlarsın herhalde. O gemi uzaydaki nesli tükenme tehlikesi altında olan türleri toplamak ve barındırmak için özellikle dizayn edilmiştir.”

“Yani gezici hayvanat bahçesi!” dedim ama der demez de pişman oldum. Pot kırmıştım. Elin uzaylısı bana felaketten kurtulma bileti teklif ediyordu ben ise adama laf sokuşturuyordum; kızardığımı hissettim. Bakışlarımı gemideki aklımın ermediği yüksek teknoloji ürünü cihazlara çevirdim ama uzaylının kocaman siyah gözlerini üzerimde hissediyordum.

“‘Nuh’un Gemisi’ demeni tercih ederdim Talat,” dedi. Tercüme cihazı o kadar kaliteliydi ki uzaylının sesindeki kırgınlığı bile vurgulayabiliyordu.

“Haklısın, kusura bakma,” dedim Uzaylı Abi’ye. “Peki neden ben? Üç yüz kişiden biri olarak neden beni seçtin?”

“Genetik olarak sağlamsın çünkü,” dedi. Pederle hiç geçinemezdik ama işte sonunda bana bir faydası olmuştu. “Şimdi kararını ver Talat geliyor musun?”

Bir saniye kadar başımı öne eğip kararsızmış numarası yaptıktan sonra “geliyorum,” dedim. “Ama ailem, arkadaşlarım...”

“Üzgünüm Talat.”

 

***

 

Birkaç gün sonra, büyük ana geminin bir salonunda -yarısı erkek yarısı dişi- üç yüz heteroseksüel insan ve bir uzaylı, devasa bir pencerenin önünde toplanmıştık. Pencerede (ya da ekran) Dünya gezegeni gittikçe uzaklaşıyordu. Aslında birazdan ‘büyük çarpışma’ olacağı için güvenli bir mesafeye uzaklaşan bizdik. Uzaylı Abi bir gezegenin yok oluşunu -bilimsel amaçlarla- kayıtlara geçirecekti. Bize seyretmek isteyip istemediğimizi sormuştu ve nedense herkes istedi. Belki de gözümüzle görmeden inanmayacaktık.

Dev ekranın önünde kendimi sanki sinemaya gelmiş gibi hissediyordum, diğerlerinden bazıları daha duygusaldı, ağlamaya başlamışlardı bile. Yanımdaki İnge’nin elini tuttum. İnge, İsveçli, sarışın, manken gibi bir hatundu ve hemen kaynaşmıştık.

Derken “İşte şimdi olacak,” diye bildirdi Uzaylı. Aslında o kadar uzaklaşmıştık ki sadece güneş rahatlıkla görünebiliyordu. Ekrandaki uzay görüntüsünün ortasında, küçük bir ışık yanıp söndü. O kadar küçüktü ki...

 

- SON -

15
Kurgu İskelesi / Kıyametin Dördüncü Boyutu
« : 01 Eylül 2009, 19:01:48 »
.

Kıyametin Dördüncü Boyutu


“Kıyamet alametleri bunlar!”

Yetmişlik teyze bu sözleri sarfederken boncuk gözlerini devirerek bankta yanında oturan diğer teyzeye biraz ötedeki adamı işaret etti. Adam ayakta durmuş huşu içinde İstanbul Boğazı’nı seyrediyordu. İnce uzundu; üzerinde siyah tişört ve kot pantolon vardı. Teyzeler bilmese de adam Hristiyan âleminde sıkça tasvir edilen Hazreti İsa figürünün çok benzeriydi. Uzun saçları, ince sakalı, o yüz, o mahzun ve ermiş bakışlarla tıpkı İsa’ydı. Ama fazlası da vardı; kollarında ve yüzünde egzotik sembol dövmeleri doluydu. Özellikle yanak ve şakaklarındaki işaretler, ayrıca alnının tam ortasındaki güneş dövmesi, yetmişlik teyzeleri yadırgamanın doruğuna ulaştıran ayrıntılardı.

“Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak, azmış bunlar, azmış!” diye cevap verdi diğer yetmişlik teyze.

Bu sırada parkta dolaşan üç delikanlı, dövmeli adamın önünde durdu ve “tipe bak, satanist bu kesin!” şeklinde laflar atıp gülmeye başladılar. Ama İsa tipli adam bunların hiçbirisini duymuyor gibi bir yüz ifadesi takınmıştı. Gençlerden biri biraz daha yanaşıp “lan satanist! Kafan iyi mi senin?” dedi ve yaptığı esprinin gururuyla arkadaşalarına döndüğünde hep birlikte güldüler.

Bir anda, hemen yanlarında başka bir adam belirdi. Öyle ansızın gelmişti ki, kimse onun yaklaştığını görememişti bile. Sanki oraya ışınlanmış gibiydi. Bu da İsa tipli adam gibi uzundu ama aynı zamanda genişti de. Siyah deri pantolon giymişti ve üzerindeki kıpkırmızı tişört, muazzam kasları tarafından yırtılmadığına göre oldukça esnek olmalıydı. O kasları gören biri rahatlıkla adamı Dünya vücut geliştirme şampiyonu zannederdi. İki, hatta üç kişi iriliğindeydi. Sanki hayatını solaryumda geçirmiş gibi yanık bronz tenliydi. Ağaç kütüğü gibi kalın boynunun üzerinde saçsız kocaman bir kelle taşıyordu. Ve bu adamın da tıpkı diğeri gibi -yüzü dahil- vücudunun açıkta kalan kısımlarında bir sürü sembollerden oluşan dövmeleri vardı.

