Kayıt Ol

Korkunç Deney

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Korkunç Deney
« : 25 Temmuz 2011, 17:12:33 »
KORKUNÇ DENEY

    Öykü uzun bir öykü ama dinleyecek vaktinizin kısıtlı olduğunu bildiğim için oldukça kısaltmaya çalışarak anlatacağım. Kaynağı ise benim bu türlü bir araştırma yaptığımı öğrenen bir öğretmen arkadaşım. Kendisiyle Anadolu’nun Ko... Kasabasında bir süre aynı okulda görev yapmıştık. O zamanlar emekliliği yaklaşmış bir Din dersi öğretmeniydi.

   Aydın bir kişiliği vardır öğretmen arkadaşımın, Osmanlıca’sı iyiydi ve en önemlisi tarihe meraklıydı. Kendisinin bu bilgileri, İstanbul İmam Hatip Liselerinin birinde görev yaparken herkesin giremediği, önemli kütüphanelerden birinde eline geçen bir defterden aldığını söylemişti. Doğruluğu konusuna gelince; önce anlattıklarını bir kere okuyun daha sonra tartışırız. Yazının buradan sonrası bir tür tercüme gibidir. Defter bir anı defteri gibi tutulmuş, yaprakları sararmaya yüz tutmuş eski yazı ile yazılmış bir defterdir. Bu nedenle konuyu bir öykü olarak değil bir araştırma olarak kabul etmenizi ve öyle okumanızı rica edeceğim.

   “Karmaşık bir öykü, ama öyküye başlamadan ben kendimi tanıtmak istiyorum. Adım Halik, Şarki karaağaç eşrafından Tüccar zade Hüseyin efendinin küçük oğlu Abdülhalik. Yirmi yedi yaşındayım ve hafiye olarak Devlet-i Ali nin kurduğu zaptiye teşkilatında görev yapıyorum. Bu nameyi ise gelecek kuşaklara ibret olsun diye bırakıyorum. Olur ya bir gün tarihe merak salan birinin eline geçer, o vakit yaşadığı yerlerin nemenem bir yer olduğunu öğrenmek ister.

   Padişah efendimizin sadaret başyaveri Mirliva Cemal Paşanın yaptırmak istediği köşk için bir arazi aranmaktaydı. Şehri- İstanbul’a yakın ama sessiz, sakin bir yer isteniyordu. Yeni açılan Bağdat yolu üzerinde bir arazi bulundu ama arazi hakkındaki şayialar Paşamızı çok üzdüğü için işin aslını öğrenmek gerekti. Bu nedenle Amirim Kerim Bey beni bu göreve uygun buldu. Yaptığım araştırmaların sonucunda duyduğum söylentilerin kısmen de olsa doğru olduğunu, şimdinin huzurlu ve güvenli mahallelerinde bir zamanlar hem kötü hem de iğrenç vakıaların yaşandığını öğrendim. İş bu aşağıdaki satırlar bu olayı tevatür havasında da olsa size anlatmak için kaleme alındı.

   Her şeyin başında beni âdemin ihtirasları ve hayvani hisleri yatmaktadır. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli vasıflardan biri de erdemidir, ahlakıdır. Eğer bu erdemden vazgeçecek olursanız otaya ne tür bir hilkat garibesinin çıkacağını bilemezsiniz. İşte cadı bostanına adını veren Cadı böyle bir iğrençlik sonucu peydahlanmıştır.

   İnsanoğlu Allah’ın yarattıklarıyla yetinmemiştir. Çoğu zaman hırsı ağır basmış, kendisini Yüce Tanrıdan daha akıllı zannedip, tabiata kendisi de yön vermek istemiştir. Misal mi istersiniz; Katır. İşgüzar insanoğlu ne merkeple yetinmesini bilmiş ne de atla. Ama umutları ve beklentileri katırdan daha fazlası olan kişiler kendi çıkarları uğruna yapmadıkları kalmamıştı. Ben bütün bunları olayın içine girdikten sonra öğrendim.

