Kayıt Ol

Arayış

Çevrimdışı Rosemary

  • **
  • 282
  • Rom: 12
  • With tired eyes, tired minds, tired souls we slept
    • Profili Görüntüle
    • last.fm
Arayış
« : 27 Nisan 2015, 22:34:32 »
Gidiş biletini aldıktan sonra otobüsteki tekli koltuklardan birine yayıldım. Bunca yıldan sonra memlekete, içerisinde yetişmiş olduğum eve, insanların mütemadiyen mütebessim bir silüete olanak verdiği topraklara dönüyordum. Yanıma sadece tıraş takımı ve birkaç parça elbise ve bir de ekoseli pijamalarımı almıştım. Fazla kalmayı düşünmüyordum belki tek gece en fazla iki.

Cam kenarında oturmak sıradan insanların düşündükleri gibi hiç de burjuvaziye özgü bir ayrıcalık değil, zamandan tasarruf ederek ihtiyat kavramına değer yükleyip oluşan standartlara sıkı sıkıya bağlı kalan kişilerin özgüveninin yaşam bulmuş halidir. Şu aşamada dışarıyı seyre dalarken çıkarcı ve bencil bir görüntü sergiliyor olabilirim lakin evvel zamanda gördüklerime tanık olup düşlerden daha kırılgan gerçekliklerin içerisinde nefessiz bir şekilde hayatta kalmaya çalışsaydınız sanırım beni az da olsa anlayabilirdiniz. Söylediklerimde ciddiyim. Ne kadar kaçmaya çalışsanız da sahici ve eskiden kalma bir söylentiden doğmuş korkularla yüzleşmiş olsanız büyük bir keyifle gözlerinizi açar ve acınası aynı zamanda kudretli olan yozlaşmışlar bütününü seyredersiniz. Neden mi, gözünü kapamak teslimiyettir, derler. Rutin bir yaşam istiyorsan boş bir zihne, hakikati istiyorsan onu tanıyacak gözlere sahip olman gerekir.

***

Otobüs ansızın durdu. Gelmiştim işte, şu an inmem lazım. Kafası üşütük şoför pis bakışlarla ruh halimde derin bir tiksinti silsilesi oluşturmadan önce indim. İşte tam şu an önümde duruyordu, yaşamımın erken dönemlerini çokça sıkıntı ve utançlarla geçirdiğim kırsalın göbeğinde yalnız başına duran biçare ev ve ona eşlik eden çiftlik hayvanları ve tarla, sadece tarla yalnız, ekili değil, boş, bomboş. Ev, beton bir zemin üzerine ahşap malzemelerle desteklenerek inşa edilmişti. Yapımında bataklık çamı kullanıldığını duymuştum lakin ne derece doğru bilemiyorum. Geniş bir verandaya ve ona açılan renkli basamaklı adımlar bütününe sahipti. İki katlıydı. Üst kattaki pencereler size tarif edemeyeceğim saçmalıkta bir renk içeren panjurlara sahipti. Böyle bir havada bacadan duman tüttüğüne göre zamanın kişiyi fiziksel olarak ileri derecede yozlaştırmış olması lazımdı nitekim banyo yapmak için eğer kişi hassas bir yapıya sahipse her daim sıcak suya gerek duyardı.

Karşımda duran zaman içerisinde köhne bir hale gelmiş olan evin, yola bakan tarafı ağaç sıralarıyla çevrilmiş olup dış dünyayla arasına bir sınır çekilmeye çalışılarak kendisini koruma altına alma çabasına girişilmişti. Gerçi fiziksel sınırlar zihinsel sınırlardan çok daha az etkilidir deneyimlerime göre. Ufacık bir çocukken kalbim gerilimden soluksuz atarken yalınayak üzerinde bu sınırı defalarca terk ettiğimi hatırlıyorum da neredeyse hiçbirinde habis düşler ya da kötücül hayal kırıklıkları yakamı bırakmamıştı. Hiçliğin var oluş sebebi demek gerçeğe öylesine derin bir bağlantıyla sıkıca ayarlı ki, o yalnız ve körpe yalnızlıklarımda tek yaptığım şeyin zihnime aptalca boş umutlar bağışlamak olması yaşamın ne derece basit ve şeffaf olduğunu göstermekte.

***

Sürgüsüz kapıyı iterek evin içerisine daldım. Ben geldim, diye seslendim, kimse yok mu. Şöminedeki yüksek alevlerin oluşturduğu dalgalı gölgelerin, hülyalarla serinlettiği kitap raflarının önüne vardım. Birçok çeşit lisanda yazılmış onlarca sayıda değişik içerikte kitap ve parşömen yığını vardı. Beyaz kâğıt parçalarına kara mürekkepli çizikler. Solgun ve kurnaz bir iyimserlik.

