Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Skald Harald

Sayfa: [1]
1

 Kuzeyden, Ana Kıta'nın karlı diyarından selamlar olsun.
 Giriş bölümünü okurken, bir yandan da Bathory-Prelude dinlemeniz aşırı derecelerde, şiddetle tavsiye edilir:
 https://www.youtube.com/watch?v=yjlvHApFXgs

Spoiler: Göster
KUZEY IŞIKLARI


GİRİŞ

 "Gökteki Ulu Tanrı'nın, annemiz olan Eke'nin, babamız olan Kar'ın, üflenip, koruyan tüm fırtına ruhlarının, Kuzeyin koruyucusu Yakûne (Kuzey Işıkları), Altähti (Kuzey Yıldızı), Polharnosst (Kuzey Rüzgârı) üzerine andolsun.
 Yemin olsun ki tüm yaratılmışların üzerine ben Karoğlu Zel-Kar-Ná, Yus-Kar-Nûn ve Al-Kar-Már'ın tüm yaşamı gerçektir.
 Ve şimdi sen! Ey Karoğlu! Bunları okurken ders al. Ders al ki, karanlık geleceğe ışık ol, kurak toprağa yağmur, boz diyarlara beyaz kar ol.

 Çünkü bu senin atalarının hikayesidir."


Karoğlu Zel-Kar-Ná.


 

                                              

İLK KAR DÜŞTÜĞÜNDE,

İLK İNSANLAR YOLA ÇIKTIĞINDA,

POLHARNOSST ESİP, GÜRLEDİĞİNDE,

ALTÄHTİ PARLADIĞINDA MAVİ IŞILTISIYLA,

VE YAKÛNE DANSINA BAŞLADIĞINDA.

TÜM ÖYKÜ BAŞLAMIŞ OLDU.




***



"Yo, hayır. Onlar da yaratılmışlardandı. Yo, hayır. O iki kardeş de bir ırkın başıydı. Şimdiyse yozluğun, kinin ve nefretin içinde dağların dibinde kıvranmaktadırlar.

 Yárt ve Magárt, yenilgiden yenilgiye uğratıldı. Onlar ki insanları hafife aldılar, kibirlerine yenik düştüler. Kar Yabgu'nun Kuzeye göçen üç oğlunun ilk imtihan edilişi o ikisi tarafından oldu.

 Zel-Kar-Ná, Yus-Kar-Nûn ve Al-Kar-Már idi adları. Zelná'nın liderliği ile karlı dağları aştılar, kar ve soğuğun hüküm sürdüğü kış topraklarına sevdalandılar, ışığın bile varamadığı kadar uzağa ulaştılar. Buz, kristal oldu; dağ bağrına Karoğullarının gelmiş geçmiş en ihtişamlı yurdunu kurdular ve adını da 'Agarkan' koydular.
 Bu ihtişamı ve güzelliği fark eden Yárt ve Magárt, üç evladın karşısına çıktılar:

 'Ey sonradan yaratılanlar! Sizler kimsiniz? Nedir bu cisimlenme? Bizler Yárt ve Magárt'ız, bizler bu dünyanın hâkimi olmak üzere gönderildik!'

 Zelná, Yusnûn ve Almár babaları olan Kar'ın ve anaları olan Eke'nin öğütlerini dinleyip onları selamladı:

 'Selam olsun bizden eskilere! Bizler Karoğulları'yız. Biz üç kardeş bu dünyada sığınacak bir yer bulmaya geldik. Biz bir soy başlatmak isteriz, duygularımız ve bilgilerimizi kullanmak, uygarlıklar kurmaktır amacımız.'

 Bunu duyan ikiz kardeşler, tepeden baktıkları insanları hafife alıp onları aşağıladı:

 'Belimize bile gelmeyen sizler mi medeniyet kuracak olanlardansınız? Bu hiç şüphesiz biz dünyanın hâkimlerine başkaldırıdır! Siz Karoğullarına bir asır müddet verelim, bakalım bizim kudretimize erişebilecek misiniz?'

