Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Dwaxer

Sayfa: 1 2 [3] 4
31
Dipsiz Konak / Ynt: Forum FRP
« : 20 Temmuz 2009, 22:16:37 »
Bence burda bir karakter kağıdı yaratmak daha faydalı olacaktır.Çünkü diğer türlü ufak farklılıklar olabilir diye düşünüyorum...
"Karakter Kağıdı" başlamak istediğimiz öykü formatındaki oyuna değil de düz D&D3,5 tarzı bol kurallı, bol formüllü oyunlara daha uygun. Gerçi üç dört kişiden istek olursa öyle D&D kurallarına göre yönetilen bir oyun da "ayrıca" açabilirim ve açan olursa oyuncu olarak katılmak isterim. Ancak dediğim gibi, bizim başlayacağımız oyun (oyuncuları toparlayabilirsek) karakter kağıdı gerektirmiyor, sadece karakterin tasviri, özgeçmişi gibi tanıtıcı bir yazı yeterli olur.

32
Arkadaşlar oyunumuza ait bir yorum, paylaşım, değerlendirme, istek, eleştiri, sohbet, muhabbet ve hatta geyik sayfası açayım dedim. Diğer başlık daha genel bir hava taşıyordu. Oyun karakterleri hakkındaki minik bilgileri de buraya edit vasıtasıyla ekleyeceğim ileride, eğer oyuna başlarsak.


Hikayemiz Hakmarun adlı bir “kıta-ada”da geçecek. Haritayı isteyen indirebilir. (tavsiye ederim) Göreceğiniz gibi sembolik bir haritadır. Renkler iklim koşulları ve arazi yapısı hakkında fikir verecektir. Hakmarun’un en önemli özelliği: kıta üzerinde rastgele yayılmış binlerce tek yönlü boyut kapısıdır. Bu kapılardan Hakmarun üzerine değişik boyut ve diyarlardan gelen canlı cansız varlıklar vardır. Boyut girdapları da denebilir bunlara; başka diyarlardan emdiklerini Hakmarun’a atmaktadırlar. Nitekim adanın kuzeyindeki karlı bölge tamamen, gökyüzündeki boyut pencerelerinden hiç durmaksızın fışkıran tipi şeklinde kar fırtınalarının marifetidir. Aslında ada tropikal kurak bir iklime sahiptir. Diğer boyutlardan gelen kar eriyerek nehirler oluşturmakta adanın batısını, sulak ve verimli bir hâle getirmektedir.



Hakmarun’un şu andaki sosyal, tarihsel vs durumunu detaylı olarak anlatan bilgiler de aşağıdadır. İsterseniz okuyabilirsiniz ama şart değil oyuna katılmak için.

Spoiler: Göster
Hakmarun:
Diğer kıtalardan çok uzakta olan bu kıta-ada, çoğu kayıt altına alınmamış, unutulmuş, efsanelerle karışmış binlerce yıllık tarihe sahiptir. Yıkık dökük, terk edilmiş sayısız kadim şehir harabesi bunun ispatıdır adeta. Hakmarun diğer diyarlardan oldukça ayrık olmasına rağmen muazzam yaşamsal çeşitliliği vardır. Bunun sebebi; kıtanın her tarafındaki binlerce görünmez boyut kapılarıdır. Kimi havada, kimi yer seviyesine yakın, hatta kimi de yerin altında olan bu sayısız boyut kapıları sadece tek yönde çalışır. Sayısız bilinmedik diyardan emdikleri her şeyi Hakmarun’a doğru gönderirler. Bunlara boyut girdaplarının çıkışları demek daha doğru olur. Yolda yürürken birden havadaki bir delikten su, taş, toprak döküldüğünü görerek hatta değişik bir boyuttan gelen mistik bir yaratıkla burun buruna gelerek şaşırabilirsiniz. Eski bilgeler, “Hakmarun Evrenin çöplüğüdür!” demişler. Bu boyut kapıları çıplak gözle görülemez, ancak bu konuda altıncı hissi ve büyüsel yetenekleri olanlar yerlerini farkedebilir. Gerçi yerleri tespit edilen kapıların hiçbirini aksi yöne çevirebilmek mümkün olmamıştır.

Hakmarun normalde sıcak iklime sahip bir kıtadır ama kuzeyde “Soğuk Vadi” denilen muazzam genişlikteki arazide, binlerce boyut kapısından, aralıksız şekilde kar yağar. Bu kapılardan kar, fırtına şeklinde adeta fışkırmaktadır. Soğuk Vadi’de bu yüzden hiç durmadan devam eden bir kar fırtınası durumu vardır. Soğuk ve sıcak havanın temas etmesi sonucu, Soğuk vadinin etrafında daima geniş bir sis çemberi bulunur. Eriyen karların beslediği coşkun nehirler kıtanın batı tarafını çok verimli bir yapıya dönüştürmüştür ancak nehirlerin uğramadığı doğuı tarafı çorak ve verimsiz topraklarla kaplıdır.

Hakmarun’un bugünkü durumu:
52 yıl süren doğu-batı savaşı biteli henüz 2 sene olmuştur. Hadron Kralı Sebastian  ile Maruk Kralı Hector  yıllardan beri, zamanında dedelerinin başlattıkları savaşı devam ettiriyorlardı. Ancak savaştıracak doğru dürüst askerleri kalmadığında barış yapmanın kaçınılmaz olduğunu anladılar. Artık insan ırkında her erkek başına üç kadın düşmektedir, çünkü erkeklerin çoğu savaşlarda can vermiştir. Ordular küçülmüş, ancak şehirleri koruyacak ve bazen de ana yollarda devriye gezecek mıhafız alaylarına dönüşmüşlerdir.

Hadron, batının başkentidir. Mandari ile Sandor şehirleri ve aradaki kasabalar, Hadron krallığına bağlıdır. Her ırktan karışık nüfusa sahip olsalar da bu yerleşimlerde insanlar baskındır.

Dwarflar, yani cüceler çoğunlukla Burakin ve Runedar adındaki dağların içine oyulmuş şehirlerinde yaşarlar. Demir ve gümüş madenleri işletirler.

Elfler ise çoğunlukla batı tarafındaki tılsımlı ormanları mesken edinmiştir. Herenya, kader gölünün ortasında yükselen en büyük elf şehridir.

Adanın doğu tarafında, çorak toprakların ötesinde, deniz kıyısında egzotik şehir Maruk bulunur. Balıkçılık işleri başlıca geçim kaynaklarıdır. Ayrıca demir, kömür, altın, gümüş ve değerli taşlar bakımından zengin madenlerin işletilmesi de Maruk krallığının kontrolü altındadır.

Doğu ile batının tam arasında fildişi kuleleriyle Fluxo bulunur. Fluxo kralı Torinn yıllarca doğu-batı şavaşında, iki tarafın ordularını şehrinin önünden geçerken seyretti ama şavaşta tarafsız kalmayı bildi. Elfler ve cüceler Hadron’u desteklemişlerdi, Maruk’un ise orc şehri Lagruum’dan kopup gelen gece çapulcularından başka müttefiki yoktu. Kral Torin iki tarafı barıştırmak için çok çaba sarfetmiştir ve sonunda barış antlaşmaları da Fluxo’da imzalanmıştır. Şimdi iki taraftan gelen tüccarlar Fluxo pazarlarında ticaret yapıyor. Her ırktan karışık bir yapıya sahip olan Fluxo, elinde bulundurduğu ticaret kozlarıyla ve kendini şavaşlarda hırpalamadığı için, şimdi en zengin kent konumundadır. Fluxo sokaklarında Arcane ve Divine sihirlerini kullanmak yasaklanmıştır ve cezası ağırdır. Nüfus kayıtları dikkatli tutulur ve geçici olarak uğrayanlara kapıları açık olduğu hâlde, göçmenlere kolay kolay izin verilmez.

Tam da bütün Hakmarun barış havasının zevkine varmaya başlamışken, son aylarda çıkan bazı karanlık dedikodular duyanların tüylerini ürpertmeye başladı. Sisli vadinin soğuk bataklığında garip şeyler döndüğünden bahsediliyordu. Geceleri, namevtlerin, yaşayan ölülerin korkunç çığlıkları duyuluyordu. Kimine göre savaşta ölen binlerce asker “undead” namevte dönüştürülmüştü ve dönüştürülmeye devam ediyordu. Hatta kadim zamanlardan kalma Necrotox şehrinin harabelerinde uğursuz bir gücün palazlandığı, Ghoul Kral Doresain’in ve namevtlerin iblis prensi Orcus’un Hakmarun’a dehşetli kıyameti getirmek üzere hazırlandığına dair korkunç hikâyeler kulaktan kulağa yayılıyordu.


Şimdilik bu kadar. Oynatmak istediğiniz karakterlerle ilgili bilgileri bu başlıkta paylaşabilirsiniz. Oyunumuz "Daern" kasabasında başlayacak (Fluxo şehrinin biraz solunda) D&D ırkları; insanlar, elfler, cüceler, vs yaşıyor bu diyarda, yani seçebilirsiniz.

.

33
Ben de bahaneyle teşekkür edeyim, sayenizde seyrediyorum.

Altyazı var son linklerden indirilen dosyalarda; ekrana sağ tıklayınca opsiyonlardan "subtitles"i seçip "Turkısh" yapabiliyorsunuz.

34
Dipsiz Konak / Ynt: Forum FRP
« : 20 Temmuz 2009, 12:28:49 »
.

Evet bu oyunu, -konseptinin gerektirdiği şekilde- mümkün olduğu kadar tasvirlere, diyaloglara ağırlık vererek, öykü formatına öykünerek yazmaya çalışalım. Haritaları ise bu forum teknolojisinde spoiler kutusuna saklayabiliyoruz, böylece varlığını bile hissetmeyeceksiniz. Öykünün edebi akıcılığını zedeleyecek (örnek: (x5/y6)'ya gidiyorum) teknik cümleleri de spoiler kutucuğuna saklarız. Böylece daha pürüzsüz bir hikaye yaratabiliriz.

Ama daha kimse nasıl bir karakter oynamak istediğini söylemedi? D&D oyunlarına aşina olanlar direk class isimleriyle belirtebilir bu isteklerini, "fighter, sorcerer, wizard, druid oynamak istiyorum!" gibi ya da D&D nedir hiç bilmeyenler ise fantastik bir dünyada gözüpek bir serüvenci olsalardı nasıl bir tip olurlardı onu tarif edebilirler; "ben yakışıklı bir şövalye olurdum, beyaz bir atım, üzerinde altın renkli bir ejder arması olan kalkanım ve kınından çektiğimde ışıldayan parlak bir kılıcım olurdu, zor durumdaki insanlara yardım etmek isterdim!" ya da "ben çok güzel bir cadı olurdum, büyülerimle diğer insanları (özellikle erkekleri) etkim altına alır, onları kukla gibi oynatırdım!" gibi yazabilirsiniz gönlünüzden geçeni. Daha sonra bu karakterlere özgeçmiş, ayrıntılı tasvir vs ekleyeceksiniz ama bu ilk tercihle sizin hangi yeteneklerinize prim vereceğimize karar vereceğiz.

3.seviyeden başlatacağım hikayeyi, yani ağırlıklı yeteneklerinize +3 sabit bonusunuz olacak daima.
Senaryo ticaret yolu üzerindeki bir kasabanın hanında başlayacak. Çok klişe ama hepiniz de bir şekilde o yoldan geçen ya da kasabanın yerlisi, o gece handa konaklayan, eğlenen vs serüvenciler olmalısınız. Ayrıca her karakterin serüvene düşkün olması, tehlikeli görevlere, maceralara gitmeye alışkın ve istekli olması gerekir. Tabii bazılarınız bunu iyilik için bazılarınız da maddi karşılık için yapacaktır.

.

35
Dipsiz Konak / Ynt: Forum FRP
« : 18 Temmuz 2009, 21:38:32 »
Dwaxer'ın bu girişimini takdir ediyorum öncelikle. Magicalbronze zaten yönetim adına konuşmuş başka bir şey dememe gerek yok :).

Ben şey rica edicektim :P, şimdi oluşturulan senaryo resimlerle(yani mümkün olan yerlerde) desteklense olur mu? Tabii bunu en iyi senaryoyu yazacak kişi bilir o yüzden o kişiye soruyorum(sanırım bu Dwaxer). Mesela bir mekana girildi, oranın o atmosferini yansıotan bir resim kişileri belki oyuna daha iyi bağlayabilir. Ama ben bu konuda bilgisizim sadece bir öneridir benimki :).


Ben elimden geldiğimce resimler ve haritalarla da desteklerim oyunları. Özellikle savaş sahnelerinde kimin nerde durduğunu filan göstermek açısından faydalı oluyor. Ayrıca ne kadar iyi tasvir de edilse bazı fantastik yaratıkların resmini koymak güzel olabiliyor. Eski oynattığım forum oyunlarından birkaç sahne koyayım o zaman; reklam gibi olsun:
Aşağıdaki savaş krokilerinde yatay (X) soldan sağa ve dikey (Y) aşağıdan yukarı koordinat rakamlarını kullanarak gideceğimiz yerleri kolaylıkla anlatabiliyoruz; örneğin: “(x3/y4)’e gidiyorum!” yazarak soldan sağa 3. sütun ve aşağıdan yukarı 4. satırın kesiştiği kareyi kastedebiliyoruz.

Spoiler: Göster

Spoiler: Göster

Spoiler: Göster


.

36
Dipsiz Konak / Ynt: Forum FRP
« : 18 Temmuz 2009, 18:35:19 »
Uzun süredir etkin olarak bir şey yapılmıyor zaten. Dwaxer güzel bir giriş yapmış, kendi adıma ve yönetim adıma desteklediğim(iz) bir proje olacak.

Hazırlıklardan sonra sitedeki gerekli yerlerde duyurusu yapılacaktır.

Sanırım sorumlusu sen oluyorsun Dwaxer. Umuyorum sürükleyici bir oyuna imza atacaksın.
Teşekkürler. Daha önce de belirttiğim gibi ben oyuncu olmayı da seviyorum; böyle bir sistem olabilir gibisinden tanıttım. Daha ziyade -henüz tanışalı çok olmadı ama- bende, bu sitedeki müdavimlerin sürekliliği sağlayabileceği gibi bir izlenim oluştuğu için bu konuyu açtım. Bir de güzel bir frp bölümü açmışsınız ve hatta on-line real-time oyunlarınız da olmuş anladığım kadarıyla. (başka olursa onlara da katılacağım en azından izleyici olarak)

Ben bu tip oyunlardan birini, açılış olsun diye yönetebilirim. Mümkünse yönetici arkadaşlardan bu Dipsiz Konak bölümünde açacağım konuyla ilgili başlıklarda sınırlı edit olanağı rica ederim ama teknik, vs olarak imkansızsa da can sağlığı olsun.
Bu başlıkta konuyla ilgili yorumlarımız, vs bulunsun, ayrıca bir de oyun başlığı açacağım ben daha sonra.

