Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Bay_Karamsar

Sayfa: 1 [2] 3
16
 

     Künye:

Adı: Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim
İngilizce Adı: The Absolutely True Diary of a Part-Time Indian
Yazar: Sherman Alexie
Çizer: Ellen Forney
Türü: Genç Yetişkin
Yayın Yılı: 2007
Türkiye Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 253
Türkçe Basımı: Editura Yayıncılık
Türkçe Çeviri: Bengü Ayfer

     Tanıtım:

     Arnold Spirit Jr. ya da herkesin bildiği takma adıyla Junior on dört yaşındadır. Bilge büyükannesi, hayallerini gerçekleştirememiş anne-babası ve kendini eve hapseden ablasıyla birlikte, Spokane Kızılderili Bölgesi’nde yaşamaktadır. Umutsuzluğun orada yaşayanlarca tecrübe edile edile kanıksandığı Spokane’da, Junior’ın geleceği de pek parlak gözükmemektedir. Yoksulluk ve umutsuzluk, yaşadığı çevrenin tabiatı olmuştur çünkü.

     Hem kendiside bu çevreye uyum sağlamada zorlanmaktadır. Bebekken beynindeki sıvı fazlalığı yüzünden kafasına darbe almak Junior için daha da tehlikelidir. Üstelik çelimsiz bir çocuktur. Ve Spokane gibi bir yerde, yoksul ve zayıf çocukların, diğer yoksul ama görece kuvvetli çocuklarca itilip kakılması olağandır. Onu diğer zorbalara karşı koruyansa işe bakın ki başka bir zorba olan Rowdy’dir.* Junior’u bir nebze de olsa sıkıntılarından çekip çıkaran şeyse, çizgi roman sevdalısı olarak iç dünyasını resmettiği karikatürlerdir.

     Eğer hayatının dizginlerini eline almazsa, Junior ‘ın hayatı da, ailesi ve Spokane’daki diğer Kızılderililerin ki gibi alışılagelen sürprizleri (!) yaşayarak geçecektir. Lakin sorunda buradadır; Junior, hayatını değiştirmesi gerektiğinin farkında değildir. Çünkü yakın çevresi gibi, Spokane’daki hayatını içselleştirip alınyazısı diye yaşamaktadır.

     Ama hayat bu ya? Delikanlıyı yılgınlık ve umutsuzluklar diyarından çekip çıkaracak kişi de farkında olmadan yine kendisi olacaktır.


     İnceleme

     Hayat sizi beklemediğiniz biçimde üzer; sizse, beklediğiniz biçimde üzmedi diye sevinip avunuverirsiniz... Kitabın bende yarattığı etki tam anlamıyla bu. Kendimi tutamayıp, en sonda belirtmem gereken şeyi en başında belirttiğime göre, gönül rahatlığıyla kitapla nasıl tanıştığıma geçebilirim.

     Genç yetişkin romanları hakkında hiçbir fikrim yoktu; ne de etkileyicilikleri hakkında. Beni genç yetişkin romanlarıyla tanıştıran ilk eser Canavarın Çağrısı olmuştu. Beklenmeyen biçimde ve akla gelmeyecek yönlerden beni etkilemeyi başarmıştı. Sıradan hayatın basit ama kafa karıştıran yapısını yine basit biçimde anlatıyordu. Üzerimde yarattığı etki açısından, yaş gözetmeksizin okunması gereken kitaplardan biri olduğunu düşündüm. Ve Canavarın Çağrısı gibi etkileyici başka genç yetişkin kitapları var mıdır diye merak etmeye başladım.

    Birebir onun gibi olmasa da genç yetişkin türünde başarılı kitapları araştırmaya koyuldum. Bu çokta derin bir araştırma değildi tabii ki. Türkçeye çıkıpta, sırf genç yetişkin türünde diye görmezden gelmiş olabileceğim romanlar var mıdır diye anlık bir meraka kapılmıştım. Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim, bu pekte derin olmayan araştırmanın sonucu karşıma çıktı. Kitabıysa bambaşka bir sebeple edindim. Ana karakterin modern Amerika’da yaşayan genç bir Kızılderili, konunun da modern Amerika’daki Kızılderili bölgelerindeki yaşam olması dikkatimi çekmişti. Bu ilginin sebebi de, daha öncesinden, Kızılderili Kamplarındaki suç ve yoksulluk döngüsüne kısaca değinen The Seventh Fire (Yedinci Ateş)** adlı belgeseli izlememden ileri geliyordu. Belgeselde konuya ana hatlarıyla değiniliyordu. Çok derin olmak gibi bir derdi yoktu. Sadece ilgili meseleye dikkat çekilmesi amaçlanmıştı. O belgesel aklıma gelince, Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim’in orada kabataslak değinilen konuyu nasıl ele aldığını merak ettim. Roman, Kızılderili kamplarında yaşamış yazar Sherman Alexie’nin çocukluk deneyimlerine dayanıyordu. Otobiyografik diyemesek de, kamp ortamında yetişmiş birinin bakış açısı belgeselde bulamadığım içeriden bakışı sağlayabilirdi belki de?  Belgeselde bulamadığım duygudaşlık bağını romanda bulabilecektim. Kitabın aldığı ödüllerse en son dikkatimi çekenler oldu. Beklediğimi bulamasam bile, belli kalitenin üstündeki bir roman okuyacaktım. Kitabı okumak için kendime bahaneler üretiyordum belki de. Beklediğimi bulamasam bile, çokta zararlı çıkmayacağım konusunda kendi kendime güvence veriyordum, farkında olmadan.

    Neil Gaiman’ın kitap için sarf ettiği övgü dolu sözleri ancak kitap bittikten sonra fark edebildim: “Her yönüyle mükemmel, dokunaklı ve son derece komik…” Kitabı okurken gülmek ve ağlamayı kahramanımız Junior’la beraber tecrübe etmiş biri olarak, tüm içtenliğimle size katılıyorum sevgili Neil Gaiman. Kitabı okurken zihnimde yankılanan cümleyse şuydu: “Hayat beklemediğin yerden vurur ve sende, Hayat beklediğin yerden vurmadı diye sevinirsin.” Anlaşılacağı üzere, Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim beklediğimden fazlasını verdi. Canavarın Çağrısı gibi ana karakterinin hayatı anlayıp kabullenmesi konusunda ezberin dışına çıkan bir tada sahip. Tabii ki Canavarın Çağrısı gibi katmanlı değil. Derdini anlatmak için onun gibi katmanlı olmaya ihtiyacı da yok zaten. Farklı bir biçimde tekrarlıyorum “Hayat seni beklediğin gibi üzmez, beklediğin gibi üzülmeyince acını yaşayarak gülümsersin.” Roman, hayata dair basit ama üstüne düşündükçe daha da anlam kazanan tespitin etrafında şekilleniyor.

     Junior’ın hikâyesi bir başarı öyküsü aslında. Ama sandığınız türden bir başarı öyküsü değil. Beklenmedik mucizeler yaşanıyor elbette. Ama beklenilen istikamette gitmiyor, alışılagelen biçimde yaşanmıyorlar. Kazanmak için mücadele etmekten bahsediliyor. Ama birinin kazanmasının bazen bir başkası için kaybetmek anlamına geldiğinin de altı çiziliyor. Ortada ideallerin peşinde koşan öncül bir kahraman var. Ama öncüllüğü, umduğu güzellikte bir hayat yaşamasına kolayca izin vermiyor. Bunun gibi çelişkiler yaşanıp duruyor. Hüzün ve neşe bu hikâyede hep kol kola gidiyor. Farkında olmasak da, devamlı tecrübe ettiğimiz sıradan hayatımızda olduğu gibi.

     Junior’ın hikâyesinin tek falsosu da bu özelliğinden geliyor. Hikâyesinin ileriki aşamasında karşılaştığı yan karakterlerle olan ilişkisi bir parçacık “Böyle davranmaları tuhaf?” ya da “Niye böyle yorumladılar ki?”gibi hissettiriyor. Bu gibi anlarda, hikâyenin olmamaya gayret gösterdiği sıradan başarı öykülerinin tozpembe havasına yaklaşılır gibi olunuyor. Romanın basit ama şaşırtan, bir güldürüp bir hüzünlendiren akışında, tozpembe olmanın tuzağına teslim olmuyor neyse ki. Bu gibi anlar, rahatsızlık vermeden arada kaynayıp gidiyorlar.


    Kitaptaki karikatür ve resimler Ellen Forney’a aitler. Karikatür ve resim kullanımı, kitabı resimli romana dönüştürecek kadar yoğun değil. Hikâyedeki duygu ve olay durumuna göre önemli sayılacak noktalara yerleştirilmişler. Ayrıca, yazar Sherman Alexie’in yazdıklarının tekrardan resmedilmesi gibi bir durum da söz konusu değil. Junior’un zıt duygularını aynı anda barındıran hikâyesinin anlatımını güçlendiriyorlar. Bazen roman içerisindeki bir sahnenin farklı bir bakış açısıyla sunulmasını sağlayarak katkı sağlıyorlar. Bazen romanda anlatılmayan olay ve durumlara resim ve karikatürlerde yer veriliyor. Görsel olan yazınsal olanı destekliyor. Hüzünlü anın mizahı, mizahi anın hüznü veya da her ikisi birden ön plana çıkarılıyor. Mesela karikatür desteği sayesinde, Junior gibi streslendiğim bir anda, yine onun gibi aniden çılgınlar gibi sevindiğim oldu. Bunun gibi durumları sıkça yaşadım. Burada kendimi kitaba fazla kaptırmamın payı da büyük tabii ki. Bendeki etkisinin şahsıma ait özel bir durumdan kaynaklanabileceğini göz ardı etmiyorum.

     Junior ve hüzünlü-gülümseten hayatına şahitlik ederken sosyal konulara da değiniliyor. Toplumun bireyi, bireyin toplumu kısıtlamasını Junior ve yakınları bizzat yaşıyorlar. Örnek olarak: Yoksulluk yoksulluğu doğuruyor Junior’ın yuva bildiği kampta. Yoksulluk Kızılderilikle, varlıklı olmaksa Beyaz olmakla ilişkilendiriliyor Junior’un etrafındaki bazı Kızılderililerce. Ve sırf bu sebeple, iyi bir hayat sürebilmek için yapılanlar “Beyaz olmaya çalışmak!” ve “Kızılderiliğe ihanet!” gibi çarpık bir biçimde algılanabiliniyor. Romanın doğal akışı içerisinde, anlatımı zorlamadan ve Junior’un hikâyesinden de sapmayacak biçimde bunun gibi konulara değiniliyor.



     Kitabın sonunda, hikâyeyle alakalı 11 soruluk değerlendirme kısmı var. Zaten kitaptan alacağım duygu ve mesajı aldım dediğim için değerlendirmeyle işim olmaz dedim. Soruların kitapla ne kadar alakalı olduğunu öğrenme merakımsa bana bu bölümü de okutturdu. Değerlendirme kısmında, okurken fark edemediğim bazı noktalara temas edilince, ben yine şaşkınlığın verdiği minik bir tatmin yaşamış oldum.

     Çeviri ve Editörlük
 
     Kitabın Türkçe çeviri Bengü Ayfer’e ait. Gayet anlaşılır ve hatasız bir çeviri. Kitaba serpiştirilen karikatürlerdeki yazılarda Türkçeye çevrilmiş. Bu konularda eleştirilecek bir nokta bulamadım. Kapak tasarımında yine kitabın içerisindeki resimlerden yararlanılmış. Bana sorarsanız bu tercih asıl kapağa kıyasla daha hoş olmuş. Hem kapakta yazan ödüllerde sonradan iliştirilmiş gibi durmuyorlar.