 Bunu duyan üç kardeş onlara sırt çevirip kaybolan varlıkların kibrine kapılacak oldu, onlar da hükmedip, hâkim olmak istediler dünyalarına. Ancak babalarının, İlk İnsan'ın, Kutlu Kar Yabgu'nun sözleri kulaklarında çınladı:

'Bu evrenin, yıldızların, Ay'ın, Güneş'in, üstüne bastığın toprağın bir ve tek hâkimi vardır. O birdir ancak her bir parça varlık ve cisimleşmiş maddenin içinde ve dışında, sana orada bir yerlerde olduğunu hatırlatır. Unutmayın ki canımın parçası oğullarım, sakın ola kibirlenip, isyan edenlerden olmayın. Siz Kuzeye göçen oğullarım: Zelná, Yusnûn ve Almár, adımı aldığım güzelliğin hüküm sürdüğü yerlere varacaksınız. Orada her bir adımınızda el ele olun, omuz omza durun. İşte kut böyle olan evlatlarıma verilecektir. Kız kardeşlerinizi kollayın ve onları ne pahasına olursa olsun koruyun.'

 Üç oğul kız kardeşlerini karşılarına alıp ağlaya ağlaya konuştular:

'Ah canlarımız!
Ah Ay parçalarımız!
Ah karındaşlarımız!
Ah canımız, vah kalbimiz!

Aşın denizleri, bakmayın geriye,
Açın yelkeni, sürün gemiyi.
Kesin dalgaları, varın toprağa,
Katlanmak gerek ayrılığa.

Uyuyamayız, oturamayız,
Düşleyemeyiz, susarız.
Kâh inleriz, kâh korkarız,
Sizler güvende olmadıkça.

Ah can kızlar!
Gidin ve özlemeyin!
Kardeşler sizi koruyacaklar.
Gidin ki bu acı bir gün bitsin.'


 Onlarla gelen üç kız kardeş ağlaşa ağlaşa kaderlerine boyun eğip ağabeylerine veda ettiler, uzun ve dayanıklı bir gemiye atlas yelken gerdiler. Uzak bir kıtanın bilinmeyen ve ümitsiz rotasını tuttular ve gözyaşları tuzlu denizde kaybolup gitti. Oğullar ayrılığın dipsiz acısını yüz yıllık müddette en derinden hissettiler. Kuzey yıldızlarının kız kardeşlerine yol göstermesini dilediler.
 İlk otuz senede Almár, Akdağ'ın diplerinden 'Buzdemir' çıkardı ve işledi, bükülmez ve kırılmaz madeni okşadı ve ona şefkatle yaklaştı. Onun sesiyle yumuşayan gece mavisi, ışıldayan Buzdemir üç zırh, üç kalkan ve üç kılıç oluverdi.
 İkinci otuz senede Yusnûn, dağların tepesinde uçan ak yeleli yılkıları gördü. Onlara gür sesiyle seslendi ve haykırdı. Onun kükreyişindeki gürlüğe boyun eğen atlar gökteki bulutlardan inip o ve kardeşlerine binek oldular.
 Son otuz senede Zelná sustu ve düşündü. Onları çevreleyen boş yurda ve sessiz, beyaz topraklara baktı. Düşünceli oğul varlığını, yokluğunu, kaderi, ayrılıkları, düşleri hatta Yaratıcı'yı sorguladı. Sonunda inanmak istedi. İnanmayı ve acısını sineye çekmeyi istedi. Yárt ve Magárt kardeşleri karşılamak istedi. Bunları ona tek ve biricik, güm güm atan kalbi söyledi.
 Son on yıla girdiklerinde üç oğul kendi bilgilerini paylaşıp kendilerine tepeden bakan ikizleri beklediler. Felsefe, bilgi ve mantık onlara yol gösterirken, bunların ötesindeki en yoğun his, 'sevgi' onları güçlü kılıyordu. Güvende olmaları için okyanusun ötesine yolladıkları kız kardeşlerini özlüyorlardı.

 Yárt ve Magárt tam vaktinde Agarkan'a geldiler ve boş yurdun önünde bekleyen üç yağız oğula seslendiler:

'Görüyoruz ki kılıçlar kuşanmış, zırhlar giymişsiniz! Ancak bunlar bizi durdurmaya yetmez! Hâkim biziz!'