O hâlde oynamak isteyenler, kısaca nasıl bir fantastik karakter oynatmak istediğini buradan belirtsin üzerinde konuşalım. Kısa özgeçmişleri karakteri netleştirdikten sonra hazırlarsınız.

.

37
Dipsiz Konak / Ynt: Forum FRP
« : 18 Temmuz 2009, 17:00:52 »
Görünüşe göre oynamak isteyen birkaç kişi var. Beni de sayın. ;D

38
Dipsiz Konak / Forum FRP
« : 17 Temmuz 2009, 23:32:13 »
.

Forum FRP

Forumlara yazarak FRP yapmak normal masaüstü sisteminden farklı oluyor. Birkaç saniyelik aksiyonların gerçekleşmesi birkaç gün sürüyor ve bu da pek çok sorunu beraberinde getirebiliyor. Ancak forumda FRP yine de yapılabilir. Ben başka sitelerde gerek D&D3,5, gerek 4.Ed. oyunları oynattım. Normalde masaüstünde DM’lik yapacak kadar hazırcevap sayılmam ama forumda yazarak naçizane yapıyorum. Photoshoplu haritalar, vs resimlerle de destekliyorum filan, fena olmuyor. Neyse...
Aşağıdaki forum FRP sistemini bir arkadaşla düşündük. Amaç: Forumda D&D kurallarını bilmeyen kişilerin bile katılabileceği basit bir D&D FRP sistemi geliştirmekti.

Tıpkı D&D’deki gibi 1d20, vs zar sistemini kullanıyoruz. Ama tabii ki DM bunu sayısal olarak öyküye yansıtmamaya çalışır. Yine de merak edenlere, yorum başlığından, “senin zarın şöyle geldi, yerde olduğundan -4 aldın defansına, adam zaten senden hoşlanmıyordu diplomasine penaltı vermiştim,” vs, vs gibi açıklayıcı bilgiler verebilir.

Zar sistemini doğal olarak yaptığınız eylemlerde kullanıyoruz ve bu eylemleri de kabaca 5 zorluk derecesine ayırdık; işte bu zorluk derecelerini geçmemiz gerekiyor:
Zorluk dereceleri:
-10 (kolay): Örneğin baldırı çıplak bir gobline vurmak, çürük bir kapıyı kırmak, ateş yakmak, vs basit işler için tutturmanız gereken sayı.
-15 (Normal): Ağaca çıkmak, halata tırmanmak, hafif zırhlı savaşçıya vurmak, tuzakları farkedebilmek, basit büyüleri yapabilmek, vs işler için tutturmanız gereken zar seviyesi.
-20 (Zor): Full-metal zırhlı bir şovalyeye vurmak, gerili ipe tutunarak uçurumun üzerinden geçmek, sarp kayalara tırmanmak, zıplayıp duran vahşi bir atın üzerinde denge sağlamak, tuzakları etkisiz hale getirebilmek, güçlü büyüler yapabilmek, vs gibi sıradan insanların beceremeyeceği olaylar için gerekli sayıdır.
-30 (çok Zor): Havada üç parande atıp devin omuzlarına konmak ve hızlı beyin ameliyatı gerçekleştirmek, Büyüyle korunan tuzakları etkisiz hale getirmek, çok çok güçlü büyüler yapabilmek, vs için bu zar atabilmelisiniz
-40 (İmkansız): Yaşlı bir ejderhanın kafasına sopayla vurabilmek, Tanrı’yla konuşabilmek ve onun da sana cevap vermesi, vs gibi şeyler.

Zar sistemini kullanırken attığınız (DM atacak sizin yerinize) zara eklenebilecek iki değişik bonus var:

-Seviye Bonusu:
Birincisi sizin seviyenizi gösteren sabit bonus; yani örneğin karakter 2.seviye ise bu bonus +2’dir. Zamanla artacak bu bonusu karakterinizin nasıl bir yeteneği olduğuna bağlı olarak veriyoruz. Örneğin karakter bir hırsız ise bütün akrobasi ve hırsızlıkla ilgili zarlarına +2 alacak. Savaşçı olsaydı savaş ve kaba kuvvet, vs zarlarına alacaktı, büyücü olsaydı büyü zarlarına bu sabit bonusu ekleyecektik. Örneğin bir paladin olsa Str ve Cha bazlı zarlarına gelir bu bonus.

-Mesaj Kalitesi Bonusu:
NPClerden farklı olarak biz oyuncuların bir avantajı ise yazdığımız mesajın güzelliğine bağlı olarak 1d20 zarına ek bonus alabilmeniz! Yazdığımız mesaj sonucu belirlemiyor, yazdığımız mesaj sonuca etki ediyor! Yani edebi değeri olan bir mesaj yazarsanız fazladan bonus alıyorsunuz. Ama yazı kalitesinden başka; espriler, duygusal ifadeler, akıllıca bir hareket, emek verilmiş güzel yazı, şiirsellik, vs de size bonus kazandırır. Bu tip bonusların toplamı (1-10) arası olabilir 10’u geçemez. Zaten 10 bonus almak çok zor olur bence.
Diyelim ki çok hoş bir mesaj attınız ve büyükçe bir bonus aldınız, ama o sırada zar atmayı gerektiren bir durum yok. Bu bonusunuz bir sonraki zar atma durumunuza kadar saklanıp, DM tarafından aksiyon zarına eklenir, yani emeğinizin karşılığı gelir muhakkak.

Şimdi buna birkaç örnek verelim: Atılan mesajlar aşağıdaki gibi olursa (bence) bonuslar nasıl olur.
-Sen kimsin diyen adama saldırıyorum. ........ 1d20+2 (+2 bonus 2.seviye savaşçı olduğu için verildi arkadaşa)
-“Sen kimsin diyen adamın yüzüne okkalı bir yumruk indiriyorum!” ........ 1d20+3 (+2 savaşçı bonusu ve +1 de yazısına dikkat ettiğinden)
-“Seni gidi goblin kıçı suratlı haydut!” diye bağırarak kılıcımla deşiyorum terbiyesizi! ...... 1d20+4 (+2 savaşçı, +2 esprili cümle)
-Derhal büyüyle su oluşturuyorum; “Aqua Fırlatanga!!” iblisin elindeki alevli kılıcı söndürmeye çalışıyorum! ........ 1d20+6 (+2 büyücü bonusu, +2 yazı ve +2 de güzel düşünülmüş bir çözüm için)
Gibi...

Aslında bu, ortak öykü yazma ile oyun arasında bir sistem.
Şimdi bazı itirazlar olacaktır:
-Örneğin işi bilenler savaşçının elindeki silahtan tut da aldığı featler, çift el kullanma, vs birsürü yan etkinin zarlara dahil edilmesi gerektiğini söyleyebilir. Ama zaten amaç bu forum oyun sistemini basitleştirip uzman olmayanların da oyuna katılımını sağlamaktı. Tabii DM’in D&D bilmesi iyi olur; böylece tılsımlı eşyaların vs etkilerini de zarlara katar yaptığı hesaplamalarda.
-İkinci itiraz da: “Yazılarımızın güzel olup olmadığına sen mi karar vereceksin?” şeklinde olabilir. Yok benim DM olmak gibi bir tutkum yok, (zaten DM aynı zamanda editör olmalı forumda) oyuncu olmak daha cazip bence. Ama evet, DM’e güvenmek gerekiyor; tabii onun da görüşleri bazen değişir, yanlış yapabilir vs. Ama zaten FRP, fertlerin birbiriyle yarışması değildir; ekip olarak keyifli vakit geçirmektir.

Böyle bir sistemle de, ilgilenenler olursa forumda oyun yapabiliriz.

.

39
Kurgu İskelesi / Karanlık Çukur
« : 16 Temmuz 2009, 21:47:10 »
.

Karanlık Çukur


“Çocuk yine öldü!” diye bağırdı İzci, koşarak gelirken.

Kabile Reisi tam da benimle konuşacaktı ki dikkatini yeni gelene yöneltti. “Sarışın olan mı?” diye sordu.

İzci nefes nefese başını salladı ve öteden Sarışın’ın kanlar içindeki cesedini taşıyarak gelen grubu gösterdi. Adamlar paralanmış cesedi göklere uzatmak ister gibiydiler.

Reis bıkkın bir ifadeyle “nasıl oldu?” diye sordu.

“Her zamanki gibi avın üzerine atladı... Pervasızdı.”

Kabile Reisi başını sağa sola salladı. “Alışkanlık haline getirdi, sanırım ölmek bağımlılık yapıyor.” Diğerleri cesedi önüne getirdiğinde, parçalanmış etlere doğru kınayan bir bakış attı. Benim ise manzaradan midem bulanmıştı. “Çukur’a götürün,” dedi Reis.

Diğerleri önde biz arkada Çukur’a gittik. Buraya geleli çok olmasa da birazdan tekrarlanacak olan ritüeli daha önce de görmüştüm. Karanlık çukurun yanına geldik ve taşıyıcı grup, ölü bedeni içine fırlatıverdi. Herhalde birkaç kereden sonra cenaze töreni sıkıntı veriyordu. Yine de Reis’in mırıldanarak kısa bir dua etmesi gözümden kaçmadı.

Avın üzerine atlamış... Pervasızca... Av dedikleri yaratıkları henüz görmemiştim ama onların da avcılarla beslendiğine dair içimde kuvvetli bir his var.

Çukur kapandı. Reis ve ben hariç diğerleri dağıldılar. “O... Kaç kere?..” diye sordum Reis’e.

Mistik alandan gözlerini ayırmadan konuştu: “Sayısını unuttum desem yeridir.”

Bu sırada Çukur tekrar açıldı. Karanlık çukurun içini göremesem de Sarışın’ın artık orada olmadığını bilecek kadar tecrübe sahibiydim.

Reis “akşama ciddi bir konuşma yapacağım onunla,” diyerek sözünü bitirdi ve gitmeye davrandı ama kolunu tuttum. “Zaman yolculuğu mümkün, öyle mi?” dedim.

Eğleniyormuş gibi yüzüme baktı. “Olduğunu biliyorsun ya!”

“Peki ben geçmişe dönüp, yaptığım hataları düzeltebilir miyim?”

Reis, sırıttı sırıttı sırıttı ve en sonunda içinde tutamadığı kahkahaları koyverdi. “Ha, ha, ha!..”

Ağlamak istiyorum. “Ama neden gülüyorsunuz, bunu istemem normal değil mi?”

“HA HA HA HA!..”

***

Kuzenim Ersin’in yazlığında kaldığım zamanlar, her sabah ormanda yürüyüşe çıkardım. Ersin uykucunun teki olduğundan benimle gelmezdi. Ben en az bir saat ormandaki patikalarda dolaşır, sonra köye uğrayıp taze ekmek, poğaça alır, kahvaltı hazırlamak için eve dönerdim.

Yine öyle bir sabah yürüyüşünde -ayıptır söylemesi- çişim geldi. Bir gelen olabilir diye patikadan ayrılıp ağaçlığın içine ilerledim ve işimi gördüm. Bu sırada ormanın derinliklerinden gelen bir aydınlık dikkatimi çekti ve biraz daha ilerleyince buranın, ağaçların arasında kalmış ufak, çimenlik bir alan olduğunu anladım. Ormanın ortasında doğal bir avlu gibiydi. İşte o karanlık çukuru ilk defa o zaman gördüm.

Patikadan belki otuz kırk metre uzaktaydım ama aynı zamanda ormanın ortasındaydım. Ağaçlar etrafı çevirmişti. Oraya gitmemin tesadüften öte bir sebebi olmalıydı. Çünkü bir şeyler hissediyordum, bir çekim, sanki bir duygu...

Etraf sessizdi. Sessiz bir orman ne kadar da ürkütücü olabiliyor. Tüylerim diken diken oldu ama yine de kuruntu yaptığıma inanmak istiyordum; adını koyamadığım bu ani tedirginlik hali, sadece vesvese olmalıydı. Çukura yaklaştım. En geniş yeri üç metre açıklığında bir yarıktı bu. Sanki devasa bir ağız açılmış gibiydi. Topraktan fırlamış ağaç kökleri, sararmış dişler gibi manzaraya eşlik ediyordu. Çukurun dibi gözükmüyordu; iki metreden daha aşağısı zifiri karanlıktı.

“Artık dönsem iyi olur,” diye düşünürken, çukurun içinden “hısss!” diye bir ses geldi! Erkekçe ve anlamsız bir gurur, tabanları yağlayıp bağıra bağıra kaçmamı engellediyse de, çukurdan geri geri uzaklaşıyordum. Sanki her an o karanlıktan bir şey fırlayacakmış gibi geliyordu. Ayağım takıldı.

Sırtüstü yere yuvarlanmamla birlikte çukura doğru kaymaya başladım. Panik halinde çalılara, çimenlere tutunmaya çalışıyordum. O kadar korkmuştum ki düzlüğün birden nasıl olup da yokuşa dönüştüğüne ve beni içine çekmeye çalıştığına şaşıramamıştım.

Sonunda bir şeye tutunup durabildim. Kalbimin atışlarını kulaklarımda hissediyordum. İçimden kendi kendime sürekli “korkma, korkma!” diyordum, güya sakinleştirici telkin veriyordum. Sonra birden “korkma, korkma!” sözlerini söyleyenin ben olmadığımı idrak ettim. İşte bu beni korkudan delirmenin eşiğine getirmişti! Ses çukurdan geliyorduysa bile sanki kafamın içindeydi. Sanki kendi düşünce sesim, bir yerlerden yankılanıp, tekrarlanıyor, yabancılaşarak bana geri dönüyordu. 

Sonuçta ödümü patlatan bir deneyimdi ve kendimi deli gibi koşarken buldum. Dakikalarca koştum. Eve döndüğümde nefes nefese kalmıştım. Ersin yeni uyanmıştı ve halimi görünce bir terslik olduğunu hemen anladı. “Ne oldu kuzen, ne oldu?” diye sordu.

