46
Kurgu İskelesi / Ynt: Perilerin Hazinesi
« : 24 Haziran 2009, 12:37:18 »
Mupsar, Pablo ve Piki ise diğerlerini arıyorlardı. “İzler iki yöne ayrılıyor,” dedi Mupsar “siz şu yöne gidin, birbirinizden ayrılmayın ve lütfen perilerle dalaşmayın! Acele edelim, burada buluşuruz tekrar.”
Keşiş hızlı hızlı izleri takip ederek sonunda böğürtlen çalılarıyla çevrelenmiş, papatyalarla dolu bir çimenliğe geldi. Kocaman eski bir ağaç kütüğünün üzerinde Paks oturuyordu ve hemen yanıbaşında kütüğün üzerinde ayakta duran üç karış boyunda güzel bir peri kızı duruyordu. Kızın altın sarısı saçları, sık sık kırpıştırdığı uzun kirpikli renkli gözleri vardı. İnce bedenini renkli yapraklardan örülme dekolteli seksi bir kıyafet sarıyordu. Kadifemsi mavi kanatlarının şekli, kelebeklerinkine benziyordu. Paks ile oldukça samimi gibiydiler. Sohbet ediyorlar, kız kıkırdayarak gülüyor, -tatlı, sıcak bir sesi vardı- Paks ise ağzı kulaklarında şapşal şapşal sırıtıyor, yüzü kızarıyordu.
Gümüş, -kızın adı buydu- elini adamın saçları arasında gezdirdi ve kendince Paks’ın alnına düşen kâkülünü düzeltti. Mupsar bu olayı seyrederken herhalde Paks’ın hayatının en mutlu anlarını yaşadığını düşünmeden edemedi. Sonra birden ikisi de Keşiş’i farkettiler. Sanki biraz rahatsız olmuşlardı. “Ne oldu?” dedi Paks, “biraz müsaade eder misin bize?”
“Paks, unuttun mu buraya neden geldiğimizi? İşimiz var biliyorsun...” dedi Mupsar kibarca.
“İş mi?.. İş, iş, iş! Bütün işleri ben yapıyorum yahu!”
Gümüş ise Paks’ın güçlü pazılarına sarılarak -ve yaslanarak- “hayatım işte bana laf atan bu adamdı!” dedi.
Mupsar adamın kanının nasıl da beynine sıçradığını, kararan suratındaki ani renk değişiminden anlamıştı. Öfkeden deliye dönen Paks’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Dişleri hırsından birbirine kenetlenmiş olmalıydı. Yavaşça ayağa kalkarken aynı zamanda kılıcını da çekiyordu. “Vay ırz düşmanı, vay; biz de keşiştir, dürüst adamdır dedik...”
“Boşver hayatım değmez bu serseriye,” dedi Gümüş ama Paks’ın sol gözü seyirmeye başlamıştı bile.
Mupsar gülümsemeden edemedi; “baksana Paks, o senin anca kolun kadar ufacık bir kız, ikinizin nasıl bir geleceği olacağını düşünemiyorum,” dedi.
Bu cümleler zaten öfkeden köpüren adamı iyice çıldırttı. “Geberteceğim seni...” diyerek kılıcıyla saldırdı. Keşiş, umduğu gibi iyice öfkelenen adamın dengesiz saldırısını ani bir darbe vurarak karşıladı. Avuç içiyle Paks’ın alnına usturuplu bir vurup çekme hareketi yapmıştı. Amacı adamı yaralamak değil sadece birkaç saniye bilincini kaybetmesini sağlamaktı. Eğer Paks’ı bayıltabilirse üzerindeki, Gümüş’ün büyüsünü çözebileceğini ümit ediyordu. Paks yere serilirken Mupsar ağaç kütüğüne baktı ama Peri kızı ortadan kaybolmuştu bile.
Birkaç dakika sonra Paks yavaş yavaş kendine geldi. Morali çok kötüydü. “Nerde o? Gitti mi, beni terk mi etti?” diyordu. Aptal gibiydi. Sonra da hıçkırmaya, ardından salya sümük ağlamaya başladı. “Gümüüüş, Gümüüş,” diye bağıra bağıra ağlıyordu. Bütün orman bu bağırtıyı duyuyor olmalıydı. “Benim gibi adama yapılır mı bu Keşiş? Söyle benim gibi adama...” diye bağırıyordu gözyaşları eşliğinde. Mupsar biraz sıkılarak, biraz da acıyarak sakinleşmesini bekledi adamın.
Bu arada Piki ile Pablo da Duro ile Prot’u bulmuşlardı. Fazla aramalarına gerek kalmamıştı çünkü ikisinin horlamaları epey öteden duyulabiliyordu. “Uyumanın sırası mı, aptallar!” diye bağırarak dürtükledi Pablo ama adamlar hafifçe tekmelenene kadar uyanmayı reddettiler.
Daha sonra ekip buluşma yerinde bir araya geldi. Ay Tapınağı’nın bulunduğu tepeye dönerken; -daha doğrusu dönmeye çalışırken- iki kere zehirli meyve yemeye kalkışan oldu. Üç kere içi dikenli çalılarla dolu, üzeri illüzyon çimenlerle kaplı derin çukurlara basmaktan son anda kurtuldular. Üç kere ağaç dalı zannettikleri yılanları tuttular, hatta bir seferinde yılan Paks’ı ısrdı ama zehirli dişler kabaralı deri bilekliğe denk gelerek ete girmedi. Bir keresinde dev bir ağaç üzerlerine yürüdü ama kaçabildiler. Bir defasında tepelerine arı kovanı düştü, birkaç kere sokuldularsa da Piki piposunun dumanıyla kovaladı arıları. Bir ara dev karıncaların yuvasına bastılar ve hepsi ısırıldı. Duro yalancı sıtmaya tutuldu ama çabuk geçti. Prot birkaç kere annesini, Paks ise Gümüş’ü gördüğünü zannetti; Pablo da birilerini gördü ama dehşete düşse de kim oldukları hakkında hiçbir ipucu vermedi.
Ağaçların arasından aniden çıkan kalabalık bir elf savaşçıları grubu etraflarını sardı. Altın kaplama elf işi süslü, hafif zırhlar giymişlerdi. Hepsi de yaylarına ikişer üçer ok takmış, bizimkilere nişan almışlardı. Elflerin başındaki subay öne çıkarak eğer hemen oradan gitmezlerse onları öldüreceklerini söyledi. Mupsar da dahil olmak üzere bütün ekip gitmekten başka çareleri olmadığına ikna oldular. Ama Piki kahkahalarla güldü. Bir şeyler fısıldayarak hızlı bir şekilde el çırpınca bütün elfler duman olup uçtular sanki. Artık illüzyonların kendisini de kandıracak kadar güçlü gelmesinden ötürü Mupsar’ın morali bozulmuştu.
Yollarına devam ettiler ama aniden çok yoğun bir sis çıktı. Beş adım ötesini bile göremiyorlardı. Hepsi birbirine tutunup yavaş yavaş yürüdüler. İki saat sonra hava açıldığında hedeflerinden uzaklaştıklarını farkettiler.
İşler sarpa sarıyordu; Mupsar Piki’yi kenara çekip endişelerini dile getirdiğinde, Ozan ilerideki bir kovuğu göstererek orada yaşayan tilkiyle konuşabileceğini söyledi. Küçük Gnom ötedeki ağacın köklerinin altındaki kovuğun başına gitti ve eğilip yuvaya doğru seslendi. Biraz sonra bir tilki kafasını çıkardı ve Piki’yle hayvan dilinde konuşmaya başladılar.
Ekipteki savaşçılar gülüyorlardı. Yine bir hayal gördüklerini sanıyorlardı. Artık iyice laçkalaşan sinirleri yüzünden sık sık gülme -ve bazen de ağlama- krizlerine tutulur olmuşlardı. “Ne oluyor orada?” diye sordu Pablo, Mupsar’a Piki’yi işaret ederek.
“Bilgi topluyor,” diye açıkladı Keşiş. “Gnom ırkının bir özelliğidir; kovuk şeklinde yuva yapan hayvanlarla konuşabilirler.”
Biraz sonra Piki döndü.
“Haberler iyi beyler
Öğrendim faydalı bir şeyler
Ay Tapınağı’nda yaşayan ölüler
İskeletler, hayaletler, zombiler
Lanetli yaratıklar doluymuş
Ve hepsi de gece çıkıyormuş...”
Bütün grup Ozan’a suratsız bir ifadeyle bakıyordu. “Bu haberin içimizi rahatlatması mı gerekiyor?” dedi Pablo.
“Bunları zaten tahmin ediyorduk, hatta sen geçen gelişinde görmüştün bütün o yaratıkları değil mi Piki?” diye anlamlı anlamlı vurgulayarak konuştu Mupsar.
“Dinlesenize devamını
Bırakın da bitireyim lafımı
Bu iğrenç kokulu yaratıklar
Zamanla muazzam artmışlar
Yıllarca her gelen serüvenci
Ölünce olmuş onlardan biri
Şimdi dolaşıyorlar geceleri
Bu da rahatsız ediyor perileri
Sevmiyorlar ölü ucubeleri
Ama fayda etmiyor büyüleri
Çürümüş ölü beyinler
Asla hayal görmezler
Kokku nedir bilmezler
Yani buradan gitmezler.”
Mupsar gülümsedi. “Yani perilere yardım edelim diyorsun!..”
Pablo araya girdi: “Perilere yardım mı! Onları bir elime geçirirsem...” diye köpürecekti ki, -ve üç silahşörler de öfkelenmek üzereydi bu fikre- Piki yine meşhur mendilini salladı. Hepsi şaşırarak ona baktılar.
“Şimdi sesinizi kesin!
Başı belada herkesin
Temizleyeceğiz ölüleri
Sevindireceğiz perileri,” dedi Piki ciddi ciddi. Herkes ikna olmuştu.
“Tamam,” dedi Mupsar “o zaman konuş onlarla.”