'Bizler sağduyumuzu ve aklımızı kuşandık. Biz Karoğulları, sizlerden korkmuyoruz! Hâkim siz değilsiniz!'

'Ya? Ancak bizler de bunlara sahibiz. Yine de sizlerden üstünüz! Biz sizlerden hâlâ güçlüyüz!'

Bunları duyan üç yiğit kılıçlarını çektiler ve haykırdılar:

'Öyleyse, birimizden birimiz üstün gelmeli. Çünkü siz bu dünyayı bizlerle paylaşamadınız.'

 Öyle bir vuruş oldu ki, dağlar ağladı. Öyle ışınlar yayıldı ki, karı eritti. Öyle gürültüler çıktı ki buzlar kırıldı. Ancak ne ikizler ne de Karoğulları üstün gelebilmişti. Acıdan inleyen iki taraf da nefessizdi. Kardeşler el ele verip birlik oldular, omuz omza verip yere saplanan enli kılıçlarını ellerine tekrar alabildiler.
 İkizler de kalktılar ancak birbirlerinin suratına bile bakmadan. İşte o an Zelná anladı ki, onların arasında ne bir kardeşlik ne de sevgi vardı:

'Ey kardeşler!
Bu yol, yol değil!
Savaş bir yol değil!
Kardeşlik!'


Bunu duyan Yusnûn ve Almár gece olup tepede yükselen Ay'a baktılar. Sonra üçü bir olup ikizlere haykırdılar:

'Ey Yárt ve Magárt! Bilir misiniz kardeşlik nedir?'

'Bilmeyiz, ne ola ki?' dediler. Üç Karoğlu nida atıyorlardı artık:

'İşte onsuz dünyaya nasıl hâkim olacaksınız?
İşte bizim sahip olduğumuz, sizin bilmediğiniz.
İşte sizin felaketiniz, bizim üstünlüğümüz.
İşte budur sizin felaketiniz!
Çünkü sizler daha birbirinizin farkında değilsiniz!
O halde tüm dünyaya nasıl hâkim olacaksınız?'


 Bu sözleri anlamaya çalışırken akılları durdu. Sersefil olup, güçsüz düştüler. Uzun kulakları çürüdü, kara ışınlar saçan elleri büküldü, olmayan kalpleri evrenin bir yerinde iyicene kayboldu. Zafer kazanan Karoğulları o ikisini öldürmediler, belki bir gün birbirlerinin kardeş olduğunu hissederler diye onları Karadağ'ın dibine mahkûm ettiler.
 Ancak onlar anlamadılar, anlayamadılar ve ikiz olup da bu sevgiyi hissedemeyen Yárt ve Magárt karanlık hapislerinde çırpınarak ölümlerini beklemek zorunda kaldılar. Çünkü kibir, ihtiras, hâkimiyet hissi, bir zamanlar duyumsayabilen kardeşleri kör, sağır ve dilsiz bırakmıştı.

 Bu kalbin ve kardeşliğin bilincine varmış üç oğula Göktanrı kutunu esirgemedi. Bundan hayli etkilenen ve onlara âşık olan üç Ay Kızı: Ionnah, Eleyah ve Nénneyah Ulukayın'ın dallarından aşağı süzülüp onlarla birleştiler. İşte Karoğulları'nın soyu böylece devam etti. Böylece Kar ve Ay'ın oğulları ve kızları Kuzey topraklarında ilk kez hüküm sürmeye başladılar..."


Bölüm I: Sırasıyla dinlenebilecek müzikler:
The Tree We Sat Once (Faroe Island Theme) : https://www.youtube.com/watch?v=WwKsntbHhTU
Odens Ride Over Nordland (Bathory) : https://www.youtube.com/watch?v=eY-Gag31dtU
Spoiler: Göster



Bölüm I - "Tek Gözlü Yaşlı Adam"

 Dünyanın en kuzeyindeki kıtası. Soğuk mu soğuk, çoğunlukla karla bezenmiş. Uçsuz bucaksız çam ormanları, dağların eteklerini kaplarken, nehirler sulardı yeşil kırları. Kıyılara vuran dalgalar denizin ve okyanusun öyküsünü anlatırdı fiyortlara. Dağların ötesinden esen soğuk rüzgarlar bu kadim halka geçmişteki destanları anlatırdı. Tüm bu sese kulak veren o kadim ve görkemli halk bizdik.

