Kayıt Ol

Farax

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Farax
« : 18 Nisan 2011, 19:18:49 »
                                                             


                                                              Farax


Kuzguni yaratık gökyüzünde kanatlarını açmış, tiz bir çığlıkla zerafetini, gücünü ve saygınlığını kanıtlamaya çalışıyordu adeta. Kanatlarını açabildiğine açtığı zaman, yuvarlak ve büyük bir cisim gibi görünüyordu. İlk başlarda çok büyük bir kartal sanılsa da, o aslında bir kartaldan çok daha fazlasıydı. Gökyüzünün tanrısı bile denebilirdi ona. Ya da bir tanrı olamasa bile, bir kuş da değildi işte. Fazlasıydı. Çok daha fazlasıydı.

Ne yetişkin bir ejderha kadar büyük ne de yetişkin bir kartal kadar küçüktü. Görüntüsü de ne bir kartala, ne bir ejderhaya benzemiyordu. Onun adı Erokles’di.


***

“Bu da nedir?” diye sordu Joshua, masmavi gözbebekleri daha da büyümüş bir halde. Jordan vadisini Yuk dağına bağlayan patikanın üzerinde, ritmik bir hıza ulaşmış yürüyüşünü durdurarak, gökyüzünde süzülen garip yaratığa büyülenmiş bir halde bakakaldı. Siyah düz saçları, meltemin etkisiyle bir sağa bir sola savruluyordu. Ve genç oğlan, uzunca bir süre boyunca gökyüzündeki yaratıktan gözlerini alamadı. Hava çok sıcaktı. Beyaz bir atlet giyiyordu ve içinden gelse pantolonunu da çıkarıp vadinin yürüyerek geride bıraktığı bomboş, kurumuş ve neredeyse çöle dönecek olan toprağı üzerinde bırakıp yoluna devam edecekti. Fakat burası her ne kadar sakin ve bomboş görünse de, her an bir yabancı ile karşılaşabilirdi ve böyle bir durumda üzerinde sadece iç çamaşırları olması hiç de hoş olmazdı.

Havada süzülen şey, gözden kaybolana kadar ona öylece seyre dalan Joshua, sonunda yaratık Joshua’nın da tırmanmakta olduğu dağın ardında kaybolduğunda, kendine geldi. Ardından, yanındaki dostuna bakabildi. Görünen o ki, dostu da yaratığı tüm o süre boyunca izlemişti.

“Beos?” dedi Joshua. “Beos o da neydi? Atalarından biri mi yoksa?”

Beos kırmızı tüylerini kabartarak sahibine baktı. Hiçbir fikri olmadığını söylercesine kafasını sallayarak; güzel, tiz bir ses çıkardı. Tüm vücudu bir köpeğinkini andıran tüylerle kaplıydı, ama onunkiler kızıl renkteydi. Ayakları çok uzundu. Kuyruğu alevden yapılma uzun bir dokunaca benziyordu ve sinir bozucu derecede şirin bir yaratıktı. Yüzünde hep bir mutluluk ifadesi vardı. Üzüldüğünü pek görmezdiniz, ama üzüldüğünde yüzünün aldığı o ifade sizi o kadar etkileyebilirdi ki, ona herşeyden daha çok acıyabilirdiniz. Hafif çekik yanakları, neredeyse belli olmayacak kadar küçük bir burnu ve üzerindeki tüm kızıl renklerle büyük bir tezat oluşturan mavi gözleri vardı. O bir Beos’du. Boyu neredeyse On yedi yaşındaki sahibi kadardı ve inanılmaz bir varlıktı.

Joshua, kolundaki ince, kırmızı yara izine baktı. Yaptığı şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu bir kere daha hatırlayarak, Beos’a iyi davranması gerektiğini artık benimsemişti. Ama bunu anlayabilmesi için neredeyse kolundan oluyordu.

“Demek sen de bilmiyorsun, ha dostum?” dedi. “O halde yürümeye devam etmeliyiz. Varacağımız yere bir an önce varmak istiyorum.”

Aslında bilmiyordu ki, varacakları yer, şu an çıkmakta olduğu dağın ardındaydı. Suyu bitmişti, çok az ekmeği kalmıştı ve ekmek de küflüydü zaten. Öleceğine neredeyse emindi. Fakat yine de direniyordu. Şimdi vazgeçemezdi.

Güneşin yakıcılığı, Güneş tam tepeye ulaştığından artık sabredilemez bir boyuta varmıştı. Bir an geldi, cehenneme gittiğini bile düşündü Joshua. Ama dağın zirvesine ulaşıp, dağın ardını görmeden ölmek de istemiyordu. Belki dağın ardı, varması gereken yerdi. Belki de sonunda Jairi şehrine ulaşıyordu.