     Son Söz

     Kitabı çok övdüğümün farkındayım. Bunun sebebi, fazla beklentiye girmeden kitabı okumuş olmamdan kaynaklanmış olabilir. Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim’in tarzında hayata bakan kitaplarla pek çok defa karşılaşmış okurlar için şaşırtıcı gelmeyedebilecektir. Ama benim gibi beklentisi sıfır –şu an bu satırları okuyorsanız bu pek mümkün değil muhtemelen– ve hüzünlü-neşe tarzına aşina değilseniz, hoşunuza gidebileceği kanısındayım.
 
     Duruma Göre Bazen Kızılderiliyim, ne sulu gözlülüğe ne de otuz iki dişinizi birden gösteren gülümsemelere izin veriyor. Ortada sadece kendi halinde takılırken arada bir size iyi veya kötü yüzünü gösteren hayat var. Genç veya yaşlı, herkesin Junior’un hikâyesinde kendinden bir parça bulabileceğini düşünüyorum.


Dipnotlar:

* Rowdy’nin ismi İngilizcede “kabadayı” ve “zorba” gibi anlamlar taşımaktadır.
** Belgeselde, hapse girmeye hazırlanan orta yaşlı Kızılderili adamla, gelecekteki sonu muhtemelen o adamınkine benzeyecek genç Kızılderilinin hayatlarından kesitler sunulmaktadır. Biri bitmek üzere olan diğeriyse başlamakta olan hikâyeler üzerinden, Kızılderilili kamplarındaki umutsuzluk dolu hayata değinilmekteydi. Ek bilgi olarak, belgeselin finansmanlarından biri de Hollywood yıldızlarından Natalie Portman’tır.

17

     Künye:
 
Adı: Geliş (Hayatının Hikâyeleri ve Diğer Öyküler)
İngilizce Adı: The  Stories of Your Life and Others
Yazar: Ted Chiang
Türü: Bilimkurgu
Yayın Yılı: 2002
Türkiye Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 287
Türkçe Basımı: MonoKL Edebiyat
Türkçe Çeviri: M. İhsan Tatari

     Tanıtım:

      Ted Chiang’in 2002’de çıkan Stories of Your Life and Others (Hayatlarının Hikâyeleri ve Diğer Öyküler) derlemesi Geliş adıyla raflardaki yerini aldı.  Mehmet İhsan Tatari çevirisiyle Monokl Yayınlarından dilimize kazandırılan derlemede toplamda sekiz öykü bulunuyor. Gördüğünüzü Beğenmek: Bir Belgesel haricindeki tüm hikâyeler 1990 ile 2000 yılları arasında farklı yerlerde yayınlanmış.  Babil Kulesi (Nebula Ödülü), Hayatının Hikâyesi (Nebula ve Theodore Sturgeon Memorial Ödülü), Cehennem, Tanrı’nın Yokluğudur (Hugo, Locus ve Nebula Ödülü) adlı ödüllü öyküleri içeren derlemenin kendisi de En İyi Koleksiyon dalında Locus Ödülüne sahip.

     Sırasıyla kitaptaki öyküler ve kısaca konuları şöyle:

     Babil Kulesi: Elamlı madenci Hillalum dostlarıyla beraber, Tanrı Yahve'nin göklerdeki makamına ulaşabilmek için yıllardır yapımı süren Babil Kulesi'nde çalışmaya gider.

     Anlamak: Leon Greco'nun beyni geçirdiği kaza sonrasında büyük oranda hasar almıştır. Neyseki, deneme aşamasında kullanılan bir ilaç sayesinde eski haline döner. Kazayı hatırladığı kabûsların sürdüğü sırada, onu eski haline döndüren ilacın yan etkilerini araştırmak isteyen doktorların deneklik teklifini kabul eder.

     Sıfıra Bölünme: Başarılı bir matematik profesörü olan Renee Norwood ile kocası Carl arasındaki ilişki, Renee'nin içine düştüğü depresyon ve ardından gelen intihar girişimiyle büyük bir kriz içerisindedir.

     Hayatının Hikâyesi: İnsanların "Ayna" adını verdiği ve Uzaylılara ait olduğu anlaşılan araçlar ortaya çıkar. Amerika'da dokuz, dünya üzerindeyse toplam yüz on iki tanedirler. Araçlar vasıtasıyla 'heptapot' adı verilen uzaylılar insanlarla görüntülü iletişim kurmaktadır. Uzaylılarla iletişim için her aracın başına biri dilbilimci diğeriyse fizikçi olmak üzere iki kişi görevlendirilmiştir.

     Yetmiş İki Harf: Her varlığın bir adı vardır. Ve o adlar varoluşu sağlarlar. Kilden heykeller hareket ettirilebilir, belli başlı işler canı olmayan ama canlandırılmış bu nesneler sayesinde yapılabilmektedir. Zamanın bilimi harflerin ve adların ardındaki gücü kullanmak üzerinedir. Bu bilimi kullanarak ucuz motorlar üretmeyi ve böylece, ekonomik ve sosyal düzende devrim yapmayı amaçlayan Robert Stratton'ın karşısına, beklediği kadar beklemediği sorunlar da çıkacaktır.

     İnsan Biliminin Evrimi: Digital sinir transferi yani kısaca DST, metainsanların araştırmalarını yapıp kaydettikleri iletişim dilinin temelini oluşturmaktadır. Metainsan olmayanlar içinse DST, metainsan araştırmalarını anlamanın önünde en büyük engeldir.

     Cehennem, Tanrı'nın Yokluğudur: Neil Fisk'in Tanrı'yı sevme öyküsü. Ve bu öykü, karısı Sarah'nın yeryüzüne inen bir meleğin yarattığı felaket-mucize sonucu ölümüyle başlar.

     Gördüğümüzü Beğenmek: Bir Belgesel: Bazı ebeveynler, güzelliğin pompalandığı tüketim kültüründe insan ilişkilerinin zarar gördüğünü ve çocuklarının sağlıklı birer yetişkin olmasının önüne geçildiğini düşünmektedir. Bazıları çocuklarını koruyup sağlıklı biçimde yetiştirmek için çözümü teknolojide bulur. Görsel algılamada agnozi oluşturarak insanları başkalarını fiziksel çekiciliğine göre değerlendirmesinin önüne geçen kaliagnozi cihazları bu amaç için gayet uygun gözükmektedir. Bu belgeselde, kaliagnazi taraftarlarıyla onların karşıtları arasındaki çekişme, tarafların ve uzmanların eşliğinde masaya yatırılmaktadır.

     Yazar Ted Chiang kitabın sonunda, öykülerin esin kaynakları hakkında kısa bilgiler veriyor.

     Öykülerin yapısal olarak en büyük ortak özelliği; öykünün içeriğiyle alakadar olarak, ilgili durumları yaşayan insanların duygusal ve bilinçsel davranışları gayet inandırıcı. İçinde yaşadığı durumda, karakterine göre düşünüp hissetmeleri okura yabancı gelmiyor. Yaşadıkları dünyanın işleyişi de buna paralel biçimde belli başlı kuralları vesilesiyle kendi gerçekliğini kabul ettiren bir doku kazanıyor.

     Her öykü sinemaya ya da televizyona aktarılabilecek potansiyele sahip. Zaten 2016 tarihli Arrival (Geliş) filmi de, Hayatının Hikâyesi'nden uyarlama. Kısmet olursa Anlamak öyküsü de sinemaya aktarılmayı bekliyor. Tabii şimdilik sadece plan aşamasında. Oradaki öykünün handikabı, içerdiği temanın sinema perdesine daha öncede de yansıtılmış olmasından kaynaklanıyor. Neyse çıkarsa izleriz. Şikayet etmem.

     Bazı öykülerde kişisel olarak eksiklikler olduğunu düşündüğüm oldu. Ama bunlar da, öyküleri kıymetsizleştirecek cinsten ayrıntılar değillerdi. Örnek vereyim: Babil Kulesi öyküsünün sonuna belki mantıklı bir açıklama getirilebilir ama yüzeyden yukarı çıkıldıkça oksijenin azalması ve bunun etkisine değinilmemesi, onca mimari ayrıntı arasında dikkatimi çekti. Verilen ayrıntılar yığının da çokta mühim gelmeyebilir. Yine bu ayrıntı bolluğu sebebiyle bunun eksikliğini hissettim. Bunun gibi eksiklik hissettiğim durumların oranı, öykülerin yazılış tarihleri ilerledikçe azalmaya uğradı.

     Şimdilik yazacaklarım bunlar. Öyküler her birinin üstünde durulabilecek içeriklere sahipler. Konularını vermekle yetiniyorum; meraklısına okumak düşüyor.

18
Liman Kütüphanesi / Dikkatinizi Çeken Yayınlar
« : 14 Ocak 2017, 13:29:07 »
Malum, her hafta kurgu veya kurgu dışı pek çok yayın çıkıyor. Aralarında, gün sayıp beklediğimizin haricinde, ilgimizi çekebileceği halde haberimiz olmadığı için gözden kaçanlar da oluyor.

Haftalık çıkan yayın yağmurunda fark edilmemiş roman, çizgi roman, araştırma-inceleme türü yayınları bu başlık altında paylaşalım istedim.

Önce ben başlayayım:

Bırak Üzülsünler Türkiye'de Büyümek - Özge Samancı (Çizgi Roman)

Alıntı yapılan: Tanıtım Bülteninden
Bırak Üzülsünler, orta sınıftan bir kız çocuğunun okul ve büyüme hikâyesi.
 
Otoriteye, tartışılamayan ezberlere toslayan, hayallerine sığınarak kendi yolunu arayan bir çocuğun inadı ve savrulmaları... Eğitim sisteminin, öğretmenlerin, muktedirlerin ve erkeklik hallerinin garip ve ağrılı manzaraları.
 
Özge Samancı, otobiyografik bir grafik romanla içini döküyor, farklı olmanın, ayakta kalmanın hararetli hatıralarını anlatıyor.

Çizgi romandan ilk defa 5Harfliler'deki ilgili yazısından haberdar olmuştum. Özge Samancı'nın çocukluk anılarından, 12 Eylül Darbesi sonrasında değişen hayat aktarılıyor. Keşke bizde de yayınlansa demiştim. Bu sene İletişim Yayınlarından çıkmış. (Fiyatın tuzluluğu konusunda cüzdanımla hemfikiriz!)

Ülke tarihimiz açısından önemli bir dönem. Bu konuda araştırma kitapları mevcut. Tarihçi gözünden değilde, o zamanı teneffüs etmiş birinin yaşadıklarını değerlendiren bakış açısı ilgimi çekti.

19
Hani bazen olur ya, sohbetler sırasında konu konuyu açar. O esnada, konuşulan konuya göre önceden yararı görülmüş ya da ortadaki konuyla alakadar olarak beğenilen kitapların ismi geçmeye başlar. Bazen durum daha da ileriye gidip, adı geçen kitabın muhakkak bulunup okunması gerektiği vurgulanır.

Bunun gibi bahsi geçti mi otomatik olarak adı hemen aklınıza gelen, etrafımıza okumaları için tavsiyede bulunduğumuz kitaplardan bahsedelim istedim. Unutmadan, bunlar her türden ve tarzdan kitaplar olabilirler.

