Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Ayhüznü

Sayfa: 1 [2]
16
6 Ağustos 2016 tarihine aittir.


Zamanı, mekanı, karakterleri meçhul bir iç savaş ortamında yaşamak kavgası veren küçük insanların başından geçenleri anlatmayı planladığım ''Fare Kapanından Öyküler'' adlı hikaye dizimin ilk denemesi olsun bu da.

Yüzbaşının İnancı / Bölüm-1

‘’…
Dört yüz adam, alçakça ihanete uğradık,
Sırtımızı yasladıklarımız koy verdi bizi
Biz dört yüz adam, birlikte sessizce ağladık
Közlendi ve kül oldu kalbimizin içi.’’


Yüzbaşı iç çekerek şarkısını sonlandırdı. İki asker, binanın üçüncü katında - yıkık duvarların ardına sinmiş şekilde beyhude nöbet tutmaktaydı. Zira son düşman birliği de kasabadan ayrılalı bir hafta oluyordu. 2. Mekanize Piyade Tugayı’nın Keşif Bölüğü’nden geriye sadece dokuz adam kalmıştı. Cephane sıkıntısı baş göstermeye başladığında birliğin yarısı geri çekilmiş, kalan yarısının da büyük kısmı öldürülmüştü. Yüzbaşı ve sekiz emir eri ise yoğun çapraz ateş altında kaldıklarından ötürü çekilme görevinde muvaffak olamayıp bu binanın yıkıntılarına sığınmıştı. Bir hafta geçmişti aradan. Kumanyalarındaki tüm yiyecekleri tüketmişlerdi. İki gündür açlıkla boğuşuyor, kalan son sigaralarıyla tokluk hissi uyandırmaya çalışıyorlardı. Ağızlarında ucuz devlet tütünün acı tadı, yüreklerinde ise pusuya yatmış bir korku vardı.

‘’Evde olmak isterdim Yüzbaşım. Evime gidip konumunu en beğendiğim koltuğa gömülerek kafama sıkayım desem, artık ev dediğim yer bile ülkemin sınırları içinde değil. ‘Eğer ölürsen ordunu asla affetmem.’ demişti bana Yüzbaşım. Eğer ölürsem ordumu affetme asla, diye yanıtlamıştım. Herkes bilir ki, mağlupları kimse mülteci olarak istemez ve her iç savaşta kapanır komşuların tel örgülü sınır kapıları ardı ardına.’’
Yüzbaşı acı acı gülümsedi. ‘’Eğer demek istediğin birliğe tekrar katılmanın bir yolunu aramak yerine sınır dışına kaçmaksa bunu aklından çıkar, asker. Bizler korkak güruhtan değiliz.’’

Sol yüzük parmağındaki gümüş halkayı çevirdi yavaşça. ‘’Sevgilin bizi affetmeyecek. Umarım yanılırım, umarım yaşarsın ve yaşarız; lâkin bu ihtimal düşük bir ihtimal beyler. Kabullenmeniz sizi ölüme hazırlamakta yardımcı olacaktır.’’ Sigarasından bir nefes çekerek devam etti: ‘’Benim de geride bıraktığım bir kadınım var. Hafifmeşrep, şuh bir hanımdı. Eminim kendine başka bir erkek bulmuştur bile. Mağlupları kimse mülteci olarak istemez, sevgili olarak da istemez esasında. Yenilenleri hiç kimse istemez.’’

Onbaşı, kalıplı vücuduyla orantılı olarak sert, asabi bir adamdı. Sıkılı yumruğunu havada sallayarak söze karıştı: ‘’Daha yenilmiş sayılmayız komutanım! Cephanemiz tükendi mi? Hayır. Silah mı bıraktık? Hayır. Öldük mü, hayır. Bir askeri ancak başka bir asker öldürebilir. Müttefik ya da hasım.’’