Adam fırıncı küreği gibi eliyle İsa’ya yanaşan gencin suratını bir basket topu tutar gibi kavradı. Kocaman el, delikanlının suratına bir ahtapot gibi yapışmıştı. Ne olduğunu anlamayan genç panik halinde kurtulmaya çalışıyordu. Gencin iki arkadaşı adama bağırıp çağırmaya, küfür etmeye başladılar. Parktaki herkes olaya dikkat kesilmişti.

İsa hâlâ denize bakıyordu ama artık bozuk bir yüz ifadesi vardı. Bakışlarını manzaradan ayırmadan “gulyabanisin sen, neden beni takip ediyorsun?” dedi.

Gulyabani gülerken ve konuşurken, ses tellerinden gelen enerji bir kaplanınkiyle eşdeğer titreşimler yaratıyordu. “Gulyabani mi? Ben İblis diyeceksin sanmıştım! Asıl sen kendine bak; popüler sembolizmin ilahı gibisin!.. Acınası arkadaşım; kurtarmaya geldiklerin, sana saldırmaya başlamış!” dedi.

“Senden başka saldırgan yok İblis! Bırak çocuğu da evine dön!”

“Öyle mi dersin!”

Bu sırada çocuklardan biri sustalısını çekip İblis’e doğru salladı. “Bırak ulan, bırak!” diye bağırıyordu. Gerçekten de arkadaşı suratını kapatmış el yüzünden belli ki nefes almakta zorlanıyor, panik halinde çırpınıyordu. Ancak var gücüyle kurtulmaya çabalasa da başarılı olamıyordu. Bıçak tehdidine karşı İblis’in tepkisi gülmek oldu. Derken sustalı bıçak iri yapılı adamın çocuğu tutan kaslı koluna girip çıktı. İblis “ne yani beni mi öldüreceksin?” diyor hâlâ gülüyordu. Bu sefer sol eliyle de bıçaklı genci omuzundan yakaladı. Üçüncü genç ise adamın arkasından tekmeyle saldırmıştı. Omuzunu kaptırmış olan çocuk bıçağı ard arda İblis’in tişörtünün altından bile belli olan baklava şekilli karın kaslarına saplamaya başladı. Saplıyor, saplıyor, saplıyordu. Ama kan gözükmedi.

İblis tekrar İsa’ya döndü: “İşte bak, kurtarmak istediklerinin halini gör!” dedi. Parkta birkaç bayan çığlık atarak kaçışmış, insanlar gruptan uzaklaşmıştı. İsa morali bozuk şekilde sahil boyunca hızlı hızlı yürümeye başladı. Bu arada biraz ötedeki bankta oturan iki yetmişlik teyze titreye titreye kalkıp olay yerinden uzaklaşma telaşı içindeydiler. Hâlâ yumruk, tekme ve bıçak darbeleri almakta olan İblis bu sefer yaşlı kadınlara dönerek “başınıza taş yağacak teyzeee!” diye bağırdı ve kahkahalarla güldü.

 

***

 

Atilla Karaduman’ın içinde bulunduğu asansör, yerin onmetrelerce altına doğru harekete geçtiğinde, genç bilim adamı klostrofobik bir endişeye kapılmaktan kendini alamadı. Oldum olası yeraltına sıkıştırılmış tesislerden hoşlanmazdı. Ama gelmiş geçmiş en önemli bilimsel deneyde çalışacak grubun arasına seçilmiş olmanın gururu bütün zorlukları unutturabilirdi. Bunu düşününce gülümsedi. Avrupa’nın göbeğinde yerin onmetrelerce altındaki bu -üstün teknoloji ürünü- devasa tesiste, atom-altı parçacıkları, hızlandırılmış anti-madde protonlarını birbirleriyle çarpıştırıp, evrenin oluşumuna dair çok önemli deneysel bilgiler elde edeceklerdi. Ve bu muazzam olaya şahit olacak bir avuç insandan biri olacaktı Atilla.

Asansörün kapısı açıldığında ünlü Alman bilim adamı Uwe Eisenmeister ile karşılaştı. Alman Profesör, Atilla’yı görünce gülümsedi. “Ah genç meslekdaşım günaydın! Büyük patlamaya hazır mısın, hazır mısın kara delik oluşturmaya?” dedi.

 

***

 

Taylan Demir üniversitenin kantininde yanında arkadaşı Cem ile otururken, dersleri sadece dinleyerek sınıfı geçtiği lise yıllarına özlem duydu. Üniversiteyi geçen sene kazanmış, bilgisayar programcılığı bölümünde okuyordu. Ertesi günkü sınav için kitap karıştırıyorlardı. Kantin her zamanki gibi kalabalıktı. Etraftaki gençlerin muhabbet uğultusu yüzünden ortam pek de ders çalışmaya elverişli değildi. Zaten Taylan’ın aklı başka yerdeydi. İçinden bir his dünyada ders çalışmaktan daha önemli şeyler olduğunu söylüyordu. Nitekim kapıdan içeri Çiğdem girdi.

Çiğdem, Taylan ve Cem’in sınıf arkadaşıydı. Çocukları görünce beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve masaya doğru yürümeye başladı. Taylan’ın iç organlarından yayılan heyecan titreşimleri yüz kaslarının seyirmesine sebep olmuştu. Yine de zorlukla sırıttı ve “günaydın Çiğdem, naber?” diyebildi. Geçen hafta baş başa sinemaya gitmişler, koskoca cumartesi gününü birlikte geçirmişlerdi. Yine de arkadaşlığın ötesine geçip geçmedikleri henüz belli değildi. Taylan kızın da kendisinden hoşlandığını biliyor ama nedense biraz fazla yakınlaşmaya kalksa korkuyla karışık bir heyecan duyuyordu. Ya terslerse!.. Terslemezdi gerçi ama, ya terslerse!.. Üstelik aynı sınıfta okuyorlardı.