Her ne kadar başaramayacağını düşünmüşse de; Joshua zirveye ulaştı. Eğer Beos onu sırtında taşısaydı üç gün önce buraya varmış olurlardı. Ama her ne kadar Joshua Beos’a yalvarsa da; Beos Joshua’yı taşımamıştı. Ve burada söylemeyeceğim tüm diğer zorluklara rağmen, varacakları son zirveye vardılar sonunda. Az önce bir çölde olduğunu anımsayan Joshua, çöle hiç de benzemeyen bir yer görünce şok geçirmiş gibi oldu. Az ileride bir deniz, denizin gerisinde bir liman, limanın da gerisinde muazzam bir şehir. Binalar, çok büyük binalar, telefon kulübeleri, sokaklarda yürüyen insanlar, kafeler, yemekhaneler gördü. Ve daha da geride bir park…

Joshua başta tüm bunların bir serap olduğunu düşünmüşse de, Beos’un yüzündeki sevinci fark etmesiyle bunların gerçek olduğunu anladı. Her şey bitmişti! Ya da yeni mi başlıyordu? Bunu o da bilmiyordu. Ama hiçbir şey patikayı hızla inip şehre doğru koşmasına engel olamadı. O ve Beos, bilinmeyene doğru hızla yaklaşıyordu.

***

“Efendi Jao! Dışarıda sizi görmek isteyen biri var efendim! Tüm şehirde sizin adınızı sormuş. Guvadin şehrinden geliyormuş sanırım.”

Efendi Jao, Jairi şehrinin en iyi, tüm Dünya’nın ise en ünlü faraxlarındandı. Her yıl birkaç öğrenci kendisine yollanır, her yıl birkaç öğrenci ise tarafından mezun edilirdi. Tabi bu öğrencileri çalıştırması karşılığında ufak bir maaş alıyordu. Kahverengi kıvırcık saçları uzundu ve onları siyah bir maşa ile bağlar, varlıklarından da gurur duyardı. Ela renk gözleri, sivri bir yüzü ve zayıf bir bedeni vardı. En fazla kırklı yaşlarda gösteriyordu.

Öğrencileri ile sınıfta sohbet ettiği bir anda, kapı bile çalmadan içeri girip konuşmasını bölen son sınıf öğrencisi Cersar’a kötü bir bakış atan usta Jao, sakin bir sesle:

“Gördüğün gibi yeni gelen öğrencilerimle konuşuyorum; Cersar” dedi.

Cersar gözlüklü, aşırı kilolu olmasa da şişman denilebilecek bir tipti. Kısa saçları açık kahverengi hatta kumsala kaçan bir renkteydi ve gülüp eğlenmeyi çok severdi. İki senedir efendi Jao onu eğitiyordu ama buna rağmen okulun en berbat ‘farax’ adayı idi. Bu kez telaşlı bir hali vardı.

“Ama efendim!” diye itiraz etti Cersar. “yanında bir yavru Beos var!” hızlı konuşuyordu.

Efendi Jao, hala daha oldukça sakin görünüyordu. Elinde tuttuğu bir tomar kağıdı tahta masanın üzerine koyarak; kapı eşiğinde duran Cersar’a baktı.

“Şakaların artık can sıkıyor Cersar. Madem böyle bir şaka yapacaktın, destekli bir yaratık adı söyleseydin bari. Örneğin bir Ferini... Bilirsin Feriniler küçük yaratıklardır ve doğada sık sık bulunur. On senedir bana gönderilen hiçbir Farax’ın bir beosu yoktu.”

Farax, ‘yaratık eğitimcisi’ anlamına gelen bir kelimedir. Hemen hemen herkesin bir yaratığı bulunur, ama herkes Farax olmaz. Faraxlar, yaratıkları ile zihinsel olarak bağ kurabilir ve her yıl sadece birkaç genç öğrenci bu güce sahip olabilir. Bu güce sahip olanlar da, daha deneyimli faraxlar tarafından eğitilir. Bu gücün nereden geldiği ise bilinmemektedir.

“Doğruyu söylüyorum. Gelin ve gözlerinizle görün!” dedi Cersar.

Efendi Jao, tahta sandelyesinden kalktı. Zaten odada tahta bir sandalye, tahta bir masa ve yere oturup onu dinleyen bir gurup öğrenci dışında bir şey yoktu. Öğrencilerine döndü ve “burada bekleyin” dedi “hemen döneceğim.” Sonra Cersar’ın yanına gelerek elini onun omzuna attı ve “Beni ona götür” dedi. “On beş senelik eğitici hayatımda hiçbir öğrencime tokat atmadım, ama yalan söylüyorsan, bırak tokat atmayı, seni öldürürüm Cersar. Draghnit’imin seni pençeleri ile ezmesine izin veririm.”

***

Joshua uzun bir süredir dışarıda, Efendi Jao’yu bekliyordu. Şehre gelir gelmez ne yemek, ne su düşünmeden her tarafta onun adını sormuştu. Beosu gören çoğu insan, cevap bile vermeden kaçmış, sonunda farax olduğunu iddia eden şişman ve salak bir tip ona, onu Efendi Jao’ya götürebileceğini söylemişti. Joshua da ona inanmıştı tabi ki. Nede olsa bu şişman tipin yanında bir Gutranm vardı. Şimdi hata mı etti diye düşünüyordu.

İşte bu tip düşüncelere dalmışken, içeriden şişman oğlanın ve orta yaşlarda bir adamın çıktığını gördü. Adam kolunu şişman gencin omzuna dayamış, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Şişman oğlan, eliyle Joshua’yı gösterdi. Orta yaşlı adam kafasını oğlanın gösterdiği yere doğru döndü ve anında şok olmuş bir ifade ile duraksadı. Elini şişman oğlanın omzundan indirdi ve koşar adımlarla Joshua’ya doğru yaklaştı. Tam da Joshua’nın önünde durdu ve “Lanet olsun!” dedi. “Lanet olsun! Bu gerçekten de bir beos!”

Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Borealis113

  • *
  • 46
  • Rom: 1
  • ...Not with a bang but with a whimper...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Farax
« Yanıtla #1 : 19 Nisan 2011, 23:54:52 »
Güzel olmuş, yeni bi maceraya başlıyoruz anlaşılan :D ellerine sağlık. (uzun saçlarından gurur duyan bir adam, hımmm sevdiiim :D)
Hep denedin, hep yenildin, olsun, gene dene, gene yenil, daha iyi yenil!  ~SAMUEL BECKETT~

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Farax
« Yanıtla #2 : 26 Nisan 2011, 22:37:17 »
     

Gökyüzünde yeniden bir şey belirdi. Ama bu kez gökyüzünde beliren şey, bilinmedik bir şey değildi. Hayır, hayır; onu herkes tanıdı. O bir Draghnitdi.

Şok içinde beosa bakmaya devam eden efendi Jao, belki beosu görmesi için Draghnitini de çağırmıştı. Ya da Cersar böyle düşünüyordu. Draghnit, Cersar’ın bugüne kadar gördüğü en büyük yaratıktı ve ondan hep korkardı. Onun küçücük gutranm’ını ve bu kocaman draghniti kıyasladığında, aradaki fark çok büyüktü. “Neden?” diye düşünmeden edemedi. “Acaba neden Draghnit gibi büyük bir yaratık değil de, küçük yuvarlak bir gutranm seçti beni?” Bu düşünceler arasında o da Gutranm’ını çağırdı. Buradaki herkes yaratıklarıyla birlikteydi. Kendini yalnız hissetmek istemiyordu.

“Gutranm, beni bul” diyerek Gutranm’ın beyninin içindeki kendi bilincine seslendi. Bu esrarengiz “zihnen konuşma” olayı nasıl olabiliyordu, o da bilmiyordu.

Efendi Jao, hala daha yüzündeki sersemlemiş ifadeden kurtulamadığından ve şok içinde olduğundan yeni öğrencisine seslenemedi bile. Bu durumdan canı sıkılan Joshua; bir şey söylemedi, ama morali bozulmuştu tabi ki.

Draghnit yere indiğinde, yer sarsıldı sanki. Beos ona tavana bakıyor gibi bakmak zorunda kaldı. Zavallı yavru, yetişkin haline geldiğinde ondan bile büyük olabileceğini hiç bilmiyordu. Kafasını kaldırdı ve ona dik dik bakarak minik bir duman çıkardı ağzından. Oysa yetişkin bir nar ağacından bile büyük olan Draghnit, sadece dişlerini göstermekle yetindi.

Son olarak Gutranm belirdi orada. O ise çocukluk dönemini geçmiş olmasına rağmen Beosun yarısı kadardı ancak. Minik bir ses çıkardı. Köpek havlaması gibiydi. Yeşil bir bedeni ve daha açık yeşillikte bir kafası vardı. Kırmızı iri gözleri korkutucu görünüyordu. Sırtındaki minik kambur; aslında ona bahşedilmiş sert bir korunma kabuğuydu. 4 ayağında da iri pençeler vardı ve oldukça yükseğe sıçrayabilen, ağır bir yaratıktı.

Efendi Jao, incelediği beosun gerçekten de bir beos olduğuna kanaat getirip, fiziksel özelliklerini kendi aklında analiz ettikten sonra; sonunda Joshua’ya bakıp sessizliğini bozmak üzere konuşmaya başladı. “Selam genç dostum” dedi. “Bu benim draghnitim. Ben efendi Jao’yum. Beni mi arıyordun?”

“Evet efendim!” diye cevap verdi Joshua heyecanla. “Bir Draghnitiniz mi var?” dedi “Ne hoş…”

Beos hızla Joshua’ya kafasını dönüp sinirli bir bakış attı. Sonra tiz bir ses çıkardı ve yüzünü tekrar Draghnite döndü. Kıskandığı çok belliydi.

“Sinirli bir Beos kadar, bu Dünya'da korkulacak pek bir şey yoktur. İyi ki henüz bir yavru.” dedi efendi Jao ve Joshua’ya döndü. “Kolundaki ince yanık izi de nedir?”

“Şey, usta…” diye cevap verdi Joshua. “bana kuyruğu ile vurmuştu. Biliyorsunuz, kuyruğu alev olduğu için benim ko…”

Usta Jao derin düşüncelerinden tamamen soyutlanarak Joshua’nın sözünü kesti. “Bu tip yaratıkları kendine alıştırman zordur. Çok normal bir şey bu yaşadığın. Hiç üzülme. O daha bir yavru.” dedi.

“Geciktiğim için özür dilerim. Beni taşımayı istemedi ve…”

“O daha bir yavru…” diye tekrarlayarak Joshua’nın sözünü tekrar kesti Jao. “İstese de taşıyamaz henüz.” Aslında Jao; devamlı insanların sözünü keserdi. Bir cümlenin devamını anladığında bir de dönüp o cümleyi duymanın gereksiz olduğunu düşünüyordu. “Ben de tam yeni gelen öteki öğrencilerle minik bir konuşma yapıyordum. Bize katılmaya ne dersin?”

“Olur” dedi Joshua heyecanla. “Başka Faraxlar da görmek çok eğlenceli olacak”

“Güzel. Fakat şimdilik yaratıklarımız başka bir yerde olacaklar.”

“Ne gibi?” diye sordu Joshua.

“Bizler içeride tanışıyorken, yaratıklarımız da arka bahçede birbirleriyle tanışıyorlar. Tabi ki Draghnit’in gözcülüğünde bunu yapıyorlar, yoksa bir gurup amatör yaratığı bahçeye salmak gibi bir hata yaparsam, tüm ağaçlarım mahvolur.”

   ***

Joshua her şeyin ahşaptan yapıldığı garip bir odaya girdi. Aslında tüm ev ahşaptı. Sanki eski Japon kültürüne duyulan garip bir hayranlıkla inşa edilmiş gibiydi. Joshua modern cihazların – Telefon, televizyon ve internet gibi -  olup olmadığını merak etti. Onlar olmadan her şey eksikmiş gibiydi sanki. Oysa yatak odalarında bu teknolojik cihazların hepsinin bulunduğunu sonradan öğrenecekti.

Jao, Joshua da diğer öğrencilerin yanına oturunca, konuşmasına devam edebilecek olmanın mutluluğu içinde, minik bir hoş geldiniz konuşması yaptı. Ardından Farax olmanın önemi ve amacından bahsetti. Öğrencilere tek tek hangi canavarın sahibi olduğunu ve onları nasıl bulduklarını sordu.

En garip hikaye kendi Raklfa’sını göl kenarında soğuktan titrerken bulan Josh’un hikayesiydi.

“Raklfa’lar çok nazik yaratıklardır. Yetişkin bir Raklfa güçlü buz saldırıları yapabilir. Bu tip soğuğa dayanıklı bir yaratığın nasıl bu denli hasta olduğunu çok merak ettim şimdi.” dedi Jao

“Bana öteki Raklfa’lar tarafından dışlandığını, çünkü öteki Raklfa’lardan daha güçsüz olduğunu söylemişti. Öteki Raklfa’lar onu buz saldırısıyla uzaklaştırmış olmalı” diye cevap verdi Josh.

“Bu çok acıklı bir hikayeymiş Josh” dedi Jao. “Ama senin Raklfa’n hiç de güçsüz değil. Sadece kendine güveni yok anladığım kadarıyla. Onu eğiteceğiz. Raklfa gibi oldukça nadir ve güzel yaratıkların güçsüz olabilmesi neredeyse imkansız.”

Raklfa’lar, göllerde ve soğuk denizlerde yaşarlar ama suyun renginden bariz bir farklılığa sahip olarak, koyu kırmızı renktedirler. Yetişkinliğe ulaştıklarında 3 metreyi aşkın bir boyda olabilirler. Karada da, denizde de oldukça hızlıdırlar ve ‘buz saldırısı’ adı verilen bir saldırıyla etraflarındaki suyu çekerek buz oluşturma ve bu buzu düşmanlarının üzerine kesici bir biçimde fırlatma gibi bir yetenekleri vardır. Çok nadir bulunurlar. Efendi Jao ilk kez bir Farax’ın Raklfa ile birleştiğini görüyordu. Bu onun için ilginç bir deneyim olabilirdi.

Joshua da beos’u nasıl bulduğunu anlattı. Ormanda odun ararken karşısına çıkmış ve Joshua’yı çok korkutmuştu. Ama beos dilini çıkarıp Joshua’yı yalamaya başlayınca, Joshua beos’un onu incitmeyeceğini anlamış ve kendisini yalamasına izin vermişti. Eve döneceği zaman da beos onun peşinden ayrılmamış ve onunla gelmek için çok ısrar etmişti. Beos her ne kadar Joshua’yı çok sevse de bazen ona karşı çok kaba olabiliyordu. Jao bu hikayeyi de dinledi ve kaderin var olduğuna inanmadan edemedi. Bu güne kadar öğretmenliğini yaptığı her Farax, yaratığını tesadüfen bulmuştu. – Bu da ironik bir durumdu tabi. Her öğrenci tek tek konuştuktan sonra;

“Şimdi size kalacağınız yeri göstereyim” dedi Jao. “Hepiniz aynı odada kalacaksınız. Ama siz dokuz genç oğlan için bile oldukça büyük bir oda. Sizden daha önce gelen her Faraxa da yaptığım gibi, aynı sene gelen öğrencileri hep aynı odaya alırım. Size bir Farax olmayı ben öğreteceğim belki ama sizler birbirinize daha önemli bir şeyi öğreteceksiniz: Dostluğu, arkadaşlığı, birlikte hareket etmeyi, birbirinize saygı duymayı, hatta kıskançlık ve üzüntüyü. Ama en çok da mutluluğu tabi ki.” ve kapıya doğru yöneldi. Öğrenciler de oturdukları yerden kalkıp onu izlemeye koyuldu.

   ***

Arka binaya giderken, bu okulun o kadar da küçük olmadığını gördüler. Okul üç ana bölümden oluşuyordu. Az önce çıktıkları yer, aslında minik bir evdi ama evin arka tarafında Yemekhanenin olduğu bir başka bina, öğrencilerin yatakhanelerinin olduğu bir başka bina ve yaratıkların kaldığı ayrı bir bina vardı. Bu üç binanın ortasındaki açıklıkta ise Faraxlar ve yaratıkları eğitim görüyordu. Yatakhanelerin olduğu binaya girerlerken, Faraxlar yaratıklarını işte bu açıklıkta gördüler. Yuvarlak bir çember oluşturmuşlar, bir şekilde iletişim kurmuş, bir şeyler konuşuyor gibiydiler. Her birinin sesi ve kükremesi bir birinden ayırt edici derecede farklıyken onlar birbirlerini kolayca anlıyor gibiydi.

Yatakhane gerçekten de dokuz kişi için bile büyüktü. Duşun olduğu arka kapı, kapının girişinde bir minik telefon, sağ tarafta dizilmiş iki katlı beş yatak ve tam karşılarında koltuklar. Bir de büyük LCD ekran bir televizyon vardı tabi ki. Birkaç bilgisayar ise tam da sol taraflarında duruyordu.

“İnternet var mı?” diye sordu Josh gülümseyerek

“Tabi ki var.” dedi Jao. “Ama kullanmak için fırsatınız olacağını sanmıyorum. Ben eski öğrencilerime konuşmaya gidiyorum. Bu arada siz de yerleşin, tanışın, konuşun. Saat tam 7de yemekhanede görüşelim."

Joshua, hayatının bir daha eskisi gibi olmayacağını ve tehlikeli bir iş yapmakta olduğunu biliyordu. Çok uykusuzdu ve yorgundu da. Josh’dan onu saat 6da uyandırmasını rica ederek bulduğu ilk yatağa uzandı. Uyumadan önce düşündüğü son şey ise, annesiydi. “Acaba annem beni özlüyor mudur?”
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Farax
« Yanıtla #3 : 01 Mayıs 2011, 00:22:27 »
       

Josh, bu tehlikeli macerada olmayı hiç istememişti. Bir sene boyunca bir Farax olduğunu, yani kendi Raklfasıyla zihnen bağlı olduğunu ailesinden ve tüm arkadaşlarından gizlemişti. Raklfa ile hiçbir zihinsel bağı olmadığını söylüyordu. Farax olmanın tehlikelerinden haberdardı. Faraxlardan bilinmeyen bölgeye gidip, yeni yaratıkları incelemeleri istendiğini ve bu görevde çoğu Farax’ın öldüğünü çok iyi biliyordu. Oysa o bir yaratık gözlemlerken ölmeyi değil, her zaman hayal kurduğu gibi bir matematik öğretmeni olup yaşamayı istiyordu. Bu hayali, Farax olduğu öğrenilince yıkıldı.

Üç senelik Farax eğitimi için gönderildiği bu saçma sapan yerde, dışlanacağını çok iyi biliyordu. Çünkü öteki Faraxlar onu kıskanacaktı. Bir Raklfaya sahip olmak onu ‘özel’ değil, dışlanmış yapıyordu. Diğer her Farax, gutranm, ferini veya halbore gibi basit yaratıklara sahipken, onun bir Raklfa ile zihnen birleşmesi hiç de mantıklı değildi. Ama hiç ummadığı bir şey daha olmuştu: Şu yeni gelen çocuğun bir Beos’u vardı. Onu anlayabilecek, ona arkadaş olabilecek biriydi belki de. Ne de olsa, onun da özel bir yaratığı vardı. Belki ötekiler tarafından dışlanacaklardı ama birbirlerine destek olabilirlerdi. Ya da o böyle düşünüyordu.

Ve şimdi o çocuk uyuyordu! “Kim bilir buraya gelene kadar ne zorluklar çekti de bu kadar yoruldu?” diye düşünmeden edemedi. Diğer herkes bu neşeli(?) günde birbirleriyle konuşup, sevincini paylaşırken, Joshua’nın uyumasının ve kendisinin de bir kenara oturup tüm bunları düşünmesinin ne kadar ironik olduğunu fark etti. Üstelik dertlerini paylaşabileceği tek dostu, yani Raklfa, dışarıda öteki yaratıklarla birlikteydi. “Acaba o da öteki yaratıklar tarafından dışlanıyor mudur?” diye düşündü. Tabi Raklfanın öğretmeni Draghnit de hiç kuşkusuz özeldi ve böyle bir şeyin olmasına izin vermez diye düşünerek kendini avuttu. Zaten dışlamak, insanlara özgü bir yargıydı. Şu anda onunla zihnen bağlanıp konuşmayı istemiyordu. Raklfa öteki yaratıklarla konuşurken onunla zihinsel bağlantı kurmak, onun aklını meşgul etmek dışında bir şey yapmazdı herhalde.

Neyse ki zaman erkenden 6 oldu ve Joshua’yı uyandırdı.

   ***

Joshua uyandığında çok afalladı. İlk birkaç saniye nerede olduğunu ve neden burada olduğunu hatırlayamadı. Ama hemen ardından nerede olduğunu anımsayarak yatakta doğruldu ve kendisini uyandıran Josh’a teşekkür etti. Hemen hemen herkes, yabancı bir yere yatıya gittiğinde, uyanınca nerede olduğunu anımsamakta bir – iki saniyelik bir sıkıntı yaşar. Joshua da bu duyguyu hayatında ilk kez yaşamış oluyordu.

Yine de bu birkaç saatlik uyku ona yeterli gelmemişti. O kadar yorgun hissediyordu ki karanlık bir odaya yatıp iki hafta uyuyabilirdi. Ama tabi ki şartlar bunu engelliyordu.

Joshua, Josh kadar ince düşünemediği için aklında hemen Beosu yokladı.

“Beos?”

“Efendim Joshua?”

“Neredesin?”

“Ağaçlarla çevrili saçma bir yuvarlak alandayız. Draghnit’in zırvalıklarını dinliyordum.”

“Zırvalık mı? Böyle düşünmemelisin.”

“Yine bana öğüt vermeye mi çalışıyorsun Joshua? Neden buradayız sanki…”

“Ben de sıcacık yatağımda uyumak isterdim beos ama başka seçeneğimiz yok.”

“Açım. Ve bu gereksiz ağaçlar görsel bozukluk yaratıyor. Zaten ailemin beni ağaçlarla dolu saçma bir ormana bırakması yetmiyormuş gibi, bana o olayı anımsatan bu saçma ağaçlar her yerdeler!”

“Ailenin seni ormana bırakmasında ağaçların bir suçu olduğunu sanmıyorum beos. Tam tersine ailenin seni yalnız bırakmasına rağmen ben ve ağaçlar seni asla bırakmadık. Bunu bilmen gerekirdi.”

“Konuyu nerden nereye getirdiğimize bak. Neredesiniz siz?”

“Nemli ve ter kokan garip bir yatakhanede. Öteki Faraxlar da buradalar.”

“O öteki Faraxlara söyle, birleştikleri yaratıklar aşırı aptal. Sanki ben onlardan değilmişim gibi davranıyorlar. Sinirlerimi bozarlarsa olacaklara karışmıyorum bak.”

“Onların seni dışlaması çok da önemli mi beos? Onlar sen yokmuş gibi davranıyorlarsa, sen de onlar yokmuş gibi davranacaksın. Buraya onlar için gelmedik. Ben varım bunu unutma. Belli ki kıskanıyorlar. Zamanla sana ısınırlar. Belki senden korkuyorlardır?”

“Her neyse Joshua. Draghnit’i dinleyemiyorum. Gerçi son iki saattir söyledikleri de dinlemeye değer şeyler değildi ama…”

“Peki…”

Ve Joshua zihnini beosun zihninden geri çekti.

   ***

Joshua eski model çevirmeli telefonun yanındaki sandalyeye oturdu. O uyuyorken herkes ailelerini arayıp onlara iyi olduklarının haberini vermiş, onları sevindirmişti. Şimdi sıra Joshua’daydı.

“Dikkatli ol, Joshua” dedi Josh.

“Ne için?” diye yanıtladı Joshua.

“Çünkü her ay bu telefondan yapılan görüşmeleri ailemize fatura olarak gönderiyorlar. Tabi ki herkes aradığı numaraları efendi Jao’ya bildiriyor.”

“Anladım.” dedi Joshua. Sanırım konuşmayı kısa kesmesi iyi olacaktı.

Adı gibi ezbere bildiği evinin telefon numarasını çeviren Joshua’nın yüzünde bir mutluluk vardı. Annesiyle ne kadar uzun bir zamandır konuşamamıştı, o da hatırlamıyordu. Sanal olarak bunu bir telefonda yapıyor olsa da, sonunda annesiyle konuşabilecekti.

Fakat telefonu kimse açmadı. Telefon çaldı, çaldı ama cevap veren kimse yoktu. Joshua, annesinin bu saatte nerede olabileceğini düşündü. Evde değilse komşusu bayan Jenny’e gitmiş olmalıydı. Hafızasını zorlayarak Bayan Jenny’nin ev numarasını hatırlamaya çalıştı. Sonunda aydınlanmış bir ifade ile, kendisine dikkatlice bakan Josh’a döndü ve “sanırım numarayı hatırladım” dedi.

“Kendi evinin numarasını mı unuttun?”

“Hayır. Yanıt veren kimse yoktu. Ben de annem komşuya gitmiş olabilir diye düşündüm. Komşumuz Bayan Jenny’nin numarasını hatırlamaya çalışıyordum.” dedi Joshua. Hemen ardından numarayı çevirdi.

   ***

Josh, Joshua'yı dinliyordu:

“Merhaba bayan Jenny!” dedi Joshua heyecanla. Belli ki Bayan Jenny telefonu açmıştı. “İyiyim, teşekkür ederim. Ben de yeni ulaşmıştım Jairi şehrine.” Sonra Joshua bir an duraksadı. “Evet efendim, annem orada mı diye soracaktım.” Sonra daha da uzun bir duraksama oldu. Sesindeki heyecan bir anda tükenmiş bir halde; “Evet. Anlatın; ne oldu?”

Josh, Joshua'nın sesine çeviriği ilgiyi, yüzündeki burukluğa çevirdi. Elleri titreyerek telefonu kapatan Joshua’yı dikkatlice izliyor, bu esnada da, bir terslik olduğunu çoktan kabullenmiş, tersliğin ne olabileceğini düşünüyordu. Anlamsız bir ifade ile Joshua’ya baktı. Joshua da yüzünü ona dönmüştü.

“Ne oldu, Joshua?” diye sordu Josh.

“Kalp krizi.”

Aslında Joshua lafı dolandırmadan böylesine bir şeyi bu kadar çarpıcı söyleyince, Josh kendini çok garip hissetti. Kalbinden ve yüzünden güçlü bir üzüntü dalgası yayılmaya başlamıştı bile. Bu ani gelen üzüntü dalgasıyla şok olan Josh hiçbir şey söyleyemedi.

“Annem hastahanede ölüyor. Ve ben burada Farax olmaya çalışıyorum.” dedi Joshua ve son noktayı koydu.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Farax
« Yanıtla #4 : 14 Mayıs 2012, 01:31:48 »

Spoiler: Göster
 Çok mu geç oldu, yeni bir bölüm eklemek için? Maymun iştahlılığımla yazdığım bu hikayeme, bugün, sonunda yeni bölümü ekliyorum efendim. Buyurun.


Saat 7’ye 10 dakika kalıncaya değin, ne Josh ne de Joshua, tek kelime konuşamadılar. Josh, konuşmayı bilmiyordu. Joshua’yı teselli etmek istemişti, ama başarısız olacağını düşünüyordu. Resmen, ağzı kilitlenmişti.

Josh’un uzun, kumral saçları vardı. Ama o kadar açık bir kumraldı ki bu, Güneş ışığı saçlarına tepeden vurunca, sarı gibi görünüyordu. Yeşil büyük gözleri, minik bir ağzı vardı. Zayıf ve çelimsizdi. Zayıf olmaları yönünden, Joshua ile benziyorlardı.

Saat 7’ye 10 kala gibi, Odanın kapısı çalındı. Bir anda samimileşen ve bir şeyler konuşmaya başlayan bu yeni Faraxlar, kapının çalınmasıyla sustu. İri yarı bir çocuk, kapıyı açmaya gönüllü çıktı. Çocuğun adı Hurn’du.

Kapıda duran, üst sınıflardan Cersar dışında biri değildi. “Hazırlanın beyler!” dedi Cersar. “”Efendi Jao, saat 7yi geçmeden hepinizin yemekhanede olacağından emin olmak istedi.” Ardından daha fazla konuşmadan, ayrıldı.

“İştahım var gibi mi görünüyorum?” dedi Joshua, Josh’a bakarak.

“Annen henüz ölmedi, Joshua. O burada olsa ne derdi? “Joshua! Hemen yemeğe gel!” tarzı şeyler sanırım. Ayrıca ümidini hemen yitirmemelisin.”

Joshua, minik bir gülümsemeyle ayağa kaktı. “Haklısın. Ne duruyoruz? Yemekhaneye gidelim.”

**

Yemekhane, herkesin tahmin edebileceğinden çok daha büyüktü. Ve bu, Joshua’yı büyülüyordu. 3 büyük masa, yemek salonunun ortasında duruyor, Arkalarında bir açık büfe, servise hazır, bekliyor, açık büfenin ardındaki kapıdan, ihtiyar bir adam, kafasında aşçı şapkası, dışarıya çıkıyor, büfeye bir şeyler koyup, tekrar kapıdan içeri giriyor, sonra elinde başka bir servis tabağıyla tekrar kapıdan dışarı çıkıyor, bunu sürekli tekrarlıyordu.

Daha da gerideki yuvarlak bir alanda, bir gurup yaratık vardı. Belli ki, sahipleriyle aynı yatakhanede yiyeceklerdi. İlk iki masada, birkaç kişi oturuyorken, üçüncü masa boştu. Joshua o an anladı. Her sınıf için, farklı bir masa vardı. Ayrıca yaratıkların dokuzdan fazla olduğunu saydı. Sınıf ayrımcılığı, anlaşılan yaratıklar arasında yoktu. 1, 2 ve 3. Sınıf öğrencilerinin yaratık dostları, bir aradaydı.

Joshua ve diğer 1. Sınıflar, kendilerine ayrılmış masaya oturdular. Açık büfede kapalı levhası duruyordu. Belli ki saat 7 olmadan açılmayacaktı ama, birkaç dakika içinde saat 7 olurdu.

1 dakikanın içinde, Efendi Joa ve Draghnit içeri girdi. Onun ardındaki 1 dakika boyunca, daha büyük öğrenciler de içeri akın etmişti. Daha sonra, açık büfe açıldı. Herkes, seviyeli bir biçimde, sıraya dizildi. Yemekleri alan yerine oturdu. Herkes istediğini istediği kadar alabiliyordu. Yaratıklara yemeğini ise, bizzat Efendi Joa verdi. Onların, yemek seçiminde o kadar şanslı olduğu söylenemez. Her yaratığın yemeği, kendine özgüdür. Bazıları sadece et yerken, bazıları sebze yiyebilir.

Efendi Joa, yaratıklara yemeklerini verdikten sonra, 1. Sınıfların masasına geldi, oturdu. Herkes tıka basa bir şeyler yiyordu o vakit.

“Umarım, buradaki ilk gününüzde, epey eğlenmişsinizdir.” Dedi gülümseyerek. Ardından zarif bir “Evet!” sesi geldi. Bu sesi, gençler, bir ordu şeklinde çıkarmışlardı. Biraz havadan sudan bahsettiler.

“Efendi Joa, 3 farklı sınıf ve tek öğretmen var. Nasıl idare ediyorsunuz?” diye sordu Josh.

“haftanın üç günü 1. Sınıflar, haftanın 2 günü 2. Sınıflar ve haftanın diğer 2 günü ise, 3. Sınıflar için ayrılıyor.” Diye yanıtladı Joa.

“Ama internet için pek zamanımız kalamayacağını söylemiştiniz. Nasıl oluyor da 4 gün boştayız?” diye sordu başka birisi. “Ayrıca biz neden 3?”