Yüzbaşı emri altındaki erlerin cesaretlerini, inanç ve sadakatlerini takdir ederdi. ‘’Bu durumda gerçekçi mi olacaksın yoksa iflah olmaz bir idealist mi, buna karar ver Onbaşım. Dediklerinde hata payı yok, ama doğruluk payı da yok. Stratejik tepelerde konuşlanan 3. 4. Ve 5. Top Taburlarının beyaz bayrak çektiklerini, 1. ve 2. Piyade Taburlarının ise hemen hemen taraf değiştirdiğini biliyoruz. Ordu içindeki kliğin gücü giderek artıyor. Tuğgeneralin kimden taraf olduğu da muamma, zira iki aydır haber alamıyoruz. Artık emir komuta zincirinin en büyük halkası ortada yok. Eğer ben Binbaşıya, sizler de bana uyuyorsanız bu sadece hayatta kalmamızı sağlamak içindir.’’

Onbaşı bir cevap veremeyerek sustu. Zira gerçeğin o da farkındaydı. Olan bitenden haberi vardı. ‘’Peki, ne zaman harekete geçiyoruz?’’

Yüzbaşı bir haftalık kirli sakalını sıvazladı: ‘’Bu gece karanlığında yahut şafak vakti kızıllığında, tam karar verememiştim ama artık biliyorum: ‘’Tan vaktinden hemen önce yola çıkacağız.’’

Çift sıra hâlinde yürüyordu neferler. En önde Yüzbaşı, bir eli tabancasının kabzasında, molozlara takılmamaya gayret ederek ilerliyordu. Yön tayin etmiş, kafasında kurduğu plana göre Tugaya ulaşmak için üç günlük bir yol haritası oluşturmuştu. Tabii cunta emrindeki silah arkadaşları onlardan hükümete bağlı birliklerinin direnişini kırmamışsa bir Tugay bulacaklardı karşılarında. Eğer o direniş çoktan çökertilmişse… O cephe düşmüşse… Düşünmek istemiyordu bu ihtimali. Etrafta çıt çıkmıyordu. Botların taşlara çarparak çıkardığı ses hariç, ne bir kuş cıvıltısı ne rüzgârın fısıltısı ne de tetik sesi duyuluyordu.

Onbaşı cebinden çıkardığı paketten bir dal sigara çekti ve dudaklarına sürdü. Çakmağını çıkarmıştı ki elinin sertçe kavranmasıyla birlikte yere düşürdü. ‘’Bu da ne ol-‘’ ‘’Sessiz ol! Bir kıvılcımla bile yüz metre uzaktan bizi avlamak için fırsat kollayan gözcüler olabilir.’’ Onbaşı, devresinin ikazını haklı buldu. Yaptığından mahcup, sigarasını yere attı. Saatlerdir yürüyorlardı, gökyüzü çoktan aydınlanmış öğleye az bir zaman zaman kalmıştı. Yüzbaşı açlığın da tesiriyle bir ara başının dönmesiyle birlikte yere bıraktı kendini. Sırt üstü uzanıp dumanların üzerine çöreklendiği kasabanın ayakta kalmış yüksek yapılarına baktı. Askerler bir an için bocalasa da onlar da kimisi yere uzandı kimisi ise miğferini çıkarıp koluna asarak tetikte, etrafı gözlemeye koyuldu.

‘’Siz de oturun, bize saldıracak olan çoktan üzerimize mermi yağdırmıştı bile. Keyiflenmeye bakın beyler, beni de üst rütbeli, emirlerine koşulsuz uyacağınız bir herif olarak da görmeyin artık. Sadece yaşamak, sevdiklerimize kavuşmak için bir şans varsa o şansı zorlamak adına birbirimize destek olacağız. Bu savaş artık başkalarının değil, bizim savaşımız. Bizimle birlikte bir var oluş mücadelesi aynı zamanda.’’
___

Görsel Unsere Mütter Unsere Vater adlı üç bölümlük, 2. Dünya Savaşı'nın Almanların perspektifinden işlendiği kısa bir diziye ait.