Çiğdem oturduktan sonra biraz sohbet ettiler ve genç kız Cem’e “çay alsana bize!” diye rica etti. Cem uzun çay kuyruğuna giderken Taylan ve Çiğdem başbaşa kalmıştı. “Nasıl, hazırlandın mı sınava?” diye sordu genç kız.

“Ben... Yok yaa, aklımı toparlayamıyorum bir türlü.”

“A-aa neden?”

“Bilmiyorum... Yani biliyorum da... Neyse boşver, yarına kadar vaktimiz var nasıl olsa, gerekirse sabahlarım.”

Çiğdemin gözleri parladı. Elini, çocuğun masadaki kolunun üzerine koyarak “ne düşünüyorsun ? Söyle, içine atma lütfen!” dedi.

Taylan kızla gözgöze geldi. Dünya umurunda değildi artık. “Çiğdem ben...”

“Evet Taylan?”

“Ben sana... yani seni...” Birden dünyanın bütün sesleri susmuş gibi tedirgin edici bir sessizlik oldu. Ortamın gürültüsüne alışkın kulaklar için bu oldukça dikkat çekiciydi. Taylan kafasını kaldırdığında masanın başında dikilen uzun boylu, siyah tişörtlü, metalci İsa tipli bir adamla karşılaştı. Çevredekiler de bu adama bakıyordu, o yüzden kantindeki bütün muhabbetler kesilmiş, bir anlık bir sessizlik olmuştu. Tabii bir saniye sonra herkes İsa tipli adamı konuşmaya başladı, çünkü adamın açıkta kalan her yerinde egzotik dövmeler vardı. Yüzüne bile yaptırdığına göre dövme manyağı olmalıydı ve giysilerinin altında da bu dövmelerden olduğunu tahmin etmek zor değildi. Öte yandan kantindeki neredeyse bütün kızlar, dünyayı umursamayan bu boylu boslu deli adamı çekici bulmuş, zihinlerinde -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- böyle bir adamla birlikte olsalar toplum içindeki durumlarının nasıl olacağını hesaplıyorlardı.

Dövmeli İsa, Taylan’ın önündeki kitapları işaret ederek “artık bunlara çalışmana gerek yok, Dünya’nın sonu geldi,” dedi.

 

***

 

Taksim’in arka sokaklarında Ferit Çalık, -namıdiğer Bitirim Ferit- zor anlar yaşıyordu. Karşısındaki üç tinerciden ikisi bıçak, biri de falçata çekmişti. Sarı gözleri zombi gibi bakıyordu; belli ki “çekmişlerdi.” Soygun amaçlı bir saldırı değildi bu; muhakkak bir düşmanı Bitirim Ferit’i bitirmek için bu bağımlıları parayla tutmuştu. Bu alemde sivrilmeye gör, olacağı budur işte.

Ferit teke tek olsa rahatça dağıtırdı rakibini, hatta iki kişiyi bile halledebilirdi ama üç kişi, üstelik uyuşturucudan hissizleşmiş serserilerin ellerinden hiç kesik almadan kurtulması mucizelere bağlıydı.

Birden devasa bir gölge, gölgelerin arasından çıktı. Goril iriliğindeki adam tinercilerden ikisini kafalarından tutup birbirine tokuşturdu. İç parçalayan kemik çatırtıları eşliğinde fışkıran beyin lapaları arnavut kaldırımına saçıldı. Adam tavaya yumurta kırar gibi kırmıştı kafaları. Ferit gün gelip de düşmanına acıyacağını rüyasında görse inanmazdı doğrusu. Bu arada diğer genç küfürü basarak bıçağını iri adamın kalbine sapladı. Adam ise hırıltılı bir kahkaha attı. O gülüş... Yırtıcı bir hayvanın kükremesi gibi insanın içini titretiyordu. Adam tenis raketi gibi kocaman elinin tersiyle bağımlı genci ötedeki eski binanın duvarına yapıştırdı. Sonra gülerek yavaş yavaş Bitirim Ferit’e doğru yaklaşmaya başladı. Yüzü dahil her yerindeki muhteşem dövmeler adamı daha da ürkünç gösteriyordu. “Ferit, Ferit farkındasın değil mi; kıçını ben kurtardım, yoksa postu deldirecektin!” dedi.

Ferit dehşete düşmüştü. Genç adam kolay kolay tırsacak birisi değildi ama karşısındaki izbandutun sıradan bir insan olmadığını çoktan anlamıştı. Adamın göğsüne saplı bıçağa takılmıştı Ferit’in aklı; gerçi kan gözükmüyordu ama bu iyi haber mi yoksa kötü haber mi ondan da emin değildi. Tanımadığı bu adam cehennem zebanisi gibiydi. “Zebella gibi!” diye düşündü Ferit. Neden sonra adamın kendisine adıyla hitap ettiğini idrak etti. “Sen de kimsin?” diye sordu.

Adam göğsüne saplı bıçağı çekip çıkardı ve fırlatıp attı. Bu hareketi eğer Ferit’i etkilemek için yaptıysa, başarmıştı. “Bana ‘Kâhin’ diyebilirsin Ferit. Ben geleceği gören kişiyim. Ve yakında kıyametin kopacağını görüyorum,” dedi.

