Kayıt Ol

Kara Nene Kuru Nene

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Kara Nene Kuru Nene
« : 08 Kasım 2011, 16:32:18 »
Merhaba arkadaşlar:
uzun bir aradan sonra sizlere bir denememi daha gönderiyorum. Umarım keyif alır ve beğenirsiniz


KARA NENE KURU NENE
Kara Nene Kuru Nene
Ocağına Düştüm Gene
Ne olur yardım et Bene
Ben ettim sen etme     Kara Belen köyünün manilerinden...

     Genç adam, gecenin bir yarısı yol üstündeki istasyondan trenden indi. Karaova istasyonu öyle sık durulan bir yer olmadığı için şimendiferler bu istasyonda durmazdı. Bu nedenle adam Karaova istasyonunda ineceğini önceden bildirmek zorunda kalmıştı kondüktöre. Havanın, yaklaşan bahara rağmen soğuk olmasına aldırmadan, geceden yola çıkmıştı. Bu kadar soğuk, onun için soğuk sayılmazdı, her yerin kar buz altında kaldığı bembeyaz bir cehennemden çıkıp gelmişti ne de olsa. Bir bütün olarak gittiği cepheden parmakları eksik olarak gelmişti ama silah arkadaşlarının kayıplarının yanında bir iki parmağın sözü bile edilemezdi. Urus gavurunu arkadan çevireceğiz derken Allahüekber dağları almıştı parmaklarının bazılarını.

     Şimendiferden indikten sonrasının bu kadar uzun olacağını ve Selimiye Kazasının bu denli uzak olduğunu bilseydi sabahı bekler, bir atla ya da araba ile giderdi. Uzakta soluk ışıklar belirdiğinde tan söküyordu.  Eski Mülazım-ı evvel şimdinin Muallim Müfit ilk görev yeri olan Selimiye Kazasına varmıştı. Ne uzun şimendifer yolculuğu ne de yorucu bir yürüyüş genç adamın içindeki heyecanı söndürmemişti.  

     Selimiye, Anayoldan içeride kalan, sırtını ovanın güney cephesini bir duvar gibi kaplayan Menteşe dağlarının kuzey yamacına dayamış eski ve köklü bir Kazaydı. Der Saadeti besleyen isimsiz ve yoksul sayısız Anadolu Kazalarından biriydi. Kazanın girişinde sizleri viran binalar karşılıyordu. Genç adam Kazaya ulaştığında tozlu yollar üzerinde, merkeplerinin yada katırlarının üzerinde çiftine çubuğuna giden köylülere rastlamaya başlamıştı. Kimi, dalgın dalgın yol alırken çevresinde olan bitenlere hissiz gibiydiler. Kimileriyse Kazalarına gelen bu yabancıyı kaçak bakışlarla süzüyorlardı. Her adımda menteşe dağları biraz daha yaklaşıyor geçmeyi imkansız kılan duvar haline geliyordu.

     Uzakta güneş parıldamaya başladığında uzun yollar yürümeye alışkın ayaklar toprak yolu bitirmiş, Kazanın ana yolu sayılabilecek taş yola varmıştı. O zaman yolun yukarısında ovaya daha tepeden bakan taş binaları fark etmişti. “İçlerinden biri benim vazife yerim olmalı” diye aklından geçirdi. Saat henüz erken olduğu için taş yolun üzerindeki yeni açılmış kahvehanelerden birine oturdu.

     Kahveci mekanına erkenden uğrayan yabancı karşısında şaşırmıştı. “hoş geldiniz” dedi.

     “Böylesine soğuk bir havada bu kadar erken ne işiniz vardı begim” diye sözlerine devam etti.

      “Soğuk havada mı” dedi istem dışı bir şaşkınlıkla. “Siz bu havaya soğuk hava mı diyorsunuz. Hele geçen aylarda Sarıkamış’ta olanları bilseniz” demek istedi ama yuttu sözlerini. Buraya gelirken Mülazım-ı sani üniformasını bırakmıştı. Yalnızca gözleri doldu. Aradan üç aydan fazla bir süre geçse de unutmamıştı olanları. Kolay kolayda unutulacak değildi yaşadıkları, gördükleri.

   “Yani havalar ne kadar soğusa da bahar yaklaşıyor” dedi. Eliyle yolda kahvedekileri selamlayarak geçen kişileri gösterip “Bahar hazırlıkları başlamış bile” dedi.  

   “Evet begim bahar yaklaşıyor yaklaşmasına da memleketime gerçek bahar ne zaman gelecek bilemiyorum” dedi ve ellerini üzerindeki kirli beyaz önlüğe silerek içeri girdi. Yolcu önüne konan bardağa baktı ve uzun düşüncelere daldı.

