Kayıt Ol

Gölge Savaşları: Son Ejderha

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Gölge Savaşları: Son Ejderha
« : 09 Ağustos 2011, 14:14:07 »
                              Gölge Savaşları: Son Ejderha


                              Bölüm 1




   Kainatın en sakin köşesinde, canlıların yaşadığı tek gezegen Aldovel’de, serin bir yaz günüydü. Kıtayı baştan başa dolaşmış olan, yola çıkarken hafif bir meltem, yolculuğunu tamamladığı ormanda sert bir rüzgara dönüşen o esinti ağaç dallarını sallıyordu. Ormanın girişindeki bir meşe ağacı, bu rüzgara boyun eğip palamutlarından birkaçını yere dökünce, etrafta başıboş gezen bir sincap palamutu yakaladı. Ormanın gizli bir köşesindeki huzurlu yuvasına doğru yola koyulan sincap, yaşadığı sakin ormana ve ormandaki canlılara göz diken kartalı farkedemedi. Ve o kartal, sincap ormandaki açıklığı geçmek üzereyken, kanatlarını iki yanına sabitleyip dalışa geçti, sincapı yakaladı. Kartal sincapın taze etiyle beslenirken, keskin kulakları, yakınlarda bir hışırtı yakaladı ve sincapın ölüsünü güçlü gagasıyla kavrayarak kanatlandı. O esnada ormanda yolculuk etmekte olan Durin’in üstünden uçarken, sincaptan damlayan kan yere inişe geçti.

   Durin omzuna damlayan kanı görünce bir an irkildi. Etrafına bakınarak kanın nerden geldiğini anlamaya çalışırken, üstünde uçan kartalı gördü. “Muhtemelen bir hayvanın leşini taşıyordu.” diye düşündü. Geçmekte olduğu açıklığın, mola vermek için iyi bir yer olduğuna karar vererek, çimenlerin üzerine kendini bıraktı. Oturduğu yerde çantasını sırtından çıkartarak içinde yiyecek bir şeyler aramaya koyuldu. Önceki akşam kalan son jambonunu ve biraz Fedro yapımı ekmeği yemişti. Ama ekmekten biraz daha kaldığını tahmin ediyordu. Kuru kuru da olsa, aç gezmekten iyi olduğunu düşünüyordu.

   Tam 13 gündür yaya olarak yolculuk ediyordu. Daegis Ormanı’na yolculuk etmeye karar verişinin üzerinden ise 1.5 ay geçmişti. Orman ve ormanın koruyucusu hakkında dinlediği efsanevi hikayeler, onu buraya çekmişti. Anlatılanların doğruluğunu tam olarak kestiremiyordu, çünkü şehirlerde insanların normalde 1 olan şeyi 2 gibi anlatmakta üstüne yoktu. Karanlığın yaratıklarının istila ettiği Artık Olmayan Şehir’le medeniyetin arasında duran Daegis Ormanı, defalarca goblinlerin, nigsembraların ve trollerin saldırısına uğramış ama ormanın koruyucusu tarafından geri püskürtülmüştü. En azından hikayeler böyle söylüyordu.

   Çantasının derinlerinde bir parça daha bayat Fedro yapımı ekmek bulunca rahatladı. Karnı bu kadar açken, zaten yeterince başarısız olduğu avlanma işiyle uğraşmak ona epey zaman kaybettirecekti çünkü. Ekmeği, bacağında gizlediği küçük bıçağını çekerek dilimlemeye koyuldu. En sevdiği bıçağıydı bu. Geldiği yer olan Essodier’de, ünlü silah imalatçısı Hameron Usta’dan satın almıştı. Aynı şekilde belinden sarkan kısa kılıcı da Hameron Usta yapmıştı. Adam çeliği veya herhangi bir metali işlerken, boş bir ovaya bakıp şiir yazıyor gibi çalışıyordu. Ortaya çıkan silah ise aynı bir kahramanlık öyküsünün ilk cümlesi gibi hissettiriyordu. Tabi Durin henüz o öykünün devamını yazmaya başlamamıştı. Eğer her şey istediği gibi giderse, bu ormanda o öyküye başlamayı planlıyordu.

   Dilimlediği parçalardan birini çiğnerken, ormanı seyretmeye başladı. Açıklığın bittiği yerde uzun boylu ve geniş gövdeli Ainnar ağaçları başlıyordu. Bulundukları kıtada en çok yetişen ağaçtı bu. Yeşil yapraklarının arasında, küçük kuşların besin kaynağı olan ufak mor meyveler yetişiyordu. Küçük bir çocukken, dere kenarından topladıkları kamışların bir ucundan bu meyveleri doldurup, diğer ucundan üfleyerek birbirleriyle savaştıklarını hatırladı. Doğduğu ve büyüdüğü yer olan Essodier’in köylerinde bu oyun, çocuklar arasında çok popülerdi.

   Ağzındaki dilimi yuttuktan sonra önündeki dilimlerden bir diğerine uzandı. Tam o sırada bir ses duyduğunu zannederek durdu ve etrafına bakınmaya başladı. Bir gürleme gibiydi... Yada bir homurtu...

   Bir süre hiç hareket etmeden hatta soluk alıp vermeden bekledi. Başka ses duymayınca kendisini tehdit eden bir şey olmadığına karar verip tekrar yemeğine döndü. Muhtemelen ormanın iri cüsseli hayvanlarından biri, kendini rahatsız eden daha küçük bir hayvanı yanından uzaklaştırmak için gürlemişti. Ekmeğinden bir ısırık daha aldığı sırada aynı sesi tekrar duydu. Bu kez daha yakından gelmişti. Hemen ayağa fırlayarak kılıcını çekti. Diğer elindeki ekmeğin kalanını da ağzına tıktıktan sonra, yerde kalan diğer ekmekleri çantasına doldurdu. Çantasını sırtına asarken bir yandan da geri çekilmeye başladı. Artık o sesi çok net duyabiliyordu. Dev bir yaratığın gürleme sesiydi bu. Ama emin olduğu tek şey, bunun bir hayvan olmadığıydı.

   Geri çekilirken açıklığın bittiği yerdeki uzun Ainnar ağaçlarının sağa sola sallandığını farketti. Bir şey ona veya bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Kılıcını sıkıca kavrayarak düşmanını beklemeye başladı. Önündeki son  ağaç kümesi de aralandığında, açıklığa çıkan şeyi tarif edecek bir kelime bulamıyordu. Neredeyse o ağaçlar kadar uzun ve gövdesi ağaçlardan daha kalın yeşil bir yaratıktı bu. Bedeni sarmaşıklarla sarılıydı ya da zaten sarmaşıklardan oluşuyordu. Sadece sarmaşıklar da değil... Bataklık otları ve yosunlar da vardı üzerinde. Kendini, bildiği bütün duaları ederken ve tanrısı Muialger’e yalvarırken buldu.

   Karşısında tiksindirici, ama bir o kadar da huşu uyandıran bir şey vardı. Korkuyordu, bir yandan da heyecan içindeydi. Daha önce hiç görmediği, anlatıldığını duymadığı bir varlıkla yüz yüzeydi. Yaratık, ağır hareket ediyor, ama her adımında yerde hafif bir sallantı yaratıyordu. Ormandaki tüm bitkiler, o geçerken korkuyla kenara çekiliyorlardı sanki. Çimenler bile, gövdelerini yere yatırmış ve halı gibi dümdüz olmuşlardı yaratığın önünde.

   Yaratık, sarmaşıktan kollarını iki yanında sallayarak ağır adımlarla açıklığın ortasına doğru yürümeye devam ediyordu. Yüzünün ortasında, içinde göz olmayan boş göz yuvaları Durin’e doğru çevriliydi. Kükreyerek üstüne geliyordu. Durin panikleyerek bir gerçeği farketti. Böyle bir yaratıkla savaşması, savaşsa bile hayatta kalması mümkün değildi. Burası, yolculuğunun bittiği yerdi. Burası, henüz yazamadığı hikayenin ilk ve son cümlesiydi. Burası, öleceği yerdi...

   Aniden başka bir ses duyunca düşüncelerinden ve şok halinden sıyrıldı. Az önce yaratığın çıktığı yerden, 1.90 boyunda bir adam koşarak açıklığa dalmıştı ve yaratığın üzerine doğru koşuyordu. Arkaya doğru uzattığı iki elinde de ucu kıvrık kılıçlar tutuyordu ve koşarken adeta süzülüyor gibiydi. Yaratık onun farkında değildi. Dev kolu, Durin’i ezmek üzere havaya kalktığında, o kolun gölgesi altında duran Durin gözlerini yumdu. Bir saniye sonra gölge üzerinden çekilmişti ve Durin hala hayattaydı. Gözlerini açınca adamın yaratığa yetiştiğini ve gözüyle takip edemediği bir hızda salladığı kılıçlarıyla yaratığı parçaladığını gördü. Aldığı her darbede, vücudundaki ot ve sarmaşık parçaları etrafa yayılıyor, kopan her parçasının yerini anında yenileri alıyordu.

   Garip adam bir küfür sallayarak geri çekildi ve yaratığın doğrulmasını izledi. Önlerden hafif seyrelmiş saçları olan, sağ gözünün üstünden başlayıp yanağına kadar inen bir yara izi taşıyan hafif ince yapılı bir adamdı. Bu sıradan görünüşüne rağmen gözlerinde korkutucu bir ifade taşıyordu. O kılıçları bu kadar seri sallayabilmek için daha kaslı olmak gerekeceğini düşünüyordu Durin. Ama tam önünde, bu tezi anında çürümüştü.

   Yaratık doğrulup gürledi ve kollarını adama doğru salladı. Adam yana sıçrayarak yuvarlandı ve hemen ayağa kalkarak yaratığa doğru atıldı. İki bacağının arasından takla atarak geçtiği esnada, yaratığın kolları ikinci kez az önce adamın durduğu yeri dövdü. Adam hızlıca dönerek, arkasına geçtiği yaratığın sırtına zıplayarak iki kılıcını birden yaratığa sapladı. Kılıçları saplayıp çıkararak yaratığın sırtından boynuna tırmandı. Adamı üzerinden atmaya çalışan yaratık debelenirken, adam kılıçlarını iki yana açarak seri bir biçimde yaratığın kellesini uçurdu. Hemen arından geriye doğru sıçradığında, yaratığın bedenini oluşturan otlar ve sarmaşıklar çözülmeye başlamıştı. Yerde yaratıktan arta kalan otlardan oluşan dev bir yığın meydana gelmişti. Adam kılıçları ellerinde Durin’e döndü.

   “Umarım, ormanıma gelişinin geçerli bir sebebi vardır.” dedi keskin bakışlarla. Hep mi böyle baktığını, yoksa kızgın olduğu için mi kendisini yiyecek gibi gözlerini diktiğini anlayamayan Durin, özür dilercesine başını öne eğdi. Hala yaratıkla karşılaşmanın verdiği şoku ve bu adamın kılıçla adeta dans eder gibi yaratığı yok edişinin verdiği şaşkınlığı üstünden atamamıştı.

   “Sizi zor durumda bıraktıysam özür dilerim. Buraya ormanın koruyucusunu aramaya geldim. Ve sanırım onu buldum.”  Bu “O” olmalı diye düşünüyordu. Tüm o hikayelerde bahsi geçen, hatta o hikayelerin kahramanı olan adam bu olmalıydı. O korkunç yaratığı adeta avlamıştı. Durin altına kaçırmamak için kendini zor tutarken, o yaratıkla dövüşmüş ve onu yenmişti.

   “Ormanın koruyucusu falan değilim ben. Sadece rahatsız edilmek istemiyorum.” Ayağıyla yaratığın parçalarını dürtükledi. “ Ve bu elemental beni rahatsız ediyordu.”

   Demek yaratığın adı elementaldi. Daha önce elementallerle ilgili bir hikaye duyduğunu hatırlat gibi oldu. Ama o hikayede yaratıklar farklı anlatılmıştı. Gövdesi ağaç gövdesi gibi olan, insan boyunda yaratıklar olarak geçiyordu onlar. Normalde hikayeler abartılırken, elementallerde tam tersini uygun görmüştü şehirliler heralde.

   “O... kılıçlarınla yaptıkların... Bu nasıl bir kılıç tekniği? Hayatımda ilk kez böyle bir şey görüyorum. Ve emin ol çok fazla kılıç ustası ve kılıç dövüşü gördüm.” Son cümleyi biraz övünerek söylemişti. Essodier; demircileriyle olduğu kadar, kılıç ustalarıyla da ünlüydü.

   “Görmemiş olman çok normal. Çünkü bu tekniği dünya üzerinde kullanan başka kimse kalmadı. Ben ve bir başkası daha var. Şimdi konunun özüne dönmeye ne dersin?” Konuşmaya dalmışken durulan bakışları, tekrar sertleşmişti. “ Buraya neden geldin?”

   “Söyledim ya! Buraya seni bulmaya geldim. Seninle yolculuk etmek istiyorum Ormanın Koruyucusu!” Adama doğru bir adım attı, Durin. Adam anında kılıçlarından birini, ikisinin arasına kaldırarak onu durdurdu.