17
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıpkısa Kulübü
« : 31 Mayıs 2017, 04:28:40 »
Vııın... Pat! Çatırt! Güüm! Düüüt... Düüüt...

Sanırım bir açıklama yapmak gerekli, hah? Araba ilerliyor, bir 'şeye' çarpıyor, ön cam tuzla buz oluyor, çarptığı her ne ise kaputun üzerine düşüyor, sürücü başını direksiyona vuruyor ve kornanın üzerine yığılıyor.


18
Düşler Limanı / Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« : 31 Mayıs 2017, 00:21:24 »
Bölüm – 3 / Savaşan Bir Savaş Muhabiri

  Sınıf farkından daha büyük farklar da var hayatta. Toplumsal düzlemde sınıflar arası dikey geçiş için gayret sarf edilerek aşılacak sınıf farkı; çözümü azme, çalışkanlığa ve birtakım yapılması mübah olan hilelere dayanan alelade bir problemdir. Üzerinde fazlaca beyin fırtınası yapmaya gerek yok. Peki, sınıf farkından daha büyük farklar var demiştim, ne gibi? Benim, ‘’sınıflardan, benlikten, bencillikten sıyrılmış ve ayaktakımının koruyucu azizliğini yapan ihtilalci bir şövalye olmak’’ ideam ile o’nun tasavvur ettiği ‘’sade, çağcıl ve romantik yaşantı’’ gibi… Ha, o düşlediğine er geç sahip olacaktır – hem de bu coğrafyada doğup büyüdüğü hâlde, buna katiyetle inanıyorum. Ben ise…

*

  Herkes bilir ki orduda sigara demek; mahsulünü asgari fiyattan devlete satmaya gönülsüz razı olmuş çiftçilerin sövgüleriyle beraber işledikleri tütün demektir. Kumanyasında tütünü dağılmamış olanlar, gece karanlığında mevkilerini hasımlarına belli etmemek için yanmış cesetlerin üzerine eğilerek sigaralarını yakıyorlardı. Ben de öyle yaptım ve Yüzbaşı’nın çoktan kora dönmüş cansız bedeninin yaydığı ısıyla sigaramı yaktım, ardından izbe bir köşeye -bir tank iskeletinin arkasına- sığınarak tüttürmeye başladım. Plan başarısız olmuştu. Karargâhta bir hain vardı, hem de subayların arasında, bizi o ele vermişti. Dönek subay, şifreli bir telgraf çekerken yakalanmıştı, anlaşılan ihanet etmekte acemiydi. Kurt sürüsündeki çakal, Dokuzuncu Mıntıka’nın içtima alanında kurşuna dizilirken kumandanımız öfkeden köpürmüştü. Yine de harekât iptal olunmamış, saldırı emri verilmişti. İşte sonuç meydandaydı: Savaş meydanında. Kaybetmiştik.

  Boynumda asılı duran fotoğraf makinesi ile şimdiye kadar birkaç poz çekebilmiştim. İlki, hain subayın infaz anına aitti. [Bir hainin gözyaşları…] İkincisi, mekanize piyade tümeninin harp alanına intikal ederkenki görüntüsü idi. [Şanlı desteğin gelişi…] Üçüncüsünü ise gazetede yayınlamayacaklarına emindim, zira düşman askerlerinin esir aldıkları bir silah arkadaşımızı suratlarında iğrenç bir gülümseme ile öldürdükleri o dehşetengiz manzaranın fotoğrafıydı. [Böyle öldük…] Makinenin zaman ayarını kurdum ve flaşını kapatarak makineyi tam karşıma koydum. Beş saniye, dört saniye, üç saniye… Başımı sağa, hâlâ silah seslerinin yükseldiği tarafa çevirdim. İki saniye… Elimi ağzıma götürdüm ve sigaramdan derin bir nefes çektim. Bir saniye… Objektife baktım. Çıkırt! Dördüncü fotoğraf: ‘’Savaşan bir savaş muhabiri…’’ Ordu bünyesinde çıkarılacak olan Postalların Haşmeti adlı gazetede ilk sayfada tam boy yayınlanacak olan fotoğraf böylece ortaya çıkmıştı.
*
  …savaş bittiğinde bir gelişme kat edebilirdim. Başka bir kadına abayı yakar, Postalların Haşmeti adlı gazeteyi savaş sonrası devletten devralarak militarist yayın çizgisinde devam ettirip köşeyi dönebilirdim.