Başıma gelenleri hızlı hızlı anlatırken Ersin’in yüzündeki tedirgin ifade yumuşadı, sırıtmaya ve hatta gülmeye başladı. Kan ter içindeydim ve kuzenimin alaycılığına feci şekilde bozulmuştum. Ama biraz düşününce hikayemin olağanüstü bir yanı olmadığını kabul etmek zorunda kaldım. Ormanda ayağım takılmış ve düşmüştüm. Belki de küçücük bir hayvanın sesinden ürkmüş, boşu boşuna paniklemiştim. “Ama anlamıyorsun, orada bir his oluştu bende, farklı bir şey, bir duygu...” diye geveledim ve sonunda pes ettim.

Ama Ersin böyle ilginçlikleri çözüme kavuşturmadan peşini bırakmazdı. Hemen bir el feneri ve amcasının çifteli tüfeğini aldı. Beni adeta zorla sürükleyerek, o çukurun yanına götürmem için ısrar etti. Ben oraya tekrar gitmeye hiç istekli değildim ama Ersin “gidip fenerle çukurun içine bakarız, böylece için rahatlar. Yoksa ömrün boyunca bunu bir tuhaflık olarak hatırlayacaksın!” deyince ikna olmuştum.

Bu sefer arabayla gittik. Aracı patikada bırakıp çukurun yanına yürüdük. Yanımda tüfekli kuzenim olduğundan kendimi rahat hissediyordum. Ersin feneri çukurun içine tuttu. Çukur en fazla üç metre derinlikteydi ve duvarlarından açığa çıkan kalın ağaç kökleri, içine biri düşse bile bunlara tutunup rahatça dışarı tırmanabilirmiş gibi duruyordu.

Asıl ilginç olan çukurun dibindeydi: Kocaman siyah bir mantar vardı çukurun dibinde. Şimdi el fenerinin ışığında rahatça görülebilen mantar, alışıldığı gibi beyaz, kırmızı ya da kahverengi değil, simsiyahtı. Üstelik üzerine zift dökülmüş gibi parlak bir siyahtı bu. En az bir futbol topu kadar büyük olmalıydı. Hafifçe yana yatmış şapkasının üzerinde fosforlu açık mavi çizgiler vardı, sanki parlıyorlardı.

“Bu ne yaaa! Kuzen sen keşif yapmışsın; böyle mantar gördün mü hayatında? Şerefsizim Neyşınıl Ciyografiye haber olacaz,” diye şaşkınlığını belirtti Ersin ve aşağıya inmeye kalktı. Ben engel olmak istedim ama o pek endişe etmiyordu. “Kuzen arabanın bagajında halat var. Sana zahmet onu getiriver, şu ağaca bağlarız, inip çıkması kolay olur,” dedi.

Arabaya gidip halatı aldım. Çukura dönerken boğuk bir çığlık duydum. Korku içinde koşarken bunun Ersin’in pis bir şakası olduğunu umut ediyordum. Ancak küçük açıklığa vardığımda şok oldum; çukur kapanmıştı! Ne Ersin’den ne de çukurdan iz vardı. Panik halinde sağa sola dönüyordum. Bir yandan hüngür hüngür ağlarken, bir yandan da yaşadıklarım eğer bir kâbus ise uyanmaya çabalıyordum. Ama kâbus bitmedi.

Toprakları kazdımsa da kuzenimi bulamadım. Olayları jandarmaya anlattığımda beni akıl hastanesine gönderdiler. Oldukça bunaltıcı ve belirsiz bir süreç başlamıştı.

Altı ay sonra, artık deli olduğuma kendim de inanmıştım. Doktorların söylediğine göre, belki de Ersin’i öldürüp bir yerlere gömmüştüm. Sonra da yoğun vicdan azabından dolayı beynim bir kaçış yolu olarak olayları çarpıtmış, sorumluluğu doğaüstü güçlere yıkmıştı.

Sonra bir gün Ersin çıkageldi! Doktorum pis pis sırıtıyordu. “İşte bak; ‘çukur yuttu’ dediğin kuzenin burada, üstelik sapasağlam! Altı aydır iş seyahatindeymiş,” dedi. Ne kadar deli olduğumu yüzüme vurmaktan sanki zevk alıyordu.

Ersin de onayladı adamı. “Vah kuzenim sana ne oldu böyle? Altı aydır yurt dışındaydım,” şeklinde konuştu. Yıkılmıştım. Demek ki hâlâ içten içe haklı çıkmayı umut ediyormuşum ki, Ersin’in sağ salim olmasına sevinmek yerine deliliğimin bir defa daha tasdiklenmesine üzülüyordum.

Daha sonra yalnız kaldığımızda Ersin bana “kuzen sende de hiç kafa yokmuş; insanlara böyle saçma sapan şeyler anlatılır mı?” dedi.

Ben de “ne yapayım Ersin, kafayı yemişim işte. Herkesin başına gelebilir,” dedim.

“Orada bir labirent vardı kuzen,” dedi.

“Labirent mi?”

“Korkacak bir şey yok kuzen, labirent zararsız.”

“Sen neden bahsediyorsun? Yoksa söylediklerini değişik mi duyuyorum; beynim iyice mi sulandı?”

“Kuzen, çukura girdiğim zamanı diyorum...”

“ÇUKUR MU?!”

“Şşşşt! Yavaş ol kuzen!”

“Çukur mu, çukur gerçek mi! Adi herif, diğerlerine neden anlatmadın!..”

“Niye, beni de akıl hastanesine koysunlar diye mi?”

Haklıydı.

Hastaneden taburcu olduğumda Ersin beni yine yazlığa götürdü. Sürekli labirenti anlatıyordu. Günlerce dolaşmış labirentte ve sonunda çıktığında anlamış ki, o içerideyken dışarıda altı ay geçmiş. Zaman farklı işliyormuş labirentte. Girdiği kapıyla çıkış kapısı bir değilmiş; yani çukurdan labirente giden yol ile labirentten çukura dönen yol farklı farklıymış. Kapı deyince de bildiğimiz kapı gibi değil; büyük bir mühür, bir işaretmiş kapılar. Bu işaretin üzerinde durduğunda ışınlanır gibi birden kendini öbür tarafta buluyormuşsun. Dönüş yolunu ararken farklı farklı kapılardan geçip, hiç tanımadığı ve kimselere rastlamadığı, çok değişik mekanlarda bulmuş kendini ama hepsinde de bizim rastladığımız gibi karanlık birer çukur varmış.

“Orada yorulmuyorsun, acıkmıyorsun, susamıyorsun ve uykun gelmiyor. Asla canın yanmıyor ve orası öyle bir yer ki... Anlatmakla olmaz, görmen gerek kuzen,” dedi Ersin.

“Kusura bakma ama Ersin; dışarıda zaman hızla akıp giderken gizemli labirentlerde kaybolmaya hiç niyetim yok,” dedim soğukça. Aklımın bir köşesi hâlâ kaybolan altı ayım için Ersin’i sorumlu tutuyordu.

“Hayır korkacak bir şey yok. Labirentte asıl mesele çıkış kapısını bulmak. Bir kere yolu öğrendikten sonra, artık birkaç saatte kolayca çıkabiliyorsun dışarı.”

“Ne yani, sen çıktıktan sonra tekrar mı girdin içeri?”

“Evet. Aslında yanlışlıkla oldu. Çıkar çıkmaz ayağım takıldı ve dengemi kaybedip tekrar çukurun içine düştüm. Ama labirentte hatırladığım yollardan ilerleyerek çabucak tekrar dışarı çıkabildim.”

“Sen gittikten sonra... Çukur kapanmıştı.”

“Kuzen bunları yaşadığın için üzgünüm ama orayı bulan sendin.”

“Evet.”

“Ve kuzen bu bir mucize! Sana söylememiştim ama bende kanser vardı. Labirentten çıkınca zaten kendimi farklı hissediyordum, nitekim dokdora gittiğimde hastalığımın tamamen iyileştiğini ve çok sağlıklı olduğumu söylediler. Doktorlar apışıp kaldı, ‘bu nasıl olabilir?’ diye defalarca beni incelemek istediler. Labirent insanı iyileştiriyor kuzen!”

Ersin sonunda beni oraya girmeye ikna etti. Nasıl olsa çıkış yolunu biliyordu. Onunla birlikte gitmemde bir sakınca olmazdı herhalde. Onun oraya girmekteki rahatlığıydı aslında beni ikna eden ve şu tılsımlı iyileştirme fikri de çok cazipti doğrusu. Emniyet olsun diye bir halatın iki ucunu belimize bağladık, böylece ayrılmayacaktık. Ersin elinde kamerayla kayıt yapıyordu. Asrın buluşunu deli damgası yememeye çalışarak, sakince ve planlı bir şekilde insanlığa duyuracaktık. Beraberce atladık çukura.

Bir an, kocaman siyah mantarın üzerindeki fosforlu mavi çizgilerin parladığını görür gibi oldum. Ani bir kararma ve akabinde aydınlanmadan sonra labirentteydim. İlk hissettiğim korku oldu. Ersin yanımda değildi! Belimize bağladığımız halat görünüşe göre kesilmişti.

En az yirmi metre yüksekliğindeki taş duvarların arasındaki geniş koridorlardan birindeydim. Zemine gözüm takıldığında Çin ya da Japon alfabesindeki harflere benzer, büyük bir işaretin üzerinde durduğumu farkettim. Ortam aydınlıktı. Epeyce yukarıda bir gökyüzü vardı ama pürüzsüz duvarlar yukarı tırmanmayı imkansız hale getiriyordu. Duvarların üzeri hiyeroglif benzeri simgeler ve resimlerle doluydu. Hepsi de tanıdık geliyordu ama hiçbirini hatırlayamıyordum. Etrafta değişik yönlere giden koridorlar ve yol ayrımları vardı. Ve içimdeki bir his, bu labirentin çok ama çok büyük olduğunu söylüyordu.

***

Kabile Reisi’nin kulübesinden dışarıya taşan azarlama bağırtılarına bir tokat sesi eşlik etti. Şaklama, gecenin sessizliğinde insanın içini cızlatacak kadar yoğundu. Yıldızları seyreden İzci’nin yanına oturdum. Aramızda -birbirimize benzesek bile ayrı dünyaların insanları oluşumuzun bilincinde- bir selamlaşma yaşandı. “Sarışın’ın yerinde olmak istemezdim,” dedim başımla Reis’in kulübesini işaret ederek.

Gülümsedi. “Faydası yok. Bunlar daha önce de yaşandı. Kendini öldürtmekten çekinmeyen bir çocuğa birkaç tokat fayda etmez.”

“Neden yapıyor peki? Ölmekten zevk mi alıyor, canı yanmıyor mu?”

“Elbette canı çok yanıyor. Onun sevdiği ölmek değil, yeniden doğmak! Çektiği acılar da yeniden doğuşunun bedeli.”

Bu sırada Sarışın, Kabile Reisi’nin kulübesinden çıktı. Yediği tokatlara rağmen yüzünde muzip bir gülümseme vardı. Yanına gittim. Biraz hal hatır sorduktan sonra, asıl konuya girdim. “Sana sormak istediklerim var Sarışın.”

“Evet?”

“Sen Labirent’i en çok ziyaret edenlerdensin; kaybolmaktan korkmuyor musun?”

“Eskiden korkardım ama artık korkmuyorum. Her yeniden doğuşumla birlikte duvarların bir kısmı yıkıldı, geri kalanların da üstündeki yazılar ve işaretler gittikçe anlam kazanmaya başladı. Artık kapı mühürleri o kadar parlak ki enerjilerini çok uzaklardan hissedebiliyorum. Labirent’i kendi bahçem gibi tanıyorum artık.”

“Vay canına, bütün bunlar ne zaman oldu böyle. Peki geçmişe giden bir kapı buldun mu?”

“Öyle bir kapıya rastlamadım.”

“Bak Sarışın açık konuşacağım; buraya çıkmadan önce Labirent’te boşu boşuna o kadar çok dolaştım ki, bir daha içeriye girmeye cesaret edemiyorum. Senden bir şey rica edeceğim; bana Labirent’in bir haritasını çizebilir misin? Böylece yolumu kaybetmeden yapabilirim araştırmalarımı. Geçmişe açılan bir kapı olmalı, bunu hissediyorum.”

Sarışın çocuk yüzüme buruk bir gülümseme ile baktı. “Bilmiyorsun değil mi?” dedi.

“Bilmiyor muyum? Neyi bilmiyorum?”

“Labirent... ilhamını kişinin bilincinden alır. O yüzden herkesin labirenti farklıdır. Labirent... sensin aslında.”



SON
             .

40
Okumadığım bir iki öykü var(zaten toplamda 5 öykü, ayıp?!). Onları da okuduğumda oyumu kullanacağım. Ancak yazarların kendi öykülerine oy vermesi nasıl engellenecek, onu merak ediyorum? :D (Kendime oy vereceğimden değil, merak. :D )
Engellemeye gerek mi var?!   ;D  Yok yapmaz kimse öyle bir şey, cık cık...

41
Kurgu İskelesi / Kuantum Çarpması
« : 01 Temmuz 2009, 16:11:50 »
.

Kuantum Çarpması


Ersin Kav, soğuğun ısırgan öpücüklerini bedeninde hissetmeye başlamıştı. Kaç saat olmuştu, eriyen karların ıslattığı boş yollarda, böyle amaçsızca dolaşmaya başlayalı? Soğuk havanın etkisiyle akan burnunu silmeyi, sırf ellerini cebinden çıkarmamak için erteledi. Nasıl olsa etrafta kimseler yoktu. Özellikle bu mevsimde; deniz, orman ve dağlar arasında sıkışmış bu sayfiye kasabası oldukça ıssızdı.

Karlar eriyordu. İlkbahar geliyordu. İlkbahar geldiğinde belki kendini daha iyi hissedecekti. Ama şu anda... Hâlâ soğuktu. Yolun ortasında dikilmiş üşürken, bir Allah’ın kulu da çıkıp “arkadaşım neyin var?” demiyordu. Kimse yoktu.

Su birikintisindeki yansımasına bakarken gözleri nemlendi. Orada buzlu suların ardında başka bir Ersin vardı. Ama net değildi. Bulanıktı. Ağlıyorsa bile belli olmuyordu. Burnunu çekti. İçinden, çok derinlerden, adeta karanlık kuyuların dibi gibi uzak ve belirsiz bir yerlerden ona seslenildi. Zayıf ama hatırlı bir sesti bu. Yürümesini istiyordu, nefes almasını. Ersin burnunu çekti ve yürüdü. Boğazında yutkunamadığı bir his vardı.