   İşin içine girdiğim günden beri bir “Cadı” lafı alıp yürümüştü yöreyi. Günler boyunca izini sürdüm bu cadının. Hakkında vahşi, canavar, kan emici gibi sayısız sıfatlar vardı ama öldürdüğü kişioğlu yoktu. Genellikle davarlara zarar verir halka zarar vermezdi. Öldürdükleriyse tam anlamıyla vahşetti. Kaçırdığı hayvanları paramparça eder kemiklerini dahi un ufak ederdi. Hakkında İstida verildiği için yakalamaya karar vermiştik. Canavarla ilgili o kadar çok dedikodu vardı ki; cadı diyenlerde vardı, aslan diyenlerde. Hatta kanatlı Ejderha gördüğünü söyleyen köylüler bile vardı. Sonuçta bu cadı yâda canavar her neyse yakalanmalıydı. Ölü yâda diri yakalanmalıydı.

   Uzun hazırlıklardan sonra bir takım düzdüm ve yola koyulduk. Takıma keskin nişancı iki asker, İki usta balıkçı almıştım.  Serpme ağ atan iki genç ve güçlü balıkçı. Yanlarına en sağlam ağlarını almışlardı, amacım cadıyı canlı yakalamaktı. Eğer canlı yakalamayı başaramazsam o zaman keskin nişancılar vuracaklardı. Akla gelebilecek her tedbiri almıştık. Kendimi övmekten hoşlanmam ama bendenizde iyi atıcıydım.

   Karanlık bir gece yol alıyorduk. Cadının görüldüğü Molla kuyusu civarına yol alıyorduk. Hava soğuktu ve kapalıydı ama havada bir damla yağmur veya kar yoktu. Soğuk ve karanlık iliklerimize kadar işliyordu. Ellerimizde meşaleler engebeli arazide önümüzü görmeye çalışıyorduk. Birden ileride bir gölge fark ettim. Bulutların arasından bir ara kendini gösteren ay ışığında, bir kayanın üzerine dikilmişti. Öyle heybetli bir görünüşü yoktu ama yinede ürkütücüydü. Eğer neyin peşinde olduğumu bilmesem yalnız dolaşan vahşi bir kurt ile karşı karşıya olduğumu düşünürdüm.

   Avımızı bulmuştuk, ele geçirmek kalıyordu yalnızca. Ele geçirecektik ama nasıl, çembere alacak kadar kalabalık değildik. O nedenle iyi bir plan dâhilinde hareket etmeliydik. Adamlarıma sessiz olmalarını işaret ettim. Neredeyse parmaklarımızın ucunda yaklaşmaya başladık. Canavar veya yaratık, koca kayanın üzerinde dinleniyor gibi uyukluyordu. Aramızdaki mesafe azaldıkça tedirginliğimiz artıyordu. Bir ara dönüp baktığımda arkamda yürüyen memurlardan birinin dudaklarının kıpırdadığını gördüm, belli ki dua ediyordu. Yanımda yürüyen ve eşyamızı taşıyan kılavuzumuz Abdullah kulağıma iyice yaklaştı.

   “Bu kadar az kişiyle bu iş olmaz" dedi.  "Geri dönelim ve daha kalabalık olarak gelelim" Sesi titriyordu, belli ki heyecanlanmış hatta korkmuştu. Bense tam aksini düşünüyordum. "Tam zamanıdır" dedim. “En etkili müdafaa hücumdur” derler” diye bilmişçe ekledim. "Bu pisliği bir an önce temizlemeliyiz. Üstelik görmüyor musun uyukluyor, kim bilir belki de hastadır. Hem de bu kadar hazırlık yapmışız."

   İki yanımda yürüyen balıkçı gençlere işaret verdim. “Hadi bakalım kahramanlar, şimdi av zamanı” dedim. Sağa sola açılmaya, kayaya sessizce yaklaşmaya başladılar. Daha önce planladığımız gibi iki keskin nişancıda yanlarındaydı birer birer. Bizlerde tabancalarımızı çekmiştik. Adımlarımızı olanca dikkatiyle atarken bir çığlık koptu birden “Yandım Anam” diye. Ardından da bir el silah sesi duyuldu ve acı bir çığlık. Adamlar birbirlerini vurmuş olmalıydılar diye düşünüyordum ki sevinç dolu bir bağırış tüm karanlığı kapladı.