Adet yerini bulsun, konuyu açan başlasın :)

Benim Hatam Değil! - Yazarlar, Carol Tarvis ve Elliot Aronson

Kişisel gelişim kitaplarıyla ünlü Kuraldışı Yayınlarından çıkma bir kitap. İçerik olaraksa basit bir kişisel gelişim kitapı değil. Aslında, içerdiği deney sonuçları ve yorumları sebebiyle kişisel gelişim kitabı demek yanlış olur. Kitaptan, öfkeyi sert şekilde açığa vurmanın sanılanın aksine insanı rahatlatmadığını öğrenmek şaşırtıcı olmuştu. Hataları başkalarında aramak gibi konular açıldı mı, muhakkak kitaptan bahsederim.

20
Liman Kütüphanesi / SFX Türkiye
« : 22 Kasım 2016, 18:55:13 »
Haberi olmasına rağmen gözümden kaçtıysa şimdiden kusuruma bakmayın :-\.

Efendim, İngiltere çıkışlı bilimkurgu ve fantasy dergisi SFX bu aydan itibaren Türkiye'de raflardaki yerini almış. Daha bugün haberim oldu :-[. Ben de paylaşmak istedim.

Resmi İnternet Sayfası ve Facebook Sayfası.

21
Bir sebeple okumaya ara verilip devamı getirilemeyen kitap ve kitap serileri ya da zamanında merak edip almanıza rağmen hala okuyamadığınız kitaplar: Raflarda okunmayı bekleyenler konumuz.

Okumayı istesek de bitiremediğimiz kitaplar, tamamlayamadığımız seriler ve daha okuyamadığımız kitaplardan bahsedelim. Tür önemli değil. Aklınıza gelen kitabı veya seriyi paylaşabilirsiniz.

İlk ben başlayayım:

Merak etmeme rağmen daha okuyamadığım kitap: Edebi Karakterlere Neden Önem Veririz

Kitapçıda gözüme çarpar çarpmaz almıştım. Kurmacanın insanı nasıl etkilediğini merak etmeme ve bu konuyla alakadar bir çalışma olmasına rağmen, rafımda öylece okunmadan bekliyor.

Başlayıp devamını okumadığım kitap: Armağan Dünyası

Askerdeyken yanıma almıştım. Zaman bulup okuyamıyordum. Silahlıkta nöbetçi olan bir arkadaşıma okusun diye vermiştim. Asker dönüşü biraz okudum. Sonra ne oldu ben de bilmiyorum, öylece kaldı. Armağan kültürü hakkında güzel kitap. Bir de okusam.

Devam kitaplarını okumayı devamlı ertelediğim seri: Otostopçunun Galaksi Rehberi Serisi

İlk üç kitabı art arda okuyunca, bünye aşırı doz İngiliz mizahını kaldırmadı. Dördüncüyü uzun bir aradan sonra ancak okuyabildim. Sıra beşinci kitapta ve ben hala ayak sürüyorum. Önceki kitapları okurken eğlenmeme rağmen hem de.


Not: Çoğunlukla Zararsız'ı bitirdiğim için Otostopçunun Galaksi Rehberi Serisi'ni bu listeden çıkartıyorum.

22
Diğer Bilimkurgu Eserleri / 2312 - Kim Stanley Robinson
« : 12 Ekim 2016, 20:28:34 »


2312 - Kim Stanley Robinson
Alıntı
Yıl 2312… Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ışığında insanlık, uzaydaki alanını genişletmiş ve birçok gezegene yayılmıştır. Merkür’ün Tanyeri şehrindeki beklenmedik bir ölümü izleyen sıradışı olaylar, Swan Er Hong’un hayatını değiştirecek ve insanlığı bekleyen tehlikeli geleceğin adımlarını hızlandıracaktır.

Mars Üçlemesi’yle tanıdığımız ödüllü yazar Kim Stanley Robinson’ın politika, cinsiyet ve insan doğası gibi kavramları uzay gemileri, yapay zekâ ve uzak gezegenlerle buluşturduğu 2312, okura alegorik bir evrenin kapılarını aralıyor. (Tanıtım Bülteninden)

Çevirmen: M. İhsan Tatari
Düzelti: Emre Aygün
Yayına Hazırlayan: Ömer Ezer
Ekim 2016 (İthaki Yayınları)


Bilimkurgu Klasikleri içerisinde değil belki ama dikkat çeken bir kitap bu ayın 21'inde bizlerle olacak: Kim Stanley Robinson'dan 2312.

Jeff Vandermeer'in Harikalar kitabında kendisinden kısaca bahsedilmişti. "Gezegenler arasındaki entrikaları konu edinen epik bilimkurgu" olarak tanımlamıştı kitabı. Romantizmde işin içinde.  520 sayfa olması gözümü korkuttu biraz :)

Çevirmen olarak kimleri görüyorum: M. İhsan Tatari
Üstelik editörlerden biri de kendisi.

23
Arcturus'a Yolculuk'u bitirdikten sonra aklıma gelen soru.

Bu sorudan türeme alt başlık soruları şöyle:

-Hikayelere kendimizi kaptırmamızın veya soğumamızın bir sebebi de bu mudur?

-Yazarların yaşadıkları şimdiye olan yaklaşımları, eserlerine atfedeceğimiz değerlerin ölçüt ve çeşitliliğine nasıl ve ne derece katkı sağlar?

-Yazarlar ister istemez, geçmiş, şimdi veya gelecek dahilinde kendi çıkarımlarını yaparak; çıkarımlarının hayata temas ettiği noktalardan inandırıcı yeni mitçikler mi oluşturur?

Ve buna benzer alt başlıklardaki sorular aklıma geldi.

Sizlerin bu konuda aklına gelen sorular var mı? Varsalar neler?

24
Sırf fragmanının yarattığı meraktan filmleri merak ettiğimiz olur. Veya da takip ettiğiniz ya da aşina olduğunuz yönetmen veya oyuncular var diye gelmesini beklediğimiz filmler vardır. Sırf türü, tarzı ilginizi çektiği için ya da sayamayacağım çeşit çeşit sebepten ötürü dikkate alınmışlar listenize girer filmler.

Vizyona girmemiş/girecek filmlerden hangileri radarınıza takılıyor?

The Monster (2016)

Tür: Korku

Konu: Bir anne ve kızı, tenha bir orman yolunda arabaları ile yol alırken, araçları yabani bir hayvana çarpar. Araçları, çarpmanın etkisi ile yoldan çıkar ve kullanılamaz hale gelir. Bu tatsız olaydan sonrası daha da korkunç bir varlığın tehdidi ile ölüm kalım mücadelesine dönüşecektir.

Neden Merak Ediyorum: Korku filmleri ile pek aram yok doğrusu. Yönetmeni de orta karar korku filmleri çekmiş biri. Filmi merak etmemin sebebi Zoe Kazan. O varsa dikkatim de o yöne kayıyor doğrusu :D. In Your Eyes'ı da sırf o var diye izlemiştim. Bu sefer rüyaların kızını değil, çocuk sahibi bir anneyi oynaması kariyerinde aldığı rol tiplerini çeşitlendirmesi açısından mantıklı hamle. Kabul, her zaman "rüyaların kızını" oynamıyor tabii ki. Bazı yapımlarda yardımcı rollerde de boy gösterdiği oldu. Bu sefer yer aldığı yapım korku filmi olduğu için performansı kritik önem taşıyor.

Filmin kendisini değil de, Zoe Kazan'ın performansını merak ettiğim için radarıma takıldı.

Power Rangers (2017)

Tür: Fantastik, Bilimkurgu, Macera

Konu: (Imdb'deki konu özeti, konuyu bilmeyen yoktur havasında) Etrafları ile uyumsuz beş lise öğrencisi genç, nereden geldiği bilinmez taşların yardımı ile insanüstü güçlere sahip olur. Farkında olmadan elde ettikleri güçler, dünyayı beklenmedik tehlikeden koruma görevini omuzlarına yükleyecektir.

Neden Bekliyorum: Nostalji krizinden değil. Çocuklar için tasarlanmış ve yıllarca bu çizgide devam etmiş temanın bu ruhu kaybetmeden ne kadar karanlık tonlara yaklaşabileceğini merak ediyorum. Meraklanmamda, Baran Köse'nin etkisi de büyük: Power Rangers Fragman İncelemesi, Power Rangers - Rita Repulsa İlk Bakış

Bu yaşlı beni, eski ruhun modernize haliyle eğlendirebilme olasılığından dolayı bekliyorum filmi.

25

Künye:
 
Adı: Kıyamete Bir Milyar Yıl
Özgün Adı: Za Milliard let do Kontsa Sveta
Yazarlar: Arkadi Strugatski ve Borist Strugatski
Türü: Bilimkurgu
Yayın Yılı: 1977
Türkiye Basım Yılı: 2015
Sayfa Sayısı: 149
Türkçe Basımı: İthaki Yayınları
Rusçadan Çeviri: Hazal Yalın

     Tanıtım:

     Astrofizikçi Dimitri Malyanov’un derdi büyüktür. Tüm konsantresini vermeye çabaladığı bilimsel çalışması, en akla hayale gelmeyecek hadiselerin araya girmesiyle ilerleyemez olmuştur. Sanki açıklanamaz gizli güçler, rastlantının suretine büründürdükleri lanetler yağdırmaktadır üstüne.

     Dimitri, çalışmasına yaklaşmaya çalıştıkça, etrafındaki rastlantısal felaketlerin de yoğunluğu artmaktadır.

     Derdinin dermanı, sormayı akıl edemeyeceği soruda gizlidir. Zincirleme reaksiyon gibi kapısını tıklatacak cevaplarsa pekte hoş değildir açıkçası.

    İnceleme:

     Bilim harikalar ile dolu olmasına rağmen pekte arzuladığımız yönde hayatımızı değiştiremiyor. Devamlı yeni keşifler yapılıyor elbet. Boyuna yeni araştırma sonuçları ve gözlemler yapılıp duruluyor. Lakin sonuçlar, dünyeviyetimizin kısır döngüsünce işe yarar görünürseler, işte o zaman döngüye katılıp, kendilerine yer bulabiliyorlarmış gibi.

     Gerekli bütçelerin denkleştirilememesi. Kurumsal ve ideolojik amaçlar ile bilimsel amaçların çatışması –ve bilimin kaybetmesi. Araştırmaların uzunluğu ve zahmeti. Bilimin doğası gereği yanlışlanabilir bilgi üretmesinin yarattığı teori ve akademik tartışmalar. Bilime sadece faydacılık ekseninde bakılması (“Uzaya çıktılar da ne işlerine yaradı?” soruları). Bilim cevherinden yansıyan ışığın parıltısını, kendi eliyle ve farkında olmadan, kısıyor insanoğlu.

     Strugatski kardeşler, üstü kapalı olarak, tam da bu konuya parmak basıyor işte. Kendi kurgularını, göz boyayıcı oyuncaklardan arındırarak, bilimkurgusal arzularımızın neden bilimkurgusal olarak kaldığını fısıldıyorlar.
    
     Yasakların, dogmaların, aman ne gereği varların, kişisel tatminlerin, evrensel kurallar gibi değiştirilemez gibi algılandıklarında insanoğlunun nasıl yerinde saydığını, hatta kendini yok edebileceğini hatırlatıyor, bu kısacık kitap.

     Yazarlarımızın alegorik olarak kurguladıkları evren yapısı ve kahramanlarımıza yaşattıklarını, hikâyeden soyutlayıp kendi gerçekliğimiz üzerine yansıtınca; ister bireysel ister toplumsal, çıkmaz sokaklara, sonu başlangıç noktasında biten labirentlerde gezindiğimizin de farkındalığına vardırılıyor.