Akşama doğru kimsenin ortaya çıkmayacağını anladığım vakit kilerdeki gıdalardan ani bir yemek hazırlayarak karnımı tıka basa doldurdum. Pencerenin yanındaki üzerine el işi bir battaniye örtülmüş sandalyeyi alıcı gözüyle tarttıktan sonra kollarına atıldım. Dışarıda bedevi bir rüzgâr ve dolunayın kararlılığı mevcuttu. İçinin insanlarınki gibi dışıyla bir olup olmadığını bilmek isterdim. Yakından bakmak gerekli. Ateşe birkaç odun daha attıktan sonra dışarıya çıktım. Ve bildiğim her şey ortadan kayboldu, alçakça.

Karşımda bir adam durmaktaydı. Kafasında hiç saç yoktu ve kürklerle sarılmıştı. Yaşı epey ilerlemiş olduğundan göz kapakları her an düşecek gibi gözüküyordu. Sordum, “Sen de kimsin? Nerelerdeyim ben?”

“Burası sessiz tepenin, mahvolmuş yaşamları altında barındırdığı yer. Kar, bir kurt cesedinin uzun mühlet boyunca, çorak toprak üzerinde sıcaklığını koruyamayacağı kadar şiddetlidir. Alevlerin kükremekten çekindiği bu bölgede kış gücünü eksik etmemiştir, ezelden beri. Kuşlar diyarın canlı bölgelerine kanat açarken, evcil hayvanların çoğu telef olmuş, yırtıcılar canavarlaşmıştır. Yaşlı Ana der ki, ‘Hakiki kış, canlıların içerisindeki basireti alıp yerine ihtimamla eski çağların öfkesini taşıyan şer yerleştirir.’

“Kışın daimi olarak etkisini sürdürdüğü bölgede, ufak bir halktan ve hayvanlardan başka canlı varlık bulunmamakta. Kadim çağlardan beri varlığını devam ettirdiğine inanılan ağaçlar bile donup kaldı zaman içerisinde. Burada kalmak insanların kendi seçimleri değildir, bu topraklarda doğmuş olan burada yaşamını ifa edip, can vermelidir. Evliliklerde halkın kendi insanları arasında yapılır. Bölgede yaşayanların çoğu ömrünü güneşin mutena ışığını görmeden tamamlar. Güneş kötü şanstır, nitekim onu görmek isteyenlerin sayısı pek fazla değildir. Güneyde güneş gündüzün her daim yüzünü göstermekte fakat bu bölgede yalnızca gündönümlerinde anlık olarak belirir.

“Bölgedeki ağaçlar kuzey ve doğuyu sonsuz bir hat olarak kaplamıştır. Batının sonunda ise kıyı var, terkedilmiş. Ötesinde ise sınırları aşan su parçası. Yılın belirli zamanlarında diyarın çeşitli bölgelerinden akıncılar gelir. Bunların çoğu yolunu kaybedip suyun bu tarafa sürdüğü sefil denizcilerdir. Kimileri yabani hayvan avlamak için gelir, kimileri ise buradaki insanları esir alarak deniz ötesine götürüp köle olarak satmak için. İnsanları kolay bir şekilde esir alamazlar, buradaki halkın bedeni ve ruhu havanın sertliğinden ve çetin şartlardan dolayı güç ve mukavemet ile doludur. Öyle ki bu bölgeye gelen akıncıların çoğu şöhret arzusundaki denizcilerdir.”

Korktum, hem de çok, koşmaya başladım. Eminim şu an attığım çığlıklar Quorthon’un kulağına gitmiştir. Karlara bata çıka ilerledim, kimsesiz toprakların bitmeyen yanılgılarında. Önümdeki tepeye çıkıp donmuş bir ağaca sırtımı verdim. Önümde bir uçurum vardı ve ağzında iki kadın durmaktaydı.

Havadaki yoğun bulutların arasında bir ışık parçası delişmen şekilde gülümsemeyle göz kırptı canlılara, bu güneşti. Bir an belirdi ve yok oldu. “Kelimelerin karşısında beyhude kaldığı, verdiği müreffeh duyguların tahayyül edilemeyeceği bir güzellik neden lanetlenir ki?” dedi Gökyüzü. Nereden bilmiyorum ama tanıyordum karşımdaki genç kızı. Erişkinliğe henüz yeni adım atmış, mütebessim bir surata sahipti. Gökyüzü’ydü ismi, göğü kıskandıracak derecede berrak bir tene sahip olduğundan. Kıvanç doluydu gözleri, bir akik misali, masmavi. Saçları vardı saman rengi, beyaza çalan.

“Kendi kendini düzüp kendini yaratan tanrı,” diye küfretti Günbatımı. Onu da tanıyordum. Halkın önde gelen kadınlarından biriydi gene de bir kadındı ve bunun pek bir anlamı yoktu. Saçları kırlaşmıştı fakat yaşlı değildi. Yaşamdaki güçlükler tarafından yoğrulmuş keskin hatlara sahipti. Bir kadının olması gerektiğinden fazla kudrete sahipti, Yaşlı Ana’dan sonra. “Bu düşüncelerini başka bir yerde dile getirmemelisin. İnsanlarımız ne kadar içten görünse de inançlarına karşı beis yüklü yorumda bulunduğunu düşünüp ekseriya kıyıcı ve mürai davranacaklardır,” diye belirtti Günbatımı.