    “Tazeleyim mi begim” Kendine geldi. Kahveci ve yanında dikilen yaşlı biri öylece bakıyorlardı kendisine. Gözleri açık uyumuştu sanki. Çevresindeki masalarda birileri vardı. Adamların kendilerine garip garip baktıklarını gördüğünde uzun bir zamandır dalmış olduğunu anladı. Soğukta donduğu için dört parmağı kesilen sol elini masanın üzerine çıkardığını fark ettiğinde hızla elini ceketinin cebine soktu. Kekeler gibi konuşarak

     “Ben... Ben buraya muallim olarak geldim” diyebildi. Soğuk havada ter basmıştı her yanını. Zorlada olsa gülümseyerek yerinden doğruldu

   “Boynu altında kalasıca Enver yüzünden oldu değil mi?” yan masada oturan yaşlı bir köylü kendi kendine konuşur gibi söylemişti. Genç Muallim sesin geldiği yöne bakınca güneşte kurumuş, kırış kırış olmuş bir ağaç gövdesinde iki budak gibi duran bir çift gözle, göz göze geldi. Ama iki budağın altındaki çatlak dudaklar kıpırdanmaya devam ediyordu

    “Alamanlara yaranacağım diye onca Evladı Vatanı soğukta kırdırmadı mı Moskof ayılarına”

   “Halim Ağa” dedi ayakta duran bir başka köylü. Çevresine ürkek bakışlarla bakarak Abbas Ağanın kulağına gitmesin sakın” dedi.

    “Hadi len” dedi bir başkası. “Korka korka tepemize bindirdik Abbas Ağayı” dedi. Dedi ama bir yandan da gözleri gayri ihtiyari çevreyi süzüyordu. Konuşmalardan cesaretlenen bir başkası

     “O kısacık boyuyla, yere yakın kıçıyla küçük dağları ben yarattım diye gezmiyor mu” dedi. Genç muallim araya girdi...

    “Ağalar, biriniz beni hükümet konağına götürebilir mi?”

***

     Bütün günü beklemekle geçmişti. Kendisini bekleyen okulunu ve öğrencilerini düşündükçe heyecanlanıyordu ve sabırsızlığı artıyordu. Nasıl sabırsızlanmasındı ki Yaşadığı o berbat günleri ancak geleceğin umudu unutturabilirdi. Ama Kazanın olağanüstü günler yaşadığını anladığı için sesini çıkarmadan bekliyordu. Yine uzun bir sürede sonra Kazaya atanan ilk muallim olduğu için özel ihtimam görüyordu.
 
    Hükümet binasının hademesi dakika başı yanına girip çıkıyor kahve isteyip istemediğini soruyordu. Sabahtan bu yana beşinci fincanını içmişti bu sayede. O bütün bunları düşünürken kapı birden açıldı ve içeri hademe Muhsin Efendiden sonra kendisini en çok soran kişi olan idare amiri İsmail Hakkı beydi. İsmail Hakkı bey Kazanın ileri gelenlerinden birinin oğluydu. Okuryazar olduğu için babasının yardımıyla hükümet makamında iş bulmuştu.

    “Hadi bakalım Müfit ağabey gidelim” dedi. Genç gazinin ilk cümlesi “Nereye” olmuştu.

   “Otur otur canın sıkılmıştır, seni biraz gezdireyim.” Karşısında duran adamın anlamadığını görünce gülümseyerek  

     “Bu gün bütün Kazayı ilgilendiren bir mahkeme var. Birlikte Kadı Efendinin Makamına gidelim” dedi. Karşısındaki Genç adamın hala bir şey anlamadığını görünce.

   “Lakin ben bir an önce vazifemi ifa edeceğim mektebi görmek, talebelerimi tanımak  isterdim” dedi.

   “Bak ağabey” dedi. Muallimle akran olmalarına rağmen ilk tanıştıkları dakikadan beri kendisine ağabey diyordu. “Kadı Zait Efendi bizim Maarif Müdürümüz yada başka bir ifadeyle Maarif Müdürümüz Zait Efendi Kadılık da yapıyor. O nedenle önce şu mahkeme işi çözümlenmeli ki olağan işlerimize bakalım” dedi. Sıcak bir davranış göstererek muallimin koluna girdiler ve odadan birlikte çıktılar.

    Mahkeme binası hükümet binasının ilerisinde dağ yamacına yakın bir yerdeydi. Yüksek duvarlı tek katlı taş binaydı ama bina ilk yapıldığı günleri arıyor gibiydi. Yıkıklar harita gibi binanın tüm cephesini kaplıyordu. Dam ise tam olarak afet geçirmiş bir havadaydı. Genç muallim daha da kötülerini gördüğü için kanıksamış bir şekilde içeri girdiler.

    İçerisi bir hayli kalabalıktı. İnsanları sağa sola iterek içeriye ana salona geçtiler. Salon kalabalıktı ve çıt çıkmıyordu. Bir kenarı yaslanıp olanları izlemeğe başladılar. Yalnızca konuşanların sesleri yankılanıyordu yüksek tavanda.
  
***

     Tarla işlerinin durduğu, çift ve çubuk işlerinin yavaşladığı soğuk kış günlerinde Kazalı erkekler ava giderlerdi. Av merakı binlerce yıldır genlerinde babadan oğul’a aktarılmış olsa da zorunluluk hali yani ailenin gıda gereksinimlerini karşılamak için yapılan avcılık günleri geride kalmıştı. Yine de şu yoksul günlerde çokları hala evlerine taze et getirmek için ava gidiyorlardı. Bazıları ise dağlarda ve ovalarda özgürce dolaşmanın verdiği huzuru duymak için gidiyorlardı ava.  Bu kişiler Tanrının yarattığı canları zevk için alamayacaklarını düşündükleri için hiçbir şey vurmadan geri gelirlerdi. Yada sağda solda dedikodu olmasın diye bir iki fişek atıp dönerlerdi. Üçüncü bir gurup vardı ki en tehlikelileri onlardı. Benliklerini tatmin etmek için, zevk için giderlerdi ava. İşte bunlar babalarının yanında duydukları ezikliği atmak için kıpırdayan her hedefe ateş ederlerdi. Bir tanesi ise kafasının içinde kurdukları planı gerçekleştirmek için gitmişti ava. Peşinden de kaza dedi olanlar için.

    “Bizler neler olup bittiğini bilmeyiz Kadı Efendi” dedi sıra halinde duran kalabalıktan biri. Diğeri sırıtarak devam etti.

     “Bütün gün kıraathanede oturacağımıza gidelim de kısmetimizi arayalım dediydik” Diğerlerinden daha önde duran ufak tefek genç söz aldı.
 
    “Amacımız karanlığa kadar kalmak değildi. Üstelik bizler Ballı kayaya doğru gittik.” Bir ara durdu  “Bu mevsimde Balıklaya güzel tavşan yapar” dedi. Diğerleri de başlarıyla onayladılar. “Koca yaz beslenen tavşanlar Ballı kayada yuvalanıyorlar” dedi içlerinden bir başkası

    “İşte gördünüz Kadı Efendi” dedi salonda duran kalabalığın önündeki posbıyıklı adam.
“Ballıkaya ovanın kuzey yakasında, KaraBelen ise diğer cihette, güneyde. Merhum delikanlı ise Karabelen de bulundu. Karabelen nere Ballı kaya nere. Demek ki Oğlum suçsuz, Üstelik koca ovada bir araya gelmeleri ne mümkün” Kalabalığın biraz dışarısında duran iki üç kişinin olduğu yöne bakmadan konuşuyordu. Sözünün bu noktasında başını o yöne çevirerek

   “Önüne bakmadan yürüyenler gittikleri yerden karanlık çökmeden döneceklerdi” dedi. Sesindeki alaycılık açıkça  belli oluyordu. Yaşlı adam birden Kadının karşısındaki kalabalığa yürümek istedi. Yanında bulunan yaşlı kadın ve genç kız kendisini zor tuttu. Kadı efendi oturduğu yerden karışma gereği duydu

    “Efendiler...Efendiler. Burası adalet dağıtılan bir yer, kavga yeri değil. Saçları kırarmış ama vücudu dinç adam  

     “Haklısın Kadı efendi” dedi. “Ama benim oğlum on sekiz yaşındaydı” Elinin tersiyle göz pınarlarında beliren yaşları sildi.

     “Hasan'ım gençti kuvvetliydi ve sıhhatliydi. ‘Ne zaman çağıracaklar’ diye askerlik celbinin yolunu gözlüyordu.” Kadının karşısında duran genç guruba dönerek  

     “Öyle önünü görmeden yürüyecek yada yardan kolayca düşecek biri değildi” dedi. Yanında duran hayat arkadaşının koluna girdi.

   “Müsaade ederseniz sözlerime devam etmek istiyorum Kadı Efendi” dedi siyah saçlı yaşlı adam. Abbas Ağa  sözlerine kaldığı yerden devam etti.