 İşte benim yaşadığım diyarlar böyleydi. Bana Kıryağız derler, ama artık Kuzeyliler bana "Ayazruhlu" ya da "Kahraman Nart" diyorlar. Tabii ki bunu ben yazdıktan sonra okuyan her Kuzeyli, herbir Karoğlu ve Karkızı anlayacak bana neden böyle dendiğini.

 Uzun yaşadım, çok şey gördüm. Gördüğüm hiçbir şeyi unutmadım. Hatalar yaptım, insan canı aldım. Ama hiçbir zaman gerekmeyen bir şey yapmadım. Ben hep ne gerekiyorsa onu yaptım, amaçsızca dolaşmadım toprak ve denizin üstünde. Boşuna insan canı almadım. Boşuna kılıcımı kınından çekmedim. Doğruyu seçmeye çalıştım.

 Ve ben kalbimin sesi bana ne diyorsa, hep onu yaptım. Aklım mantıklı olanı tercih etse de, ben yine de kalbimi dinledim. Hiçbir zaman pişman olmadım.

 Dostlar edindim, savaşta yanımda olan; düşmanlar kazandım, her gün bana diş bileyen. Kadınlar sevdim, gönüllerini bana kaptıran.

 İnsanlar öldü, insanlar doğdu. Hayat hep böyle akıp gideceğini zannetti, ta ki ben uzun yolculuğuma çıkana kadar.

 Düşlerim, kâbuslarımın pençesinde ilerledim. Yazgımla mücadele ettim. Hayatımın yarısı kılıç sallayarak geçti, öbür yarısını da şimdi yaşıyorum.

 Ancak bana ne olursa olsun sırt çevirmeyen iki yoldaşım vardı: Atım ve kılıcım.

 Kılıcımın adı Kyllä Hengist'tir. Adı bizim dilimizde "Soğuknefes" demektir. Atım da güçlü aygırım Akanseri'dir. Her yolculuğumda benim yanımdaydılar, yalnız bırakmadılar.

 Şimdi kulak verin bana. Kulak verin de dinleyin. Dinleyin ki öğrenin. Öğrenin ki bilin. Bilin ki, ben Kıryağız'ın ruhu yükselip, atalarının arasına katıldığında içi rahat olsun.

***

Büyük Buz Çağı'ndan 120 yıl sonra..

 Kuzey dağlarının ötesinde, karın hiç dinmediği bir diyarda bir çocuk doğdu. Doğan çocuğa babası "Kıryağız" adını verdi, çünkü bu bebeğin teni kar gibi beyazdı, büyüyüp güçlü bir erkek olması istenmişti.

 Babamın adı Yafern'di, ona Kartal Yafern derlerdi, kartal gibi keskindi gözleri, iyi bir avcıydı. Annem Olne ise güzeller güzeli bir kadındı, sesi pek güzeldi, eski şarkıları söylerdi bize. babam onu pek severdi.

 Benim yaşadığım diyarlarda insanlar sertti ve dayanıklıydı, her kışı atlatmak gerekirdi. Efsanelerde atalarımızın dağların ardından çıkıp geldiği söylenir. Karadağ ve Akdağ'ın kardeşleri olan sıradağların ardındaki büyük şehirlerde yaşayan halkım, buzullar ve kar şehirlerini kaplayınca donmaktan zor kurtularak şimdi yaşadığımız topraklara yerleşmişler. Derler ki, Eski Atalar ve medeniyetleri büyük ve heybetliymiş. Şimdiyse biz Kuzeylilere onlardan kalan çok az şey var. Ne eskisi gibi görkemli şehirler ne de bizi koruyacak ordular. Artık tek amaç hayatta kalabilmek.