“Tamam! Ama kimse karışmasın
Tartışmasın, konuşmasın!
Hatta kıpraşmasın!” dedi Ozan ve gruptan biraz uzaklaştı. Ötedeki bir kayanın üzerine çıkarak arpını çalmaya başladı. Bütün sesler dinmiş, sanki orman Ozan’ın söylediklerini dinliyordu:
“Periler, güzel halkı ormanın
Yakışıklısıdır küçük olanın
Yakuttandır yeleğinin düğmeleri
Ağlatır şarkısının nağmeleri
Aşık eder kanatlı kızları
Vadederek ulaşılmaz hazları
Şakacı periler, bu ne şakası?
Kesilmedi hiç ardı arkası
İncitmezse güzel olur eğlenmesi
Peki çektiğimiz neyin ceremesi?
Belki de yanlış bellediniz
Bizi düşman zannettiniz
İncitmek değil sizi niyetimiz
Dostluk istiyoruz hepimiz
Çirkin zombileri öldürmek
Tek amacımız yardım etmek!” dedi Piki ozanlara özgü terbiyeli sesiyle ve bekledi.
Orman sessizdi, çıt çıkmıyordu. Vakit öğleyi çoktan geçmiş akşam üstüne yaklaşıyordu. Adamlar henüz savaşmadan bitkin hissediyorlardı kendilerini. Derken Duro’nun çok şiddetli bir şekilde açlıktan midesi guruldadı! Ses ormanda yankılanmıştı adeta. Ekibin hepsi de makaraları koyuvermişçesine gülmeye başladılar. Kahkahaların ardı arkası kesilmiyordu. Sonunda gülmekten gözlerinden yaşlar gelirken sakinleşebildiler. Mupsar çantasından çıkardığı kurabiyeleri dağıttı.
Ağır ağır yükselen bir tempoyla ağaçların arasından arp ve flüt sesleri duyulmaya başlandı. Her yönden gelen bu tatlı müziğe kuşlar da eşlik ediyordu. Derken olgun görünümlü bir peri adam çıktı ağaçların arasından ve Piki’yle konuştu:
“Etkiledin bizi Ozan
Belli ki güçlü karizman
Ama kandıramazsın bizi
Biliyoruz niyetinizi
Yüzyıllardır gelenler
Hep hazine peşindeler
İnkâr edebilir misin bunu?
Kısa keselim oyunu!”
Piki cevap verdi:
“Peri Kral, saygılar!
Bunlar haklı kaygılar
Yalan söyleyemem size
Hazineye geldik biz de
Ama anlaşabiliriz bu işte
Sakınca mı var dostça alışverişte?
Yaşayan ölüleri toz edelim
Sonra da bu adadan gidelim
Taşıyabildiğimiz kadar
Altınlar ve elmaslar
Desem, emek fiyatımız
Çok mu gelir yüce Kralımız?” dedi Piki. Bu arada Peri Kral’ın önünde saygılı bir reverans yapmıştı.
Peri Kral biraz düşündü. Diğerleri nefesini tutmuş kararı bekliyorlardı. Bütün ağaçların arkasından minik meraklı kafalar uzanmıştı. Periler de tıpkı gnomlar gibi mücevherlerine düşkün olurlardı. Piki farkettirmese de Kral’ın yeleğindeki her biri değişik bir değerli taştan oluşan düğmelerden gözlerini alamıyordu. Peri Kral yapraklardan yapılma sade bir taç takıyordu ama periler arasında adet olduğu üzere elbisesindeki düğmeler elmas, yakut, zümrüt gibi değerli taşlardan yapılmıştı. Kral sonunda açıkladı kararını:
“Bir tane bile kalmazsa eğer
Sizinle anlaşmaya değer
Temizleyin tapınağı ölülerden
Alırsınız pay hazinelerden,” dedi Peri Kral ve geldiği gibi kayboldu.
Ekibin morali düzelmişti. Çabucak tapınağın yerini buldular ve başlarına bir şey gelmeden tepeye tırmandılar. Yükseğe çıktıkları halde ağaçların seviyesini geçememişlerdi. Güneş yavaşça batmaya yüz tutmuştu. Mupsar “onlar çıkmadan biz girelim,” dedi.
Meşaleler yakıldı. Savaşçılar kılıçlarını ve kıyafetlerini kutsal sularla ıslattılar. Mupsar ellerine kabaralı ve sertleştirilmiş özel yarım eldivenler taktı.
Piki ise arpını çalarak bir şarkı söylemeye başladı:
Cesaret, savaşçılar cesaret!
Ölüm armağan, kalsın esaret
Geldik buraya destan yazmaya
Periler ülkesini kurtarmaya
Düşman duygusuz ve canavar
Ama bizim cesur yüreğimiz var
Haydi yiğitler kahramanlar
Tarih yazacak, kazananlar
Haydi kahramanlar zafer zamanı
Tarih, yazacak kazananı.
Diğerleri sessizce dinlediler büyülü şarkıyı ve dinledikçe moral kazandılar. Cesaret ve coşku adeta yüreklerinden taşıyordu. Şarkı bittiğinde neşeli naralar atarak daldılar tapınağın karanlık koridorlarına.
Daha kapıdan girerken çürük ceset kokularını duymuşlardı. Piki sihrini konuşturup her elemanın üzerine ışık büyüleri yaptı. Hepsinin başının üzerinde ışıklar dans ediyor, nereye giderlerse peşlerinden gidip etrafı aydınlatıyorlardı.
Grup eski tapınağın girişini aşıp içeri girer girmez yaşayan ölüler saldırdılar. Ancak karanlık yuvalarını istila eden rahatsız edici ışıklar, yaratıkların çevikliklerine darbe vurmuştu. Korkunç savaş başlamıştı işte. Kılıçlar süratli bir şekilde kesiyor, meşaleler ateşe veriyordu. Parçaları kopan zombiler hareket etmeye devam ediyor, ancak kafaları parçalanırsa yere seriliyorlardı. Çok dayanıklıydılar. İskeletleri ise vurmak zordu; kemiklerin arasından kayıp giden silahlar işe yaramıyordu bazen. Parçalarını bir arada tutan güçlü ve uğursuz bir büyü tarafından yönlendirilen lanetli yaratıklardı hepsi de.
Mupsar’ın tekme ve yumrukları neredeyse gözle takip edilemeyecek kadar hızlıydı. Kafaları patlatıyor, kemikleri kırıyordu. Piki ise oradan oraya sıçrıyor, yaratıklara yakalanmamaya çalışıyordu. Bazen üzerine gelenlere elindeki şişeden kutsal su atıyordu. İyilikle kutsanmış bu sular, lanetli yaşayan ölüler üzerinde asit gibi yakıcı bir etki gösteriyordu.
Eski tapınağın büyük ana salonunda sürüyordu savaş. Grup ortadaydı ve yaşayan ölüler etraflarını sarmaya çalışıyorlardı. Tavandan bile yaratıklar dökülüyordu. Kalabalık kuklalar gibi geliyorlardı. İnsan zombi ve iskeletlerinden başka elf, cüce veya hayvan zombileri ve iskeletleri de saldırıyordu. Hele bir ara üzerlerine gelen, eskiden bir dev olduğu belli olan çürümüş bir ceset, korkunçtu! Ancak Duro ve Paks kılıçlarıyla aynı anda vurarak devin birer bacağını doğradı ve öne doğru düşen yaratığın başını da Prot kesti. Üçünün bu hareketi önceden çalıştıkları belliydi.
Kimse ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyordu ama her taraf öbek öbek çürük ceset yığınlarıyla dolmuştu ve bazıları yandığı için salonu duman kaplamıştı. Adamlar yaratıkları kesiyor ama sağdaki ve soldaki koridorlardan yenileri geliyordu. Ekiptekiler artık yorgunluktan nefes nefese kaldıklarında, yaratıklar da akın akın gelmeyi keser gibi oldular. Artık tek tük çıkıyorlardı koridorlardan.
Üstünlüğü ele geçirmenin moraliyle ekip yine hızlandı. Pablo yanında üç adamıyla sağdaki koridora doğru önüne geleni biçerek ilerliyordu. Grubun bölündüğünü gören Piki adamları uyarmak istedi ama dönüp Mupsar’a baktığında onun da önüne çıkan yaratığı parçalayarak soldaki koridora doğru ilerlediğini gördü. Bir an tereddüt ettiyse de Mupsar’ı takip etmeye karar verdi. Neden ayrılmışlardı sanki?
Pablo, Paks, Duro ve Prot birçok odaya girip çıktı, önlerine geleni kestiler ve sonunda bir kapıya geldiklerinde, -bu kilitliydi- Pablo kapıdaki amblemi tanıdı; “işte burası!” dedi sanki aradığını bulmuş gibi. “Kırın kapıyı!” diye emretti adamlarına. Diğerleri, kırık bir taş sütunun parçasını getirip bununla kapıya vurmaya başladılar. Sonunda kapının kilidi kırılarak açıldı. İçeri girdiler.
Burası bir mezar odasıydı. Zırh kuşanmış, kralları andıran eski bir savaşçı, ötede büyük mermer bir lahit üzerinde sırt üstü yatıyordu. Üstü tozla kaplanmış, cildi gri kül rengindeydi ama çürümemiş gibiydi. Sanki uyuyordu. Bedenin üzerinde, ucu ayaklarına doğru olmak üzere bir kılıç vardı. Savaşçı ellerini göğsü hizasında, kılıcın kabzasında birleştirmişti. Kılıç kınında değildi. Göz alıcı keskin kısmı kızılımsı bir şua yayar gibi parıldıyordu. Pablo birkaç saniye hayran hayran baktı. “Alevdil... Sonunda...” diye mırıldandı.
Fakat savaşçı birden ayaklandı ve kalkarak gözlerini açtı. Bembeyaz gözleri kül rengi suratında ürkütücü görünüyordu. İnsanın kanını donduran bir sesle “beni rahatsız etmeye cüret eden kim?” dedi.