  Sınıf farkını sorguladığım, geleceğe yönelik öncül girişimlerde bulunduğum –yani planlar yaptığım-, gazeteye yazacağım ilk haberi düşündüğüm zaman dilimi sadece bir sigaranın küllükte tek başına kalıp da tükendiği vakit kadardı. Bunu saymıştım: Hepi topu, dört dakika. Dört dakikalığına görevime ara vermiştim. Neden sonra tüfeğimi kaptım ve benimle birlikte bu fare kapanında kısılı kalmış iki yoldaşıma şöyle bir göz atarak ateş hattına fırladım. Ölümün yakamozlar doğrayan o pes sesi, düşman mitralyözlerinden çıkarak beni Tanrı’dan çaldığı cehennemine çağırıyordu. Tabanlarım kıçıma vura vura ondan kaçtım. Bu bölgeyi terk etmem ve Dokuzuncu Mıntıka’nın istihkâm siperlerine geri dönmem gerekiyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmıştım işte: İsabetli olduğunu düşündüğüm yaklaşık otuz atış, hunharca harcadığım iki şarjör, çekebildiğim dört poz…



Efendim, bu bölüm biraz kısa oldu gibi sanki... Farkındayım, ancak bir sonraki bölümün daha uzun olacağının teminatını veriyorum.

19
Tartışma Platformu / Ynt: Hangi kitabı, Neden seviyoruz?
« : 30 Mayıs 2017, 23:36:23 »
 Bari ben de, Elric serisinden Ruh Hırsızı kitabını neden çok sevdiğimi açıklayayım. Öncelikle belirtmek isterim ki, burada insanların bir kitabı niçin sevdiklerini anlatırken kullandığı cümlelerden daha öznel bir nedene sahibim. Yani, ''akıcı'' - ''kurgusu sağlam'' - ''dili mükemmel'' - ''karakterleri oturmuş'' gibi değerlendirmelerden uzakta bir sebebim var.
 
 Kendimi bildim bileli psikolojik sorunlarla boğuşan bir bireyim. Obsesif-kompülsif rahatsızlığım zaman içerisinde türlü şekillerde nüksetti. Şu an içinde bulunduğum sallantılı ruh hâlinde de büyük bir ''suçluluk psikolojisi'' hakim zihnime. Eh, suçluluk ve melankoli dimağımı ele geçirmişken Elric okuyup da kendimi o kahramanla özdeşleştirmemem elbette olanaksızdı. Elric de benim gibi suçluluğun yükünü taşıyan, melankolik, hayatı sorgulayan, kendini içinde bulunduğu çağa ait hissetmeyen bir ''sürgün''. Düşünüyorum da... Belki de Elric nasıl büyülü rün kılıcı Fırtınayaratan'a bağımlı ise ben de ''yazmaya'' bağımlıyım. Ancak Elric, Fırtınayaratan'dan nefret ederken ben ''yazabilme yeteneğimden'' nefret ettiğimi hatırlamıyorum. Yahut tekrar sorguladım da yazmaktan türlü sebeplerden ötürü ben de nefret etmiştim. Zaten halihazırda hemen her şey kaleme alınmış, hem de türlü biçimlerle yazılmışken özgün olarak neyi anlatabilirim ki, diye düşünerek küçük çaplı bunalımlara girmiştim. Şimdi içimden bir ses şöyle diyor:

''Anlat - çoktan anlatılmış olanları. Onların nasıl anlattıklarından istifade ederek de anlat. Önünde sonunda bir farklılık yakalayacaksın.''

20
Elric hakkında konuşmak gerekirse, ilk okuduğum zamanı hatırlıyorum: Zaten yeterince karamsarlığa yatkın bir ruh hâli içerisindeyim, bir de kendimi bu kasvetten uzaklaştırmak için sığındığım kitaplarda da mı bu bedbin hâli sürdüreceğim; diye sormuştum. Elric'in bir anti-kahraman oluşu beni rahatsız etmişti. Romantik biri olarak şövalye ruhlu kahramanları daha çok sevdiğimi itiraf etmeliyim. Ancak öyküler ilerledikçe ve nihayetinde Elric'in birbirinden bağımsız gözüken hikâyelerinin yerini Kaos ve Düzen arasındaki savaş teması alınca fikrim değişti. Elbette Elric de değişti. Kitap üzerine bir inceleme yazma niyetindeyim. Bakalım...  :fight:

21
Düşler Limanı / Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« : 30 Mayıs 2017, 02:31:57 »
Öykümü okuduğunuz ve yorumlama lütfunda bulunduğunuz için teşekkür ederim. Evet, şiiri de kendim yazdım. Hatta şöyle bir gizli detay var: Şiirin her dörtlüğünün ilk ve son dizelerinin baş harfleri yan yana getirildiğinde bir isim ortaya çıkıyor. Vakti evvelinde kendisine şiir yazdığım bir hanımın adı. :)

22
Düşler Limanı / Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« : 29 Mayıs 2017, 23:53:58 »
  Bölüm - 2 / 9. Mıntıka

  Karargâha ulaştığım zaman elbette sıcak bir karşılama beklemiyordum. Sonuç olarak komutası altına girdiğim kumandanın emirlerine tabi rütbesiz bir er idim. Benim gibi binlercesi daha trenlere doldurulmuş, Güney Cephesi Hattına getirilmişti. Askerî tabipler, tuğbaylar, apoletlerinde bilmediğim işaretlere sahip kıdemliler; hepsi bir koşuşturmaca içerisindeydiler. Bir ay öncesine dek ordudaki mevcut eratın sayısı yeterli gözükmekteydi. Sonrasında ise savaş, çıtasını yükseltmiş ve artık içine mesleği askerlik olmayan halk tabakasını da katmıştı. Savaşın kucağına pike yapan bir uçak misali atılmadan evvel dergilerde ve gazetelerde yazarlık yaparak geçimimi sağlıyordum. Bu işin getirisi azdı ve geleceği de pek parlak değildi, ancak stressiz bir işti – severek yaptığım bir meslekti. Zaten küçüklüğümden beri ama iyi ama kötü yazıyordum.