 On iki yaşıma kadar ailemleydim. Babam Kartal Yafern bana avlanmayı, hayatta kalmayı öğretti. Eğer o olmasaydı şimdi bu satırları yazıyor olmazdım, çoktan ölmüş olurdum. Annem Olne ise bizim avladıklarımızla yemekler yapar, kıyafetler dikerdi. Eğer geceleri uyuyamazsam bana Eski Atalar'ın destanlarını anlatırdı. Sesi ne kadar da güzeldi. Eğer o olmasaydı, konuşma sanatını, destanları ve şarkı söylemesini bilemezdim.

Ancak bir gün geldi.

Gelen gün kara gündü.


 Hayatım kökten değişti. Babam Yafern ile Kara Ilgaz Ormanı'nda geyik avlıyorduk. Gözü kartal gibi keskin olan babam Yafern, kıvrımlı, ata yadigarı yayına, yine ata yadigarı olan ince temrenli okunu taktı. Kulağına kadar çekip gerdi.

 Bir nefeslik sürede geyiği vurdu babam. Ardından avladığı geyiği gösterdi, ayağı zaten yaralıydı. Mavi gözleri, sarı saçları arasından beni süzüyordu.

"İşte Kıryağız. Her zaman güçsüzü avlayacaksın. Güçlüyü avlarsan avlayacak hayvan kalmaz. Doğanın düzenini gerekmedikçe bozma. Düzeni bozanın elbet sonu gelir. Ya Göktanrı ya da doğanın ruhları bozgunculuk çıkaranı elbet bulur. Bulur ve karşılığını verir. Göze göz, dişe diş. Kuzeyin kuralı budur."

 İşte babam o gün bana hayat dersini vermişti. Bu sözler aklımdan hiç çıkmadı.

 Çelimsiz geyiği sırtlayan babam, beni elimden tutarak eve götürmeye çıktı. Karanlık çam ormanından çıktığımızda, nehrin ikiye böldüğü kırları gördük. Evimiz de ormanı arkasına veren bir yamacın üstündeydi.
 Karla kaplı kırda ağır ağır evimize yürüdük. Etrafta pek insan yoktu. Sadece yılın belli günlerinde bir iki tane gezgin tüccar gelirdi, babamı tanırlardı. Zaten onlar derdi babama Kartal Yafern diye.
 Gök griydi, nehir donmuştu. Su geçirmez botlarım vardı ayağımda, üstümde de kalın bir kürk. Başımda da rakun kürkünden bir bere vardı, annem yapmıştı hepsini.

 Evimize yaklaştığımızda bir grup adam gördük. Bellerinde baltalar vardı, üstlerinde de paslı zırhlar. Hepsi de bir zamanlar, atalarımızın yaşadığı dağların ardındaki topraklarda giyilmiş zırhları giymişlerdi. Babam onları görünce birden hareketlenmişti.

"Oğlum! Kıryağız, şimdi şu hançeri al. Sakın peşimden gelme. Eğer bana bir şey olduğunu görürsen, arkana bile bakmadan kaç! Tamam mı?!"

"Tamam!"

 Babam Kartal Yafern bana sarıldı ve hançerini elime tutuşturdu. Beni alnımdan öptü usulca.

 İşte o gün anne ve babamı son görüşümdü.

 Evine koşan babama baktım. On iki yaşında bir oğlan olan ben, izledim onu ağlayarak. Bir yandan da elimdeki demir hançeri sıkıca tutuyordum.

 Koştu babam Kartal Yafern. Eline aldığı yayıyla evimizin etrafındaki iki adamı alnından vurdu. Bağırışlar geldi. Adamlar birken iki, üçken dört oldular.

Kılıcını sıyırdı kınından babam.
Atıldı üstüne düşmanın.
Biri devrildi yere kanlar içinde,
Öteki yığıldı kara hâlsizce.
Ve soysuz düşmanın,
Saplandı sonunda baltası,

Kartal Yafern'in ciğerine.


"BABA!"

Ve canımdan çok sevdiğim babam karnına kılıç saplıyken son kere dönüp bana baktı. Dudaklarını okudum:

"Git!"