   “Ben yolculuk etmiyorum. Burası benim yaşadığım yer ve sen şu an yaşadığım yere izinsiz girmiş bir böceksin. Seni ezmemi istemiyorsan, geri dönmeni tavsiye ediyorum.” Bakışları tartışmaya yer vermeyecek kesinlikteydi. Sağ gözünün üstündeki yara izi de, o bakışların yarattığı baskıyı azaltmaya hiç yardımcı olmuyordu doğrusu. Gözlerini devirerek Durin’e baktı. “ Ayrıca bana bir daha Ormanın Koruyucusu deme. Geldiğin şehir hangi haltsa, oraya geri dön ve oradaki insanlara Daegis Ormanı’nın misafir kabul etmediğini söyle. Eğer izinsiz girmeye kalkacak olurlarsa, Liam Graederen’in onları hoş karşılamayacağını da belirt.

   Arkasını dönerek, açıklıktan ormana doğru yürümeye başladı. Kılıçlarını sırtındaki kınlarına takarak ağaçların önüne geldiğinde Durin ona doğru hareketlendi.
 

   “Dur! Tam 15 gündür buraya yolculuk ediyorum. Bana söyleyebileceğin bu kadar mı?” Hayal kırıklığına uğramış biçimde kollarını havaya kaldırıp bacaklarına vurdu. Liam duraksayarak, omzunun üstünden geriye baktı.

   “Onlara Gölge Savaşı’nın yaklaştığını, kehaneti takip edenlerin bir araya gelmesi gerektiğini söyle. Ve şunu da ekle:
Dünya karanlığın üzerine yürüyecek,
kalkanlardan yansıyan ışıklar,
gölgeyi yerin dibine gömecek.
Kahramanlar bir araya gelip,
dünyanın sonunu getirecek.


Kendini Liam olarak tanıtan adam, ağaçların içinde kaybolduğunda, Durin ne diyeceğini bilemiyordu. Tek bildiği şey, işittiklerinin çok çok önemli olduğuydu. Hemen geri dönmesi ve bunu tüm insanlığa anlatması gerektiği gerçeğinden başka bir şey düşünemiyordu. Hayatında hiç koşmadığı kadar hızlı koşarak, ormanın çıkışına yöneldi. Kehanetin gerçekleşme vakti gelmişti...
 



Devam edecek...
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #1 : 10 Ağustos 2011, 15:23:31 »
                              Bölüm 2


   Sothain, dev beyaz kanatlarının altında, gökyüzünün en yüksek noktasındaki bulutların arasında süzülüyordu. İnsanlar arasında Ma’andealleren olarak biliniyordu. Gökyüzü Tanrıları ise ona Ilgarath diyordu. Aslında hepsi hemen hemen aynı anlama geliyordu: “Baş Melek.”

   Binlerce yıl sadece tanrılara hizmet ettikten sonra; kendisini ve Gökyüzü Tanrıları’nı yaratan Galo, onu can verdiği insanlara göz kulak olması için Gökyüzü Tanrıları’nın arasına bırakmış ve onlarla denk kılmıştı. Elbette bu onların hiç hoşuna gitmemişti. Kendilerinden daha aşağı bir varlığın, Galo’nun baş meleğinin onlarla denk tutulmasını kendilerine yedirememişlerdi. İçlerinden bazıları, bu hoşnutsuzluğu kısa sürede görmezden gelmeyi başarsa da, tanrıların içlerinde en yaşlıları olan Elderioth babasına karşı çıkmıştı. Kainatın en uzak ucunda sürgünde olmasının sebebi de buydu zaten.

   Arasından geçtiği bir bulut kümesinin ardında Tanrıların Bahçelerini görünce içine bir huzur çöktü. Kanatlarını güçlü bir biçimde çırparak bulutların üstüne yükseldi ve dev sarayın avlusuna doğru dalışa geçti. Boreald’dan yapılma gümüş renkli sarayı ilk gördüğü andan beri, ihtişamına erişebilecek tek şeyin, Adı Ebedi Olsun, Galo olduğunu düşünüyordu. Onu sadece bir kez görebilmişti ama gördüğü tek kusursuz varlıktı. Hatta varlıktan daha ötesiydi.

   “Sothain... Sana insani duygular veriyorum, onları anlayabilesin diye... Sana tanrısal güçler veriyorum, onları yönetebilesin diye... Sana kanatlar veriyorum, onların gökyüzüne hakim olabilesin diye... Sana bir kalp veriyorum, canlıları sevebilesin diye...” diye fısıldamıştı kulağına, onu yarattığı gün. Bir silüet gibiydi, ama capcanlıydı. Sanki çok uzaktaymış gibiydi ama tam karşısındaydı. Sanki karanlığın kendisi gibiydi ama güneşin parlaklığı yanında sönük kalırdı.

   Sarayın avlusuna ayak basar basmaz girişe doğru yöneldi. Dev saray, asla yerinden oynamayan bulutlar kümesinin üzerine inşa edilmişti. Denildiğine göre, mucit tanrı Izara tarafından yapılmıştı. Yeryüzünde tek bir yerde bulunun ve insanların şekillendiremedikleri için hiç uğramadıkları bir mağarada bulunan Boreald’dan dövmüştü bu sarayı, Izara. Sarayın; yeryüzündeki dağlar kadar büyük minareleri ve neredeyse gezegeni geceleri aydınlatan Ay kadar geniş kubbeleri vardı. Etrafı sadece Tanrıların Bahçeleri’ne bahşedilmiş altın rengi Oga Ağaçları’yla çevriliydi.

   Sarayın girişi, metrelerce yükseklikte platin kaplı bir kapıyla örtülüydü. Sadece tanrıların ve kendisinin dokunuşuyla açılıyordu. Herhangi başka bir varlığın gelip kapıyı açmayı deneyebileceğinden değil de, sarayın ihtişamına uygun bir giriş olması için yapılmıştı bu kapı. Sothain elini kapıya dayayarak, dev kanatlarının geriye doğru iki yana açılmasını bekledi. Gürleyerek ağır ağır hareket eden kapılardan geçilebilecek bir açıklık oluştuğu anda içeri adımını attı. İçeri adımını atar atmaz bir güç onu dışarı fırlattı. Bedeni, sanki insanların bir oyuncağıymış gibi havada uçarak sarayın avlusuna çarptı.

   Neye uğradığını şaşırarak ayağa fırladı. Karşısındaki girişten, gölgelerin içinden uzun boylu bir adam çıktı. İnce ve köşeli yüzünde hain bir sırıtışla, ona doğru yürümeye başladı.

   “Sworioth! Bu ne demek oluyor?” Yüzünde şaşkın ve kızgın bir ifadeyle gerilemeye başladı. Karşısında tüm ihtişamıyla savaş tanrısı duruyordu. Geniş omuzluklu Boreald Zırhı ve kınındaki dev mythril kılıcıyla ona doğru yürüyordu.

   “Zavallı Ilgarath... Yoksa ne olduğundan haberin yok mu?” Yüzündeki alaycı bir ifadeyle ellerini havaya kaldırıp duraksadı. “Ah... Doğru ya! İnsan oyuncaklarınla oynamaktan, saraya uğramaz oldun.” Tok bir kahkaha attıktan sonra tekrar ona doğru yaklaşmaya başladı.

   “Ağzından oldum olası balçıktan başka bir şey akmadı Sworioth! Bana neler olduğunu açıkla, yoksa...”

   Lafını bitiremeden, Sworioth yok olup tekrar önünde belirdi ve Sothain’i göğsünden tutup yere çarptı. Bakışları, her zamanki gibi yok etmeye meyilli bir manyağın bakışlarına dönüşmüştü.

   “Yoksa ne olur, Melek?” Son lafı tükürür gibi söylemişti. “Beni döver misin?” Bir elini Sothain’in göğsüne bastırarak durmaya devam etti.

   “Babamızın beni size denk kıldığını unutma! Daha fazla ileri gidersen, zavallı hayatının sona erdiğinden emin olurum.” dedi Sothain. Göğsündeki baskı tonlarcaydı. Zorlukla konuşabiliyordu ama bu noktada geri adım atabilecek kadar zavallı değildi.

   “Babamızın kainatın hangi köşesinde ya da yarattığı bambaşka bir evrenin hangi deliğinde olduğunu hiçbirimizin bilmediğinin farkındasın değil mi? Ama bilmediğin şey, abimin sürgünden geri dönmeye hazırlandığı.” Yüzünde hain bir sırıtışla, elini Sothain’in göğsünden çeken Sworioth, arkasını dönerek sarayın girişine doğru aylak aylak yürümeye başladı.

   “Sen neden bahsediyorsun? Elderioth bizzat, Adı Ebedi Olsun, Galo tarafından oraya zincirlendi. Oradan kurtulması mümkün değil!” Sothain’in gözleri şaşkınlıkla büyümüştü. Eğer söyledikleri gerçekse, hatta gerçeğe biraz bile yakınsa, bu Aldovel’i çok değiştirecekti. Kötü niyetli Elderioth, babasını ve onun yaratım gücünü kıskandığı için, sürgüne gönderilmeden önce Aldovel’e çok zarar vermiş ve çarpık yaratımları yüzünden yıllarca süren savaşlara sebep olmuştu.
   “Artık sana ve hizmetlerine, gökyüzünün bu katında ihtiyaç duyulmuyor, Ilgarath. Seni Tanrıların Bahçeleri’nden ve bu saraydan men ediyorum...”

   “Hayır! Bunu yapamazsın!” Yapabilir miydi? Yaşananlara hiç anlam veremiyordu. Buradan hemen uzaklaşması gerektiğine karar vererek kanatlarını gerdi. Bir an sonra kanatlarını kıpırdatamıyordu.

   “Sonsuza dek yeryüzüne ve onun toprağına bağlı olasın. Bir insan gibi yaşayıp, insan gibi ölesin.”

   “Dur! Ya diğer tanrılar? Onlara ne hesap vereceksin?” Kanatlarını tekrar ve tekrar oynatmayı denediyse de başarılı olamadı. Artık her şeyin bittiğini anlıyordu.

   “Git ve o çok sevdiğin insancıklarınla kucaklaş, Melek!” Sözcükler ağzından tükürük gibi saçılmıştı. Elini kaldırarak havada tuttu ve yumruklarını sıktı anda Sothain kendini havada buldu. Sarayın çok uzağına fırlamış ve aşağıya düşüyordu. Kanatları hala kıpırdamıyordu. Etrafında düşüşünü yavaşlatabilecek hiçbir şey yoktu. Sadece bulutlar ve bomboş gökyüzü vardı. İlk defa gözünden yaşlar dökülmeye başladı. İlk defa bu kadar insan gibi hissediyordu. Bedeni toprağa yaklaşırken gözlerini yumdu. Ama yere sertçe çarpmak yerine, bir kuşun tüyü gibi yavaşça indiğini farketti.

   Ayağa kalktığında kendini boş bir düzlükte buldu. Etrafta bitkiler dışında hiçbir canlı yoktu. Ne yapacağını bilemez vaziyette etrafına bakındı. Kafasını gökyüzüne kaldırdığında, üstünde bulutların toplanmaya başladığını ve bulutların kapkara olduğunu gördü. Galo onu her şeye hazırlamıştı. Ama buna... Gözyaşları içinde yürümeye başladı. Aklından geçen tek düşünce ise, dünyanın kaderiydi.


Devam edecek...
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #2 : 29 Aralık 2013, 09:48:02 »
Öykü seçkisinin gardırop teması için yazdığınız "Şişmanlar, Salgırganlar ve Rüzgar" öyküsünü okuduğumdan beri bu öykünüzü de okumayı düşünüyordum ancak şimdi okumaya fırsat buldum.

Açıkçası neden hiç yorum veya yazar puanı almamış bu öykü şaşırdım diyebilirim. Tıpkı diğer öykülerinizdeki gibi ustalıkla yazılmış betimelemeler, insanın ağzını sulandıran detaylar ile bezenmişti. İki yıldan fazla olmuş ve devamı da gelmemiş ne yazık ki. Umarım bir gün devam etmeyi düşünürsünüz.

Ufak tefek yazım hatalarını dile bile getirmiyoruz artık, bir iki tekrar okuma ile düzeltilebilecek şeyler bunlar. Öyküyü okurken tıpkı "Yüzüklerin Efendisi" için yazdığınız fan fiction'da olduğu gibi oldum. "Alla alla böyle bir şey vardı da ben mi bilmiyordum" gibi sanki bir kitaptan alıntılar varmış gibi hissettim.

Elinize, emeğinize sağlık.

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #3 : 09 Haziran 2014, 18:38:17 »
Madem öyle, devam edecek...
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı Gudvard

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #4 : 15 Haziran 2014, 16:08:32 »
Devam etmesini dört gözle bekliyorum. Söylenecek fazla şey yok; güzel yapılmış betimlemeler ve sıkmayan bir anlatım hakim. Kurgunuz ise pek sıradan durmuyor. En kısa zamanda yeni bölümlerle zihinlerimizi doyurursunuz umarım :D

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #5 : 31 Temmuz 2014, 18:12:57 »
                              Bölüm 3


   Yonas, odasının meşe kapısı sertçe çalındığında yatağında mışıl mışıl uyuyordu. İlk vuruşta uyanıp, ikinci vuruşta hafifçe doğrulup, üçüncü vuruşta yatağından düştü. Sersemlemiş vaziyette yatağın çok ucunda yattığına ve kapıyı çalan her kimse aşırı sinirli olduğuna kanaat getirdi. Koşarak kapıya gitmeye çalışırken, yatağının yanındaki dolaba yasladığı asası Deardalan’a takılarak yere kapaklandı. Deardalan’ın ucunda duran Yeşim taşı yavaş yavaş parlaklaştı. Sanki o da uykusundan uyanmıştı.

   “Millean Tozu adına! Senin dolabın yanında ne işin var Deardalan?” Asasına suçlayan bir bakışla baktı. Asanın ışığı yavaşça solmaya başlayınca ise babacan bir tavırla ona sarılıp ayağa kalktı. Kapı tekrar sertçe çalındı.

   “Bizim kulede bir troll büyücü olduğundan haberim yoktu.” diye bağırdı Yonas. Sonra asasına eğilip fısıldadı. “Ya da troll beyinli bir büyücü olduğundan.” Deardalan bu espriye gülermiş gibi parlayıp parlayıp sönmeye başladı. Yonas sırıtır vaziyette kapının kulpunu tuttu ama tam açmak üzereyken kapının yanındaki aynayla göz göze geldi. Yakışıklı sayılabilecek, keskin hatlı bir yüzü vardı. Karman çorman saçları ve kirli sakalı o yakışıklılığından epey bir götürüyordu. Ama yine de kendisini beğendi. Deardalan da onu cesaretlendirmek ister gibi asanın ucundan bir çiçek açtırdı.

   “Ah! Teşekkürler Deardalan.” Asasına gülümsedikten sonra en ciddi ifadesini takındı. Kulenin belki de en bakımsız kapısı, menteşelerinde asırlık bir yaratık saklanıyormuşçasına ciyaklayarak açıldı.

   Kapının hemen diğer tarafında hayatında gördüğü, ve aslında sık sık görmek zorunda olduğu, en sevimsiz suratlı büyücü duruyordu. Gilron, yüzünde emanet bir parçaymış gibi duran aşırı küçük ve kalkık burnuyla kendisine en kötücül bakışı fırlattıktan sonra hiçbir izin istemeden odanın ortasına kadar yürüdü.

   “Beceriksiz bir büyücü olduğun yetmezmiş gibi, uykucu ve ilgisizsin Yonas. Kurul tam 2 saattir yargılanman için seni bekliyor.” Odayı tiksinmiş bir ifadeyle kısık gözlerinin arasından inceledikten sonra aniden durdu ve Yonas’a baktı. “Yoksa kurulun karşısına çıkmayarak, bu davadan kaçabileceğini mi sandın?”

   Yonas’a sırtını dönerek odayı incelemeye devam etti. Yonas arkasından sessizce Gilron’un taklidini yapınca, Deardalan parlayıp sönmeye başladı. Asanın ucundan kötü kokulu bir Hugl mantarı bile çıkardı. Yonas istemsizce sırıtıp hızlıca mantarı sakladı.

    “İşin aslı, gece çok geç saatlere kadar çalışmam gerekti Gilron. Bazılarının aksine ben hala çalışıyorum...” Sözünü bitiremeden Gilron araya girdi.

    “Biliyorum. Hala büyü yapmaya çalışıyorsun. Ama gün bittiğinde hala bir beceriksizsin. Hala Öfke’yi kullanamıyorsun.” Gilron masanın üzerinde duran ve Yonas’a ait olan kılıcı asasının ucuyla dürttü.
“Sadece Neşe ve Sevgi kullanarak büyü yapabilen bir büyücü olduğun için de, tıpkı barbarların yaptığı gibi, yanında bir kılıç taşıyorsun.

   Yonas kendisine bunun sürekli hatırlatılmasından artık çok bunalmıştı. Evet. Bir büyücü, büyüsüne başlamadan önce içindeki en baskın duyguyu yönlendirmek zorundaydı ve Yonas yapısal olarak öfkelenemiyordu. Ne zaman bir şeye kızar gibi olsa, kızdığı için gülesi geliyordu. Ve kendini kılıç kullanırken mutlu hissediyordu. Babasının ona öğrettiği kılıç tekniklerini hala hatırlıyor ve fırsat buldukça idman yapıyordu. Kılıcını masadan alarak cübbesinde asılı duran kemere taktı.

   “Bu kılıç baba yadigarı sevgili Gilron. Ayrıca senin en öfkeli halin bile benim en neşeli halimle başa çıkamaz.” Bu söylediğinde doğruluk payı vardı. Sadece büyücülerin yaşadığı Magico’da pek çok güçlü büyücü olmasına rağmen hiçbiri Neşe’yi, Sevgi’yi hatta Heyecan’ı Yonas kadar etkili kullanamıyordu. Tek sıkıntı, bu duyguların bir insanın sahip olabileceği en güçlü duygular olmamasıydı. Bu da Yonas’ı, güçlü büyücüler sıralamasında epey gerilere atıyordu.

   “Her neyse, barbar. Hazırsan Gümüş Oda’ya gitmemiz gerekiyor. Dediğim gibi, birazdan yargılanacaksın. Ve umarım bu kuledeki son günün olacak.” Gilron o kadar çirkin gülümsedi ki, dudaklarının uçları ince suratını aşıp ensesine kadar uzandı. Yonas iğrenerek Gilron’a baktıktan sonra kapıdan çıktı. Gilron’da çıktıktan sonra kapısını aynı gıcırtıyla kapattı ve peşine takıldı.

   Biraz sonra Magico’nun baş büyücüsü Altero’nun ve kuleyi yöneten kurulun karşısına çıkacaktı. Sebebi ise aslında fazla büyütüldüğünü düşündüğü küçük bir dikkatsizlikti. Bir bilgilendirme toplantısı esnasında uyuyakalmıştı. Muzip arkadaşlarından büyücü Togho, onu aniden sarsınca korkuyla yerinden sıçramış ve belinde asılı keselerden birinde bulunan Patlatma Tozu şömineye fırlamıştı. Küçük çaplı bir patlama gösterisi olmuştu. Aslında kendisi çok eğlenmişti ama bazıları bunu o kadar da eğlenceli bulmamıştı.

   Kurulun karşısına çıkmak ve yargılanmak onun için çok da önemli değildi. Verebilecekleri herhangi bir ceza onu pek de korkutmuyordu aslında. Ama onu endişelendiren, daha da ziyade üzen şey, Altero’nun karşısına çıkmaktı. Baş büyücüye duyduğu kadar saygıyı bu hayatta sadece babası için duymuştu. Ki ikisi eskiden çok yakın arkadaşlardı. Babası öldürülene dek. Bu konu hakkında düşünmeyi pek sevmezdi.

   Gümüş Oda’ya çıkan taş merdivenleri tırmanırken, Deardalan onun endişesini sezmiş olacak ki elinde titreşti. Boştaki eliyle asanın taşını okşayarak onu sakinleştirdi. Merdivenlerin bittiği yere geldiklerinde Gilron, kanatlı kapıları iterek açtı ve büyük salona giriş yaptılar.

   Kurul tam kapının karşısında bulunan amfiye dizilmiş, 33 üyenin tamamı sandalyelerinde yerini almıştı. Yonas kapıda belirince homurdanmaların tonu biraz yükseldi. Baş büyücü Altero, Aldovel’deki kralların çoğunun tahtından daha görkemli görünen koltuğunda tüm azametiyle oturuyordu. Yonas yutkunarak amfinin tam ortasında yer alan daire şeklinde platforma adımını attı. Gilron ise yazıcı için ayrılmış olan kürsüye yöneldi. Yürürken Yonas’a hain hain sırıtmayı da ihmal etmedi.

   Homurdanmalar sürerken, Altero asasını iki kez yere vurdu. Mermer zemine çarpan ahşabın gür sesi, yarım daire şeklindeki amfide bir gök gürültüsü gibi yankılandı. Tüm salon sessizliğe boğuldu.

   Baş büyücünün tam yanında, onun koltuğuyla hemen hemen aynı yükseklikte olan minderde kıdemli büyücü Tuerstan oturuyordu. İnce ve kıvrık bıyıkları, sanki derin bir nefes çekse burun deliklerinden içeri girecekmiş gibi görünüyordu. Yonas gülme isteğiyle bir süre savaştıktan sonra bu büyücüye odaklandı. Tuerstan oturduğu minderinden kalkarak tüm salona seslendi.

    “Değerli Magico Kurulu üyeleri ve Aldovel Büyücüler Konseyi ile Magico Kulesi’nin baş büyücüsü Altero Barışgetiren. Karşınızda bulunan Magico Kulesi’nin eski öğrencisi, yeni Gri Büyücüsü Yonas’ın yargılanması için burada toplandık. Aklınızdan gerçekler, yüreğinizden merhamet, bileğinizden adalet eksik olmasın.” Tuerstan hemen ardından Altero’nun diğer tarafında, benzer bir minderde oturan büyücü Holstan’a döndü.

   “Sözcü Holstan. Sanığın suçunu bizlerle paylaşır mısınız lütfen?” Tuerstan lafını bitirdikten sonra mindere oturdu ve sanki oturduğu yerde bir tuşu aktif hale getirmiş gibi o oturur oturmaz Holstan ayağa kalktı. Yonas bu seremoniyi daha önce en az 50 kez görmüştü. Ve hepsinde aynı platformun üzerindeydi. O yüzden asasına yaslanarak oflayıp puflamaya başladı.

   “Sevgili Magico Kurulu ve saygıdeğer Altero Barışgetiren. Hepinizi selamlıyorum. Magico yasalarında da açıkça belirtildiği gibi...” Holstan lafını tamamlayamadan gür bir ses araya girdi.

   “Yasalar, yasalar, yasalar...” Tüm kafalar aynı anda sesin geldiği yöne, yani Yonas’ın tam karşısında bulunan baş büyücü Altero’ya döndü. “Yasaları artık hepimiz ezbere biliyoruz Sözcü Holstan. O yasalara bence en kısa zamanda “Hemen Olayın Detaylarını Anlatma” yasası eklemeliyiz.”

   Deardalan bu espriyle epey neşelendi ve küçük bir Mika Çiçeği asanın ucunda belirdi. Yonas çiçeğe bakıp sırıttı ve çabucak asanın ucundan aldı.

   “Şimdi bu küçük mevzudan daha önemli bir durum var. O yüzden büyücü Yonas’la ilgili kararın çabucak verilmesi için oylamaya geçelim.” diye devam etti Altero. O lafını bitirdiğinde salonda şaşkın bakışmalar yaşandı. Yonas da biraz şaşırmıştı. Baş büyücü her zaman sabırlı bir insan olmuştu. Gerçekten de önemli bir durum yaşanmış olmalıydı.

   “Büyücü Yonas’ın ceza almaması yönünde oy kullananlar!” Kendi asasının ucunda bir ışık parıldadı. Onun yargısını koşulsuz şartsız kabul eden salonun büyük bölümü de aynı şekilde asalarını kavradı ve salonda rengarenk ışıklar parıldadı.

   7 kişilik bir grup, ki hepsi büyücü Garam’ın yakın dostlarıydı, öfkeli suratlarla kıpırtısız kalmayı tercih ettiler. Bu Yonas’ı pek şaşırtmadı. Altero’yu da pek şaşırtmamış olacak ki sabırsızca elini sallayarak konuşmaya devam etti.

   “Çoğunluk sağlandığına göre, Yonas’ı suçsuz ilan ediyorum. Artık diğer mevzuya geçebiliriz.”

   Yonas rahatlayarak küçük bir reverans yaptı ve çıkış kapısına doğru yöneldi. Daha iki adım atamamıştı ki Altero’nun sesi onu durdurdu.

   “Ceza almayacağını söyledim ama gidebileceğini söylemedim büyücü Yonas.” Yonas bir an için yerinde donup kaldıktan sonra dönüp baş büyücüye baktı. Tek kaşı kalkık vaziyette eliyle platformu işaret ediyordu. Yonas pek anlam veremeyerek platforma döndü. Deardalan da pek anlam verememiş olacaktı ki avucunun arasında huzursuzca titreşti.

   “Hepinizin bildiği gibi, Batı Aldovel’de son zamanlarda pek çok tatsız söylenti dolaşıyor.” Altero çok ciddi bir ifade takınmıştı. Yonas “hepinizin bildiği gibi” ifadesini pek üstüne alınmayarak baş büyücüyü dinlemeye devam etti.

    “Gökyüzünde kara bir bulut, uzunca zamandır asılı durumda. Artık Olmayan Şehir’in kuzey sınırında gölgelerin dolaştığı ve insanların kaybolduğu haberleri kulağımıza çalınıyor.” Tüm salon ölüm sessizliğiyle sarmalanmıştı. Genellikle kibirli bir ifadeyle oturan büyücü Garam bile çattığı kaşlarıyla ciddi bir ifade takınmış ve Altero’yu dikkatle dinler duruma geçmişti.

   “Ve yine bildiğiniz gibi büyücüler konseyi bir süredir kadim kehanetin sırlarını çözebilmek için uğraş veriyordu. Hiç kimsenin konuşmadığı, okuyamadığı eski bir lisanda yazılmış olan bu kehanetin bazı parçaları artık bizim için yabancı değil.” Bu haber salonda bir hareketlenme yarattı. Garam’ın takipçilerinden Lordes isimli kadın büyücü ayağa fırladı.

   “Bu kehanet saçmalığına yeterince zaman harcadınız zaten Baş Büyücü Altero. Bir de kehanette yazanları çözdüğünüz zırvalığıyla vaktimizi çalmayın lütfen.” Kadın öfkeyle konuşurken Garam onu kolundan sertçe tuttu ve sırasına geri oturttu. Kadın oturduktan sonra bir süre Garam’a da öfkeyle bakmayı sürdürdü.

   Altero kadının konuşmasını bitirmesini bekledikten sonra tekrar konuşmaya başladı.

   “Kehanet bir saçmalık değil, Aldovel’in kaderidir Lordes. Yüzyıllar boyunca dünyanın kaderini öğrenmek için çalıştık. Ne yazık ki o sır, bizim yaşadığımız bu çağda çözülmeye başladı.” Baş büyücü kederlenmiş gibi görünüyordu. Yonas, çözülmeye başlamış bir sırrın neden onu kederlendirdiğine tam olarak anlam veremiyordu. Aslında deminden beri konuşulan şeylerin çoğu pek ilgisini çekmiyor, niye orada bulunduğunu anlayamıyordu.

   “ ‘Ne yazık ki’ diyorum çünkü kehanetin şimdi çözülmesi demek, o gelmesini hiç istemediğimiz günlerin artık çok yakın olması demek. Yani bulutun gölgesi, dünyayı karanlığa boğmak üzere.”

   Salondaki herkes huzursuz biçimde kıpırdanmaya ve fısıltılar salonun duvarlarında yankılanmaya başladı. Altero kontrolü kaybetmeden konuşmayı sürdürdü.

   “Şimdilik kehanete dair pek az şey öğrendik. Ama o pek az şeyin arasında bizi fazlasıyla alakadar eden bir şey var.” Oturduğu yerden ağır ağır doğrulan yaşlı büyücü salona yukarıdan bakarak insanların yüzlerini taradı.

   “Bu kuleden, hatta bu salondan birisinin de kehanette rolü var.” Salonda kıpırdanmalar arttı. Büyücü Garam bu bilgiyi aşırı ilginç bulmuş olacaktı ki iyice öne eğilerek Altero’nun ağzına bakmaya başladı. Yonas’ın belindeki kılıç kemeri, nasıl olduysa koptu ve tangırdayarak mermer zemine düştü. Deardalan o kadar korktu ki taşından aşırı parlak bir ışık yayılarak salondaki tüm gölgeleri aydınlattı. Tüm salon irkilerek Yonas’a döndü. Yonas mahcup mahcup sırıtarak yere eğildi ve kılıcını aldı. Deardalan da yavaş yavaş söndü. Altero’yla bir an göz göze gelen Yonas’ın yüzündeki sırıtış iyice genişledi.

   “Affınıza sığınarak ve sonsuz saygıyla size bir soru sormak istiyorum sayın baş büyücü.” diye lafa girdi Yonas. “Belli ki bu kehanet mevzusu çok ciddi bir konu ve beni epey aşıyor. Müsaadenizle ben daha fazla sakarlık yapmadan ve konunun ciddiyetini bozmadan odama çekileyim. Ne dersiniz?”

   Baş büyücü uzun zamandır bahşetmediği bir gülüşü Yonas’a bahşetti.

   “Sevgili Yonas. Baban ve ben bundan 45 yıl önce omuz omuza savaşmıştık. Çok yaman bir savaşçıydı. Benim büyüm ve onun fiziksel gücü bir araya geldiğinde karşımızda durabilen hiçbir düşman kalmıyordu.” Kısa bir an duraksayarak boşluğa baktı. Sanki tüm o eski anılar gözünün önünde canlanmış gibi bakışları boşlaştı. Hemen ardından eski ciddiyetine tekrar kavuştu.

   “İkimiz her zaman kehanetin bir parçası olabileceğimizi düşünmüştük. Kıtanın en iyi savaşçısı ve büyücüsü olduğumuzu düşünmüş ve dünyanın bize ihtiyaç duyacağı o günün geleceğine inanmıştık. Onun ölümü inan beni, seni üzdüğünden daha fazla üzmüş ve yaralamıştı. Sadece en iyi dostumu değil, kehanetin bir parçasını da kaybettiğimi düşünmüştüm bugüne dek.” Sıralarında oturan herkes dikkat kesilmiş, baş büyücünün anlattıklarını dinliyordu. Yonas biraz duygulanmış ve diğer yandan adeta donup kalmıştı.

   “Ama aslında ikimizin de kehanette yeri yokmuş. Aldovel’in yaşayacağı o kaçınılmaz günlerde, ikimizin de pek bir rolü yokmuş meğer.”

   Yonas ne diyeceğini bilmez vaziyette Altero’ya bakmayı sürdürüyordu. Bir elinde asası diğer elinde kınında duran kılıcıyla kıpırtısız dikiliyordu.

   “Bizi alakadar eden bölüme gelecek olursak... Tam olarak şöyle diyor:

Ve o gün geldiğinde, kılıç ve asa onun iki elinde yerini alacak. Kılıç, geçmişten alacağı intikam için. Asa, gelecekte ihtiyaç duyacağı için. Gölge onun kalbini esir alacak. Asasından parlayan ışık, karanlığı yırtacak. Atasından aldığı kılıç, gölgenin kalbine saplanacak. Diğer yoldaşları, onun ışığında yol alacak.”

   Salonda az önce sessizlik hakimdiyse, şu an ki sessizliği tarif edecek bir sözcük henüz yazılmamış demekti. Kimse nefes bile almıyordu. Yonas bir sol elindeki kılıca, bir sağ elindeki asaya baktı. Aldovel’de asa ve kılıç kullanan tek büyücü kendisiydi.

   Sessizliği bozan, bu toplantının başından beri sessiz olan Garam’dı. Sırasından sertçe kalkarak en sert bakışlarıyla Yonas’ı süzdü.

   “Kabul edilemez.” dedikten sonra salonu terk etti. Yandaşları ise şok içinde Yonas’a bakıyorlardı. Hemen sağında duran Gilron hoşnutsuz bir ifadeyle Altero’ya ve Yonas’a bakıyordu.

   “Hazırlıklarını yap evlat. Güneş batmadan önce Merilion Krallığı’na doğru yola çıkıyorsun. Işık, seninle olsun.”

   Altero oturduğu yerden kalkarak salonun çıkışına yöneldi. Yonas hayal meyal insanların sessizce salonu terk ettiğini fark etti. Bulunduğu yerden hiç kımıldamadı. Kehanet hakkında pek bir şey bilmiyordu. Sadece eskilerin anlattığı hikayeler vardı. Tanrıların babası Galo’nun dünyayı terk etmesi ve kötü kalpli oğlu Elderioth’un dünyanın üzerine bir gölge gibi çökmesiyle ilgili hikayeler. Bir grup savaşçının, kehanette adı geçen savaşçıların gölgeye karşı koymak için bir araya geleceğine dair hikayeler...

   Ama tüm bunların birer masaldan ibaret olduğuna inanmayı tercih etmişti. Şimdiyse onun bir parçası olduğu kendisine söylenmişti. Gerçekten bildiği tek bir şey vardı.

   Eğer kendisi o kehanette adı geçen savaşçılardan, kahramanlardan biriyse, başları büyük bir beladaydı.
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #6 : 01 Ağustos 2014, 16:02:16 »
                              Bölüm 4


   Güneş yine ufku kan kırmızı bir renge boyayarak ağır ağır batıyordu. Göçmen kuşların çığlıkları, gökyüzünü pençeleriyle tırmalıyordu. Hafif bir meltem, yorgun savaşçının uzun ve bakımsız saçlarını havalandırıp, içini uzun zaman önce unuttuğu bir huzurla doldurdu. Sadece bir an için... Sonra yıllardır peşini bırakmayan o korkunç acı, şeytani öfke geri döndü. Huzur denilen duygunun ardından, kısa bir süre için saklandığı o çirkin oyuktan fırladı. Kulağında o nefret ettiği uğultuyu duydu.

   Yorgun savaşçı artık alıştığı, her gün yaşadığı sıkkın hisle savaşarak kılıcını çekti. Toprağın altından zehirli otlar misali çıkan parmaklara baktı kararmış gözleriyle. Artık o gözlerin etrafındaki karanlık gölge, onun bir parçası olmuştu. Yıllardır doğru dürüst bir uyku uyumamıştı. Kısa uykuları da hep huzursuz olmuştu. Çoğunlukla uykusu, toprağı yırtan o kemiksi ellerin, içi boş göz oyuklarının varlığıyla bölünmüştü. Ve korkunç bir şeyin kendisine doğru yaklaştığını haber veren o uğultuyla...

   Ellerin hemen ardından diğer kemikler de topraktan çıktı. Ölümün uzun zaman önce etini sıyırdığı iskelet, imkansız denilecek bir açıda ayakta durarak ona doğru yaklaşmaya başladı. Savaşçı, saçına karışmış sakallarının arasından dudaklarını büktü.

   “Yeter artık. Lütfen dursun bu. Lütfen.” dedi içinden kendi kendine. Hıçkırarak ağlamak istiyordu ama göz yaşları bile uzun zaman önce terk etmişlerdi onu. Artık içinde sadece hayatta kalmaya çalışan bir savaşçı kalmıştı. Yıllardır peşini bırakmayan ölümün karşısında ayakta kalan bir savaşçı. Bir de eski bir ismin anısı vardı. Adon. Ona öyle derlerdi. Lanetlenmeden ve insanların dünyasından uzaklaşmak zorunda kalmadan önce kendisine böyle seslenirlerdi. Adon! Adon!

   Kılıcını kaldırıp iskelete doğru savurdu. İskelet kalkanını kaldırarak saldırıyı bloke etmek istedi ama darbenin şiddeti yüzünden kolu da kalkanıyla beraber vücudundan ayrıldı. Adon’un ikinci hamlesi kafasını gövdesinden ayırdı. Üçüncü darbesi ise gövdesini ikiye böldü. Kemiklerin üzerine basıp geçen hemen ileride yeni doğrulmuş olan diğer iskelete yöneldi. Gökyüzü kanamaya devam ederken kılıcı 3 kez daha havaya kalktı. Adon yok ettiği diğer iskeletin kemiklerinin yanına oturup bir süre gökyüzünü seyretti.

   Bir gün daha sona ererken, onun ıstırap dolu saatleri yeni başlıyordu. Karanlık dünyayı kısa bir süreliğine sarmaladığında, onun ayak bastığı toprağın altında ne kadar şeytani yaratık varsa, ölümün kollarına aldığı ne kadar beden varsa hepsi yerin üstüne çıkıyordu. Lanetlendiği günden beri böyleydi.

   “Ölüm ve acı asla peşini bırakmasın! Sen yaşadıkça, şeytanın dünyası huzura eremesin! Gittiğin her yere, ıstırap götüresin!” demişti cadı. Hayatı Adon’un hançerinin ucunda sona ermek üzereyken, tüm kini ve öfkesiyle okumuştu bu laneti. Ve işe yaramıştı. Tanrılar onun değil, cadının tarafını tutmuştu.

   İnancını uzun zaman önce kaybetmişti yorgun savaşçı. Çorak topraklarda seyahat ediyor, sadece hayatta kalmaya çalışıyordu. İnsanlardan ve yaşadıkları yerlerden uzak durmaya çalışıyordu. Özellikle de akşam saatlerinde. Çünkü onun bulunduğu bölgede toprak akşamları çok hareketli oluyordu. Çeşit çeşit iblisler, yaratıklar, uzun zaman önce ölmüş savaşçılar, laneti yerine getirmek için peşine düşüyordu.

   “Neden savaşmaya devam ediyorsun.” diye bir ses geldi arkasından. İrkilerek ayağa fırladı ve kılıcı elinde savunma pozisyonu aldı Adon.

   “Hiç bunu düşündün mü? Neden teslim olmadığını ya da olamadığını...” Cüppeli bir adamın ağır ağır kendisine yaklaştığını görebiliyordu. Ama ne adamın yüzünü seçebiliyor, ne sesini tanıyor, ne de nasıl olup arkadan ona sessizce yanaştığını anlayabiliyordu.

   “Kimsin?” diye sordu hırıltılı bir sesle. Kendi sesi, kulağına yabancı geldi. Ses telleri çok uzun zamandır titreşmemişti.

   “Sana bir isim söyleyebilirim. Belki sen de bana bir isim söylersin. İsimlerin ne önemi var. Bir adamın ismini duyduğunda o adamın geçmişini, duygularını, aklından geçenleri, amaçlarını anlayamazsın. Eline geçen şey sadece bir isimdir.” Cübbeli adam durdu. Aralarında birkaç adım kalmıştı.

   “Bu bir yaratık değil.” dedi Adon içinden. Yaratıklar konuşamazdı. En azından insanların dilinde konuşmazlardı. Çıkardıkları çirkin sesler, onun için bir şey ifade etmiyordu. Yoksa bu şeytanın ta kendisi miydi? Kılıcını daha da sıkı kavrayarak duruşunu sağlamlaştırdı. Midesi açlıktan iyice büzüşmüştü. Günlerdir yemek yememişti. Ama bir süre daha yemeden dayanabilirdi. Karşısındaki eğer şeytansa, onu öldürüp bu lanete bir son verebilirdi.

   “Aslında tek yapman gereken, kılıcını sallamayı bırakmak. Peşini bırakmayan ölüme teslim olmak. Ve sonra huzur gelecek. Sessizlik.” Cübbeli adam yüzünü gölgelerin arasında gizlemeye devam ederek Adon’un çevresinde dönmeye başladı. Ama mesafesini korumayı sürdürdü.

   “Ama bırakamıyorsun işte. Her gün sayısız düşmanınla yüzleşiyorsun. Teker teker hepsini yok ediyorsun. Ve yaşıyorsun.” Adon, adam döndükçe bulunduğu noktada küçük hareketlerle dönüyor ve adamın görüş mesafesinden çıkmasına izin vermiyordu. Adamdan kendisine yönelik hiçbir tehdit algılamıyordu. Adamı hissetmemesinin sebebi de buydu muhtemelen. Bir şeyler söylemek istiyor ama ne söyleyeceğinden emin olamıyordu. Yorgunluğu, savaşma isteğini iyiden iyiye kemiriyordu.

   “Bir cevabın yok mu? Neden savaşmayı bırakmıyorsun?” Bunu çok basit bir soruymuş gibi sormuştu. Ve sorusunu tamamlar tamamlamaz durdu, Adon’la yüzleşti. Cübbesinin kapüşonunu sıyırarak yüzünü Adon’a gösterdi.

   Yaşlı sayılabilecek bir adamdı. Sesine hiç yansımadığını fark etti yaşlılığının. Beyaz gür saçları omuzlarına dökülüyor, bir perçem ise alnından yüzüne sarkıyordu. Gençken çok yakışıklı bir adamdı muhtemelen. Hala yakışıklı sayılırdı hatta.

   Ama Adon’u en çok şaşırtan gözlerindeki canlılıktı. Sanki o gözler, genç birinden alınıp bu yaşlı adamın göz çukurlarına yerleştirilmiş gibiydi. Kafası karışan Adon kılıcını aşağı indirdiğini fark ederek hızlıca tekrar gardını aldı.

   “Savaş... Ölmek istemiyorum.” Her sözcükte daha rahat konuşabildiğini hissetti Adon. Bir de ağzı bu kadar kuru olmasaydı...

   “Neden ölmek istemiyorsun?” Yine tamamen meraktan sorulmuş basit bir soru gibi çıkmıştı adamın ağzından. Neredeyse bir çocuğun soracağı saflıktaydı. Çocuklar... Adon uzun zamandır bir çocuk görmemişti. Longo Köyü’ne yaşattığı acılardan beri görmemişti. Onu köyün yakınlarına kadar takip eden şer, köye saldırmış ve onlarca masumu öldürmüştü.

   “Bilmiyorum.” dedi Adon. Sorunun cevabını gerçekten de bilmediğini fark etmişti. Neden ölmek istemediğini, neden sürekli savaştığını hiç düşünmemişti. Doğal bir refleks gibiydi hayatını savunmak.

   “Ben biliyorum.” dedi adam. Bilgiç çocuk gözlerini Adon’a dikti. Gözlerinin kenarları gülümsemesinin etkisiyle kırıştı.

   “Hayatta bizden daha büyük şeyler var savaşçı. Daha büyük amaçlar, daha büyük savaşlar var.” Yere eğilip kurumuş bir toprak parçasını eline aldı adam. Avucunda sıkarak toprağı ufaladı ve parmaklarının arasından akıp gitmesini izledi bir süre.

   “Ölmek istemedin, çünkü kainat senin hayatta olmanı istedi. Sen sadece bir insan, bir savaşçı, lanetli bir adam değilsin. Daha büyük bir amacın, savaşın parçasısın.”

   Adon boşluğa baktı bir süre. Kılıç tutan kolu ağrımaya başlamıştı. Daha pasif bir duruşa geçerek kılıcını indirdi.

   “Yaşlı adam... Sen kimsin? Benden... ne istiyorsun?” Hava iyice kararmaya başlamıştı ve kulağının içinde o öfkeli uğultu yükseliyordu. Tehlike yaklaşıyordu.

   Adam cüppesini üzerinden attı ve sırtına uzanarak büyük bir kalkanı önüne çekti. Belinden gümüş rengi bir gürz sallanıyordu. Ama gürzüne davranmadı. Daha ilgi çekici olan, kalkanından yayılan doğa üstü parlak ışıktı. Adam yaşından hiç beklenmeyecek bir hızla ileri atıldı. Adon bunu hiç beklemiyordu. Pozisyon alacak vakti olmadığı için elinden gelen tek şeyi yaptı. Kılıcını çapraz bir hareketle adama doğru savurdu. Ama yaşlı adamın kalkanından yayılan ışık yüzünden gözleri kamaşmıştı ve çok etkili bir saldırı olmamıştı. Adam takla atarak arkasına geçtiğinde, Adon artık her şey için çok geç olduğunu biliyordu.

   Ama beklediği saldırı hiç gelmedi. Sırtında bir sıcaklık hissetti ve etrafı ona biraz daha aydınlanmış gibi geldi. Güneş sanki batmaktan vazgeçmiş ve tekrar doğuyormuş gibiydi. Hızla arkasına dönerek kılıcını kaldırdı. Yaşlı adam ona sırtını dönmüş ve kaldırdığı kalkanının ardına saklamıştı kendini. Kalkanına doğru nehir gibi akan ateşe karşı dimdik duruyordu. Ateş ise adamın tam karşısında duran bir iblisin ağzından çıkıyordu.

   Bir keçinin toynaklarına benzeyen ayakları, kızıl rengi gövdesi ve kıvrık boynuzlarıyla iblis, tüm öfkesiyle adama bakıyordu. Avıyla arasına giren o yaşlı adama. Adam ise hiç zorlanmadan duruyor ve ateş sanki bir duvara çarpmış gibi sekip etrafa saçılıyordu. İblis ateşin faydasız olduğunu anlamamış gibi durduğu yerden sürekli ateş püskürüyordu.

   “Bu bir Olgdag. İblislerin en aptalı ve işe yaramazı.” dedi yaşlı adam dişlerinin arasından. “Madem ölmek istemiyorsun, şimdi bunu bir kere daha kanıtlamanın tam zamanı savaşçı.”

   Adon’un daha fazla bilgiye ihtiyacı yoktu. Karşısındaki yaratığın, onun için geldiğini ve onu öldürmeden durmayacağını biliyordu. Daha önce de bu yaratığa benzeyen şeylerle çok defalar savaşmıştı. Kılıcını kaldırıp ani bir hareketle kendini ileri doğru attı. Yaratık beklemediği bu saldırı karşısında bir an sersemleyerek ateşi kesince yaşlı adam da ileri atıldı.

   Adon kılıcını Olgdag’a doğru salladı. İblis ise çirkin kafasını öne eğerek kılıç darbesini boynuzuyla karşıladı. Boynuza çarpan kılıç sekerek Adon’un dengesini kaybetmesine ve yere düşmesine neden oldu. İblis pençesini yerde yatan Adon’a doğru salladı. Adon yerden kalkmak ve darbeden kaçmak için vücudunda kalan tüm kuvveti çağırdı ama milim kımıldayamadı. Pençe darbesi ise araya giren bir kalkan tarafından kesildi.

   Yaşlı adam kalkanı iblisin suratına vurarak geriye doğru sendeletti. Olgdag tüm gücünü tekrar toplayarak sanki yaşlı adamı tutup kaldırmak istiyormuş gibi iki pençesi önde ona doğru koştu. Adon bir kez daha kalkmayı deneyerek tüm gücüyle kendini öne itti. Ayakları toprağa bastığı anda ileri atıldı ve iblisin bacaklarından birini boydan boya kesti. Çıldıran Olgdag pençesinin ters tarafıyla Adon’a vurmayı denedi ama savaşçı eğilerek bu darbeden kurtuldu. Kalkarken kendini yukarı itmek için kullandığı tüm ivmeyi kılıç tutan koluna aktardı. Ve bir saplama hareketiyle kılıç, Olgdag’ın gırtlağına girdi. İblis bir an kılıcı tutup yerinden çıkarmayı deneyecek gibi oldu. Sonra kolları cansız vaziyette sallandı ve ağır bedeni toprağa düşerken Adon yolundan çekildi. İblisin bedeni bir kömürden kopan közler gibi yavaşça dağıldı ve toza dönüştü.

   Geçmeyen uğultu Adon’un kendini ayakta kalmaya zorlamasını sağladı. Kafasını sağa çevirdiğinde yaşlı adamın kalkanını bir iskelete vurduğunu ve kalkanından parlayan ışığın adeta patladığını gördü. İskelet havada toza dönüşerek yok oldu. Bir diğer iskelet adamın diğer tarafından saldırmak üzereyken adam kalkanının ucuyla iskeletin suratını parçaladı. Eğilip kendi çevresinde dönerek başsız iskeletin ayaklarını yerden kesecek bir kalkan hamlesi daha yaptı. Kemik parçaları havaya saçıldı ve iskelet kıpırtısız yerde kaldı.

   Adon etkilenmiş vaziyette yaşlı adama baktı. Dizlerinin bağı çözüldü ve kendini kıç üstü yerde buldu. Sersemlemiş vaziyette adama bakmayı sürdürürken, yaşlı savaşçı kalkanını tekrar sırtına astı ve ona doğru yürüyüp kalkmasına yardım etmek için elini uzattı.

   “Kim olduğumu merak etmiştin savaşçı.” Adon adamın elini tutarak ayağa kalktı.

   “Ben Kalkan’ım. Kehanette adı geçen, Aldovel’in Kalkan’ı. Aldovel’i ve üzerinde yaşayan tüm canlıları hayatımın sonuna dek koruyacağıma dair, Koruyucu Tanrı Morgeren’e yemin ettim. O da bana bu kalkanı verdi. Hiçbir ateş bu kalkanı geçemez.” Eliyle sırtını işaret etti. Güneş arkasındaki dağın ardından artık tamamen batıyordu. Son bir ışık huzmesi arkasında parıldadı ve dimdik duran bu yaşlı adamı ihtişamlı bir kral gibi gösterdi.

   “İsmim Ravio. Ve aylardır adı kehanette geçen bir diğer adamı arıyordum. Ölüm Getiren diye geçen adamı... Ama artık aramıyorum, Ölüm Getiren.”

   Adon sessizce yaşlı adamı dinledi. Neden kendini asla bırakmadığını, neden ölüme teslim olamadığını şimdi anlıyordu. Kehanetle ilgili pek çok şey duymuştu. Kimse detaylarını tam olarak bilmiyordu, ama bir gün gerçekleşeceğine inanan çok insan vardı.

   Ve Adon pek istemeden de olsa, kehanetteki rolünü çok uzun zaman önce aldığını ve kabullendiğini fark etti. Neredeyse uysal bir çocuk gibi bu durumu kabul etti ve kılıcını kınına soktu.

   “Peki... Şimdi ne olacak... yaşlı adam?”

   Ravio gülümseyerek daha önce yere attığı cübbesini silkeledi ve sırtına geçirdi.

   “Şimdi daha büyük bir amaç için savaşacağız. Sen, ben ve diğer yoldaşlarımız. Beni takip et.” Arkasını dönerek, Adon’u beklemeden yürümeye başladı.

   “Merilion Krallığı’na kadar uzun bir yolumuz var. Ama önce başka bir yere uğramamız gerek.”

   Adon tam Ravio’yu takip etmeye hazırlanırken donup kaldı. Ravio bir süre daha ilerledikten sonra dönüp ona baktı.

   “Sorun nedir?”

   “Sorun... Sorun mu? Ben insanlara yakınlaşamam... Ölüm... Ölüm beni takip ediyor. Unuttun mu?” Adon adama şaşkın bakışlarla bakıyordu. Onu durdurmasa, bu yaşlı adam kendisini bir krallığa, insanlarla dolu bir yere götürecekti.

   İhtiyar gülümsemekle yetindi.

   “Merak etme. Krallıktan önce uğrayacağımız yer, seni lanetinden geçici bir süre kurtaracak.”
   Adon bunu duyunca şaşkınlığını gizleyemedi. Kemikli suratının üzerindeki deri iyice gerildi. Zayıflık ve yorgunluktan güçsüz düşmüş bacaklarıyla titreyerek Ravio’ya doğru ilerledi.

   “Bu bahsettiğin yer... Orası neresi?”

   İhtiyar tekrar arkasını dönerek yürümeye başladı. Ayın ışığı yollarını aydınlatmaya başlamıştı.

   “Gideceğimiz yer, bir cadının kulübesi.”

   Adon korkulu gözlerle adamın sırtına baktı. Aynı cümleyi yıllar önce bir kez daha duymuştu. O günden beri ölümden kaçıyor, ölümü gittiği her yere götürüyordu. Bu kez başına ne geleceğini, hatta daha kötü ne gelebileceğini düşünerek yaşlı adamı takip etti.
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #7 : 18 Ağustos 2014, 17:18:05 »
                              Bölüm 5


   “Kehanetin tam olarak doğru yorumlandığından emin miyiz büyücü?”

   Garam ağırlığını bir ayağından diğerine geçirerek en bıkkın ifadesiyle karşısındaki adama baktı. Yaşlı ve ölmek üzere olan bir adam. Aldeviol’un neredeyse 3’te 1’ine hükmeden, ama eski görkemini tamamen kaybetmiş bir ihtiyar. Bembeyaz uzun saçları ve aynı renk ile uzunluktaki sakalları birbirine karışmıştı Kral Hoerath’ın. Buruş kırış yüzünde eğreti duran ince uzun burnu, bir ağacın gövdesinden rastgele çıkmış bir dal parçası gibi görünüyordu. Sadece gözleri, asrın tecrübesini yansıtan akıllı bir parıltıyla doluydu.

   “Evet majesteleri. Bana söylenen tam olarak bu.”

   Kral Hoerath, Garam’ın söylediklerini düşünüyormuş gibi bakışlarını uzağa dikti. Yarı uzanır vaziyette olduğu yatakta kıpırdandı.

   “Fakat kehanetin sadece küçük bir bölümü bu. Değil mi?” dedi tekrar Garam’a bakarak. O canlı gözlerde sorgulayıcı bir bakış vardı.

   “Evet majesteleri. Kehanetin sadece bir bölümü. Ama bana söylendiği üzere, en önemli bölümlerinden biri.” Garam bu sorgulamadan sıkılmaya başlamıştı. Karşısında başka biri olsa, bu boş sohbete tahammül etmezdi. Karşısında kıtanın en güçlü adamlarından birisi olduğundan, saygısızlık etmek kulenin pek yararına olmazdı.

   “Haberci, Ölüm Getiren, Ruh Okuyan, Taşıyıcı, Koruyucu, Uzun ve Kısa Adam...” Kral Hoerath, isimleri okuduğu parşömenin üzerinden gözleriyle Garam’a baktı. Bu duraklama bir süre devam edince Garam omuzlarını silkti. Kral bakışlarını tekrar parşömene çevirdi.

   “Göklerin Hakimi, Aldeviol’ün Kalkanı, Ölümlü Tanrı...” Tekrar Garam’a baktı.

   “Biliyorum majesteleri... Bu unvanların bir kısmı tamamen anlamsız. Açıkçası bahsi geçen insanların hepsini nasıl bulacağımızı da bilmiyorum.”

   Kral tekrar parşömene baktı ve ısrarla sesli olarak okumayı sürdürdü.

   “Sesi Olmayan Kadın, Miras Taşıyan, Son Savaşçı, Kahraman... Ve Dünyanın Kralı.” Parşömeni kenara koyan kral biraz daha dik oturabilmek için kendini geri doğru itmeye çalıştı. Ama dal gibi ince ve güçsüz kolları titremeye başladı. Bu başarısız deneme, aynı pozisyonda kalmasıyla son buldu. Hırıltılı bir ses çıkararak kolunu sehpanın üzerindeki zile uzattı. Garam ondan hızlı davranarak zili aldı ve iki kez salladı. Neredeyse anında kralın yatak odasının kanatlı kapıları açıldı ve içeri 3 adet hizmetkar koşarak girdi.

   “Oturmak istiyorum.” dedi yaşlı kral. Hizmetkarlardan ince uzun ve sinsi görünüşlü olanı hemen krala doğru yöneldi.

   “Bana Dünyanın Kralı’ndan bahset büyücü. Hakkında ne öğrendiniz?” Hizmetkar kralın sırtına yastık takviyesi yaparak daha dik bir konuma getirdi. Diğer hizmetkarlar ise boşalan su testisini hemen yenileyip, boş yemek tabaklarını topladılar.

   “Ne yazık ki çok az şey öğrenebilmişiz majesteleri. Buyurun.” Garam, kapkara cüppesinin sayısız ceplerinden birinden çektiği diğer parşömeni uzattı.

   “Oku, büyücü.” Kralın öksürüğünün bitmesini bekleyen Garam itaatkar gibi olduğunu umduğu bir kafa sallamayla parşömeni açtı. Ahmak büyücü Yonas ve her nasılsa bir karakteri olan asasıyla birlikte yaptığı uzun yolculuk boyunca, sürekli bu parşömenleri okumuş, neredeyse ezberlemişti. Kehanetin her köşesinde kendi adını ya da kendisini tarif eden bir bilgiyi aramıştı. Beyhudeydi.

   “... Ve Dünyanın Kralı, Merilion Krallığı’nda kılıcını kuşanacak. Hiç Bitmeyecek Savaşı bitirmek için, yoldaşlarıyla yola çıkacak. Dünya, onun kılıcının önünde eğilecek.” Garam duraksayarak kralın yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için yaşlı adama baktı. Hala nefes alıp verdiğini ve merak dolu gözlerle kendisine baktığını görünce devam etti.

   “Ne yazık ki bu bölümde çevrilemeyen birkaç sözcük var. Ama devamında şöyle diyor: ... kılıçları buluştuğunda, dünya ilk kez parçalanacak. Kılıçlardan gelen çınlamayı, gökyüzündeki tanrılar bile duyacak. Ejderha, kanatlarını son kez çırpacak.”

   “Saçmalık! Ejderhaların nesli binlerce yıl önce tükendi.” Kral tekrar kısa bir öksürük krizine tutuldu. Ağzındaki kanı, üzerindeki ince ipek örtüye sildikten sonra yorgun biçimde gözlerini kapattı.

   “Dünyanın Kralı sanırım ben değilim he? Ne dersin?” dedi Garam’a bakmadan. Sesindeki titremeden, yaşadığı hayal kırıklığı belli oluyordu.

   Garam hiç gülümsemeden krala bakmayı sürdürdü. Kendisinin yaşadığı hayal kırıklığının yanında kralınkinin lafı bile edilemezdi.

   “Konsey, bahsi geçen kişinin oğlunuz Sir Bailand olduğunu düşünüyor majesteleri.” dedi Garam acımasız bir ses tonuyla.

   Kral hırıltılı bir ses tonuyla gülmeye başladı ama çıkan ses iki metal parçasının birbirine sürtünmesi gibiydi.

   “Bailand mı? Benim salak oğlum mu?” Gülümsemesi bir öksürükle bölünen kral oturur pozisyonda durduğu yatakta öne doğru iki büklüm oldu. Tam çıkmaya hazırlanan hizmetkarlardan uzun boylu olanı koşarak bir bardağa su doldurdu ve krala içirdi.

   “Evet majesteleri. Sizden sonra tahta geçecek kişi o olduğuna göre, Dünyanın Kralı da o olacak.” Kral bardağı ve hizmetkarın elini iterek ağzından uzaklaştırdı. Elini sallayarak hizmetkara odayı terk etmesini işaret etti. Sinsi bakışlı, ince bıyıklı hizmetkar memnuniyetsiz bir tavırla çok kısa bir an krala baktıktan sonra Garam’a hiç bakmadan odayı terk etti.

   “Oğlumun tacı takacağını da nereden çıkardın büyücü? Kendisi saraydaki yerini inkar ederek beyinsiz şövalyelerin arasına katılmayı tercih etti. Gündüzleri kılıç sallayıp, akşamları biricik tanrısı Milgarath’a dua etmekle geçiriyor günlerini.” Kral dudaklarını memnuniyetsizce bükerek gözlerini yine boşluğa dikti.

   “Atalarım bu toprakları düşman işgalinden korumak için büyük bir savaş verdiler. Hepsi karılarının kucağına onlarca erkek bebek koydu. Benim bile 7 erkek kardeşim vardı. Tahta geçmek için hepsini öldürmek zorunda kaldım gerçi...” Tekrar bakışları Garam’a döndü. Bugün kralın yanına çağırıldığından beri ilk kez gerildi Garam. Çünkü Kral Hoerath’ın gözleri öfkeyle doluydu. O simsiyah gözlerin içinde sanki bir fırtına kopuyor gibiydi.

   “Ben de atalarım gibi bu toprakları bir asra yakın süre korudum. Ama veliaht konusunda onlar kadar başarılı olamadım. Sahip olduğum tek erkek çocuğu kral olmakla ilgilenmiyor. Tek ilgilendiği şey, onur ve şerefle ilgili saçmalıklar.” Öfkesi bir öksürük nöbetiyle bölündü. Garam huzurundan alınmak için neredeyse dua edecekti. Yaşlı adamın boş konuşmaları ve soruları canını sıkmaya başlamıştı.

   “Bana şu kehanetin gerçekleşmeye başladığıyla ilgili hurafe haberi getiren adamdan bahset. Ve yanında getirdiğin büyücüden.”

   Garam derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı. Ama içinden bu adama bir küfür savurmayı da ihmal etmedi.

   “Haberi getiren adamın adı Durin Slenth, ama biz kehanette adı geçen Haberci olduğuna inanıyoruz majesteleri. Çünkü büyük bir savaşın başlayacağını haber verenin o kişi olacağı yazılı.”  Garam hiç tereddüt etmeden, Haberci’nin getirdiği haberi ezberden okudu.

   “Dünya karanlığın üzerine yürüyecek,
    kalkanlardan yansıyan ışıklar,
    gölgeyi yerin dibine gömecek.
    Kahramanlar bir araya gelip,
    dünyanın sonunu getirecek.

   Bu dizeleri herhangi birinin bilmesi pek de mümkün değil. Nihayetinde kehanette yer alan bir bölümden alıntılanmış. Ve kadim kulenin bile anlayamadığı bir dili, bir köylünün anlaması olanaksız. Adamın söylediğine göre kendisine bu haberi yaymasını söyleyen kişi, bir şehir efsanesi olan Ormanın Koruyucusu.”

   Kral gülümsemeden Garam’a baktı. Garam bir süre devam edip etmeme konusunda tereddüt etti. Kral başıyla devam etmesini işaret edince tekrar konuşmaya başladı.

   “Haberci’nin söylediğine göre bu sözüm ona Ormanın Koruyucusu Daegis Ormanı’nda yaşıyormuş ve adı Liam Graederen imiş. Liam denilen adam onu bir elementalin saldırısından kurtardıktan sonra bu haberi yaymasını istemiş.”

   Kral bu kez gülümsedi.

   “Demek bir orman koruyucu, bir elemental öldürmüş. Elemental denilen yaratığın varlığı bile meçhuldür. Bugüne kadar gören kimse olmamıştır.”

   “Maalesef elimizdeki bilgiler bunlar majesteleri. Liam denilen adamı bulmak için bir bölük şövalye Daegis Ormanı’na doğru yola çıktı bile. Yakalandığında daha fazla bilgi elde edebileceğiz.” dedi Garam kralın gülümsemesine karşılık vererek.

   “Peki ya yanındaki genç büyücü?” Kral bu soruyu imalı bir biçimde sormuştu. Neredeyse tüm diyalogların imalı geçtiği bir kulede hayatının tamamını geçirmiş biri olan Garam, kralın konuyu nereye getirmeye çalıştığını da gayet net anlıyordu. Anlamıyormuş gibi görünmeyi tercih etti.

   “Gri büyücü Yonas, Magico Kulesi’nin eski öğrencisi, yeni çaylağı. Kısa bir süre önce vasat bir puanla mezun oldu. Ama Başbüyücünün babasına duyduğu saygı nedeniyle ve eski dostluklarının hatırına himaye altında. Dediğim gibi babası eski bir...”

   Kral, Garam’ın lafını elini havaya kaldırarak yarıda kesti.

   “O çocuğu kıskanıyorsun büyücü. Değil mi?” Kralın gözleri, bu tespitinden aldığı büyük hazla parlıyordu. Garam soğukkanlılığını korumayı zor da olsa başardı.

   “Hayır majesteleri. Ama kendimi böyle bir göreve, o sümüklü çocuktan daha fazla layık görüyorum.” Verebileceği en politik cevap buydu. Ki yeterince politik değildi. Öfkesinin kontrolü az da olsa ele aldığını kabul etmek zorundaydı.

   “Yaşadığın hayal kırıklığını anlamadığımı sanma büyücü. Genç bir adamken kendimi hep dünyayı kurtaracak kişi olarak görürdüm. O kehanette benim adımın yazılı olduğunu ve altın kaplı bir ejderhanın sırtına binip dünyaya hava atacağımı düşünmüştüm. Bir kahraman olacaktım.”

   Konuşmasını bıçak gibi kestikten sonra sık sık yaptığı gibi bakışlarını boşluğa dikti. Garam konuşması gerekip gerekmediğine karar vermeye çalışarak adamın gözlerine bakmayı sürdürdü.

   “Sonra kahraman olmak için başka yollar da olduğunu keşfettim. Bir kral olmanın bunu gerçekleştirmek konusunda epey yardımı oldu tabi.” Boşluğa diktiği gözlerini Garam’a çevirdi.

   “Senin de kendine uygun bir yol bulacağına eminim büyücü. O elinde tuttuğun bir çalı fırçası değil sonuçta.” Kral başıyla Garam’ın asasını işaret etti. Garam istemsizce asasına baktı.

   “Dünya yakında birbirine girecek ve belki de dünya üzerinde yaşayan herkes canını korumak için savaşmak zorunda kalacak. Herkes kendi kahramanlık hikayesini yazmak için bir fırsat bulacak. Belki de her şey sona erecek ve Aldeviol ebedi bir karanlığa bürünecek. Bense bu yatakta ölümün gelip beni kollarına alması için beklemek zorundayım.”

   Garam neredeyse yaşlı adama acıyacaktı. Neredeyse... Ama karşısında tanıdığı insanların büyük bir çoğunluğundan fazla yaşamış ve bir kralın lüks hayatını yaşamış ihtiyar bir adam olduğunu biliyordu.

   “Çok mu şanslıyım, yoksa bir çilekeş kadar şanssız mıyım bilemiyorum. Tek bildiğim, bu savaş başladığı zaman ben artık burada olmayacağım.”

   Kral kederini bir an olsun unutmuş gibi görünerek Garam’a gülümsedi.

   “Size bol şans, büyücü.”

  
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı Saduntuncay

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #8 : 21 Ağustos 2014, 16:43:28 »
Devamını dört gözle beklemekteyim efenim

Çevrimdışı Gudvard

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #9 : 21 Ağustos 2014, 16:49:23 »
ben yorum yapacak nokta bulamıyorum çünkü gerçekten çok güzel ve şimdiye kadar karşılaştığım en iyi üsluplu ve konulu hikayelerin başında geliyor. olayların gidişatı gayet güzel ve diğer kahramanlarla tanışmayı dört gözle bekliyorum. ilham perileriniz bol olsun da bizi fazla bekletmeyin efenim ^^

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #10 : 22 Ağustos 2014, 11:26:54 »
Teşekkür ederim dostlar. Diğer kahramanların hepsi hazır. Hatta bir boşluk bulabilirsem, hikayeye daha iyi adapte olabilesiniz diye bir harita da hazırlayacağım. Tüm karakterleri hikayeye kattıktan sonra da karakterlerin çizimlerini yaptırmayı planlıyorum kalemi iyi olan birine.

Ama şunu da belirteyim, bu başlıkta üç roman uzunluğunda hikaye yazılacak =)
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı dekadans

  • **
  • 261
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #11 : 25 Ağustos 2014, 17:24:10 »
                              Bölüm 6


   “Onur!”

   Zırhlı eldiveninin içindeki parmakları geniş kılıcını sımsıkı kavrayan Bailand üzerine doğru gelen bir diğer düşmanı beklemeye başladı. Ayaklarını yere sımsıkı basarak en sevdiği savaş pozisyonu olan boğa duruşunu aldı. Her savaştan önce iyice cilalayıp parlattığı ve tanrısı Milgarath’a yaraşır bir görünüme soktuğu kalkanı balçık rengi goblin kanıyla kaplanmıştı.

   Kendisine doğru koşan çarpık yaratık, kılıç menziline girmeden önce gerideki ayağıyla öne doğru bir adım atıp menzili daralttı ve kazandığı ivmeyi kılıç koluna aktararak bir saplama hareketi gerçekleştirdi. Bu saldırıyı beklemeyen goblin kılıç saldırısından güçlükle kurtulsa da dengesi tamamen bozulmuştu. Bir an için sendeleyince, çelik kalkanı suratının tam ortasına yedi ve yere kapaklandı. Bailand hiç istifini bozmadan goblinin yanından yürüdü ve geçerken kılıcını yaratığın göğsüne sapladı.

   Muharebe alanı ölüm kokuyordu ki ölümün çok belirgin bir kokusu vardı. Burnu olmayan bir adam bile meydandaki çürüme, leş ve dışkı kokusunu rahatlıkla alabilirdi. Milgarath’a sessizce şükrederek bir sonraki rakibine döndü.

   “Gurur!”

   Bu kez karşısında en az bir önceki kadar çirkin bir başka goblin buldu. Sanki topraktan bitiyor gibiydiler. Ama sonları giderek yaklaşıyordu. Yerde yatan cesetten çektiği ağır kılıcını hiç zorlanmadan havada bir tur çevirerek rakibini şaşırttı Bailand. Düşmanının ne yapacağını kestiremeyen goblin bir an duraksadı ve bu duraksama onun sonunu getirdi. Bailand kılıcı çaprazlama vaziyette indirerek rakibini yarım adım geriletti ve kalkanı göğsünün önünde goblinin üzerine çullandı. Çarpmanın şiddetiyle goblin daha yere düşerken can çekişmeye başlamıştı bile. Muhtemelen göğüs kafesi kırılmıştı.  

   Gobline hiç bakmadan kılıcını bedenine saplayan Bailand kendine yeni bir rakip aramak için etrafına göz gezdirdi. Ama zaten gafil avladıkları goblin birliği, eğer bu çapulculara bir birlik denilebilirse, dağılmaya başlamıştı.

   “Milgarath aciz ruhlarını bağışlasın.” dedi genç şövalye Guhsan. Kaçmaya çalışan, fakat şövalye saflarının ön tarafındaki kutsal savaşçılar tarafından avlanan goblinlere bakıyordu. Bailand genç adamı kısaca süzdükten sonra muharebe alanındaki bir taşa yöneldi. Taşın üzerinde can vermiş bir goblini ayağının ucuyla ittikten sonra yorgun argın taşa oturdu.

   “Onların ruhlarını hiç kimse bağışlayamaz Sir Guhsan.” dedi Bailand. Guhsan kendisinden sadece birkaç yaş küçüktü ama Bailand, Milgarath Tapınağı’nda neredeyse 7 yıl geçirmişti. Bu 7 yılın 4 yılını eğitimle ve çıraklıkla geçirmişti ama 3 yıldır sınır savaşlarına katılıyordu. Hatırlayabileceğinden fazla yaratık öldürmüştü. Pek çok da insan...

   “Onlara acıyorum Sir Bailand.” dedi Guhsan. Son goblin de öldürüldüğünde şövalyeler zafer çığlıkları atmadılar. Goblinleri öldürmekte hiçbir zafer yoktu. Şövalyelerin işi, Milgarath adına dünyayı karanlığın yaratıklarından korumaktı. Nasıl ki bir kunduracı bir ayakkabıyı tamir etmeyi başardığında zaferini bağıra çağıra ilan etmiyorsa, şövalyeler de galibiyeti sükunetle karşılamalıydı.

   Bailand genç şövalyeye hiç bakmadan önce miğferini çıkardı, ardından da omuz zırhlarını bağlayan kayışları gevşetmeye koyuldu.

   “Eğer sen yerde can çekişir vaziyette yatarsan, bir goblin sana asla acımaz Sir Guhsan. Şerle kaplı kıvrık kılıcını böğrüne saplayıp seni orada ölüme terk eder.” Bailand bir yandan konuşurken bir yandan da bir yerinden yaralanıp yaralanmadığını kontrol etti. “Sen de onlara acımamalısın.”

   “Haklısınız Sir Bailand. Çocukluk ediyorum.” Özür diler gibi bir ifadeyle Bailand’a bakan Guhsan, rütbesi kendisinden yüksek olduğu için ama o kadar da yüksek olmadığı için başıyla kısa bir selam vererek arkasını döndü. Bailand genç adamın arkasından bakarak şövalyelikteki ilk günlerini düşündü. Guhsan sadece birkaç aydır şövalyeydi ve bu gördüğü beşinci ya da altıncı savaştı.

   Kendisi de ilk başlarda görevini sorgulamış, bu savaşın bir anlamı olmadığını düşünmüştü. Fakat yıllar boyu gördükleri yüzünden, şer yaratıklarıyla savaşmanın ne kadar asil ve kutsal bir görev olduğunu anlamaya başlamıştı.

   Yerde parlayan bir cam parçası dikkatini çekti. Eline aldığında bunun bir aynanın parçası olduğunu anladı. Bu savaş meydanına nasıl geldiğini merak ederek sağını solunu incelerken kendi suretiyle yüz yüze geldi. Traşlı yüzü solgundu. Gözlerinin altında uykusuz gecelerin hatırası olan siyah halkalar vardı. Çocukluğundan beri sivri hatlara sahip olan yüzü, yorucu yılların etkisiyle iyice köşeli hale gelmişti. Sanki elmacık kemikleri bile eskisinden daha çıkıkmış gibi geliyordu. Ayna parçasını kenara atarak eldivenlerinden birini çıkardı ve çamurla, kanla birbirine dolanmış uzun saçlarını parmaklarıyla taradı.

   “Sir Bailand! Komutan Dimlath sizi çadırında bekliyor.” Atıyla gelen bir haberciydi. Genç çocuk önce haberi verip sonra atından indi ve başıyla uzun bir selam verdi. Üzerinde çırakların giydiği beyaz cüppe vardı. Beline şövalyeliğe yükselmesine çok kısa bir zaman kaldığını gösteren kırmızı kuşak dolanmıştı. “Özel ve acil bir durummuş Sir.”

   Bailand 1 saate yakın süre boyunca kılıç sallamıştı. Yine de kolları ve bacakları kendisine isyan eder vaziyette ayağa kalkarken bu çağrıyı ciddiye aldı. Eldivenini tekrar giyip, genç çırağın kendisine uzattığı yuları alarak atın sırtına atladı. Bailand’ın ağırlığına eklenen çelik zırhın ağırlığıyla hayvan bir an sersemledi. Sadece birkaç saniye önce tüy kadar hafif bir adamı taşıyan at bir an dizlerini bükse de hemen toparlandı. Bailand atı doğruca komutanın çadırına yöneltti.

   Savaş alanının birkaç mil gerisinde konuşlanmış olan şövalye karargahının çadırları ve üzerlerinde dalgalanan tapınak bayrakları bu mesafeden de görülebiliyordu. Bailand doru atı dört nala sürerek aradaki mesafeyi kısa sürede aldı ve komutanın çadırının önünde nöbet tutan askerlerden birine atın yolarını uzatarak çadıra giriş yaptı.

   “Onur ve gurur!” Yumruğunu kalbinin üzerine götürerek tapınağın en resmi selamını verdi. Karşısında Aldeviol’un en efsane savaşçılarından biri olan ve Milgarath Tapınağı’nın komutanlarından Sir Dimlath vardı. 40’lı yaşlarında olan ve buna rağmen çok dinç görünen adamın yüzü savaşlarda aldığı yara izleriyle doluydu. Yine de bu izler görünüşünü çirkinleştirmek bir yana ona saygı duymanıza neden oluyordu.

    “Otur şövalye.” diyen Dimlath, Bailand’a çadırın merkezinde bulunan meşe masanın tam karşısındaki boş sandalyeyi işaret etti. Diğer komutanlar çadırlarını pek çok süsle ve gereksiz eşyayla doldurmayı pek severdi. Sir Dimlath ise daha sade bir adamdı. Sadece gerekli şeyleri, gerekli sayıda tedarik eder ve yanında gezdirirdi.

   Bailand kendisine emredildiği gibi boş sandalyeye doğru yöneldi ve kendini çok fazla salmasa da olabildiğince rahat bir pozisyonda oturdu.

   “Acilen beni görmek istemişsiniz komutanım.”

   Dimlath, Bailand çadıra girdiğinde bir rapor okuyordu. Şimdiyse raporu hemen diğer kağıtların arasına koyarak Bailand’a yönelmişti. Savaşı geri plandan idare eden şövalye, sık sık rapor okur ve emirler yazarak ulaklarıyla savaş alanına yollardı. Şövalye çırağı olan ulaklardan en iyi at kullananlar onun hizmetindeydi.

   “Evet şövalye. Doğudan çok vahim bir haber aldım. Hem bizim için, hem de senin için vahim bir haber.” Korkutucu yüzüne hiç yakışmayan bir ifadeyle dudaklarını büzdü. Bailand adamın gözlerinde ilk kez gerçek bir mutsuzluk okuduğunu düşündü.

   “Milgarath ruhuna huzur versin, Kral Hoerath iki gün önce doğal sebeplerle hayatını kaybetmiş.” Bailand adamın söylediklerine başta tepki vermedi. Babasına karşı pek sevgi beslemiyordu. Sadece bir kral olduğu için saygı duyuyordu. Ama Bailand büyürken babasını pek az görmüştü. Karşı karşıya geldikleri zamanlarda da genelde babası tarafından küçümsenmiş ve görmezden gelinmişti.

   Baştaki tepkisizliği çok kısa sürdü çünkü hemen ardından tahta geçmesi gerekeceği gerçeği yüzüne bir tokat gibi çarptı. Aslında bir gün gerçekleşeceğini biliyordu ama nedense bunu düşünmemeyi tercih etmişti hep. Şimdiyse başka bir şey düşünemiyordu.

   “Bu haberi bu şekilde almak zorunda kaldığın için üzgünüm şövalye. Ama bil ki bu haber bizim için de iki açıdan yıkım oldu. Hem büyük bir adamın ölümüyle sarsıldık, hem de senin gibi onurlu bir şövalyeyi artık saflarımızda göremeyeceğimiz için üzüldük.” Bailand anlamayan gözlerle komutanına bakmayı sürdürdü.

   “Haberin alt metninde geçen birkaç şey daha var. Bunlardan ilki derhal Merilion Krallığı’na dönmen ve taç giymenle ilgili. Bir diğeriyse daha da enteresan bir haber.” Bailand içindeki hayal kırıklığı duygusuyla savaşmaya çalışarak Dimlath’a kulak verdi.

   “Burada denilene göre Kehanet dedikleri o hurafe gerçekleşmeye başlamış. Büyücüler kehanetteki dili anlamaya ve harıl harıl çevirmeye başlamışlar. Kehanette adı geçen herkes krallıkta bir araya geliyormuş. Senin de acilen tahta çıkman ve yerine bir naip bırakman gerekiyormuş.”

   “Ben... Bu kısımda kastedileni tam olarak anlayamadım komutanım.” dedi Bailand kafası karışmış vaziyette. Neden hemen tahta geçip yerine bir naip bırakması gerektiğini hiç anlamıyordu.

   Sir Dimlath ciddi bir vaziyette kağıda bakmayı sürdürüp, Bailand’la göz teması kurmaktan kaçınarak içini çekti.

   “Birincisi artık bana “komutanım” diye hitap etmenize gerek yok lordum. Ve ikincisi, sanırım kehanette sizin de isminiz yer alıyor.”

   Bailand inanmak istemeyerek Dimlath’a baktı.

   “Milgarath’ın Kılıcı adına! Bu dinsiz zırvalığında benim adımın ne işi olabilir?” Sesi istemeden yükselmişti. Normalde bu tonla konuşmaya kalksa, hemen Tövbe Çadırına gönderilir ve kendini kırbaçlaması gerekirdi. Ama Dimlath sessizce başını öne eğerek saygılı bir şekilde duruyordu. Bir şeylerin geri dönülemez biçimde değiştiğini o an anladı.

   “Onur ve gurur adına bu daveti geri çeviriyorum. Benim yerim burası, savaş alanı, Milgarath Tapınağı ve kardeşlerimin yanıdır.” Bailand öfkesini kontrol altında tutmaya çalışmasına rağmen sözler ağzından kontrolsüzce dökülüyordu. Tam o esnada çadırın içindeki gölgelerin arasında bir kıpırtı gözüne çarptı. Hiç tereddüt etmeden ayağa kalkarak kılıcını çekti.

   “Bu daveti geri çevirebileceğini pek sanmıyorum, kral.” Genç bir sınır korucusu gölgelerin arasından çıkarak çadırın içindeki mumların çok az aydınlattığı loşlukta durdu.

   “Komutanım, oradan uzaklaşın!”

   Sir Dimlath eliyle onu sakinleştirmeye çalıştı. Bir yandan da ikilinin arasına girerek olası bir dövüşü engelledi.

   “Sakin olun majesteleri. Bu adam buraya konsey tarafından size eşlik etmek için yollandı.” Bunu söylerken çok da memnun görünmüyordu ama çadırının içinde kılıçların çekilmesinden de çok hoşnut değildi.

   “Benim bir eşlikçiye falan ihtiyacım yok. Çünkü hiçbir yere gitmiyorum.” Bailand gözlerini korucudan hiç ayırmıyordu. Korucuysa sadece sırıtıyor ve kendini pek tehdit altında görmüyormuş gibi rahat dikiliyordu. Belinden sarkan kıvrık kılıcının sapına dayadığı dirseğiyle oldukça laubali görünüyordu.

   “Anlaşılan bu kralın kafası epey karışık. Tahtına oturmaktan mı korkuyorsun yoksa dostum?” Korucu bunları sırıtarak söylemişti. Dimlath ona saygılı olmasını söylemek için kafasını çevirdiğinde Bailand adamın üzerine yürümeye başladı. Dimlath lafa giremeden Bailand’ı durdurmak ve adamdan uzak tutmak zorunda kaldı.

   “Majesteleri lütfen! Bu adam...”

   Bailand’ın öfkesi dinmek bilmiyordu. Kılıcını korucuya doğru tutarak gözlerini ayırmadan adama bakmayı sürdürdü.

   “Seninle dışarıda kozlarımızı paylaşacağız. Şimdi! Burada!” Bailand’ın bu sözleri üzerine korucu neşeli bir kahkaha attı. Sanki adamı hiçbir şey endişelendiremiyormuş gibiydi. Gülerken kafasını geriye doğru atınca uzun ve kehribarla kaplanmış saçları tek parçaymışçasına arkaya doğru sallandı.

   “Meydan okumanı kabul ediyorum şövalye kral. Ama bir şartım var.” Yüzündeki sırıtış bıçakla kesilmiş gibi bitti. Çok ciddi bir ifadeyle Bailand’a baktı. Bailand ve Dimlath ise aynı anda durdular ve korucuya baktılar.

   “Seninle hemen bu çadırın önünde, gerçek kılıçlarla bir düello yapacağız. Eğer kazanırsan, bana ne istersen yapabilirsin. İstersen 5 para etmez kellemi çadırın girişine asıp sergileyebilirsin mesela...” Bir an sanki kellesinin nasıl görüneceğini düşünüyormuş gibi uzaklara baktıktan sonra tekrar iki şövalyeye döndü.

   “Ama eğer ben kazanırsam, benimle Merilion Krallığı’na geleceksin.”

   “Şartlarını kabul ediyorum pis kafir!” Bailand son sözcükleri tükürür gibi söylemişti. Korucu bir an için bu hakaretten alınmış gibi görünse de sonra güldü.

   “Onurun üzerine yemin eder misin?” diye sordu Bailand’a. Bu kez Bailand sanki kendisine hakaret edilmiş gibi yüzünü ekşitti.

   “Sen onur nedir bilir misin ki korucu? Siz hiçbir tanrıya inanmayan, aşağılık kafirlersiniz. Bense yüce tanrı Milgarath’ın onuru için savaşırım.” Bailand kılıcını indirerek korucuya bıçak gibi bir ifadeyle baktı.

   Korucu omuzlarını silkerek sırıtmayı sürdürdü.

   “Eh. Madem öyle diyorsun, önden buyur.” Eliyle Bailand’a çadırın girişini işaret etti.

   Etraflarında bir kalabalığın toplanması hiç de uzun sürmedi. Bailand en iyi olmasa da şövalyeler arasında çok takdir gören bir savaşçıydı. Üstelik kılıcı yıllardır sayısız düşmanın canını almıştı. Ama şövalyelerden hiçbirisi korucuyu dövüşürken görmemişti. Yine de korucuların şanını hemen herkes bilirdi.

   Bailand kılıcını göğüs seviyesinde dik tutup korucuya selam verdi. Korucuysa kılıcının ucuyla toprağı eşeliyordu. Diğer elinde tuttuğu meşe kalkanı ise parmaklarının ucunda sallanıyordu. Bailand adamın ciddiyetsizliğine sinirlendi.

   “Seni öldürerek o kafir ruhunu tanrılarla tanıştıracağım korucu.”

   Korucu sevimli olduğunu düşündüğü besbelli olan aynı sırıtışını Bailand’a göstererek saldırı duruşu aldı. Ama rahat hareketler sergiliyor ve Bailand’ı geriyordu.

   Bailand savaşmanın ciddi bir iş olduğuna inanır ve kılıç dövüşüne saygı gösterirdi. Karşısındaki bir goblin de olsa insan da aynı nezaketle savaşırdı. Ve düşmanlarının canını olabildiğince hızlı alırdı. Karşısındaki adam ise sanki savaşı bir oyun gibi görüyordu. Bailand daha fazla sabredemeyerek adama doğru atıldı. Atmaca stiliyle geniş kılıcını adama doğru çapraz hamlelerle savurdu. Korucu ise etraflarındaki çemberin elverdiği düzeyde geri çekilerek ve yana doğru eğilerek hamlelerden kurtuldu. Kısa bir süre boyunca dövüş bu şekilde devam etti. Bailand rakibinin çok kıvrak ve hareketli olduğunu keşfedince, üzerindeki ağır zırhla olabildiğince rahat hareket edebileceği tek stile geçti.

   Gelincik stili, ağır savaşçıların çok sık kullandığı ve hızlı rakipleri alt edebilmek için tercih ettikleri bir stildi. Çok basit bir prensibi vardı. Kılıcını alçaktan enine savur ve rakibini kalkanını kullanmaya, duruşunu sağlamlaştırmaya yönelt!

   Ama korucu kılıcın üzerinden zıplıyor, neredeyse yere yatacak kadar çömeliyor ve çok çevik hareketlerle saldırılardan kaçınıyordu. Bailand ağır zırhının içinde gittikçe terliyor ve harcadığı efor yüzünden giderek ağırlaşıyordu. Önceki savaştan kalan yorgunluğu da pek yardımcı olmuyordu. Üstelik korucu hala ne kalkanını ne kılıcını kullanmamıştı.

   Bailand daha fazla saldıracak gücü olmadığını fark ettiğinde Duvar stiline geçiş yaptı. Kalkanını göğüs hizasında önünde tutarak ve kılıcını yan tarafında hazırda bekleterek adamın etrafında dönmeye başladı. Korucu Bailand’ı takip ederken boynunu sağa sola eğerek çıtlattı.

   “Yeterince oynadıysan, artık başlayalım mı?” dedi korucu sinir bozucu bir sırıtışla. Bailand öfkesini kontrol edemeyerek Boğa Stili’ne geçiş yaptı ve rakibinin üzerine atıldı. Korucu müthiş esnek bir hareketle kılıç darbesinden kurtuldu ve ileri atıldı. Bailand rakibini karşılamak için kalkanını kaldırdı ama korucunun kılıcı o kalkana hiç çarpmadı. Bailand boğazında keskin metalin soğuk ucunu hissediyordu. Hayal kırıklığı içinde kalkanıyla arasına girmiş olan kılıca ve yan tarafındaki korucuya göz ucuyla baktı. Etraflarındaki çemberde herkes nefesini tutmuş, ne olacağını merak ederek bu iki adamı seyrediyordu.

   “İsmim Voa. Sınır dilinde “Kahraman” anlamına gelir. Senin Merilion Krallığı’na güvenli bir biçimde vardığından emin olmak için Kehanet Konseyi tarafından gönderildim.”

   Korucu Voa, kılıcını indirerek bir adım geri çekildi. Bailand’ın gözlerindeki soru işaretini görünce neredeyse özür diler bir ifade takındı.

   “Kehanet Konseyi’ni bilmiyorsun, evet. Çünkü çok yakın bir zamanda kuruldu. Bu konseyde krallıkların en güvendiği adamlar falan var işte. Çok da önemli değil. Ama yapmaya çalıştıkları şey, her şeyin kehanette yazıldığı gibi gittiğinden emin olmak.”

   Bailand yorgun vaziyette kılıcını kınına geri soktu ve arkasını dönerek çadıra doğru yürümeye başladı.

   “Hey! Nereye gidiyorsun?” Voa arkasından seslendi. Sesinde hayal kırıklığı varmış gibi geldi Bailand’a.

   “Çadıra gidiyorum.” dedi Bailand mutsuz bir sesle. Tam çadıra adımını atmak üzereyken Voa’nın sesini duydu.

   “Söz vermiştin!”

   Bailand elinin tersiyle yüzündeki teri silip adama döndü.

   “Söz vermemiştim. Çünkü bir söz vermeme gerek yoktu. Atını hazırla, yola çıkıyoruz.”

  
Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ’da, kimilerine göre Üçüncü Çağ’da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ’da, Puslu Dağlar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır…

Çevrimdışı Gudvard

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #12 : 25 Ağustos 2014, 20:41:51 »
Bailand tipik onurlu şövalyelerden demek; hiç sevmediğim tiplerden :D yine çok güzel bir bölümdü; düello sahnesini gayet iyi anlatmışsın, milgarath tapınağı'nın şövalyelerini sevdim, güzel bir dinsel birlik oluşturmuşlar. aslına bakarsan bailand'ın onurlu şövalye ayaklarını sevmedim ama bir yandan da içimden bir ses "sev bu çocuğu, cevher var bunda" diyor nedense :D voa'yı ise tam tersine çok sevdim, klişeleşmeye başlasa da bu umursamaz savaşçı olayını çok severim nedense, sen de çok iyi anlatmışsın. ellerine, zihnine sağlık, beklemedeyim :D

Çevrimdışı Gudvard

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #13 : 29 Ocak 2015, 00:33:07 »
5 aydır dört gözle yeni bölüm bekliyorum ancak gelmiyor :(

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« Yanıtla #14 : 29 Ocak 2015, 13:20:55 »
Öncelikle eline ve fikrine sağlık,
Güzel bir hikayeye benziyor ama ben anlatım tarzını ve bazı kelime tercihlerini sevmedim.
Örnek vermek gerekirse ilk bölümde geçen "silah imalatçısı" kelimesi böyle bir hikayeye ait değil sanki. "Meşhur demirci" yada "silah ustası" gibi bir tercih daha iyi dururmuş gibi geldi.

   "Kıtayı baştan başa dolaşmış olan, yola çıkarken hafif bir meltem, yolculuğunu tamamladığı ormanda sert bir rüzgara dönüşen o esinti ağaç dallarını sallıyordu." böyle bir anlatım yerine;

"Şimdi ağaç dallarını sallayan bu sert rüzgar, kıtayı baştan başa dolaşmadan önce hafif bir meltemdi sadece." gibi bir cümle daha iyi duruyor bence.
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...