Mihriban Teyzesinin müstakil evine geldiğinde, yine kapı kilitli değildi. Sıcaktı ve yemek kokuları vardı.

“Döndün mü Ersin? Evladım nerede kaldın? Üşümüşsündür, paltonu da almamışsın,” dedi teyzesi. Her zamanki gibi şefkatliydi.

“Yok, üşümedim pek. Kasabadaki kahveye gittim. Yaşlılarla oturdum.”

“Ihlamur kaynatmıştım, iç biraz... Ersin, bu daha ne kadar devam edecek? Senin gibi genç bir adama yakışmıyor böyle münzevilik. Suratın gülmüyor. Artık hayata karışmalısın. Biraz hayattan zevk almalısın. Ama bu ıssız yerlerde, avare dervişler gibi dolanarak olmaz. İstanbul’a dönmelisin.”

“Beni istemiyor musun teyze?”

“Delinin zoruna bak! Ben senin mutlu olmanı istiyorum.”

“Ben... Merak etme... Biraz zaman...”

Haftalar geçti.

***

Haftalar geçti. Karlar eridi; soğuk, yerini taze bir serinliğe bıraktı. İlkbahar gelmişti. Ve Ersin hâlâ yürüyordu. Ama artık adımlarını daha sağlam basıyordu. Uzun saatler süren yürüyüşler, artık nereye gittiğini bilmeden değil, yeni yerler keşfetmenin zevkiyle yapılır olmuştu. Denizi, ormanı, doğayı tanımıştı Ersin. Bir kuş sesi, ormanın kokusu, ya da bulutların görüntüsü gülümsetir olmuştu genç adamı. Artık iyi hissediyordu.

O sabah her zamanki gibi Teyzesiyle kahvaltı ederken, “yarın İstanbul’a dönüyorum,” dedi. Gülümsedi. Teyzesi uzanıp Ersin’e sarıldı. Annesi gibi.

Son kez yürüyüşe çıktı. Orman patikalarına girdi. Şehire gidince buraları özleyeceğine emindi. Ormanın içinde ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu ama en az iki saat olmalıydı. Bir ara durup küçük sırt çantasındaki sandviçlerden atıştırmıştı. Kaybolma riskine girmemek için yürüyüşlerinde asla patikalardan ayrılmıyordu. Sık ağaçların arasından görebildiği kadarıyla güneş alçalmaya başlamıştı. Dönmeye karar verdiği sırada suyun şırıltısını duyarak biraz daha ilerledi. Küçük bir ırmağın kıyısına geldi. Burada eski, rutubetli, yosunlu bir tahta köprü vardı. Ersin buraya daha önce de gelmişti ama o zamanlar ırmak, eriyen karların etkisiyle olsa gerek, oldukça yüksekti. Su o zamanlar gürül gürül akıyor, üstelik köprünün üstünden taşıyordu. Şimdi artık ehlîleşen nehir, yatağında nispeten uysalca çağıldıyor, daha tehlikesiz hatta ferahlatıcı görünüyordu.

Buradan öteye geçmek için son fırsattı. Ersin ilk anda, hemen karşıya geçip bir beş on dakika karşı kıyıda keşif yapmak istedi. Ama köprü... Ürkütücüydü. Bir gariplik vardı. Köprü sanki eğilip bükülmüş, sonra da pusuya yatmışçasına tekrar düzelmiş gibiydi. Belki de çürüktü; Ersin ortasına geldiğinde çatırtıyla çökecek, genç adam kendini soğuk sularda bulacak, daha da kötüsü kayalara çarparak bir tarafını kıracaktı. Buralarda yaralansa jandarma onu bulana kadar kangren olurdu. Ve köprünün ardındaki orman parçası; daha karanlık, daha kuytu, göz aldatıcı gibi bir izlenim vermişti. Kuşlar sustu. Akşam çöküyordu. Ürperdi.

Belki de buraların keşfini başka bir zamana bırakmalıydı. Yazın teyzesini tekrar ziyaret edecekti nasıl olsa. Döndü.

“Korktun mu?” dedi döndüğünde yüz yüze geldiği genç kız.

Ersin neredeyse korkudan havaya zıplayacaktı. Hatta belki de zıplamıştı da hatırlayacak kadar aklına mukayyet olamamıştı. Genç bir kız vardı karşısında. Ersin geldiğini duymamıştı. Kızın civciv sarısı kısacık saçları ve kocaman, koyun gibi gözleri vardı. Boyu kısa olmasa da, minyon tipliydi. İnce bedenine iliştirilmiş küçük sevimli organları onu oldukça çekici kılıyordu. Küçük bir burun, ağız, çene, küçük kalçalar ve bir limonun iki yarısı gibi göğüsler. Baharın kucağına pırtlamış goncalar gibi tazeydi. Paspal kot pantolonunun üstüne giydiği kazak, (artık hangi kumaştansa) elastikti. Pıtırlar, oradaydılar. Ersin, ilk etapta ödünü patlatan irkilmenin, üzerinde yarattığı yüksek tansiyonumsu heyecan halini atlattı. Neden sonra bakışlarını kızın gözlerine çevirdi, kocaman gözlerine... Kızın bakışları, hiç kırpmadığı gözleri ve ince dudaklarının muzip kıvrımları, insanı etkisine alan, hem tutkuyla ateşleyen, hem de korkuyla heyecanlandıran bir güce sahipti. Ersin onun bir kedi olduğunu düşündü. Kendisi de güvercindi.

“Korktun mu?” diye tekrarladı kız.

“Ödümü patlattın!” diye itiraf etti adam. Altına kaçırmadığına şükrediyordu.

Kız isterik bir kahkaha attı. İnsanları korkutmak hoşuna gidiyor olmalıydı. “Onu demiyorum. Köprüden geçmeye korktun, öyle değil mi? Yarım saat düşündün köprünün başında, sonunda karşıya geçmekten vazgeçtin.”

“O köprü... Hayır, geç oldu. Hava kararacak diye...”

“Sen Mihriban teyzenin yeğeni Ersin’sin değil mi?”

“Evet. Sen de?..”

“Ben de Hülya’yım” dedi kız ve dinamik bir şekilde adamla tokalaştı. “İstanbul’lusun değil mi?”

“Evet.”

“Ben hiç gitmedim, güzel midir?”

“Güzeldir. Sen...”

“Hadi köprüyü geçelim!”

“Ne?”

Kız fırladı, köprüye doğru koştu. Kalçaları güzeldi.

“Dur bakalım! Geç oldu, dönmemiz lazım. Hem senin gibi bir kız burada tek başına ne arıyor? Seni merak edecek kimsen yok mu?” dedi Ersin.

Hülya köprünün başında bir an durmuştu. “Bu yolun nereye gittiğini merak etmiyor musun? Beni yalnız bırakma, başıma bir şey gelirse vicdan azabı çekersin bak!” dedi ve hızla köprüden geçmeye başladı.

“Dur Hülya, çürük olabilir!” diye bağırdı Ersin ama terelelli olduğu hakkında bariz ip uçları veren genç kız karşıya geçmişti bile. Ormanın gölgeleri arasında kaybolmadan önce, son bir kez dönerek “korkak!” diye bağırdı. Orada bir patika olmalıydı, gölgelere giden... Ersin de köprüyü geçti. Hülya’ya yetişmek için adımlarını sıklaştırdı. Biraz sonra, bir ağaca yaslanmış kendisini bekleyen kızı buldu. “Beni bırakmayacağını biliyordum,” dedi Hülya gülümseyerek. Genç adamın montunun yakasından tuttu, dibine kadar sokulmuştu. Gözleri gözlerinde, fısıltılı bir sesle, “teşekkür ederim,” diye ekledi. Ersin bir an kızın onu öpeceğini zannetti. Güzel kokuyordu. Ama Hülya derhal hiperaktif bir şekilde ormanın derinliklerine doğru uzaklaştı. Kâh yürüyor, kâh koşuyor, ceylan gibi sekiyordu. Ersin devamlı onu geri dönmeleri için ikna etmeye çalışıyor ama deli kız şen kahkahalarla ortalığı çınlatıyordu. Hava karardığında kaybolmuşlardı.

Ersin artık tecrübeli bir doğa yürüyüşçüsüydü. Küçük sırt çantasında yiyecek, içecek, bıçak, ip, ateş, sağlık malzemesi, hatta yedek çorap, ve bunun gibi ihtiyaç duyabileceği bütün ıvır zıvırları taşıyordu. El fenerini çıkarttı ve yollarını aydınlattı. Artık etrafta patika filan yoktu. “Kaybolduk,” diye soğuk bir sesle itiraf etti.

“Çok afedersin, benim yüzümden oldu,” derken bile Hülya’nın ses tonunda bastırmaya çalıştığı bir muziplik tınısı vardı.

Biraz daha ilerlediklerinde, orman adeta yollarını kesti. Fenerin ışığı bile bitki örtüsünde boşluk bulamadı. “Burada bir duvar var!” diye bağırdı Hülya. Tam önlerinde sarmaşıklarla kaplı, metrelerce yükseklikte eski bir duvar yollarına set çekmişti. “Bu bir evin bahçe duvarı olmalı,” diye ekledi. Genç kızın elleri; kadim zamanlardan kalma, yosun tutmuş, rutubet serinliğindeki taşların üzerinde hayranlıkla dolaşıyordu. Sanki okşuyordu.

“Duvarın yüksekliğine bakılırsa, ev değil şato olmalı,” dedi Ersin. “Hadi kapıyı bulalım.”

Duvarların etrafında dolaşıp kapıyı buldular. Paslı, demir parmaklıklı, içeriyi gösteren bir kapıydı. Kilitli değildi ama yıllardır açılmamış gibi bir izlenim veriyordu. İleride üç-dört katlı, şato değilse de oldukça büyük, görkemli bir malikâne gözüküyordu. Neredeyse bütün pencerelerde ışık vardı. “Hadi içeri girelim,” dedi Hülya ve demir kapıyı aralayarak bahçeye daldı.

Ersin, gecenin karanlığında, korku filmlerindeki hayaletli evler gibi görünen binaya tedirginlikle baktı. Halbuki yarın sabah yola çıkacak, İstanbul’a dönecekti. Tam da son gün bu kız nereden düşmüştü peşine, daha doğrusu kim kimin peşine düşmüştü? Başına bela aldığı kesindi. Tatlı bela. Teyzesi meraktan çıldırmış olmalıydı. Muhakkak jandarmaları aramıştı. Şimdi, uzun zaman önce (karlar henüz erimemişken) bir öfke nöbetinde duvara çarpıp parçaladığı cep telefonu yanında olsaydı bile buralarda çekmeyeceğini biliyordu. Belki bu evden teyzesini arayabilirdi. Hülya’yı takip etti.

“Pencerelerde ışık var!” diye çığlık attı kız. “Demek ki birileri var içeride!”

“Bütün ışıklar yandığına göre oldukça kalabalık olmalılar” dedi Ersin. Kapıyı çaldı. Ama açan olmadı. Defalarca çalmalarına rağmen cevap yoktu. Pencereler yüksekte ve perdeliydi, içerisini görmek imkansızdı. Hülya, “içeride olduğunuzu biliyorum, açın yoksa kırarız kapıyı!” diye bağırdığında da bir cevap gelmedi. Neden sonra genç kız, Ersin’in, “dur ne yapıyorsun? Sakin ol!” şeklindeki uyarı ve engellemelerine rağmen kapıyı tekmeleyince, aslında kapının kilitli olmadığı anlaşıldı. Kendiliğinden açılmıştı. Hülya içeri dalmıştı bile. Bütün bu aşırılıklarını sinirle değil, neşeyle yapıyordu. Ersin kızın bu deli dolu hareketlerine gıcık olsa da, galiba ondan hoşlanıyordu.

İçeri girip birkaç basamak çıkınca kendilerini büyükçe dairesel bir holde buldular. Şimdi sağ ve sol tarafta uzun birer koridor ve tam karşılarında da üst katlara çıkan genişçe bir merdiven vardı. Tavana gömülü zayıf ışık kaynaklarından başka hiçbir eşya yoktu. Daha sonra keşfedecekleri gibi bu evdeki çok sayıda odanın hiçbirinde eşya yoktu, sadece birer pencere... Ev sahiplerine seslendiler ama cevap gelmedi. “Burası hayaletli olabilir,” dedi Hülya. Lunaparkta korku tüneline girmek üzere olan çocuklar gibi neşeliydi. Ersin ise durumdan hoşlanmamıştı.

Rastgele bir şekilde sağdaki koridora girdiler ve koridor boyunca sağlı sollu sıralanan pek çok kapıdan ilkini açtılar. Kapıdan koridora taşan kuvvetli ışıkla gözleri kamaştı. Odaya girdiklerinde bir an şaşkınlıktan donakaldılar. Tam karşıda yaklaşık üç metreye üç metre kocaman, yekpare camdan (açılamayan) bir pencere duruyordu. Ama asıl şaşkınlık veren, insanı şok eden tarafı, dışarıda günlük güneşlik bir havanın olmasıydı. İkisi ilk şaşkınlıklarını attıktan sonra pencereye yaklaştılar. “Burası... İstanbul.” diyebildi Ersin.

“İstanbul mu? Ama nasıl olur?”

“Baksana Boğaz’ı görmüyor musun? Karşısı Sarayburnu, Karaköy. İşte şu tam karşımızdaki de Kız Kulesi. Biz de Salacak’ta olmalıyız bu pozisyona göre.”

“Ben İstanbul’u hiç görmedim Ersin, yabancısıyım. Ama şu Kız Kulesi dediğin, onun efsanesini duymuştum. Çok eskiden bir kral kızını oraya hapsetmiş, kaderindeki ölümden korumak için. Ama ölüm bir yılan kılığında, meyve sepetine saklanarak girmiş kuleye ve zavallı prenses kaderinden kaçamamış.”

Ersin inanamayarak izliyordu Hülya’yı. Bir an rüyada olduğundan şüphelendi. Ama değildi. Tekrar pencereye döndü. “Bu çok gelişmiş bir televizyon ekranı olmalı” dedi. “Yüksek teknoloji. Gerçi ses yok; ama insanlar, arabalar, vapurlar, martılar; hepsi ne kadar da canlı gözüküyor. Üç boyutlu bir derinlik var.”

“Belki de biz ışınlandık filan. Boyutlar arasında seyahat etmiş olamaz mıyız? Buna televizyon diyorsun ama ben güneşin etkisini tenimde hissediyorum.”