 Ona doğru koşmak istedim. Ama babam evimizin önünde karlara yığıldı.

 İşte Kartal Yafern yıkılınca, babamı öldüreni gördüm. Kel başlı, suratı dövmeli bir adam. Bana bakıp gülen bu adama hıçkırarak baktım.

 Aniden o adam arkasındaki iki adama dönüp bağırdı.

 Şimdi bana doğru koşan iki pislik vardı.
 O zaman geriye döndüm.
 O zaman babamın son sözünü tuttum.


 Ne annem vardı artık,
 Ne de babam vardı dünyada.
 Kalakalmıştım, ıssızlığın ortasında.


 Ormana doğru koşarken tökezledim. Karla kaplı toprağa kapaklandım. İki eşkıya da beni yakalamak üzereydi.

 Ve o anda, tek gözlü, yaşlı bir adam gördüm. Ormanın içinden elini uzattı bana.

 "Gel!"

 Katiller beni yakalamak üzerelerdi, ölümü ensemde hissettim.

 "Yaklaş!"

 Ayağa zorla kalktım. Tam beni yakalamak üzerelerdi ki, yaşlı adamın elini tuttum.
 Elini tuttuğum gibi de, kendimi bir atın üzerinde buldum. Dörtnala ormanın içine giren yaşlı adamın atının üzerinden arkama baktım.

 Beni kovalayan iki adam da taş kesilmişti!

 İki taştan heykel öylece bana bakıyordu sanki yağan karın arasından.

 Ağladım sonsuza dek sürecekmişçesine.
 Gitmişti bildiğim her şey, sevdiğim her şey,
 Veda bile edemeden bir kere.

 Ve ben atın üzerinde ağlarken, kara çamları ardımızda bırakırken beni kurtaran tek gözlü yaşlı adam beni bağrına basıp konuştu:

"Yafern oğlu Kıryağız, korkma.
 Baban seni korumak için kendini feda etti.
 Annen seni korumak için öldü.
 Onlar gittilerse, bir amaç uğruna gittiler.
 Şimdi güçlü ol Karoğlu, çünkü senin yazgın, yeni yeni çiziliyor.
 Bu yaşlı adamın sözlerini aklından çıkarma."


 Tanımadığım, bilmediğim bu yaşlı adam, babamın adını bile biliyordu. İşte böyle bir bilinmezlik ve sonsuz hüzün içinde kara ormanın derinliklerine doğru götürüldüm.

 Ben, Yafern oğlu Kıryağız'ın öyküsü işte tam olarak böyle başladı, bir vahşetle. Ancak bu ilki değildi ve sonuncusu da olmayacaktı.


2
Kurgu İskelesi / Grænlendinga Saga
« : 10 Kasım 2015, 11:05:28 »

Spoiler: Göster
Tanıtım:
"Ósnjallr maðr
hyggsk munu ey lifa
ef hann við víg varask;
en elli gefr
honum engi frið,
þótt honum geirar gefi."

"Aptal adam
sonsuza dek yaşayacağını sanar
kaçarak savaştan;
Ancak yaşlılık vermediğinde huzuru,
Mızraklardır onu bağışlayacak olan."

(Hávamál - 16. öğüt)

M.S. 985. Dünyada Viking Çağı yaşanmakta. Genç Tyrker'in kaderinin, kölelikten savaşçılığa, oradan da babalığa nasıl dönüştüğüne tanıklık edin. Bir yandan keşfetme arzusu bir yandan da aşkına kavuşma isteği ile yanan Tyrker, tarihin nasıl yazıldığına tanıklık edecektir.

"Kara dalgaları aşıp, karların arasından fiyortlara, oradan da Midgard'ın sınırlarına varacağız. Var mısın Tyrker?"

"Varım."
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

                          

                          

 
-SAGA-

 Ben Türker. Benim içlerinde yaşadığım insanlar bana Tyrker veya Tyrkir derler. Siz bunu okuduğunuz anlarda ben ve yaşantım çoktan tamamlanmış, geriye kemiklerim kalmış olacak.

Efsaneler, Büyük Kağan Attila ve Hunların atalarımız olduğunu söyler. Avrupa'nın ortasında bir köyde doğdum. Çiftçi bir ailenin beşinci oğlu olan ben Türker, zayıf bir oğlandım. Hayatımın değişmesi bir baskın ile oldu.

Kuzey tanrılarının oğulları geldiler. Vikingler geldiler köyümüze. Yakmışlardı her yeri, bırakmamışlardı en ufak bir insan evladını canlı.

Elinde baltasıyla bir Viking savaşçısının yaklaştığını hatırlarım. Beline inen örgülü saçları, zincir zırhıyla yaklaşmıştı bana.

Ve o Viking beni bileğimden yakaladı ve kaptığı gibi götürdü uzaklara.

Baktım ki geriye, hiçbir şey kalmamış iki taştan başka.
Yanıyordu topraklar, can çekişiyordu insanlar.
Gidiyordum bir ben uzaklara, ağlaya ağlaya.



İşte dostlar, ben Türker'in hayatı böyle başladı, bir Viking'in beni kaçırmasıyla. Irgatlıktan başka yoktu bir bildiğim. Onun gibi pek çok Viking'in olduğu bir gemiye bindirdiler beni. Ejder biçimliydi pruvası, "Drakkar!" diye bağırıp kürekler çeke çeke aştılar denizleri, aylarca yollar katettiler.

Fırtınalar aşıldı, dalgalar yenildi.
Kürekler çekildi, yelkenler gerildi.
Kılıçlar bilendi, kalkanlar temizlendi.
Şarkılar söylendi, içkiler içildi.



Sonunda görüldü kuzey toprakları.

Görünce karayı, kara dalgalar arasından, bağırdılar sevindiler. Beni kapan savaşçı da beni bileğimden tutup indirdi iskeleye. Bir liman vardı önümde.

Bir liman ki, boy boy gemiler.
İnsanlar ki, uzun ve sarışın.
Evler var ki, oyma tahtadan.
Bir koku var ki,

Denizin tuzu ve çam reçinesi birbirine karışmış.


Beyazdı gök, yeşildi etraf.




O yerlerin arasından, insanla dolu bir pazara getirildim ben. Bileğimi tutan Viking savaşçısının eline bir kese altın verildi. O da beni karşımda duran şişman bir Viking'e verdi.

Bana baktı, evirdi çevirdi.
Kaba saba sözler söyledi.
Anlamayınca dövdü beni.
Atlarına saman taşıttırdı bana.




Bir köle olduğumu on iki yaşımda anlayabildim. Bana sürekli "Thrall!" diye bağırıyorlardı. Bu onların dilinde ilk öğrendiğim kelimeydi. Thrall bendim, köle demekti.

Aradan uzunca zaman geçti. On beş yaşıma geldiğimde artık yetişkindim. Beni diğer kölelerle çalıştırıyordu. Onların dilinden hâlâ çok az anlıyordum. Pazarda biri bizi satın alsın diye çıplak gezdiriliyorduk, sadece edep yerlerimiz örtülüydü.

Sonra bir kız getirdi başka bir Viking savaşçısı. Gözleri gökler kadar mavi, saçları alev gibi kırmızı.

Köle yaptılar onu da,

Mal taşıttırdılar,
Yemek pişirttiler.
Ve bir gün geceleyin,

Onun kızlığını almaya karar verdiler.




Nereden geldiğini bilmediğim ve tanımadığım, uzaktan görerek sevdiğim bu kızcağıza el kaldırdı sahibim. Şişman köle başı, gözümün önünde genç kızı ısırdı ve kıyafetlerini soydu. Açık kapıları arasından bir bendim buna şahit olan.

Bürüdü gözümü kan.
Aldım bir hançeri elime.
Daldım odaya ümitsizce.




Ben girdiğimde kızın ağlaştığını, adamın da zavallının üstünde azgın köpek gibi inip kalktığını gördüm. Zevkinden, iniltisinden beni fark edemeyen sahibimi arkadan bıçakladım, kanını elime bulaştırdım.