     Kitabın evrensel kurallar alegorisinin kurmaca da ki değeri incelenince, kısacık kitabın içinde kapsayıcı bir arka plan/temel oluşturulduğu gözlenmekte. Sihir, canavarlar, uzaylılar, evrende sadece insanoğlunun olma olasılığı, şans, kazalar, hastalıklar, ödüller, düşmanlıklar, gizli örgütler, aklınıza gelebilecek her türlü şeyi kendi evreninde açıklayabilecek cinsten bir temel. Sıra dışı ve bilinmez olan, bilinip anlaşılabilecek olanın sınırına çekilirken, içerdiği akıl almazlığı da muhafaza ediyor.

     Yazarlarımızın amacı farklı olduğundan dallanıp budaklanmıyor. Ortaya atılan temele dair imalar kapsayıcılık hissi uyandırıyor. Küçük ama mühim kitapları için farklı hikâyelere zemin oluşturabilecek potansiyelde icatları.

     Kıyamete Bir Milyar Yıl’ın imasal yolla aktardığı tespitler oldukça karamsar bir tablo çıkartıyor. Gene de, yazarlarımız umutsuzluğun içinden umudu yeşertmeyi de ihmal etmiyorlar. İmalar ile aktarılan karamsar gerçekliğe karşı başka gerçekler hatırlatılarak doğrudan cephe alınıyor kendi gözlemlerine.

     Strugatski Kardeşler felsefi olmakla edebi olmanın çizgisinde giderken, anlatım tercihindeki bilinçli sapmalar biraz kafa karıştırabilir. Kitabın ilk yarısı üçüncü kişi bakış açısında ilerlerken, bir anlığına birincil tekile geçip üçüncü kişi bakış açısına dönüyor. Gizemin açıklığa kavuşmaya başladığı ikinci kısımda, birinci kişi bakış açısıyla devam ediyor kitap.

     İlk yarıdaki üçüncüden ani olarak birinciye geçişlere önce anlam veremedim. Belli yükselme anlarında yaşandığını fark edince bilinçli bir tercih olduğunu anca kavrayabildim. Yazılı öykü anlatımından ziyade, sinemasal anlatımı akla getiren anlatım tercihiydi bu. Filmdeki karakterin iç sesini duymak gibi. Onu anlamak, onun bakış açısını öğrenmek için kullanılan bir yöntem. Ne diye, ilkindeki anlık parıldamalar ile değişen anlatım, ikinci yarıda süreklilik kazanıyordu? Yaşanan sıradan tuhaflıklar silsilesine mesafeli olacağı muhtemel biz okurlar içindi belki bu. Bir anlığına olaya dâhil olabilmesini sağlamak için yapılmıştı. İlk yarının bizi hikâyeden uzak tutabilecek muallâklığına karşı bir önlemdi belki de.

     Ve ben, bu paragraftan sonra Dimitri’nin eşiyle ilgili kısma başlayıp meseleyi öylece bırakmıştım.
     Tam, yazı bitti, yayınlıyorum derken, Kıyamete Bir Milyar Yıl’a (ve fark edemediğim düzene) yaraşır kozmik dalgalanmanın yan etkisi yaşandı. Paragrafı kontrol ederken “kısım” yerine “ısım” yazıldığını fark ettim. Paragrafı tekrar okuyunca, ilk aklıma gelen paragrafı ikiye bölmek oldu. Başka hatalar var mı diye tekrar göz gezdirirken, işte o an, küçük bir aydınlanma yaşayarak aşağıdaki ek paragrafı yazmaya koyuldum.


     Sonrasında bu anlamlı gelmeye başladı. Buna bağlı olarak da ilk yarıda neden anlık olarak birinci kişi sıçramaları yapılması da. Sonuçta, bu aslında bizlerin (insanoğlunun) muzdarip olduğu açmazın öyküsüydü. Dimitri bizim kitaptaki temsilimizdi. Birinci yarıdaki belirsizlikte, ana karakter kadar biz de belirsizliğe karşı mesafeli, olaylara yabancıydık. Üçüncü kişi bakış açısında, Dimitri’nin biraz yayında onun gibi gözlemci olarak yaşananlara tanıklık etmekteydik. İkinci yarıda, gizemin kısmen de olsa aralanması dönüm noktasıydı ama. Yüklemlendiği anlamlar açıdan, yaşadıkları dünyalarının ortak dertlerden muzdarip olduğu anlaşıldığında, okur ve kitaptaki temsilinin bütünleşmesi anlatım açısından zaruriydi. Dimitri’de, biz de, yaşanan duruma yabancı değildik artık sonuç itibariyle. Birinci kişi bakış açısına tam olarak geçildiğinde, ancak o zaman Dimitri ve biz bir olabiliyorduk.

     Aynadaki kendi yansımamıza yaklaşmamız gerekirken izin verilmemesi o noktadan sonra düşünülemezdi. Ellerimizi uzattığımızda, görüntümüzün bize uzattığı eller ile temasa geçilmeliydi o aydınlanmadan sonra.

     Strugatski Kardeşler, dertlerini sadece doğrudan cümleler kurarak değil, üslubu da çeşitleyerek, inceliklice anlatımı zenginleştirilmişti.

     Hikâyesel anlamda gözüme batan, Dimitri’nin eşinin son kısımdaki tavrı oldu. Biraz da kitabın sonuna yaklaşıldığı için olsa gerek, oldubittiye getirilmiş gibi. Ana konu için önemsiz ama sebep-sonuç ilişkisi açısından da yetersiz kalmış orası. İnsan davranışlarının geneline dayalı gözlemi aktarırken, olası bir insan davranışının oldubittiye getirilmesi, önemsiz de olsa göze battı biraz.

     Kıyamete Bir Milyar Yıl, insanoğlunun kendi kendini nasıl sabote ettiği hatırlatarak, kendine kurduğu kumpastan çıkması gerektiğini hatırlatıyor. Sadece bilimkurgularda görebildiğimiz hayalî geleceğin bilimkurguda kalmaması için.

Küçük Notlar:

-Kitapta H.G.Wells’in Marslılarından bahsediliyor bir iki yerde. Dünyalar Savaşı'nın kanla beslenen Marslıları. Ki özellikle Marslı beslenmesinden bahsediliyor. Bilimkurgunun simgesel davranıp okuyucuyu uyarmak için kullandığı korku unsuru kitabımızda bambaşka şekilde tezahür ediyor.

-Dimitri bir an John le Carrê durumu yaşanmasından bahsediyor. Eski gizli servis üyesi, sonrasının efsane casus romanları yazarı John le Carrê. Burada, kendisinin casusluk kitaplarındaki olaylara atıfta bulunuyor olabilir. Benim aklıma, eski mesleği sırasında soğuk savaşın en büyük çifte ajan krizine şahitlik etmiş olması geldi. İki taraftan da Dimitri’nin dizlerini tir tir titretebilecek cinsten imalar taşıyor.

- Kitapta bahsi geçen Potemkin Zırhlısı sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri. Ünlü Odesse Merdivenleri sahnesine başka filmlerde de göndermede bulunulur.

- Yuri I. Manin adlı matematikçi, kitaptaki kahramanlarımızdan Vecherovsky’ye ilham vermiş.

-Kitap, yönetmen Aleksandr Sokurov tarafından 1988’de Dni zatmeniya (Days of Eclipse, Tutulma Günleri) adıyla filme uyarlanmış. Görsellik ve içerdiği duygusal ton açısından, Strugatski Kardeşlerin bir diğer kitabı olan Uzayda Piknik’in Link 1 Link 2 1979’daki Andrei Tarkovsky imzalı sinema uyarlaması Stalker’ı anımsatıyor. Mühim konuları gayet keyiflice anlatan kardeşlerin kitaplarının film uyarlamalarının kasvetli olması ilginç geldi.

-Son olarak, kitaptan değil de, kişisel çağrışımdan bahsedeceğim. Anime serisi Tengen Toppa Gurren Lagann'da da, insanoğlunun gelişmesiyle yaratacağı olası tehlikeden ötürü zorla kontrol altına alınmaya çalışılmasını konu edinilir. Kitabımızla oldukça paralel bir konu. İnsandaki potansiyelin spiral güç denen bir kuvvete bağlanması, dev robotların dövüşmesini, çılgın aksiyonu, çılgın kahramanları, güzel anime kızlarını, gezegenlerin taş gibi tutulup fırlatılması vb. curcunalı işlerden sıyırınca tabi. Eh, bizimkisi çağrışım işte.

Son olarak:

     İthaki'ye ve kitabı Rusçadan dilimize kazandıran Hazal Yalın'a çok ama çok teşekkürler <3.

     Kitabın kapağı kitapla yaraşır.

     Strugatski Kardeşlerin Pazartesi Cumartesinden Başlar kitapları da yakın zamanda kendileri sayesinde raflardaki yerini aldı. Strugatski Kardeşleri okuma fırsatı yakalarsak kaçırmayalım.

26
Başka Kurgular / Prenses Gelin - William Goldman
« : 07 Eylül 2016, 18:41:51 »

 Künye:
 
Adı: Prenses Gelin
İngilizce Adı: The Princess Bridge
Yazar: William Goldman
Türü: Serüven Mizah
Yayın Yılı: 1973
Türkiye Basım Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 325
Türkçe Basımı: Epsilon Yayınları
Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen
Düzenleme: Nergis Değirmencioğlu
Düzelti: Nursel Calap Oral
Türkçe Çeviri: Feyza Harmanoğlu

     Tanıtım:

     Hayattan dilediği tatminkârlığı bulamamış bizler, sadece hikâyelerde (o da anlatıcı/yazar uygun görürse) erişilebilen adalet ve saadetin özlemiyle yazılmış, gerçek aşkın ve beraberinden dörtnala koşan maceraya hazırlansın.

     Güzel prensesler (soylu olmasalar bile, asaletleri onları bu mertebeye çıkarır), sonsuz aşk (geç fark edilir, asla bırakılmaz), özlem (aşkın olduğu yerde biti veren o yabani ot), sadakat (evlilik yemini edilecek olsa bile yaşayan), entrika (böyle bir hikâyede olmazsa olmaz), silahşorler (bileklerindeki kuvvet ve yeteneği, hazır fırsat varken serüven için harcayan insanlar), namları yedi denize yayılmış acımasız korsan (her ne kadar hikâyemiz kara da geçse de), intikam hırsı (insanın ömrüne malolmuşundan), kılıç düelloları (beyefendilerin sportmence; intikamcıların ıstırap ve hiddetle icra ettiği karşılaşmalar), devler (dev klişesine uymak için ahmak rolünü oynayacak kadar kendini rolüne kaptırmış olanlarından),  işkence (bilim için(!)), mucizeler (hem de çikolata kaplısından) ve katıksız serüven için ne gerekiyorsa kanaatince varlar, Prenses Gelin’de.

    Yorumum:

     Modern dünyamız bizde yarattığı algılar, büyülü hiçbir şey bırakmıyor. Buna rağmen, naif ve basit gelebilecek saf serüvenler ile olan ilişkimiz ilginçliklerle dolu.

     Hayatın adaletsizliklerle dolu olduğunu kendimize ve etrafımız hatırlatır dururuz. Saf serüvenlerde, katıksız iyinin, katıksız kötüyü mağlup etmesiyle adaletin sağlanması içimizi bir hoş eder.