“Dedim ya yüksek teknoloji. Işınlanma dediğin... Yani bir şeyler hissederdik en azından... En iyisi dışarıya bir göz atalım emin olmak için.”

İkisi de neredeyse koşarak dış kapıya gittiler. Gecenin karanlığı, orman ve bahçe hâlâ yerli yerindeydi. Belirsizliğin omuz çöküntüsüyle tekrar Salacak manzarasına döndüler. “Eşya da yok ki bu evde. Bir sandalye olsaydı atardık, görürdük bakalım pencere mi, ekran mı?” dedi Hülya. 

Ersin için bu bardağı taşıran son damla oldu. “Bak Hülya, neşeli vurdumduymazlıklarından hoşlanmadığımı sanma sakın; ama bu devasa ekran ya da pencere, sadece cam bile olsa yeterince pahalıdır, hele de yüksek teknoloji ürünü bir cihazsa, servet değerinde olmalı. Üstelik burası başkasının evi ve biz de haneye tecavüz ediyoruz. O yüzden, senden çok rica ediyorum, lütfen hiçbir şeyi kırma hatta kurcalama bile. Ve ne olursun evi yakma Hülya, lütfen!”

Hülya gülüyordu. “Aaa, şaka yapıyorum yaa. Sen de amma safsın hemen inandın, neden kırayım elalemin eşyasını?”

Ersin inanmış gözüktü. Başka bir odaya girdiler. Yine bir pencere vardı. “Burası Taksim.” dedi Ersin. Bu sefer görüntü yakındı. Hava kapalıydı ve yağmur çiseliyordu. Arada pencere olmasa, ellerini uzatıp aceleyle koşturan insanlara dokunabilirlerdi. İnsanlar, onların farkında değildiler. “Pencere olmadığı böylece ispatlanmış oldu,” dedi Ersin. Hülya ise adamı irkilterek, dışarıdakilere avazı çıktığı kadar, “Heeeyy, şapşallar biz buradayız!” diye bağırdı. Gülüştüler. Bir müddet orada dikilip, koşuşturan insanların sessiz filmini seyrettiler. “Görünce daha iyi anladım ne kadar özlediğimi,” dedi Ersin. Dudağında buruk bir tebessüm vardı.

“İstanbul’u mu?”

“Evet İstanbul’u.”

“Hadi diğer odaları da dolaşalım!” dedi kız.

Diğer odaları da dolaşmaya başladılar. Hepsi de tıpatıp birbirine benzeyen birsürü oda vardı. Sadece ekranın gösterdikleri farklıydı. Pencereler hep İstanbul’a ama değişik yer ve değişik zamanlara bakıyordu. Gördükleri, bazen on katlı bir binanın tepesinden seyreder gibi geniş açılı bir manzara, bazen de bir sokağın seviyesinden, hatta kısıtlı, dar bir alan olabiliyordu. Bazen güneşli, bazen yağmurlu, karlı, bazen gece, bazen gündüz, ya da sabahın erken saatlerinde in cin top oynarken... Ersin’in tanıdığı, görünce hatırladığı yerlerdi buralar. Çocukluğunun, gençliğinin, hayatının geçtiği yerler. İstanbul.

İzlemesi zevkliydi. Hem de çok zevkliydi. Ses yoktu gerçi, ama görüntüler o kadar gerçekti ki; televizyon gibi değildi. Hülya yabancısı olduğundan, Ersin her pencerenin önünde ona İstanbul’u anlatıyordu. Tur rehberi gibi her manzarayı kendi anlatılarıyla süslüyordu.

Haliç kıyıları. Ersin’in çocukluğu burada geçmiş, Cibali’de ilkokula gitmişti. Daracık sokaklar. İşte Balat. Burada bir martıya sapan atmış, kuş taşı havada yakalayarak, yiyecek olmadığını anladığında geri tükürmüştü. Küçük Ersin yaptığından utanmış, o günden sonra hayvanlara hep iyi davranmıştı. Fatih Camisi; ortaokuldayken arkadaki medresenin camlarını kırmışlardı. Kim bilir ne kadar masraf olmuştur. Sultanahmet’te liseye gitmişti. Dikili taşlar, Alman Çeşmesi, Sultanahmet Camisi, Ayasofya. Turistler bunları görmek için dünyanın öbür ucundan gelirken o her gün yanlarından geçip okula gitmişti. Oradaki yeraltı su sarnıcı, binbeşyüz yıl evvel yapılmış ve üçyüz otuz altı tane sütun varmış içinde. Eğer Hülya bir gün İstanbul’a gelirse onu seve seve oraya götürecek, böylece genç kız suya dilek parası atabilecekti. Çemberlitaş, Sahaflar; eski zamanlar. Mısır çarşısı, Kapalıçarşı. Gülhane Parkı; eskiden hayvanlar vardı orada ama şimdi yok. Topkapı Sarayı; şehrin hakimi. Çeşit çeşit müze, bitmez geze geze. Galata köprüsünde nargile, bira. Galata Kulesi; Hazerfan Ahmet Çelebi. Karaköy; mektep de derler, neden diye sorma. Vapurlar, İstanbul demek! Boğaz, mavi. Tünel, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Taksim. Kadıköy, Üsküdar, Çamlıca, Beylerbeyi, Beykoz. Anadolu Hisarı ve Rumeli. Sarıyer, Bebek.

Sonunda birinci kattaki iki koridorun bütün odalarını dolaştıktan sonra, ikinci kata çıktılar. Merdivenler üçüncü kata da devam ediyordu ama burada da tıpkı birinci kattaki gibi, sağa ve sola uzanan, kapılarla dolu iki uzun koridor vardı. Anlaşılan katlar da birbirinin tıpatıp aynısıydı. Bu kattaki odaları da dolaşmaya başladılar.

Yıldız Parkı; sevgililerin götürüldüğü. Beşiktaş; Hakan Pastanesinde nargile içmeler. Barbaros Bulvarı... Ersin birden sustu. Uzaktan gördüğü şu nargile içen grup, tuhaf şekilde tanıdık gelmişti. Sanki üniversite yıllarındaki arkadaş grubu. Ama o zaman... O mavi kazaklı da kendisi olmalıydı. Mesafe uzaktı; emin olamadı. Daha sonra Ortaköy’de, uzun yıllar önce Kanada’ya taşınmış bir arkadaşını gördü. Levent’te, kalabalığın arasında platonik aşkı eski almanca öğretmeni vardı. Rahmetli bakkal amcayı bir cami çıkışında, kavga edip küstüğü mahalle arkadaşı Ünsal’ı vapurdan inerken, Nedime teyzeyi otobüse binerken, tacizci berberi mezarlıkta gördü. Neden sonra, Hülya’ya İstanbul’u anlatırken, aynı zamanda kendi hayatını da anlattığını idrak etti.

İkinci katın bir koridorundaki odaları bitirip de diğer koridora geçerlerken, korkunç bir kükreme duydular. Aşağıdan geliyordu. İkisi de donup kaldı. Bir kükreme daha duyuldu. Bu hayvan kükremesinden öte bir şeydi. İnsanın kanını donduran, yüreğine korku salan, elini ayağını titreten bir sesti. Cesaretlerini toplayıp, ayaklarının uçlarına basarak merdivenlerden aşağıdaki ana holü görebilecek kadar aşağıya indiler. Sinmişler, birbirlerine sokulmuşlardı. Tırabzanların arasından aşağısını gözetlediler.

Görüş alanına girmese de canavarın gölgesi görünüyordu. Bir şeyler yapıyordu. Belki de besleniyordu. Çünkü aşağıdan açılıp kapanan abartılı çene sesleri, iç bulandıran ağız şapırtıları duyuluyordu. “Kendi bağırsaklarını yiyor,” dedi Hülya fısıltıyla. Ersin, zaten deli olan birinin, bir de korkudan aklını kaçırırsa nasıl olacağını düşündü. Sonra başkası için endişelenmenin kendi korkusunu bastırmadığını anladı.

Canavar harekete geçti. Oldukça yavaş yürüyordu. Döşemelerin gıcırtısı ve gümbürtülü ayak sesleri, Ersin ve Hülya’yı devasa bir beklentiye soktu. İkisi gözlerini kırpmadan aşağı kattaki ölümcül ev sahibinin görüntüye girmesini beklediler. Elele tutuşmuşlardı.

Üç metre çapında devasa bir patatese benzeyen gövdesi, yapış yapış, ay yüzeyindeki kraterleri andıran çukurlar ve nabız gibi atan çok gelişmiş kocaman sivilcelerle doluydu. Bu hantal gövde dört ayak üzerinde ilerliyordu. Bunlar ayaktan çok, yedi parmaklı çirkin yeşil ellerdi. Yaratığın kafası bir koyun kadardı. Aslında baca gibi öne doğru uzanan, akordiyon kırışıklığında bir boyun ile ucunda seksen doksan sivri diş olan bir ayı kapanına benzeyen, dudaksız çeneleri vardı. Büyük ihtimalle bu baş değil, komple ağızdı. Dişlerini tak tak açıp kapatıyor, salyaları akıyordu. Çoğu boynunun etrafında olmak üzere, gövdeden fırlamış sekiz on adet, bir iki karış boylarında, her birinin ucunda kapaksız bir göz olan, yılana benzer teleskobik organları vardı. Bu gözler, kımıl kımıl solucanlar gibi devamlı hareket ediyor, etrafı gözlüyorlardı. Bu yaratığın gözünden kaçmak imkansızdı. Nitekim solucan gözlerden üç tanesi, irkilen cinsel organlar gibi Ersin ve Hülya’nın olduğu tarafa doğru sertleştiler.

Canavar haykırdı. Şahmerdan adımlarıyla merdivenlere yönelirken, diğer ikisi korkuyla üst katlara kaçtı. “Üçüncü kata!” dedi Ersin. Diğerlerinin benzeri bir koridora dalıp birkaç saniye plansız bir şekilde koştular. Durduklarında Ersin çantasından bıçağını çıkarttı ve onun aslında basit bir çakı olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. “Onu bana ver” dedi Hülya. Bunu canavarın dişlerine kürdan niyetine mi kullanacaktı acaba? Ersin kızın kendini biraz da olsa güvende hissetmesi adına bıçağı verdi. Bu kata ilk defa çıkıyorlardı. “Odaları arayalım” dedi Ersin. Kıza diğer kapıyı işaret ederek kendisi aksi yöndeki odaya girdi. Titriyordu.

Burası da aynıydı. Her yer çıkmaz sokaktı. Tam çıkmak üzereydi ki, penceredeki mekan tanıdık geldi. Zaten her yer tanıdıktı ama burası... Moda da bir çay bahçesi; eskiden nişanlısıyla sık sık gittiği yerdi. Ta ki kendisini terk edene kadar. Pencereye yaklaştı. Deniz manzaralı hoş bir çay bahçesi ve işte nişanlısı da oradaydı. Uğruna psikolojisinin bozulduğu... Sonsuza kadar mutlu olacaklardı güya, en acılı, yaslı günlerinde terk etmişti Ersin’i. Annesinin öldüğü... Bu pencerede bir tuhaflık vardı. Ekrandaki görüntü zum yapar gibi yavaş yavaş yaklaşıyordu. Ersin tek başına oturan eski nişanlısının parmağındaki yüzüğü açık seçik görüyordu şimdi. Pahalı bir şeydi. Annesi aile yadigarı yüzüğü vermek istemeyince, Ersin kızıp borca girmiş, biricik sevgilisi, aşkından çıldırdığı, hala unutamadığı, kalbini sızlatan kadın için en pahalısından bir pırlanta almıştı. Ersin almıştı. Eski nişanlısı o yüzüğü ne yapmıştı acaba, satmış mıdır diğer hediyelerle birlikte? Ekrana dokundu. Soğuktu. Kızın üzerindeki bu kıyafeti hatırlamıştı; ekose etek ve ceket. Evet, o günü hatırlıyordu. Zavallı kızcağızın babasına haciz gelecekti, yüklü miktarda para lazımdı. Üzüntüden ağlamıştı. Parayı vermişti Ersin, kayın pederine yardım... Birden görüntüye giren bir adam kızın masasına oturdu. Kız şaşkındı. Adamı azarlıyor, sanki neden geldin diyor, gitmesini istiyordu. Adam ise kaypak bir şekilde gülümsüyordu. Ersin bu adamı tanıdı. Eski nişanlısının amcasının oğluydu, sadece bir kez karşılaşmışlardı. Amcaoğlu elini kızın bacaklarına attı. Kız panik heyecan karışımı bir ifadeyle etrafını gözlüyor, adamın gittikçe ekose eteğin altına kayan elini durdurmaya çalışıyordu. Sonunda teslim oldu. Moda da bir çay bahçesinde, herkesin ortasında, masanın altında oldu her şey. Kadın, ıkınır bir ifadeyle, yüzü kızararak, kasılarak ve çabucak, rahatladı. Amcaoğlu parmaklarını koklayarak kalktı ve yüzünde yavşak bir gülümseme ile uzaklaştı. Eski nişanlı makyajını tazeledi. 

“Ersin, bunu görmelisin!” diye daldı içeriye Hülya. “Öbür odadaki ekranda sen varsın!” dedi. Ersin beklemeden öbür tarafa yürüdü. Diğer odada ki filmde baş rollerde annesiyle kendisi vardı. Onu son kez gördüğü gün. Kavga ediyorlardı. Ses yoktu gerçi ama Ersin o gün ne konuştuklarını aşağı yukarı hatırlıyordu. “O kızla evlenirsen hakkımı helal etmem!” diyordu annesi. Ersin de sert konuşmuştu. “Cehennemin dibine kadar...” demiş olabilirdi ya da ona yakın bir şey. İşte kapıyı çarpıp gidiyordu. Annesi fenalık geçiriyordu, kalbi varmış meğerse. Ölüyordu.

Birden Hülya’nın çığlığı duyuldu! Genç adam yaşlı gözlerle koridora fırladı. Bu kız ne aralık kaybolmuştu ortadan? Ersin merdivenlere doğru giderken yutkunmaya, hıçkırmalarına engel olmaya çalışıyordu; koşarken ağlamak zor oluyordu. “Hülya!” diye bağırdı. Merdivenlere varıp da gözyaşlarını sildiğinde tam karşısındaki diğer koridorda canavarı gördü. Hülya’yı tutmuştu. Ayak el karışımı iki ön uzvuyla kızın gövde ve bacaklarından kavramış, yatay vaziyette tutuyordu; tıpkı bir sandviçi tutar gibi. Gövdesinde saplanmış bir bıçak vardı. Kızın ise sesi çıkmıyordu ama kocaman koyun gözlerini Ersin’e dikmiş hiç kırpıştırmadan bakıyordu.