Genç kızı kurtardım ama bedeli ağır oldu.

Bunu duyan muhafızlar koştu geldi. Beni tutup meydana çıkardılar, bana bakar oldu herkes.

Ve karşımıza bir adam çıktı.
Thorvald'dı adı.
Bir Vikinglere bir de bana baktı.
Onu görünce çekildi muhafızlar iki yana.
Çenemi kaldırıp baktı bana.


Gözümün içine konuştu, benim dilimle:

"Adın ne senin?"

"Türker." dedim.

"Neden seni tutmuşlar böyle?"

"Ben sahibimi öldürdüm."

"Niye öldürdün?"

"Kölesi olan kızı tecavüze kalkıştı."

"Ya öyle mi?"

"Öyle efendim."

"Peki ben bir kıza tecavüz etsem, beni de öldürür müsün?"

"Evet." dedim kaybedecek bir şeyim kalmadığından emin olarak.

Sarı saçlı, iri yarı adam sırıttı ve son kez konuştu:

"Artık benimsin Tyrker."



Dostlar! Zanettim ki beni ölüm bekler. Meğer beni alan adam Thorvald Asvaldsson imiş, soylu bir Viking'miş. Oğlunun adı da Erik'miş, genç ve yağız bir Viking delikanlısı.

Uğruna öldürdüğüm kızı da yanına aldı soylu Thorvald, artık onların kölesiydi.

Thorvald benim dilimden konuşurdu. Beni pek severdi. Benim onurlu bir thrall olduğumu söyler dururdu.

Bir gün oğlu Erik'e gösterdi beni. O da kız gibi kızıl saçlıydı. Ama gördüğüm en güçlü adamdı.

Bilmezdim Erik kimdi.
Bilmezdim o kız kimdi.
Ama şimdi biliyorum,
O ikisi benim kaderimdi.




Ve o gün bizim dostluğumuzun başladığı gündü. Thorvald oğlu Erik, bana Vikingleri tanıttı, geleneklerini anlattı bana. Meğer benim sandığım gibi barbar ve tecavüzcü değillermiş. Ancak yağmacı olduklarını kabul etti. Benim iyi dostum oldu, bana köle gibi davranmadılar, aileden biri gibi gördüler.

Ama bir günün ardında,
Gecenin karanlığında,
O kızı gördüm.
Yıkanıyordu ay ışığının altında.
Dayanamadım alımına.




Gittim yanına. Gördü beni. Korkup havluya sarındı. İlk ben de ürktüm. Yaklaşmaktan korktum. Sonra birkaç adım attım. Anladım ki o da beni seviyor. Çünkü gözleri gülüyordu.

Korkakça öptüm,
Ürkekçe sarıldım,
Nazikçe dokundum,
Aşkla seviştim.




Adını bile bilmediğim kız koynuma girdi ve sarıldı. Ve bana dönüp konuştu:

"Yseult."

Anlamadım. Sonra parmağıyla kendini işaret etti. Diri göğüsleri vücuduma değiyordu:

"Yseult."

Adı buydu. Ben de kendimi işaret ettim:

"Türker."

"Tyr...Kir?"

Güldüm. Evet anlamında salladım başımı, bilmiyordum daha karşımdaki güzel kızın İskoçya'dan gelen bir Pikt prensesi olduğunu. Bilmiyordum daha kardeşim olan Erik'in bir gün bana oğlunu emanet edecek ünlü savaşçı Kızıl Erik olacağını.

Keşfedecektik.
Yelken açacaktık.
Savaşacaktık.
Bulacaktık.




Ben Türker. Hunlar'ın atası olduğu milletten, Macarlar'danım. Bu da benim ve korkusuz Vikingler'in sagasıdır.

İşte böyle başladı Grönland Sagası ya da Viking deyişiyle "Grænlendinga Saga", benim ölümüme kadar da sürecek.



 GRÆNLENDİNGA SAGA'NIN GİRİŞİ          
               BURADA BİTERKEN,

        TYRKER'İN MACERASI DA
             BURADA BAŞLIYOR.


Sayfa: [1]