   "Yakaladım... Yakaladım" Sessiz olmayı bir yana bırakmıştık.  Neler olduğunu görmek istiyorduk. Balıkçılardan biri ağını torba haline getirmiş çabuk hareketlerle yüksek bir dala asmaya çalışıyordu. Diğer askerse eliyle omzunu tutuyordu. Uzaktaki balıkçı ve asker gelince biraz daha rahatladım. Yaratığı yerden bir, bir buçuk metre yukarıya astılar. O zaman yaralandığını fark etmiştim. Yaratık yanlarına yaklaşan ikiliyi fark etmiş üzerine atlamıştı. Asker bir el ateş etmiş ama can alıcı şekilde vuramamıştı. Bir pençe darbesiyle askerin omzunu yarmıştı. İşte o zaman balıkçı ağını atmış cadıyı yakalayıp ağaca asmıştı.

   Ne yapacaktık, görevi tamamlamıştık ama avımızı kasabaya götüremezdik. Sabahı beklemeye karar verdik. Bu yaratık ağacın üzerinde acı acı haykırıyordu ama onu burada bırakıp gidemezdik. Yanımızda ise hiç götüremezdik. Hemen askerlerden birini destek çağırmak için gönderdim. Ortaya kocaman bir ateş yaktırdım. Ateş hem bizi ısıtacaktı, hem çevreyi aydınlatacaktı. Ateşten korkan vahşi hayvanlarda yanımıza yaklaşmaya cesaret edemeyeceklerdi. Bizler ateşin çevresinde gözümüzü dört açarak öylece beklemeye başladık.

   Kılavuzumuz Abdullah gideli uzun bir süre geçmişti ve hala beklediğimiz destek gelmemişti. Tedirgindim. Nedenini tam olarak bilemesem de sanki biri yahut bir şey bizi gözetliyor gibiydi. Çevremizi saran karanlık ağaçlar arasında gizli gözler bizi gözetliyordu sanki. Araziden gelen vahşi sesler tedirginliğimizi iyice arttırıyordu. Bir yerlerde baykuşlar ötüyor, kurtlar uluyordu. Böcekler ise ana temasıydı müziğin. Her yönden, her yerden sesler geliyordu. Böyle bir ortamda yalnız benim gibi şehirliler değil, herkes tedirgin olabilirdi.

   Yardım çağırmaya köylüyü merak etmeye başlamıştık. Çevreyi bilen biri olmasına rağmen kaybolmuş veya yolunu şaşırmış olabilir miydi? Az önce kıpırdayan dudaklar yine oynuyordu, üstelik transa geçmiş gibi ileri geri sallanmaya da başlamıştı. Diğer adamlarsa uyuklamaya başlamıştı. Karşımızda, ağ içine ağla sağlamlaştırdığımız avımız başarı madalyası gibi ağaca asılı duruyordu. Ağın içindeki yaratık ise bağırışları bırakmış, sesi inlemelere dönmüştü. Hatta konuşuyordu sanki. Hani mahalle çocuklarından dayak yiyen bir çocuk kenarı çekilir, burnunu çeke çeke mızıldar ya işte öyleydi, cadının içinde bulunduğu durum.

   Can sıkıntısından olacak aklıma yakaladığımız şeyi incelemek geldi. Usul adımlarla yakalanan avımıza yaklaştım. Arkamdan dua okuyan adamın sesi geliyordu; “Beyim aman deyim fazla yaklaşmayın. Elimdeki çıra yeterli ışık sağlamıyordu ve merakım ağır basmıştı. Peşinde olduğumuz cadı nemenem bir şeydi öğrenmeliydim. Zaten insanın başlına ne geliyorsa meraktan geliyordu.