Canavar Hülya’yı ısırdı. Hızar gibi işleyen çenesi kızın böğründen başlayarak, ard arda ısırışlarla karnını parçalayıp bütün iç organlarını ortaya döktü. Kanlar fıskiye gibi sıçradı. Ersin şiddetli öğürtülerle içindekileri kustu. Canavar iki parçaya ayırdığı kızı bırakarak Ersin’e doğru hamle etti. Adamın dizleri titriyordu, belki de bayılmak üzereydi. Ama içindeki o ses yine devreye girdi ve ona derhal kaçmasını, koşmasını emretti. Ersin merdivenlerden aşağıya rüzgar gibi indi ve canavarın yavaş temposuyla ona yetişemeyeceğini bildiği halde bahçe kapısından dışarı adım atana kadar durmadı.

Sabah olmuştu. Ersin gündüz gözüyle bu uğursuz eve tekrar baktı. Temiz hava kendini biraz daha iyi hissettirmişti. Şimdi gidecek ama jandarmalarla birlikte tekrar dönecekti. Yaratığı öldürecekler ve o canavarı yaratan genetik deneylerin sorumluları her kimse (tabii hâlâ hayattalarsa) bunların hesabını verecekti. Zavallı Hülya... Hızlı hızlı yürüdü. Saatlerce yolu bulmaya çalıştı. Sonunda o uğursuz köprüyü bulduğunda geri kalan yol daha kolay geçti. Çok yorgun ve pisti. Teyzesinin evine vardığında adım atacak hali kalmamıştı. Kapı kilitli değildi yine. İçerisi sıcaktı ve güzel yemek kokuları vardı.

“Ersin, sen mi geldin yavrum?” diye seslendi teyzesi. Mutfaktaydı.

Ersin ayaklarını sürüye sürüye mutfağa girdi. Çok susamıştı.

“Nasıl geçti yürüyüşün?” diye sordu teyzesi. Kafasını kaldırıp bakmamıştı. Elindeki tahta kaşıkla bir tencere karıştırıyordu. Gülümsüyordu. Sonra kafasını kaldırdı ve yeğeniyle göz göze geldi. “Ne oldu canım, durgunsun? Papatya çayı içer misin?” dedi.

“Teyze, bugün günlerden ne?” dedi Ersin.

Mihriban Teyze elindeki işi bırakıp, yüzünde şefkatli bir hüzün ifadesiyle Ersin’in yanına geldi. Uzanıp yeğeninin yanaklarından tuttu, saçını okşadı. “Suratın gülmüyor. Artık hayata karışmalısın. Biraz hayattan zevk almalısın. Ama bu ıssız yerlerde, avare dervişler gibi dolanarak olmaz. İstanbul’a dönmelisin,” dedi.

SON

42
Kurgu İskelesi / Ynt: Bedevi
« : 30 Haziran 2009, 20:02:37 »
Başta kutup ayısı ve full metal alchemist mizanseni oldu ilk düşüncem...
;D "Çölde kutup ayısı mı!"   ;D :zuha

43
Kurgu İskelesi / Bedevi
« : 30 Haziran 2009, 19:32:02 »
.


Bedevi

“O bir Bedevi!”

Kum tepesinin üzerinde, siyah atına binmiş ve gözleri hariç her yerine siyah kumaşlar sarınmış savaşçı, çok azametli duruyordu. Kalın palasından yansıyan güneş gözlerimizi kamaştırdı. Günlerdir sıcak kum deryasında zavallı arkadaşım Alfonso ve ben -Dante- nereye gittiğimizi bilmeden dolaşmıştık; ve gördüğümüz sayısız seraptan sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; bu Bedevi, hayal olamayacak kadar inanılmaz görünüyordu.

“Ne yapıyor? Bizi mi gözetliyor? Neden bizi kurtarmıyor?” diye sordu Alfonso.

Üst üste kurduğu bu cümleleri sarf edebilmek için ağzında yeterince tükürük olmasına şaştım doğrusu. Ne de olsa henüz iki üç saat önce beni -kanımı içmek amacıyla- öldürmeye kalkışan kendisiydi. Neyse ki tek silahımız olan hançeri ele geçirmiştim de arkadaşımın bir yamyama dönüşmesi şimdilik ertelenmişti. “Sen kurtarılmayı hak etmiyorsun Alfonso!” dedim. Ne kadar ironiktir ki; bunları söylerken çatlayan dudaklarımdan sızan kanları kurumadan yalamanın zevkini çıkarabilmiştim.

“Dostum Dante, hâlâ kızgın mısın bana? Geçici bir delilikti yaptıklarım; sıcaktan beynim sulanmıştı,” dedi.

Güneş yanıklarıyla dolu, derileri kalkmış, kavrulmuş suratına baktığımda alıngan bir ifade görür gibi oldum. Ne yazık ki lafı yapıştıracak kadar enerjim kalmamıştı. Çok susadım. Artık ölümün dinlendirici bir deneyim olacağına kendimi ikna etmiştim ki, şimdi de şu Bedevi çıkmıştı ortaya. Bizim için bir kurtuluş muydu, yoksa bizi köle olarak mı satacaktı? Ne yapacaktı? Bu çöl savaşçıları hakkında anlatılan bütün hikayeler, efsanelerden ibaret. Onları doğru dürüst gören bile olmaz. Zaten birazcık aklı olan, çölden uzak durur; buraya gelmek, ölmeden cehenneme gönüllü girmek gibi.

Peki bizim ne işimiz var bu cehennemde? -Şimdi düşününce çılgınca geliyor- kimsenin gitmediği bu çölün derinliklerine yaptığımız yolculuğun sebebi, efsanelere konu olmuş kadim bir piramidi aramaktı. Artık, başlangıçtaki serüvenci karakterimizi, üç gündür tepemizde uçan akbabaların gölgelerine kurban ettik. Evimin kıymetini sonunda anladım ama biraz geç oldu. Özgür ruhlarımız, duvarları kumdan engin ufuklar olan tavansız bir hapishanede tutsak şimdi.

Başlangıçta bir rehberimiz vardı. Alfonso ve benim, yön bulma konusunda uzman olan rehberimizin varlığından dolayı içimiz rahattı. Ancak yola çıkalı üç hafta olmuştu ki; adam uzmanlığından beklenmeyecek bir hata yaptı: Gece uyurken çizmesini çıkarmış ve sabah içlerini kontrol etmeden ayağına geçirivermişti. Kocaman bir akrebin ayak kokulu çizmeyi kendisine yuva olarak seçeceğini akıl edemedi herhalde. Ayağından sokulunca bir gün boyunca kıvrandı durdu. Bacağından başlayarak bütün vücudu şişti ve morardı. Keşke bünyesi o kadar dayanıklı olmasaydı, hiç olmazsa daha az acı çekerdi.

Rehberimiz ölünce bizim acınası hikayemiz başlamış oldu. Üzerimize çöken dehşetli kum fırtınası hayvanlarımızı ve eşyalarımızı kaybetmemize yol açtı. Sonra susuzluk başladı... Etrafta, özündeki nemi emebileceğimiz bir kaktüs bile yoktu. Denk geldiğimiz iğrenç sinekler bile su bulma içgüdüsüyle gözlerimize saldırıyorlardı. Günlerce dolaştık. Kuzeye, başladığımız noktaya doğru gitmeye çalışıyorduk ama bu içi boşalmış, posa gibi kurumuş halimizle fazla ilerleyebildiğimizi sanmıyorum. Günlerimiz, çölün ortasında uzaktan gördüğümüz büyük su birikintilerinin, yanına gittiğimizde sadece bir hayalden ibaret olduğunu anlamakla geçti. Çok ağladık. Ve kendimizi tuzlu gözyaşlarını bile içmeye çalışırken bulduğumuzda, içler acısı halimize daha çok ağladık.

“Neden öylece duruyor?” dedi Alfonso ilerdeki kum tepesine bakarak. Bedevi ve atı bir heykel gibiydi. Sonunda Alfonso gücünü toplayarak bağırdı: “Heeey! Suu! Su! Suyun var mı? Yardım Et!” Sonra boğazı yırtılırcasına kuru öksürüklere boğuldu. Ölecek sandım. Ancak duygularım bile kurumuş olduğundan ona aldırmayarak Bedevi’ye doğru ilerlemeyi tercih ettim.

Artık ayaklarımın üzerinde duracak halim yoktu. Ben de köpek gibi dört ayak üstünde ilerliyordum. Bedevi hâlâ tepenin üzerinde kıpırtısızdı; yoksa o da mı hayaldi? Derken hemen yanı başımdan bir yaratığın yaklaştığını fark ederek irkildim. Aslında bu Alfonso’nun ta kendisiydi. O da benim gibi emekleyerek çöl savaşçısına doğru ilerliyordu. İki kaplumbağanın yarışı temposunda ilerledik ve hemen hemen berabere bitirdik yarışı. 

Bedevi’nin yanına vardığımızda dizlerimizin üzerinde durarak atının üstündeki çöl savaşçısına baktık. Ellerinden anladığım kadarıyla esmerdi. Kafasına ve yüzüne sardığı siyah sarıktan sadece gözleri görünüyordu. Yanımdaki Alfonso iki elini adama doğru kaldırıp sızlanıyordu. Aslında ağlıyordu ama gözyaşı üretemiyordu. Harap hâli ve üstündeki paçavralarla bir dilenciden farkı yoktu. Aslında ben de onun gibiydim.

Bedevi’nin belinden sarkan kalın ve eğimli kılıca gözüm takıldı. Bir vuruşta insanı ikiye ayırabilirdi. Adama, “su vermeyeceksen, bari bizi öldür,” dedim. O şahin bakışlı kara gözlerde bir duygu kırıntısı aradım; acıma, nefret, tiksinti ne olursa ama aklından geçenleri anlayamamıştım.

Sonunda eğerinin diğer tarafından, keçi derisinden yapılma bir su tulumu çıkardı ve önümüze attı. Ben daha uzanamadan Alfonso tulumu kapmış, tapasını çıkarmıştı bile. O kadar gözü dönmüştü ki tulumu kafasına dikip lıkır lıkır içerken ağzının kenarlarından suyun yarısını dışarıya döküyordu. Tepem atmıştı! “Dikkat etsene döküyorsun,” diye uzanmaya kalmadı, Alfonso elini gözüme doğru savurarak, tırnaklarını yüzüme geçirdi. “Bırak pislik, benim o!” gibi bir şeyler haykırıyordu. Aramızda bir boğuşma başladı. İt herif suyu tadınca sanki güçlenmiş gibiydi. Tulumu çekiştirirken suyu hepten sağa sola saçtık. Derken... Hançeri nasıl çektiğimi hatırlamıyorum. Ama üst üste indirdim darbeleri. Hızlı hızlı vurdum. Delirmiş gibiydim, herhalde sıcaktan beynim sulanmış olmalı. Arada su tulumunu bile bıçaklamıştım. Sonradan kanlı ıslak keçi derisini yalarken öğürecektim.

Güneşin battığı yöne doğru baktığımda, Bedevi uzaklaşıyordu.


SON

44
Kurgu İskelesi / Ruhsal
« : 29 Haziran 2009, 11:23:17 »
.

Ruhsal


Her şeyin başlangıcı olan o uğursuz Cuma akşamını dün gibi hatırlıyorum. Mesai bitmişti. Şirkette hemen herkes; plazanın boğucu atmosferini geride bırakıp, (hafta sonu tatilinin motivasyonunu da arkalarında hissederek) dışarıdaki hafif çiseleyen sonbahar akşamüstünün ıslak, gri atmosferine kendilerini çoktan atıvermişlerdi bile. Ben de çıkmak üzereydim ama idari müdür Firdevs Hanım’ın ofisinin camlı kapısından, hâlâ içeride olduğunu görünce, kariyer hayalleri kuran her gencin yapacağı gibi iyi akşamlar demek için yanına gittim.

Firdevs Hanım otuzlu yaşlarda hoş bir kadındı. Hatta seksiydi. Aslında itiraf etmek gerekirse, yeni mezun bir gençtim ve üniversite yıllarını “bayan arkadaş” açısından pek de verimsiz, hatta çorak bir şekilde değerlendirdiğimden, uzun yıllardan beri (aslında kendimi bildim bileli) biriktirdiğim bir takım hormonlar kulaklarımdan fışkırıyordu ve bunun tabii bir sonucu olarak görüş menzilime giren bütün dişiler bana oldukça çekici gelmeye başlamıştı. Bu sebeplerden dolayı Firdevs Hanım’la ilgili bir takım fanteziler kurmuş olabilirim. Aslında evli kadınlar benim ilgi alanımın dışında kalıyor ama ofiste yapılan dedikodulara göre Firdevs Hanım’ın kocası iki sene önce kaybolmuş, (biriyle kaçmış diyorlar ama günahına girmeyeyim) adam adeta sırra kadem basmış, bir daha da haber alınamamış. Zaten dikkat ettim, Firdevs Hanım alyans takmıyordu. Yani bir gün (özellikle böyle mesai saati bitiminde ofis tenhalaşmışken) bu içinde fırtınalar koparcasına arzu dolu olduğunu tahmin ettiğim kadın, ani bir kararla bana karşı seksüel anlamda bir eylemde bulunursa karşı koymaya niyetim yoktu.

“İyi tatiller Firdevs Hanım, bir isteğiniz yoksa ben çıkıyorum” dedim yutkunarak.

Dalgındı. Kafasını kaldırıp yüzüme birkaç uzun saniye baktı. Sonra birden gülümseyerek ayağa fırladı. “Ah, Bahadır’cığım sen miydin?” diyerek bir çırpıda yanıma geldi. “Aslında ben de senden bir şey rica edecektim” dedi.

İlk anda “eyvah!” diye düşündüm, “kesin angarya bir iş yükleyecek. Neden çıkmadım sanki?” Ancak akabinde kadının gözlerindeki kedinin ciğere baktığı gibi olan o ifadeyi görünce beni bir ateş bastı. “Ne demek, emredin!” dedim, göreve hazırdım. Elini zarifçe koluma koyduğunda ise kan basıncım yavaş yavaş yükselmeye başladı. Kendimi her türlü göreve hazır hissediyordum.

“Hafta sonu bir işin var mı?” dedi.

“Hafta sonu mu?” dedim, kulaklarımın doğru duyduğuna emin olmak için.