Ancak diğerleri pek korkak değildiler. “Afedersiniz majesteleri, ama yıllarım o kılıcı aramakla geçti,” dedi Pablo. “Şimdi o kılıcı bana ver, sonra uykuna dönebilirsin.”
“Gel de al o zaman!” dedi savaşçı kızıl kızıl parlayan kılıcı sallayarak. Oda birden ısınmıştı. Prot adamın üzerine bir kutsal su şişesi fırlattı. Şişe zırhında patladı ve sular üzerine bulaşınca eski kral savaşçının ellerinden, yüzünden ve boynundan cızırtılar eşliğinde dumanlar çıkmaya başladı. Adam korkunç bir feryat kopardı. Bu acı onu daha da öfkelendirmişti. Çılgın gibi kılıcını sallamaya başladı. Diğer dördü adamın etrafını sarmışlardı; üstelik dördü de kılıç ustası olmalarına rağmen temkinli olmaya çalışıyorlardı. Alevdil, kılıçlara her çarptığında fırının kapağı açılmış gibi yüzlerine bir sıcak hava dalgası vuruyordu. Kılıç diğer kılıçlara çarptıkça iyice kızardı, sanki demirhanede körükle ateşe yatırılmış gibi parlak sarıya döndü rengi.
Kimbilir hangi zamanın, hangi ülkenin kralı olan yaşayan ölü savaşçı, cesedi andıran halinden beklenmeyecek kadar iyi savaşıyordu. Nitekim biraz sonra Alevdil’i Prot’un göğsüne soktu. Kılıç önden girip, ucu arkadan çıkmıştı. Prot çığlık atarak derhal alev aldı. Fakat bu esnada Pablo, iki eliyle tuttuğu kılıcını şiddetli bir şekilde yaşayan ölü savaşçının Alevdil’i tutan koluna indirdi. Kolu kopan savaşçı savunmasız kaldı; anında Duro ve Paks’ın darbeleri geldi ve kısa sürede adamı parça parça ettiler.
Pablo Alevdil’i tutup çekti ama Prot kömürleşmişti artık. Şöminedeki köz kütükler gibi yatıyordu. Sağ kalanlar arkadaşlarının önünde sessizce saygı duruşunda bulundular. Paks ve Duro’nun sessizce gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Sağdaki koridorun derinliklerinde bunlar yaşanırken, Mupsar da soldaki koridoru ve buradaki odaları temizlemişti. Hemen arkasındaki Piki de cesurca savaşmak için hançerlerini çekmiş ama buna pek ihtiyaç olmamıştı. Koridorun sonundaki odalardan birine girdiklerinde birbuçuk metre kadar boyunda, taştan bir heykel buldular. Bu çok güzel bir Tanrıça heykeliydi. Mupsar tereddüt etmeden heykele yaklaştı ve sarıldı! Daha sonra yavaş yavaş -biraz da zorlanarak- heykeli çevirmeye başladı. Heykelin üst kısmı doksan derece kadar döndü. Mupsar bu sefer de heykelin üst kısmını biraz geriye doğru itti. Meğerse iki parça olan heykelin alt kısmında gizli bir oyuk ortaya çıkmıştı. Mupsar bu bölmedeki küçük metal bir şişeyi çıkardı.
“Vay, vay vaay!
Nasıl da bildin
Heykeli çevirdin
Bak sen şu işe
Sır saklayan Keşiş’e,” dedi Piki. Bir süredir kapıdan izliyordu.
Mupsar şişeyi cebine koyarken “hepimizin sırları var, öyle değil mi?” dedi. Koridorun sonundaki merdivenlerden aşağıya indiler. Burada da üstteki koridorları andıran zindanlar vardı. Birkaç önemsiz odaya rastladılar. Sonunda gösterişli büyük bir kapıya geldiklerinde, diğer taraftan aşağıya inmiş olan Pablo, Paks ve Duro ile karşılaştılar. “Prot nerede?” diye sordu Mupsar ama diğerlerinin yüz ifadelerinden cevap anlaşılıyordu.
“Bakmadığımız bir tek bu oda kaldı sanırım.” Kapıyı açıp içeri daldıklarında burasının büyük bir depo olduğunu gördüler. Burası altın ve elmas deposuydu! Altınlar ve elmaslar insan boyunda öbekler halinde her taraftaydı! Grup hazinenin miktarından öyle etkilenmişti ki, odanın taa arka tarafında, altından bir tahtta oturan yaratığı fark edememişlerdi bir an. Belki de eğer ayağa kalkmasaydı hala fark edemeyeceklerdi.
Bu, elinde kendi boyunda kocaman bir asa tutan, başında ince bir taç, üzerinde gösterişli cübbe olan biriydi. Fakat adamın -ya da kadının- ellerinde ve yüzünde sanki etleri yok da, derileri kemiklerin üzerine yapışmış gibi korkunç haldeydi. Üstelik göz yuvalarında iki kırmızı ışıktan başka bir şey gözükmüyordu.
“İşte bu en güçlüleri!
Zombi yapan ölüleri
Büyücü, lanete hükmeden
Vurun vakit kaybetmeden!” dedi Piki telaş içinde. Ancak büyücü öyle korkunç bir çığlık attı ki, bütün grubun üzerine bir korku dalgası yayıldı. Kimse yerinden kıpırdayamadığı gibi, çoğu kaçmayı düşünüyordu. Piki yine hemen arpını çıkarıp titreyen parmakları ile çalmaya başladı. Arptan dağılan melodiler sanki bir büyü gibi etkiliyor, Ozan’ın kelimeleri moral ve kendine güven veriyordu:
“Cesaret, cesaret saldırın
Kılıçları kaldırın
Atılın yiğitler, atılın
Kahraman safına katılın!”
Diğerleri naralar atarak korkularının üzerine koştular. Bu arada kurukafa suratlı büyücü, asasını ileri doğru uzatarak en önde koşan Paks’a karanlık bir ışın gönderdi. Paks anında karardı ve sanki tozlarına ayrılmış gibi binlerce siyah nokta etrafa saçıldı. Yok olmuştu! Diğerleri şaşırıp, korkmaya vakit bulamadan büyücünün dibine kadar gelmişlerdi bile. Duro öfkeyle haykırarak kılıcını savurdu ve büyücünün asayı tutan kolunu uçurdu. Kol ve asa yere düşerken karanlık büyücü sağlam eliyle Duro’nun boğazına yapışmıştı. İskelet parmaklar adamın gırtlağına girmişti ve anında Duro’nun yüzü griye dönüp, suyu sıkılmış limon gibi kuruyuverdi. Bu anda Mupsar özel tekniğiyle yönlendirdiği yumruğunu iskelet büyücünün alnına geçirdi. Kurukafa patlarken Pablo da Alevdil’i yaratığın gövdesine soktu. Kafasız gövde alev alarak yığıldı.
Büyücü yok olmuştu ama Paks ve Duro da ölmüşlerdi. Artık görev başarılmıştı fakat ölenlerin acısı yüzünden doğru dürüst sevinemediler. Buruk bir zafer olmuştu bu. Çantalarına taşıyabilecekleri kadar mücevher doldurdular. Aldıkları miktar hazinenin yüzde biri bile değildi ama küçük bir krallık kurmaya rahatlıkla yeterdi.
Dışarı çıktılar. Geceydi ve ada sessizdi. Gitmek için sabahı bekleyeceklerdi. Aslında bir tehlike olmadığı halde yine de nöbetleşe uyumaya karar verdiler. Güneş doğarken Pablo elmaslarla dolu çantasını yastık etmiş, Alevdil’e sarılmış, horlayarak uyurken Piki, Mupsar’a
“Güneş doğdu Keşiş günaydın
Gidiyorum aramaya ağacını Dryad’ın
Korktuğumdan değil yeminle
Ama gelsene sen de benimle,” dedi.
Mupsar önce uyuyan Pablo’ya baktı ama sonra başını sallayarak kabul etti teklifi. Mücevher dolu çantaları uyuyan adamın yanında bırakmışlardı; böylece döneceklerini anlayabilecekti Pablo. Tepeden inip adanın kuzeyine doğru yürümeye başladılar. Arada bir ağaçların arkalarından minik kafalar uzanıp gülüyor, bazıları da “tebrikler, aferin size, kahramanlar...” gibi takdir edici kelimeler söylüyorlardı. Ancak hiçbiri uzun uzadıya sohbete kalkışmıyor, hemen kayboluveriyorlardı.
Neden sonra ötede diğerlerinden oldukça farklı bir ağaç gördüler. Bu tıpkı babasının Piki’ye tarif ettiği gibi bütün yaprakları değişik değişik canlı renklerden oluşan, ilgi çekici bir ağaçtı. Fakat Piki bu aşamada durup, belli ki kafasını meşgul eden bir soruyu sordu Mupsar’a.
“Çok maceralar yaşadık
Sanırım seninle yakınlaştık
Anlatır mısın sen de hikayeni
Heykelden aldığın neydi?” dedi.
Mupsar buruk bir şekilde gülümsedi ve cebinden küçük metal şişeyi çıkardı. Üzerindeki egzotik motifleri parmağının ucuyla okşuyor, dalgın bir şekilde hikayesini anlatıyordu: “Ben manastırda yetim büyüdüm Piki. Söylendiğine göre manastırın kapısına beni bebekken bir sepetin içinde bırakmışlar. Çocukken... Hatta şimdi bile, arada sırada annemi rüyamda görürdüm. Yüzünü değil ama sesini, kokusunu, sıcaklığını... Onu özlerdim, anlıyor musun?.. Bir gün iyi bir falcı, bana anne ve babamın yaşadığını söyledi ve dediğine göre beni bırakmak kendi seçimleri değilmiş! Ancak falcı, kim ve nerede olduklarını söyleyemedi. Bu falcı, yetenekli bir cadıdır. Birlikte sık sık çalışırız ve onun medyumluk yeteneğine güvenim tamdır. Bana söylediği şey, ancak bir dilek cininden dilersem ailemi bulabileceğimdi. Ben de araştırdım ve sonunda Ay Tapınağı’nda şişede hapis bir dilek cini olduğunu öğrendim. İşte benim hikayem de böyle.”