  Birkaç haftalık temel eğitimin ardından gelmiştim buraya. Dolayısıyla fazla sıra beklemeden adıma zimmetli üniformamı ve silahımı alarak bir inzibat çavuşunun eşliğinde yüzbaşının makamına götürüldüm. Katlanır-açılır bir sandalyeye oturmam işaret edildiğinde hiç ses etmeden usulca oturdum. Sırtımda üniformam yoktu, ancak bir asker sayılırdım ve askeri selam vermem icap ederdi. Fakat muhatabımın işi başından aşkın oluşundan ötürü bu eyleme fırsat bulamamıştım. Yüzbaşı, arkasında asılı olan haritayı neredeyse kapatacak denli iri cüsseli bir adamdı. Yüzbaşının sol elinde eldiven olduğu hâlde sağ eli çıplak ve mürekkep lekeleri olduğunu tahmin ettiğim lekelerle kaplıydı. Önünde açık bulunan koca deftere birtakım notlar alıyordu. Kurulu bir telsiz hemen sağ dirseğinin dibinde duruyor, telsizden yükselen ve birbirine karışan cızırtılı sesler çadırın içini dolduruyordu. İki-üç dakika konuşmadan bekledik. Başını notlardan kaldırıp gerinerek gözlerini benimkilere dikti. ‘’Sen C. olmalısın. Öyle ya, seni getiren çavuşa başkentten kalkan 17.05 treni ile gelecek Ulusun Onuru Gazetesi yazarlarından Sayın C.’yi karşımda istiyorum, demiştim.’’ Başımı yukarı aşağı sallayarak onayladığımı bildirdim. ‘’Evet, efendim, ben C.’nin ta kendisiyim.’’ Bir müddet beni süzdü. Silahımı çadırın girişindeki nöbetçiye teslim ettiğim hâlde üniformam koltuğumun altında duruyordu. ‘’Âlâ. Buradan çıktıktan sonra hemen hazırlan. Ondan önce ise biraz laflayalım. Ulusun Onuru Gazetesinde son yayınlanan makaleden haberin var mı? Hem de ilk sayfada büyük puntolarla duyurulmuş.’’ Haberim yoktu. ‘’Aslına bakarsanız buraya gelmeden önce, gazetenin genel yayın yönetmenine istifamı sunmuştum. Tazminatımı almış -ki tazminatımın dörtte üçlük kısmı devletin hesabına aktarılmıştı- ve zihinsel olarak kendimi savaşa hazırlıyordum.’’ Yüzbaşının suratına yayılan gülümseme bu durumdan hoşnut olduğunu gösteriyordu. ‘’Güzel.’’ Son heceyi uzatarak söylemişti. ‘’Güzel, zira bahsettiğim makale savaş karşıtı propagandalara kulak verir nitelikteydi. Sanki keyfimizden harp ilan etmişiz de, efendim, aslında buna gerek yokmuş da! Deli gevelemesi işte… Her neyse, konumuza dönelim. O gazetenin bünyesinde yer almaman senin için hayırlı olmuş. Savaş Bakanımız o haberi görünce öfkeden köpürmüş ve tüm gazete çalışanlarının ordudan uzak tutulmasına karar vermiş. Bizim de ordunun içinde gazetecilik yapacak, ancak bir savaş muhabiri gibi davranmayacak – tarafsız kalmayacak ve gerektiğinde çatışacak elemanlara ihtiyacımız var. Biliyorum, ikinci sınıf bir gazeteci sayılıyorsun, zira bana göre medyada ön plana çıkmayan her gazeteci-muhabir ikinci sınıftır, bunu değiştirmek ister misin?’’ İkinci sınıfmış… Üstüm olduğundan dolayı itiraz edemedim. ‘’Emredersiniz yüzbaşım!’’ Nereden bilebilirdim ki hayatımın değişeceğini… Şayet bilseydim, verdiğim kararın üzerinde beş dakika da olsa düşünürdüm muhakkak. Oysa ben hiç vakit kaybetmeden cevap vermiştim. Vazifenin detaylarını öğrenince şevklenmiştim; çünkü ordunun gazetesinde başmuhabir olacaktım!

***

Gün boyu sağa sola koşuşturup birkaç ayak işini yetiştirmeye çalıştıktan sonra gece vakti yatakhaneye vardığımda kafamı yastığa koyduğum gibi uyumuşum.

  Koğuşa dalan askerlerin çıkardığı ses ile gözlerimi açtım. Postalların rap rap’ları koridoru inletiyordu. Neler olduğunu bilememenin verdiği şaşkınlıkla doğruldum. İsmini dün öğrendiğim subaylardan teki öne çıkarak o gür sesiyle hemen içtima için hazır olmamızı emretti. Kamuflajımın üstünü kafamdan geçirmiştim ki yeri titreten bir sesle alçak uçuş yaptığını tahmin ettiğim bir uçak hızla binanın üzerinden geçti. Pantolonumu giyip postallarımı ayağıma geçirir geçirmez koşarak dışarı fırladım. Karargâh ayaktaydı. Acaba ne için hazır ol’da idik… Sebebi neydi bu hareketliliğin? Cephedeki ikinci günümde kanaat getirdim ki, savaşın seyrini; yıllanmış askerler, ileriyi görebilen zeki rütbesizler ve ancak kocamış komutanlar bilebilir. Gerisi ise eldeki sağlam olmayan verilerle çürük hipotezler kurabilir.

