Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Dwaxer

Sayfa: 1 2 3 [4]
46
Kurgu İskelesi / Ynt: Perilerin Hazinesi
« : 24 Haziran 2009, 12:37:18 »
Mupsar, Pablo ve Piki ise diğerlerini arıyorlardı. “İzler iki yöne ayrılıyor,” dedi Mupsar “siz şu yöne gidin, birbirinizden ayrılmayın ve lütfen perilerle dalaşmayın! Acele edelim, burada buluşuruz tekrar.”

Keşiş hızlı hızlı izleri takip ederek sonunda böğürtlen çalılarıyla çevrelenmiş, papatyalarla dolu bir çimenliğe geldi. Kocaman eski bir ağaç kütüğünün üzerinde Paks oturuyordu ve hemen yanıbaşında kütüğün üzerinde ayakta duran üç karış boyunda güzel bir peri kızı duruyordu. Kızın altın sarısı saçları, sık sık kırpıştırdığı uzun kirpikli renkli gözleri vardı. İnce bedenini renkli yapraklardan örülme dekolteli seksi bir kıyafet sarıyordu. Kadifemsi mavi kanatlarının şekli, kelebeklerinkine benziyordu. Paks ile oldukça samimi gibiydiler. Sohbet ediyorlar, kız kıkırdayarak gülüyor, -tatlı, sıcak bir sesi vardı- Paks ise ağzı kulaklarında şapşal şapşal sırıtıyor, yüzü kızarıyordu.

Gümüş, -kızın adı buydu- elini adamın saçları arasında gezdirdi ve kendince Paks’ın alnına düşen kâkülünü düzeltti. Mupsar bu olayı seyrederken herhalde Paks’ın hayatının en mutlu anlarını yaşadığını düşünmeden edemedi. Sonra birden ikisi de Keşiş’i farkettiler. Sanki biraz rahatsız olmuşlardı. “Ne oldu?” dedi Paks, “biraz müsaade eder misin bize?”

“Paks, unuttun mu buraya neden geldiğimizi? İşimiz var biliyorsun...” dedi Mupsar kibarca.

“İş mi?.. İş, iş, iş! Bütün işleri ben yapıyorum yahu!”

Gümüş ise Paks’ın güçlü pazılarına sarılarak -ve yaslanarak- “hayatım işte bana laf atan bu adamdı!” dedi.

Mupsar adamın kanının nasıl da beynine sıçradığını, kararan suratındaki ani renk değişiminden anlamıştı. Öfkeden deliye dönen Paks’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Dişleri hırsından birbirine kenetlenmiş olmalıydı. Yavaşça ayağa kalkarken aynı zamanda kılıcını da çekiyordu. “Vay ırz düşmanı, vay; biz de keşiştir, dürüst adamdır dedik...”

“Boşver hayatım değmez bu serseriye,” dedi Gümüş ama Paks’ın sol gözü seyirmeye başlamıştı bile.

Mupsar gülümsemeden edemedi; “baksana Paks, o senin anca kolun kadar ufacık bir kız, ikinizin nasıl bir geleceği olacağını düşünemiyorum,” dedi.

Bu cümleler zaten öfkeden köpüren adamı iyice çıldırttı. “Geberteceğim seni...” diyerek kılıcıyla saldırdı. Keşiş, umduğu gibi iyice öfkelenen adamın dengesiz saldırısını ani bir darbe vurarak karşıladı. Avuç içiyle Paks’ın alnına usturuplu bir vurup çekme hareketi yapmıştı. Amacı adamı yaralamak değil sadece birkaç saniye bilincini kaybetmesini sağlamaktı. Eğer Paks’ı bayıltabilirse üzerindeki, Gümüş’ün büyüsünü çözebileceğini ümit ediyordu. Paks yere serilirken Mupsar ağaç kütüğüne baktı ama Peri kızı ortadan kaybolmuştu bile.

Birkaç dakika sonra Paks yavaş yavaş kendine geldi. Morali çok kötüydü. “Nerde o? Gitti mi, beni terk mi etti?” diyordu. Aptal gibiydi. Sonra da hıçkırmaya, ardından salya sümük ağlamaya başladı. “Gümüüüş, Gümüüş,” diye bağıra bağıra ağlıyordu. Bütün orman bu bağırtıyı duyuyor olmalıydı. “Benim gibi adama yapılır mı bu Keşiş? Söyle benim gibi adama...” diye bağırıyordu gözyaşları eşliğinde. Mupsar biraz sıkılarak, biraz da acıyarak sakinleşmesini bekledi adamın.

Bu arada Piki ile Pablo da Duro ile Prot’u bulmuşlardı. Fazla aramalarına gerek kalmamıştı çünkü ikisinin horlamaları epey öteden duyulabiliyordu. “Uyumanın sırası mı, aptallar!” diye bağırarak dürtükledi Pablo ama adamlar hafifçe tekmelenene kadar uyanmayı reddettiler.

Daha sonra ekip buluşma yerinde bir araya geldi. Ay Tapınağı’nın bulunduğu tepeye dönerken; -daha doğrusu dönmeye çalışırken- iki kere zehirli meyve yemeye kalkışan oldu. Üç kere içi dikenli çalılarla dolu, üzeri illüzyon çimenlerle kaplı derin çukurlara basmaktan son anda kurtuldular. Üç kere ağaç dalı zannettikleri yılanları tuttular, hatta bir seferinde yılan Paks’ı ısrdı ama zehirli dişler kabaralı deri bilekliğe denk gelerek ete girmedi. Bir keresinde dev bir ağaç üzerlerine yürüdü ama kaçabildiler. Bir defasında tepelerine arı kovanı düştü, birkaç kere sokuldularsa da Piki piposunun dumanıyla kovaladı arıları. Bir ara dev karıncaların yuvasına bastılar ve hepsi ısırıldı. Duro yalancı sıtmaya tutuldu ama çabuk geçti. Prot birkaç kere annesini, Paks ise Gümüş’ü gördüğünü zannetti; Pablo da birilerini gördü ama dehşete düşse de kim oldukları hakkında hiçbir ipucu vermedi.

Ağaçların arasından aniden çıkan kalabalık bir elf savaşçıları grubu etraflarını sardı. Altın kaplama elf işi süslü, hafif zırhlar giymişlerdi. Hepsi de yaylarına ikişer üçer ok takmış, bizimkilere nişan almışlardı. Elflerin başındaki subay öne çıkarak eğer hemen oradan gitmezlerse onları öldüreceklerini söyledi. Mupsar da dahil olmak üzere bütün ekip gitmekten başka çareleri olmadığına ikna oldular. Ama Piki kahkahalarla güldü. Bir şeyler fısıldayarak hızlı bir şekilde el çırpınca bütün elfler duman olup uçtular sanki. Artık illüzyonların kendisini de kandıracak kadar güçlü gelmesinden ötürü Mupsar’ın morali bozulmuştu.

Yollarına devam ettiler ama aniden çok yoğun bir sis çıktı. Beş adım ötesini bile göremiyorlardı. Hepsi birbirine tutunup yavaş yavaş yürüdüler. İki saat sonra hava açıldığında hedeflerinden uzaklaştıklarını farkettiler.

İşler sarpa sarıyordu; Mupsar Piki’yi kenara çekip endişelerini dile getirdiğinde, Ozan ilerideki bir kovuğu göstererek orada yaşayan tilkiyle konuşabileceğini söyledi. Küçük Gnom ötedeki ağacın köklerinin altındaki kovuğun başına gitti ve eğilip yuvaya doğru seslendi. Biraz sonra bir tilki kafasını çıkardı ve Piki’yle hayvan dilinde konuşmaya başladılar.

Ekipteki savaşçılar gülüyorlardı. Yine bir hayal gördüklerini sanıyorlardı. Artık iyice laçkalaşan sinirleri yüzünden sık sık gülme -ve bazen de ağlama- krizlerine tutulur olmuşlardı. “Ne oluyor orada?” diye sordu Pablo, Mupsar’a Piki’yi işaret ederek.

“Bilgi topluyor,” diye açıkladı Keşiş. “Gnom ırkının bir özelliğidir; kovuk şeklinde yuva yapan hayvanlarla konuşabilirler.”

Biraz sonra Piki döndü.
“Haberler iyi beyler
Öğrendim faydalı bir şeyler
Ay Tapınağı’nda yaşayan ölüler
İskeletler, hayaletler, zombiler
Lanetli yaratıklar doluymuş
Ve hepsi de gece çıkıyormuş...”


Bütün grup Ozan’a suratsız bir ifadeyle bakıyordu. “Bu haberin içimizi rahatlatması mı gerekiyor?” dedi Pablo.

“Bunları zaten tahmin ediyorduk, hatta sen geçen gelişinde görmüştün bütün o yaratıkları değil mi Piki?” diye anlamlı anlamlı vurgulayarak konuştu Mupsar.

“Dinlesenize devamını
Bırakın da bitireyim lafımı
Bu iğrenç kokulu yaratıklar
Zamanla muazzam artmışlar
Yıllarca her gelen serüvenci
Ölünce olmuş onlardan biri
Şimdi dolaşıyorlar geceleri
Bu da rahatsız ediyor perileri
Sevmiyorlar ölü ucubeleri
Ama fayda etmiyor büyüleri
Çürümüş ölü beyinler
Asla hayal görmezler
Kokku nedir bilmezler
Yani buradan gitmezler.”


Mupsar gülümsedi. “Yani perilere yardım edelim diyorsun!..”

Pablo araya girdi: “Perilere yardım mı! Onları bir elime geçirirsem...” diye köpürecekti ki, -ve üç silahşörler de öfkelenmek üzereydi bu fikre- Piki yine meşhur mendilini salladı. Hepsi şaşırarak ona baktılar.

“Şimdi sesinizi kesin!
Başı belada herkesin
Temizleyeceğiz ölüleri
Sevindireceğiz perileri,”
dedi Piki ciddi ciddi. Herkes ikna olmuştu.

“Tamam,” dedi Mupsar “o zaman konuş onlarla.”

“Tamam! Ama kimse karışmasın
Tartışmasın, konuşmasın!
Hatta kıpraşmasın!”
dedi Ozan ve gruptan biraz uzaklaştı. Ötedeki bir kayanın üzerine çıkarak arpını çalmaya başladı. Bütün sesler dinmiş, sanki orman Ozan’ın söylediklerini dinliyordu:
“Periler, güzel halkı ormanın
Yakışıklısıdır küçük olanın
Yakuttandır yeleğinin düğmeleri
Ağlatır şarkısının nağmeleri
Aşık eder kanatlı kızları
Vadederek ulaşılmaz hazları

Şakacı periler, bu ne şakası?
Kesilmedi hiç ardı arkası
İncitmezse güzel olur eğlenmesi
Peki çektiğimiz neyin ceremesi?
Belki de yanlış bellediniz
Bizi düşman zannettiniz
İncitmek değil sizi niyetimiz
Dostluk istiyoruz hepimiz
Çirkin zombileri öldürmek
Tek amacımız yardım etmek!”
dedi Piki ozanlara özgü terbiyeli sesiyle ve bekledi.

Orman sessizdi, çıt çıkmıyordu. Vakit öğleyi çoktan geçmiş akşam üstüne yaklaşıyordu. Adamlar henüz savaşmadan bitkin hissediyorlardı kendilerini. Derken Duro’nun çok şiddetli bir şekilde açlıktan midesi guruldadı! Ses ormanda yankılanmıştı adeta. Ekibin hepsi de makaraları koyuvermişçesine gülmeye başladılar. Kahkahaların ardı arkası kesilmiyordu. Sonunda gülmekten gözlerinden yaşlar gelirken sakinleşebildiler. Mupsar çantasından çıkardığı kurabiyeleri dağıttı.

Ağır ağır yükselen bir tempoyla ağaçların arasından arp ve flüt sesleri duyulmaya başlandı. Her yönden gelen bu tatlı müziğe kuşlar da eşlik ediyordu. Derken olgun görünümlü bir peri adam çıktı ağaçların arasından ve Piki’yle konuştu:
“Etkiledin bizi Ozan
Belli ki güçlü karizman
Ama kandıramazsın bizi
Biliyoruz niyetinizi
Yüzyıllardır gelenler
Hep hazine peşindeler
İnkâr edebilir misin bunu?
Kısa keselim oyunu!”


Piki cevap verdi:
“Peri Kral, saygılar!
Bunlar haklı kaygılar
Yalan söyleyemem size
Hazineye geldik biz de
Ama anlaşabiliriz bu işte
Sakınca mı var dostça alışverişte?
Yaşayan ölüleri toz edelim
Sonra da bu adadan gidelim
Taşıyabildiğimiz kadar
Altınlar ve elmaslar
Desem, emek fiyatımız
Çok mu gelir yüce Kralımız?”
dedi Piki. Bu arada Peri Kral’ın önünde saygılı bir reverans yapmıştı.

Peri Kral biraz düşündü. Diğerleri nefesini tutmuş kararı bekliyorlardı. Bütün ağaçların arkasından minik meraklı kafalar uzanmıştı. Periler de tıpkı gnomlar gibi mücevherlerine düşkün olurlardı. Piki farkettirmese de Kral’ın yeleğindeki her biri değişik bir değerli taştan oluşan düğmelerden gözlerini alamıyordu. Peri Kral yapraklardan yapılma sade bir taç takıyordu ama periler arasında adet olduğu üzere elbisesindeki düğmeler elmas, yakut, zümrüt gibi değerli taşlardan yapılmıştı. Kral sonunda açıkladı kararını:
“Bir tane bile kalmazsa eğer
Sizinle anlaşmaya değer
Temizleyin tapınağı ölülerden
Alırsınız pay hazinelerden,”
dedi Peri Kral ve geldiği gibi kayboldu.

Ekibin morali düzelmişti. Çabucak tapınağın yerini buldular ve başlarına bir şey gelmeden tepeye tırmandılar. Yükseğe çıktıkları halde ağaçların seviyesini geçememişlerdi. Güneş yavaşça batmaya yüz tutmuştu. Mupsar “onlar çıkmadan biz girelim,” dedi.

Meşaleler yakıldı. Savaşçılar kılıçlarını ve kıyafetlerini kutsal sularla ıslattılar. Mupsar ellerine kabaralı ve sertleştirilmiş özel yarım eldivenler taktı.

Piki ise arpını çalarak bir şarkı söylemeye başladı:
Cesaret, savaşçılar cesaret!
Ölüm armağan, kalsın esaret
Geldik buraya destan yazmaya
Periler ülkesini kurtarmaya
Düşman duygusuz ve canavar
Ama bizim cesur yüreğimiz var
Haydi yiğitler kahramanlar
Tarih yazacak, kazananlar
Haydi kahramanlar zafer zamanı
Tarih, yazacak kazananı.


Diğerleri sessizce dinlediler büyülü şarkıyı ve dinledikçe moral kazandılar. Cesaret ve coşku adeta yüreklerinden taşıyordu. Şarkı bittiğinde neşeli naralar atarak daldılar tapınağın karanlık koridorlarına.

Daha kapıdan girerken çürük ceset kokularını duymuşlardı. Piki sihrini konuşturup her elemanın üzerine ışık büyüleri yaptı. Hepsinin başının üzerinde ışıklar dans ediyor, nereye giderlerse peşlerinden gidip etrafı aydınlatıyorlardı.

Grup eski tapınağın girişini aşıp içeri girer girmez yaşayan ölüler saldırdılar. Ancak karanlık yuvalarını istila eden rahatsız edici ışıklar, yaratıkların çevikliklerine darbe vurmuştu. Korkunç savaş başlamıştı işte. Kılıçlar süratli bir şekilde kesiyor, meşaleler ateşe veriyordu. Parçaları kopan zombiler hareket etmeye devam ediyor, ancak kafaları parçalanırsa yere seriliyorlardı. Çok dayanıklıydılar. İskeletleri ise vurmak zordu; kemiklerin arasından kayıp giden silahlar işe yaramıyordu bazen. Parçalarını bir arada tutan güçlü ve uğursuz bir büyü tarafından yönlendirilen lanetli yaratıklardı hepsi de.

Mupsar’ın tekme ve yumrukları neredeyse gözle takip edilemeyecek kadar hızlıydı. Kafaları patlatıyor, kemikleri kırıyordu. Piki ise oradan oraya sıçrıyor, yaratıklara yakalanmamaya çalışıyordu. Bazen üzerine gelenlere elindeki şişeden kutsal su atıyordu. İyilikle kutsanmış bu sular, lanetli yaşayan ölüler üzerinde asit gibi yakıcı bir etki gösteriyordu.

Eski tapınağın büyük ana salonunda sürüyordu savaş. Grup ortadaydı ve yaşayan ölüler etraflarını sarmaya çalışıyorlardı. Tavandan bile yaratıklar dökülüyordu. Kalabalık kuklalar gibi geliyorlardı. İnsan zombi ve iskeletlerinden başka elf, cüce veya hayvan zombileri ve iskeletleri de saldırıyordu. Hele bir ara üzerlerine gelen, eskiden bir dev olduğu belli olan çürümüş bir ceset, korkunçtu! Ancak Duro ve Paks kılıçlarıyla aynı anda vurarak devin birer bacağını doğradı ve öne doğru düşen yaratığın başını da Prot kesti. Üçünün bu hareketi önceden çalıştıkları belliydi.

Kimse ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyordu ama her taraf öbek öbek çürük ceset yığınlarıyla dolmuştu ve bazıları yandığı için salonu duman kaplamıştı. Adamlar yaratıkları kesiyor ama sağdaki ve soldaki koridorlardan yenileri geliyordu. Ekiptekiler artık yorgunluktan nefes nefese kaldıklarında, yaratıklar da akın akın gelmeyi keser gibi oldular. Artık tek tük çıkıyorlardı koridorlardan.

Üstünlüğü ele geçirmenin moraliyle ekip yine hızlandı. Pablo yanında üç adamıyla sağdaki koridora doğru önüne geleni biçerek ilerliyordu. Grubun bölündüğünü gören Piki adamları uyarmak istedi ama dönüp Mupsar’a baktığında onun da önüne çıkan yaratığı parçalayarak soldaki koridora doğru ilerlediğini gördü. Bir an tereddüt ettiyse de Mupsar’ı takip etmeye karar verdi. Neden ayrılmışlardı sanki?

Pablo, Paks, Duro ve Prot birçok odaya girip çıktı, önlerine geleni kestiler ve sonunda bir kapıya geldiklerinde, -bu kilitliydi- Pablo kapıdaki amblemi tanıdı; “işte burası!” dedi sanki aradığını bulmuş gibi. “Kırın kapıyı!” diye emretti adamlarına. Diğerleri, kırık bir taş sütunun parçasını getirip bununla kapıya vurmaya başladılar. Sonunda kapının kilidi kırılarak açıldı. İçeri girdiler.

Burası bir mezar odasıydı. Zırh kuşanmış, kralları andıran eski bir savaşçı, ötede büyük mermer bir lahit üzerinde sırt üstü yatıyordu. Üstü tozla kaplanmış, cildi gri kül rengindeydi ama çürümemiş gibiydi. Sanki uyuyordu. Bedenin üzerinde, ucu ayaklarına doğru olmak üzere bir kılıç vardı. Savaşçı ellerini göğsü hizasında, kılıcın kabzasında birleştirmişti. Kılıç kınında değildi. Göz alıcı keskin kısmı kızılımsı bir şua yayar gibi parıldıyordu. Pablo birkaç saniye hayran hayran baktı. “Alevdil... Sonunda...” diye mırıldandı.

Fakat savaşçı birden ayaklandı ve kalkarak gözlerini açtı. Bembeyaz gözleri kül rengi suratında ürkütücü görünüyordu. İnsanın kanını donduran bir sesle “beni rahatsız etmeye cüret eden kim?” dedi.

Ancak diğerleri pek korkak değildiler. “Afedersiniz majesteleri, ama yıllarım o kılıcı aramakla geçti,” dedi Pablo. “Şimdi o kılıcı bana ver, sonra uykuna dönebilirsin.”

“Gel de al o zaman!” dedi savaşçı kızıl kızıl parlayan kılıcı sallayarak. Oda birden ısınmıştı. Prot adamın üzerine bir kutsal su şişesi fırlattı. Şişe zırhında patladı ve sular üzerine bulaşınca eski kral savaşçının ellerinden, yüzünden ve boynundan cızırtılar eşliğinde dumanlar çıkmaya başladı. Adam korkunç bir feryat kopardı. Bu acı onu daha da öfkelendirmişti. Çılgın gibi kılıcını sallamaya başladı. Diğer dördü adamın etrafını sarmışlardı; üstelik dördü de kılıç ustası olmalarına rağmen temkinli olmaya çalışıyorlardı. Alevdil, kılıçlara her çarptığında fırının kapağı açılmış gibi yüzlerine bir sıcak hava dalgası vuruyordu. Kılıç diğer kılıçlara çarptıkça iyice kızardı, sanki demirhanede körükle ateşe yatırılmış gibi parlak sarıya döndü rengi.

Kimbilir hangi zamanın, hangi ülkenin kralı olan yaşayan ölü savaşçı, cesedi andıran halinden beklenmeyecek kadar iyi savaşıyordu. Nitekim biraz sonra Alevdil’i Prot’un göğsüne soktu. Kılıç önden girip, ucu arkadan çıkmıştı. Prot çığlık atarak derhal alev aldı. Fakat bu esnada Pablo, iki eliyle tuttuğu kılıcını şiddetli bir şekilde yaşayan ölü savaşçının Alevdil’i tutan koluna indirdi. Kolu kopan savaşçı savunmasız kaldı; anında Duro ve Paks’ın darbeleri geldi ve kısa sürede adamı parça parça ettiler.

Pablo Alevdil’i tutup çekti ama Prot kömürleşmişti artık. Şöminedeki köz kütükler gibi yatıyordu. Sağ kalanlar arkadaşlarının önünde sessizce saygı duruşunda bulundular. Paks ve Duro’nun sessizce gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

Sağdaki koridorun derinliklerinde bunlar yaşanırken, Mupsar da soldaki koridoru ve buradaki odaları temizlemişti. Hemen arkasındaki Piki de cesurca savaşmak için hançerlerini çekmiş ama buna pek ihtiyaç olmamıştı. Koridorun sonundaki odalardan birine girdiklerinde birbuçuk metre kadar boyunda, taştan bir heykel buldular. Bu çok güzel bir Tanrıça heykeliydi. Mupsar tereddüt etmeden heykele yaklaştı ve sarıldı! Daha sonra yavaş yavaş -biraz da zorlanarak- heykeli çevirmeye başladı. Heykelin üst kısmı doksan derece kadar döndü. Mupsar bu sefer de heykelin üst kısmını biraz geriye doğru itti. Meğerse iki parça olan heykelin alt kısmında gizli bir oyuk ortaya çıkmıştı. Mupsar bu bölmedeki küçük metal bir şişeyi çıkardı.

“Vay, vay vaay!
Nasıl da bildin
Heykeli çevirdin
Bak sen şu işe
Sır saklayan Keşiş’e,”
dedi Piki. Bir süredir kapıdan izliyordu.

Mupsar şişeyi cebine koyarken “hepimizin sırları var, öyle değil mi?” dedi. Koridorun sonundaki merdivenlerden aşağıya indiler. Burada da üstteki koridorları andıran zindanlar vardı. Birkaç önemsiz odaya rastladılar. Sonunda gösterişli büyük bir kapıya geldiklerinde, diğer taraftan aşağıya inmiş olan Pablo, Paks ve Duro ile karşılaştılar. “Prot nerede?” diye sordu Mupsar ama diğerlerinin yüz ifadelerinden cevap anlaşılıyordu.

“Bakmadığımız bir tek bu oda kaldı sanırım.” Kapıyı açıp içeri daldıklarında burasının büyük bir depo olduğunu gördüler. Burası altın ve elmas deposuydu! Altınlar ve elmaslar insan boyunda öbekler halinde her taraftaydı! Grup hazinenin miktarından öyle etkilenmişti ki, odanın taa arka tarafında, altından bir tahtta oturan yaratığı fark edememişlerdi bir an. Belki de eğer ayağa kalkmasaydı hala fark edemeyeceklerdi.

Bu, elinde kendi boyunda kocaman bir asa tutan, başında ince bir taç, üzerinde gösterişli cübbe olan biriydi. Fakat adamın -ya da kadının- ellerinde ve yüzünde sanki etleri yok da, derileri kemiklerin üzerine yapışmış gibi korkunç haldeydi. Üstelik göz yuvalarında iki kırmızı ışıktan başka bir şey gözükmüyordu.

“İşte bu en güçlüleri!
Zombi yapan ölüleri
Büyücü, lanete hükmeden
Vurun vakit kaybetmeden!”
dedi Piki telaş içinde. Ancak büyücü öyle korkunç bir çığlık attı ki, bütün grubun üzerine bir korku dalgası yayıldı. Kimse yerinden kıpırdayamadığı gibi, çoğu kaçmayı düşünüyordu. Piki yine hemen arpını çıkarıp titreyen parmakları ile çalmaya başladı. Arptan dağılan melodiler sanki bir büyü gibi etkiliyor, Ozan’ın kelimeleri moral ve kendine güven veriyordu:
“Cesaret, cesaret saldırın
Kılıçları kaldırın
Atılın yiğitler, atılın
Kahraman safına katılın!”


Diğerleri naralar atarak korkularının üzerine koştular. Bu arada kurukafa suratlı büyücü, asasını ileri doğru uzatarak en önde koşan Paks’a karanlık bir ışın gönderdi. Paks anında karardı ve sanki tozlarına ayrılmış gibi binlerce siyah nokta etrafa saçıldı. Yok olmuştu! Diğerleri şaşırıp, korkmaya vakit bulamadan büyücünün dibine kadar gelmişlerdi bile. Duro öfkeyle haykırarak kılıcını savurdu ve büyücünün asayı tutan kolunu uçurdu. Kol ve asa yere düşerken karanlık büyücü sağlam eliyle Duro’nun boğazına yapışmıştı. İskelet parmaklar adamın gırtlağına girmişti ve anında Duro’nun yüzü griye dönüp, suyu sıkılmış limon gibi kuruyuverdi. Bu anda Mupsar özel tekniğiyle yönlendirdiği yumruğunu iskelet büyücünün alnına geçirdi. Kurukafa patlarken Pablo da Alevdil’i yaratığın gövdesine soktu. Kafasız gövde alev alarak yığıldı.

Büyücü yok olmuştu ama Paks ve Duro da ölmüşlerdi. Artık görev başarılmıştı fakat ölenlerin acısı yüzünden doğru dürüst sevinemediler. Buruk bir zafer olmuştu bu. Çantalarına taşıyabilecekleri kadar mücevher doldurdular. Aldıkları miktar hazinenin yüzde biri bile değildi ama küçük bir krallık kurmaya rahatlıkla yeterdi.

Dışarı çıktılar. Geceydi ve ada sessizdi. Gitmek için sabahı bekleyeceklerdi. Aslında bir tehlike olmadığı halde yine de nöbetleşe uyumaya karar verdiler. Güneş doğarken Pablo elmaslarla dolu çantasını yastık etmiş, Alevdil’e sarılmış, horlayarak uyurken Piki, Mupsar’a
“Güneş doğdu Keşiş günaydın
Gidiyorum aramaya ağacını Dryad’ın
Korktuğumdan değil yeminle
Ama gelsene sen de benimle,”
dedi.

Mupsar önce uyuyan Pablo’ya baktı ama sonra başını sallayarak kabul etti teklifi. Mücevher dolu çantaları uyuyan adamın yanında bırakmışlardı; böylece döneceklerini anlayabilecekti Pablo. Tepeden inip adanın kuzeyine doğru yürümeye başladılar. Arada bir ağaçların arkalarından minik kafalar uzanıp gülüyor, bazıları da “tebrikler, aferin size, kahramanlar...” gibi takdir edici kelimeler söylüyorlardı. Ancak hiçbiri uzun uzadıya sohbete kalkışmıyor, hemen kayboluveriyorlardı.

Neden sonra ötede diğerlerinden oldukça farklı bir ağaç gördüler. Bu tıpkı babasının Piki’ye tarif ettiği gibi bütün yaprakları değişik değişik canlı renklerden oluşan, ilgi çekici bir ağaçtı. Fakat Piki bu aşamada durup, belli ki kafasını meşgul eden bir soruyu sordu Mupsar’a.
“Çok maceralar yaşadık
Sanırım seninle yakınlaştık
Anlatır mısın sen de hikayeni
Heykelden aldığın neydi?”
dedi.

Mupsar buruk bir şekilde gülümsedi ve cebinden küçük metal şişeyi çıkardı. Üzerindeki egzotik motifleri parmağının ucuyla okşuyor, dalgın bir şekilde hikayesini anlatıyordu: “Ben manastırda yetim büyüdüm Piki. Söylendiğine göre manastırın kapısına beni bebekken bir sepetin içinde bırakmışlar. Çocukken... Hatta şimdi bile, arada sırada annemi rüyamda görürdüm. Yüzünü değil ama sesini, kokusunu, sıcaklığını... Onu özlerdim, anlıyor musun?.. Bir gün iyi bir falcı, bana anne ve babamın yaşadığını söyledi ve dediğine göre beni bırakmak kendi seçimleri değilmiş! Ancak falcı, kim ve nerede olduklarını söyleyemedi. Bu falcı, yetenekli bir cadıdır. Birlikte sık sık çalışırız ve onun medyumluk yeteneğine güvenim tamdır. Bana söylediği şey, ancak bir dilek cininden dilersem ailemi bulabileceğimdi. Ben de araştırdım ve sonunda Ay Tapınağı’nda şişede hapis bir dilek cini olduğunu öğrendim. İşte benim hikayem de böyle.”

“Vay canına bak şu işe!
Ne marifetli bir şişe
İlginç bir biçimde
Cin mi varmış içinde?
Yoksa açınca kapağını
Sanıyor musun çıkacağını?”
dedi Piki.

“Evet kapağı açınca serbest kalıyor ve bir dileğini gerçekleştirip kendi semavi boyutuna gidiyor,” dedi Mupsar. Bu sırada parmakları şişenin tıpası üzerindeydi ve birden açıverdi şişeyi! Aslında bunu istememişti, belki kazayla, belki de bilinç altından gelen bir dürtüyle aniden olmuştu.

Beyaz bir duman püskürdü şişeden. Beyaz dumanlar önce minik bir kasırga hortumu gibi döndü, sonra da sakinleşerek bulutumsu bir yapıya kavuştu. En sonunda da bu garip sisin üst kısımları iri yarı kocaman, kaslı bir adam haline dönüştü.  Cinin belden aşağısı hala bulut şeklinde bir sisle kaplıydı. Mupsar’ın elindeki şişeyi görerek gülümsedi. “Söyle bakalım dileğini, çabuk!” dedi gür ve neşeli sesiyle.

Diğerleri bu ani olay karşısında hala şaşkındılar. Mupsar, “annemi bulmak istiyorum,” dedi aceleyle. Cin ise “oldu bil!” diyerek Keşiş’e dokundu ve Mupsar ortadan kayboldu!

“Haayırr!! Mupsaaarr!!” diye bağırıyordu Piki olanların farkına varırken ama Keşiş kim bilir nerelerdeydi artık.

Kocaman Cin, minik Gnom’a şaşırarak baktı. “Bir problem mi var minik adam?” diye sordu.

“Bir de soruyorsun
Sorun mu var diye
Arkadaşımı gönderdin
Kimbilir hangi nereye,”
diye azarlayarak konuştu Piki.

“Ho, ho, ho! Minik adam pek sinirli. Ama dikkat et minik adam, cinler tehlikeli olabilir!”

Piki de hak vermişti bu kendisine tepelerden bakan büyülü kas yığınına. Zoraki bir sırıtışla sempatik suratını takındı.

Cin konuşmaya devam etti: “Ben sadece arkadaşının dileğini yerine getirdim, onu annesinin yanına gönderdim,” dedi.

“Vedalaşsaydım bari
Mümkün mü getirmen geri?
Bir saat kalsın
Sonra tekrar yollarsın.”


“Hoh ho. Küçük adam ne yazık ki senin dilek hakkın yok! Olsaydı bile bu istek arkadaşının hoşuna gitmeyebilirdi. Şimdi müsadenle kendi boyutuma dönüp özgürlüğün tadını çıkaracağım,” dedi Cin. Birden şiddetli bir rüzgar çıkıp yaprakları havalara savurdu ve Cin ortadan kayboldu.

Piki bu duruma çok kötü bozulmuştu. Mupsar’a kanı kaynamış, aralarında bir dostluk başlangıcı olmuştu ama Keşiş şimdi kim bilir nerelerdeydi. Üstelik ganimetini de bırakmıştı. Ancak biraz düşündükten sonra gülümsedi; sonuç olarak arkadaşı küçüklükten beri özlemini duyduğu bir isteğine kavuşmamış mıydı?
“Bir gün gelip bulursa beni
Paylaşırım onunla ganimetimi
Belki...”
diye düşündü.

Her yaprağı ayrı bir renkte olan ağaca doğru yürüdü sonunda. Ağacın gölgesi altına girdiğinde, bir hareket sezinledi. Adeta suyun kağıdın ötesine geçmesi gibi, ağacın gövdesinden de bir kadın çıkıyordu. Çıplak vücudu ince ve güzeldi. Teni abanoz ağacından oyulmuş heykellerin rengindeydi, pürüzsüzdü. Saçları yüzünü gölgeliyordu. Etkileyici bir sesle konuştu:
“Hepsi de ozandı
Buraya uğrayanların
Birisi de babandı
Sırrı arayanların,”
dedi.

Piki etkilenmişti.
“Evet Dryad, güzeller güzeli
Çılgın perilerin en özeli
Ben de geldim sırrı bulmaya
Şiirin, şarkının piri olmaya
Piki Pingel’dir adım
Kendimi bu yola adadım
Dryad bana da el ver
Şu işin sırrını öğretiver,”
dedi Piki.

“Yakalamak için bilgeliği
Öğrenmek için özde müziği
Adamalısın sırra kendini
Duyumsamak için büyülü ahengi
Dönüşü yok büyünün unutma!
Farklı bakacaksın artık dünyaya
Çok güzel olacak sesin
Şakıyacak adeta nefesin
Sırrını bileceksin ahengin
Ozanları kıskandıracak bestelerin
Hazır mısın sırrı yaşamaya
Doğuştan yetenekli gibi olmaya?”
dedi ağaç kadın.

“Yıllardır bekledim bu anı
Geldi mi sonunda zamanı?
Haydi başlasın artık Dryad!
Söz verdiğin müzikal hayat,”
dedi Piki heyecanlı bir şekilde.

Dryad eliyle bir takım hareketler yaptı ve Piki’nin anlamadığı büyülü sözler fısıldadı. Ozan’ın üzerine ağacın yapraklarından sanki altın tozu yağıyordu. Piki’nin başı zonklamaya, kulakları uğuldamaya başladı. Acayip hissediyordu. Yavaş yavaş renklerin melodisini duymaya, seslerin renklerini görmeye başladı. Gittikçe tuhaflaşıyordu. Birden Dryad’ın komutuyla Piki yıldırım çarpmışçasına bir şok dalgasına maruz kaldı ve kendinden geçti.

Piki aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi ama bir süre sonra tekrar kendine gelip gözlerini açtığında artık dünyayı bambaşka görüyordu. Bir gözü bir tarafa, diğer gözü diğer tarafa bakıyordu Piki’nin! Her şey büyümüş gibi... Daha doğrusu zaten küçük olan kendisi daha da küçülmüş gibiydi. Başını yana eğdiğinde rengarenk tüylerini ve kanadını görünce güzel bir çığlık attı. Kuş olmuştu!

“Sen ne yaptın! Beni ne hale getirdin!” diye bağırıyordu Dryad’a güzel sesiyle. Kuş dili konuşuyordu artık ve sesi gerçekten de güzeldi.

Piki, Dryad’ın saçlarının gölgesinde yüzünün gülümsediğine emindi.

“Öğrenmek için ahengini sesin
İşte en uygun formun içindesin
Ustalaşamazsın doğalı yaşamadan
Baban da geçmişti bu aşamadan
En az bir, en fazla üç senede
Olursun yine eski bedeninde,”
dedi Dryad tekrar ağacın gövdesiyle bir olmadan önce.

Piki ise “sen ne yaptın Dryad! Ne olur beni eski halime döndür,” diye bağırıyor, yalvarıyordu. Yüreği korkudan küt küt atıyordu. Heyecanla kanatlarını çırparak havalandı ve uçmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu anladı.

Saatler sonra gün öğleni geride bırakırken Pablo Rotti Ay Tapınağı tepesinde boğazını yırtarcasına bağırıyor, Mupsar ve Piki’nin isimlerini çağırıyordu. Sabah ilk uyandığında telaşlanmamıştı aslında. Diğerlerinin çantaları yanında olduğuna göre birazdan döneceklerini düşünmüştü. Ama düşündüğü gibi olmadı. Saatler geçtikçe endişelenip etrafı aradı. Önce tapınağı aramış, sonra tepenin etrafını, sonra biraz daha uzakları. Şüphe ve merak içini kemiriyordu. Bütün o savaşlardan sağ kurtulduktan sonra adamların başına bir şey gelme olasılığını kabullenemiyordu, tabii periler ihanet etmediyse!..

Sonunda bağırmaktan boğazları ağrıdığında tapınağın önünde bir taşa oturmuştu ki, genç bir peri adam çıkageldi.
“Bayım boşuna bağırmayın
Arkadaşlarınızı aramayın
Çünkü gitti onlar
Artık bu adada yoklar,”
dedi.

Pablo’nun gözlerinin altı mor mor, bakışları tekinsizdi. “Bir anlaşma yapmıştık,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Bu arada Alevdil’in kabzasını öyle sımsıkı tutuyordu ki, neredeyse parmaklarına kan gitmeyecekti.

“Büyük bir cindi çıkan şişeden
Keşiş olanı buradan gönderen
Öbürkü ağaç kadınla görüştü
Küçük Ozan bir kuşa dönüştü,”
diyordu Peri çocuk, bir yandan da hafif hafif uzaklaşıyordu Pablo’dan.

Alevdil’in kızılımsı parlaklığı yeniden artmaya başlamıştı. Pablo yavaş yavaş ayağa kalkarken “Bir anlaşma yapmıştık... Ama perilere güvenilmeyeceğini biliyordum zaten,” diyordu. Çok pis bakıyordu peri çocuğa.

“Hayır, hayır inanın efendim
Doğrudur bütün söylediklerim
Biri kanatlanıp kuş oldu
Öbürü duman olup kayboldu.”


Pablo bir nara atıp çocuğun üzerine sıçradı ama peri sanki buna hazırlıklıydı ki, kaçar gibi uçtu tepeden. Savaşçı bağırıp çağırıyor, perilere sayıp sövüyordu. Sinirden elindeki kılıcı sağa sola sallıyordu. Büyülü kılıç Alevdil gittikçe ısındı ve hatta kor halihe geldi. “Perileeerr!! Numara yapmayın bana! Yakarım bu adayı Perileer! Yakarım hepinizi! Duyuyor musunuz! Alçak perileeer!” diye bağırıyordu Pablo. Alevdil’i sallıyor, ve boğazını yırtarcasına bağırıyordu: “Perileeer!.. Oynamayın benimle perileer!.. Yakarım hepinizi!.. PERİLEEEEER!!”




SON
.

47
Kurgu İskelesi / Perilerin Hazinesi
« : 24 Haziran 2009, 12:36:45 »
.
Perilerin Hazinesi


   “Kuru Döşek Hanı’na hoş geldiniz!” dedi iri yarı, pala bıyıklı adam, içten bir gülümsemeyle hanın kapısından girmekte olan müşterileri karşılarken. Han sahibi Bergun Pastaci, bal damlayan muhabbet tınıları ile cilaladığı kararında eğilip bükülme hareketleriyle müşteriye olan saygısını belli ediyordu. Bu kibar halleri kocaman cüssesi ve kalın bıyıklarıyla hoş bir tezat yaratıyordu.

Aslında o hancılar arasında bir efsaneydi. Kadim Mavitaş Ormanı’nı dörde bölen kuzey-güney ve doğu-batı ana yollarının kesişme noktasındaki Mavitaş Kasabası’nın meşhur hanının sahibi, aynı zamanda kasabanın valisiydi Posbıyıklı Bergun. Bir hancının aynı zamanda vali olması ya da vali olduktan sonra hancılığa devam etmesi pek alışılmadık bir durumdur; ama Bergun kasabanın on yıllar boyunca böyle büyüyüp gelişmesi ve zenginleşmesinin tamamen bu babadan kalma han sayesinde olduğunu gayet iyi biliyordu.