“Evet, eğer önemli bir işin yoksa bu hafta sonunu bana ayırabilir misin diyecektim” dedi. Hafiften yanakları mı kızarmıştı, yoksa bana mı öyle gelmişti. Yoksa kızaran ben miydim? Allah’ım hayallerim gerçek mi oluyordu yoksa?

“Tabii ayırırım” diyebildim, kasılmış ciğerlerimdeki havayı serbest bırakarak.

Bana biraz daha sokuldu, şimdi nefesini yüzümde hissediyordum. Parfümünün kokusu başımı döndürüyordu. “Ama sır saklayabilir misin? Çünkü bunun duyulmasını istemiyorum. Aramızda geçenler ve bu hafta sonu olacaklar hakkında kimseye bir şey söylemeyeceğine güvenebilir miyim?” dedi.

“Tabii güvenebilirsiniz Firdevs Hanım, hiç kuşkunuz olmasın!”

“Yemin eder misin?”

“Yemin mi?.. A evet, tabii. Yemin ederim.”

“Güzel. Sana güvenebileceğimi biliyordum Bahadır” dedi ve kolumu tutmakta olan uzun kemikli parmaklarını sıkarak, beni önümüzdeki günlerde başıma gelecekler konusunda fantezilere gark etti. Vücudumun bir yerlerinde kalbimden bağımsızlığını ilan etmiş atan bir nabzın zonklayan etkisini, kansızlıktan kurumakta olan beynimin çeperlerinde hissediyordum. Herhalde bir zebani kadar kırmızı renkteydim ama Firdevs buna aldırmamış görünüyordu. Hatta karizmatik dudaklarındaki hafif tebessüm, gizleyemediğim heyecanımı sevimli bulduğunun bir işareti gibiydi.

Sonunda beni bırakarak, masasının üzerindeki çantasını hızlı hızlı karıştırmaya başladı. Nedense ilk aklıma gelen fikre kapılıp, onun çantasında acil durumlar için bulundurduğu prezervatifleri aradığını zannettim. Birden heyecanım şekil değiştirdi. Hemen mi, şimdi mi yapacaktık? Dönüp kimse var mı diye etrafa baktım. Bütün ofislerin katın ortasına bakan bölümleri komple camdı. Tam iş ortasındayken biri geliverirse kabak gibi gözükecektik. Çıkacak rezaletten çok, vücudumun en beyaz yeri açıktayken nasıl görüneceğimi düşündüm. Üstelik işten atılabilirdim. Ama kısa bir tereddütten sonra, Firdevs Hanım’la ihtiraslı bir çılgınlığın doruğunda birkaç dakikalık samimiyeti pekiştirme seansının, bu şirketteki kariyerimden çok daha önemli olduğuna karar verdim. 

Firdevs Hanım çantadan para çıkardı. “Burada beşyüz lira var” dedi çil çil yüzlükleri uzatırken. “Yarısı masraflarına yeter herhalde, kalanı da sana harçlık olsun.”

Tekrar allak bullak olmuştum. Paraları elime tutuşturuverdi. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Henüz amatör ligde güreşmeden, jigololuğa terfi etmiştim. Firdevs benden belki on yaş kadar büyüktü ama çekici bir kadındı (en azından ben öyle düşünüyordum) jigolo tutacak kadar mı kendine güvenmiyordu, ve ben salak mıydım ki ona seve seve bedava vermeyi düşünüyordum? Beşyüz lira da fena para değildi hani. Ancak ilk refleks olarak hemen paraları geri uzattım. “Gerekmez, gerçekten...” dedim.

“Aaa, saçmalama bakalım, koy o paraları cebine! Ben senin müdürünüm, ben ne dersem o olacak!” diye azarladı. Dominant kadın da bir başka seksi oluyordu doğrusu. Hemen paraları cebe attım. Kendimi profesyonelliğe adım atmış gibi hissettim. Acaba bu mesleği yapanların kaydolması gereken bir derneği, loncası filan var mıydı? Ancak hemen akabinde midemi yakan bir tereddüte kapıldım: Ya o işi layıkıyla beceremezsem? Ya elime yüzüme bulaştırırsam? Firdevs performansımdan memnun kalmazsa parasını geri ister miydi acaba? Para mı? Paranın canı cehenneme! Yaşayacağım utanç ve psikolojik travmayı düşününce içim korkuyla titredi. “O kadar para saydık, doğru dürüst beceremedin” der miydi? Ya da arkadaşlarına anlatır mıydı? Yok canım anlatmazdı (yani herhalde) ama ona bir evrak götürdüğümde ya da beraber bir toplantıya girdiğimizde kadının anlamlı bir şekilde tebessüm etmesinin altında yatan “küçük utangaç Bahadır’ımız nasıllar bugün?” mesajını bal gibi hissedecektim. Of, profesyonellik büyük sorumluluk yüklüyordu insana. Bilinçaltımın rögar kokulu melun kapıları açılmış, karanlık dehlizlerinde pusuda bekleyen ne kadar “kendine güvensizlik” ve “korktuğun başına gelir” hezeyanımsı duyguları varsa, teker teker açığa çıkıyorlardı. Hevesim sönmeye başlamıştı.

“Almanya’da yaşayan annem, yarın sabah uçakla tatile geliyor. İki hafta yanımda kalacak. Annemi çok severim Bahadır. Zaten doğru dürüst görüşemiyoruz, kadıncağızın buradayken iyi vakit geçirmesini istiyorum.” dedi Firdevs.

Şok! Zaten bir terslik olduğunu hissediyordum. Demek beni yaşlı annesinin seks oyuncağı olayım diye kiralamıştı. Oysa ben ne hayaller kurmuştum. Belli etmemeye çalışsam da kendimi çok kötü hissettim. Zaten sönmeye başlayan hevesim iyice büzülmüştü.

Firdevs tekrar çantasını karıştırarak (artık prezervatif aradığına dair inancımı yitirmiştim) konuşmaya devam etti: “Aslında yarın Kilyos yakınlarında önemli bir randevum vardı ama annemi karşılamam gerektiği için gidemeyeceğim. Ama bu randevuyu almak için haftalar önce sıraya girmiştim anlıyor musun? Yani benim yerime sen gideceksin oraya.” Çantasından çıkardıkları arasından bir kağıt parçası uzattı. “İşte adres ve nasıl gidileceği burada yazıyor. Biraz sapa bir yerdeymiş anladığım kadarıyla” dedi.

İşin rengi tekrar değişmeye başlıyordu. Biraz rahatlar gibi olduysam da artık dereyi görmeden paçayı sıvama (hatta pantolonu çıkartma) alışkanlığımı bırakmam gerektiğine kesinlikle ikna olmuştum. “Neresi bu yer, görüşeceğim kişi kim?” diye sordum.

Bana bir fotoğraf uzatttı. “Bu resimdeki benim iki sene önce ortadan kaybolan kocam” dedi. “Adı Alp Tonga. Gideceğin adresteki kişi bir medyumdur ve fotoğraflardan kişilerin ya da eşyaların yerini bulabiliyor. Ona bu resmi göstereceksin, o da yerini sana söyleyecek ya da haritada işaretleyecek.”

“Medyum mu? Ciddi misiniz? Böyle şeylere inandığınızı...” Soğuk bakışları karşısında cümlemi tamamlamamayı tercih ettim ve konuyu derhal değiştirdim. “Ama bu resimde kocanızın yüzü gözükmüyor bile” dedim. Fotoğrafta, adam olduğundan bile emin olamadığım bir kişinin, karlı bir havada, elleri ceplerinde yolda dikilirken, bir su birikintisinde oluşmuş yansıması, gayet gölgeli bir şekilde gözüküyordu. Bu resimden kimlik tanımlaması yapmak imkansızdı.

“Biliyorum ama kocam kaybolurken, bütün evrakları ve resimleri de beraber sırra kadem basmıştı. Bu resim, fotoğraf makinemde kalan, benim çektiğim sanatsal bir pozdu. Fakat önemli değil, medyum Oğuz Bey, gönül gözüyle görüyor kişinin yerini ve çok güvendiğim kişilerden adam hakkında olumlu referanslar aldım.” dedi Firdevs Hanım.

İşte böylece bulaştım bu işe... O akşam küçüklükten beri arkadaşlarım olan Nail ve Zafer’i arayarak ertesi günkü seyahatime ortak ettim. Nail’in arabası vardı. Depoyu ben dolduracak, yiyecek, içecekleri filan hep ben ısmarlayacaktım; buna rağmen hesaplarıma göre paranın çoğu cebimde kalacaktı. Eğlenceli olacağa benziyordu. Ertesi gün yola çıktık.
 
Ormanın ortasındaki bir patikada çamura battığımızda, gittiğimiz yerin aslında Kilyos falan olmadığına iyice emin olmuştuk. En son yarım saat önce yolu sorduğumuz bir köylü (gördüğümüz son insanoğlu) suratımıza “ne işiniz var ulan orada, aklınızı mı yediniz?” der gibi bakmıştı. Yine de lütfedip tarif ettiği yolun böylesine berbat olacağı kimin aklına gelirdi ki? İttire kaktıra yürüttük arabayı. Neden sonra tıpkı köylünün tarif ettiği gibi ormandaki tahta bir köprüye vardık. Artık bu dar köprüden araba ile devam etmek imkansızdı.

Köprü çok karizmatikti. Rutubetten üzeri yosun tutmuş, sanki uzun yıllardan beri maruz kaldığı doğal güçlerin altında inim inim inlerken, eğilip bükülmüş, yamulup düzelmiş ama bütün güçlüklere rağmen görevinden taviz vermemiş, (artık buralardan kim geçecekse) yolculara hizmet vermek adına (yıkılmadım ayaktayım misali) sağlamlığını korumuş gibi görünüyordu.

“Ne yani, arabayı burada mı bırakacağız?” dedi Nail.

“Korkma ayılar yemez arabanı” diyerek Zafer, Nail’in ensesine bir şaplak attı. Nail ise samimi küfürlerinden birini ederek, tokadımsı elenselerle rakibine hücum etti. Arabadan çıkar çıkmaz neşe, kahkahalar, eğlenceler kabına sığmayan bir gaz sancısı gibi zortlayıvermişti. O kadar sevimliydiler ki; bu arada ben de yalancıktan güreşen iki arkadaşımı ağzım kulaklarımda seyrederken; içimden üzerlerine atlamak, güreşmek, mıncıklamak hatta pandik atmak gibi samimi ve coşkun duygular geçiyordu. Ama kendimi tuttum. “Hadi beyler şu işimizi halledelim sonra güreşirsiniz bol bol” dedim. Yola koyulduk.

Köprünün üzerinden geçerken altımızdaki ahşaptan gelen uğursuz gıcırtılar bizi tedirgin etti ama köprü sağlamdı. Paza Konağı’nı arıyorduk. Bize yolu tarif eden adam buralardan öteye pek gitmemiş ama “fazla uzak olmaması lazım” demişti. Fazla olmaması lazım dediği yol bir saat sürdü ve hava ummadığımız bir şekilde karardı. Ne çabuk akşam olduğuna hayret ettik. Allah’tan dolunay vardı da ortalık aydınlanıyordu biraz. Bu arada vahşete çağrı tarzında bir kurt uluması duyunca irkildik. Hemen ellerimize silah niyetine birer kuru dal aldık. Elimdeki son dakika bastonunun beni kurtun dişlerine karşı ne kadar koruyabileceğini merak etmekten kendimi alamadım.

Konağın demir parmaklıklı bahçe kapısına vardığımızda üçümüzde durup, ötede bütün ihtişamıyla geceye ürperti dalgaları yayan görkemli malikâneye ister istemez bakarken, karnımızda tırsak hezeyanların karıncalanma hissinden muzdarip olduğumuza (kendi adıma) yemin edebilirim.

“Filmlerdeki perili evlere benziyor” diyerek Nail duygularımıza tercüman oldu.

“Yürüyün lan, amma tırsak adamsınız” diyerek cesaretlendirdim arkadaşları ve zaten açık olan paslı bahçe kapısından içeri girdik. Bahçe yabani otların istilasına uğramıştı. Pencerelerde ışık olmasa burasının uzun zaman önce terk edilmiş olduğuna kanaat getirmek işten bile değildi.

Nihayet konağın kocaman kapısına geldik. Yanda tek bir zil butonu vardı. Bastım. Basmamla birlikte içeriden korkunç bir kadın çığlığı duyuldu. Hepimiz “hass...” şeklinde tepkimizi dile getirdik. Yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Çığlıklar durmuyordu, içeride kesin biri bir bayanı boğazlamakla meşguldü. Buna emindik ama ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Üçümüzde birbirimizin korkmuş suratlarına bakmaktan başka bir şey akıl edemiyorduk.

“Kaçalım” dedi Nail.

“Olur mu, yardım etmeyecek miyiz? Boğazlıyorlar karıyı duymuyonuz mu?” diye itiraz etti Zafer ama nedense cümlelerini fısıltıya öykünür bir şekilde düşük desibel seviyesinde kurmuştu, öyle ki ne dediğini zar zor anladık.

Çığlıklar sustu. Adrenalin diz boyu, geçmek bilmeyen birkaç saniye kararsız bir şekilde kalakalmıştık. Kaçmaya pek bir niyetliydim ama bir an Firdevs Hanım’ı düşündüm; sen taa buralara kadar gel de görevi bitirmeden geri dön olacak iş miydi? Öte yandan canımı sokakta bulmamıştım. Birden kapı açıldı.

Ellili yaşlarda, uzun boylu, beyaz saçlı, mahkeme duvarı suratlı bir adam açtı kapıyı. Üzerinde filmlerde gördüğüm ingiliz uşaklarının giydiği takım elbiselerden vardı; soğuk bakışlarla bizi süzerek “buyrun?” dedi. Bir yandan da elini kırmızı bir havluya kuruluyordu. Kırmızının el havlusu için ilginç bir renk seçimi olduğunu düşündüm.

“Çığlıklar duyduk” dedim soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. Her an havlunun arasından el çabukluğuyla çıkartacağı bir bıçak ya da neşteri gırtlağıma sallayacak diye tetikteydim.

“Haa, o mu? Oğuz Bey’in akıl hastası kızkardeşi Dilara Hanım. Kendisi sık sık böyle sinir krizleri geçirir ve çığlıklar atar. Merak edilecek bir şey yok” dedi.

Heykel gibi kaldım kapıda; nasıl bir yerdi burası? Nail arkamdan yanaşıp (kapıdaki adama ayıp olacağını umursamadan) kulağıma fısıldadı: “Oolum çabuk s...tir olup gidelim buradan!” dedi.