     Büyüdükçe, mükemmel diye bir şeyin olmadığını kanıksarız. Pasif takipçileri olduğumuz başkahramanların mükemmellik ve şanslarını, kabul edilebilirliğin sınırlarını zorlamadıkça “Hadi amalar!” ile karşılanmaz.

     Ömrümüz boyunca, özünde değişmeyen durumlar ile tekrar ve tekrar karşılaşmak canımızı sıkar. Serüvenin ezberimizde olan yol haritasında, hangi yolun nereye çıkacağını önceden kestirebilmek, yol kenarındaki manzaraların sıkıcı gelmesi kadar canımızı sıkmayabilir –aynı yolu sırf manzarası için tekrar ve tekrar tepebiliriz bazen.

     Hayat muallâklıklar ile doludur. Serüvenler, nispeten az ve anlaşılabilir kurallar üstüne inşa edildiklerinden kavranmaları ve içeriğine hâkim olunması kolaydırlar. Ve bu sebeplen, listelenmeye kalkışılsa, anında listelenecek bu kuralların pat diye ihlal edilmesi rahatsız eder.

     Daha da eski usul masal-maceraların durumu, bu saydıklarım uyarınca daha da vahim. Hayata dair umut ve beklentilerimiz yüksekken, odak noktası hissettirdikleridir (romantizm, macera coşkusu, vb…). Kendisinden beklentilerin azaldığı hayatta, “ondan ne koparabildiysen onunla yetin” mantığı bizi teslim alınca, odak da değişir. Artık maceranın ne ve nasıl şekilde verildiğine gözler kayar. Haliyle, yaşadığımız gerçekliğin kurallarına aykırı olarak, hikâye boşlukları ve mantıksal kabul edilemezliklerin yığınıyla karşılaşılır. Araçların demodeliğine takılmaktan, hangi amaca hizmet ettikleri unutulur. Aynı şekilde, hissedilmesi amaç edinilen duygulara (serüven, hayatta başarılı olma, iyilerin kazanması vb.) yabancılaşmamız, anlatının araç ve kalıplarını çocuksu (olumsuz anlamda) ve modası geçmiş kılar. Çift yönlü değer kaybı yaşanır.

     Yazarımız William Goldman’da kollarını sıvayıp işe koyulmasının sebebi budur bir bakıma. Aşina olduğu serüven-macera türünün kalıplarına takılıp mırın kırın yapanların gözlerini, o kalıpların varoluş amacı olan serüvenin ruhuna yöneltmeye gayret göstermektedir.

     Goldman’ın ana yöntemi pastiştir bir nevi. Elindeki iki büyük yardımcıysa; farkındalık ve farkındalığın desteğiyle güç alan sebep-sonuç bağlamındaki gerekçelendirme.

     Var olmamış bir yazarın yazılmamış kitabını gereksiz ayrıntılardan arındırırken, unutulmuş bir türün/tarzın asıl gayesini anla(ya)mayan bakış açısının elinden kurtarılma girişimiyle başlar kitabımız. Eski serüvenlerin yüreğinde yarattığı hoşnutluğun, Goldman’ın kendi hakkında uydurduğu gerçekler(!) ile harmanlanmış oltanın (bilin bakalım hangi balık için?) kalitesi daha da artıyor(!).Var olmayan kaynağına atıflar yaparak, saf serüvenin kalıplarında neyin nasıl olması gerektiğine dair hatırlatmalar yapılıyor. Yazarın, belli aralıklar ile anlatıcı kimliğinden sıyrılıp okur ve yazar olarak, doğrudan bizi bilgilendirmesi, ne okuduğumuzun ve ondan ne beklememiz gerektiğinin altının çizilmesi, kitabın farkındalık çatısını oluşturuyor.

     Sözde yeniden yazılan hikâyenin bölümlerindeyse, farkındalık hissiyatının diğer yüzü hikâyeyi sırtlıyor. Eski serüvenlere dair kalıplar doğrudan kullanıldıklarında sıkıcı ve peşinden “bu nereden çıktı? Şu niye öyle oldu ki?” türevi sorular sorduracağının bilinciyle, küçük bir üçkâğıt devreye giriyor. Sağ eliniz ile sol kulağınızı kafanızın arkasından kaşımaya çalışmak gibisi dolaylı gelen ama daha ilginç ve eğlenceli sonuçlar çıkaran bir üçkâğıt. Kendi gerçekliğimizden gelen alışkanlık ile sebep-sonuç ilişkisinde mantık aramaya meyleden zihinlerimiz için muzip cevaplara gebe bir üçkâğıt.

     Örneğin, masalın dünyalar güzeli kadın başkarakteri klişesinin, Prenses Gelin’de nasıl ele alındığına bakalım. Öncelikle güzeller güzeli Buttercup’ımız dünyadaki en güzel kadın değildir (Hatta Prenses Gelin’in Prenses Gelin’i olmasına rağmen prenseslik statüsünü bile sonradan alacaktır). İlk yirmi güzel arasında, kendisinin de farkında olmadan nasıl ilk beş listesine girdiğini öğreniriz. Hikâye içinde en güzel kadın değil, en güzel kadınlar arasından zirveye oynamaktadır. Ama. Hikâyemizin merkezinde bulunması sebebiyle etrafındaki karakterler, doğal olarak da bizler için de en güzel odur. Gerçekçiliğimizin oyunbozan tarafını tongaya düşürülür böylece. O bertaraf edilirken, aynı anda, absürtlük ve hicvin sınırlarına yaklaşan ama girmeyen tadında mizahın tonu yakalanır. Yazarımızın araya girişleriyle, okuduğumuzun gerçek aşk, macera, kılıç düelloları, intikam, vb. temaların en doğal halleriyle aktarmaya çalıştığı iddiası hatırlatılır. Ve okuduklarımızı benimseyip kendimizi akışa kaptırmamız daha kolaylaşır böylece.

     Kitaptaki en fantastik mucize bile, laf kalabalığı ve başka türlü dertlerin ortaya serilmesinde, çikolata kaplı olarak kursağımızdan geçiverir, kaşla göz arasında.

     Bu tutum, genel olarak aklımızdan geçebilecek acaba, neden ve nasıllara panzehir gibi. Hikâyenin ihtiyaç duyduğu kısımlarda imdada koşmaktadır. Kitabın orta-son kısımları, bu tutumun yoğunluğundaki azalmayla biraz sıkıcılaşmaya başlar. Ki bu bölümlerde tam bir serüven gibi davranmaktadır kitap.

     25. yıl özel baskısında (bereket versin Epsilon) eklenen Buttercup’ın Bebeği bölümünde de bu tutumdan iyice uzaklaşılıyor zaten. Inigo ve Fezzik’in bu ekteki minik öyküleri ağza bir parmak bal çalan saf serüvencik taslakları.

     Tabi ya! Karakterler? Karakterlerden bahsetmedim hiç.

     Özlerinde masal tiplemeleri olan karakterlerimiz, açıklamaya çalıştığım anlatım tarzı sayesinde derinlik kazanıyorlar. Çok derinlemesine değil tabii. Gerektiğince. Goldman’ın buradaki hünerinin kaynağı, okurdan önce davranmasında. “Ama…” ile başlayan sorular sormamıza fırsat vermiyor. Gülünçte gelse, sebep-sonuç ilişkisinde verilebilecek en uygun cevabı yapıştırarak, o “ama…”nın devamını getirmemizin önüne engel oluyor. İnat edip, “ama…”nın devamını getirmeye çalışıncaysa, çok geçmeden hatırlatıyor; bu sadece basit bir masal diye. Elimizde, yeterince tutarlı bir cevap ve cevabı yeterli bulmayan zihnimiz için daha da büyük bir cevap varken, anın içerdiği duyguyu hissettirecek kadarıyla can buluyor karakterler.

     Örnek verelim: Inigo, uçurumun kenarında Siyah Maskeli adamı beklemektedir. Neden kılıç üstadı olduğu ve özünde iyi biri olarak şu anki noktaya nasıl geldiğini biliriz. İyi bir düello yapma arzusu ile Siyah Maskeli adama daha çabuk yukarı çıkmasını rica eder. Tuhaf değil mi? Siz, ölümcül bir uçurumdan yukarı güç bela tırmanırken, tepede sizi öldürmek için bekleyen birinin ricasınız dinler misiniz? Elbette hayır. Siyah Maskeli Adam’da öyle yapar. Inigo ikinci ricasında, adamın yukarıya rahat çıkabilmesi için yukarıdan halat uzatmayı teklif eder. Siz olsanız bu teklifi kabul eder miydiniz? Elbette etmezdiniz. Inigo üçüncü ricasında merhum babası üstüne yemin ederek bir önceki önerisini yineler. Siyah Maskeli Adam, Inigo’nun yeminindeki kişiyi tanımaz etmez. Ama biz tanırız onu. Ve Inigo’nun dürüstlüğüne inanırız. Okur olarak biz ikna olduktan sonra, Siyah Maskeli Adam’ın reddetmeye devam etmesi mümkün değildir artık. Onun açısından haklılık payı olmasına rağmen hem de. Bizim onayımız sağlandıktan sonra, o da teklifi kabul eder.

     Bu arada, maceraları başroldekilerin ki ile çakıştığında onlardan rol çalan Inigo ve Fezzik’ten özelikle bahsetmeli. Inigo’nun intikam hikâyesi, güzel bir yan öykü. Fezzik’in, kuvveti sebebiyle, kendisine biçilmiş ahmak dev rolünü oynamaya çalışırken ki beceriksizce budala taklidi yapmaya çalışması masalımızın heyecanlı seyrine tebessüm ettirerek tesir ediyor. Kendi karakterleri ve öyküleri, kitapta bir başlarına oldukları bölümlerde biraz yerlerinde sayıyorlar. Şahsi amaçları ana konuya eklemlenince daha da canlılık kazanıyorlar. Kendi motivasyonları ana hikâyeden beslendikçe, ana hikâyede onların motivasyonlarını besliyor.

     Onların renkliliği, sanki asıl konuyu biraz gölgede bırakıyor. Elbette vadedilen macera, kılıç dövüşleri, korkunç işkenceler, devler, silahşorler ve intikam serüvenine doyabiliyoruz. Gerçek aşkı yaşatan karakterlerimiz ve maceraları biraz tutuk kalıyor. Şöyle bir durup düşününce, kitaba alt başlık olarak, “Adaletin Fedaileri” eklense hiç fena olmazmış dedim içimden.

     Yavaş, yavaş yazının sonlarına gelelim.

     Bu kadar yazdıktan sonra beklentileri yükseltmiş olabilirim. Hemen yükselmesin. Yazarımızın da kitabın başından beri savunduğu gibi bu basit ve masalsı macera. Beklemediğiniz hiçbir şey gerçekleşmeyecek. Tarz olarak, bekledikleriniz beklemediğiniz şekilde gerçekleşecek sadece. Kitabın tutturmuş olduğu tarzı kanıksarsanız, içerdiği mizah da kahkahalara boğmasa bile sizi gülümsetebilme potansiyeli taşımakta. Ama kesin konuşamıyorum.
     
     Son olarak, geleyim bizdeki baskısına. Çeviri konusunda sıkıntı hissetmedim. Teknik olarak bir iki sıkıntı mevcut. Özellikle son kısımların biri iki yerinde, çift tırnak yerine soru işareti ile karşılaşmak tuhaftı. Beni asıl rahatsız eden kapağı. Alelade bir aşk romanı sanılması hatasına düşürecek türden, yanlış bir seçim. Kapak konusunda uzmanı sayılmam elbet. Ama aşk romanı kapağı olarak değerlendirilirse bile yetersiz gelecek cinsten olmuş. Arka kapak tanıtımını ise eleştirmiyorum. Kitabın konusunu aktarmakta başarılı. Arka kapak tanıtımlarının, tanıttığı kitabın anlatım tarzını açıklamak ile yükümlü olmaması sebebiyle, ister istemez eksik kalmakta. Kitabın bilhassa onu aşk romanı sanıp beklediğini bulamayanların hışmına uğraması biraz üzücü.

Küçük Notlar:

-William Goldman, kitabın başından itibaren kendi hayatına dair çarpıtmalar bulunuyor. Kitapta iddia ettiğinin aksine eşi psikolog değil. Şişman ve mutsuz oğla değil, iki kız evlada sahip. Kitabın en arkasındaki yazar hakkında kısmını okuyana kadar gerçek diye afiyetle yedim. Pişman değilim.

-Bay Goldman’ın ikinci ve en önemli çarpıtmasına gelelim. Önceden de açıkladığım gibi ne S. Morgenstern diye bir yazar, ne de Prenses Gelin diye Avrupa monarşisini hicveden kitabı var ortada.

-Bay Goldman’in oyunbazlığı ile devam ediyoruz. S. Morgenstern alt kimliğinden hoşlanmış olacak ki, onun adıyla The Silent Gondoliers romanını yayınlamış.

-Prenses Gelin’in ortaya çıkışı, bilin bakalım nasıl olmuş. Masal başlangıçları gibi pekte yabancı olmayacağınız doğuş öyküsü şöyle: Goldman’ın iki kızından birisi, babasından prensesler ile alakalı bir hikâye dinlemek isterken, ötekisi gelinler ile alakalı bir hikaye dinlemek ister. Prenses Gelin! Prensesler ve gelinler üstüne fazla durmayan kitabın isminin neden Prenses Gelin olduğu şimdi açıklığa kavuştu.

-Hayali Florin ve Guilder ülkelerinin adları, İtalya ve Hollanda’nın eski sikkelerinden gelmekte.

-Gelelim, Prenses Gelin’i ülkemizde de adını duyurtan 1987 tarihli sinemaya uyarlamasına. Konu itibariyle uygun. William Goldman’da sinema sektörü ile içli dışlı biri. Lakin İki farklı sanat dalından söze ediyoruz. Haliyle kitaptan filme aktarırken, kitabı güzel kılan yanlar tam aktarılamıyor. Şahsen buna garipsemiyorum. Kitabın mizah tonu hiciv olmadan hicvi anımsatan tarzda. Sesli ve görsel olarak aktarılması imkânsıza yakın. Zorlanırsa, film projesinin absürt komediye dönüşmesi işten bile değildi anlayacağınız.

-Film uyarlamasında yer almamış kısımların yanında, değiştirilmiş ayrıntılarda var. En dikkat çekenler:

     Kitapta bahsedilen, Goldman’ın babasından Prenses Gelin’i dinlediği kurgusu, filmde, bir dedenin torununa Prenses Gelin’i okuması olarak değişmiştir. Kitabın yazar-anlatıcısı kısmı filmde yoktur.

     Kitapta, Buttercup yüzerken, köpekbalıklarından kurtulmaya çalışır; filmdeyse tıslayan dev deniz yılanlarından.

     Kitapta, siyah maskeli adam, Buttercup’u susturmak için kıza tokat atar; filmdeyse sadece elini kaldırarak tehdit eder.

-Goldman’ın harika üçkâğıtçılığı sebebiyle başta inanmadığım, sonraysa biraz çarpıtarak doğru olduğu anlaşılan bir ayrıntı daha var. Kitapta da belirttiği gibi Türk Dev Fezzik rolünde ilk düşünülen kişi, o sıralar sinema patlamasını yapamamış Arnold Schwarzenegger imiş. Film, 70’li yıllarda çekilebilseymiş olurmuş da. Uyarlama ancak 80’lerin sonuna doğru gerçekleşebilince, Schwarzenegger’in yıldız mertebesinde olması, buna engel olmuş. Haliyle Dev Fezzik rolü, André the Giant’a gitmiş. Ne yalan söyleyeyim, bence André abimiz role cuk oturmuş. Arnold biraz eğreti dururdu.

27
Sinema / Arrival (2016)
« : 21 Ağustos 2016, 21:41:22 »

Kısa Tanıtım:

     Devasa boyutta çakıl taşlarını andıran uzay gemileri, Dünya'nın dört bir yanına dağıldı. Nereden ve ne amaçla geldikleri bilinmiyor. Dost mu, düşman mı oldukları da tabii.
     Her olasılığı göze alınırken, ilk iş, onlar ile iletişime geçmek. Bunu başarabilecek sayılı araştırmacılardan biri de Dr. Louise Banks. Uzmanlığı, insanlığın varoluş sürecindeki en büyük krizde anahtar rolü oynatacak ona. Bilinmezliğin yarattığı kaos ortamında; yeni bir yaşam formunu, yeni bir dili ve yeni bir düşünce sistemini öğrenmeye çalışacak.

Fragmanlar:

Teaser
Ana ve Uluslararası Fragman
Filmden İki Kısa Klip

İlk Bakış:

     Umutluyum. Az değil. Ted Chiang'in ödüllü kısa hikayesi Story of Your Life'tan uyarlanan Arrival'dan bayağı umutluyum.

     İletişim ve yabancı bir bilinci anlama sürecini anlama çabası, şimdiden merakımı cezbetti. Dünya dışı uygarlığın, hiçbir şey yapmadan, insanoğlu üstünde yarattığı korku, gerilim ve şüphe ortamı da çok olası gözüktü bana. Oyuncu ve yönetmen kadrosunun sağlamlığını da göz önünde bulundurunca; başyapıt olmayacaksa da, izlemekten pişman olmayacağımız bir yapım olacağının umudunu taşıyorum.

İnceleme:

     Bu incelemeyi elimden geldiğince kısa tutmak niyetindeyim. Çünkü filmi izlemeye niyetli olanlar için fazla ayrıntıya girmek seyir zevkini baltalayabilir. Filmden, hakkında fikir verecek yönde bahsetmeye çalışacağım.

     Filmde, yaşanan kitlesel krizin gerilimini vermek için geniş planlara fazla yer verilmemiş. Karakterleri yakın çekimde takip ediyoruz. Dilbilimci olan ana karakterimiz Dr. Louise Banks'in etrafındaki askeri düzenden ve duruma yaklaşımlarından atmosferdeki gerilimli ortamı yeterince teneffüs ediyoruz. Ana karakterlerin yaşadıkları anın stresini izlerken, dış dünyadaki kriz ortamını da onlarla beraber televizyon ya da ses kayıtları gibi kısıtlı iletişim araçlarından öğrenebiliyoruz. Dış dünyada neler olduğu hakkında bilgi aldığımız bu kısıtlı araçların kısıtlı anlarında, ülkelerin ve ulusların durum karşısında verdikleri tepkiler hakkında bilgilendiriliyoruz. Karakterlerin halet-i ruhiyesini de, kitlelerin ve tarafların ne yaptıklarını da az ve öz detaylar eşliğinde alıyoruz. Mikro ve makro düzeyde yaşanan gergin ortam, hikâye gereğince biraz unutturulsa da asla kaybolmuyor. Ansızın dünya üstünde gemileriyle beliren uzaylıların amacı bilinmediği için yaşanan şok ve gerilim, filmde başarılı şekilde yansıtılıyor. Bu başarının sahibi olan anlatım tercihleri filmi ağırkanlı yapıyor. İlk yarı olağan bir şekilde ilerlerken (sorular, cevapları arayış), ikinci yarıda beklediğimiz cevapları alırken olay örgüsünde tansiyonun artmasına rağmen ağırkanlılık devam ediyor. Film, serim ve düğüm kısmında nasıl ekonomik bir dil tutturuyorsa, çözüm bölümünde de ufak detaylar ile cevapları açıklama koyuluyor.

     Beklediğimiz kırılma anları Louise’in kişisel hikâyesi ile bütünleşik şekilde. Genel itibariyle Louise haricinde, herkes konumlarını ve bakış açılarını fazla değiştirmeden yaşanan krizi aşma derdinde. Ordular, doğal olarak "Dost mu? Düşman mı?" mantığında yaklaşıyor. Forest Whitaker'ın canlandırdığı Albay Weber bu davranış biçiminin katıksız bir temsilcisi. Kimi topluluklar inançlarına göre eylemlerde bulunuyor. Filmde olağan bir karakter gelişimi yok. Algını değiştirip değiştirememe ikilemi üzerinden karakter değişimi söz konusu. Ve bunu da anlatıcımız ve ana karakterimiz Louise’de görüyoruz. Kökten değişmiyor, karar almada algısının nasıl ve ne şekilde değiştiğine şahit oluyoruz. Yani film algısını değiştirebilen ve değiştiremeyenler ikilemi üzerinden karakter portreleri sunuyor. Bu aynı zamanda tüm karakterlerin baştan olumlu veya olumsuz olarak kafamızda kodlanmalarını da engelliyor. Filmin ana mesajından sapılmamasını sağlayan, durumsal ve duygusal olarak da örtüşen bir tercih olmuş.

     Tekrar Louise döneyim. Krizin yaşanmasına sebep olan uzaylıların geliş amacı, Louise’in hikâyesinde de önemli bir yere sahip. Filmin ufak ayrıntılar ile bunu aktarmaya çalışması bazı izleyiciler için filmin anlaşılmadığı eleştirilerini de beraberinde getirmiş doğal olarak. Bu duruma kıyasla şöyle bir şey de var bence; açıklama ayrıntılar değil uzun açıklama kısımları olsa filmin o zamana kadar yarattığı dokuya aykırı kaçardı. Ters bir şekilde, doğrudan açıklama tercihinde bulunmak, seyircide zekâsıyla alay edilmiş hissiyatı uyandırabilirdi. Ve bu sefer de, “Bu muymuş yani?” eleştirileriyle karşılaşılırdı. Filmin kendini küçük ayrıntılarla açıklamaya çalışmasının daha doğru bir tercih olduğu görüşündeyim.

     Şahsen iyi bir film olduğu görüşündeyim. Bazı kafa karışıklıklarının, eldeki hikâyesini ve karakterlerini ufak ipuçlarıyla anlatmaya çalışmasından ötürü yaşandığını düşünüyorum. Bilimkurgu, dil, iletişim ve her şeye rağmen yaşamak gibi konular ilginizi çekiyorsa, Arrival’a bir şans verin. Tabii ağır ama emin adımlarla kendini anlatan hikayeleri de sevenleri unutmamalı.

28
İsterse konu, pofuduk şekerleme cücelerinin, şeker tüccarı salyangozlar ile verdiği mücadele olsun. Bu kurmacayı kendi yarattığı gerçeklik içinde kabul etmemiz gerek. Bununla beraber, kendi algı ve gerçekliğimizle, imasal seviyede dahi olsa bağ kurulabilmesi önemli. Okurken, hikayenin yarattığı mantıksal evren kadar, kendi mantıksal düzenimizde de garipsemeyeceğimiz ayrıntılardan bahsetmekteyim.

Bizleri kitapların aktardığı kurmacanın içine sokarken, kurmacayı da bizim gerçekliğimize yakınlaştıran bu gibi ayrıntıları paylaşalım istedim.

İlk ben başlayayım:

Beş Küçük Afacan: Çocukların çok bilmiş tavırları. Hepimiz çocuk olduk. Erişkinliğe adım atıp çocukluk zamanlarıyla aramıza mesafe koydukça nasıl bir şey olduğunu unutuyoruz. Belli yaş aralıklarındaki çocukları inceleyince, çocukluğun yaşanan ruh hali azda olsa hatırlanıyor neyse ki. "Biliyor musun?" ile başlayan ve devamında sıradanlaşıp önemsizleştikleri için görmezden geldiklerinizin beceriksizce anlatıldığı cümleler; gurup içerisinde kendi dedikleri olsun diye bir ağızdan yüksek sesle liderciliğe soyunmalar; işler istedikleri gibi gitmeyince sus pus olmaları, bizde çocukken az çok yaşamışızdır. Beş Küçük Afacan'daki çocuklarının başı, huysuz kum perisinden istediklerinin ne belalara sebep olacağını kavrayamamalarından derde girer. Bu pekte şaşırtıcı değildir aslında. Çocukturlar işte. Dilekleri isteyenler, kendi dünya algılarında herşeyi kavrayabildikleri yanılgısıyla hata yapmaya meyillidirler zaten. Eh, bu meziyet biz yetişkinlerde de yok değil hani.

Canavarın Çağrısı: Ayrıntıdan öte, kitabın üstüne inşaa edildiği ana unsurlardan ikisinden bahsedeceğim.

-Kitabın ilk başlarında Conor'ın sert durmaya çalışırmış gibi ki tavırları. Ve tavırlarının ardındaki asıl motivasyonunun, o durumdaki bir çocuk için çokta tuhaf kaçmaması.

Conor'un umursamaz ve üstesinden gelirim havasında sert olmaya çalışır halini abartı bulmamıştım. Zor durumlar karşısında sert olmaya çalışan oğlan çocuğu vardı karşımda. Hayat klişesi olarak da aşağı yukarı bu gibi tepkiler ile karşılaşmak olası. Sonrasındaysa, sert delikanlı rolünün anladığım gibi bir rol kesme olmadığını açıklayan sebebi de zorlama gelmemişti. Oğlanın etrafını saran, konuya hakim(!) yetişkinlerce yaratılmış atmosferde ortaya çıkabilecek en doğal sonuç buydu diye düşündüm. Conor'un düşünüş ve hareketleri sahici gelmişti.

-Yetişkinlerin, herşey yolunda/yoluna girecek tavırlarında, anlayışçılık veya iyilikçilik oyunu oynaması.

Kitaptaki bu tavırlar sadece Conor'a değil, bana bile sıkıntı verdi. Çocukken, yetişkinlerin sorunları sizden saklamak için yaptığı şirinlik oyunları malumunuz. Büyüyünce, aynı şeyi biz de az çok yapıyoruz tabii. Kitapta yaşanan bu türden bir an, doğallığı içerisinde, kitaba dair hemen hemen her şeyi özetliyor: Anne'nin, Conor'a moral vermek için sarılırken, Conor'un sorusu karşısında bir şeyler saklamak istermişcesine kollarını oğlunun üzerinden çekip bedenine kavuşturması. Vücut dili, günlük hayatımızda bilinçsizce (ya da amaca göre bilinçlice) kullandığımız iletişim araçlarından biri. Annenin de, evladını koruma çabasıyla gerçekleştirdiği içgüdüsel hareketler olağan. Lakin annenin bilmediği, Conor'un etrafını saran, herşey yolunda maskesi altına saklanmış şüphe ve endişe davranışlarının oğlanın hayatını cehenneme çevirdiğidir. Ve Conor'un çilesini yaratan davranışlar, bir kez de, istemeden Conor'a çile çektirten hareketlerin dolaylı olarak sebebi olan annece gerçekleştirilir.

Kaplan Kaplan (Yıldızlar Hedefim): Kötü zamanlar geçirmiş Robin Wednesbury'nin, halinden anlayarak yapılan yardım teklifi sonucu zihninden taşan (tek yönlü telepat olur kendisi) minnettarlık anı.

 Zor durumlarda kalınca hiç beklenmedik anda birinin imdadınıza yetişmesinde, şahsına hissedilebilecek en doğal duyguları, en katıksız ve en masum haliyle hissedip aklından geçiriyor Robin. Herkesin en azından bir defa, bir başkası için tecrübe etmiş olabileceği minnettarlık anlarından bu.

Yüzüklerin Efendisi Kralın Dönüşü: Frodo ve Sam'in giderek azalan elf peksimetine paralel olarak yaşananların yarattığı sıkıntılar.

Elf peksimetinin bayatlamasından, azalmasına; varlığı veya yokluğunun yarattığı durum ve sonuçlar, aklımda daha çok yer etmiş. Tabii olayın elf peksimeti ile doğrudan ilişkisi yok. Özlem duyulan güzel anıları barındıran geçmişi, o an yaşanan yoksunluk ve sıkıntıyı, ilerisinde yaşanabilecek çaresizliği aynı anda tecrübe etmemi sağlaması açısından elf peksimetinin temsili durumundan bahsediyorum. Elf peksimeti, güzel günleri içinde barındıran yadigar gibi. Azar azar bittikçe temsil ettiği umut azalırken, kum saati misali, bitiminde neler olacağının sıkıntısını taşıyordu. Saçma geldiğinin farkındayım. Gene de basit erzak sıkıntının bende yarattığı gerilim ve çaresizlik hissi, orta dünyayı tecrübe edilir derecede gerçekçil bir hale sokmuştu gözümde.

İçeriden Ölmek: David'in kardeşinin, David'in yeteneğini yavaş yavaş kaybetmesine memnun olması.

Bir başkasının başarısızlık veya yetersizliğinden çıkarı olmasa bile memnun olan insanlar vardır. Karşı tarafın, bu kişilerin kendilerinde olmayan itibar, saygınlık veya becerileri gözlerine batar. Hayali bir maçta kendilerinden önde olunduğunu düşünürler. Bu kindarlık, kendisine en ufak bir yararı dokunmamasına rağmen karşı tarafın hatası ile hayali müsabakada durumu eşitlediklerini düşünerek keyfe dalmalarıyla son bulur. David'in kardeşinin tavrı, gerçek hayatta da sık sık karşılaşılan cinsten. Kitaba anlam katan bir ayrıntı ayrıca.

Yıldız Gemisi Askerleri: Rico'nun takım için yapılmasını istediği değişikliğin istediği şekilde kabul edilmemesi ile yaşadığı rahatsızlık.

Delikanlılığa istinaden kavgaya davet ederek ikna etmeye çalıştığı rakibince yenilir. Yenildikten sonra, ikna etmeye çalıştığı rakibi tarafından önerisinin kabul edilmesi Rico'nun gururunu incitir. Bunun neresi senin için kitaba sahicilik katıyor diyebilirsiniz. İstediği olduğu halde yok yere dert etmiş işte! Evet, dikkatimi çeken de bu aslında. Kitap boyunca, en ufak hata ve yetersizlikte, başarısız ve değersiz olma tehlikesi ile yüzyüze gelen bir askerin yenilerek (aşağılanarak) amacına ulaşması, elbette içine dert olur. Erkeklik gururunun incinmesinden bahsediyoruz burada. Kavgada yenilmenin verdiği asap bozukluğunu da ekleyince işin daha da kırıcılaşması söz konusu bir de. Örneklendirmem yetersiz kaçacak. Gene de deniyeyim: Takımını zafere ulaştıracak sayıyı elde ederek yıldız olmaya çabalarken, takım arkadaşınızın bu hedefe ulaşmasıyla hayal kırıklığına uğramak gibi. Üstüne dayak yemesi eksik, o kadar.

Yaşlı Adamın Savaşı:

-Yaşlı adamımızın, aynı yastığa başkoyduğu eşinin mizah anlayışını benimseyerek mizah yapması.

Şimdi kabul edelim. Aile fertleri birbiri arasında tartışma yaşayıp, farklı insanlar olduklarını ifade ederler. Dışarıdan bakan gözlemciler ise aile fertlerinin huylarını nasıl da birbirlerinden kaptıklarını dile getirir bazen. Uzun süre aynı ortamlarda yaşayınca insanın etkileşimde olduğu çevresindekiler ile benzeşmesi şaşırtıcı değil. Aralarında daha özel ilişkiler bulunan insanlarda da huyun huya çektiği oluyor haliyle. Yaşlı Adamın Savaşı'nda, vefat eden eşten gelme mizah anlayışı, bizim ihtiyarın eşine duyduğu sevgiyi doğrudan dile getirmesinden daha inandırıcı geldi. Babalık büyük aşk yaşamış mıdır bilmem de, eşiyle birlikteyken mutlu olduğu kesindir diye düşündüm.

-Kaybedilen eşin son sözünün, günlük rutinine bağlı sıradan bir konuyla alakadar olması.

Hayat. Biteceğini biliyoruz. Ne zaman ve nasıl olacağını değil. Son, insanın kendisini düşünmezken hayata devam ettiği sırada ekrana çıkıveriyor. Yaşlı adamımızın buna kahrolması da biraz da bundan olsa gerek. Şu anda yapılanı istemeden yarım bırakırken, gelecekte yapılacak işler listesini hatırlatıyor birinin gitmesi. Peşinen anlamsız keşkeleri de beraberinde getiriyor. Minik olsa da kitabın geneline hakim "hayat (evren) işte, ne olacağı ve senin ne yapabileceğin kestirilemez," mantığına ön hazırlık sağladığından önemliydi bence.

29
Liman Kütüphanesi / Harikalar Kitabı - Jeff Vandermeer
« : 07 Ağustos 2016, 20:15:26 »


Adı: Harikalar Kitabı (Yaratıcı Yazarlık için Hayalgücü Yüksek Resimli Bir Klavuz)
İngilizce Adı: WonderBook
Yazar: Jeff Vandermeer
Yayın Yılı: 2013
Türkiye Yayın Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 350
Yayınevi: Alfa
Çevirmen: Ali Atakay
Editör: Kardelen Ayhan - Ceren Nuhoğlu
Tasarım Uygulama: Yavuz Karakaş

Tanıtım:

     Jeff Vandermeer'in önderliğinde, kurmaca yaratıklarının kol gezdiği diyarlara hoş geldiniz. İlginç mi ilginç, tuhaf mı tuhaf, birbirine benzeyip de benzemez olan canlılar ile karşılaşacaksınız. Onlara ve dünyalarına, Vandermeer ve yanındaki uzman ekipçe hazırlanan, görseller ile desteklenmiş klavuz ile aşina olacaksınız. Klavuzumuz, bilinen kurmaca canlılarının yaşamlarını ve hayat döngülerini aktarırken, aynı zamanda, keşfedilememiş kurmaca canlıları bulmak isteyenler için de keşif rehberi mahiyetinde.
     Başlangıç ve orta düzey kurmaca canlıları araştırmacıları için nitelik ve incelik barındıran bir başvuru kaynağı, Harikalar Kitabı.

Yorumum:

      Kurmacanın ele avuca sığmazlığının bilinciyle hareket ediyor, Harikalar Kitabı. Yaratıcı yazarlık için sabit kurallardan bahsetmek yerine, iyi bir kurmaca için nelere gereksinim duyulabileceği üzerinden giderek, yazar ve yazar adaylarının kendi yollarını bulmalarında önayak olma çabasında. Renkliliği ve her sayfada bambaşka bir şeyle karşılayan yapısı itibariyle, canlıya benzettiği kurmaca gibi davranıyor -kitabın başından itibaren zihninizde kıvılcımlar oluşmaya başlıyor. Kullanıma göre iyi veya kötü sonuçlar verebilecek kurmaca elementlerindeki olağan ve olağandışılıktan aynı anda bahsediliyor. Böylece, kurmaca yapıtaşlarının ihtiva ettikleri esneklik ve bu esneklik sayesinde gerçekleştirilebilecek farklı kurmacalara nasıl kapı aralanabileceği dillendiriliyor bir yandan.

     Tüm olasılıkların gözönünde alınmasını salık vererek, okurun zihin dünyasını genişletmeyi amaçlayan yazarımız yardım da almakta tabi. Onaltı ismin bölümlere serpiştirilmiş görüşler, zaten tek düze olmamaya gayret gösteren konu akışında daha farklı noktalara dikkat çekilmesini sağlıyorlar. Her biri ilgili bölüme dair farklı bakış açıları kazanmanızı sağlayacak bu yazıların tek hoşuma gitmeyen kısmı; ana metni dikkatle takip ederken, metni yarıda kesecek yapıda yerleştirilmeleri oldu. Ben, bölümü bitirdikten sonra ara yazıları okumayı tercih ettim. Okuduklarımı kavrayabilmek açısından bu daha iyi oldu benim için. Konuk yazarların elinden çıkma ara yazıların içerikleri nasıl derseniz, ilk okumada dikkatimi çekenleri sayayım sizlere: Le Guin'in, okuyucu ve eleştirmenlerin yarattıkları "bu eserin mesajı ne acaba" sorusu ile oluşan girdabı konu edindiği "Mesajlar Hakkında Mesaj"; Desirina Boskovich'den, Kara Kule serisi ve Bulut Atlası kitaplarının sonlarını açıklayarak "son" kavramının hikaye bütüncüllüğü ve okura verdiği tatmin açısından ne kadar önemli olduğunu aktardığı, "Sonların Zorluğu"; Micheal Cisco'nun, Joseph Campbell'ın, kimi sinema ve kitaplarda değişmez kanun gibi uygulanan kahraman monomitinin izlenebilecek tek yol olmadığını gösteren (ki Karakter Kurma bölümünde, Campbell'ın sistemindeki kısıtlayıcı kök ve bakış açısından çok kısa olsa da bahsedilmekte) kendi karakter döngüsü, "Sıfırın Tekrarı"; Catherynne Valente'ten herkesin bildiğini düşündüğümüz şeyler üstüne anlatılanlar üzerinden pekte bilinmeyenin anlatılabileceği fikrini aşılayan, "Herkesin Bildiği"; Joe Abercrombie kitabı Kahramanlar'ın haritası üzerinden, yeri geldi mi coğrafyanın kurmacada ne kadar güçlü ve değerli bir unsur olabileceğini aktardığı, "Anlatıda Haritanın Rolü: Kahramanlar"; Lew Grossman'ın, kendi kaleminden çıkan eseri sağlıklı şekilde değerlendirip, son haline kavuşturabilmek için yapılabilecekleri örnekler ile (Zadie Smith'in kendi kitabını düzeltmek için gerekli ruh halinin ne zaman kazanılabileceğine dair sözü içimi burktu) bahsettiği, "Gözden Geçirme Üzerine Düşünceler"; Karen Joy Fowler'ın yetersiz hikayeler ile çıktığı yolculuğunda yanlışlarının kökenini keşfettiği, "Kendi Yolunu Bulmak" oldu.

     Kitabın aktardıklarıyla, bölüm ile alakalı kendi örneklerimi karşılaştırınca, benim gibi yaratıcı yazarlık konusunda bilgisiz biri için dopdolu ve az buçuk anladığımı sandığım konuların kapsayabildiği farklı alanlar açısından aydınlatıcı oldu. Başlangıçlar ve Sonlar bölümünde; bir hikayenin sadece başlangıç ve sonu dikkate alınarak, verilmek istenen bilgi, duygu ve vuruculuğun, nasıl ve ne şekilde değişebileceği az ve öz şekilde ortaya konuluyor. Anlatı Tasarımı bölümünde; bilindik olay örgüsü şemalarındaki yükseliş ve düşüş noktaları üzerinde oynama yaparak hikaye nabzının nasıl değiştirilebileceğini öğrenmek, kafamda o an ampül yaktı: Aksiyon filmlerinde sıkça karşılaştığımız, son bölümde, kahraman(lar)ın kazanırken kaybeder gibi olup ardından ansızın kazanan olarak mutlu sona ulaşmalarının grafiği gözlerimin önüne geldi. Aynı bölümün Yapı altbaşlığında, hikaye aktarımında saklanıp ortaya serilenlere göre, etkileyici ve hikayeye uygun düşen yapıların üretilebileceği, bir hikayenin hazır değil ihtiyaç duyduğu yapıya gereksinim duyduğunu göstermiş oldu bana. Karakter Kurma bölümünde, ana karakter ya da yan karakter olsun, kurmaca içinde aktarılış tarzına göre yüklendiği enerji türevinin hikayenin tamamına etki ettiğini ve kurgu karakterin kurgu dünya ile olan organik bağı belirgin hale geldi. Dünya İnşası bölümünde; fantastik veya bilimkurgu evrenin okur için kabul edilebilirlik kazanmasını nelerin sağladığı ve doğru kullanılırlar ise başka yerde hatalı gelebilecek yöntemlerin bu amaca nasıl hizmet edebileceklerini keşfederken, bende ikinci bir ampül daha yandı: Bu bölümü okurken, Yüzüklerin Efendisi dünyasını bana sahici kıldıranın, hüküm yüzüğünün ebadına ters oranda idrak edilmesi zor bir güce ve aynı oranda gizem ve kaos barındırmasına şaşırmamdan mı kaynaklandığını düşündüm o an. Ki kitabın dünyasını benim için sahici kılan diğer unsurlar, bunun zıddı özelliktelerdi. Gollum/Smeagol'un tutku-nefret çekişmesi, yüzüğün bende yarattığı bilinmezliğe tezat, az çok bilinir/tanınır durumlar olmasından ötürü, kitabın dünyasını gözümde derinleştirmişti. Küçük bir ayrıntı olarak kahramanlarımızın açlığı ile paralelce anılan lembası da, orta dünyayı zihnimde nefes alıyor kılan ayrıntılar listeme eklemek gerek. Neyse. Geleyim atölye kısmına. Son bölümdeki, LARP* ve Yazarlık'ta, kısıtlı bilgi üzerinden kurmacanın hayat bulması; Oyunlar ve Hikaye Anlatıcılığı'nda ise, rol yapma oyunu yapısını kullanarak, kurmaca yaratma yöntemi mevcut. Bu ikisi, kendi kurgularını oluşturmakta yöntemler arayanların çözüm yelpazesine yenilerini ekler gibime geliyor. Atölye kısmında George R.R. Martin ile yapılan ropörtaj, kitabın bu bölüme kadarki bilgi yığınına oranla biraz hafif geldi. Tabi Martin'in kurmacada kesme konusunda bahsettikleri gibi ayrıntılar, üzerinde durulması gereken noktalardan. Ben hafif dedim diye içerdiği ayrıntıları geçmemek gerek.

     Sonuç itibari ile niteliğinden elimden geldiğince bahsetmeye çalıştığım Harikalar Kitabı; zihninizde şimşekler çaktırmayı hedeflemiş. Üzerinde farklı görüşlerin döndüğü kurmaca alemine dair dikkat edilmesi gerekenlerden bahsederken, yazma süreci içerisinde, kendine has hikayelere can verilmesi için teşvikte bulunuyor. Ve tam da amaç edindiği şeye dönüşüyor.

     Elbette, Harikalar Kitabı'nda geçenlerin pek çoğu kendini kurmaca oluşturmaya veya onu incelemeye vakfetmişler için uzun zamandır biliniyorlardır zaten. Kitabın beni etkilemesinin sebebi, okur olarak kurguda beni iten veya çeken şeyleri sezinleyipte, belli bir şekil şemalde tanımlayamanın verdiği rahatsızlığın sisini bir nebze de olsa dağıtabilmesi oldu.

     Kurmacanın nasıl ve ne gibi olasılıklarda işleyebileceğini merak edenlerimize fikir vermesi açısından, Harikalar Kitabı hoş bir başvuru kaynağı.

*LARP (Live Action Role Play): Canlandırmalı Rol Yapma Oyunu.

30
Liman Kütüphanesi / Kitapla Hayal Etmek - Elanie Scarry
« : 30 Temmuz 2016, 22:19:45 »

Adı: Kitapla Hayal Etmek
İngilizce Adı: Dreaming by the Book
Yazarı: Elanie Scarry
Yayınevi: Metis Kitap
Çevirmen: Bülent O. Doğan
Sayfa Sayısı: 248

Tanıtım:

     Kitaplar, sadece kelimeler vasıtası ile mekanlar, insanlar ve o an okurun aklına gelmemiş türlü imgeyi oluşturup onlara, konum, derinlik ve katılık vererek, sahiden varmışçasına zihinde canlandırma kudretine sahipler. Bu harkulade ilizyonu oluşturmada ise her zaman ki gibi yazar, kelimeler ve okur arasında resmiyete dökülmemiş am hep varolagelmiş, tarafları belli yükümlülükler altına sokan kurallar var. Elanie Scarry'de bu yöntem-kuralların beşini, zihnin kandırılmasının en tatlı halini ve tatlılık sebepleriyle birlikte ortaya seriyor.

Yorum:

     Desenli gece lambasından yansıyan figürün aldığı şekiller, bir odayı duvarları sayesinde hayal etmemize nasıl yardımcı olur? "Parlayan kılıçlar" denince, aklımızda neden eylem halinde savaşçılar gelir? "Giderek irileşen gölge" tanımında, neden yaklaşan birinin imgesi oluşur birden? Okurken, farkında olmadan zihnimizde cisimleştirme ve onlara belli ölçüde hareket(e) katma eylemleri birbiri ardına oluşup yok olur. Adının hakkını veren bir araştırmanın ürünü olan Kitapla Hayal Etmek'te, farketmeden gerçekleştirdiğimiz bu işin perde arkasına bakabilme fırsatı yakalıyoruz. Üç ana bölümün ilkinde, kitapların bize gönderdikleri üstü örtülü talimatlar ile zihnimizin kabullenmeye nasıl hazırlandığını ve kurgu dahilindeki herşeyin nasıl yüzey, doku ve derinlik kazandığı açıklanıyor. İkinci kısımda, zihnimizde hep oralardaymışçasına algılamamız emredilen imgelerin nasıl hareket ettirildiğine geçiyoruz. En basitinden zoruna doğru beş yöntemden bahsediliyor; ışık yakma, seyreltme, ekleme ve çıkarma, germe-katlama-eğme ve en son olarak çiçekli varsayım. Üçüncü ve son bölüm de, ilk iki bölümden edindiğimiz bilgiler ışığında, yaşanan sürecin nasıl devam ettirildiğini açıklamaya koyuluyor. Kitap boyunca, kelimelerin yarattığı ilizyonu keşfe dalarken, zihnimizin dünyayı algılama mekanizmaları hakkında da fikir sahibi oluyoruz.
     Bu konularda meraklı olanlar için aydınlatıcı bir inceleme Kitapla Hayal Etmek.

Sayfa: 1 [2] 3