 

***

 

Atilla Karaduman genç yaşta dünyanın önde gelen fizikçileri arasına girmenin haklı gururuyla öğlen yemeğini yemek üzere tesisin bahçesine çıktı. Elinde sandviçi ve içeceği vardı. Yer altında çalıştıktan sonra öğle yemeği aralarında temiz havaya çıkmak iyi geliyordu. Güzel bahçedeki çimenlikte banklardan birine oturdu. Yemeğini yerken ötede Profesör Eisenmeister’i görmüştü. Yaşlı fizikçi, genç bir hintliyle tartışıyor gibiydi. Hintli olan heyecanlı heyecanlı “Profesör büyük bir hata yapıyorsunuz! Bu boyutlarda bir deneyin ortaya çıkaracağı graviton miktarı kütle-çekimsel dalgalanmayı aşırı fazda tetikleyecektir!” gibi şeyler söylüyordu. Adamın özetle demek istediği; deney sırasında oluşacak kara-deliğin etrafındaki maddeleri içine çekecek kadar güçleneceği ve bunun geri dönülmez bir reaksiyonu başlatacağıydı.

Aslında bu Atilla’nın da aklını kurcalayan bir teoriydi. Ancak bu olasılık bilim çevrelerinde “dikkate alınmayacak kadar küçük bir ihtimal” olarak değerlendiriliyordu. Yine de benzer küçük çaplı deneylerde bile kısacık ömürlü minik kara deliklerin oluştuğu bilinen bir gerçekti. Çok kaba tabirle; var olan enerjinin yok olması gibi, doğa kanunlarına aykırı bir olay gerçekleşiyordu ve kaybolan madde ya da enerjinin “Paralel Evren” denilen varlığı henüz ispatlanmamış uzay boyutlarına kaçtığı düşünülüyordu. Ancak, -teorik olarak- Kara Delik bir kez güçlenir ve büyümesine devam ederse; artık ışığı bile çekebilecek kadar güçlü kütle-çekim kuvvetine ulaşana kadar çevresindeki her şeyi emerdi; tesisi, toprağı, Dünya’yı, Ay’ı, Mars’ı, gezegenleri, Güneş’i ve diğer güneşleri...

Profesör Eisenmeister hintli meslekdaşını başından savarak Atilla’nın yanına geldi. Banka oturdu. “Ah şu kıyamet senaryoları! İnsanlar burada ne yaptığımızı anlamıyor; evrenin sırlarını çözdüğümüz için bize teşekkür edecekleri yerde...”

 

***

 

Metalci İsa tipli adam Taylan’a “Taylan seninle konuşmamız gerek, yalnız kalacağımız bir yere gidelim,” dedi. Genç Taylan bu delinin kendi ismini bilmesine çok şaşırmıştı. Bu arada Cem de masaya gelmiş, Çiğdem’le ikisi arkadaşlarına açıklama bekler gibi bakıyorlardı. Taylan “tanımıyorum arkadaşı,” der gibi dudak büktü ve yabancıya dönerek “arkadaşım müsaade eder misin, ders çalışıyoruz,” dedi.

İsa gülümsedi. “Israr etmek zorundayım Taylan... Yoksa Moon-Star mı demeliyim sana?” dedi. Taylan birden kıpkırmızı oldu. Moon-Star, Taylan’ın internet âlemindeki takma ismiydi. Ancak bu takma ismini sohbet odalarında değil, şifresini kırıp kullanılmaz hale getirdiği sitelere imza olsun diye kullanıyordu. Taylan birkaç seneden beri çok usta bir “Hacker”di! Bilgisayar kullanmak, programlarla, kodlarla oynamak onun için adeta doğuştan bir yetenek, ve çocuk oyuncağıydı. Ancak Taylan benzerlerinin aksine bu konuda oldukça ağzı sıkı bir gençti; gizli kimliğiyle ilgili kimseye ama hiç kimseye bir şey anlatmamıştı. O yüzden şimdi bu yabancı foyasını meydana çıkardığında allak bullak olmuştu. Doğrusu birilerinin izini bulacağını hiç düşünmemişti.

Cem yabancıya biraz diklenmek istedi ama Taylan hemen araya girdi. “Arkadaşlar ben bu beyle gideceğim, siz devam edin sonra dönerim ben,” dedi ve diğerlerinin bir şey söylemesine fırsat bırakmadan İsa’yı ortamdan uzaklaştırdı. Çiğdem şaşkın bir şekilde erkek arkadaşının arkasından bakakalmıştı. Taylan’ın bu gizemli davranışları delikanlıyı ne kadar da çekici kılıyordu.

Taylan ilk fırsatta “kimsiniz?” dedi “ve beni nereden tanıyorsunuz?”

“Bana ‘Olasılıkçı’ diyebilirsin Taylan; hatta kısaca ‘Olas’ de! Aslında seni tanımıyorum; sadece olasılıkları hesapladım ve Dünya’nın başına gelecek korkunç felaketi önleyebilme ihtimali en yüksek olan kişi sen çıktın.”

“Demek olasılıkları hesapladın?..”

“Beni deli sanıyorsun değil mi?”

“Hayır... Yani evet, ondan eminim de acaba tehlikeli misindir diye düşünüyorum. Moon-Star’ı nasıl öğrendin?”

“Çok basit! Baktım ve gördüm. Benim geldiğim yerden bakınca, senin yaşadığın dünya, kâğıt üzerindeki desenler kadar basit görünür. Paralel Evren diye bir şey duydun herhalde?”

“Yani bir tür uzaylı olduğunu mu söylüyorsun? Buraya uçan daire ile mi geldin?”

“Uçan daireye ihtiyacım yok Taylan. Zaten bizim ırkımız sizinki gibi teknolojik cihazlar kullanmaz. Aslında biz ve siz uzak değiliz; sadece farklı frekanslarda yaşıyoruz. Şöyle düşün: Yerdeki bir bakteri için hayat iki boyutludur, senin ayak parmağını bile göremez, görse bile doğru tanımlayamaz. İşte seninle benim aramda da benzer bir fark var; sen üçüncü boyutta yaşıyorsun ben ise dördüncü boyutta. Şu anda karşında gördüğünü sandığın kişi de aslında benim ayak parmağımın ucu... Tabii ayak parmağını esprili bir benzetme olsun diye söyledim, yoksa bizim senin anlayacağın türde bir şeklimiz de yok.”

Taylan gülümsedi. “Şimdi anladım! Arkadaşlarla birlikte bana tezgâh kurdunuz değil mi? Aklınızca eşek şakası yapacaksınız?” Etrafına bakındı, her an Cem’in köşeden çıkıp “nasıl da kandırdık,” filan diyeceğini bekliyordu.

Olas elini uzatarak avuç içindeki sembolü Taylan’ın alnına yasladı. Birden Taylan kendini hayatında gördüğü göreceği en gerçekçi rüyanın içinde buldu. İnteraktif bir rüyaydı bu ve Olas da yanındaydı. Uçuyorlar, yerçekiminden bağımsız istedikleri gibi davranabiliyorlardı. Taylan ilk şaşkınlığı attıktan sonra Olas ona, Dünya’ya neler olacağını gösterdi.

Önce Avrupa’da deney yapılan bir tesiste oluşacak felaketi gösterdi. ‘Olasılıkçılar’ denilen ırk, bütün ihtimalleri hesaplamış, Dünya’da yapılacak bu deneyin kontrolden çıkarak, bütün güneş sistemini yutacak, durdurulamaz bir kara delik (süpernova) oluşturacağını bulmuşlardı. Normalde umurlarında olmazdı ancak oluşacak kara delik, emdiği her şeyi Olasılıkçıların yaşadığı paralel evrene püskürtecekti. Bu da hiç hoşlarına gitmemişti. Bunun üzerine Olasılıkçılar gezegen büyüklüğünde dev meteorların yönünü değiştirip Dünya’ya doğru hızlandırdılar. Deneyden bir gün önce meteorlar Dünya’nın uydusu Ay’a çarpacaktı. Göktaşları devasa olduklarından ve korkunç bir hızla geldiklerinden dolayı, çarptıkları Ay’ı büyük parçalar halinde direk Dünya’nın üzerine iteceklerdi. Dünya yok olacak ve Olasılıkçılar için bir tehlike kalmayacaktı.

“Ama bu barbarlık!” diye itiraz etti Taylan. “Madem o kadar kudretlisiniz, bir şekilde deneyi yapmamıza engel olursunuz, bütün dünyayı içindeki canlılarla yok etmenize gerek yok ki!”

“Haklısın Taylan... Bunu sana nasıl izah edebilirim bilmiyorum. Irkım arasından sizin kaderiniz için üzülen bir tek ben varım desem abartmış olmam. Bizimkiler, siz Dünyalıları pek umursamaz. Sizler bizim gözümüzde, -senin anlaman için bir benzetme yapayım- ancak sinekler kadar değerlisiniz.” Olas elini delikanlının alnından çekti. Taylan başında zonklama şeklinde hafif bir ağrıyla gerçek dünyaya döndü. Dakikalarca değişik diyarlarda, uçuk ama canlı bir rüyanın içinde oldukları halde, bu olayın gerçekte bir saniye sürdüğünü şaşırarak idrak etti. Afallamıştı. Olas konuşmasına devam ediyordu: “Biz geleceği görürüz Taylan. Bunu ihtimalleri hesaplayarak yaparız. Sizin bilgisayarlarınızın trilyon günde yapacağı hesapları, biz anında ve tıpkı senin nefes alman gibi doğal bir şekilde yaparız. Dünya’nın sonu geldi Taylan; öyle ya da böyle Dünya yok olacak. Eğer sen yapılacak deneydeki yanlışlığı giderebilirsen, belki -o da belki- ben de ırkımı Dünya’yı yok etme karanını bir süre daha ertelemeye ikna edebilirim.”

“Bir süre ertelemek mi?” Olas’ın hüzünlü bakışları nedense Taylan’ı pek etkilemiyordu. Gördüklerinin ve duyduklarının şokunu yaşıyor, içindeki korku, öfke duyguları gittikçe kabarıyordu. “Peki sen niye engel olmuyorsun? Bana gösterdiğin gibi yetkililere de gerçeği gösterebilirsin! Seni dinlerler.”

“Hayır Taylan, bütün olasılıkları hesapladım; beni dinlemeyecekler, en iyi ihtimalle beni incelemek için bir hastaneye kapatmaya kalkacaklar. Bu işi ancak sen bitirebilirsin.”

 

“Deneyin yapılacağı tesisi bozamaz mısın peki?”

“Taylan bizim ırkımızın da bazı kanunları var; benim o tesise yaklaşmam yasaktır. Aksi halde kendi dünyamda başım çok kötü belaya girer.”