“Siz Oğuz Bey’i mi görecektiniz?” dedi, kahya olduğunu tahmin ettiğim beyefendi.

“Evet ben Firdevs Hanım adına geliyorum, Oğuz Bey’le bir görüşmemiz vardı” dedim.

“İçeri buyrun lütfen.”

Girdik. Arkamdaki çocukların mırıldandıklarını duyuyor ve ne söylediklerini aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Kahya bizi yemek salonuna aldı. Her taraf toz içindeydi. Onaltı kişilik, beyaz örtülü, devasa uzunlukta,  çeşitli yiyecek ve mezelerle donatılmış bir yemek masasının en başında tıpkı ünlü tenor Pavarotti’ye benzeyen Oğuz Bey oturuyordu. “Geç kaldınız!” diye bağırdı gür sesiyle. Kahya bize masada oturacağımız yerleri gösterirken, o bırak elimizi sıkmayı, yerinden bile kalkmadan azarlar şekilde konuşmaya devam etti: “Hava kararmadan gelmiş olmanız lazımdı. Şimdi buraya üşüşen ruhların gürültüsüne rağmen nasıl konsantre olabilirim ki?” dedi.

“Hah” diye düşündüm “soytarı başarısızlığına şimdiden kılıf hazırlıyor.” Bu arada kahya beni Pavarotti Oğuz’un iki sandalye ötesine oturtmuştu. Firdevs Hanım’ın kocasının fotoğrafını adamın tombul parmaklarına iletmek için uzanınca, dışı acayip küflenmiş, ayak kokulu bir peynirle burun buruna geldim. Bu o meşhur pahalı İsviçre peyniri olmalıydı. Fakat şöyle bir masaya göz gezdirince diğer yiyeceklerinde geçen yüzyıldan beri sofrada beklediğini tahmin etmek güç olmadı. Kahya bizi ikişer üçer sandalye aralıklı ve çaprazlara oturtmuştu. Ötedeki Nail önünde duran hindinin üzerinde oynayan kurtçuklardan gözlerini alamıyor, uzun masanın diğer ucuna yakın oturan Zafer ise elindeki gümüş çatalla, rengi kararmış meyve tabağındaki küf kolonisini taciz ediyordu.

“Sizleri o sandalyelere oturttuk, çünkü diğerlerinde ölmüşlerin hayaletleri oturuyor” diye saçmalamaya devam etti Oğuz Bey.

Acayip moralim bozulmuştu, anlaşılan akıl hastalarının evine konuk olmuştuk. “Ben hayaletlere inanmam” dedim.

Oğuz pis bir kahkaha attı ve “inanacaksın Bahadır, inanacaksın!” dedi.

“Adımı nereden biliyorsunuz?” dedim şaşkınlıkla. Firdevs Hanım bildirmiş olmalıydı.

“Medyum olduğumu unutuyorsun. Ama şimdi sen medyumluğa da inanmıyorsundur.” dedi ve arkadaşlarıma dönerek, “peki Zafer ve Nail, sizler inanıyor musunuz ruhlar alemine?” dedi.

Dehşetle sarsıldım. Arkadaşlarımın ismini şirkettekilerin bile bilmesine imkan yoktu. Yoksa bu manyak adamın sahiden de medyumluk güçleri mi vardı. Nail ve Zafer ise bana pis pis sırıtarak “demek bize tezgah kurdun? Ama biz yemeyiz oğlum bu numaraları” der gibi bakıyorlardı. Bir an ben bile şizofren olup olmadığımdan şüphe ettim.

Bu arada kahya, Oğuz Bey’e “müsaade ederseniz benim Adolf’la ilgilenmem gerek” diyerek ortadan kaybolmuştu. Medyum Oğuz, dolma gibi parmaklarını bana doğru sallayarak, “kız kardeşim Dilara senden hoşlanmış” dedi.

Bu sözler gururumu okşadıysa da girişte yüreğimizi ağzımıza getiren canhıraş çığlıkları hatırladım. “Yaa, öyle mi? Nerede? Ben kendisini göremedim de...” dedim. Zafer ve Nail salağı da kendi aralarında fısıldaşıyor, bütün bu uğursuz dekorasyonun benim tezgahladığım bir oyunun parçası olduğuna kendilerini kaptırmış bir vaziyette gülüşüyorlardı. Zafer’in diğerine “tiyatrocu olabilir” dediğini duyar gibi oldum.

Oğuz Bey ise onlara aldırmadan beni kızkardeşiyle baş göz etme muhabbetlerine devam ediyordu. “Dilara şu anda yanında oturuyor Bahadır ama hayalet olduğu için sen onu göremiyorsun” dedi, solumdaki boş sandalyeyi işaret etmişti.

Nedense artık şaşıramıyordum ve tahminimce bu sakinliğim beni arkadaşlarımın gözünde daha da suçlu duruma düşürüyordu. “Demek kızkardeşiniz ölü, ama biz onun çığlık attığını duyduk?” dedim Oğuz’a.

Adam hemen yanımdaki boş sandalyeye doğru dönerek hayaletle konuştu: “Gördün mü bak, misafirlerimizi korkutmuşsun. Sana diyorum ki olur olmadık zamanda çığlık atma.” Sonra tekrar bana dönerek izah etti: “Sinirleri çok bozuk. Yıllar önce nişanlısı tam düğün günü, en iyi arkadaşıyla kaçmıştı. Zavallı kızkardeşim üzüntüden canına kıydı. Üstünde hala gelinliği var.”

Bu arada sevgili arkadaşım Zafer öteden lafa girdi. “Yaa, arkadaşım! Bırak artık, uğraşma. Maşallah çok güzel oynuyorsun ama biz yemiyoruz bunları. O kadar da dekor filan hazırlamışsınız, zahmete girmişsiniz, bravo doğrusu. Bahadır sana da tepriklerimi fışkırtıyorum dostum, gerçekten çok uğraşmışsın. Heh heh.”

“Alaycılığınla ruhları kızdırıyorsun” diye bütün ciddiyetiyle uyardı Oğuz Bey.

Ancak Zafer kaşınıyordu. “Valla ruh filan anlamam. Benim bildiğim bir tuz ruhu vardı, bir de neydi?.. Sirke ruhu.”

“Delikanlı konuştuklarına dikkat etsen iyi olur” dedi Oğuz Bey, baykuş bakışlı gözlerini hışımla Zafer’e doğru pörtleterek.

Ancak benim odun arkadaşım, adamı benim tuttuğum bir oyuncu zannettiğinden olsa gerek, -o kadar da kaş göz ettiğim halde- lakayıt konuşmalarına devam etti. “Ya bırak abicim kaptırdın sende kendini. Ne olacak, beni ruh mu çarpacak? Ruh değil gü-ruh olsa ne yazar. Hayalet, hayal et-tiğin ölçüde, anladın mı? Hepsinin kıçına kiprit suyu!” diye zırvaladı, kendini esprili sanan eşşoğlueşşek.

Yüzümdeki gergin ifadeye aldırmadan Nail’le ikisi alaycı kahkahalar koyverdiler. Ancak hemen akabinde kulak zarımı felç eden korkunç bir çığlıkla suspus olduk. Deprem oluyor gibi masa zangırdamaya, ışıklar yanıp sönmeye başlamıştı. Bütün pencereler, kepenkler çat çut açıldı. Soğuk rüzgar iliklerimizi ürpertirken, kalın perdeler iyi saatte olsunların etekleri misali savruldu. Bunlar yetmezmiş gibi kanımı donduran fısıltılar, uzaktan gelen inleme sesleri ve hain kahkahalar da salonda yankılanmaya başlamıştı.

Korkudan altıma etmek üzereydim. Diğerleri ise suratlarında donup kalan şapşal sırıtışları ile, hala bunun bir numara olup olmadığından emin olmaya çalışıyorlardı. Eğer bu bir numaraysa dünyaca ünlü sihirbaz David Copperfield bile yanında halt etmişti. Uğuldayan hayalet sesleri arasından biri tam kulağımın dibinde “çok tatlısın” diye fısıldadı. Bu yanımdaki sandalyede oturan Dilara olmalıydı. Ağlamak istedim.

Oğuz Bey’in deliliğin sınırlarını zorlayan, gök gürültüsünü andıran kahkahasını duyunca ona döndüm. Adamın göz bebekleri kaybolmuş, gözleri bembeyaz bir şekilde ağzından salyalar akıyordu. Konuşurken iple oynatılan kuklalar gibi çenesini mekanik bir biçimde açıp kapatıyordu. “Nail’in (na)sı, Zafer’in (za)sı, Bahadır’ın (ba)sı; nazaba, nazaba, nazaba. Tersinden oku; abazan, abazan, abazan.”

Allah’ım neler oluyordu böyle? Şahadet getirdim. Adeta beynimin içinden geliyormuş gibi sinirimi alt üst eden seslerin yanısıra artık vücuduma temas eden ürpertili etkiler de hisseder olmuştum. Bazı yerlerime sıcak, bazı yerlerime soğuk dokunuyordu sanki. Ensemden başımın arkasına doğru vuran bir elektriklenme dalgası bütün saçlarımı dimdik etmişti. Tekrar “çok tatlısın” diyen Dilara’nın nemli nefesini sol kulağımın memesinde hissettim. Bütün vücuduma kramp girmiş gibi kıpırdayamıyordum. Bizimkilere göz attığımda, sonunda olayların benimle alakası olmadığına (belki de gözlerimden süzülen yaşların etkisiyle) ikna olduklarını anladım.

Sesler gittikçe yükseliyordu. Oğuz Bey kudurmuş gibi, ağzı beyaz beyaz köpürerek manasız sesler çıkarmaktaydı. Krize tutulmuş gibi titriyordu. Ben bu hengamede bacak aramda ufaklığın kabaca kavrandığını hissederek irkildim. O noktada yoğun bir sıcaklık hissettim. “Karşı koyma!” dedi kulağımdaki fısıltı. İşleri oluruna bırakmaya karar verdim. Baktım Nail ağlıyor, içimizden en cesuru Zafer ise elinde masadan kaptığı gümüş bir bıçakla etrafına paranoyak, hafif tırlatmış bakışlar atıyordu. Medyum Oğuz desen birazdan infilak edecek bir kalorifer kazanı gibi sarsılmakla meşguldu. Bir salon dolusu hayaletin seslerine ek olarak kilise orgu çalınıyormuş gibi ihtişamlı bir de müzik başlamıştı. Ben ise gözyaşlarımı siliyor, üst tarafım yaşadığım can korkusu ile buz kesmişken, aşağıdan dalga dalga benliğime yayılan tarifi imkansız hazzın ikilemini yaşıyordum. 

Aniden malum yerimde oluşan bir ısırılma hissiyle beynimde kıvılcımlar çaktı. Deminden beri, bedenim hayalet soğuğu ile donup kalmış, uyuşmuşken, acının etkisiyle ayağa fırladım. Ancak bu refleks icabı eylem, acımı dörde katladı, çünkü tam pantolonumun ağsından ısırmış olan (ve bırakmamakta ısrarlı) doberman cinsi köpeğin bütün ağırlığı da yaralı organıma binmiş oldu. Herhalde kesiksiz çığlıklar atıyordum. Tam bu sırada tepemde dikilen kahyanın; köpeğe, “Adolf, burada mıydın? Her yerde seni aradım, haylaz. Hayır, onu yeme! Yeme onu, o yemek değil Adolf!” diyerek tasmasından çekiştirmesi ise işin tuzu biberi oldu.

Bağıra bağıra ağlarken, “Allah!-hını seven beni tutmasın!” diye nara atan Nail’in sesini duydum. Bu arada yaşlı gözlerimi zıvanadan çıkmış ev sahibimize çevirdiğimde, Oğuz Bey’in kafası (sanki kesikmiş gibi) pattadanak yere düştü. Kafasız gövde hala titriyor, tombul elleri bir dansöz maharetiyle sağa sola savruluyordu. İşte o an deliliğin sınırına en çok yaklaştığım andı. Eğer eski dostum Zafer beni o cehennemden çekip almasaydı seve seve aklımı oynatmaya hazırdım.

Köpekle nasıl vedalaştığımızı hatırlamıyorum. Zafer’in bana destek olarak oradan çıkarması, bu arada çoktan topuklamış olan Nail’in kapıdan çıkışı hayal meyal gözümün önüne geliyor. Kendimizi dışarı atmamızla, temiz havanın tesiriyle ayılır gibi olmuştum. Arkamıza bakmadan, ölü insanların konaktan taşan alaycı kahkahaları eşliğinde tabana kuvvet kaçtık. Gecenin kör karanlığında düşe kalka, çalılara dikenlere bata çıka koştuk. Testislerimin durumunu ve apış aramdaki yoğun ıslaklığın sebebini çok merak etmeme rağmen arabaya varana kadar durmadık.

İşte böylece hayaletli evden zor kurtardık canımızı... Firdevs parasını geri istedi. Beni beceriksizlikle suçlayıp olanlara inanmadığı gibi, köpeğin diş izlerini göstermeyi teklif ettiğim için beni tacizcilikle suçladı. Neredeyse kovuluyordum. Bazen hala kabuslarımda o geceyi görüyorum. O geceden sonra benim ve arkadaşlarımın hayatı, hayata bakış açısı tamamen değişti desem yeridir.

.

45
.

Tolkien zaten yaşarken, "kimseye, hiçbir şeye gönderme yapmadım. Hayalgücü gardiyanlığı yapmayın, benim eserimi dünyevi hırslarınıza alet etmeyin!" demiş bildiğim kadarıyla. Aşağıdaki haritada ben ne Avrupa'yı, ne de Mordor bölgesine bakınca Türkiye filan göremiyorum. İnsan düşüncesini odakladığı şeyleri görür bazen, tuvalette klozete otururken yerdeki fayanslara bakar ve üzerindeki desenleri binbir türlü şekle yorabilir, çeşitli yaratıklar, şeytanlar, canavarlar görebilir ya da açık havada gökyüzündeki muhteşem bulutların şeklini meleklere de benzetebilir. Tolkien Almanlara karşı savaşa gitmişti, bir İngiliz ya da Hollandalı olarak belki de Türkleri sevmiyordu (milyonlarcası gibi) ama "bence" adam uğruna ciddi kafa patlattığı bu özgünlük abidesi, edebiyat şaheseri eserin içine böyle can sıkıcı dünyevi konuları tıkıştırmayı aklına bile getirmemiştir.



.

Sayfa: 1 2 [3] 4