    "Yapmayın beyim çocuk olmayın" dedi ardımdan bir başka ses. Geri dönüp gülümsedim. Hareketimden tedirgin olan balıkçılardı bu defa seslenen. "Ağa takılmış vede sudan çıkmış balık gibi, üstelik askıda görmüyor musun" dedim ukalaca

   “Yine de siz fazla yaklaşmayın dedi diğer kişi. "Uyuyorsa uyandırmak doğru olmaz."  Dedim ya merak duygum kabarmıştı bir kere. Sessiz adımlarla tortop olmuş kıl ve tüy yumağına yaklaştım. Gerçek ölçüleri canavarı öldürdükten sonra alabilirdik ama yine de kabataslak ölçüler çıkarılabilirdi. Yaklaşık Yarım kulaç eninde bir yumak vardı kaşımda. Rüzgârda alazlanan meşalenin titrek ışığında yaklaştığımı gören yaratık inlemeyi bırakmış gözlerime bakmaya başlamıştı. Birbirini tanımaya çalışan iki insan gibi göz göze geldik bir süre. O zaman hayvanın insanoğluna olan benzerliğini fark ettim. Gözleri acı çeken hasta gibi mahzun mahzun bakıyordu.

   “Pekte iğrenç görünüyorsun dedim" fısıltıyla. Yaratık kulaklarını dikti. Kanlı gözleriyle gözlerime bakmayı sürdürdü. İlk başta korkutucu görünse de bakışlarında garip bir hüzün vardı. Yalnızca gözlerine bakınca ağa yakalananın,  buralarda insanları korkuyla evlerine kapatan bir cani, bir cadı değil de masum bir ceylan yâda tavşan yavrusu zannederdiniz.

   “Sen onca cana ve mala zarar ver ve sonra yakalanmamayı bekle olur mu hiç?" dedim. Sesim azarlar tondaydı. Yanıt olarak yalnızca bir hırıltı çıktı hayvanın boğazından, sanki beni anlıyor, onaylıyordu. Olan bitenden kendi sorumlu değilmiş, bir başkasının kurbanıymış gibiydi. Garip bir sihrin etkisindeydim sanki.

   Aradan ne kadar vakit geçmişti bilmiyorum ama yaklaşan ayak sesleri dikkatimizi canavardan uzaklaştırdı. İleride ağaçların arasında bir gurup ellerinde meşalelerle yaklaşıyordu. Çıkardıkları gürültüye bakarsanız koca bir tabur geliyor zannedebilirdiniz ama yaklaşınca o kadar fazla kalabalık olmadıklarını anlamıştık. Biraz daha yaklaşınca gelenlerin ellerinde meşaleler taşıyan askerlerin çoğunlukta olduğu bir gurup olduğunu görmüştük.  

   Yanlarında yaşlı bir sivilde vardı. Hızını kendinden çok daha genç olan guruba uydurmaya çalıştığı için nefes nefese kalmıştı. Uzakta yükselti üzerindeki çam ağacının dalına asılmış ağı görünce yüzüne memnun bir gülümseme yayıldı. Balıkçılar yaptığı işin göz önüne alınmadığı düşünmüş olmalılar ki araya gidiler

   “Yakaladığımız en büyük balıklardan biri bu" dedi. “Gel bakalım kaçak" dedi karanlıkta ağaca asılmış ağa doğru. "Seni gibi asi mahlûk, bir sürü masumun hayvanın canına kıydın, bizi günlerce oyaladın" dedi. Elini yanındaki askerin silahına uzattı. Asker bir an duraladı, komutanına baktı. Bu küçük müfrezenin başındaki yüksek rütbeli subay başıyla onaylayınca silahını yaşlı adamın ellerine bıraktı.

   Karanlıkta ağa doğrulan tüfeğin namlusu bir an ışıldadı. Ardından alev kustu namert delikli demir. Önce bir patlama yankılandı en uzak kuytularda, ardından da bir feryat duyuldu ormanın içerisinde. Dünyanın tüm acıları bu bağırışta gizliydi sanki. Ağaçlar, yapraklar sessizce sallandı bu acıya ortak olur gibi. Kurtlar, kuşlar yanıtladı gecenin karanlığında, kendi dilleriyle acının sahibini. Hain tüfek bir daha patladı inildeyen ağın içine doğru ve bir daha, bir daha. Üç dört el ardı ardına patlayan tüfek sesi ormandaki tüm mahlûkatı susturmuştu. Ağda sallanan inilti sustu, yere düşen kan damlalarının sesini duyuyorduk sessiz karanlık içinde. Derin bir sükûnet kaplamıştı ormanı, dünyayı ve tüm kainatı.