Hüzün parlak bir şimşek hızında sarmıştı Gökyüzü’nün duygularını, sessiz tepenin üzerinde, arzın endamının huzurunda. “Burada yaşamak istemiyorum. Meyve bahçelerinin olduğu tatlı yaz akşamlarında var olmak istiyorum. Bağdaki sulu üzüm tanelerini yerken, aydınlık sabahlara uyanmak istiyorum. Tıpkı masallarda anlatılanlar gibi. Söylesene bana, bir üzüm tanesi gerçekten o kadar tatlı mı?” dedi Gökyüzü.

Karşımda saf bir çocuk var, diye düşündü Günbatımı. “Hani bir gün bana bacaklarının arasını okşadığında ruhunun titrediğini söylemiştin ya işte o kadar tatmin edici, anne sütünden daha tatlı, güzel bir öğütten daha faydalı. Ama bunun bir önemi yok,” diye belirtti Gökyüzü.

Her şey bir karmaşadan ibaretti. Etrafım anlaşılması mutlak yanıltıcı bütünlüklerle doluydu. Koştum, tepeden aşağıya, köy görünümündeki topraklara doğru. Etrafta insanlar vardı ve bir şeylerle meşgul olmaktaydılar. Sanırım benim farkımda değillerdi ve bir sebepten sanki hepsini tanıyor gibiydim. Karşıdan onlardan biri gelmekteydi bu tarafa.

Alık çoban her zamanki gibi şakrak adımlarla yürümekte iken bir taraftan da şarkı söylemekteydi. “Süt sağmayı en iyi ben bilirim, bilirim de bilirim en iyi ben bilirim,” halkın sahip olduğu büyükçe bir domuz ağılı ve keçi, koyun gibi hayvanların soğuğa dayanabilmesi için dört bir tarafı ahşapla kaplanmış olup üzerine otlardan yapılmış şilte örtülü ufak bir mandıra vardı. “Koyunum var benim kar beyaz, beyaz da beyaz aman da kar beyaz,” bugün ise çitleri onarma günüydü.

Ona alık çoban derlerdi, muvazenesi sağlam olmadığından dolayı. Küçük düşürmek veya dalga geçmek için söylemezlerdi bu sözleri, aynı zamanda bir gücü olduğu için. Çobandı o, hayvanların zihnine girebildiği söylenirdi. Onları uysallaştırır, güçlü kılar, açlıklarını dindirirdi. Bunlar bir söylenceden ibaretti, kesinliği yoktu fakat halk bunu böyle bilirdi. Hayvanların, alık çobanın kendilerine yaklaşması ile kazandıkları dinginliği halk bir maharet olarak görüp saygı gösterirdi.

Yaşlıydı, kırlaşmış sakallara sahipti fakat bilekleri yeterince kuvvetli idi. Kısa boylu ve tıknazdı, keskindi gözleri. Yanında yeğeni vardı. Serçelerin terennüm etmekten çekinmeyeceği tatlı bir oğlandı Burgaçhalkası. Henüz tüylenmemiş ve tek amacı Yaşlı Ana’nın hikâyelerini dinlemek olan çiroz bir çocuk. Soğuğun merhametsiz eli henüz yüreğine dokunmamıştı.

***

Zihnim yanılgılar içerisinde yıpranadurur iken bedenim soğuktan titreme nöbetlerine girmişti. Sağ kolum sanırım tamamen donmuştu, kesilmesi lazım. Karşımda bir ateş vardı, alevlerin hoyratça dans ettiği. Mukayyet olamadım kendime, bir taraftan da istedim doğrusu. Eğer bedenimi sonsuzluğa teslim etmezsem deliliğe kapılarak biçare bir şekilde yaşamımı devam ettirecektim bu uğursuz topraklarda. Yürüdüm, alevlere doğru. Elbiselerim tutuşmaya başladı. Saçlarım yanıyordu. Soğuğu öyle bir yemiştim ki bu tatlı sıcaklıkla gençlik günlerimdeki bitli fahişelerle olan birlikteliklerimi anımsadım. Yanmaya devam ettim. İşte o aşama gelmişti. Öyle bir yanıyordum ki, öylesine olağanüstü bir acı içerisindeydim ki bağıramıyordum bile, sadece ağlıyordum, tükürükler saçıyordum. İnsanlar ateşin çevresinde toplanmış, çılgınca bir seremoni içerisindeki alevleri izliyordu. Sanırım farkımda değillerdi, sanırım kimse farkımda olmadan yaşama gözlerimi yumuyordum.

***

Kendi canına kıyarak yaşamına son veren bu delirmiş adama, yaşamdan sonraki âlemde onu bekleyenler tarafından oluşturulmuş duruşmada sorulması gereken o esas soru dile getirildi.

“Neden yaptın?” diye sordu sorgucu.

Güldü, bilekleri zincire vurulmuş kem bakışlı, çıldırmış olan adam.

“Neden öldürdün o bedeni?” diye tekrar sordu.

“Çünkü, çünkü gerçek o kadar uzaktaydı ki.” Diye cevap verdi solgun adam.