“Koskoca Dünya’yı kurtarmak için, kanunları çiğneyemez misin?”

“Taylan... Sen olsan, sinek ırkının kurtuluşu için kendini ateşe atar mıydın?”

 

***

 

Ferit zebella arkadaşını her zaman gittiği kahveye götürmüştü. Ara sokakların arasına gizlenmiş bu kahvehane küçük bitirimlerin toplanma yeriydi. Burada hırgür çıkarmak racona tersti; tarafsız topraklardaydılar. Böylece Ferit hain saldırıdan kurtulduğunu ahaliye gösteriyor, üstelik insanüstü korumasını da sergiliyor, resmen gösteriş yapıyordu.

Kâhin her zamanki gibi gülüyordu. “Koçum bize iki çay!” dediğinde, sesi binlerce vatlık hoparlörlerden gelmiş gibi kahvenin camlarını titretti. Ferit sinsi sinsi sırıttı; herkesin gözü korkmuştu. Kâhin, arkadaşına döndü “Ferit sanırım aramızda bir iletişim problemi var; ‘Dünya’nın sonu geldi!’ cümlesinin neresini anlamadın?” dedi.

Ferit kaşlarını çattı. “Dünya’nın sonu derken?”

Kâhin bir “Of!” çekti. Garson çayları bırakıp uzaklaşırken uzanıp Ferit’in omuzunu tuttu. Bitirim Ferit birden kendini başka bir âlemde buldu. Üstündeki şoku atması ve yerçekiminden bağımsız hareket edebilmenin zevkini çıkarabilmesi on dakikasını almıştı. Sonra yanındaki Kâhin onu yükseğe çıkardı ve Avrupa’nın üzerine başlayan kara deliğin bütün Dünya’yı emerek nasıl parçaladığını izlettirdi. Yeryüzü hallaç pamuğu gibi kabarıyor, karalar, denizler kese kâğıdı gibi buruşuyordu. Ortada ise görünmeyecek kadar minik bir nokta etrafında dehşetli bir girdap dönüyor, denizleri, havayı, karayı, her şeyi içine çekiyordu. Ferit bu sırada kulaklarında insan çığlıkları duyuyordu. Sonra sevdiği bazı insanların elektrik süpürgesine kapılmış karıncalar gibi felakete doğru uçtuklarını gördü; etlerinin kemiklerinden ayrılmasını seyretmek zorunda kaldı; özellikle annesi ve halasının son anlarını görmek yüreğine çok dokunmuştu. Sonra müthiş bir baş ağrısıyla kendini tekrar kahvede buldu. Garsonun çayları bırakmış ve uzaklaşırkenki görüntüsü kaldığı yerden devam ediyordu; sanki en az yarım saattir hayaller âleminde dolaşmaları aslında bir göz açıp kapama anı kadar sürmüştü.

“Bütün bunlar olacak mı gerçekten?” diye yorgun bir şekilde sordu Ferit.

“Sadece birkaç gün kaldı. Ferit bu felaketi önleyebilecek tek kişi sensin!”

“Ben mi? Ama nasıl, neden?”

“Çünkü sende gereken fedakârlık, gözü karalık, cesaret, bilek gücü ve akıl var. Özetle taşaklı adamsın!”

Ferit sırıttı. Doğru söze ne denirdi ki? “Estağfurullah abi, sen varken bize düşmez,” dedi mütevazı bir şekilde.

“İsviçre-Fransa sınırının altında gizli bir tesis var Ferit. Adamlar orada abuk subuk deneyler yapıyor. Bilim adamlarından biri bilgisayara yanlış kodlar girecek ve bu yanlışlık, -senin de gördüğün şekilde- bütün herkesin hayatına mal olacak. O kişinin durdurulması gerekiyor Ferit. Yapabilsem kendim yapardım ama o tesise girmem, bazı -senin aklının ermeyeceği- metodlarla engellendi. Anlayacağın bu şerefli işi yapmak sana düşüyor.”

“Seni engelleyenler kim peki?” dedi Ferit. Kâhin’e engel olabilecek bir gücü tasavvur edemiyordu.

“İnsanları sevmeyen bazı uzaylılar Ferit; ne katakullilerin döndüğünden haberiniz yok! Yazık!.. Şimdi beni dinle; o bahsettiğim yanlışlığı yapacak bilim adamı Türk, adı da Atilla Karaduman. Türk olması senin için bir şey fark eder mi; unutma bütün insanların hayatı söz konusu!”

Ferit yutkundu. Şaka maka insanlığın kurtarıcısı rolüne soyunuyordu; heyecandan kalbi titredi. “Hiç farketmez, babamın oğlu olsa bitiririm!” dedi.

“Güzeel, sana güvenebileceğimi biliyordum zaten.”

 

***

 

“Adı Atilla Karaduman, Türk bilim adamı,” dedi Olas. “Çok iyi bir fizikçi ama bilgisayara verileri girerken yapacağı bir hata, deneyin kontrolden çıkmasına sebep olacak. Ufak bir dalgınlığın bu kadar büyük sonuçlara yol açtığı, evren tarihinde görülmemiştir!”

“Benim de tesisin bilgisayarına sızıp hatayı düzeltmemi istiyorsun öyle mi?” dedi Taylan. Bu iş pek de zor olmayacak gibi bir izlenime kapıldı bir an.

“Evet Taylan aynen öyle, ama deneyi kontrol eden ana bilgisayara internetten ulaşman imkânsız; anlayacağın o tesise gizlice girmen gerekiyor.”

Taylan yutkundu. Bu işin pek de kolay olamayacağına dair içinde kötü bir his vardı şimdi. “Ben... Bilemiyorum... Ben casus değilim ki, öyle bir tesise girmek filan...”

Olas Taylan’ın gözlerinin içine baktı. “O zaman sevdiklerinle vedalaş, sadece iki gününüz kaldı,” dedi.

Taylan’ın ilk aklına gelen Çiğdem oldu. Genç kızın gülümsemesi... İçi titredi. Kalbinde karıncalanma gibi bir his vardı. Korkuyordu. Daha çok Çiğdem’in zarar görmesinden korkuyordu, onu bir daha görememekten... “Tamam yapacağım,” dedi.

 

***

 

Kâhin ve Ferit çok zengin bir mafya babasına gittiler. Kâhin’in mafya babasını ikna etmesi kısa sürdü; adam Ferit için bütün imkânlarını seferber etti. Hemen sahte pasaportlar ve vizeler ayarlandı, gümrüklerde adamlar bulundu. Ferit’in İsviçre’ye seyahati sorunsuz gerçekleşti. Onu havaalanında karşıladılar. Tekinsiz bazı Türkler ve yasa dışı örgüt mensubu bazı yabancılar onu gireceği tesis yakınlarındaki kasabaya götürüyorlardı. Sahte kimlikler, silah, haritalar, krokiler vesaire her şey hazırdı. Tesise girebilmek için orada çalışan birinin yerine geçmesi gerekiyordu ve o kişinin kaçırılması işini yerel mafya üstlenmişti. Bu operasyonlar için çok güçlü bağlantılar araya sokulmuş ve milyon eurolar harcanmıştı.

 

***

 

Olas ve Taylan da sponsor bulmak amacıyla çok zengin bir iş adamına gittiler. Olas’ın adamı ikna etmek için hayal dünyasına götürmesi yeterli oldu. İş adamı bütün imkânlarını Taylan’ın önüne serdi; hemen politik bağlantılarını kullanarak pasaport ve vize işlemlerini hallettirdi ve Taylan’ı İsviçre’ye özel bir jetle gönderdi. Bir takım adamlar onu karşıladılar ve sınırdaki tesise götürdüler. Kurdukları geçici karargahta Taylan’ın bütün ihtiyaç duyacağı teknolojik malzemeler hazırdı. Tesisin bilgileri cep bilgisayarına yüklendi, çalıntı şifrelerle manyetik geçiş kartları oluşturuldu. Her şey hazırdı.

 

***

 

Atilla Karaduman o sabah muhteşem deney için son hazırlıkları yapan kilit adamlardan biriydi. Reaksiyonun aşamalarını kontrol edecek bilgisayara izlemesi gereken komutları giriyordu. Yakında büyük deney gerçekleşeceği için oldukça heyecanlıydı. Bu arada öğlen tatiline de bir şey kalmamıştı ama herhalde bilgisayarın programını halledip, son ayarları yapmaya yetecek kadar süresi vardı, böylece öğleden sonra başka işlere zaman ayırabilirdi. Komutları hızlı hızlı giriyordu; zaten hepsi bildiği şeylerdi. Midesi guruldadı; acıkmış olmalıydı. “Bugün iki değişik sandviç alıp bahçeye mi çıksam, yoksa kantinde sıcak bir şeyler mi yesem?” diye düşünmeye başladı. Midesi tekrar guruldarken bilgisayara değerleri girmeye devam ediyordu. Yemeklerin hayali gözlerinin önündeyken, birden kantindeki yeni kasiyer kızı düşündü. Hatunun göğüsleri taş gibiydi doğrusu. Kendisine de çok güler yüzlü davranıyordu, acaba... Derken işini bitirdi! Bilgisayarı programlamayı tamamlamıştı ve saatine baktığında onikiye beş kaldığını görerek, zamanlamayı iyi becerdiği için kendisiyle gurur duydu. Yemeğe çıktı.

 

***

 

Taylan kapıdan geçerken manyetik bantlı kimlik kartını yuvaya okuttu. Ötede güvenlikçiler çene çalıyorlardı. Alarmların çalmasını, apar topar yakalanmayı beklerken yeşil bir ışık yandı ve önündeki turnikenin kilidinin açıldığını bildiren hafif bir ses duyuldu. Taylan’ın kalbi küt küt atıyordu; bu bilgisayar başında siteleri çökertmekten kat kat heyecanlıydı. Yakalanmamalıydı; en azından hatayı düzeltene kadar ele geçirilmemeliydi, yoksa kıyametin gelişini bir İsviçre polis nezaretinde beklemek zorunda kalacaktı. Nezarette pencere olup olmadığını düşündü.

Üzerinde bilim adamı izlenimi veren beyaz bir önlük vardı. Saatine baktı onikiyi biraz geçiyordu. Zamanlama güzeldi; hemen herkes öğle yemeğine çıktığından kendisini gören olmayacaktı. Yani Taylan öyle ümit ediyordu. Önceden iyice ezberlediği yollardan aşağıya yerin onmetrelerce altındaki laboratuvarlara indi. Sadece birkaç kişiye rastlamış, onlar da kendisine pek dikkat etmemişlerdi. Sonunda bilgisayarı buldu; tam da Olas’ın hayalinde kendisine gösterdiği yerdeydi. Etrafta kimse yoktu. Hemen çalışmaya başladı.