   "Söz dinlemeyenin, efendisine asi olanın sonu budur" dedi yaşlı adam. Başkaca söz söylemeye fırsatı kalmadı. O saniye bir rüzgâr esti ormandaki küçük gurubun etrafında. Rüzgârın şiddetinden tüm meşaleler söndü bir anda. Kara bulutlar tek tük parıldayan yıldızları örtü. Gecenin karanlığını arttırmak olacakları gökyüzündeki ışıltılara göstermemek ister gibiydiler. Ortada, uzun zamandır yandığı için zayıflayan ateş söndü. Zifir gibi karanlık kapladı ortalığı. Korku içindeki askerler, balıkçılar ve ben bir şey anlamadığımızdan şaşkınlıkla birbirimize bakarken, az önce duyduğumuzdan çok daha şiddetli bir çığlık duyduk.

     Karanlıkta alev halinde bir çift göz parıldadı, devasa bir bedenin üzerinde. Kara tüylü bir gövde aramıza daldı. Karanlık bir şimşeğin aranızda dolaştığını ve değdiği her yere kan ve ölüm getirdiğini düşünün... Saniyenin küçük bir kesrinde şimşek yanı başımdaydı. Benim gibi olan biteni anlamaya çalışan yaşlı adamın boğazını yakaladı. O lahza hırs ve öfkeyle başını gövdesinden ayırdı. Önce boynunun kırılmasının sesini duydum. Adamın başı tamamen arkaya döndü. Küçük bir çocuğun ağzındaki sakızı uzatması gibi kafayı çekti. Boyun uzadı, uzadı ve kafa yerinden koptu. Oyuncağından sıkılmış şımarık çocuk gibi fırlattı attı elindeki kafayı. Yaşlı adamın kanlar içindeki gövdesini kaldırdı ve uzakta dikilen neler olup bittiğini anlamamış askerlerin kumandanına fırlattı. İki sıçrayışla üst üste yatan bedenlere vardı.

   Üzerine fırlatılan başsız bedenin kanlarına bulanmış zabit korku içinde titriyordu. Belki kaçmaya çalışacaktı ama üzerindeki ağırlık buna engeldi. Aynı sonun kendisini beklediğini biliyordu. Korku içindeki gözlerinin son gördüğü sahneyse biraz ötede canavarın koltuğunun altındaki cansız vücuduydu. Yaratık işini bir kaç saniyede görmüş kollarında iki başsız bedenle küçük tepedeki ağacın üzerinde sallanan ağa varmıştı.

    Gurupta bulunan bizler ne olduğunu anlamamıştık. Korku ile olduğumuz yere çömelmiştik. Kanımız çekilmişti, her birimiz bir taş heykel kesilmiş öylece duruyorduk. Zaten yaşlı adamın tüfeğinin patlamasıyla gelinen bu nokta arasında bir kuş kanat çırpımı süre anca geçmişti. Gurubun çavuşunun sesini duyduğumda kendime geldim.

   "Ateş" dedi, geceyi bu defa tüfek patlamalarının sesleri doldurdu. Ağaca tırmanmaya çalışan iri bedene çarpan her mermi yaratığın bir an sendelemesin neden oluyordu ama hayvan işine devam ediyordu. Ağı dala bağlayan ipi koparması çok zamanını almadı. Yediği mermilerden hareketleri biraz yavaşlamıştı ama yine de yere düşen ağı sırtlayacak gücü vardı.

   Müfrezedeki askerler başlarındaki çavuşlarının emirlerine harfiyen uyuyorlardı. ona yakın asker ve elinde tabancası olan çavuş hedef tahtasına atış talimi yapar gibi yağdırıyordu mermileri. Sırtında ağla cüssesi artmış iri gövde bir kaç adım daha atabildi ağaçların arasına doğru ve yığıldı kaldı.