“Vay canına bak şu işe!
Ne marifetli bir şişe
İlginç bir biçimde
Cin mi varmış içinde?
Yoksa açınca kapağını
Sanıyor musun çıkacağını?” dedi Piki.
“Evet kapağı açınca serbest kalıyor ve bir dileğini gerçekleştirip kendi semavi boyutuna gidiyor,” dedi Mupsar. Bu sırada parmakları şişenin tıpası üzerindeydi ve birden açıverdi şişeyi! Aslında bunu istememişti, belki kazayla, belki de bilinç altından gelen bir dürtüyle aniden olmuştu.
Beyaz bir duman püskürdü şişeden. Beyaz dumanlar önce minik bir kasırga hortumu gibi döndü, sonra da sakinleşerek bulutumsu bir yapıya kavuştu. En sonunda da bu garip sisin üst kısımları iri yarı kocaman, kaslı bir adam haline dönüştü. Cinin belden aşağısı hala bulut şeklinde bir sisle kaplıydı. Mupsar’ın elindeki şişeyi görerek gülümsedi. “Söyle bakalım dileğini, çabuk!” dedi gür ve neşeli sesiyle.
Diğerleri bu ani olay karşısında hala şaşkındılar. Mupsar, “annemi bulmak istiyorum,” dedi aceleyle. Cin ise “oldu bil!” diyerek Keşiş’e dokundu ve Mupsar ortadan kayboldu!
“Haayırr!! Mupsaaarr!!” diye bağırıyordu Piki olanların farkına varırken ama Keşiş kim bilir nerelerdeydi artık.
Kocaman Cin, minik Gnom’a şaşırarak baktı. “Bir problem mi var minik adam?” diye sordu.
“Bir de soruyorsun
Sorun mu var diye
Arkadaşımı gönderdin
Kimbilir hangi nereye,” diye azarlayarak konuştu Piki.
“Ho, ho, ho! Minik adam pek sinirli. Ama dikkat et minik adam, cinler tehlikeli olabilir!”
Piki de hak vermişti bu kendisine tepelerden bakan büyülü kas yığınına. Zoraki bir sırıtışla sempatik suratını takındı.
Cin konuşmaya devam etti: “Ben sadece arkadaşının dileğini yerine getirdim, onu annesinin yanına gönderdim,” dedi.
“Vedalaşsaydım bari
Mümkün mü getirmen geri?
Bir saat kalsın
Sonra tekrar yollarsın.”
“Hoh ho. Küçük adam ne yazık ki senin dilek hakkın yok! Olsaydı bile bu istek arkadaşının hoşuna gitmeyebilirdi. Şimdi müsadenle kendi boyutuma dönüp özgürlüğün tadını çıkaracağım,” dedi Cin. Birden şiddetli bir rüzgar çıkıp yaprakları havalara savurdu ve Cin ortadan kayboldu.
Piki bu duruma çok kötü bozulmuştu. Mupsar’a kanı kaynamış, aralarında bir dostluk başlangıcı olmuştu ama Keşiş şimdi kim bilir nerelerdeydi. Üstelik ganimetini de bırakmıştı. Ancak biraz düşündükten sonra gülümsedi; sonuç olarak arkadaşı küçüklükten beri özlemini duyduğu bir isteğine kavuşmamış mıydı?
“Bir gün gelip bulursa beni
Paylaşırım onunla ganimetimi
Belki...” diye düşündü.
Her yaprağı ayrı bir renkte olan ağaca doğru yürüdü sonunda. Ağacın gölgesi altına girdiğinde, bir hareket sezinledi. Adeta suyun kağıdın ötesine geçmesi gibi, ağacın gövdesinden de bir kadın çıkıyordu. Çıplak vücudu ince ve güzeldi. Teni abanoz ağacından oyulmuş heykellerin rengindeydi, pürüzsüzdü. Saçları yüzünü gölgeliyordu. Etkileyici bir sesle konuştu:
“Hepsi de ozandı
Buraya uğrayanların
Birisi de babandı
Sırrı arayanların,” dedi.
Piki etkilenmişti.
“Evet Dryad, güzeller güzeli
Çılgın perilerin en özeli
Ben de geldim sırrı bulmaya
Şiirin, şarkının piri olmaya
Piki Pingel’dir adım
Kendimi bu yola adadım
Dryad bana da el ver
Şu işin sırrını öğretiver,” dedi Piki.
“Yakalamak için bilgeliği
Öğrenmek için özde müziği
Adamalısın sırra kendini
Duyumsamak için büyülü ahengi
Dönüşü yok büyünün unutma!
Farklı bakacaksın artık dünyaya
Çok güzel olacak sesin
Şakıyacak adeta nefesin
Sırrını bileceksin ahengin
Ozanları kıskandıracak bestelerin
Hazır mısın sırrı yaşamaya
Doğuştan yetenekli gibi olmaya?” dedi ağaç kadın.
“Yıllardır bekledim bu anı
Geldi mi sonunda zamanı?
Haydi başlasın artık Dryad!
Söz verdiğin müzikal hayat,” dedi Piki heyecanlı bir şekilde.
Dryad eliyle bir takım hareketler yaptı ve Piki’nin anlamadığı büyülü sözler fısıldadı. Ozan’ın üzerine ağacın yapraklarından sanki altın tozu yağıyordu. Piki’nin başı zonklamaya, kulakları uğuldamaya başladı. Acayip hissediyordu. Yavaş yavaş renklerin melodisini duymaya, seslerin renklerini görmeye başladı. Gittikçe tuhaflaşıyordu. Birden Dryad’ın komutuyla Piki yıldırım çarpmışçasına bir şok dalgasına maruz kaldı ve kendinden geçti.
Piki aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi ama bir süre sonra tekrar kendine gelip gözlerini açtığında artık dünyayı bambaşka görüyordu. Bir gözü bir tarafa, diğer gözü diğer tarafa bakıyordu Piki’nin! Her şey büyümüş gibi... Daha doğrusu zaten küçük olan kendisi daha da küçülmüş gibiydi. Başını yana eğdiğinde rengarenk tüylerini ve kanadını görünce güzel bir çığlık attı. Kuş olmuştu!
“Sen ne yaptın! Beni ne hale getirdin!” diye bağırıyordu Dryad’a güzel sesiyle. Kuş dili konuşuyordu artık ve sesi gerçekten de güzeldi.
Piki, Dryad’ın saçlarının gölgesinde yüzünün gülümsediğine emindi.
“Öğrenmek için ahengini sesin
İşte en uygun formun içindesin
Ustalaşamazsın doğalı yaşamadan
Baban da geçmişti bu aşamadan
En az bir, en fazla üç senede
Olursun yine eski bedeninde,” dedi Dryad tekrar ağacın gövdesiyle bir olmadan önce.
Piki ise “sen ne yaptın Dryad! Ne olur beni eski halime döndür,” diye bağırıyor, yalvarıyordu. Yüreği korkudan küt küt atıyordu. Heyecanla kanatlarını çırparak havalandı ve uçmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu anladı.
Saatler sonra gün öğleni geride bırakırken Pablo Rotti Ay Tapınağı tepesinde boğazını yırtarcasına bağırıyor, Mupsar ve Piki’nin isimlerini çağırıyordu. Sabah ilk uyandığında telaşlanmamıştı aslında. Diğerlerinin çantaları yanında olduğuna göre birazdan döneceklerini düşünmüştü. Ama düşündüğü gibi olmadı. Saatler geçtikçe endişelenip etrafı aradı. Önce tapınağı aramış, sonra tepenin etrafını, sonra biraz daha uzakları. Şüphe ve merak içini kemiriyordu. Bütün o savaşlardan sağ kurtulduktan sonra adamların başına bir şey gelme olasılığını kabullenemiyordu, tabii periler ihanet etmediyse!..
Sonunda bağırmaktan boğazları ağrıdığında tapınağın önünde bir taşa oturmuştu ki, genç bir peri adam çıkageldi.
“Bayım boşuna bağırmayın
Arkadaşlarınızı aramayın
Çünkü gitti onlar
Artık bu adada yoklar,” dedi.
Pablo’nun gözlerinin altı mor mor, bakışları tekinsizdi. “Bir anlaşma yapmıştık,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Bu arada Alevdil’in kabzasını öyle sımsıkı tutuyordu ki, neredeyse parmaklarına kan gitmeyecekti.
“Büyük bir cindi çıkan şişeden
Keşiş olanı buradan gönderen
Öbürkü ağaç kadınla görüştü
Küçük Ozan bir kuşa dönüştü,” diyordu Peri çocuk, bir yandan da hafif hafif uzaklaşıyordu Pablo’dan.
Alevdil’in kızılımsı parlaklığı yeniden artmaya başlamıştı. Pablo yavaş yavaş ayağa kalkarken “Bir anlaşma yapmıştık... Ama perilere güvenilmeyeceğini biliyordum zaten,” diyordu. Çok pis bakıyordu peri çocuğa.
“Hayır, hayır inanın efendim
Doğrudur bütün söylediklerim
Biri kanatlanıp kuş oldu
Öbürü duman olup kayboldu.”
Pablo bir nara atıp çocuğun üzerine sıçradı ama peri sanki buna hazırlıklıydı ki, kaçar gibi uçtu tepeden. Savaşçı bağırıp çağırıyor, perilere sayıp sövüyordu. Sinirden elindeki kılıcı sağa sola sallıyordu. Büyülü kılıç Alevdil gittikçe ısındı ve hatta kor halihe geldi. “Perileeerr!! Numara yapmayın bana! Yakarım bu adayı Perileer! Yakarım hepinizi! Duyuyor musunuz! Alçak perileeer!” diye bağırıyordu Pablo. Alevdil’i sallıyor, ve boğazını yırtarcasına bağırıyordu: “Perileeer!.. Oynamayın benimle perileer!.. Yakarım hepinizi!.. PERİLEEEEER!!”