Taylan oldukça hızlı çalışıyor, bütün şifreleri kırıyor, bilgisayarı yeni baştan programlamak için gereken bütün adımları başarıyla tamamlıyordu. Ancak bilgisayar onun kadar hızlı değildi. Daha doğrusu bazı yönergelerin devreye sokulması teknik ve güvenlik sebeplerinden dolayı biraz zaman alıyordu. Sona yaklaştığında aradan on dakika geçmişti ama bu on dakika Taylan’a zulüm gibi gelmişti. Olas Atilla’nın yaptığı hatayı Taylan’a tarif etmişti. Taylan parçacık fiziğinden anlamazdı ama bilgisayar kodlarındaki hatayı hemen idrak etti. Doğru ile yanlış arasında küçük -ama sonuç itibarıyle büyük- bir fark vardı. Genç adam yanlış kodun yerine ne yazacağını gayet iyi biliyordu ve o aşamaya neredeyse varmak üzereydi, neredeyse...

“Sen kim olmak?” dedi birisi bozuk bir ingilizceyle. İşine dalmış olan Taylan neredeyse korkudan havaya zıplayacaktı. Kafasını çevirdiğinde tepesinde dikilen güvenlik görevlisi ile göz göze geldi. İşte şimdi hapı yutmuştu! Yan gözle bilgisayarın ekranına hızlı bir bakış attı; değiştirmesi gereken satır orada duruyordu. Sadece klavyeye birkaç dokunuş... Sakin olmaya çalışarak güvenlik görevlisine “az bir işim var, ben bilim adamıyım,” dedi. Taylan’ın İngilizcesi iyiydi. Doğal davranmaya çalışırken aslında klavyeye dönse işini kaç saniyede bitirebileceğinin hesaplarını yapıyordu.

Güvenlik görevlisi Taylan’a “sen Atilla Karaduman mısın?” dedi.

Taylan zoraki bir sırıtışla “evet, evet Atilla Karaduman,” diye cevap verdi. Bir yandan da eğer işler ters giderse bu güvenlik görevlisini haklayıp haklayamayacağını düşünüyordu. Ama karşısındaki adam sağlam duruşlu biriydi.

Derken güvenlik görevlisi elini arkasına götürüp silah çekti. Taylan kıpkırmızı oldu. Güvenlik elemanı yalanını yememişti, demek ki Atilla Karaduman’ı tanıyordu. Ama böyle olmamalıydı, programı değiştirmeliydi. Acaba işine devam etse adam onu vurur muydu? Hiç sanmıyordu ama belli de olmazdı. Fakat Dünya’nın yok oluşu? En iyisi tehlikeyi göze alıp hiçbir şey olmamış gibi... Sonra tuhaf bir şey farketti, görevlinin tabancasında hani hep o filmlerde gördüğü susturuculardan takılıydı. Taylan’ın dehşetle gözleri büyüdü. “Sen güvenlik görevlisi değilsin!” dedi.

Güvenlik üniforması taşıyan adam -bu sefer Türkçe olarak- “kusura bakma koçum senin hesabın kesildi!” dedi. Silah üst üste patladı. Mermiler ıslık sesi çıkarmıştı. İki tane gövdeye ve iki de kafaya sıkmıştı. Birkaç saniye hüzünlü bir yüz ifadesiyle kanlar içindeki cesedi seyretti. Bu Ferit’in ilk cinayeti değildi. Yine de adam öldürmekten nefret ederdi. Ama bu seferki... Bunu insanlığı kurtarmak için işlemişti. Gülümsedi.

 

***

 

İtalya – Venedik

San Marco meydanı her zamanki gibi tıklım tıklım turistle doluydu. Deniz taşmış meydandaki su seviyesi insanların bileklerine geliyordu. Herkes ayakkabılarını çıkarmıştı. Kalabalıktan bazıları meydanın diğer tarafındaki devasa kilisenin fotoğraflarını çekerken, bazı Japon turistler de meydanın kenarında denizi seyreden her yeri dövmelerle kaplı insan azmanının fotoğraflarını çekiyordu.

Kâhin biraz ötede tartışan gondolculara kulak misafiri olurken sırıtıyordu. Adamlar Venedik’te bu mevsimde kanalların taşmasının hiç de hayra alamet olmadığını söylüyorlardı. Derken tanıdık bir koku duymuşçasına çenesini hafifçe kaldırarak “şimdi de sen mi beni takip ediyorsun?” dedi arkasına bakmadan.

Olas’ı gören birkaç yaşlı katolik kadın istavroz çıkardı. “Karışmak zorunda mıydın?” dedi Olas, Kâhin’e yaklaşırken. Yüzündeki hoşnutsuz ifadeyi kelimelerle tasvir etmeye imkân yoktu.

Kâhin hırıltıyla güldü. “Senin karıştığın gibi mi?”

“Ben iyi bir amaç için çalıştım,” dedi Olas “senin gibi değilim!”

Kâhin Olas’a döndü. Yüzünde ilk defa bir sırıtış eksikti. “Hiç düşündün mü; belki de senin bulamadığın bir şeyden haberim vardır? Bildiğin gibi, benim hesabım daima seninkinden kuvvetli olmuştur,” dedi. Sonra da tekrar hırıltılı gülümsemesini takındı ve biraz ötelerinde kendilerini utangaç bakışlarla süzen Japon kafilesine dönerek “şu manzaranın da fotoğraflarını çeksenize!” diyerek gökyüzünü işaret etti. 

Herkes kafasını kaldırdı. Gökyüzündeki Ay, hiç olmadığı kadar kocamandı ve sanki... Sanki parçalanıyordu!


-SON-


.

Sayfa: [1] 2 3 4