 Olağan dışı bir canlılık göze çarpıyordu. Bilinmezlikten vuku bulan korku, korkuyu harlatan heyecan, heyecanın kösteklediği düzen... Nizamı bozulmuş bölükler, başka birliklere kaynamış erler… Dokuzuncu Mıntıkanın hâli vahimdi. Neden sonra öğrendik ki bir kuvvet komutanı mıntıkamızı ziyarete gelmiş. Tabii biz tecrübesiz, yeni yetme, alelade askerler ise savaşa gidiyoruz sanmıştık! Ne büyük aldanış ama... Oysa kuvvet komutanını ağırlayıp da yolcu eder etmez tekrar içtimaya geçtik. Beklenen emir açıklanmıştı: Yarın 9. Mıntıkanın iki bölüğü –bir tanesi demem gerekli mi bilmem amma benim bağlı olduğum bölüktü- vur kaç taktiği ile hasmın öncü birliklerini yoracak; sıradaki aşamada ise mekanize piyade tümeni çatışma mevkine intikal ederek düşmanın gözcülüğünü yapmakta olan bölükleri imha edecekti.

  Gün boyu kumandanlarımız planın ve uygulanacak taktiğin detayları üzerine kafa yorarken bizler de talim yaptık. Gece iki sularında yataklarımızda idik. Gün ağarırken ise dünkü heyecanla meydanda toplandık. Artık yola çıkmak için sabırsızlanıyorduk.


23
Düşler Limanı / Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« : 29 Mayıs 2017, 23:10:54 »
Bölüm - 1 / Peron 76

  Eğer ölürsen ordunu asla affetmem, demişti bana. Âşıkların dile getireceği türden bu sitemi dostluğuna yormuştum. Şahsıma ayıracak birkaç saati olduğundan ötürü beni uğurlamaya gelmişti. Daha iyi sohbet edebilmek için bir pastanede oturduk. Harp ilan edildikten sonra birçok müessese devletin tekeline geçmişti. Kalan birkaç özel işletme ise sattıkları ürünlerin fiyatını arttırmış, sundukları hizmeti pahalılaştırmıştı. Her ne kadar kendisi hesabı ödemek istediyse de ona fırsat tanımamış, iki dilim pasta ve bir sürahi limonataya cebimdeki paranın yarısını yatırmıştım. Biraz hoşbeş ettik. Savaşın nedenleri, istikbalimiz, yurdumuzun durumu, kısmet olursa en yakın ne zaman döneceğim hakkında konuştuk. Gözlerinin içine bakmaya gayret ediyordum.  Sorusuna muzipçe bir sırıtışla cevap verdim: Eğer ölürsem ordumu asla affetme, kabulümdür. Böyle olmayabilirdi, diye düşünüyordum aynı zamanda. Ordumun onurunu, cephede cansiperane bir şekilde korumak yerine şatafatlı balolarda üzerimde üniforma ve kolumda seninle birlikte yüceltebilirdim. Bittabi bunu dile getiremedim. Pek açık sözlü biri değildim.   Asıl ayrılık acısını bir hafta sonra, sevgilisini cepheye uğurlarken yaşayacağına eminim. Benden bir hafta sonra cepheye nakledilecek olan sevgilisi, üst düzey bürokrat ahbaplarının yardımıyla kaçınılmaz çağrıyı anca bir hafta geciktirebilmişti. Ben, onların hikâyesinin anlatıldığı belgeselde bir görünüp bir kaybolan tanığın tekiydim sadece. Benim rolüm burada bitiyordu. Yardımcı erkek oyuncu, kompartıman penceresinden kendisine seslenen muvazzaf subayın çağrısına uyarak trene binecek; tren hareket edecek; gözden kaybolacak ve de ekran kararacak. İşte rolümü oynadığım son sahne bu olacaktı. Babamdan yadigâr kalan ve ikinci babam saydığım Saatçi Usta’nın tamir ettiği cep saatini çıkardım ve kaçı kaç geçtiğine baktım. Trenin kalkış saati sevk için gelen askerlere evvelden bildirilmişti. Daha yarım saatim vardı. Limonatadan bir yudum aldım, en verimli şekilde harcamak istiyordum kısıtlı zamanımızı. Dostlarını, eşlerini, kardeşlerini, oğullarını savaşa uğurlayan insan kalabalığı dört bir yanımızı sarmıştı.

 ‘’Beni yolcu etmek için geldiğini o biliyor mu?’’ Ağzımda safra tadı kadar acı bir hâl almış olan soruyu nihayet dile getirebilmiştim. Gözlüğünü çıkardı, katladı ve masanın üstüne koydu. ‘’Bilmiyor olsaydı burada olmazdım.’’ İçimde ayandon fırtınası misali kabaran ani öfke dalgasını dindirmek için bir müddet nefsimle cebelleşip dilimi ısırdım. Huzursuzca yerimde kıpırdandım. Saatime tekrar bir göz attım. Sıkıntımı fark etmiş olacak ki: ‘’Daha oturalım. Hem bakayım… Evet, daha yirmi beş dakikamız var.’’ Konuşurken elime dokunmuştu. Beden dilinde bu tür hareketler iletişim hâlindeyken karşınızdakinin dikkatini kendinizde odaklamak amacıyla yapılırdı, ben ise bundan başka manalar çıkaracak denli karşılıksız bir aşkın pençesinde lime lime olmaktaydım. Gardaki emir erlerinden biri megafon aracılığıyla sesini duyurmaya çabalıyordu: ‘’Saat 17:05 treni ile Güney Cephesi Karargahına teslim olmaya gidecek askerlerin dikkatine! Herkes Peron 76’da toplansın. Refakatçiler perona alınmayacaktır. Tekrar ediyorum…’’ Sokrates’in baldıran zehrini içmeden önce yakınlarına hitaben sarf ettiği o ünlü cümleleri mırıldandım: ‘’Ayrılık vakti geldi çattı. Ben ölmeye, sizler ise yaşamaya. Hangisinin daha makbul olduğunu yalnızca Tanrı bilebilir.’’ Ayağa kalktım. Elimi ceketimin iç cebine sokarak özenle katlanmış bir kâğıdı ona uzattım. Usulca aldı ve açıp içeriğine bakmadan kâğıdı çantasına yerleştirdi. Sarıldık. Ben tren garına doğru yollanırken o arkamdan el sallıyordu. Ona verdiğim kâğıtta ne yazdığını henüz bilmiyordu, lâkin ben biliyordum:

Nergislerin öbeklendiği o küçük, şirin tepede bekle.
Cennet kucağında topla bütün güzel kokulu çiçekleri
O zaman antik kalıntılar dirilir birden höyüklerinde
İsmi muğlak tanrıçaların sana yansır şuh güzellikleri.

Lilith'den miras kalmış olan asilliğin ve letafetin
Talmud'da lanetle anılmış olsa da iman etmem ona.
Sen ki Tanrı katından azledilmiş bir kadının eşisin
Ünün yayılmış Aden'in vadilerinden tüm cihana.

Fakat ne çare zalimce kırılırsa şayet kalemim
Hüküm verirlerse Sokrat'a olduğu gibi hakkımda
Kim anlatırdı yoksa nergislerle nilüferlerin
En hakiki kardeş olduklarını bu şiirce sana?

Rezenelerin doldurduğu o yeşim bahçelerinin
Ne de güzel olur kokusunu içine çekebilmek.
Hatıratından çıkarma, farkına var söylediklerimin
Metruk topraklarda bir onurdur isminle yaşayabilmek.


Sayfa: 1 [2]