Efendi Joa, saçlarının önüne düşen bir tutam saçı, kulağının arkasına iliştirerek devam etti. “Zaten boş geçmeyecek. Genç Faraxlar ve yaratıkları, boş olduğu günlerde şehirde görev yaparlar. Kimisi polis şubesine, kimisi posta hane şubesine yardım eder. Pek çok yer var. Nereye gideceğinizi siz seçebilirsiniz. Sizin bilgi birikiminiz, üst sınıflardan az olduğu için, onlardan farklı olarak, 3 gününüz burada geçiyor. Bu bir gelenektir, diğer üst sınıflar da, ilk yıllarında, 3 günlerini burada geçirmişlerdi. Ne günler ders olup olmadığını, bugün hazırlayacağım ders programında ayarlayacağım. Siz de bu gecelik, şehirdeki hangi birime yardım etmek istediğinizi düşünün. Seçebileceğiniz yer ile ilgili, hepinize bir broşür veriyorum.”

Ardından Efendi Joe, cebinden çıkardığı broşürlerden, herkese birer tane dağıttı. Joshua, broşürü sabırsızlıkla okumaya başladı tabi. Hasta hane, posta hane, polis bürosu, Araştırma enstitüsü… Daha pek çoğu vardı.

Ama bu sırada, yaratıkların olduğu bölümden, hırçın bir hırlama ve garip bir çığlık sesi arka arkaya yükseldi. Dönüp kafasını çevirdiğinde, Joshua, Beos’un, adını bilmediği bir yaratığa hırladığını fark etti. Bu yaratık, bir metre boylarında, yuvarlak, beyaz uzun tüylü, şirin mi şirin bir şeydi. Bu şirin şey, ağzından çıkan, parlak, beyaz bir ışık huzmesini, beosa fırlatmaya hazırlanıyordu.

Beos’un ağzında, kırmızı, alevsi bir top oluştu. İki yaratık da, bu güç dalgalarını, birbirine fırlattı. Ama beyaz ışın, garip bir üstünlükle, ateş huzmesini yok ederek, beosa çarptı. Zavallı beos, birkaç metre geriye savrulmuştu.

Üçüncü sınıfların oturduğu masadan, şapkalı, zayıf, kısa boylu bir oğlan çocuğu, yerinden fırlayarak olay yerine atıldı. “Funires! Yeter artık, dur!”

Joshua ve Efendi Joa da, olay yerine koşmaya başladı hemen. Draghnit ise, korkunç bir kükremeyle beos ve Funirel’e baktı. Beosun, kıpırdamaya mecali yoktu zaten. Ama Funirel, üzüntüyle başını eğdi. Josh da, Joshua’nın peşine takılmıştı.

“Beos!” diyerek, yanına atıldı Joshua. “İyi misin?” kuyruğundaki alevlere değmemeye çalışarak, sırtını ovaladı.

“Böyle bir şey, asla, bir daha asla olmayacak!” diye bağırdı efendi Joa.

“Özür dilerim efendim!” dedi şapkalı çocuk. “Gerçekten çok üzgünüm!” gözünden, bir damla yaş akıverdi. Bu, Joshua’nın gözünden kaçmadı tabi. Ama Beos, yerde hırlayarak, yeniden ayağa kalkmaya çalıştı.

“Beos, lütfen!” dedi Joshua, onunla zihinden konuşarak.

“Bunu ona ödeteceğim! Pes edemem!” diye yanıtladı Beos. Ama tam ayağa kalkacakken tökezledi, yere düştü. Ama yılmadı. Yeniden kalkmaya çalıştı, yine düştü, yeniden kalkmaya çalıştı, yine düştü. Ve bayılana kadar, bunu yaptı.

Beos bayılınca, zihninin uyuştuğunu hissetti Joshua. Görüş bulanıklaştı, yere yığılmadan hemen önceki saniye tek duyduğu, “Joshua!” diye bağıran Josh olmuştu.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Farax
« Yanıtla #5 : 01 Haziran 2012, 11:17:12 »
Az önce okuyup bitirdim. Bir kaç saat içinde sınava gireceğim göz önüne alınırsa ne kadar beğendiğim rahatlıkla anlaşılabilir. :)
Ancak Bir çok yerde Joshua karakterinin hareketleri gerçekten uzak duruyor sanki. Yani annesi kalp kirizi geçiren birinin kılavuzu sabırsızlıkla açması gibi. Her ne kadar çocuk da olsa bana biraz yanlış geldi.
Ayrıca Beos'u acaib derecede Charmander'a benzettim, kuyruğundaki ateş, tavırları, sevimliliği falan. :)
Sağlam bir macera kurgusuna benziyor devamını merakla bekliyorum. Ama katacağın biraz gizem de kötü olmazdı hani.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Farax
« Yanıtla #6 : 01 Haziran 2012, 11:25:35 »
Annesi kalp krizi geçirdi ama sonuçta ölmedi değil mi? Ümit iyi bir şeydir.

Beos Chalizarda hiç benzemiyor bu arada. Beos büyük bir kurt köpeği gibi, ama kuyruğu alevden oluşuyor. Kuyruğunun ucunda değil alev topu. Ama küçük bir tespitte haklısın ki, biraz pokemondan etkilenerek yazılmıştı bu hikaye.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.