   "Yeter, ateşi kesin… Ateşi kesin” diye bağırmaya başlamıştım. Önümde gecenin bir yarısında bir Dram sahnelenmeye başlamıştı. Bende diğerleri de anlamıştık acılı bir annenin yavrusunun cesedini alıp kaçmak istediğini. Yavaştan yağmur yağmaya başladı gecenin üzerine. Yıldızlardan bu korkunç sahneyi gizlemeye çalışan kara bulutlar her şeyi yıkamak istiyor gibiydiler. Bütün korkularımı unutmuş, hızla koşmuştum gölgeye doğru. Yaratığın yanına vardığımızdaysa son nefesini veriyordu. Tıpkı bir ana gibi yavrusunun cansız bedenini kucaklamış, onu tehlikelerden kurtarmak için kendini siper etmişti.

   Askerlere geniş bir çukur kazmalarını söyledim. Ne geceye nede şiddetini arttıran yağmura aldırmadan söylediğimi yapmaya başladılar. Meşaleleri yakmak için yanlarında taşıdıkları yağı bedenlerin üzerine döktüm. Ellerindeki çıraları da çukura attık. Geri dönerken ormanın içerisinden alevler yükseliyordu. Az sonra küçük gurubumuz iki başsız bedeni ve top gibi sağa sola yuvarlanmış kafaları almış geri dönüyorduk. İki üç asker çukuru kapatmak için nöbetçi kaldı.

   Ertesi gün İstanbol da öğrendim olanı biteni. Yaşlı adamın bir ecnebi doktoru olduğunu ve hayvanlarla insanları birleştirip korkunç askerler yapmayı planlayan bir cani olduğunu söylediler. Yanındaki yüksek rütbeli ise kendisine destek veren zabitti. Önce kendi ülkesinde denemiş bu tür çiftleşmeleri. Yasaklanınca kendisine uygun koşulları sağlayacak yerler aramaya başlamış. Kendisine resmi izin verilmediği için Gebze yakınlarında bir çiftlikte gizli gizli çalışıyorlarmış. Deney hayvanlarından biri yavrusuyla birlikte kaçmış bir zaman önce...”

      “Bundan sonrası yazmıyordu belge de.” Dedi arkadaşım. Sonra ne olmuştur. Muhtemelen dosya kapanmıştır tabi. Bense Cadı Bostanı efsanesinin ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olmuştum. İş bu yazıyı günümüz Türkçe sine çevirmeğe ve öykü havasında yazıp meraklılarına göndermeğe kalıyordu.                       AZİZ HAYRİ
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı kimsecik

  • *
  • 26
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Korkunç Deney
« Yanıtla #1 : 22 Ocak 2012, 22:29:28 »
    Acayip bir hikaye kimbilir belki de gerçektir. Paylaştığın için teşekkürler.
Bir Ben Var Benden İçeri

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Korkunç Deney
« Yanıtla #2 : 23 Ocak 2012, 17:16:02 »
Aşağıda belirteceğim  cümle dışında gayet güzel ve başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bir yerde de "yada" yazılmış ama bilerek olduğunu zannetmiyorum. Bu tür şeyler bilgisayarda yazı yazan bizlerin başına sık sık gelebiliyor.

Alıntı
Kaynağı ise benim bu türlü bir araştırma yaptığımı öğrenen bir öğretmen arkadaşım

 Hemen girişte olduğu için biraz dikkatimi çekti. "bu türlü bir araştırma" yerine "bu tür araştırmalar" yazılabilirdi. Elbette bu sadece benim tavsiyem ama bir kelime aynı cümlenin içinde -bağlaç görevinde olmadığı halde- tekrar ettiği zaman göze batıyor diye düşünüyorum.

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Korkunç Deney
« Yanıtla #3 : 09 Şubat 2012, 17:49:27 »
Teşekkür ederim okuduğunuz için... Ne tür araştırma veya araştırmalar yaptığını da yazabilirdim anlatıcının.. Uyarınız için sağolun
Biraz reklam koksa da bu denemeyi sevdiyseniz  Cadı Bostanı'nı da okumanızı önerebilirim size
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark