Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Dwaxer

Sayfa: 1 [2] 3 4
16
Kurgu İskelesi / Ynt: Sir Nigel’ın İntikamı
« : 01 Eylül 2009, 18:47:41 »
Teşekkürler arkadaşlar güzel yorumlarınız için. ;D

17
Kurgu İskelesi / Ynt: Sir Nigel’ın İntikamı
« : 25 Ağustos 2009, 12:08:05 »
Sağ olun arkadaşlar, beğenmenize sevindim.  ;D

18
Kurgu İskelesi / Ynt: AV
« : 25 Ağustos 2009, 12:06:07 »
Teşekkürler arkadaşlar okuduğunuz ve yorum yaptığınız için.

19
Kurgu İskelesi / Ynt: Sir Nigel’ın İntikamı
« : 06 Ağustos 2009, 13:08:32 »
Hikayen çok güzel ayrıca siz bu fantastik resimleri nereden buluyorsunuz.
Resim Kerem Beyit'in; bir öykü yarışmasında izin alınarak kullanılmıştı; yani öyküyü bu resimden ilham alarak yazmıştım. Tabii kaynak belirtmemekle ayıp ettim; unuttum daha doğrusu kaynak belirtmeyi, üzgünüm. Neyse geç de olsa belirtmiş olduk; Kerem Beyit diye ararsanız bulacağınız gibi çok güzel fantastik konulu görselleri var sanatçının.

20
Hangi halktan olduğum değil önemli olan; Yüzük Kardeşliğinde olmak isterdim.  :king

21
Kurgu İskelesi / Sir Nigel’ın İntikamı
« : 05 Ağustos 2009, 20:28:04 »
.


Sir Nigel’ın İntikamı

Kuru Döşek Hanında sıradan bir gündü. Mavitaş kasabası ahalisinden, alkolizme meyilli birkaç tembel ile uzak diyarlardan gelen maceraperestlerin anılarını dinlemeye doyamayan, adeta bu hikâyelerin bağımlısı olmuş delikanlı gençler, geçici müşterilerin masaları etrafında “acaba bir havadis yakalayabilir miyim?” diye kulak kabartısı şeklinde pusuya yatmışlardı.

Şanslıydılar; çünkü gelip geçici müşterilerin arasında, tüccarlar ve sıradan yolcuların yanısıra, maceraperestler de vardı. Hele bir tanesi, tavırlarından bir barbar olduğunu iyice belli eden, hava atarcasına devasa kaslı vücudunu sergileyen savaşçı, konuşmaya pek meraklıydı. Yanında kocaman bir kılıç taşıyordu. Çoğu mavitaşlı, büyük ihtimal bu kadar büyüğünü görmemişti ve yine büyük ihtimalle, aralarından bu kılıcı kaldırabilen çıkmazdı, kaldırsalar bile kullanamayacakları kesindi. Ama Barbar’ın kolları, omuzları ve daha birçok yerindeki, patlayıp fışkıracakmış gibi duran kasları, bu muhteşem görünüşlü aleti, tırpan sallar gibi savuracağına ve önüne çıkanı biçeceğine dair, göreni ikna edebiliyordu.

Evet, barbar savaşçı kasabalıları etrafına tolamış, çeşit çeşit maceralarını anlatıyordu. Devasa yaratıklarla, hayaletlerle, iblislerle ve  korkunç, akla hayale gelmedik canavarlarla nasıl savaştığını, onları kesip biçtiğini, varsa öbür dünyalarına gönderdiğini ballandıra ballandıra tasvir ediyordu. Anlattıkça coşuyor, coştukça anlatıyordu ve seyirciler, “ooo! Vay bee! Bravo!” şeklinde tezahüratlar yaptıkça keyfinden deliye dönüyor, ağzı kulaklarına varıyordu. Üstelik bu cesur savaşçının çok üstün bir özelliği daha vardı: Kendisini dinleyenlere içki ısmarlıyordu!

“Herkese benden içki!” diye gürledi barbar savaşçı ve bir tezahürat daha patladı.

Hancı pos bıyıklı Bergun, ak sakallı yaşlı büyücü Tiq Otally’nin masasında oturuyordu. Barbar’ın ısmarladığı içkileri doldurmaya koşturan genç garsonu, bir el işaretiyle yanına çağırdı.  Garson geldiğinde,  “parasını peşin al!” diye tembih etti Bergun. Tamam dercesine kafasını sallayan garson, hızla bara doğru seyirtti.

“Bunun akıllıca olduğundan emin misin?” dedi yaşlı büyücü Otally. Tiq Otally, klasik insan büyücülerdendi. Bembeyaz saçı sakalı göbeğine doğru uzanıyor, suratı ise kırış kırıştı. Görünüşte çok yaşlıydı ama kimbilir hangi kadim sanatlarla ömrünü uzatıyorsa, bir genç gibi dinç hareket ediyor, keskin zekası kristal berraklığında çalışıyordu. Yerleri süpüren buruşuk cübbesi, kukuletalı kocaman şapkası, değişmez kıyafetleriydi. Her sene bu zamanlarda Mavitaş kasabasına gelirdi Otally. Sadece Mavitaş Ormanında yetişen, mavi şapkalı, beyaz benekli, fosforlu mantarlardan toplamak için. Aslında bu mantarların kadim bir dilde, telaffuzu zor bir adı da vardır ama yerli halk mavi mantar der buna ve oldukça zehirli olduğundan yemezler. Yaşlı büyücü, her geldiğinde Kuru Döşek Hanı’nda kalır ve aynı zamanda kasabanın valisi olan, Hancı Bergun ile gel zaman git zaman oluşan bir samimiyet doğrultusunda, hâl hatır sormaktan ileri sohbet eder.

“Usta Otally, ben bilirim bu barbarları, şimdi sudan bir sebeple kızar, olay çıkarır, ondan sonra da ödet hesabı, ödetebiliyorsan. Üstelik korumalara dövdürüp, masrafları zorla almaya kalksam,  bu izbandutu dövmek için benim fedailerin tümünü ayaklandırmak gerek. O zaman bile kalıbımı basarım ki, bu insan azmanını zapt edene kadar, her taraf dağılır, yıkılır, savaş alanına döner. Astarı yüzünden pahalıya gelir anlayacağın. Yani, en iyisi bu tiplerden hesabı peşin almak.”

Tiq Otally piposunu tüttürdü. “Sevgili Bergun, ben de tanırım barbarları ve daha birçok değişik âdetleri olan, bir dolu ırktan da haberim vardır. Çok gezdim ve de çok okudum. Şimdi senin garsonun hesabı peşin istediği anda, o barbar bunu gurur meselesi yapacak ve ‘kaçıyor muyum, düzenbaz muamelesi mi yapıyorsunuz bana?’ diyerek öfkelenecek.”

Birden malum masadan, “başlatmayın lan hesabınızdan, kaçmıyoruz ya!” diye bir gümbürtü koptu. Dev cüsseli barbar ayağa kalktı ve karşısında cüce gibi kalan garson çocuğu yakasından tuttuğu gibi tek eliyle havaya kaldırdı. Bergun fırlamıştı bile, kapı tarafındaki iki fedai ise bir an atılacak gibi oldularsa da, durdular ve aralarında fısıldaştılar. Fedailerden biri kapıdan fırladı, belli ki başkalarını da getirecekti. Diğeri ise kımıldamadan uzaktan olayları izlemeye devam etti.

Bergun barbarın yanına vardığında, “aman beyim sakin olun lütfen, eminim bir yanlış anlama olmuştur!” dedi.

Bu sırada garson çocuğun gömleği yırtılarak kıç üstü yere düştü. Alkolün tesirindeki müşteriler buna neşeyle güldüler. Daha gece olmadan tiyatro gibi bir eğlence başlamıştı. Barbar da çocuğun düşmesi ve kaçmaya çalışırken bir iki defa daha tökezlemesini komik bulup keyiflendi. Tekrar masasına oturdu ve şakşakçılarıyla muhabbete devam etti. Bu arada hesap ödeme meselesi arada kaynamıştı ve Bergun de olayın üstüne gitmedi.

“Usta Otally, ermişliğinize söylüücek söz bulamıyorum, yine haklı çıktınız!” dedi Bergun, ak sakallı büyücünün masasına geri döndüğünde.

Büyücü bir yandan piposunu tüttürürken, bir yandan da gevrek gevrek gülüyordu. “Dur bakalım sevgili Bergun, daha dertlerin yeni başlıyor,” dedi.

Bergun heyecanlanmıştı yine. “Aman diyeyim Usta Otally, şaka olduğunu söyleyin lütfen. Ne derdiymiş bu?”

“Barbarın cebinde sadece iki gümüş var, sence yetecek mi hesabı ödemesine?”

“Sadece iki gümüş mü? Ama siz nereden biliyorsunuz bunu?” diye sordu Bergun. Fakat Tiq Otally’nin kaşlarını kaldırarak, muzip bir ifadeyle bakışını görünce üstelemedi. Onun gibi usta bir büyücü için cepteki parayı bilmek, basit bir meslek sırrı olmalıydı. “Çok zarar ettik,” diyebildi hancı yorgun bir sesle.

“Herkese benden içkiii!” diye gürledi malum kişi. Ve şakşakçılardan müthiş bir tezahürat daha koptu.

“Hass... Ulan!” diye fısıldayarak fırladı Bergun ama birden kendini toparladı, büyücüye dönerek saygıyla eğildi ve “çok pardon!” dedi.

Tiq Otally’nin neşesi öyle artmıştı ki keyifli kahkahalarını salıverdi.

Tam o sırada kapıdan altı fedai girdi. Demin giden, beş arkadaşını daha getirmiş içerde kalanla birlikte şimdi sayıları yedi olmuştu. Aralarından biri de -komutanları olan- Bergun’un oğlu Hardel’di. Aslında bu askerlere fedai demek yanlış olur, çünkü hepsi ciddi askeri okullarda ve kamplarda eğitim almış, doğma büyüme Mavitaş Kasabası’nın delikanlılarıydı. Bergun’un vali olduktan sonra kasaba için yaptığı bir sürü olumlu icraatlardan biri de, yerel ailelerden seçmece delikanlıların, şehirlere gönderilip, ciddi eğitimlerden geçirilerek -ki buna psikolojik eğitim bile dahildi- profesyonel asker olması ve kurulan muhafız birliğinde görev almalarıydı. Böylece hem Mavitaş Kasabası, hem de Kuru Döşek Hanı ciddi bir güvenlik örgütüne kavuşmuştu. Bütün muhafızların aynı tip üniformaları vardı ve tecrübelerine göre rütbe sahibiydiler. Kasaba zaten duvarla çevriliydi ve kapılar nöbetçilerin gözetimindeydi. Gece gündüz, sürekli devriye asla ihmal edilmezdi.

Hardel, kapının ordan babası ile gözgöze geldi. Eğer sorun çıkarıyorsa Barbar’ı dışarı atmak için izin istiyordu âdeta. Bergun oğluna onaylarcasına bir bakış attı ve kendisi barbarın masasına yanaşırken, muhafızlar da Hardel’i takip ederek masanın etrafını kuşattılar. Barbar’ın bir günlük samimi dostları, birden dillerini kedi yutmuş gibi sessizleştiler. Kenarlarda oturan bir iki tanesi yağlı yılan gibi sıvıştı. Birazdan kopacak gümbürtüde kafalarına bir masa, sandalye isabet etme şansının hiç de az olmadığını tahmin edecek kadar bar kavgası görmüşlerdi herhâlde.

“Nooluyo lan?” dedi barbar etrafını kuşatan muhafızları görünce. Masada oturan birkaç mavitaşlının gözlerinden, bu insan azmanı izbandutla muhafızlar arasında kalmanın stresi okunuyordu. Bazılarının elleri ayakları titremeye başlamış ve hemen hepsi de, çıkacak çıngarda ziyan olmasın diye içkilerini fondip yapmışlardı.

“Barbar kardeş...” diyecek oldu Bergun ama Barbar kesti sözünü.

“Sör Naycıl diiceksin, ulan it!” diye kükredi. Sandalyesinde yayılmış, hiç istifini bozmadan oturuyordu. Ancak sağ eli, neredeyse bir adam boyundaki, iki tarafı keskin, devasa kılıcının kabzası üzerindeydi.

Bergun kıpkırmızı oldu. İnsanın hem han sahibi, hem de kasaba valisi olması, rahatsız edici durumlar ortaya çıkarıyordu. Herhâlde, adeta yüzüne tükürükler püskürerek, sarhoşlardan küfür yiyen, ülkedeki tek vali Posbıyık Bergundu.

Öteden olayları ilgiyle seyreden Tiq Otally, muhafızların ellerini kılıçlarına bile götürmediğini görünce, onların profesyonellik ve soğukkanlılıklarını takdir etti. Sıradan fedailer olsa şimdiye kadar saldırmışlardı küfürü eden savaşçıya.

“Sör Naycıl, efendim hesap kapatıyoruz da, ısmarladığınız içkileri tahsil etmem gerekiyor. Hepsi on iki altın efendim.” dedi Bergun. Sinirine rağmen ses tonunda kibarlık sınırını aşmamıştı.

“On-iki altın mııı? Ulan goblin kıçı suratlı itler, adam mı kazıklıyorsunuz?” diye bağırdı Sör Naycıl.

Bergun’un korktuğu başına gelmişti. Yorgun bakışlarla savaşçı barbarı süzdü ve adamın bir para kesesinin bile olmadığını, geç de olsa fark etti.

Barbar, kemerindeki minik bir cepten iki gümüş para çıkararak masaya fırlattı. “Al bakalım, bayat şarapların için iki gümüş fazla bile!” dedi.

Öteden kulak misafiri olan Tiq Otally, “bayat şaraplar...” lafından sonra dayanamayıp patlattı kahkahayı. Barbar bir an sesin geldiği yöne döndüğünden, Bergun’un oğluna verdiği işareti fark edemedi.

Sör Naycıl’ın gözlerinin kararmasıyla, kafatasından gelen “tok!” sesini duyması aynı ana denk geldi. Muhafızların hepsi de ustalıkla sakladıkları sopalar ile Barbar’a giriştiler. Özellikle kafasına Bergun’un oğlu Hardel tarafından indirilen ilk darbe, gücünü kaybetmesine sebep olmuştu. Gözlerini açmaya, toparlanmaya çalışıyor ama yedi koldan sağanak gibi gelen darbeler buna fırsat vermiyordu. Körlemesine savurduğu kollarıyla bir iki kişiye vurabildi, ancak bunlar sabahtan beri kahramanlık hikâyelerine alkış tutan, kendini masanın altına atmayı becerememiş, geçici dostlarıydı.

Neden sonra, Sör Naycıl dayak yemekten yoruldu. Yumuşadı, muşmula gibi oldu ve kendinden geçti. Dövenler, bir iki dakika daha devam ettiler vurmaya, ancak neden sonra onlar da yorulduklarından mıdır nedir, teker teker bıraktılar dövmeyi. Vücudunun her tarafı moraran, yüzü gözü şişmiş barbar, zorlukla taşındı ve kasabanın dışında, yolun karşı tarafında ki dere yatağının kıyısına atıldı.

Bu arada handa Bergun ve Hardel, Barbar’ın el koydukları iri kılıcını inceliyorlardı. “Fena değil” dedi Hardel, “tabii satabilirsek. Bunu kullanacak adam bulmak da zor.”

“Ne yapalım, şehirde satabiliriz belki. O herif de bir daha kasaba sınırlarından girmeyecek, ona göre!” dedi Bergun ve tekrar Tiq Otally’nin masasına döndü. “Üstat görüyor musunuz başımıza gelenleri, bir sürü hengame, hem de boş yere.”

“Ben zaten görmüştüm ama üzme kendini, sayenizde epeyce eğlendik. Yine de acıdım barbara, epeyce hırpaladınız onu.”

“Az bile oldu. Üstad bu nasıl bir zihniyettir ki, parası olmadığı halde insanlara içki ısmarlayıp, cömertlik yaptı? Deli midir, bu adam?”

“Biraz deli, biraz da yalnızlık, takdir edilme, sevilme ihtiyacı.”

“Yok hocam, tam sopalık bir adam işte. Hoşuna gidiyor sopa yemek. Bir de başımıza düşman kesilmese bari, delidir ne yapsa yeridir.”

“Evet... Ama asıl tehlike, bence şuradaki adamlar!” dedi büyücü Tiq.

Bergun’un yine beti benzi soldu. “Ustam bugün hep kötü haber veriyorsunuz” dedi, büyücünün işaret ettiği yöne bakarken.

En köşe masada, gölgeler içinde oturan iki kişiyi gösteriyordu Otally. İkisi de kara giysiler içindeki adamlardan biri cübbeliydi ve içerisi sıcak olduğu halde kukuletasını takmakta ısrar ediyordu. Zayıf, uzun bir adamdı. Kocaman tırnaklı elini, boynuna asılı çantanın üstüne bastırıyor, belli ki çantasında değerli bir şey saklıyordu. Diğeri ise karanlık işlerle uğraşan birine benziyordu. Soğuk sinsi bakışları, fıldır fıldır gözleri, kemerine asılı hançer koleksiyonu -ve çizmelerindekiler- onun büyük ihtimalle bir kiralık katil olduğunu belli ediyordu. İkisi de sanki izlendiklerini anlamışçasına kalktılar ve handan çıkmaya davrandılar.

“Haa, onlar mı?” dedi Bergun. “Bence de insanın arkasını dönmek istemeyeceği tipler ama hesaplarını ödediler. Ve sizin de bildiğiniz gibi üstat, Kuru Döşek Hanı’nın bir prensibi vardır: Müşteri hesabını ödediği ve olay çıkarmadığı müddetçe, kim olduğu önemli değildir.”

“Biliyorum,” dedi Tiq Otally, kapıdan çıkmakta olan ikilinin peşinden bakarak. “O cübbeli olan, bir büyücü. Üstelik karanlık sanatlarla ilgilendiğinden, adım gibi eminim. Çantasında sakladığı her ne ise, görmem mümkün olmadı. Bunlar bir iş çevirecek gibi geliyor bana.”

İki karanlık tipli adam, handan çıkarak, atlarını almak için ahırlara yöneldiği sırada, katil tipli olanı, “bence boşuna büyütüyorsun,” dedi, “vakit gece yarısına gelirken, dışarıda kamp yapmamız gereksizdi.” Bu adam gerçekten de profesyonel katildi. Auntrin şehri sokaklarında “Yılan” diye bilinirdi, belki yılan gibi hızlı saldırması, belki de zehirli hançer kullanması yüzünden.

“Hiç de değil!” diye itiraz etti kara büyücü Degrim. Hayatını karanlık sanatların inceliklerini öğrenmeye adamıştı ve sayısız kurbanını kötülüğün bir sanat olabileceğine ikna etmişliği vardı. “İçerideki ahmak bizden şüphelendi ve benim de, bütün gece adamın tarayıcı büyülerine karşı diken üstünde durmaya niyetim yok.”

Ertesi gün güneş tepeye çıkarken, Barbar Sör Naycıl, Mavitaş Kasabası kapısına geldi. Üstü başı çamur içinde, morluklar ve kurumuş kan lekeleriyle berbat görünüyordu. Gözünün biri tamamen kapanmış, diğeri de hatırı sayılır derecede şişmişti. Kapı nöbetçileri derhal kılıçlarına davrandı ve üç adam boyu duvarların üstündeki iki okçu da, ellerindeki çifter çifter arbaletleri savaşçının iri gövdesine doğru çevirdi. “Uzak dur!” diye uyardı nöbetçi çavuşu. “Artık bu kasaba da istenmiyorsun. Canını seviyorsan bir daha buralara uğrama!”

“Kılıcımı verin lan!” diye bağırdı savaşçı, sesi biraz yorgun gibiydi.

“Kılıcına, borcun karşılığında el konuldu!” dedi nöbetçi.

Barbar hiddetle nöbetçinin üzerine yürümek istedi bir an, ancak vınlayarak bir adım önüne saplanan bir ok, onu durdurdu. Duvarın üstündeki okçulardan biri uyarı atışı yapmıştı ve barbar nöbetçilerin gözlerine baktığında, ilerlerse onu öldüreceklerine ikna oldu. Birkaç adım geri çekildi ve parmağını -tehdit edercesine- nöbetçilere doğru sallayarak konuştu: “Sanmayın ki, bu olay burada kapandı. Döndüğüm de... Döndüğüm zaman, göreceksiniz! Hepinizin...” diye küfürlerle devam etti sözlerine. Tumturaklı küfürler etti, gün yüzü görmemiş ve kadim zamanlardan kalma küfürler. Bütün Mavitaş Kasabası ahalisinin, çevre ahaliler ve hatta yakın şehir ahalilerinin kulaklarını çınlattı. Çoluk çocuk, büyük küçük, ecdatlarını ve doğmamışları da ayırmadı. Oradan geçip de konaklayanı, hatta konaklamayıp da geçeni bile ve salaklık edip uğradığı için, üstelik bu nankör insanlara içki ısmarladı diye kendini de dahil etti listeye. Sövüp saydı, sayıp sövdü. Sonunda yoruldu, ağzı kurudu. Nöbetçiler ise hiç cevap vermediler bu sövmelere.

Akşam yediği dayaklardan dolayı her yeri ağrıyan barbar savaşçı,  zonklayan başını tutarak, tekrar dere kenarına dönüp su içti. Derken yola koyuldu ama nereye gittiğini bilmeden, nereden geldiğini bile hatırlamadan, sadece yürüdü. İçinden bir ses batıya yönelmesini söyledi, Temperli Dağlar’a doğru. O da, bütün gün, saatlerce yürüyerek, dağların ardından kaybolup kendini Mavitaş Ormanı’nın koyu gölgeleri arasına terk eden güneşi takip etti. 

Aç açına karanlıkta kalmıştı barbar savaşçı, üstelik silahsızdı. Birden uzakta bir kamp ateşi gördü. Kaybedecek bir şeyi kalmamış adam için umut ışığıydı bu ve tereddüt etmeden o tarafa yöneldi. Ateşin yanına geldiğinde, iki kara giysili adamın oturduğunu gördü. Ateşin üzerinde cazırdayan av etinin kokusunu önceden almıştı zaten.

“Yemek?” dedi barbar, eliyle eti işaret ederek.

“Buyrun Sör Naycıl,” dedi kara cübbeli büyücü, “acıkmış olmalısınız.”

Savaşçı bir an duraksadı. “Adımı nerden biliyorsun?” dedi ve ete saldırdı. Kalan konuşmaları tıka basa dolu bir ağızdan çıkan, yarı anlaşılır homurtular oldu.

“Aman efendim, sizi tanımayan mı kaldı bu yörede?” dedi büyücü Degrim. “Sizin kadar kaslı, sizin kadar kahraman görünüşlü kimse mi var civarda?”

Barbar keyiflendi. Konuşmayı pek sevmeyen kara katil Yılan, savaşçıya bir şişe uzattı. Barbar içinde ne olduğunu sormadan kafasına dikti şişeyi. İçki ateş gibi yakarak geçti boğazından.

Neden sonra Degrim tekrar konuştu. Sinsilikten zevk alan bir ifade vardı yüzünde. “Ama Mavitaşlılar, çok ayıp etmişler size karşı.”

Barbar tekrar öfkelendi. “Ben onların...”

“Çok şerefsizlik etmişler yahu. Kaç kişi birden saldırdı?”

“Şerefsizleeer! Ama ben onların... Görücekler günlerini.”

“Arkadan vurmuşlar üstelik, öyle mi?”

“Delikanlı değiller ki! Ama bak görüceksin, ben onları... yapmazsam, beni de...”

“Aslında onlardan herkes şikayetçi. İyi yere dükkan açmışlar, geleni gideni soyuyorlar.”

“Eceli geldi onların. Yakında...”

“Aslında var ya Sör Naycıl, olsaydı bir kaç adamın fena mı olurdu? Gidip Mavitaşlıların dersini verirdin.”

“Adam mı?.. Yok adamım filan, adamı nerden bulayım?”

“Hatta adam değil de, sana evcil bir canavar lazım, mesela bir ejderha!”

“Ejderhaa mı?”

“Sana da ejderhadan aşağısı yakışmaz doğrusu. Düşünsene: Sör Naycıl ve ejderhası!”

“Heh heh!” Barbar’ın hoşuna gitmişti bu fantezi. Kendini ejderhanın sırtında uçarlarken hayal etti.

“Hepsinden alırsın intikamını!” Degrim iyice sokulmuş, savaşçının sol omuzu üzerinden, uğursuz bir rüzgarın iniltisini andıran, garip bir fısıltıyla konuşuyordu. “Ejderhanın nefesi, yakıp kül eder kaleleri, kuleleri! İsmin yüreklere korku salar, bütün kadınlar köle olur kapında!”

Barbar kendi krallığının hayalini kurdu: Bütün azametiyle devasa tahtında oturuyordu. Ayak ucunda ise, kıvrılıp yatmış ejderhası, burnundan dumanlar tüterek uyukluyordu. “Hahaha, güzel olurdu doğrusu ama ejderhalar evcilleşmiyor, benim bildiğim kadarıyla,” dedi daldığı hayallerden istemeyerek dönerken.

“Hiç evcilleşmez olur mu? Tabii ki evcilleşir, ancak işin sırrı: Yumurtayken alacaksın ejderhayı, yumurtadan çıkar çıkmaz ilk seni görecek. O zaman bağlanır sana, ana babası yerine koyar seni.”

“Yapma be! Peki nereden buluruz ejderha yumurtasını?”

Degrim pis bir sırıtışla barbara biraz daha yanaştı ve paranoyak bir tavırla ötede uyuklayan Yılana baktı. Bu bakış Barbar’ın gözünden de kaçmamıştı. “Sör Naycıl, sizinle karşılaşmamız bir tür kaderin cilvesi. Belki anlamışsındır, benim mesleğim büyücülük.”

Savaşçı hafifçe yüzünü buruşturdu, büyücülerden hoşlanmazdı ama bunu sesli olarak dile getirmedi. Ne de olsa adamın yemeğinden yemiş, içkisinden içmişti. Asıl önemlisi ise Degrim ona saygı duyuyordu! Evet en önemlisi de buydu.

“Benim gibi bir büyücü, senin gibi kudretli bir savaşçı tarafından korunmadıkça bir hiçtir!” dedi Degrim.

“Yok canım,” diye geveledi Sör Naycıl. Mütevazi olmaya çalışıyordu.

“Öyle, öyle!” diye üsteledi büyücü. Ne zamandır ekip olmak için senin gücünde... Yok senin yarı gücüne bile razıyım, bir savaşçı arıyordum.” Ötedeki kiralık katili işaret ederek fısıldadı, “Yılan’a hiç güvenmiyorum. Adı üstünde, Yılan! Dostlarını ne zaman sokacağı hiç belli olmaz. Ama sen öyle misin ya? Bi kere barbarlar dürüsttür, gururludur. Sana her zaman güvenebilirim. Sen adamı sırtından vurmazsın.”

“Ortak olmayı mı teklif ediyorsun?” dedi Naycıl. Sevmişti bu büyücüyü.

“Evet, hem de ömür boyu! Bir sürü ejderhamız olacak. Sırt sırta verdik mi kimse duramaz karşımızda! Ve bir gün sen kral olduğunda... Ben de vezirin olacağım! Ne diyorsun?”

Barbar bir kaç saniye düşündü ve paçavra bir pantalon ile hurda çizmelerinden başka  serveti olmadığını hatırladı. “Evet, olabilir. Neden olmasın?” dedi.

Yılanı uyandırmadan, sessizce kutladılar bunu, şişenin dibine vurdular. Derken büyücü yanından hiç ayırmadığı çantasından, kocaman bir karpuz kadar, yeşilimsi morumsu, acayip bir yumurta çıkardı.

“Ejderha yumurtası mı?” diye heyecanla atıldı Barbar.

“Hayır, bu sahtesi” dedi büyücü, “ama çok iyi bir taklittir, gerçeğinden ayırmak mümkün değil. Bunu, alacağımız asıl yumurtanın yerine koyacağız ki, anne ejderha peşimize düşmesin.”

Barbar yumurtayı büyücünün elinden kaptı. Gerçekten de muhteşem görünüyordu. Üstündeki desenleri ışıkta incelemek için ateşe sokuldu biraz.

Degrim heyecanla atıldı: “Dur, dur! Ateşe yaklaştırma onu!” Ve tekrar Barbar’ın elinden aldı yumurtayı. Birden suratından ter boşanmıştı. “Boyası akabilir de o yüzden!” dedi.

“Peki nasıl değiştireceğiz yumurtaları, daha da önemlisi ejderha yuvasını nerde bulacağız?” dedi Barbar.

“Her şey ayarlandı!” dedi Degrim. “Buraya yakın bir tepede yaşayan bir çift ejderhayı takip ediyorum bir süredir. Yılan ile buraya geliş amacımız buydu zaten. Yılan yumurtayı değiştirecek, ben de sihrimle onu görünmez yapıp, ejderhaların dikkatini başka yöne çekecektim.” Büyücü bir an duraksayıp, uyumakta olan kiralık katili tekrar göz ucuyla bir kontrol etti ve Barbar’a sokulup fısıldadı. “Yalnız bunun yumurtayı alıp kaçma ihtimalinden korkuyorum. Bence yumurtayı sen değiştirmelisin,” dedi.

Ertesi sabah üçü birlikte yola çıktılar. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra ormanın bittiği yere vardılar.  Burada geniş otlaklar vardı ve ufuk çizgilerindeki dağlara kadar uzanıyordu.

Degrim, Barbar’a en yakın tepeyi göstererek, “bak o gördüğün Zümrüttepe’dir. Patika yolu takip edeceksin, kurumuş dere yatağının üzerinde asma bir köprü var, onu geçince tepeye dümdüz tırmanırsan büyük bir mağara ağzı görürsün. İşte ejderhaların yuvası, o mağara ve yumurta da muhakkak içerdedir. Ayrıca kimbilir başka ne hazineler var ama sakın altınları cebine tıkıştırıp da gürültü yapayım deme. Görünmezlik büyüsü yüzünden seni göremezler ama sesini işitebilirler.

“Hop, hop! Ben gitmeyecek miydim, ejderha yuvasına?” diye itiraz etti Yılan.

Sör Naycıl kabadayı bir hareketle, katil tipli adamın önüne geçti. “Planlar değişti, ben gidiyorum. İtirazın mı var?” dedi.

“Yok,” dedi Yılan. Bozulmuştu ama Barbar ile tartışmadı.

“O zaman işimize bakalım,” dedi Degrim. Barbar’ın üzerine garip tozlar serperek, anlaşılmaz kelimeler mırıldandı ve Sör Naycıl görünmez oldu.

Barbar diğerlerine eliyle ayıp işaretler yaptı ve onların bir şey farketmediklerini görünce de oldukça eğlendi. Büyücü Degrim içinde yumurta olan büyük çantayı el yordamıyla Barbar’ın boynuna astı. Bunun üzerine çanta da görünmez oldu.

“Unutma!” dedi Degrim, “bedeninden uzaklaşan her eşya görünür hale geçer. O yüzden özellikle çantayı kendine yakın tut!”

“Tamam” dedi Barbar ve yola çıktı. Diğerleri, uzun otlar ve çalılarla çevrili küçük bir tepeciğin ardına gizlendiler.

Bu sırada kurumuş dere yatağının ötesindeki Zümrüttepe’de iki ejderha, kayaların üzerine tünemiş, aylak aylak sohbet ediyorlardı.



“Çok güzelsin!” dedi erkek olanı, “her zaman ki gibi.”

Dişi olanı kırıtarak dişlerini gösterdi. Sıcak nefesindeki asit kokusu, erkeğin başını döndürdü.

“İştahımı kabartıyorsun” dedi erkek.

“Aç mısın yani?”

“Ben sana açım, ejderhaların en güzeli!”

“Şuraya bak!” dedi dişi, köprüye doğru yaklaşan Sör Naycıl’ı işaret ederek.

“Talihe bak, yemek ayağımıza geliyor.”

“Saldıralım mı?” dedi dişi olan.

“Bırak biraz daha yaklaşsın. Silahı bile yok, bu aptalın yolu buralara nasıl düştü acaba?”

“Aaa, bize baktı, bizi gördüğüne eminim ama arkasını dönüp kaçmak yerine sakince gelmeye devam ediyor.”

“Kendini görünmez mi sanıyor acaba?”

Bu sırada Degrim ve Yılan epeyce geriden ve saklanarak Sör Naycıl’ı takip ediyorlardı. Barbar farkında değildi ama her bastığı yere kiremit rengi bir ayak izi bırakıyordu.

“Sence ejderhaları atlatabilir mi?” dedi Yılan.

“Hayır,” dedi Degrim, “yaptığım görünmezlik büyüsü ejderhaları kandıramaz.”

“Peki yumurtanın içine koyduğun patlayıcı toz yeterli olacak mı?”

“Yeterli olmak mı? O miktarda patlayıcı toz, Mavitaş Kasabası’nı bile yerle bir eder. Birazdan patlayınca iyi siper al. Kafana bir ejderha poposu düşebilir çünkü. Hah hah hah!”

“Dua edelim de ejderler nefes püskürtmesinler geri zekalıya.”

“Sanmıyorum, silahsız bir adam için nefes tüketeceklerini ama sen yine de dua et, bunca çabamız boşa gitmesin. Bütün gece şu solucana yağ çekmek beni kendimden tiksindirdi.”

Sör Naycıl asma köprüyü henüz geçmişti ki, iki ejderha uçarak yanına geldi. Savaşçı ses çıkarmamak için kılını bile kıpırdatmıyordu ama iki ejderhanın da hemen yanına gelmesi ve direkt olarak kendisine bakmaları hayra alamet değildi. Acaba görünen bir yeri mi var diye kendisini kontrol etti ama yoktu. Kendi kendisini göremiyordu, o hâlde bu yaratıklar neden şıp diye önünü kesmişlerdi.

Ejderhalar yavaş adımlarla Sör Naycıl’a yanaştılar. Hem de burnunun dibine kadar, öyle ki, asit kokulu nefesleri Barbar’ın yüzünü yalıyordu. “Senin dua edecek bir tanrın var mı?” dedi erkek ejderha.

Sör Naycıl birden anladı ki: Onu görüyorlardı! “Hass...” dedi son olarak.

Kara büyücü Degrim, “tam zamanıdır!” diyerek saklandığı yerden çıktı ve elindeki küçük asadan, önceden hazırlamış olduğu şimşek büyüsünü fırlattı. Şimşek direkt olarak Barbar’ın taşıdığı çantanın üzerine çaktı. Sör Naycıl daha şimşek tarafından kızartılamadan, içi patlayıcı toz dolu sahte yumurta infilak etti. Patlamanın boyutları o kadar büyüktü ki, ejderhalar bile derhal öldü. Sör Naycıl’ın ise parçası kalmadı.

Kara büyücü Degrim ve yardımcısı kara katil Yılan, ejderhaların yuvasını yağmaladı. Hazineleri aldılar ve gerçek yumurtayı da.

SON


Resim: Kerem Beyit

.

22
Kurgu İskelesi / Ynt: Isırgan Aşk
« : 05 Ağustos 2009, 20:21:16 »
.

Sağolun arkadaşlar okuduğunuz ve yorumladığınız için. ;D

Magical, "Fakat tam olaya ısınıyorken bir de bakmışız ki "SON" yazısı..." demişsin; yaklaşık 3500 kelimelik bu öykü için böyle bir eleştiri yapmanı iltifat olarak kabul edebilirim herhâlde?  ;D Evet ama öykülerimin hepsi birbiriyle ilintili; büyük resmi görebilmek için hepsini okumak gerekiyor.  :P

.

23
Kurgu İskelesi / Isırgan Aşk
« : 31 Temmuz 2009, 21:04:53 »
.


Isırgan Aşk



     Aram Dambil ve Olaf Eisenmeister, ormanın içindeki ıssız, isimsiz bir patikada güle oynaya yürüyorlardı. İki delikanlı bir yandan yürürken bir yandan da, kışı müjdeleyen Sonbahar rüzgarlarının ayazına aldırmadan, ellerindeki sopalarla birbirlerine saldırarak kılıç oyunu oynuyorlardı. Her genç gibi onlarda, bir gün kahraman bir savaşçı olmak hakkında hayaller kurmaktan her zaman hoşlanmışlardı. İşin gerçeği, tarih boyunca Mavitaş Kasabası’ndan efsanelere konu olacak kadar ünlü bir kahraman çıkmamıştır. Ancak Aram ve Olaf, o gün okla ikişer çulluk vurmuşlardı. Ve bu av, iki gencin kendileriyle ufak çapta bir savaş kazanmışçasına gurur duymalarını sağlıyordu.   

     İriyarı olan Olaf, çevik Aram’ın usta manevrasından kaçınmak isterken sendeleyip yere düştü. Kuşları o tutuyordu ve neredeyse üstü başı çamur olacaktı. “Tamam, tamam! Artık yeter, sonra devam ederiz” dedi arkadaşına ve çamurlanan pelerinini silkeledi.

     Fakat Aram’ın gözü başka bir şeye takılmıştı. Sararmış yapraklarının çoğunu dökmüş ağaçların çıplak dalları arasından, ötede, epeyce ötede bir şey görmüştü. “Şşşt” dedi Olaf’a, eliyle susması gerektiğine dair bir işaret yaparak. Gözleri, arkadaşının bakması gerektiği yönü işaret ediyordu. İkisi de gözlerini kısarak baktılar.

     “Bir at mı?” dedi Olaf.

     “Sanırım. Baksana simsiyah, başka ne olabilir ki?”

     “Hadi gidip yakından bakalım!”

     “Havanın kararmasına bir şey kalmadı. Bir an önce Kasaba’ya dönsek iyi olur” dedi Aram, ancak Olaf ağaçların arasına dalmıştı bile. İki genç kendi imalatları olan yaylara birer ok takarak hafifçe gerdiler. Yaklaştıkça atı daha iyi görmeye başladılar. Kayalık ufak bir tepenin yamacına yakın duruyordu. Aram onun otlamadığını farketti; geviş bile getirmiyor, sadece heykel gibi duruyordu. Eğerliydi.

     “Bak!” dedi Aram; siyah atın biraz ötesinde, küçük bir tepenin yamacındaki bir mağara girişi, görüş alanlarına girmişti. Fısıldayarak devam etti: “Sahibi kesin içeridedir. Hadi geri dönelim.” Mağaranın ağzında karanlıktan başka bir şey seçilmiyordu.

     Olaf ata iyice yaklaştı. Aram ise gözlerini mağara girişine dikmiş, içeriden her an fırlayacak birine ya da bir şeye karşı ok ve yayını hazır tutuyordu.

     “Şşşş, korkma yavrum” dedi Olaf, atın boynunu sevmek için elini uzatırken. Ama hayvanın korktuğu filan yoktu. Olaf atın parlak siyah boynuna dokunduğunda, irkilerek geri sıçradı. “Soğuk!”

     Aram da şaşırmıştı. Arkadaşının bu tepkisi onu da ürkütmüştü. At ise hala sakindi.

     Birden, “hey!” diye bir ses duydular. Mağaranın ağzında biri duruyordu. “Atın sahibini arıyorsanız, o benim” dedi adam. Dışarı çıkmamış, gölgede duruyordu. Gençler korkuyla yaylarını yabancıya çevirdiler. Bir an adamın koyu renk kadife kumaşlardan oluşan kıyafetini görebildiler. Aram giysi kalitesinden anlardı ve bu adamın kaliteli giyindiği şüphe götürmüyordu. Böyle birinin pis bir mağarada konaklaması garipti.

     “Gençler, umarım beni vurmazsınız” dedi adam. Ses tonundan, çocuklardan birkaç yaş büyük olduğu tahmin edilebilirdi. Koyu lacivert pelerinine sarınarak mağaranın ağzında biraz daha öne çıktı ama yüzü hala gölgedeydi. Aram, adamın o pelerinin altında silah sakladığından emindi.

     “Kimseyi vurmayız!” diye bağırdı Olaf. “Tabii bize saldırılmazsa!”

     “O halde içim rahatladı” dedi yabancı. “Ben de bir şeyler yemek üzereydim. İsterseniz bana katılın.”

     Aram farkettirmeden Olaf’ı tuttu. Pervasız arkadaşının yemek teklifine balıklama atlamasını engelledi. “Bayım neden Mavitaş Kasabası’ndaki hana gitmediniz? Buraya oldukça yakın, at sırtında onbeş dakikada varırsınız” dedi yabancıya. 

     “Ah! Öyle mi? Buraların yabancısı olduğumdan... Ama kampımı kurdum artık. Mağaranın içinde ateş yaktım. Tavşan çeviriyorum, üstelik çay da var! Haydi gelsenize!” dedi esrarengiz yabancı. Sesi iştahlı çıkmıştı.

     Aram adamın yalan söylediğini hissediyordu. Olaf da şüphelenmişti; arkadaşına fısıldayarak: “Tavşan çevirse kokusunu alırdım” dedi.

     “Bayım, ışığa çıkın da yüzünüzü görelim!” diye seslendi Aram.

     Birden ortama bir ölüm sezsizliği hakim oldu. Serin akşamüstü rüzgarları bile bir dakikalığına durdu. Aram, deminden beri hiçbir yaratığın -kuşların bile- ses çıkarmadığının yeni farkına vardı. Çıt çıkmıyordu.

     İki arkadaş, yabancının yüzünü göremedikleri halde, ondan kendilerine doğru gelen, tüylerini ürperten, kötücül bir duygunun varlığını hissediyorlardı. Farkında olmadan yavaş yavaş geri geri yürümeye başladılar.

     Neden sonra adam konuştu: “Gözlerim biraz rahatsız, o yüzden ışığa çıkmak istemiyorum.” Sesi buz gibiydi. “Neden siz yanıma gelmiyorsunuz?”

     Hava bulutlu, üstelik akşamüstüydü. Gözleri rahatsızmış! Aram adamla tartışmaya girmedi. Zaten yavaş yavaş geri çekiliyorlardı. Hatta koşmamak için kendilerini zor tuttular. “Üzgünüm bayım ama evden merak ederler” dedi Olaf. Halbuki biraz önce yemek teklifine olumlu bakıyordu. Hızlı hızlı uzaklaştılar. Geri dönüp bakıyorlardı ama adam mağaradan çıkmadı. Yine de tuhaf yabancının karanlığın içinden onları izlediğini hissedebiliyorlardı.

     “Sence neyin nesiydi?” dedi Olaf. “Tüccar olmadığı kesin.”

     “Bence bir kaçaktı ve bizi de onu gördüğümüz için öldürecekti.”

     “Ama adamı doğru dürüst göremedik ki! Gölgeden çıkıp da yüzünü mü gösterdi bize?”

     “Tanınmamak için gölgede kaldı işte! Anlamadın mı?”

***

     Güneş batmaktayken Kasaba’ya vardılar. Mavitaş Kasabası iki adam boyunda duvarlarla çevriliydi ve bu da içeridekiler için oldukça güven vericiydi. Aram ve Olaf da kapılardan girerken rahatladılar ve tanıdıkları muhafızları selamlarken içtenlikle gülümsediler.

     “Birkaç gün Kasaba’nın dışına çıkmayalım bence” dedi Aram. İtiraf etmese de korkmuştu.

     “Zaten yarın festival başlıyor, yoksa unuttun mu?” dedi Olaf.

     Gerçekten de ertesi gün, bir hafta sürecek olan Sonbahar Festivali başlıyordu. Kasaba daha bu geceden hareketlenmişti.

     “Lisa’yla dans edecek misin bu sene?” diye sordu Olaf. Konuyu değiştirdiği için memnun gibiydi.

     “Bilmiyorum” dedi Aram. Canı sıkılmış gibiydi. “Onu anlamıyorum. Bir bakıyorsun güzel güzel konuşurken, bir bakıyorsun söylediğim bir şeye darılıvermiş...”

     “Şşşt geliyor” diye uyardı Olaf. Lisa ve arkadaşı Anna, şifacı Esmeralda’nın evinden çıkıyorlardı. İki genç kız Aram ve Olaf’ı görünce fısıldaşıp kikirdediler. Yanakları kızararak yollarını değiştirdiler ve delikanlıların önlerini kesmelerine fırsat tanıyan bir güzergahta ilerlediler.

     “Merhaba Lisa” dedi Aram. Genç kızı arkadaşından biraz öteye çekerek, Anna’yı Olaf’ın ilgisine terketti. “Yarın benimle dans edecek misin?”

     “Olabilir” dedi genç kız. Nazlı bir tavırla yüzünü çevirmişti. Ancak gövdesi Aram’a dönüktü. Göğüslerine kadar dökülen, lüle lüle kumral saçlarıyla oynuyordu. Derken öfke kıvılcımları çakan kocaman siyah gözlerini delikanlıya çevirerek, “sen geçen sene dans ettiğin -Tumbal Köyü’nden miydi?- o kızla dans etmek istersin belki!” dedi.

     Aram’ın ağzı açık kaldı bir an. “Ama... O... O, kibarlık olsun diye... Misafirimiz sayılırdı. Yani ben de kasabalıyım sonuçta. Yani ev sahibi olarak... Hem o istemişti dans etmeyi.”

     “Yalancı!” Lisa hızlı hızlı uzaklaşırken Anna’ya da bir bakış attı. Arkadaşının yüzünün halini gören Anna, Olaf’ı tersleyerek diğerinin peşinden gitti.

     Aram kıpkırmızı bir şekilde, etrafta olanları fark eden birileri var mı diye bakarken Olaf yanına geldi ve “Nooldu yaa?” diye sordu.

     “Geçen seneki bir olayı... Geçen sene Olaf... Civar köyden bir kızla dans etmiştim de onu söylüyor şimdi. Üstelik daha önce lafını bile etmemişti. Ne olmuş yani bir kızla dans etmişsem, öyle değil mi? Üstelik neden şimdi?”

     Olaf hıhladı. “Kendisi başka erkekle dans edince sorun yok ama...”

     “Başka erkekle mi? Ne diyorsun sen Olaf?”

     “Ha? Yok, mesela diyorum yani. Kızları anlamak zor dostum. Ama sen de hata yapıyorsun, çok fazla yüz veriyorsun Lisa’ya.” 

     “Öyle mi dersin?” Aram yüreğinin sıkıldığını hissediyordu.

     “Amaan boşver!” dedi Olaf. “Hadi hana gidelim. Festival mevsimi yüzünden birçok tüccar gelmiştir, hatta belki bir ozan bile vardır.”

     Gerçekten de Kuru Döşek Hanı’nın yan tarafındaki geniş ahırın avlusuna sığmamış bazı tüccar arabaları yolda duruyordu.

     “Önce eve uğrayalım” dedi Aram. Avladıkları kuşları pişirip yemek için sabırsızlandığını hatırlamıştı. İki arkadaş daha sonra görüşmek üzere evlerine yollandılar.

     Olaf’ın babası, Mavitaş’ın demirci ustasıydı. Zırh ve silah yapımında yetenekliydi. Oğlunu da yetiştiriyordu, ancak haylaz Olaf’ı demirci atölyesine bağlaması gerekiyordu. Delikanlı her fırsatta arkadaşlarıyla -özellikle de Aram’la- takılmak için ortadan kayboluyordu. Yine de demirhanede çalışmaktan vücudu yaşıtlarına göre iki misli fazla kaslanmıştı.

     Aram’ın ise anne ve babası Kasaba’nın terzileriydi. O yüzden kıyafetleri daima şık ve düzgün olurdu. Yakışıklı sayılırdı. Kasabanın hatta civar çiftlik ve köylerin kızları, gözlerini delikanlıdan alamazdı. Ah bir de anlayabilseydi şu kızları!

     O gece yemekten sonra iki delikanlı -adet olduğu üzere- babalarıyla beraber Kuru Döşek Hanı’na gittiler. Mavitaş Kasabası’nın gözde sosyal faliyeti, Han’a gitmek; lezzetli içkilerden içerek, arkadaşlarla muhabbet etmek, gece konaklamak için uğramış tüccarlardan havadisler dinlemek ve eğer şansları varsa o gece denk gelmiş, konuşmaya hevesli birkaç maceracının başından geçen inanılmaz hikayeleri dinlemekti.

     Mavitaş Kasabası, Mavitaş Ormanı’nın ortasından geçen ticaret yollarının kesişme noktasında olduğundan, Han’ın her zaman -yerli ve yabancı- çok müşterisi olurdu. Sonbahar Festivalinin başlamak üzere olması da müşteri sayısını ikiye katlamıştı.

     Aram ve Olaf, Han’ın çok geniş meyhane bölümünde, babaları ile köşe kapmaca oynayacak şekilde duruyorlardı. Sadece üzüm suyu içmelerine izin vardı ve yaşlıların oturdukları masalara oturmaları -nedense- yakışık almıyordu. Tuhaf adetler. O yüzden ellerinde kupalarıyla masaların aralarında dolaşıyorlar, ilginç buldukları muhabbetler olursa yandan yandan kulak misafiri oluyorlardı.

     Mantar toplayıcısı yaşlı Pokemon, yine bir masaya saf köylüleri toplamış, yarı efsaneleştirilmiş tarih dersi veriyordu: “Sonbahar Festivali’nin ismi, aslında çook eskiden ‘Yaşayan Ölüler Festivali’ydi. Ama çağrıştırdığı uğursuzluktan kaçınmak için halkın dilinde zamanla değişmiş, asıl ismi ve bu festivalin neden yapıldığı bile unutulmuştur” dedi Pokemon ve göle olta sallamış gibi sessizleşti.

     “Hadi yaa, nasıl ki?” dedi köylülerden biri.

     Yaşlı mantar toplayıcısı, sararmış dişlerini göstererek sırıttı. “Anlatayım o halde” dedi ve yarım birasını çabucak fondip yapıp kupayı masaya -boş olduğunu vurgulayacak şekilde- hızlıca bıraktı. Her zamanki gibi, o öyküyü anlatırken hevesli dinleyicilerden biri ona bir bira ısmarlayacaktı. “Kral Dementor’un dedesinin babası Muhteşem Baltar-Tulu Dementor zamanında; Mavitaş Ormanı’nın derinliklerinde, tam olarak Dolunay Gölü’nün batısındaki Temperli Dağlar’ın karanlık dehlizlerinde, bir yaşayan ölüler ordusu peyda oldu. Kadim zamanlardan kalma ‘Arkeneon’ isminde bir yeraltı şehri, cücelerin masumane madencilik çalışmaları yüzünden ortaya çıkmıştı. Uyandırılan gece yaratıkları, cücelerin açtıkları galerilerden yeryüzüne taştılar. Sayısız iskelet, zombi, hayalet, vampir ve başka binlerce uğursuz yaratık. Hepsi de, cansız parçalardan oluşmuş soğuk uzuvları, uğursuz büyülerce bir arada tutulan lanetli canavarlardı. Korkunun efendileriydiler. Tek içgüdüleri, kanı sıcak akan canlıların etlerini kemiklerinden, zihinlerini beyinlerinden ayırarak öldürmek ve böylece her öldürdüklerini kendi saflarına katmaktı. Katliama başladılar. Ölüm, ölüm, ölüm. Başlarında “Furk” denilen bir hayalet ejderha vardı. Öldürdükleri insanlar, cüceler ve elfler de yaşayan ölülerin arasına katılıyor, uğursuz ordu her geçen gün kalabalıklaşıyordu. Derken Kral Baltar-Tulu ordusunu topladı ve yanına Ruhsal Işık Tarikatı’nın kutsal rahiplerini de alarak, korku hükümdarının ordusuyla yüzleşti. Furk’un ordusunun en büyük gücü korkudan kaynaklanıyordu. Ancak ışığın rahipleri, Kral’ın ordusunun ön saflarında çarpışarak, -kimbilir hangi kutsanmış yöntemlerle- askerlerin maneviyatını yüksek tuttular. Savaşın en şiddetli anlarında Kral Baltar-Tulu -bizzat kendisi- ışığın kutsanmış kılıcı “Ligata” ile Furk’u, -bir nefesiyle en iradeli canlıların aklını kaçırtan, korkudan kalbini patlatan uğursuz ejderhayı- ikiye biçti. Hayalet Ejder başka bir boyuta göçerken, savaş da sıcak kanlıların lehine döndü. Zorlu bir savaş oldu ancak sonunda bütün yaşayan ölüler öldürüldü. Ah! Biliyorum onlar zaten ölüydü; yok edildiler demeliydim. Ya yakılarak veya çeşitli büyülerle toza dönüştürüldüler ya da cehennem gibi boyutlara sürüldüler. Dağların altındaki lanetli şehir Arkeneon’a giden bütün dehlizler mühürlendi. Ve bu beladan da kurtulmuş olundu. Kral Baltar, bu büyük zaferi kutlamak için bir hafta boyunca festival yapılmasını buyurdu. İşte o zamandan beri yapılan, her sene bir hafta boyunca eğlencelerle geçirdiğimiz Sonbahar Festivali’nin gerçek hikayesi aslında budur.”

     Yaşlı Pokemon, amatör ozanlık performansından gurur duyarak arkasına yaslandı. Masadakiler öyküden etkilenmişti. Gülümseyerek, hak ettiği -ısmarlanmış- birasını yudumladı.

     Köylülerden biri, “vay bee” dedi. “Peki yaşayan ölüler, o zamandan beri bir daha görünmedi mi?”

     Pokemon’un cevap vermesine fırsat bırakmadan, “yaşayan ölüler her zaman aramızda!” dedi yabancı bir ses. Kendinden emin, abartıdan uzak, görmüş geçirmiş bir sesti bu.

     Masadaki -ve yanlardaki- herkes, bakışlarını ne zaman gelip de tepelerine dikildiği belli olmayan iriyarı yabancıya çevirdi. Adam kısacık kır saçları, kalın beyaz bıyıkları, yaşını belli etmeyen keskin yüz hatları ile asalet abidesi gibiydi. Hele o gri gözleri... Aram, onun kılık değiştirmiş bir kral olduğunu düşündü. Taktığı mücevher ve yüzüklerin süslenmekten çok koruyucu tılsımları taşımaya yaradığı tahmin edilebilirdi, çünkü adamın alımlı görünmek gibi bir derdi yoktu. Kılık kıyafeti şık olma kaygısından uzak, basitti. Güç timsali boyun kasları, pelerininin altında sakladığı çelik adalelerin ip ucunu veriyordu sanki. Bir kılıcın kını, küçük bir arbalet, koyu renk elbisesi üzerindeki hançerler, çeşitli keseler, cam ve parlak nesneler kahverengi pelerinin müsaade ettiği kadarıyla görünen eşyalardı.  Azametliydi.

     Mantarcı Pokemon, üzerindeki ilginin birden tuhaf yabancıya dönmesinden hoşlanmamıştı. “Mavitaş Ormanı’nda birkaç hayalet dışında yaşayan ölü görmedim” dedi.

     Yabancı’nın gri gözleri buz gibiydi. “Zaten onları görecek kadar yaklaşanlar, ‘genelde’ köyüne dönüp anlatacak kadar hayatta kalamazlar” dedi.

     Meraklı köylülerden biri atıldı: “Bayım, siz bu konularda oldukça bilgilisiniz galiba?” dedi.

     “Olmak zorundayım, çünkü onları avlıyorum” dedi kır saçlı esrarengiz yabancı. Sesinde en ufak bir böbürlenme tınısı yoktu.

     Masadan hayret ifadeleri dolu uğultular yükseldi. Köylüler heyecanla adamı masalarına davet ettiler ama adının “Zoltan” olduğunu söyleyen yaşayan ölü avcısı dinleneceğini bahane ederek odasına çıktı.

     Aram ve Olaf da duyduklarından etkilenmişti.

***

     Ertesi gün şenlikler başladı. Kasaba meydanına devasa bir çadır-çardak kurulmuştu. Burada kasaba dışından gelme çalgıcılar nöbetleşe olarak çalıyor, müzik hiç durmuyor, insanlar yorulana kadar dans edip eğleniyordu. Çevre köylerden ve dışarıdan gelenler sayesinde kasabanın nüfusu ikiye katlanmıştı. Tüccarlar, küçük renkli çadır-tezgahlar kurup meydanı çepeçevre renge boğmuşlardı. Hem kasaba valisi, hem de Kuru Döşek Hanı’nın sahibi olan Bergun Pastaci, meydanda da küçük bir şube açmış, adamlarına taşıttığı fıçı fıçı bira ve şarapla dans etmekten susayanlara hizmet verdiriyordu. Festival süresince bütün içkiler yüzde otuz indirimliydi.

     Aram’ın gözleri bütün gün Lisa’yı aradıysa da, genç kız ortalarda gözükmemişti. Hava kararmaya başladığında, sayısız rengarenk fenerin aydınlattığı meydan daha da göz alıcı oldu. Sonunda Aram Lisa’yı gördü. Genç kız şık bir elbiseyle, dans pistinde eteklerini savura savura dans ediyordu. Hem de yabancı bir erkekle!

     Aram’ın kan beynine sıçradı. Lisa’yı biriyle görmek... Böyle acı olacağı hiç aklına gelmezdi. Kıza baktı. Lisa oldukça eğleniyor, şen kahkahalar atıyordu. Bu genç Aram’ın içini daha da acıttı. Hemen oradan uzaklaşmak istedi ama merakı buna engel oldu. Adamı inceledi. Lisa’dan en az on yaş büyük olmalıydı. Gayet şıktı. Koyu renk giyinmişti ve koyulacivert pelerini... Sanki bir yerden hatırlıyordu. Yakışıklıydı. Boylu poslu, geniş omuzluydu. Siyah dalgalı saçları, ince bıyıkları vardı. Cildinin rengi neredeyse dolunay renginde açıktı. Dans edişi, kendini beğenmiş hareket ve tavırları Aram’a zengin bir züppe olduğunu düşündürdü.

     Hareketli müziğin temposuna ayak uydurarak, dans edip birbirlerinin etrafında dönerken; züppe yabancı, bir yandan da Lisa’yla konuşuyor ve her ne söylüyorsa, genç kızın kikir kikir gülmesine sebep oluyordu. Dans bitti ve Lisa reverans yaparak ayrılmak istedi. Züppe, kızın elini tuttu ve gözlerini gözlerinden ayırmadan, Lisa’nın elini -ama üstünü değil, çevirerek avuç içinden- öptü. Aram, renkli ışıklar altında bile, kızın kulaklarına kadar kızardığını farkedebiliyordu. Lisa, etrafını görmeden, adeta uçarak yanından geçiyordu ki, Aram kızı durdurdu: “Lisa!”

     “Aram!” Genç kız irkilmişti. Yüzündeki sırıtış kayboldu.

     “Kimdi o?” diye sordu Aram duygusuzca, ama içinde fırtınalar kopuyordu.

     Genç kız biraz çekinerek ama biraz da zevk alırcasına meydan okuyan bir tavırla konuştu: “Zaphir’li bir tüccar. Benimle dans etmek istedi, ben de ‘ev sahibi olarak’ kıramadım kendisini” dedi.

     Aram dişlerini ve yumruklarını sıkmıştı. Lisa genç adamın konuşmasına fırsat vermeden, “yemeğe geç kaldım, gitmeliyim” diyerek koşarcasına uzaklaştı. Aram kızın arkasından bakakalmıştı. Neden sonra, gözleri şehirli züppeyi aradı ama yoktu. Handa olmalıydı.

     Aram hana gittiğinde yakın arkadaşı Olaf ile karşılaştı. Olaf onun bozuk olduğunu hemen anlamıştı. Kuytu bir masaya geçip garsondan bira istediler. Aslında onlara bira yasaktı ama ne de olsa Festival haftasıydı. Aram ikinci biradan sonra iyice duygusallaştı, üçüncüden sonra ağladı ve dördüncüden sonra kustu. İki arkadaş temiz havaya çıktılar ve Kasaba’nın kalabalık meydanından uzak durmaya dikkat ederek arka sokaklarda dolaştılar. Aram yavaş yavaş kendine gelmişti.

     Ancak tam bu sırada korkunç bir şey oldu. Kasaba’nın etrafını çevreleyen sınır duvarının güney kısmındaydılar. Ötede, duvarın dibine yakın bir ağacın yanındaki kuytuda, Lisa ve şehirli züppe... Aram bir an için kabus gördüğünü sandı. Adam sevdiği kıza sarılmış, onu öpüyordu. Lisa, kafasını hafif geriye doğru atmış inliyor, adamın onu öpücüklere boğmasına izin veriyordu. Züppe, kaytan bıyıklı ağzını kızın kuğu kadar zarif boynuna şehvetle yapıştırmış öpüyor, elleri de boş durmuyor, kah saçlarında, kah kalçalarında gezinerek sanki kızın en bakir kuytularını araştırıyordu.

     “O... O, Lisa değil mi?” dedi Olaf. Kelimeler boğazından zorlukla sökülebilmişti.

     Karşılarında gördükleri ayaküstü sevişme seansı yüzünden iki genç kıpkırmızı kesilmişti. Lisa değil de bir başkası olsa gençler saklandıkları yerden muzipçe olayı seyreder, dalgalarını geçer, keyfini çıkarırlardı. Ama Lisa... Aram’ın Lisa’sı...

     “İkisini de geberteceğim!” diye tısladı Aram ve hançerine davrandı.

     Ancak Olaf sanki böyle bir hareketi bekliyormuş gibi, onu tutarak engelledi. Fısıltıyla ama çabuk çabuk konuştu: “Saçmalama Aram! Dostum bir kız için katil olmaya değer mi? Demek ki sana layık değilmiş! Sana kız mı yok? Boşver dostum, bir kız için değmez! Değmez!”

     Olaf haklıydı. Ama acıyor! Birden ikisinin de omuzlarını kavrayan güçlü eller ödlerini kopardı. Yaşayan ölü avcısı Zoltan, yakalamıştı ikisini. “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu sertçe ama bağırmadan.

     Aram irkilmenin refleksiyle yine hançerine davranacak oldu ama Zoltan’ın gri gözleriyle karşılaşınca vazgeçti. “Şehirli bir züppenin, kız arkadaşımı götürmesini seyrediyoruz” dedi acı acı ve alaycı bir şekilde. Sinirden ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Boğazında bir yumru takılmıştı sanki.

     Kır saçlı Zoltan, bir an için babacan bir tavır takındı. Hala omuzlarından tutuyordu. “Oradaki senin kız arkadaşın mı?” dedi neredeyse üzgün bir ses tonuyla.

     “Bir zamanlar öyleydi” dedi Aram, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak.

     Zoltan tekrar sertleşti. Bağırmamakta ısrar ederek iki genci sertçe azarlıyordu. “Sizi salaklar! O adam bir vampir ve kızın kanını emiyor” dedi.

     Şaşkınlıkla, “Ha?” dedi Aram, Olaf ise “hass...”

     İki genç tekrar ötedeki samimiyet tablosuna göz attıklarında; Lisa’nın dolunay altında parlayan zarif boynunun, vampir tarafından hoyratça emilirken sızan kanların ürkünç kızıllığı ile lekelendiğini gördüler. Kızın inlemeleri artmış ama kolları güçten kesilmişçesine, bir kukla misali iki yanından sallanıyordu. Adam vahşi bir kendini kaybedişle emiyordu Lisa’yı. Kasaba’yı kaplayan müzik sesi olmasa ağzının şapırtıları bile duyulabilirdi.

     Aram’ın yüreği ferahladı. Demekki sevişmiyorlarmış! Yiyişiyorlarmış. Yani adam yiyiyormuş. İçiyormuş daha doğrusu... Kendinden utanmalıydı böyle düşündüğü için ama elinde değildi işte!

     Zoltan’ın uyarısıyla kendilerine geldiler. Avcı, elindeki birer şişeyi gençlere uzattı. “Bana yardım edeceksiniz! Ben savaşırken bu kutsal suyu vampire atmanızı istiyorum. Bir damlasını bile ziyan etmeyin sakın!”

     İki genç şişeleri alırken başka bir heyecanın içine düştüler. Yıllarca dinledikleri kahramanlık hikayeleri, iblisle bizzat savaşma fırsatı olarak, gelip onları kendi kasabalarında bulmuştu. Gençler hançerlerini de çektiler bu arada ama Zoltan alaycı bir bakışla “onlar bir işinize yaramaz bunları alın” dedi. İki küçük ayna uzatıyordu. “Vampir aynadan korkar, en azından size yaklaşamaz.”

     Zoltan sol elinde minik bir arbalet tutuyordu ve kurulmuş olan ok, tahta değil demirdi. Sağ elinde ise ışıltılı bir kılıç vardı. Aram’ın görebildiği kadarıyla kılıcın kabzası, kollarını göğsünde çaprazlamış bir melek figürü şeklindeydi. Melek kanatlarını yanlara doğru dik olarak açmış, böylece kabzanın koruyucu kısmını oluşturmuştu. Kılıcın keskin bölümünün üzeri de, anlaşılmaz kadim rünlerle kaplıydı. Gençlerin ikisi de kılıca hayran kaldı. Demircinin oğlu Olaf, silah kalitesinden anlardı ve bu onun hayatında gördüğü en güzel kılıçtı.

     Vampir, kızcağızın boynunu vakumlamakla öyle meşguldu ki, yanına gelen grubu farketmedi bile. Körpe kızın lezzetli kanını emerken aldığı şehvetimsi zevk onu bu dünyadan koparmıştı sanki. Hırıltılı inleme sesleri çıkarıyordu. Elleri kızın her yerindeydi.

     Bir karış boyundaki arbalet oku, vınlayarak vampirin hafif öne eğilmiş başının tam üstünden, kafatasını delerek yarısına kadar girdi. Her hangi bir canlı derhal ölürdü ama bu adam hırlayarak ve kanlı ağzındaki kocaman sivri köpek dişlerini göstererek zaten ölü olduğunu ispatladı. Yaşayan bir ölüydü o! Acılı bir öfke, şaşkınlık ve nefret... Lisa’nın hareketsiz bedeni yere düştü.

     Anlaşıldı ki yaratığın kafasına giren arbalet oku, sıradan bir ok değildi. Okun arkasında küçük bir halka ve bu halkaya bağlı ince ama sağlam bir çelik tel vardı. Telin diğer ucu Zoltan’ın kemerine bağlıydı. Zıpkın!

     Vampir avcısı arbaleti attı ve iki eliyle tuttuğu, kutsal rünlerle bezeli tılsımlı kılıcını savurarak saldırıya geçti. Vampir de bir yandan kılıcını çekerken, sağına soluna hızlı hızlı bakındı. Gençler ona aynaları gösterdiler ve vampir ürkütücü bir çığlık atarak geriledi. Kafasından Zoltan’a uzanan tel gerilerek dengesini bozdu. Kılıcını tele savuracak oldu ancak Zoltan saldırmıştı. Kılıçlar çarpıştı. Kıvılcımlar çaktı, öldürücü sesler kulaklarda çınladı. Sanki iki değil dört kılıç varmışçasına gözü aldatan çok seri hamleler yapılıyordu.

     Yaratık Kasaba duvarına sıkışmıştı. Önünde sıradışı bir savaşçı, iki yanında ise bakamadığı aynaları kendine tutan iki genç vardı. Kapana kısılmıştı. Kafasına girmiş demirden ok ve ona bağlı tel, duvarın üzerine sıçramasına engeldi. Karşısındakinin ona salladığı kılıcın tılsımlı olduğunu anlamak için de müneccim olmasına gerek yoktu. Tek çaresi, Savaşçı’yı kesip ablukadan çıkmaktı. Son bir gayretle Zoltan’a doğru atıldı.

     Vampirin refleksleri inanılmazdı ancak Zoltan’ın da müthiş bir kılıç ustası olduğu belliydi. Kılıçlar tekrar şakırdadı. Öldürücü hamleler, gözün algılama kapasitesine meydan okurcasına vızıldıyordu. Tam savaşın bu ateşli anında, iki yandan vampirin üzerine yok oluşu müjdeleyen bir asit yağmuru gibi yakıcı su damlaları yağmaya başladı. Aram ve Olaf, bir ellerinde vampiri uzaklaştıran aynaları tutarken, diğer ellerindeki şişelerden yaratığın üzerine kutsal su atıyorlardı. Her türlü kutsiyete yok oluş derecesinde alerjisi olan vampirin üzerinden dumanlar çıkyor, değdiği yerlerde küçük kraterler oluşturan damlaların cızırtıları duyuluyordu. Yaratık öyle bir çığlık attı ki, kasaba meydanındaki müzik sustu.

     Zoltan’ın kılıcı vampirin kolunu biçti. Yaratığın kılıcı tutan eli yere düşerken toza dönüştü. Vampir geriledi ve sonunda duvara yaslandığında sonunun geldiğini anlamıştı. Korkunç dişlerini gösterip tısladı. Zoltan önce yaratığın göğsüne soktuğu kılıcı ile henüz yakıcı bir reaksiyon başlatmışken aceleyle çekip son darbeyi indirerek vampirin kafasını uçurdu. Gece yaratığının bedeni sanki görülmeyen alevlerle çarçabuk yanmış gibi küllere dönüştü.

***

     İki gün sonra kasaba mezarlığında Lisa’yı toprağa verdiler. Kızcağız çok kan kaybetmiş, kurtulamamıştı. Festival iptal edildi. Kasaba’da güvenlik önlemleri arttırıldı.

     Aram, Olaf ve Zoltan kalabalıktan ayrı duruyorlardı. Yaşayan ölü avcısı veda edecekti. “İsterseniz benimle gelebilirsiniz” dedi, “ben de gençleşmiyorum sonuçta ve mesleği birilerine öğretmemin zamanı geldi sanırım.”

     Gençler şimdilik bunu düşüneceklerini söylediler. Henüz müsait değillerdi. Özellikle Aram, kendini toparlayamamıştı. Yalnız kaldıklarında arkadaşına içini döktü. “Biliyor musun Olaf, Lisa’nın ölümü... Yani... Onun adamla sevişmesindense ölmesini istedim. Evet bunu istedim. Ben nasıl bir canavarım ki?.. Şimdi bile... Eğer Lisa kurtulsaydı... Yani hâlâ düşünebildiğim, acaba Lisa onunla gitti mi? Yani anlarsın, kendisi mi istedi diye düşünüyorum. Off, aklımdan çıkmıyor. Kendimden nefret ediyorum Olaf!”

     “Dostum, Zoltan’ın anlattıklarını unuttun mu?” dedi Olaf. “Vampirlerin insanı etkileyebildiklerini, eğer gözlerine bakarsa seni kukla gibi oynatabildiğini anlattı ya!”

     “Evet ama... Etkilemesi gerekmiş miydi acaba?”

     “Dostum o... Öldü artık. Bırak.”

     “Haklısın. Ben...”

     “Sen aşıktın... Aşk, pis bir şey.”


SON
.

24
Peki, ilgilenen arkadaşlara teşekkür ederim ama bu tempoda maalesef oyunun olmayacağı belli. Her gün en az üç beş mesaj atılmalı ki oyun yürüsün. Ayrıca pek katılım da olmadı. Ben resmen noktayı koymak için atıyorum bu mesajı; ilerde belki başka şartlarda tekrar deneriz.

25
Dediğin gibi ben D&D oyunlarına aşina değilim fakat oynamak isteyenler için kolaylık sunmuşsun. Oynamak istiyorum.

Bende Yarı-Elf tarafsız büyücü olarak katılmak istiyorum oyuna. Yani tamamen kendi halinde -ne insanlara, ne elflere, ne iyi büyücülere, ne kötü büyücülere- yanaşan birisi olarak görünmek istiyorum. Adım Gelathon. Güçlerimi genellikle kimseye paylaşmam. Beni tanıyanlar bile gücümün tam olarak ne kadar olduğunu bilemezler, ki her zaman merak konusu olması ile kendi içimde anlaşılamaz bir hazza neden olması beni her zaman tatmin eder. Bir yerde sürekli durmaktan hoşlanmam. Benim herkesten uzak durduğum gibi, herkeste benden uzak durmayı tercih eder. Buna rağmen gerek insanlar, gerekse elfler arasına istediğim zaman girebilirim.

Giydiğim gri ve siyahımsız cüppem, elimde tuttuğum asaya benzeyen ama yakından uzaktan alakası olmayan odun parçası ve çok nadir kafamdan çıkardığım kapüşonum ile, hayatın daha ne kadar bu şekilde devam edeceğini düşünüp durararak, oradan oraya savrulmaya ve gözlerimi dört açmaya devam ederim.

Umuyorum bu kadar bilgi, şimdilik yeterli olacaktır.

Pekala Gelathon; hikayemiz, daha doğrusu oyunumuz “Serüven Aşkı” adıyla başladı:
http://www.kayiprihtim.org/forum/seruven-aski-oyun-t5812.0.html
Sen de olayın olduğu akşam Gri Ejder hanındaydın ve Oswaldo’nun yardım isteğini dinledin. İlk mesajını detaylı atarak hem kendini tasvir eder, hem de kısa bir özgeçmiş yazarsın, ayrıca Daern kasabasına neden uğramış olduğunu da öğreniriz böylece.

Başka katılmak isteyen olursa her zaman katılabilir; asla geç değildir oyuna katılmak için.
.

26
FRP Arşivleri / Serüven Aşkı ...... OYUN
« : 25 Temmuz 2009, 19:30:41 »
.
Serüven Aşkı

Gri Ejder, Daern Kasabası’nın üç hanından, hem ana yola, hem büyük nehrin üzerinde beyaz bir gerdanlık gibi duran Taş Köprü’ye, hem de nehir gemilerinin bağlı olduğu işlek liman bölgesine en yakın olanıydı. Dolayısıyla her zamanki gibi kalabalıktı. Fiyatlar az buçuk oturaklı olduğundan kasabanın yerlileri pek uğramazdı buraya; daha çok nehir gemicileri, tüccarlar, yolcular ve serüvenciler. Serüvenciler... Başlarını olmadık belalara sokmak için macera arayan, kısa yoldan zengin olmak isteyen, kelle koltukta heyecan bağımlısı, öylesine dünyayı gezen, paralı askerler, hazine avcısı, ideal peşinde koşan ya da kaybedecek bir şeyi kalmamış çeşit çeşit serüvenci Daern Kasabası’na uğramışsa Gri Ejder Hanına yönlendirilirdi. Burada her türlü iş bağlantısı yapılabilir, bizzat Hancı Bertrand taraflar arasında aracılık ederdi.

Hava kararmış, kimi müşteriler akşam yemeklerini yerken, kimi de içkilerini yudumlayıp sohbet ediyorlardı. Gnome bir Ozan, telli çalgısının hoş tınılarıyla atmosferi yumuşatıyordu. Ancak müzisyen hancının uyarısıyla müziği kesti. Kırk yaşlarında üzgün görünümlü bir adam Bertrand’ın da yardımıyla masaya çıktı. “Afedersiniz, bir dakikanızı alacağım sadece!” diye yüksek sesle bağırarak salondaki herkesin dikkatini çekti. “Adım Oswaldo. Bazılarınızın bildiği gibi bu kasabanın yerlisi bir tüccarım. İkiz kardeşim Samuel 10 gün önce kervanıyla ticaret amaçlı yola çıkmıştı, ancak bugün Samuel’in atı tek başına geri geldi. Kardeşimin başına bir şey gelmemiş olsa, at onu bırakıp asla geri gelmezdi. Ben yarın sabah yola çıkıp, kardeşimin akıbetini bulmaya çalışacağım. Aranızdan bana yardım edecek, bileği güçlü ve gözüpek kişilere, bütün masrafları bana ait olmak üzere, günlüğü 1 altın ödemeye hazırım; ayrıca kardeşimi –ölü ya da diri- bulur da geri getirebilirsek, döndüğümüzde adambaşı 100’er altın ödül vereceğim. Gönüllüler geceyarısına kadar beni odamda görebilir; teşekkürler,” diye derdini anlatan adam masadan inerek odasına yürüdü. Hancı Bertrand, Oswaldo’nun omuzunu teselli eder şekilde tutarak, salondan çıkana kadar eşlik etti. Oswaldo’nun moralinin bozuk olduğu çok belliydi. Birkaç dakika kadar hemen herkes bu olayı konuştu, sonra yine ortam eski hâline döndü.

.

27
Kurgu İskelesi / Ynt: Ruh Alevi
« : 25 Temmuz 2009, 16:43:05 »
;D Teşekkürler arkadaşlar vakit ayırıp okuduğunuz için. Beğenmeniz de ayrıca mutlu etti beni.

28
Kurgu İskelesi / AV
« : 24 Temmuz 2009, 23:05:46 »
.

AV

Soğuk şatonun taş koridorlarında yaşlı bir adamın aceleci ayak tıpırtılarından başka ses duyulmuyordu. Otis; saçları hem ortadan açılmış hem de beyazlamış, tombul bir yüzü, fıldır fıldır gözleri, sivri burnu olan, hafif kambur, romatizmalı bir adamdı. Bu şatonun kâhyasıydı. Devasa ana kapının kanatlarından birini açarak, dışarıya bir adım attı. Güneş batıyordu. 

Dört siyah atın çektiği siyah yolcu arabası, dakik bir şekilde mermer merdivenlerin önüne gelerek durdu. Arabanın lüks yolcu bölümünün kapılarında altın yaldızlı boya ile işlenmiş, sonsuz hayatı simgeleyen, içinde kum olmayan kum saati arması vardı. Arabacı, zayıf ve uzun boyluydu. Siyah giysisi ve silindir şapkasıyla daha çok bir cenaze levazımatçısını andırıyordu. Otis, onun aslında insan suretine bürünmüş bir kuzgun olduğunu düşündü.

“Bir yere ayrılma, ben Efendi’yi uyandırmaya gidiyorum!” diye bağırdı Otis.

Arabacının bir yere gideceği yoktu. Uzaklarda çakan bir şimşek, kızıldan karanlığa çalan ufku aydınlattı. Yağmur geliyordu. Otis tekrar içeri girip kapıyı kapattı. Üzerinde kalın kıyafetler olmasına rağmen üşüdüğünü hissetti ve gülümsedi. Yaşıyordu... Antre salonundaki büyük merdivenlerin yanından, dar bir koridora girdi ve arka taraftaki mahzen kapısına ulaştı. Beş mumlu bir şamdan ile yolunu aydınlatarak mahzene indi. Etrafı şarap şişeleri ve fıçılarıyla doluydu. Gizli bir kapıyı açan mekanizmayı harekete geçirdi ve duvarda açılan geçitten geçerek, daha da aşağılara indi. Sonunda gizli odaya geldiğinde, Efendisi’nin içinde yattığı taş lahitin önünde saygıyla durdu. Kabartmalarla süslü lahitin üstündeki kapak, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağırdı. Otis tekrar gizli bir taşı yerinden oynattı ve lahitin kapağı, yandaki destek kolonlarının üzerine kaydı.

Taştan tabutun içinde, Otis’in ölmüş büyük büyük babasından bile yaşlı olduğu halde ancak otuzunda gösteren, soluk benizli, güzel yüzlü bir adam yatıyordu. Kont Brad von Pitburg.

Ve Vampir gözlerini açtı! Otis biraz ötede duruyordu; uyku mahmuru bir vampirin, açlığın güdüsüyle kendisini uyandıranı ısırıvermesi görülmemiş bir şey değildi.

“Günaydın efendim,” dedi Otis sırıtarak.

Vampir sanki ağırlığı yokmuşçasına aniden ayağa dikildi. Ne bir yere tutunmuş, ne dizini bükmüştü. Dikiliverdi. Uçmaktı sanki, büyü gibi...

“Günaydın mı? Bu komikliği daha kaç kere yapman gerekiyor Otis?”

“Benim görevlerimden biri de sizi eğlendirmek efendim.”

“O zaman başka komiklikler bul. Sıkıcı olma!”

“Emredersiniz.”

İki adam merdivenden çıkmaya başladılar.

“Efendim araba hazır. Bildiğiniz gibi valinin şatosundaki baloya davetlisiniz.”

“Adıma davetiye geldi mi?”

“Geldi efendim, buyurun” diyerek balmumuyla mühürlenmiş süslü bir zarfı Konta uzattı Otis.

“Ben davet edilmediğim eve giremem, biliyorsun değil mi Otis?”

“Biliyorum efendim.”

“Yine de bunu sır olarak sakla. Ödlek avlarım, evlerinde titreyerek, benim bir gece ansızın içeri dalıvereceğim kabusuyla yaşasınlar. Kalpleri korkuyla atsın.”

“Bütün sırlarınızı saklıyorum efendim.”

“Aferin Otis.”
    
Kont Brad von Pitburg, kütüphanenin büyük pencerelerinden birisinin önünde durarak, yeni başlamış geceyi izledi. Siyah elbisesi çok şıktı. Kahyası da iki adım gerisinde duruyordu.

“Bu gece dolunay var Otis.”

“Evet efendim.”

“Ve yağmur yağıyor.”

“Biraz önce başladı efendim.”

“Senin yerinde olsaydım, kapıları kilitleyip içeride otururdum. Asla dışarı çıkmazdım.”

“Benim aklımdan da bu geçiyordu efendim.”

“Açlık... Yapışkan bir lanet gibi yakamdan düşmüyor.”

“Çıkmadan önce bir kan kokteyli içer misiniz efendim?”

“Hayır. Acelesi yok. Bu gece... Valinin kızı ile yakınlaşabilirim.”

“Efendim, cüretimi bağışlarsanız... Çok riskli değil mi? Yani kendinizi açık etmek açısından.”

“Evet Otis. Fakir bir köylüyü kurban etmek, daima daha kolaydır değil mi? Her neyse akışına bırakalım. Ben çıkıyorum.”

Otis, Vampir Efendisi’ne kapıyı açtı. Yağmur başlamış; henüz sadece çiseliyordu ama yer yer dolunayın ışığını örtmek için çabalayan kara bulutlar, gecenin oldukça ıslak geçeceğinin habercisiydi. Dışarı çıktıklarında, Kont Brad bir an durarak havayı kokladı. Ve sanki diğerlerinin bilmediği bir şeyi keşfetmiş gibi muzipçe gülümsedi.

“Bu gece dışarıdaki tek canavar ben değilim Otis,” dedi yaşlı adamı ürperterek.

Tam o sırada, mesafesi belli olmayan bir kurt uluması duyuldu. Otis’in yaşlı kemikleri titredi. Vampir, pis bir kahkaha atarak merdivenlerden indi ve arabacının saygılı bir duruşla kapısını açtığı at arabasına bindi.  Onlar uzaklaşırken Otis aceleyle içeri girdi ve kapıyı sürgüledi. Demir parmaklıklı pencereler, sağlam kapılar, kendisini emniyette hissettiriyordu. Efendisi’ne gelince, onun kendi şatosuna girmek için anahtara ihtiyacı yoktu.

Otis, önce ufak tefek işlerini halletti. Sonra biraz kitap okudu. Bu arada kendine güzel bir şarap seçmişti. Mutfakta oturuyordu. Oldukça geniş olan mutfağın ocağı gürül gürül yanıyor, içerisini sıcacık yapıyordu. Ekmek tazeydi ve pastırma pişiriyordu. Şarabın etkisiyle hafiften yüzü kızarmıştı. Arada sırada çakan şimşeğin gök gürültüsü olmasa, dışarıda yağan yağmurun sesi ninni gibi gelecekti.

Ateşin karşısında şarabını yudumlayarak, uyuşuk bir şekilde ne kadar oturduğunu bilmiyordu. Birden mutfağın arka bahçeye açılan kapısı yumruklanmaya başladı. Otis hafiften çakırkeyif olmasa korkudan ödü patlardı. Kapıya ısrarla vuruluyor ve açılmaya çalışılıyordu ama kapı kilitliydi. Üstelik de şatodaki bütün kapılar gibi çok sağlamdı. Otis mutfağın küçük pencerelerinden birine koşup dışarıdakini görmeye çalıştı. Bu sırada bir kadın çığlığı duyuldu. Otis karanlıkta zar zor, dışarıda kapıyı vuranın bir kadın olduğunu görebildi. Kız pencereye döndüğünde yüzünü tanıdı.

“Klara! Kızım, benim kızım!”

Otis aceleyle kapıyı açtı ve panik içinde ağlayan kızı içeriye aldı. Sırılsıklam olmuş kız, zorlukla kelimeleri bir araya getirdi, dişleri takırdıyordu.

“Lütfen kapatın! Lütfen! Dışarıda, peşimde!”

Kapıyı kapatıp sürgülediler.

“Sakin ol kızım, sakin ol. Tamam geçti. Geçti artık.” 

Otis kızı ateşin karşısına oturttu. Bir battaniye getirdi. Islak şalını atıp, kızı güzelce sardılar. Hala dişleri takırdıyan kız sus pus olmuş, sanki şoka girmişti. Kızın, sadece kumral saçları ve belki biraz da alın yapısı Otis’in kızını andırıyordu. Başka da bir benzerliği yoktu. Zaten Otis’in kızı Klara, uzun yıllar önce ölmemiş olsaydı bile, şimdi orta yaşlı bir kadın olurdu.

Otis de kızın yanına çöktü. Kendi kızı Klara’nın hayaletini görmüş gibi allak bullak olmuştu. Ancak, kendini toparladı. Kızının dönmeyeceğini hatırladı. Ölmüştü o.

“Evladım senin adın nedir?” diye sordu. Kızı kendine getirmek için sarsması gerekmişti.

“Adım Helga” dedi kız. Tekrar ağlamaya başladı.

“Sakin ol Helga. Söyle bana, ne oldu? Seni kovalayan kim?”

“O bir yaratık!”

“Ailen yok mu kızım?”

“Annem ve babam... Öldüler! O herkesi parçaladı! Kocaman bir kurt. Ama iki ayağı üzerinde yürüyordu.”

“Kurt adam mıydı?”

“Çok korkunçtu!”

Birden bir uluma sesi duydular. Yakından geliyordu. İkisi de yerlerinden fırladı.

“Burada! dedi kız. Bizi öldürecek!”

“Hayır, korkma! Buraya giremez.”

Demir şeritlerle güçlendirilmiş kapıya dışarıdan şiddetli bir darbe geldi. Genç kız bir çığlık attı. Korkmuş birine, kapının menteşeleri oynamış gibi gelebilirdi ama işin doğrusu, kapı daha bunun gibi  yüzlerce darbeye dayanabilirdi. Dışarıdan vahşi bir hayvanın hırlamaları duyuluyordu. Pençeleriyle kapıyı, duvarları tırmalıyordu.

“Korkma! diye tekrarladı Otis. Kızın omuzundan tutarak onu yatıştırdı. Korkma burada emniyettesin!” dedi.

Ancak tam bu sırada, Otis’in bakışları Helga’nın kuğu gibi beyaz boynuna kaydı. Genç kızın heyecandan küt küt atan kalbi, sanki atardamarlarını belirginleştirmiş gibiydi.

“Hayır, hayır! Burada emniyette değilsin! Çıkmalısın, gitmelisin!” dedi Otis.

Helganın kafası karışıktı. Yaşlı adamı anlamadı.
“Ama giremez demiştin?”

Birden, ikisi de odada başka birinin varlığını hissettiler. Mutfağın iç kapısında Kont Brad von Pitburg duruyordu. Gülümsüyordu. Bakışlarını kıza dikmişti. Konuştu: “Sanırım Otis seni uyarmaya çalışıyordu. Benim hakkımda! Öyle değil mi Otis?”

“Hayır efendim, hayır! Yani... O daha gencecik. Üstelik daha bu gece ailesini kaybetmiş...”

Vampir sözünü kesti. “Otis! Benim acıma duygum olmadığını bilmiyor musun?”

“Biliyorum efendim.”

“O halde nefesini tüketme! Duygu yoksunuyum ben. Ne pişmanlık duyarım, ne korku. Vicdan sızlamasını, sadece hayal edebilirim. Ruhsuz varlığımı kemiren tek bir duygu tanıyorum, o da açlık!”

Vampir’in gözleri, kızın heyecanla inip kalkan göğüsleri ile zarif boynu arasında gidip geliyordu. Helga ise ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Normalde yakışıklı bulacağı bu şık giyimli adamın bakışları ve sözleri onu korkutmuştu. Bahçe kapısına doğru geriledi. Ancak kapıyı tırmalayan pençelerin iç gıcıklayıcı sesi, ardındaki tehlikeyi hatırlattı. Genç kız yardım istercesine Otis’e baktı. Ama yaşlı kahya, elinden bir şey gelmeyeceğini bilecek kadar Efendisi’ni tanıyordu. Gözlerini kaçırdı.

“Neler oluyor? Siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz? diye bağırdı kız.”

“Ben Vampir’im, dedi Kont.”

Helga’nın sırtı kapıya dayandı. Eli sürgüye gitti ama açmak istediğinden emin değildi. Ağlıyordu.

“Lütfen acıyın bana!” diye yalvardı.

Sürgüyü hafifçe çekti. Artık kurt adamın sesi duyulmuyordu. Belki de gitmişti. Vampir alaycı bir şekilde gülümsedi. Kızın aklını okuyordu.

“Ah küçüğüm, inan ki hâlâ orada. Kurt-adam o! Senin kokunu alıyor. Korkunun kokusunu! Çıkarsan seni parça parça edecek. Keskin tırnaklarıyla etlerini kemiklerinden ayıracak, sivri dişleriyle narin vücudunu hoyratça ısırarak, iri lokmalar halinde canlı canlı yiyecek seni. Ama istediği sadece yemek değil. Vahşet istiyor. Nedenini bilmeden, saldırmak, kırmak, kesmek, lime lime etmek istiyor. Dolunayın deli çocuğudur kurt-adam... Ben ise, açım! Ve susuzum! Doymak bilmiyorum bir türlü. Senin yavru bir kuş gibi pır pır eden yüreğinin atışını buradan duyabiliyorum ve bu benim iştahımı daha da kabartıyor. Zarif boynundan ısırıp tükenene kadar kanını içmek istiyorum. Seni kurutana kadar emmek, ölüm öpücüğü vermek istiyorum. Zor bir seçimin var güzel kız. Tavsiyemi istersen beni seç. Sadece hafif bir ısırık, kolay olacak. Kurt-adamın sana vereceği acı, çok daha fazla olur.”

Helga hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çıldırmak üzereydi.

“Bunu neden yapıyorsunuz?” diye bağırdı.

“Ah yavrucuğum, o kadar toysun ki. Bak Otis’e! O uzun bir ömür yaşadı, çünkü bana hizmet ediyor. Senin gibi masum ruhlar için iki seçenek vardır: Ya kurt-adam tarafından parçalanmak, ya da vampir tarafından ısırılmak.”

“Yalvarırım acıyın!”

“Yapamam, ben kötüyüm.”

Vampir, kıza iyice yaklaştı. Süzülür gibi ilerliyordu. Gözlerini kızın gözlerine dikmiş, hipnotik gücünü kullanıyordu. Helga ağlamayı keserek sakinleşti. Kukla gibiydi. Kont, kızı kucakladı.

“Anlamadığını biliyorum” dedi.

Kapının ardındaki kurt-adam, dolunaya karşı uzun uzun uludu. Vampir, avının boynuna sivri dişlerini geçirdiğinde; Otis, mutfaktan çıkarak Efendisi’ni, kızı Klara’ya benzeyen Helga ile yalnız bıraktı. Şarabın etkisi geçmişti. Midesinin bulandığını hissetti. Gülümsedi. Yaşıyordu.


SON

29
.

Söylemek istediğim bir konu da, devamlılıkla ilgili. Genelde en geç 2 günde bir hikayeyi ilerletme taraftarıyım, aksi hâlde oyun soğuyor. Bu yüzden de zamanında girip mesaj atmayan kişiler rolünü kaptırabilir, döndüklerinde karakterleri benim tarafımdan oynatılmış ya da bir kenarda pasif kalmış olabilir. Katılanlardan bunu anlayışla karşılamalarını bekliyorum. (ironik bir açıklama oldu sanırım :D)

Şu ana kadar 0 kişi oyunda oynamak istediği karakter hakkında giriş yapmış, 3-4 kişi daha katılırsa başlarız.   ;D 

.

30
Oyunlar / Ynt: Neverwinter Nights 2 | İnceleme !!!
« : 21 Temmuz 2009, 14:35:33 »
ama nedense bir süre oynadıktan sonra gerçek anlamda mide bulandırmaya başlar. İğrenmek olarka değil, mideniz bulanır.
Benim de FPS denilen tarzda ekran görüntüleri olan oyunlarda aynı bulantı olayı başıma geliyor. Araç tutması gibi bir şey o; önce soğuk bir terleme ardından yavaş yavaş artan mide bulantısı. Karanlık zindanlarda daha hızlı sonuç veriyor. Oyunu bilmiyorum FPS mi ama belki aynı durumdur seninki de. ;D Bazı insanlarda bu problem oluyor; TV'de filan birkaç benzer konuşmaya şahit oldum. Bunu duyan diğerleri şaşırıyorlar, "hadi canım olur mu öyle şey!" diyorlar. Çok sık rastlanan bir durum değil ama var.

Sayfa: 1 [2] 3 4