SON
.
Keşiş hızlı hızlı izleri takip ederek sonunda böğürtlen çalılarıyla çevrelenmiş, papatyalarla dolu bir çimenliğe geldi. Kocaman eski bir ağaç kütüğünün üzerinde Paks oturuyordu ve hemen yanıbaşında kütüğün üzerinde ayakta duran üç karış boyunda güzel bir peri kızı duruyordu. Kızın altın sarısı saçları, sık sık kırpıştırdığı uzun kirpikli renkli gözleri vardı. İnce bedenini renkli yapraklardan örülme dekolteli seksi bir kıyafet sarıyordu. Kadifemsi mavi kanatlarının şekli, kelebeklerinkine benziyordu. Paks ile oldukça samimi gibiydiler. Sohbet ediyorlar, kız kıkırdayarak gülüyor, -tatlı, sıcak bir sesi vardı- Paks ise ağzı kulaklarında şapşal şapşal sırıtıyor, yüzü kızarıyordu.
Gümüş, -kızın adı buydu- elini adamın saçları arasında gezdirdi ve kendince Paks’ın alnına düşen kâkülünü düzeltti. Mupsar bu olayı seyrederken herhalde Paks’ın hayatının en mutlu anlarını yaşadığını düşünmeden edemedi. Sonra birden ikisi de Keşiş’i farkettiler. Sanki biraz rahatsız olmuşlardı. “Ne oldu?” dedi Paks, “biraz müsaade eder misin bize?”
“Paks, unuttun mu buraya neden geldiğimizi? İşimiz var biliyorsun...” dedi Mupsar kibarca.
“İş mi?.. İş, iş, iş! Bütün işleri ben yapıyorum yahu!”
Gümüş ise Paks’ın güçlü pazılarına sarılarak -ve yaslanarak- “hayatım işte bana laf atan bu adamdı!” dedi.
Mupsar adamın kanının nasıl da beynine sıçradığını, kararan suratındaki ani renk değişiminden anlamıştı. Öfkeden deliye dönen Paks’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Dişleri hırsından birbirine kenetlenmiş olmalıydı. Yavaşça ayağa kalkarken aynı zamanda kılıcını da çekiyordu. “Vay ırz düşmanı, vay; biz de keşiştir, dürüst adamdır dedik...”
“Boşver hayatım değmez bu serseriye,” dedi Gümüş ama Paks’ın sol gözü seyirmeye başlamıştı bile.
Mupsar gülümsemeden edemedi; “baksana Paks, o senin anca kolun kadar ufacık bir kız, ikinizin nasıl bir geleceği olacağını düşünemiyorum,” dedi.
Bu cümleler zaten öfkeden köpüren adamı iyice çıldırttı. “Geberteceğim seni...” diyerek kılıcıyla saldırdı. Keşiş, umduğu gibi iyice öfkelenen adamın dengesiz saldırısını ani bir darbe vurarak karşıladı. Avuç içiyle Paks’ın alnına usturuplu bir vurup çekme hareketi yapmıştı. Amacı adamı yaralamak değil sadece birkaç saniye bilincini kaybetmesini sağlamaktı. Eğer Paks’ı bayıltabilirse üzerindeki, Gümüş’ün büyüsünü çözebileceğini ümit ediyordu. Paks yere serilirken Mupsar ağaç kütüğüne baktı ama Peri kızı ortadan kaybolmuştu bile.
Birkaç dakika sonra Paks yavaş yavaş kendine geldi. Morali çok kötüydü. “Nerde o? Gitti mi, beni terk mi etti?” diyordu. Aptal gibiydi. Sonra da hıçkırmaya, ardından salya sümük ağlamaya başladı. “Gümüüüş, Gümüüş,” diye bağıra bağıra ağlıyordu. Bütün orman bu bağırtıyı duyuyor olmalıydı. “Benim gibi adama yapılır mı bu Keşiş? Söyle benim gibi adama...” diye bağırıyordu gözyaşları eşliğinde. Mupsar biraz sıkılarak, biraz da acıyarak sakinleşmesini bekledi adamın.
Bu arada Piki ile Pablo da Duro ile Prot’u bulmuşlardı. Fazla aramalarına gerek kalmamıştı çünkü ikisinin horlamaları epey öteden duyulabiliyordu. “Uyumanın sırası mı, aptallar!” diye bağırarak dürtükledi Pablo ama adamlar hafifçe tekmelenene kadar uyanmayı reddettiler.
Daha sonra ekip buluşma yerinde bir araya geldi. Ay Tapınağı’nın bulunduğu tepeye dönerken; -daha doğrusu dönmeye çalışırken- iki kere zehirli meyve yemeye kalkışan oldu. Üç kere içi dikenli çalılarla dolu, üzeri illüzyon çimenlerle kaplı derin çukurlara basmaktan son anda kurtuldular. Üç kere ağaç dalı zannettikleri yılanları tuttular, hatta bir seferinde yılan Paks’ı ısrdı ama zehirli dişler kabaralı deri bilekliğe denk gelerek ete girmedi. Bir keresinde dev bir ağaç üzerlerine yürüdü ama kaçabildiler. Bir defasında tepelerine arı kovanı düştü, birkaç kere sokuldularsa da Piki piposunun dumanıyla kovaladı arıları. Bir ara dev karıncaların yuvasına bastılar ve hepsi ısırıldı. Duro yalancı sıtmaya tutuldu ama çabuk geçti. Prot birkaç kere annesini, Paks ise Gümüş’ü gördüğünü zannetti; Pablo da birilerini gördü ama dehşete düşse de kim oldukları hakkında hiçbir ipucu vermedi.
Ağaçların arasından aniden çıkan kalabalık bir elf savaşçıları grubu etraflarını sardı. Altın kaplama elf işi süslü, hafif zırhlar giymişlerdi. Hepsi de yaylarına ikişer üçer ok takmış, bizimkilere nişan almışlardı. Elflerin başındaki subay öne çıkarak eğer hemen oradan gitmezlerse onları öldüreceklerini söyledi. Mupsar da dahil olmak üzere bütün ekip gitmekten başka çareleri olmadığına ikna oldular. Ama Piki kahkahalarla güldü. Bir şeyler fısıldayarak hızlı bir şekilde el çırpınca bütün elfler duman olup uçtular sanki. Artık illüzyonların kendisini de kandıracak kadar güçlü gelmesinden ötürü Mupsar’ın morali bozulmuştu.
Yollarına devam ettiler ama aniden çok yoğun bir sis çıktı. Beş adım ötesini bile göremiyorlardı. Hepsi birbirine tutunup yavaş yavaş yürüdüler. İki saat sonra hava açıldığında hedeflerinden uzaklaştıklarını farkettiler.
İşler sarpa sarıyordu; Mupsar Piki’yi kenara çekip endişelerini dile getirdiğinde, Ozan ilerideki bir kovuğu göstererek orada yaşayan tilkiyle konuşabileceğini söyledi. Küçük Gnom ötedeki ağacın köklerinin altındaki kovuğun başına gitti ve eğilip yuvaya doğru seslendi. Biraz sonra bir tilki kafasını çıkardı ve Piki’yle hayvan dilinde konuşmaya başladılar.
Ekipteki savaşçılar gülüyorlardı. Yine bir hayal gördüklerini sanıyorlardı. Artık iyice laçkalaşan sinirleri yüzünden sık sık gülme -ve bazen de ağlama- krizlerine tutulur olmuşlardı. “Ne oluyor orada?” diye sordu Pablo, Mupsar’a Piki’yi işaret ederek.
“Bilgi topluyor,” diye açıkladı Keşiş. “Gnom ırkının bir özelliğidir; kovuk şeklinde yuva yapan hayvanlarla konuşabilirler.”
Biraz sonra Piki döndü.
“Haberler iyi beyler
Öğrendim faydalı bir şeyler
Ay Tapınağı’nda yaşayan ölüler
İskeletler, hayaletler, zombiler
Lanetli yaratıklar doluymuş
Ve hepsi de gece çıkıyormuş...”
Bütün grup Ozan’a suratsız bir ifadeyle bakıyordu. “Bu haberin içimizi rahatlatması mı gerekiyor?” dedi Pablo.
“Bunları zaten tahmin ediyorduk, hatta sen geçen gelişinde görmüştün bütün o yaratıkları değil mi Piki?” diye anlamlı anlamlı vurgulayarak konuştu Mupsar.
“Dinlesenize devamını
Bırakın da bitireyim lafımı
Bu iğrenç kokulu yaratıklar
Zamanla muazzam artmışlar
Yıllarca her gelen serüvenci
Ölünce olmuş onlardan biri
Şimdi dolaşıyorlar geceleri
Bu da rahatsız ediyor perileri
Sevmiyorlar ölü ucubeleri
Ama fayda etmiyor büyüleri
Çürümüş ölü beyinler
Asla hayal görmezler
Kokku nedir bilmezler
Yani buradan gitmezler.”
Mupsar gülümsedi. “Yani perilere yardım edelim diyorsun!..”
Pablo araya girdi: “Perilere yardım mı! Onları bir elime geçirirsem...” diye köpürecekti ki, -ve üç silahşörler de öfkelenmek üzereydi bu fikre- Piki yine meşhur mendilini salladı. Hepsi şaşırarak ona baktılar.
“Şimdi sesinizi kesin!
Başı belada herkesin
Temizleyeceğiz ölüleri
Sevindireceğiz perileri,” dedi Piki ciddi ciddi. Herkes ikna olmuştu.
“Tamam,” dedi Mupsar “o zaman konuş onlarla.”
“Tamam! Ama kimse karışmasın
Tartışmasın, konuşmasın!
Hatta kıpraşmasın!” dedi Ozan ve gruptan biraz uzaklaştı. Ötedeki bir kayanın üzerine çıkarak arpını çalmaya başladı. Bütün sesler dinmiş, sanki orman Ozan’ın söylediklerini dinliyordu:
“Periler, güzel halkı ormanın
Yakışıklısıdır küçük olanın
Yakuttandır yeleğinin düğmeleri
Ağlatır şarkısının nağmeleri
Aşık eder kanatlı kızları
Vadederek ulaşılmaz hazları
Şakacı periler, bu ne şakası?
Kesilmedi hiç ardı arkası
İncitmezse güzel olur eğlenmesi
Peki çektiğimiz neyin ceremesi?
Belki de yanlış bellediniz
Bizi düşman zannettiniz
İncitmek değil sizi niyetimiz
Dostluk istiyoruz hepimiz
Çirkin zombileri öldürmek
Tek amacımız yardım etmek!” dedi Piki ozanlara özgü terbiyeli sesiyle ve bekledi.
Orman sessizdi, çıt çıkmıyordu. Vakit öğleyi çoktan geçmiş akşam üstüne yaklaşıyordu. Adamlar henüz savaşmadan bitkin hissediyorlardı kendilerini. Derken Duro’nun çok şiddetli bir şekilde açlıktan midesi guruldadı! Ses ormanda yankılanmıştı adeta. Ekibin hepsi de makaraları koyuvermişçesine gülmeye başladılar. Kahkahaların ardı arkası kesilmiyordu. Sonunda gülmekten gözlerinden yaşlar gelirken sakinleşebildiler. Mupsar çantasından çıkardığı kurabiyeleri dağıttı.
Ağır ağır yükselen bir tempoyla ağaçların arasından arp ve flüt sesleri duyulmaya başlandı. Her yönden gelen bu tatlı müziğe kuşlar da eşlik ediyordu. Derken olgun görünümlü bir peri adam çıktı ağaçların arasından ve Piki’yle konuştu:
“Etkiledin bizi Ozan
Belli ki güçlü karizman
Ama kandıramazsın bizi
Biliyoruz niyetinizi
Yüzyıllardır gelenler
Hep hazine peşindeler
İnkâr edebilir misin bunu?
Kısa keselim oyunu!”
Piki cevap verdi:
“Peri Kral, saygılar!
Bunlar haklı kaygılar
Yalan söyleyemem size
Hazineye geldik biz de
Ama anlaşabiliriz bu işte
Sakınca mı var dostça alışverişte?
Yaşayan ölüleri toz edelim
Sonra da bu adadan gidelim
Taşıyabildiğimiz kadar
Altınlar ve elmaslar
Desem, emek fiyatımız
Çok mu gelir yüce Kralımız?” dedi Piki. Bu arada Peri Kral’ın önünde saygılı bir reverans yapmıştı.
Peri Kral biraz düşündü. Diğerleri nefesini tutmuş kararı bekliyorlardı. Bütün ağaçların arkasından minik meraklı kafalar uzanmıştı. Periler de tıpkı gnomlar gibi mücevherlerine düşkün olurlardı. Piki farkettirmese de Kral’ın yeleğindeki her biri değişik bir değerli taştan oluşan düğmelerden gözlerini alamıyordu. Peri Kral yapraklardan yapılma sade bir taç takıyordu ama periler arasında adet olduğu üzere elbisesindeki düğmeler elmas, yakut, zümrüt gibi değerli taşlardan yapılmıştı. Kral sonunda açıkladı kararını:
“Bir tane bile kalmazsa eğer
Sizinle anlaşmaya değer
Temizleyin tapınağı ölülerden
Alırsınız pay hazinelerden,” dedi Peri Kral ve geldiği gibi kayboldu.
Ekibin morali düzelmişti. Çabucak tapınağın yerini buldular ve başlarına bir şey gelmeden tepeye tırmandılar. Yükseğe çıktıkları halde ağaçların seviyesini geçememişlerdi. Güneş yavaşça batmaya yüz tutmuştu. Mupsar “onlar çıkmadan biz girelim,” dedi.
Meşaleler yakıldı. Savaşçılar kılıçlarını ve kıyafetlerini kutsal sularla ıslattılar. Mupsar ellerine kabaralı ve sertleştirilmiş özel yarım eldivenler taktı.
Piki ise arpını çalarak bir şarkı söylemeye başladı:
Cesaret, savaşçılar cesaret!
Ölüm armağan, kalsın esaret
Geldik buraya destan yazmaya
Periler ülkesini kurtarmaya
Düşman duygusuz ve canavar
Ama bizim cesur yüreğimiz var
Haydi yiğitler kahramanlar
Tarih yazacak, kazananlar
Haydi kahramanlar zafer zamanı
Tarih, yazacak kazananı.
Diğerleri sessizce dinlediler büyülü şarkıyı ve dinledikçe moral kazandılar. Cesaret ve coşku adeta yüreklerinden taşıyordu. Şarkı bittiğinde neşeli naralar atarak daldılar tapınağın karanlık koridorlarına.
Daha kapıdan girerken çürük ceset kokularını duymuşlardı. Piki sihrini konuşturup her elemanın üzerine ışık büyüleri yaptı. Hepsinin başının üzerinde ışıklar dans ediyor, nereye giderlerse peşlerinden gidip etrafı aydınlatıyorlardı.
Grup eski tapınağın girişini aşıp içeri girer girmez yaşayan ölüler saldırdılar. Ancak karanlık yuvalarını istila eden rahatsız edici ışıklar, yaratıkların çevikliklerine darbe vurmuştu. Korkunç savaş başlamıştı işte. Kılıçlar süratli bir şekilde kesiyor, meşaleler ateşe veriyordu. Parçaları kopan zombiler hareket etmeye devam ediyor, ancak kafaları parçalanırsa yere seriliyorlardı. Çok dayanıklıydılar. İskeletleri ise vurmak zordu; kemiklerin arasından kayıp giden silahlar işe yaramıyordu bazen. Parçalarını bir arada tutan güçlü ve uğursuz bir büyü tarafından yönlendirilen lanetli yaratıklardı hepsi de.
Mupsar’ın tekme ve yumrukları neredeyse gözle takip edilemeyecek kadar hızlıydı. Kafaları patlatıyor, kemikleri kırıyordu. Piki ise oradan oraya sıçrıyor, yaratıklara yakalanmamaya çalışıyordu. Bazen üzerine gelenlere elindeki şişeden kutsal su atıyordu. İyilikle kutsanmış bu sular, lanetli yaşayan ölüler üzerinde asit gibi yakıcı bir etki gösteriyordu.
Eski tapınağın büyük ana salonunda sürüyordu savaş. Grup ortadaydı ve yaşayan ölüler etraflarını sarmaya çalışıyorlardı. Tavandan bile yaratıklar dökülüyordu. Kalabalık kuklalar gibi geliyorlardı. İnsan zombi ve iskeletlerinden başka elf, cüce veya hayvan zombileri ve iskeletleri de saldırıyordu. Hele bir ara üzerlerine gelen, eskiden bir dev olduğu belli olan çürümüş bir ceset, korkunçtu! Ancak Duro ve Paks kılıçlarıyla aynı anda vurarak devin birer bacağını doğradı ve öne doğru düşen yaratığın başını da Prot kesti. Üçünün bu hareketi önceden çalıştıkları belliydi.
Kimse ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyordu ama her taraf öbek öbek çürük ceset yığınlarıyla dolmuştu ve bazıları yandığı için salonu duman kaplamıştı. Adamlar yaratıkları kesiyor ama sağdaki ve soldaki koridorlardan yenileri geliyordu. Ekiptekiler artık yorgunluktan nefes nefese kaldıklarında, yaratıklar da akın akın gelmeyi keser gibi oldular. Artık tek tük çıkıyorlardı koridorlardan.
Üstünlüğü ele geçirmenin moraliyle ekip yine hızlandı. Pablo yanında üç adamıyla sağdaki koridora doğru önüne geleni biçerek ilerliyordu. Grubun bölündüğünü gören Piki adamları uyarmak istedi ama dönüp Mupsar’a baktığında onun da önüne çıkan yaratığı parçalayarak soldaki koridora doğru ilerlediğini gördü. Bir an tereddüt ettiyse de Mupsar’ı takip etmeye karar verdi. Neden ayrılmışlardı sanki?
Pablo, Paks, Duro ve Prot birçok odaya girip çıktı, önlerine geleni kestiler ve sonunda bir kapıya geldiklerinde, -bu kilitliydi- Pablo kapıdaki amblemi tanıdı; “işte burası!” dedi sanki aradığını bulmuş gibi. “Kırın kapıyı!” diye emretti adamlarına. Diğerleri, kırık bir taş sütunun parçasını getirip bununla kapıya vurmaya başladılar. Sonunda kapının kilidi kırılarak açıldı. İçeri girdiler.
Burası bir mezar odasıydı. Zırh kuşanmış, kralları andıran eski bir savaşçı, ötede büyük mermer bir lahit üzerinde sırt üstü yatıyordu. Üstü tozla kaplanmış, cildi gri kül rengindeydi ama çürümemiş gibiydi. Sanki uyuyordu. Bedenin üzerinde, ucu ayaklarına doğru olmak üzere bir kılıç vardı. Savaşçı ellerini göğsü hizasında, kılıcın kabzasında birleştirmişti. Kılıç kınında değildi. Göz alıcı keskin kısmı kızılımsı bir şua yayar gibi parıldıyordu. Pablo birkaç saniye hayran hayran baktı. “Alevdil... Sonunda...” diye mırıldandı.
Fakat savaşçı birden ayaklandı ve kalkarak gözlerini açtı. Bembeyaz gözleri kül rengi suratında ürkütücü görünüyordu. İnsanın kanını donduran bir sesle “beni rahatsız etmeye cüret eden kim?” dedi.
Ancak diğerleri pek korkak değildiler. “Afedersiniz majesteleri, ama yıllarım o kılıcı aramakla geçti,” dedi Pablo. “Şimdi o kılıcı bana ver, sonra uykuna dönebilirsin.”
“Gel de al o zaman!” dedi savaşçı kızıl kızıl parlayan kılıcı sallayarak. Oda birden ısınmıştı. Prot adamın üzerine bir kutsal su şişesi fırlattı. Şişe zırhında patladı ve sular üzerine bulaşınca eski kral savaşçının ellerinden, yüzünden ve boynundan cızırtılar eşliğinde dumanlar çıkmaya başladı. Adam korkunç bir feryat kopardı. Bu acı onu daha da öfkelendirmişti. Çılgın gibi kılıcını sallamaya başladı. Diğer dördü adamın etrafını sarmışlardı; üstelik dördü de kılıç ustası olmalarına rağmen temkinli olmaya çalışıyorlardı. Alevdil, kılıçlara her çarptığında fırının kapağı açılmış gibi yüzlerine bir sıcak hava dalgası vuruyordu. Kılıç diğer kılıçlara çarptıkça iyice kızardı, sanki demirhanede körükle ateşe yatırılmış gibi parlak sarıya döndü rengi.
Kimbilir hangi zamanın, hangi ülkenin kralı olan yaşayan ölü savaşçı, cesedi andıran halinden beklenmeyecek kadar iyi savaşıyordu. Nitekim biraz sonra Alevdil’i Prot’un göğsüne soktu. Kılıç önden girip, ucu arkadan çıkmıştı. Prot çığlık atarak derhal alev aldı. Fakat bu esnada Pablo, iki eliyle tuttuğu kılıcını şiddetli bir şekilde yaşayan ölü savaşçının Alevdil’i tutan koluna indirdi. Kolu kopan savaşçı savunmasız kaldı; anında Duro ve Paks’ın darbeleri geldi ve kısa sürede adamı parça parça ettiler.
Pablo Alevdil’i tutup çekti ama Prot kömürleşmişti artık. Şöminedeki köz kütükler gibi yatıyordu. Sağ kalanlar arkadaşlarının önünde sessizce saygı duruşunda bulundular. Paks ve Duro’nun sessizce gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Sağdaki koridorun derinliklerinde bunlar yaşanırken, Mupsar da soldaki koridoru ve buradaki odaları temizlemişti. Hemen arkasındaki Piki de cesurca savaşmak için hançerlerini çekmiş ama buna pek ihtiyaç olmamıştı. Koridorun sonundaki odalardan birine girdiklerinde birbuçuk metre kadar boyunda, taştan bir heykel buldular. Bu çok güzel bir Tanrıça heykeliydi. Mupsar tereddüt etmeden heykele yaklaştı ve sarıldı! Daha sonra yavaş yavaş -biraz da zorlanarak- heykeli çevirmeye başladı. Heykelin üst kısmı doksan derece kadar döndü. Mupsar bu sefer de heykelin üst kısmını biraz geriye doğru itti. Meğerse iki parça olan heykelin alt kısmında gizli bir oyuk ortaya çıkmıştı. Mupsar bu bölmedeki küçük metal bir şişeyi çıkardı.
“Vay, vay vaay!
Nasıl da bildin
Heykeli çevirdin
Bak sen şu işe
Sır saklayan Keşiş’e,” dedi Piki. Bir süredir kapıdan izliyordu.
Mupsar şişeyi cebine koyarken “hepimizin sırları var, öyle değil mi?” dedi. Koridorun sonundaki merdivenlerden aşağıya indiler. Burada da üstteki koridorları andıran zindanlar vardı. Birkaç önemsiz odaya rastladılar. Sonunda gösterişli büyük bir kapıya geldiklerinde, diğer taraftan aşağıya inmiş olan Pablo, Paks ve Duro ile karşılaştılar. “Prot nerede?” diye sordu Mupsar ama diğerlerinin yüz ifadelerinden cevap anlaşılıyordu.
“Bakmadığımız bir tek bu oda kaldı sanırım.” Kapıyı açıp içeri daldıklarında burasının büyük bir depo olduğunu gördüler. Burası altın ve elmas deposuydu! Altınlar ve elmaslar insan boyunda öbekler halinde her taraftaydı! Grup hazinenin miktarından öyle etkilenmişti ki, odanın taa arka tarafında, altından bir tahtta oturan yaratığı fark edememişlerdi bir an. Belki de eğer ayağa kalkmasaydı hala fark edemeyeceklerdi.
Bu, elinde kendi boyunda kocaman bir asa tutan, başında ince bir taç, üzerinde gösterişli cübbe olan biriydi. Fakat adamın -ya da kadının- ellerinde ve yüzünde sanki etleri yok da, derileri kemiklerin üzerine yapışmış gibi korkunç haldeydi. Üstelik göz yuvalarında iki kırmızı ışıktan başka bir şey gözükmüyordu.
“İşte bu en güçlüleri!
Zombi yapan ölüleri
Büyücü, lanete hükmeden
Vurun vakit kaybetmeden!” dedi Piki telaş içinde. Ancak büyücü öyle korkunç bir çığlık attı ki, bütün grubun üzerine bir korku dalgası yayıldı. Kimse yerinden kıpırdayamadığı gibi, çoğu kaçmayı düşünüyordu. Piki yine hemen arpını çıkarıp titreyen parmakları ile çalmaya başladı. Arptan dağılan melodiler sanki bir büyü gibi etkiliyor, Ozan’ın kelimeleri moral ve kendine güven veriyordu:
“Cesaret, cesaret saldırın
Kılıçları kaldırın
Atılın yiğitler, atılın
Kahraman safına katılın!”
Diğerleri naralar atarak korkularının üzerine koştular. Bu arada kurukafa suratlı büyücü, asasını ileri doğru uzatarak en önde koşan Paks’a karanlık bir ışın gönderdi. Paks anında karardı ve sanki tozlarına ayrılmış gibi binlerce siyah nokta etrafa saçıldı. Yok olmuştu! Diğerleri şaşırıp, korkmaya vakit bulamadan büyücünün dibine kadar gelmişlerdi bile. Duro öfkeyle haykırarak kılıcını savurdu ve büyücünün asayı tutan kolunu uçurdu. Kol ve asa yere düşerken karanlık büyücü sağlam eliyle Duro’nun boğazına yapışmıştı. İskelet parmaklar adamın gırtlağına girmişti ve anında Duro’nun yüzü griye dönüp, suyu sıkılmış limon gibi kuruyuverdi. Bu anda Mupsar özel tekniğiyle yönlendirdiği yumruğunu iskelet büyücünün alnına geçirdi. Kurukafa patlarken Pablo da Alevdil’i yaratığın gövdesine soktu. Kafasız gövde alev alarak yığıldı.
Büyücü yok olmuştu ama Paks ve Duro da ölmüşlerdi. Artık görev başarılmıştı fakat ölenlerin acısı yüzünden doğru dürüst sevinemediler. Buruk bir zafer olmuştu bu. Çantalarına taşıyabilecekleri kadar mücevher doldurdular. Aldıkları miktar hazinenin yüzde biri bile değildi ama küçük bir krallık kurmaya rahatlıkla yeterdi.
Dışarı çıktılar. Geceydi ve ada sessizdi. Gitmek için sabahı bekleyeceklerdi. Aslında bir tehlike olmadığı halde yine de nöbetleşe uyumaya karar verdiler. Güneş doğarken Pablo elmaslarla dolu çantasını yastık etmiş, Alevdil’e sarılmış, horlayarak uyurken Piki, Mupsar’a
“Güneş doğdu Keşiş günaydın
Gidiyorum aramaya ağacını Dryad’ın
Korktuğumdan değil yeminle
Ama gelsene sen de benimle,” dedi.
Mupsar önce uyuyan Pablo’ya baktı ama sonra başını sallayarak kabul etti teklifi. Mücevher dolu çantaları uyuyan adamın yanında bırakmışlardı; böylece döneceklerini anlayabilecekti Pablo. Tepeden inip adanın kuzeyine doğru yürümeye başladılar. Arada bir ağaçların arkalarından minik kafalar uzanıp gülüyor, bazıları da “tebrikler, aferin size, kahramanlar...” gibi takdir edici kelimeler söylüyorlardı. Ancak hiçbiri uzun uzadıya sohbete kalkışmıyor, hemen kayboluveriyorlardı.
Neden sonra ötede diğerlerinden oldukça farklı bir ağaç gördüler. Bu tıpkı babasının Piki’ye tarif ettiği gibi bütün yaprakları değişik değişik canlı renklerden oluşan, ilgi çekici bir ağaçtı. Fakat Piki bu aşamada durup, belli ki kafasını meşgul eden bir soruyu sordu Mupsar’a.
“Çok maceralar yaşadık
Sanırım seninle yakınlaştık
Anlatır mısın sen de hikayeni
Heykelden aldığın neydi?” dedi.
Mupsar buruk bir şekilde gülümsedi ve cebinden küçük metal şişeyi çıkardı. Üzerindeki egzotik motifleri parmağının ucuyla okşuyor, dalgın bir şekilde hikayesini anlatıyordu: “Ben manastırda yetim büyüdüm Piki. Söylendiğine göre manastırın kapısına beni bebekken bir sepetin içinde bırakmışlar. Çocukken... Hatta şimdi bile, arada sırada annemi rüyamda görürdüm. Yüzünü değil ama sesini, kokusunu, sıcaklığını... Onu özlerdim, anlıyor musun?.. Bir gün iyi bir falcı, bana anne ve babamın yaşadığını söyledi ve dediğine göre beni bırakmak kendi seçimleri değilmiş! Ancak falcı, kim ve nerede olduklarını söyleyemedi. Bu falcı, yetenekli bir cadıdır. Birlikte sık sık çalışırız ve onun medyumluk yeteneğine güvenim tamdır. Bana söylediği şey, ancak bir dilek cininden dilersem ailemi bulabileceğimdi. Ben de araştırdım ve sonunda Ay Tapınağı’nda şişede hapis bir dilek cini olduğunu öğrendim. İşte benim hikayem de böyle.”
“Vay canına bak şu işe!
Ne marifetli bir şişe
İlginç bir biçimde
Cin mi varmış içinde?
Yoksa açınca kapağını
Sanıyor musun çıkacağını?” dedi Piki.
“Evet kapağı açınca serbest kalıyor ve bir dileğini gerçekleştirip kendi semavi boyutuna gidiyor,” dedi Mupsar. Bu sırada parmakları şişenin tıpası üzerindeydi ve birden açıverdi şişeyi! Aslında bunu istememişti, belki kazayla, belki de bilinç altından gelen bir dürtüyle aniden olmuştu.
Beyaz bir duman püskürdü şişeden. Beyaz dumanlar önce minik bir kasırga hortumu gibi döndü, sonra da sakinleşerek bulutumsu bir yapıya kavuştu. En sonunda da bu garip sisin üst kısımları iri yarı kocaman, kaslı bir adam haline dönüştü. Cinin belden aşağısı hala bulut şeklinde bir sisle kaplıydı. Mupsar’ın elindeki şişeyi görerek gülümsedi. “Söyle bakalım dileğini, çabuk!” dedi gür ve neşeli sesiyle.
Diğerleri bu ani olay karşısında hala şaşkındılar. Mupsar, “annemi bulmak istiyorum,” dedi aceleyle. Cin ise “oldu bil!” diyerek Keşiş’e dokundu ve Mupsar ortadan kayboldu!
“Haayırr!! Mupsaaarr!!” diye bağırıyordu Piki olanların farkına varırken ama Keşiş kim bilir nerelerdeydi artık.
Kocaman Cin, minik Gnom’a şaşırarak baktı. “Bir problem mi var minik adam?” diye sordu.
“Bir de soruyorsun
Sorun mu var diye
Arkadaşımı gönderdin
Kimbilir hangi nereye,” diye azarlayarak konuştu Piki.
“Ho, ho, ho! Minik adam pek sinirli. Ama dikkat et minik adam, cinler tehlikeli olabilir!”
Piki de hak vermişti bu kendisine tepelerden bakan büyülü kas yığınına. Zoraki bir sırıtışla sempatik suratını takındı.
Cin konuşmaya devam etti: “Ben sadece arkadaşının dileğini yerine getirdim, onu annesinin yanına gönderdim,” dedi.
“Vedalaşsaydım bari
Mümkün mü getirmen geri?
Bir saat kalsın
Sonra tekrar yollarsın.”
“Hoh ho. Küçük adam ne yazık ki senin dilek hakkın yok! Olsaydı bile bu istek arkadaşının hoşuna gitmeyebilirdi. Şimdi müsadenle kendi boyutuma dönüp özgürlüğün tadını çıkaracağım,” dedi Cin. Birden şiddetli bir rüzgar çıkıp yaprakları havalara savurdu ve Cin ortadan kayboldu.
Piki bu duruma çok kötü bozulmuştu. Mupsar’a kanı kaynamış, aralarında bir dostluk başlangıcı olmuştu ama Keşiş şimdi kim bilir nerelerdeydi. Üstelik ganimetini de bırakmıştı. Ancak biraz düşündükten sonra gülümsedi; sonuç olarak arkadaşı küçüklükten beri özlemini duyduğu bir isteğine kavuşmamış mıydı?
“Bir gün gelip bulursa beni
Paylaşırım onunla ganimetimi
Belki...” diye düşündü.
Her yaprağı ayrı bir renkte olan ağaca doğru yürüdü sonunda. Ağacın gölgesi altına girdiğinde, bir hareket sezinledi. Adeta suyun kağıdın ötesine geçmesi gibi, ağacın gövdesinden de bir kadın çıkıyordu. Çıplak vücudu ince ve güzeldi. Teni abanoz ağacından oyulmuş heykellerin rengindeydi, pürüzsüzdü. Saçları yüzünü gölgeliyordu. Etkileyici bir sesle konuştu:
“Hepsi de ozandı
Buraya uğrayanların
Birisi de babandı
Sırrı arayanların,” dedi.
Piki etkilenmişti.
“Evet Dryad, güzeller güzeli
Çılgın perilerin en özeli
Ben de geldim sırrı bulmaya
Şiirin, şarkının piri olmaya
Piki Pingel’dir adım
Kendimi bu yola adadım
Dryad bana da el ver
Şu işin sırrını öğretiver,” dedi Piki.
“Yakalamak için bilgeliği
Öğrenmek için özde müziği
Adamalısın sırra kendini
Duyumsamak için büyülü ahengi
Dönüşü yok büyünün unutma!
Farklı bakacaksın artık dünyaya
Çok güzel olacak sesin
Şakıyacak adeta nefesin
Sırrını bileceksin ahengin
Ozanları kıskandıracak bestelerin
Hazır mısın sırrı yaşamaya
Doğuştan yetenekli gibi olmaya?” dedi ağaç kadın.
“Yıllardır bekledim bu anı
Geldi mi sonunda zamanı?
Haydi başlasın artık Dryad!
Söz verdiğin müzikal hayat,” dedi Piki heyecanlı bir şekilde.
Dryad eliyle bir takım hareketler yaptı ve Piki’nin anlamadığı büyülü sözler fısıldadı. Ozan’ın üzerine ağacın yapraklarından sanki altın tozu yağıyordu. Piki’nin başı zonklamaya, kulakları uğuldamaya başladı. Acayip hissediyordu. Yavaş yavaş renklerin melodisini duymaya, seslerin renklerini görmeye başladı. Gittikçe tuhaflaşıyordu. Birden Dryad’ın komutuyla Piki yıldırım çarpmışçasına bir şok dalgasına maruz kaldı ve kendinden geçti.
Piki aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi ama bir süre sonra tekrar kendine gelip gözlerini açtığında artık dünyayı bambaşka görüyordu. Bir gözü bir tarafa, diğer gözü diğer tarafa bakıyordu Piki’nin! Her şey büyümüş gibi... Daha doğrusu zaten küçük olan kendisi daha da küçülmüş gibiydi. Başını yana eğdiğinde rengarenk tüylerini ve kanadını görünce güzel bir çığlık attı. Kuş olmuştu!
“Sen ne yaptın! Beni ne hale getirdin!” diye bağırıyordu Dryad’a güzel sesiyle. Kuş dili konuşuyordu artık ve sesi gerçekten de güzeldi.
Piki, Dryad’ın saçlarının gölgesinde yüzünün gülümsediğine emindi.
“Öğrenmek için ahengini sesin
İşte en uygun formun içindesin
Ustalaşamazsın doğalı yaşamadan
Baban da geçmişti bu aşamadan
En az bir, en fazla üç senede
Olursun yine eski bedeninde,” dedi Dryad tekrar ağacın gövdesiyle bir olmadan önce.
Piki ise “sen ne yaptın Dryad! Ne olur beni eski halime döndür,” diye bağırıyor, yalvarıyordu. Yüreği korkudan küt küt atıyordu. Heyecanla kanatlarını çırparak havalandı ve uçmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu anladı.
Saatler sonra gün öğleni geride bırakırken Pablo Rotti Ay Tapınağı tepesinde boğazını yırtarcasına bağırıyor, Mupsar ve Piki’nin isimlerini çağırıyordu. Sabah ilk uyandığında telaşlanmamıştı aslında. Diğerlerinin çantaları yanında olduğuna göre birazdan döneceklerini düşünmüştü. Ama düşündüğü gibi olmadı. Saatler geçtikçe endişelenip etrafı aradı. Önce tapınağı aramış, sonra tepenin etrafını, sonra biraz daha uzakları. Şüphe ve merak içini kemiriyordu. Bütün o savaşlardan sağ kurtulduktan sonra adamların başına bir şey gelme olasılığını kabullenemiyordu, tabii periler ihanet etmediyse!..
Sonunda bağırmaktan boğazları ağrıdığında tapınağın önünde bir taşa oturmuştu ki, genç bir peri adam çıkageldi.
“Bayım boşuna bağırmayın
Arkadaşlarınızı aramayın
Çünkü gitti onlar
Artık bu adada yoklar,” dedi.
Pablo’nun gözlerinin altı mor mor, bakışları tekinsizdi. “Bir anlaşma yapmıştık,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Bu arada Alevdil’in kabzasını öyle sımsıkı tutuyordu ki, neredeyse parmaklarına kan gitmeyecekti.
“Büyük bir cindi çıkan şişeden
Keşiş olanı buradan gönderen
Öbürkü ağaç kadınla görüştü
Küçük Ozan bir kuşa dönüştü,” diyordu Peri çocuk, bir yandan da hafif hafif uzaklaşıyordu Pablo’dan.
Alevdil’in kızılımsı parlaklığı yeniden artmaya başlamıştı. Pablo yavaş yavaş ayağa kalkarken “Bir anlaşma yapmıştık... Ama perilere güvenilmeyeceğini biliyordum zaten,” diyordu. Çok pis bakıyordu peri çocuğa.
“Hayır, hayır inanın efendim
Doğrudur bütün söylediklerim
Biri kanatlanıp kuş oldu
Öbürü duman olup kayboldu.”
Pablo bir nara atıp çocuğun üzerine sıçradı ama peri sanki buna hazırlıklıydı ki, kaçar gibi uçtu tepeden. Savaşçı bağırıp çağırıyor, perilere sayıp sövüyordu. Sinirden elindeki kılıcı sağa sola sallıyordu. Büyülü kılıç Alevdil gittikçe ısındı ve hatta kor halihe geldi. “Perileeerr!! Numara yapmayın bana! Yakarım bu adayı Perileer! Yakarım hepinizi! Duyuyor musunuz! Alçak perileeer!” diye bağırıyordu Pablo. Alevdil’i sallıyor, ve boğazını yırtarcasına bağırıyordu: “Perileeer!.. Oynamayın benimle perileer!.. Yakarım hepinizi!.. PERİLEEEEER!!”
SON
.