Mavitaş Ormanı hızlı at sürenlerin bile sabahtan akşama, baştan başa geçemeyecekleri kadar büyüktür. Ormanı geçen yolcular mutlaka buraya uğrarlar. O yüzden bu han mevsim gözetmeksizin tıklım tıklım dolar, müşteri eksik olmaz. Yol üstüne birçok han açıldı zaman zaman ama hiçbiri Kuru Döşek ile rekabet edemedi. Çünkü burada hizmette sınır yoktur. Parasını ödediği ve sorun çıkartmadığı müddetçe müşterinin kim olduğu ya da hangi ırktan olduğu hiç önemsenmez. Üstelik parası olmayan yolculara bile hizmet verilir. Ahırların arkasındaki yatakhanede yatak ve karnını doyuracak mütevazı çeşitlerden oluşan kahvaltı için asla para alınmaz. Şöyle der Bergun: “Zavallı fakirler ve cimriler dışarda mı kalsın?” Ayrıca bütün kasabayı çevreleyen, zaman içinde gelişip büyüyen yüksek taş duvar ve hepsi şehirdeki usta hocalar tarafından eğitilmiş, aslen kasabanın yerlisi gençlerden oluşan askeri birlikler de  -komutanları Bergun’un oğlu Hardel’dir- geceyi kasabada geçirenleri güvende hissettirir.

“Ah kimleri görüyorum, Sayın Pablo Rotti! Hoş geldiniz, şeref verdiniz!” dedi Bergun, içeri giren beş adamdan ortadaki en en pahalı kıyafetlere sahip olan, yarı soylu kılıklı, ince kaytan bıyıklı adamı selamlarken.

Pablo hancı tarafından -aynı zamanda vali- hatırlanmaktan gurur duyarak, kibirli ifadesini minik bir gülücükle yumuşattı. “Hoş bulduk, hoş bulduk Sayın Bergun; keyifler nasıl?”

“Sizi görünce daha iyi olduk; şu masaya buyrun lütfen!” diye yer gösterdi Bergun. Bu sırada iki garson ellerindeki bezlerle hızlıca masanın ve sandalyelerin tozunu aldı.

Pablo ve yanındaki üçü kılıçlı, tatar yaylı, paralı asker tipli adam ve kapüşonu yüzünü gölgeleyen bir keşiş, handaki müşterilere göz gezdirerek ağır adımlarla masalarına geçtiler.

Han her zamanki gibi çok kalabalıktı. İçerideki erkekler, kadınlar, insanlar ve cüceler ve buçukluklar ve hatta bir iki gnom, elf, yarı-elf ve yarı-ork yeni gelen müşterileri şöyle bir süzdüyse de bir iki saniye sonra herkes yine yemeğine içkisine döndü.

Ayrıca sahnede bir ozan vardı. Çakırkeyif müşterilere arpı ile melodiler tıngırdatıp şarkılar, şiirler söyleyen, arada bir illüzyonist büyülerle küçük gösteriler yapan bu ozan Piki Pingel’den başkası değildi. Yolların Piki’si derlerdi ona. Henüz efsane olamadıysa da Mavitaş Ormanı Yöresinde tanınmış bir ozandı. Gnom ırkından, ikiyüzküsur yaşında, anca bir metre boyunda, zarif bir adamdı. Bıyıkları ve keçi sakalı, kestane rengi güzel parlak saçları, renkli gözleri, bembeyaz dişleri, -kendi icadı olan bir tozla fırçalıyordu her gün- sıcak gülümsemesi ile yakışıklı, esprili, romantik, karizmatik, özetle çekiciydi. İnsan kadınlarından bile birçoğu bu çocuk boyutunda adama gönüllerini kaptırmıştı doğrusu.

Kendisini herkese tüccar diye tanıtan ama neyin ticaretini yaptığı belli olmayan Pablo Rotti ve arkadaşları masalarına otururken, Piki Pingel de -köşedeki ufak sahneyi beğenmemiş olacak ki- masadan masaya zıplayarak, hatta bir de avizeye tutunup sallanarak bar tezgahının üzerine sıçradı. Herkese görünebilmek için daima yüksek bir yere çıkardı. Ve eski zamanlardan kalma bir şarkıyı söylemeye başladı:

Eskiden, beşbin yıl önceden
Dağ kadar bir taş geldi gökten
Heyula gibiydi, çok süratliydi
Yere değen Tanrı’nın eliydi

Kadim elfler taşı gördüler
Düşerken çöl olan yere
Tanrılara dua ettiler
Korktular gazaptan boş yere

Maviydi Taş mücevher gibi
Düşünce, geldi bereket
Bugün Dolunay Gölü’nün dibi
Olan yerde başladı hareket

Yıllar değil aylar geçti
Kadim orman büyüdü
Mavi Taş burayı seçti
Şüphesiz ilahi bir büyüydü

Mavi Taş gökten geldi
Özde bereketin sırlarıyla
Sonsuz çeşit can verdi
Eski kurak topraklara
Mavi bir taştı gökten gelen
Tanrı eli gibi yere değen.


Bu arada Bergun yine Pablo’nun masasındaydı. Anlaşılan Pablo ve ekibi sadece bir gece kalacaktı. Odaları ayarlanmış, içkileri tazelenmiş, akşam yemeği için yavaş yavaş garsonlar masayı donatıyorlardı.

Pablo’nun üç muhafızı Duro, Paks ve Prot pis sakallı, kabadayı bakışlı, iriyarı adamlardı. Yüzlerindeki yara izleri, güçlü kasları, kocaman elleri, sertleştirilmiş deriden kabaralı yelekleri, kılıçları, hançerleri ve küçük tatar yayları ile birbirlerine o kadar çok benziyorlardı ki, gören de onları kardeş zannediyordu. Kardeş olmasalar bile uzun zamandan beri paralı askerlik, fedailik sektöründe beraber çalıştıkları için birbirlerinin huyunu suyunu iyice öğrenmişlerdi.

Ancak keşiş olan onlardan farklıydı. Adı Mupsar olan bu esrarengiz adam Pablo’nun ekibine yeni katılmış ve sadece özel bir iş için tek seferliğine anlaşmıştı. Pek konuşkan değildi Keşiş.

“Sayın Bergun sizin ve kasabanızın çok methini duyuyorum ülkenin dört bir yanında...” diyerek lafa girdi Pablo içkisini yudumlamadan önce.

“Ah! Teveccühünüz...” diye karşıladı Bergun, utanmış gibi yaparak. Aslında bu sözleri her gün duymaktan bıkmıyordu bir türlü.

“Çok merak ettiğim bir şey var,” diye devam etti Pablo. “Nasıl oluyor da hafızanız bu kadar güçlü? Buraya üç dört sene önce sadece bir kere gelmiştim ve siz beni içeri girer girmez hatırlayıverdiniz!”

“Ah, bilmiyorum; mesleki bir alışkanlık olmalı,” dedi Bergun ama birden yanında bir tabureye çıkmış Piki Pingel’in eli omuzuna kondu. Minik Ozan tabureye çıkmış da olsa iri yarı Bergun ile yan yana komik duruyorlardı. 

Piki’nin üzerindeki ceket gözleri yoracak kadar rengarenkti ama gerekirse içini dışına çeviriyor, ceket o zaman siyah oluyordu.
“İşte böyledir bizim Bergun
Çalışır hemen her gün
Unutmaz hiçbir şeyi
Sanki baykuş bilgeliği,”
dedi Pablo’ya lafa balıklama dalarak. Bir yandan Vali’nin omuzuna elini kırk yıllık dostu gibi atmış, daha doğrusu atmaya çalışıyordu.

Bergun birden kızardı. Aslında Piki’nin ima ettiği “baykuşun bilgeliği” adı verilen, hafızayı güçlendiren bir büyüyü her gün yaptırırdı Bergun. Her sabah daha kahvaltısını yapmadan kasabanın büyücüsüne uğrar, kendisine hafızasını sağlamlaştıran, zihnini berraklaştıran, dayanıklılık veren, gücüne güç katan büyüler yaptırırdı. İşte Bergun’un en ince ayrıntıları unutmayıp, yüzlerce hatta binlerce eski müşteriyi şıp diye hatırlamasının sırrı buydu. “Sizi meşhur ozanımız Piki Pingel ile tanıştırayım,” dedi konuyu kendi üzerinden uzaklaştırmak için.

Pablo ozan Piki’yi masalarına davet etti. Bu sırada Bergun Pablo’ya “ticaret için doğuya mı gideceksiniz? Cüceler Kızıl Dağlar’da bolca zümrüt çıkarıyormuş bu günlerde,” dedi.

“Hayır Bergun, aslında bu sefer bir serüvene atılıyoruz,” diye cevap verdi Pablo saklamaya gerek duymadığı bir gururla.

“Ah, serüvenciler!.. Cesaretli insanların hali başka oluyor tabii. Bu içkiler benden olsun öyleyse... Umarım fazla tehlikeli bir maceraya atılmıyorsunuzdur,” dedi Hancı.

“Ay Tapınağı harabelerine gidiyoruz,” dedi Pablo. Bu cümleyi biraz yüksek sesle söylemiş, tam o esnada handaki uğultu da tesadüfen azalır gibi olmuştu. Neticede yakın masalardaki pek çok müşteri bunu duydu. Bir anda bir fısıltı silsilesi dolaştı ve en ücra masadakiler bile Pablo’nun maksadından haberdar oldu. Ardından sanki korkunç bir şey söylenmiş gibi herkes sus pus oldu ve ortam ölüm sessizliğine büründü. Şimdi bar kısmındaki onlarca kişi gözlerini yeni gelenlere dikmişti. Bakışlar öyle sinir bozucuydu ki, Duro, Paks ve Prot endişeli bir şekilde ellerini kılıçlarının kabzalarına attılar.

Birden, Piki Pingel biraz ötedeki kasabanın yerlisi birkaç adamın masasına zıpladı ve anında arpını tıngırdatarak müzikal bir şiir okumaya başladı. Herkesin ilgisi bu defa ozana döndü.

Ay Tapınağı ortasında ormanın
Yüzlerce yıldır, yalnız ve uğursuz;
Yaşayan ölüler halkıdır oranın,
Sonsuz kiracıları doyumsuz acının


Kafasını hızlı hızlı sağa sola çeviriyor, gözlerini faltaşı gibi açıyor, kaşını gözünü oynatıyordu. Arpından çıkan melodiler, mezar taşlarına çarpan kemik seslerini çağrıştırıyordu.
   
Susmaz şarkılar ve iniltiler
Rüzgarın esmediği o yerde
Gece hayaletler, gündüz periler
Yabancıyı düşman bilirler

   
Birden hanın ışıkları söndü! Bu arada bir iki bayan çığlık atmıştı. Sadece sağda solda birkaç mum yanıyor, bir de ozanın elindeki küçük arp parıldıyordu. Arptan gelen fosforlu ışık alttan Piki’nin yüzüne vurdukça korkunç bir efekt oluşturuyordu. Gözbebekleri kaybolmuş, bembeyaz aklarından yansıyordu ışık. Adamın sesi de ürpertici bir hal almıştı.
   
Nice maceracı gitti fütursuzca
Hazine, şan şöhret uğruna
Ya da aşkına elmas bulmaya
Katıldılar o meçhul güruha


Dışarıda hava aslında iyi olmasına rağmen fırtına çıkmış gibi rüzgar uğultuları ve çarpan kepenklerin sesleri duyulmaya başlamıştı. 

Dönemedi çoğu kahramanlar
Divane oldu sağ kurtulanlar
Neye yarar hazineler paralar
Kalmadıysa aklın harcayacak kadar


   Dışarıdan gelen uğultulara kurt ulumaları ve canavarımsı sesler eşlik etmeye başlamıştı. En son sanki bir kurt adam tarafından parçalanıyormuş gibi feryat eden insanların sesleri de gelmeye başladığında handaki bütün kadınlar korkuyla çığlık attılar ve yanlarındaki şanslı erkeklere sarıldılar.

Yatar cesurlar ve aptallar
Gölgesinde karanlık tapınağın
Gündüz yanar gece ağlar
Dönen olmadı şimdiye kadar.

   
Şarkı bittiğinde han tekrar aydınlandı ve bütün o ses efektleri şıp diye kesildi. Piki dinleyicilerin alkışlarını abartılı reveranslarla kabul ediyordu. Tecrübeli Ozan yine mükemmel bir gösteri sunmuştu izleyicilere.

Piki daha sonra tekrar Pablo’nun masasına dönerken, Bergun da düşünceli bir ifadeyle “orası hiç tekin değildir sayın Pablo, keşke bir daha düşünseniz,” diyordu.

“Hah! Çoğu abartıdır o söylenenlerin!” diye korkmadığını vurguladı Pablo. Bergun masadan ayrıldı. Ozan’ın gerilimli ortamı yumuşatması Pablo’nun hoşuna gitmişti. Ozan’a da yemek söylendi ve ziyafete başladılar. “Gerçekten dönen olmamış mı oraya gidenlerden,” diye Piki’ye şaka yollu sordu Pablo.

Piki ise gayet ciddi bir tavırla önce kendilerini dinleyen var mı diye etrafına bakındı. Sonra da sır veriyormuş gibi masaya eğilerek Pablo’ya
“O uğursuz kötü yerden
Dönmek zordur gerçekten
Mümkündür ancak yetenekliysen
Eskiden gitmiştim oraya ben,”
dedi.

Pablo’nun ve -Keşiş hariç- korumalarının gözleri merakla açıldı. Piki’nin söyledikleri çok ilgilerini çekmişti. “Sen gittin mi oraya gerçekten? Söylesene hazineyi bulamadın mı?” diye sordu Pablo aceleyle ve sesini alçaltarak.

“Mücevherler ve altınlar, sınırsızdılar
Taşımaya lazım sizin gibi adamlar
Ben kaçtım canımı zor kurtardım
Ancak birkaç değerli taş aldım
Söylüyorum size servet yatıyor orada
Ben ne yapabilirdim yalnız başıma
Sıradan serüvencilerle gittim hataydı
Ben kaçabildim onların hayatı kaydı,”
dedi Piki.

Masadaki adamlar etkilenmiş gibiydiler ancak yine de ufak bir şüphe taşıdıkları farkediliyordu. Piki ukala bir gülümseme takınarak yeleğinin ufak cebinden değerli bir taş çıkardı. Ceviz büyüklüğünde bir elmastı bu! Sanki içinde binlerce minik yıldız varmış gibi ışığı yansıtıyordu. Bu kocaman mücevherin bir servet değerinde olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Diğerlerinin gözleri bu sefer fal taşı gibi açılmıştı. Pablo içgüdüsel olarak alıp yakından incelemek üzere elini uzattı ancak Piki taşı derhal yeleğinin cebine geri koydu.

Pablo kendini toparladı. Şarabını yudumlarken bir şeyler düşünüp plan yaptığı belliydi. Masadakiler sessizce Patron’un konuşmasını beklediler. Sonunda “belki de sen de bizimle gelmelisin Piki, oraya daha önce gittiysen bu işimize yarayabilir,” dedi.

“Bilmem ki ne desem
Ben de mi sizinle gelsem
Bir kez kurtarmıştım kıçımı
Bir daha mı şansımı denesem?”
dedi Piki.

“Peki diğerleri kurtulamadı da sen nasıl kurtuldun oradan?” diye sordu Paks.

“Periler, insanı fena büyüler
Diğerleri hep hayal gördüler
Ama illüzyonisttir benim adım
Hayali numaralara kanmadım
İşte böyle sevgili dostum
Kurtuldu kıymetli postum,”
diye cevap verdi Ozan.

“O halde sen de bizimle geliyorsun!” diye vurguladı Pablo. “Hepimiz altıda bir pay alacağız. Senin görevin hayali şeyleri tespit edip bizi uyarmak, gerçek düşmanları biz hallederiz... Tamam mı, var mısın?”

“Tamam beni ikna ettiniz
Belli ki sağlam kişilersiniz
Ne zamandır arıyordum zaten
Adamakıllı bir serüven,”
dedi Piki Pingel ve hepsiyle el sıkıştı.

Ekibe katılan yeni üye şerefine kadeh kaldırıldı. Yenildi, içildi sonunda ertesi sabah erkenden yola çıkacakları için herkes odalarına çekilmek üzere kalktı. Yalnız o zamana kadar pek fazla konuşmamış olan Keşiş, diğerlerine belli etmeden elini Piki’nin omuzuna koyarak “biraz özel konuşabilir miyiz?” dedi. Adamın mengene gibi parmaklarını omuzunda hissetmek Piki’nin pek hoşuna gitmediyse de ilk günden tatsızlık çıkmasın diye Mupsar’ın isteğine uydu.

Kuytu bir köşeye çekilmişlerdi. “Bak Piki, bilmeni isterim ki senin bu numaralarını yemiyorum,” dedi Keşiş buz gibi bir sesle.

“Ne numarası dostum
Ne demek istiyorsun?”


Birden Keşiş’in eli Piki’nin yelek cebine girdi ve çıktı. Mücevheri kaptı! Piki uzun zamandan beri ilk defa şaşırıyordu; çünkü el çabukluğu aslında kendi marifeti olduğu halde -üstelik çok ustaydı bu konuda- bu Keşiş kendisinden bile hızlıydı! Sanki zaman durmuş, adam elini Ozan’ın cebine sokup mücevheri almış ve sonra zaman tekrar akmaya başlamıştı. Piki allak bullak olmasına rağmen adama hayranlık duymadan edemedi. Kendisinden hızlı birine ilk defa rastlıyordu. Gerçi bu kaba saba adam neredeyse yelek cebini yırtacaktı; Piki en azından zariflikte Keşiş’i rahatlıkla geçebileceğini düşünerek teselli oldu.

Mupsar pırıl pırıl parlayan elması üç parmağının arasında tutuyordu. Piki’nin “onu verir misin geri...” demesine kalmadan Keşiş bir çıtırtı eşliğinde elindeki taşı parçaladı. Parçalar dağıldı, yere döküldü ve anında ceviz büyüklüğündeki elmasın aslında gerçekten de bir ceviz olduğu belli oldu! Piki illüzyon büyüsü sayesinde bu cevizi bir mücevher gibi göstermişti. Ama anlaşılan Keşiş kolay aldanmıyordu.

“Pekala ustasın
İşte beni yakaladın
Gerek yok kızmaya
Ufacık bir şakaya,”
dedi Piki zoraki bir şekilde sırıtarak.

“Neden?.. Bizimle gelebilmek için yalan söylemen şartmıydı? Orada bir hazine bulamazsak durumunun ne olacağını düşündün mü?” dedi Mupsar sorgulayan bakışlarla.

“Önce sen söyle neden
Pablo’ya söylemeden
Sırrımı sakladın
Bu zamanı bekledin?”
dedi Ozan.

Mupsar biraz durakladıktan sonra cevap verdi: “Çünkü bu ekibe katılmanın faydalı olacağını düşündüm; her ne kadar bir yalancı da olsan yetenekli olduğun su götürmez bir gerçek,” dedi.

Piki’nin sırıtışından keyfinin yerine geldiği belli oluyordu; takdir edilmek daima şımartırdı Ozan’ı. “Pekala, pekala...”
“Belki gitmedim oraya ama
Güvendim bana anlatan adama
Doğrudur onun gördükleri
Eminim buna adım gibi,”
dedi Piki.

“Öyle mi, kimmiş bu adam?” diye sordu Mupsar.

“Ay Tapınağı’na giden adam
Aslında benim babam
Anlattı bana harabeleri
Gizli saklı hazineleri
Korkunç hayaletleri, zombileri
En önemlisi de perileri,”
dedi Piki ve bir an geçmişi hatırlayarak durgunlaştı. Tekrar devam etti sonra:
“Babam dı ozanların en iyisi
 Görmedim onun gibi birisi
Özgündü şiirleri kafiyeleri
Mükemmeldi şarkıları besteleri
Babam gezip dolaşmadı
O yüzden pek meşhur olmadı
Ben ki ozan diye dolaşırım
Hala onu kıskanırım
Babalık ozanların piriydi
Manyak derecede yetenekliydi
Yaklaştığında ölüm zamanı
Yaşlı babam verdi sırrını
Dedi ki: Bul Ay Tapınağı’nı
İlham perisi Dryad’ın ağacını
Dryad’ın büyüsü uçurur seni
Ona katlar yeteneğini
En güzel şiirleri yazarsın
Sesinle bülbülleri kıskandırırsın
Büyülü ilhamın perisi
Dünyanın gerçek hazinesi
Öğrendin işte Mupsar
Budur hayatımın hikayesi,”
dedi Piki ve Keşiş’in tepkisini merak ederek suratına baktı.

Keşiş Mupsar elini uzatarak minik adamın omuzuna koydu. Bu ellerin eklem yerlerinde ancak dikkatli gözlerin farkedeceği sıradışı şekil bozuklukları vardı. Küçükten beri yapılan sert idmanlar yüzünden kemiklerin şekilleri değişmişti. Piki omuzundaki bu elin boynunu sıkıp çıt diye kırabileceğini düşünüp huzursuzlandı. “Bak küçük dostum, umarım oraya gittiğimizde senin yüzünden başım belaya girmez. Eminim sinirlendiğimi görmek istemezsin,” dedi Keşiş. Piki zoraki bir şekilde sırıttı.

Ertesi sabah yola çıktılar. Piki Pingel ufak bir midillide yolculuk ediyor, diğerlerinin kocaman atlarına yetişmeye çalışıyordu. Ancak genelde arkada kalıyordu ve bu pozisyonda manzaranın tadını pek çıkaramıyordu.

Temperli Dağlara giden yolda ilerliyorlardı. Bu yolu takip ederek dağların dibindeki Temper Kasabası’na varmak at üstünde bir buçuk iki gün kadar sürerdi. Temperli Dağların içinde cücelerin işlettiği madenler ve yaşadıkları labirentler vardı. Cüceler yabancıların labirentlere girmesine pek sıcak bakmadıkları için ticaret merkezi olarak dağların dışına insanlarla ortak bir çalışmayla Temper Kasabası’nı kurdular. Dağdan çıkarılan demir ve kömür bu kasabadaki yine cücelerin işlettiği demirhanelerde silah ve zırh yapımında kullanılıyordu. Cücelerin işçiliği kaliteliydi. Ülkenin dört bir yanından gelen tüccarlar bu malları satın alıyordu.

Ama bizim grup Temper’e gitmiyordu. Gece bir su kenarında kamp kurdular ve ertesi gün öğlene doğru ana yoldan ayrılıp güney yönünde ormana giren bir patikaya saptılar. Artık güneye, Dolunay Gölü’ne doğru iniyorlardı.

Dört ana yol hariç Mavitaş Ormanı’ndaki neredeyse bütün patikalar, adeta üstü ağaçlarla örtülmüş tüneller gibidir. Ormana girenler gündüz vakti güneşi pek göremezler. Rutubetli, basık havası ve hiç bitmeyen bir tünelin içinde saatlerce yürümek yeterince can sıkıcı değilmiş gibi, ormanın karanlıklarından çeşit çeşit garip sesler duyulur.

Saatlerdir yürüyorlardı ve tahmin etmek kolay olmasa da, o zamana kadar havanın kararmış olması kaçınılmazdı. Ancak gruptan hiçbiri ormanın içinde kamp kurmayı aklına getirmiyordu. Üç silahşörler Duro, Paks ve Prot ellerinde birer gaz lambası taşıyarak yolu aydınlatıyorlardı.

“Burası elflerin bölgesi mi?” diye sordu Paks sırf sohbet olsun diye.

“Hayır,” dedi Mupsar “elfler genelde ormanın doğu kısmında yaşar. Buralarda daha ilginç yaratıklar vardır. Örneğin ‘Satyr’ denilen keçi adamlar, ‘Unicorn’ diye bilinen boynuzlu atlar, çeşitli periler, at adam ‘Centaur’lar buralarda yaşarlar ve hepsi de büyülü yaratıklardır. Burada gördüğünüz bazı ağaçlar ağaç, bazı çiçekler çiçek olmayabilir; fazla yaklaşırsanız hareket ettiklerini görürsünüz. Ayrıca her çeşit sürüngen, böcek ve örümceğin her boyda olanına da rastlayabilirsiniz buralarda...”

Birden ormandan çıkıvermeleriyle Mupsar sustu. Geceydi, ama bulutsuz gökyüzündeki kocaman ay ve parlak yıldızlar hatırı sayılır şekilde aydınlatıyordu etrafı.

“Dolunay Gölü!” dedi Pablo. Kocaman gölün karanlık suları üzerinden dolunayın resmi yansıyordu. Birden hepsi de o gece dolunay olduğunu idrak ettiler. Dolunay Gölü’nün üzerinde dolunayın kocaman yansıması görünüyordu. Sanki iki ay aydınlatıyordu geceyi.

Gölün öte yakasından bir uluma duyuldu. “Haa, bir de kurtadamlara sık sık rastlanır buralarda,” diye ekledi Mupsar.

Göl ile orman arasındaki çimenlik sazlık kesimde kendilerine uygun bir kamp yeri buldular. Bu arada kumsalda bazı ayak izlerine rastlamışlardı. “Bu izler sanki gölden çıkıyor gibi,” dedi Prot. Sanki devasa bir kazın ayak izleri gibiydi. Sırayla nöbet tutup geceyi ormandan gelen tuhaf sesler ve gölün karanlık sularındaki sıradışı şıpırtıların arasında ama olaysız geçirdiler.

Nihayet sabah olduğunda gölün muhteşem manzarası gözler önüne serilmişti. Dolunay Gölü o kadar büyüktü ki güney sahilleri hayal meyal gözükmesine rağmen doğu ve batı yönlerindeki kıyılar gözle görülemeyecek kadar uzaktı. Ancak ötede grubun hizasında, gölün ortasında bir ada vardı. “İşte Elmas Adası!” dedi Mupsar.

Kahvaltılarını ettikten sonra Piki sordu:
“Nasıl geçeceğiz karşı kıyıya
İhtiyaç var bir sala ya da sandala?”


Diğerleri gülüştüler. Mupsar “bu gölde salla dolaşmak istemem doğrusu; düşünsenize, eğer tekin bir göl olsaydı kıyısında en azından bir balıkçı köyü olmaz mıydı?.. Sahi sen sandalla mı geçmiştin geçen gelişinde adaya Piki?” dedi.

“Ha, ben mi? Tabii
Büyük bir yelkenli
Kocaman direkli
Efsunlu bir sandaldı
Rüzgarı hep kıçtan aldı,”
dedi Piki Keşiş’e pis pis bakarak.

Pablo, eğitimli atına orada beklemelerini tembih ediyordu ama bir tehlike olursa kaçabilsinler diye hayvanları çözdüler. Grubun hepsi sırt çantalarını takmıştı. Çantalar pek dolu değildi; dönerken dolu olmasını ümit ediyorlardı. Kıyıya yanaştılar. Keşiş hariç diğerlerinde biraz heyecan seziliyordu ama cesur adamlar oldukları da şüphe götürmezdi.

Piki şaşkındı:
“Neler oluyor böyle
Planınız nedir söyle
Yüzmek midir derdin
Yoksa aklını mı yedin?”
dedi.

Hepsi yine gülüştüler. Mupsar çantasından içinde renkli sıvılar olan beş küçük şişe çıkardı. “Bunlar suda yürüten büyülü iksirler,” diye açıkladı Piki’ye. Zaten Ozan şişeleri görür görmez anlamıştı olayı; gnomlar hassa koku alma yetisine sahip büyük burunları sayesinde iksir hazırlama konusunda yetenekliydiler.

Mupsar herkese -Piki hariç- birer şişe dağıttıktan sonra, “şurupları aynı anda içeceğiz ve hemen koşmaya başlayacağız. Unutmayın, iksirin etkisi uzun sürmez, o yüzden karşı kıyıya varana kadar ne olursa olsun durmayacağız; düşen olursa bile durmayacağız, sakın tökezlemeyin,” dedi. Sonra herkes bir birinin yüzüne baktı. “Hadi bakalım!” ve hep birlikte şişeleri kafaya diktiler.

Piki heyecanla:
“Hey, hey dur bakalım!
Benim de var sakalım
İksirleri içtiniz
Beni es mi geçtiniz?”
diye bağırıyordu.

İksirin tadı kötü olmalıydı ki adamlar suratlarını ekşitip iğrenç sesler çıkardılar ama bir damlasını dahi ziyan etmediler. Herkes garip hissediyordu, büyü hemen etkilemişti. Duro çekinerek gölün sularında bir iki adım attı; ayak bileklerine kadar bile batmıyordu suda. Mupsar “koşuun!!” diye bağırarak Piki’yi kaptığı gibi sırtına attı.

Suyun üzerinde son sürat koşuyorlardı. Arada bir ayakları kayar gibi oluyor, sendeliyor, heyecanlanıyorlardı. Piki ise kedi gibi yapışmıştı Mupsar’ın sırtına. Keşiş Gnom’u taşıdığı halde diğerlerinin önüne geçmişti; at gibi güçlüydü doğrusu.

Yarı yola geldiklerinde adanın kıyıdan gözüktüğü kadar yakın olmadığını çoktan anlamış oldular. Derken Paks’ın sesi çınladı: “Sular! Sular kabarıyor, bir şeyler var!” diye bağırıyordu. Kocaman yüzgeçler suyun yüzeyini dalgalandırıyor, belli ki bazı yaratıklar gruba doğru yüzüyorlardı. “Koşun! Koşun! Koşuuun!!” diye bağırıyordu Mupsar daha da hızlanarak. Diğerleri de hızlanmıştı ama artık dizleri daha fazla titriyor, kayıp düşme korkusu yürek sıkıştıracak derecede heyecana neden oluyordu.

Piki geriye dönüp baktığında grubun arkasındaki suların fokur fokur kaynadığını gördü. Koyu renkli, perdeli yüzgeçler bir görünüp bir kayboluyorlar ama peşlerinden ayrılmıyorlardı. Arada bir iki tane daha yaratık yanlardan gelip peşlerindeki sürüye katılıyorlardı. Piki tekrar önüne döndüğünde adaya yaklaştıklarını görüp ümitlendi ama birden dört beş tane uçan yaratığın kendilerine doğru geldiğini görünce sevinci kursağında kaldı.

“Dikkat!” diye bağırdı Pablo “karşıdan bir şeyler geliyor!”

Mupsar ise “devam edin! Devam edin!” diye bağırıyordu hiç hız kesmeden.

Uçanlar yaklaşık iki karış boyunda insanımsı yaratıklardı. Sivri kulakları ve badem şekilli gözleriyle minik elflere benziyorlardı. Sırtlarındaki kanatlar kelebek ve böceklerinki gibi yarı saydam ya da renkliydi. Çok hızlı uçuyorlardı. Üçü kız, ikisi erkekti ve üstlerindeki elbiseler yapraklardan örülmüş gibiydi. Kanatlılar grubun yanına varınca bir iki metre yanlarında uçarak takip etmeye başladılar. Kıkırdayarak gülüyorlardı, neşeli tipler oldukları belliydi. Kızlar ellerindeki çiçek tozlarını ve yapraklarını bizimkilerin yüzüne atmaya başladılar. Duro hapşırmaktan neredeyse düşecekti.

“Bunlar da ne?” diye bağırdı Prot aslında ne olduğunu gayet iyi tahmin ettiği halde.

“Periler!” diye bağırdı Mupsar.

Erkek periler ise “ölüceksiniz! Ölüceksiniz!” diye gülüyorlardı. Birisi elindeki dal parçasını Paks’ın kulağına sokmak istedi.

Gruptaki herkesin artık ciğerleri ve bacak adeleleri yanıyordu sanki. Bir yandan peşlerindeki su yaratıklarının stresi, bir yandan da yanlarından uçan perilerin tacizlerine rağmen sonunda adaya varmayı başardılar. Kıyıya varmadan periler gözden kaybolmuştu. Grup kıyıya çıktıktan sonra da bir müddet koşmaya devam etti. Ve durduklarında hemen kılıçlarını çektiler. Su yaratıklarının peşlerinden karaya çıkacaklarını sanmışlardı ama düşündükleri gibi olmadı.

Nefeslerinin normale dönmesi epeyce sürdü. Mataralarından su içtiler. Çoğunun düşündüğünü Paks dile getirdi: “Dönüşte yükümüz ağır olursa ne yapacağız?” dedi.

Pablo bu uğursuz düşünceyi def etmek ister gibi elini salladı ortaya, “boş verin bir çaresini buluruz önce hazineleri bulalım da,” dedi.

“Şşştt!” diye araya girdi Mupsar. “Artık konuşmalarımıza dikkat edelim, kulak misafiri olanlar olabilir!” dedi. Diğerleri şüpheyle etrafa bakındılar.

Ada da ağaçlarla kaplıydı ama buradaki orman örtüsü Mavitaş Ormanı’nın genelindeki kadar sık ve boğucu değildi. Güneş rahatça tabana iniyordu. Eğrelti otları ve çeşitli çalılar doluydu ağaçların arasında. Grubun gelmesiyle birkaç dakika susmuş olan çeşit çeşit kuş tekrar ötmeye başlamıştı. Kuşların ötüşleri güzeldi ama yüzlercesi hatta binlerce ses bir arada olunca en doğa düşkünü kişinin bile başını ağrıtabiliyordu. Üstelik birazdan bu uğultulu müziğin içinde fısıltılar ve gülme sesleri duyulmaya başladı. Ekibin hepsi buna hazırlıklı olduklarından şaşırmadılar. Yine de bazen kendi isimlerini duymaya başlamak ürpertici olmuştu. Konuşmalar daima fısıltı gibiydi ama gruptaki herkes sanki kafasının içinde duyuyordu bu konuşmaları. “İlahlar adına! Biraz önce ağaçların arasından yemin ederim ki birisi adımı seslendi,” dedi Duro şaşkın bir halde.

“Önemsemeyin! Perilerin işi; aldırmayın, dinlemeyin söylediklerini,” diye hatırlattı Mupsar.

Pablo ise Piki’ye dönmüştü: “Söyle bakalım Ozan Efendi! Ne taraftan gidiyoruz? Ne de olsa daha önce gelmiştin sen bu adaya,” dedi.

Ağaçların arasından, her yönden küçük kız sesleri hep bir ağızdan “Yalan söylüyor, yalan söylüyor. Asla gelmedi, yalancı Piki, yalancı Piki!” dediler.

Ozan söylenenleri duymamazlıktan geldi. “Ah, evet tabii,
Gerçi gelmiştim o zaman ben
Buranın diğer yönünden
Ancak hedefimiz belli
Adanın tam orta yeri
Güzel bir tepe var orada
Ağaçlardan yükselen yavaşça
Ay Tapınağı’nın yeri
İşte o tepenin üzeri,”
dedi.

Yarım saatlik bir yürüyüşle tepenin yamacına vardılar. Tepede de ağaçlar vardı. Yamaçları yumuşak çimenler ve hoş kokulu çiçeklerle kaplıydı. Yukarı baktıklarında en tepede ağaçların arasında eskiden kalma taş yapıları kısmen görebildiler.

“Şu ana kadar pek de zor olmadı ha?” dedi Pablo gülerek ama diğerlerinin bakışlarından bu fikre pek de katılmadıkları belli oluyordu.

Burada biraz mola verdiler. Mupsar çantasından su dolu şişeler çıkarıyor diğerlerine dağıtıyordu. “Kutsanmış sularınız hazır olsun, içeride zombi ve hayaletlerle karşılaşırsak...”

“Karşılaşacağına emin olabilirsin! Ne kadar da zekisin!” dedi Piki şişelerden birini kaparken.

“Pekala meşalelerimize de yağ sürelim, tapınağa girerken hepimizde birer tane olmalı...” diye devam ediyordu Mupsar fakat tam o sırada Paks biraz öteye koşturarak yere eğildi ve “heeyy! Şuraya bakın, altın!” diye bağırdı. Diğerleri hemen adamın yanına geldiler. Elinde üç tane altın sikke tutuyordu.

“Şurada da var!” diye atıldı Prot biraz daha ileriye koşarak. Duro da ona katıldı ve Pablo da. “Her yerde altın var!” diye bağırıyorlardı. Yerlerde altın sikkeler birer ikişer metre arayla pırıl pırıl parlıyorlardı. Adamlar açgözlü tavuklar gibi dolanıyorlardı ortada, yerlerden altın paraları topluyorlardı.

“Durun, onlar altın değil!” diye bağırdı Mupsar. İyi eğitimli keşişlerin irade gücü çok sağlamdır. O yüzden Mupsar diğerlerinin gördüğü hayalleri görmüyordu. Ve Piki de gnom olduğu için bağışıklıydı illüzyonlara. Gnomlar ırksal olarak illüzyon büyülerine yetenikli olduklarından aynı zamanda kolay kolay illüzyonlara kanmazlar da. Piki Pingel de diğerlerinin durumuna gülüyordu o sırada.

Diğerleri bir an dönüp ikisine baktılar. Kararsızdılar ama şimdi ellerindeki altınlar artık eskisi kadar parlak görünmüyordu gözlerine.

“Kuş pisliği topluyorsunuz!” dedi Piki katıla katıla gülerken. Ve birden herkes gerçeği gördü! Avuçlarındaki kuş pisliklerini iğrenerek attılar. Ağaçların arasından kıkır kıkır gülen çoğu kız olan perilerin kahkahaları duyuluyordu.

Ancak Pablo bunu pek komik bulmamıştı. Kılıcını çekti ve ağaçların arasına koşturarak “geberteceğim sizi kanatlı küçük sıçanlar!!” diye bağırmaya başladı. “Çıkın ortaya çıkın! Keseceğim hepinizi!!”

Mupsar derhal adamın peşinden koşup tuttu, sakinleştirmeye çalıştı. “Bay Pablo sakin olun! Periler sadece şakacıdır ama onları tehdit ederseniz başımız daha çok belaya girer!” dedi aceleyle ve fısıldayarak.

Ama Pablo öfkelenmişti bir kere, aptal yerine konmak ağırına gitmişti. Hala bağırıyordu “Bırak Mupsar, bırak hepsini doğrayacağım!” diyordu. Keşiş adamı tutmuş en azından kılıcını sağa sola sallamasına engel oluyordu.

Bu arada Piki, Pablo’nun önünde durarak renkli bir mendili salladı. Diğer ikisi şaşırarak Gnom’a baktılar.
“Diğer üçü gittiler
Farkında mısınız beyler?”
dedi Piki adamların kayboldukları çalılıkları işaret ederek.

Prot ve Duro, kendilerini çağıran fısıltıların peşinden ilerlerken çok eski bir ağacın yerin üstüne çıkmış devasa kökleri üzerinden aşıyorlardı. Burası biraz gölgeliydi ve toprak yosun kaplıydı. Birden üç karış boyunda oturan bir adam gördüler. Bu da kanatlı minik elflere benziyordu ve elinde kendi boyutuna uygun bir arp tutuyordu.

Duro ve Prot ellerindeki tatar yaylarını Peri adama doğrultunca Peri korkmuş ve şaşırmış gibi yaptı. Elini kaldırmış silahsız olduğunu işaret ediyordu. Diğer ikisi biraz yaklaşınca Peri yavaşça ve nazikçe ince parmaklarını arpın üzerinde dolaştırmaya başladı. Gökkuşağını anımsatan melodiler kulaklarını okşamasa, adamlar Peri’nin tellere dokunmadığını sanabilirlerdi. Müzik o kadar yumuşaktı ki, aydınlık gökyüzündeki beyaz bulutları kaygısızca seyretmek kadar huzur vericiydi.

Biraz hüzünlendiler ama bunun sebebi eskiden ne kadar mutsuz olduklarını hatırlamalarıydı; o da müzik devam ettikçe geçecekti sanki. Peri adam büyüleyici tınılara ahenkli sözlerle eşlik etmeye başladı:

Dur insanoğlu, bekle!
Nedir o elindeki,
Silah mı bana doğrulttuğun?
Ya gözlerindeki nefret, öfke?
Tanımadan, etmeden,
Bilinmezlik mi korktuğun?

Ben güçsüzüm, kırılgandır kanatlarım,
Ufacık tefecikim, yazık değil mi bana?
Zararım yoktur kimseye, sevgi doluyum;
Tuhaf görünüyorum diye mi bu yadırgama?
Silah mı o bana doğru tuttuğun?
Farklıyız diye kıyacak mısın canıma?

Sakin ol insanoğlu, biraz otursana,
Yaslansana, şöyle serin gölgeli ağacın altına;
Kuş cıvıltılarını dinle ya da bir şarkı söyleyeyim sana,
Sakinleş hadi, ormanın kokusunu içine çeksene.
Ağaçlar, yapraklar, hayvanlar hepsi canlı anlasana;
Konuşuyorlar kendi dillerinde, dinlesene.

Duyuyor musun müziği, doğanın mırıltılarını?
Sessizliğin bile melodisi vardır burada
Ve huzur, kuş tüyü yatakları aratmaz.
Bırak artık silahı, korkma dostuz hepimiz.
istersen hafifçe uzan, rahatla iyice
Kapat, ağırlaşan gözkapaklarını güzelce.

Hadi, sevimli bir tebessümle yüzünde,
Ilık bir göle girer gibi, dal uykuya yavaşça;
Kulağında perilerin ninnileri ve müzik,
Aşık cırcır böcekleri, olgun kelebekler,
Ve kuşların kanatlarında çiğ taneleri,
Tatlı düşler görsene insanoğlu,
Doğa ananın huzurlu kucağında.



.

48
Kurgu İskelesi / Ynt: Ruh Alevi
« : 24 Haziran 2009, 12:31:38 »
Bu öykünün bir devamı olmayacak maalesef. Teşekkürler arkadaşlar okuduğunuz ve yorum yaptığınız için. ;D Üslubumu beğendiyseniz birkaç denememi daha paylaşabilirim.

49
Kurgu İskelesi / Ruh Alevi
« : 23 Haziran 2009, 15:14:00 »


.

Ruh  Alevi


Sevgili oğlum Gustav

Altı ayda bir göndermeyi adet edindiğin mektubunu aldım. Her zamanki gibi işlerin iyi, adı sayılır bir tüccarsın ama çok meşgulsün, işten başını kaldırmaya vaktin yok. O kadar meşgulsun ki babanın bir ayağı çukurda olduğu halde ziyaretine gelemiyorsun. Annen öleli beri ne kadar yalnız olduğumun farkında değilsin herhalde.

Hayırsız evladım, torunum Lisa kaç yaşında oldu, 18 mi? Torunumu görmek istiyorum. Kendin gelmiyorsun, bari onu buraya gönder. Birkaç hafta yaz tatili yapsın, fena mı olur? Yeminle söylüyorum, hepinizi mirasımdan men ederim. Ona göre!

Hasretle kucaklıyorum. Mıymıntı gelinime de selamlar.

Baban.


Gustav Van Hodelberg düşünceli bir ifade ile mektubu katladı. Ancak sevgili kızı Lisa’nın kapıdan girmesiyle, derhal tüccarlık mesleğinde yılların tecrübesiyle edindiği, sahte sırıtışı takındı.

“Dedem neler yazmış baba?”

“Seni özlemiş, ‘benim küçük prensesim neden gelmiyor’ demiş.”

Genç kızın yüzünde beliren kocaman bir gülümseme, inci gibi dişlerini ortaya çıkardı. Gerçekten de uzun ipek saçları, kocaman ceylan gözleri, inceliği, tavırları ve zerafetiyle masallarda anlatılan prenseslerden aşağı kalır yanı yoktu.

“Sahiden babacığım neden hiç gitmiyoruz, dedemi ziyarete? Biliyor musun ben hiç hatırlamıyorum onu.”

“Yavrucuğum ben ayrılamam işlerin başından... Ama sen istersen gidebilirsin.”

***

“Kızımızı oralara göndermekle doğru mu yapıyoruz? Gustav dinliyor musun beni?”

“Ne var, geçen sene de teyzesinin yazlığında kalmıştı. O zaman itiraz etmemiştin?”

“Ama babanı biliyorsun...”

“Ne olmuş babama?”

“Yani, orası uçsuz bucaksız arazinin ortası, dağın başı adeta.”

“’Babama ne olmuş?’ dedim Sophia, cevap versene! Nesi varmış babamın?”

“Korkutuyor beni, tamam mı!? Onda bir şeyler var, gözü değiyor, nazar ediyor sanki. Hatırlamıyor musun son ziyaretimizde köprüden nasıl düştüğümü, neredeyse boğulacaktım nehirde.”

“Bu mu yani? Kendi sa-karlığın yüzünden babam mı suçlu oldu. Van Hodelberg sülalesi hakkında konuşurken dikkat et Sophia!"

***

“Lisa’cığım sevgili kızım, dedenin yardımcıları seni karşılayacaklar, tamam mı yavrum?”

“Tamam baba, merak etme çocuk değilim artık, yolumu bulabilirim herhalde.”

“Tabii yavrum, tabii. Ancak dedenin toprakları çok büyüktür, insan kılavuz olmadan kaybolabilir bile.”

“Çok mu büyük, şatoda mı yaşıyor dedem?”

“Hah hah, evet canım gidince göreceksin, bir şato ki kocaman. Bir prensesi eksik, o da sen olacaksın işte!”

“Aman babaaa!”

“Güzel prensesim benim, şimdi ciddi bir şey isteyeceğim senden.”

“Nedir?”

“Dedenin şatosuna yakın, bir orman var,  Mavipus Ormanı. Oraya yaklaşmanı istemiyorum, özellikle geceleri! Aslında, ne gece ne de gündüz gitmeyeceksin oraya, tamam mı?”

“Ya baba, niye gideyim ormana, hem de gece vakti?”

“Söz vermeni istiyorum. Söz ver ormana gitmeyeceğine.”

“Baba beni korkutmaya mı çalışıyorsun? Ne var ki o ormanda, hayaletler filan mı?”

“Kurtlar var, ayılar var. Tehlikeli orası. Söz ver de, aklım kalmasın sende.”

“Tamam söz, gitmeyeceğim ormana.”

***

“Hoşgeldiniz küçükhanım,” dedi orta yaşlı, ciddi görünümlü bayan. “Adım Nadia Blumbauer,  bana Bayan Blum diyebilirsiniz. Büyükbabanızın baş yardımcısıyım. Bu da yeğenim Alfonso.”

“Merhaba, hoşgeldiniz (üff ne güzel kız yaa!)” dedi boylu poslu, güneş yanığı tenli delikanlı.

“Hoş bulduk! (Bakışları... Hoş çocuk...)” dedi Lisa.

“Alfonso! Şapşal şapşal bakacağına alsana küçükhanımın bavullarını!”

Alfonso derhal fırladı ve güçlü kollarıyla kavradığı büyük çantaları, dört atın çektiği gösterişli arabaya yükledi. (Ne kadar da güçlü) Bayan Blum ve Lisa, üstü kapalı lüks at arabasının yolcu bölümüne, Alfonso da öndeki sürücünün yanına geçti. Van Hodelberg şatosuna yolculukları yarım saatten fazla sürdü.

***

“Bak sen, sevgili torunum dedesini ziyarete gelmiş! Lisa’cığım gel sana bir sarılayım, hoşgeldin!” dedi kızıl kıvırcık saçlı, uzun sakallı, iri yarı –hatta devasa- adam, borazan sesiyle. Hiç de bir ayağı çukurda bir hali yoktu. Aksine, şimşek bakışlı mavi gözleri, tehditkar sivri burnu, dinamik hareketleri ona kanlı canlı bir hava veriyordu. Saçlarının sadece yanlarında hafif kırçıllar vardı. Torununa sarıldığında, genç kızın narin bedeni Olaf Van Hodelberg’in cüssesi yanında ufacık kaldı.

“Hoşbul-duk! (Bu mu dedem? Ne kadar da genç!) diyebildi genç kız. Kucaklamanın etkisiyle bir an nefesi kesilmişti.

“Hah hah hah, kutlayalım bunu, festival ilan edelim bu günü! Bayan Blum torunumun şımartılmasını istiyorum!”

“Emredersiniz efendim.”

“Yolculuğun iyi geçti mi yavrum? Ya o hayırsız baban nasıl? Ya o... Neyse boşver onları, konuşuruz nasıl olsa. Yorgun olmalısın, sana odanı göstersinler...”

***

“Dede siz çok genç gözüküyorsunuz hatta belki sakalınız olmasa, neredeyse babamla kardeş olduğunuz zannedilebilir.”

“Hah hah, bunu iltifat olarak kabul edeceğim. İşte Lisa’cığım buraların havasından, suyundan mıdır, insan dinç kalır. Bakma sen, bazen babana hastayım filan diye yazıyorum, zahmet edip ziyaretime gelsin diye ama turp gibiyim aslında. Aramızda kalsın haa! Heh heh.”

“Buralar göz alabildiğine sizinmiş, doğru mu dede?”

“Göz alabildiğinden de ötesi! Otuz kilometreden yakın yerleşim bölgesi yoktur. Oradaki köylüler bile –çalışanlarımın hatırına- benim topraklarımda oturuyor. Dolaştırırım seni, güzeldir buralar, cennet gibidir. Ama yine de yanında kimse olmadan fazla uzaklaşma. Ben olmasam da Alfonso götürsün seni.”

“Merak etmeyin. (Alfonso...) Şu tarafta bir sürü ağaç gözüküyor, orman mı orası?”

“Ha, evet... Mavipus Ormanı, benim ormanım. Ama sen oralara yaklaşma, olur mu kızım?”

“Neden dedeciğim, tehlikeli midir?”

“Hayır canım... Yolu yoktur da o yüzden. Çalılar, dikenler üstüne başına sarılır, o güzel elbiselerin yırtılır, kirlenir. O arsız çalıların, benim prensesler kadar güzel torunumu üzmesine dayanamam.”

“Aman dedeee.”

***

“Merhaba küçükhanım. (şu güzelliğe bak Tanrım, uff!)” dedi Alfonso. Kolunda hasırdan örülmüş bir sepet taşıyordu. Su matarasını boynuna asmış, gömleğinin kollarını, şişkin pazularını gösterecek kadar kıvırmıştı.

“Merhaba. (Ayy nasıl bakıyor... Ki-kir)” dedi Lisa. O mu genç adamın yoluna çıkmıştı yoksa çocuk mu onu takip etmişti, emin olamadı. Yoksa cırcır böceklerinin sözde ahenkli müzikleri ve hafif bir rüzgarın etkisiyle sallanıp birbirine sürten buğday başaklarının hışırtısından başka bir şeyin duyulmadığı bu ıssızlıkta karşılaşıvermeleri tamamen tesadüf müydü? Ensesine değen hafif esintiden olsa gerek, ürperdiğini hissetti.

“Yalnız başınıza bu kadar uzaklaşmamalısınız! (off göğüslere bak! Hayır bakma! Sakın!)” dedi Alfonso, kafasını uzakta ufacık görünen şatoya çevirerek.

“(Ayy göğüslerime bakıyor) Çok güzel buralar, hava da güzel... Sen ne yapıyorsun burada? (Nasıl görünüyorum?)”

“Halam... Yani Bayan Blum, böğürtlenli pasta yapacak. Meşhurdur onun pastası! O yüzden akşama kadar bir sürü böğürtlen toplamam lazım.”

“Aaa ne enteresan, ben de toplayabilir miyim? (Eyvah neden böyle söyledim sanki?)”

“(Enteresan mı?) Eee... Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum.”

“Neden? (Ne güzel konuşuyor)”

“Böğürtlenler leke yapar, dikenlidir elbisenize takılır, yırtar...”

“Yoksa Mavipus Ormanı’ndan mı toplayacaksın?”

Alfonso birden suçüstü yakalanmış gibi kızardı, kızın gözlerine bakamadan konuştu. “Mavipus Ormanı’na gitmek yasaktır! (neden böyle sordu ki, yoksa biliyor mu?)” dedi.

“Bu patika ormana gitmiyor mu?” diye üsteledi Lisa.

“Bakın... Gitmem lazım... Hoşçakalın.”

“Dur! Lütfen ben de geleyim. (kızdı galiba) Söz, kimseye söylemem nereden topladığını.”

Alfonso kararsızdı. “Peki ama (ne istiyor, yoksa sevişmek mi?) yemin et, kimseye söylemeyeceksin! (Ooğlum Olaf’ın torunu o, keserler adamı, işkenceden geçirirler!)”

“Tamam, yemin ediyorum aramızda kalacak. (Sapık filan olabilir mi? Yok canım, zaten dedem demişti: Alfonso götürsün seni diye)”

“Soran olursa nehir kenarından topladık böörtlenleri. (Başım belaya girmese bari...)”

***

Mavipus Ormanı hiç de Lisa’nın hayalinde canlandırdığı gibi karanlık, korkunç, soğuk bir yer değildi. Ne pus vardı, ne sis. Gölgelerin gücü de, yaprakların arasından yol bulup ormanın tabanına yayılan bolca güneş ışığı karşısında mağlup oluyordu. Kuş cıvıltıları vardı, ağaç gövdelerinde hoplayıp zıplayan sincaplar, güveler, bok böcekleri ve hatta kelebekler. Sıradan bir ormandı işte.

“Buranın lanetli olduğunu söylerler, ruhlar, canavarlar varmış. Özellikle de geceleri ortaya çıkıp ormana girme aptallığını gösteren kurbanlarını katlederlermiş. Ama siz bunlara inanmayın. Cahil köylülerin uydurma efsaneleri işte. (Ne güzel gülümsüyor)”

“Sen inanmıyorsun anlaşılan hortlaklara, canavarlara. (konuş, konuş...)”

“Ben defalarca geldim gittim buraya, öyle saçma batıl inançlarım yoktur. Ama deden-niz ormana girmeyi kesinlikle yasakladı, hatta girenlerin cezalandırılacağını belirtti. O yüzden kimseye söylemiyorum, gizli tutuyorum. (Bu koku... Parfüm mü?  Yoksa...)

“Dedem neden bu kadar kızıyor, ormana girilmesine? (Sırrını benimle paylaştı...)”

“Güya laneti uyandırmamak lazımmış. Ama kendisi... Neyse boşver ama lütfen sırrımızı sakla, eğer kulağına giderse beni öldürür.”

“Yaa lütfen devam et. Ne yapıyormuş dedem?”

“Geceleri gizlice ormana gidiyor!”

“Geceleri mi? (Ha?)”

“Evet, hem de yanına ışık bile almadan dalıyor karanlık ormana (Hay geveze çenem...)”

İşte tam o anda, Lisa hayaletlerin fısıltılarını duydu. “Geliyorlar... Işıkla gelen bu... Yanında dişi bir varlık...” Genç kız birden heyecanlandı, kalbi küt küt atarak ne olduğunu anlamaya çalıştı. Alfonso’ya baktı ama genç adam hiçbir şey farketmemiş gibi konuşmasına devam ediyordu.

“İşte böğürtlen cenneti burası. Şu bolluğa bak.” dedi. Ormanın içindeki küçük bir açıklığa varmışlardı. Ortadan akan minik bir derenin etrafı, adam boyunda böğürtlen çalılarıyla doluydu.

Ancak Lisa’nın heyecanı yatışmadı. Rüzgar dalların arasından eserken, hayalgücünü teşvik eden sesler çıkarıyordu. Evet öyle olmalıydı, rüzgarın sesi... Ama tekrar duydu, anlamlı kelimeler... “Korkmayın... Gündüzle gelen bu...  Ama yanında biri var... İlk defa...

“Duymuyor musun!?” dedi Alfonso’ya, artık ağlamaklı derecede korkmuştu.

“Neyi duymuyor muyum?” dedi Alfonso. Kızın yüzündeki ifadeyi görünce endişelendi.

“Konuşuyorlar, fısıldaşıyorlar, duymuyor musun? Seni tanıyorlar, gündüzle gelen diyorlar sana! Bak bu bir şaka mı? Öyleyse hiç komik değil! Korkuyorum!”

Şimdi paniğe kapılma sırası Alfonso’ya gelmişti. Hatta Alfonso Lisa’dan da fazla korktu ve ağlamak istedi. Geçen yaz köyde Wulfgar amcasıyla kafayı çektikleri zaman, “yeğenim, güzel kızlardan uzak dur!” demişti amcası. “Muhakkak bir arızaları çıkar, hele de kocaman gözlerini durmadan kırpıştırıyorsa, kesin kafadan kontaktır.” Alfonso şu anda Wulfgar amcasının ne kadar da bilge bir adam olduğunu anlıyordu.

“Sakin ol lütfen. Yok ses filan, rüzgarın sesidir...”

Dişi bizi duyabiliyor!.. Hissediyor... Nasıl olur?.. İmkan var mı buna?.. Oluyor işte... Telepati... Sanmıyorum... Medyum mu acaba?.. Duyuyor...

Lisa ellerini kulaklarına kapatıp çaresizlik içinde yere çöktü. Alfonso’nun korkudan ödü patlamış haline aldırmadan, anlamsız, uzun bir çığlık attı. Gözlerini kapattığında sesler daha da yükseldi. Cinsiyeti belli olmayan bu seslerin hepsi aynı tondaydı, kalabalıktılar ama sanki hepsi de aynı kişiydi. Neden sonra, Lisa farketti ki kulaklarını kapatarak sesleri engelleyemiyordu. Çünkü sesler kafasının içindeydi.

Korkuyor... Susun, korkutuyorsunuz... Kapayın çenenizi!

Birden sesler kesildi. Lisa ürkek bir tavırla sağa sola bakındı, yanaklarından aşağı süzülen gözyaşlarını sildi, burnunu çekti. Alfonso ise ne yapacağını bilemeden taş kesilmiş bir halde Lisa’yı izliyordu. Bu kriz anında bile, ağlamaklı kızın ne kadar güzel olduğunu düşündü ve  normale dönmesi için dua etti.

“Lisa, iyi misin?” dedi Alfonso, kızın durgunlaşmasından cesaret alarak.

“Alfonso, ben deliriyor muyum?” dedi genç kız, yorgun bir şekilde.

“Yok canım, (kesinlikle deli!) şu derede yüzünü yıka istersen, açılırsın.” Matarasından biraz su içirip eli ayağı titreyen kızı dere kenarına götürdü. Derenin serin sularıyla yüzünü yıkamak iyi gelmişti. Lisa’nın biraz toparlandığına ikna olan Alfonso, ötedeki çalıların arasına girip hızlı hızlı böğürtlen toplamaya başladı. Öyle acele ediyordu ki eline, koluna sık sık dikenler batıyordu. Nerden çatmıştı belaya? Bir an önce işini bitirip çıkmalıydı ormandan. Olaf’ın torunu... Olaf buraların tek hakimi, adeta kralıydı ve kızdığı zaman da korkulması gereken acımasız bir adamdı. Bu manyak kız saçma sapan bir şey yumurtlarsa, ayvayı yediğinin resmiydi, gençliğinin hayrını göremeyecekti. Ah Wulfgar amca sen ne büyük adammışsın meğerse...

Lisa, korkma sakın! Sakin ol, korkacak bir şey yok.

“Ne-e olu-yor?” diye kekeledi Lisa. Alfonso öteden kıza bakıp zoraki gülümsedi.

Bak Lisa, sana bir zararımız olmaz, korkma bizden.

“(Deliriyorum)” diye düşündü genç kız. Gaipden sesler duymak kesinlikle delilikti “(Demek ki böyle oluyormuş.)”

Delirdiğin filan yok” dedi hayali ses. “Sadece zihinsel iletişime alışık olmadığın için bocaladın.

Aklımın içinde!

Lisa ben senin düşüncelerini duyabiliyorum, sen de benimkini. Ama diğeri, Alfonso dediğin bizi duyamıyor ve senin durumunu anlamıyor.

“Düşünce duymak? Kimsin?”

“Benim adım Zal. Halkım adına seninle ben konuşacağım.”

“Alfonso neden duyamıyor sizi?”

“Bilmiyorum, senin dişi olmanla ilgisi olabilir. Bizim soyumuzdan gelsen zaten bu soruyu sormazdın.”

“Neredesiniz peki? Neden sizi göremiyorum?”

“Biz de seni göremiyoruz Lisa, yalnızca hissediyoruz. Ne yönde olduğunu değil ama yakında olduğunu biliyoruz. Işığı ve karanlığı da hissedebiliyoruz. Alfonso’nun gündüz geldiğini biliyoruz. Ama Lisa, biz orada değiliz, başka bir yerdeyiz. Belki başka bir dünyada yada zamandayız, büyük ihtimalle başka bir boyutta, başka bir düzlemdeyiz. Bizi görsen bile, göreceğin  asıl  varlığımızın,  senin yaşadığın düzlemdeki izdüşümü olacaktır. ”

“Seni anlamıyorum. Madem yakınımdasın neden seni göremiyorum? Neye benziyorsun, ağaçmısın yoksa?”

“Lisa,  büyük  ihtimalle bizi ışıklı bir varlık olarak göreceksin ama günışığı altında göremiyorsun. Gece bizi görebileceksin Lisa, karanlıkta.”

“Beni kandırmaya mı çalışıyorsun? Gece gelmem buraya!”

“Lisa, gece gelen biri var ve her geldiğinde halkımdan birinin yaşam ışığı sönüyor. Ne yapıyor bilmiyorum ama bizi kolayca buluyor ve yok ediyor. Bu uzun süreden beri devam ediyor Lisa. Halkımın yarısı yok edildi. Bizi duyan ilk sensin, sana yalvarıyorum bize yardım et!”

“Ne, ne, ben ne yapabilirim ki?”

“Bizi saklayabilirsin Lisa. Karanlıkta gelip bizi saklarsan, gece-gelen belki bizi bir daha bulamaz.”

“Başım ağrıyor.”

“Lisa halkımın tek ümidi sensin, yardım et bize!”



***

“Şimdi biraz daha iyisin değil mi?” dedi Alfonso. Ormandan henüz çıkmışlardı.

“Deli olduğumu düşünüyorsun ama değilim!”

“Yok canım ne delisi, bana da olur bazen, orman da uğursuz sesler hep duyulur.”

“Alfonso, bu gece buraya tekrar geleceğim ve sen de bana yardım edeceksin!”

“Ha? (Hass...)”

***

Şatonun bütün ışıkları söndüğünde, yarım saat daha bekleyip gizlice çıktı Lisa. Heyecanlıydı, Alfonso’nun kararlaştırdıkları yerde beklemesi yüreğine su serpti. Ancak genç adam bu çılgın fikirden hiç hoşnut değildi. Yine de Lisa’nın suyuna gitmeye karar vermişti. Hızlı hızlı yürüdüler ormana.

Böğürtlen bahçesine adım attıklarında, gökteki yıldızlar gibi parıldayan bir sürü ışıkla karşılaştılar. Hepside mavi-beyaz titrek bir alev gibi hafifçe dans ediyor ama etrafı yakmıyorlardı. Alfonso şok olmuştu, yol boyunca Lisa’nın anlattığı saçmalıklar doğruymuş meğerse.

Lisa geldi!.. Lisaa... Lisaa...” diye hep bir ağızdan, sevinçle seslendi hayaletler. Ancak Lisa bu defa korkmadı. Heyecanlıydı ama artık gündüz anlatılanlara inanmaya başlamıştı. “Demek geldin!” dedi Zal, diğer sesler susmuştu.

“Bunlar el yakmıyor!” diye öteden seslendi Alfonso. Alevlerden birini avucuna almıştı.

Lisa da en yakındaki aleve doğru eğildiğinde, merkezde nohut kadar bir kor olduğunu gördü. Ürkek şekilde elini yaklaştırıp, gerçektende soğuk olan bu alevi avucuna aldı. “Nasıl saklayabilirim sizi?  Işık, karanlıkta saklanabilir mi?”                     


     

Bizi saklamalısın Lisa.”

“Sizi gömsek olurmu? Toprağın altında güvende olur musunuz? Ama ışığı da hissedemezsiniz bir daha.”

“Gerekiyorsa... Bizi göm Lisa. Kendi dünyamızdaki güneş bize yeter.


Lisa yanına gelen Alfonso’ya “onları gömeceğiz!” dedi. Biraz ötede, ağaçların altında gizli bir yer buldular ve Alfonso kazmaya başladı. Lisa ise alevleri bohça gibi kullandığı entarisine doldurmaya başladı. Kucağında sihirli ışıklar taşımak çok hoşuna gitmişti. Bunlardan yüzlerce olmalıydı ama çok hafiftiler. İki gençte bir halkın hayatını kurtarmanın verdiği şevkle çalışıyordu.

Geliyor!.. Geliyor!.. Gece-gelen... Lisaa... Lisaa...” Sesler hep bir ağızdan, korku ve dehşet doluydu. Lisa’nın korkudan ödü patladı. “Susun!.. Lisa, hemen saklanın. O geliyor!
Lisa, Alfonso’yu da alarak çukurun içine atladı. Heyecandan kalpleri güp güp atarak beklediler. Sonra o geldi. Karanlık, devasa bir yaratık, hırıltılı nefeslerle, iki ayağı üstünde yürüyerek geldi. Bir an, karanlıklardan çıkmadan evvel, sanki birilerinin varlığını hissetmiş gibi havayı kokladı. Durdu, evet, bir şeylerden şüphelenmişti. Lisa gerginliğin had safhasında Alfonso’nun elini tuttu. Alfonso bir an korkusunu erteleyerek kıza biraz daha sokuldu ve saçlarının kokusunu içine çekti. Derken canavar ruh alevlerinin aydınlattığı böğürtlen bahçesine girdi ve sureti açık seçik görüldü.

Dedem!” “Olaf!” “Deden mi?” “Beni mi aramaya gelmiş?” “Bu o Lisa, yaşam söndüren, hep gelir.” “Nasıl?

Olaf Van Hodelberg eğilerek yerden bir alev aldı ve yuttu. Sonra da çekip gitti. Hayalet sesler hep bir ağızdan “Hardel... Hardel...” diye ağladılar. Olaf, Hardel’i yutmuştu.

Bizi kurtar Lisa, Hardel son kurban olsun.” dedi Zal.

“Dedem... Onu yedi...”

Şimdi anlaşıldı ki atalarından biri, kendine ölümsüzlük aşılamak için bizim yaşam enerjimizi sömürüyormuş. Böylece senin de kanına bir şekilde bizim soyumuzdan emareler karıştı.

“Haydi Alfonso” diyerek davrandı Lisa. Daha gömülecek bir sürü ruh alevi vardı.

SON



50
Çizgi / Macera Arayanı Bulur ... (çizgi-öykü)
« : 22 Haziran 2009, 16:33:10 »
.

Benim fikir olarak naçizane katkıda bulunduğum, Ege “Egek” Kırlıoğlu’nun yeteneği, emeği ve sabırlı çalışmasıyla hayat verdiği çizgi hikâyeyi paylaşmak istiyorum.

.

1
Spoiler: Göster

2
Spoiler: Göster

3
Spoiler: Göster

4
Spoiler: Göster

5
Spoiler: Göster

6
Spoiler: Göster

7
Spoiler: Göster

8
Spoiler: Göster

9
Spoiler: Göster

10
Spoiler: Göster



51
Kitaplar / Ynt: Yüzük Kardeşliği
« : 06 Haziran 2009, 22:35:18 »
Evet Çevirinin önemini de vurgulamakta fayda var.
Metis Yayıncılık
Çevirenler: Çiğdem Erkal İpek, Bülent Somay'ı başarılarından dolayı tebrik ediyorum.  :clap

.

52
Kitaplar / Ynt: Yüzük Kardeşliği
« : 05 Haziran 2009, 14:00:52 »
silmarillion-güç yüzüklerine dair-hurin'in çocukları-hobbit-yüzüklerin efendisi gibi bir sıralama izleseydin çok daha güzel olurdu.
Hobbit'i okumuştum zaten öncesinde. (2.defa) O da hayatımda okuduğum en "keyifli" kitaptı diyebilirim.

.

53
Kitaplar / Ynt: Yüzük Kardeşliği
« : 01 Haziran 2009, 19:32:42 »
Üçüncü defa başladım seriye, ilk kitabı yeni bitirdim. Ancak şimdi tam anlamıyla farkına varıyorum üstadın anlatımındaki muhteşemliğin!

Sayfa: 1 2 3 [4]