    “Hemi de sormak lazım karanlığın çöktüğü vakitte bir adam ne ararmış ovada bir başına” Önünde dinelen kalabalığa bir kere daha baktı yaşlı Kadı. Son zamanlarda Devleti Alinin içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında kanunun bu kadar ayaklar altına alındığı yada kanunsuzluğun bu kadar ileri gittiği sıkça görülür olmuştu. Merkezi otoritenin zayıflığı yüzünden hemen her yerde küçük derebeyleri türemişti. Kah paranın ve altının gücüyle kah kaba güçle köylerde ve Kazalarda padişahlık sürüyorlardı. Abbas Ağa da bu gibi yüzlerce kendini dev aynası karşında duran padişahçıklardan biriydi. Bir de kanunların eskiliğini eklerseniz, kadının yada diğer kanun uygulayıcılarının yapabileceği çok az şey kalıyordu. Gerçi bu durumda İleri ecnebi devletlerinde bile verilecek karar az sonra dudaklarından dökülecek olan kelimelerden farklı olamazdı.

   “Sizler şahit misiniz” dedi suçlanan gencin arkasında duran gençlere dönerek

   “Tabi şahitler Kadı Efendi” dedi Abbas Ağa verilecek kararın ne olacağını tahmin ederek.

   “Size sormadım efendi” dedi sert bir tonda. Tüm gençler kendilerine sıkça telkin edilen sözü  koro halinde yanıtladı  “Şahidiz” diyerek.

   Yaşlı Kadı eliyle sakalını sıvazladı bir süre sessiz kaldıktan sonra kapının yanında dikilen mübaşire dönerek

   “O zaman beylere yolu göster Mustafa Efendi” dedi.

Mahkeme odasından ilk çıkan gözleri yaşlı ana baba tam kapıdan çıkacakken geriye dönerek “Olanları gören biri var elbet” dedi. Acılı anne babanın Gerçekten de olanları gören bir ilahi göz vardı ama birde oralarda dolaşan yaşlı bir bedenin taşıdığı bir çift göz vardı olan biteni gören. Herkes çıktıktan sonra zayıf bedenini taşıyan cılız ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı.
    “İşte olanları gördün” dedi. Kazada olanların özetiydi bu gördüklerin. Abbas Ağanın Oğlu Hilmi ile Kazamızın tek demircisi Halil Ustanın oğlu Hasan arasındaki düşmanlık son buldu böylece.

   “Nasıl” diyebildi yanında yürüyen Muallim. Kazanın idare Amiri İsmail Hakkı Bey durumu dönüşte anlattı yeni Muallime.

     “Bu iki aile önceden de birbirlerini tanıyorlardı. Daha doğrusu iki aile de Kazanın en güzel kızını tanıyorlardı ve ailelerine gelin olsun istiyorlardı”  Bir yandan yanında yürüyen yol arkadaşının sözlerini dinleyen bir yandan da yeni geldiği Kazayı ve Kaza insanlarını tanımaya çalışan Muallim Müfit bir an önce akşamın olmasını bekliyordu. Kabullenmekte zorlansa da bir hayli yorulmuştu. Son zamanlarda yaşadıkları ve uzun sayılabilecek yol yorgunluğunu hissediyordu.

     “Keşke bu görevi istemeseydim” dedi kendi kendine. Ama bu iş çocuk oyuncağı değildi ki... “Evde oturmaktan canım sıkıldı hadi gideyim biraz muallimlik yapayım...Yok yok bu işi sevmedim, canım sıkıldı eve döneyim” diyemezdi. Yine de kendisini Alsancak İstasyonunda uğurlayan babasının sözlerini kafasında atamıyordu.  

     “Bu iş sana göre değil evlat. Telgrafın bana ulaştığı anda seni geriye çağırtılabilirim” demişti. Kendince de haklıydı tabii. İzmir’in de okulları vardı ve İzmirli çocuklarda eğitim ve öğretim bekliyorlardı. Hatta “Damlacıktaki Mektepte yerin hazır” demişti. İşte bu yüzden hemen pes etmemesi gerekiyordu. Düşüncelerinden İsmail Hakkı Beyin sesiyle sıyrıldı

    “Daldın Muallim Bey” dedi .

    “Yok öylesine düşünüyordum. İki aile birbirini daha önceden tanıyorlar mı demiştin” dedi.

    “Evet. Daha doğrusu Abbas Ağayı Kaza da ve çevresinde tanımayan yoktur. Küçük yaşta Kazaya yalnızca çıkınıyla geldikten sonra Allah yürü ya kulum demiş. Şu an Kazanın en zengin ve sözü geçen kişisi” dedi. Sözün burasında Muallime eğilerek “Laf aramızda Kaza ahalisi Abbas Ağayı pek sevmez. Özellikle de meşrutiyetten sonra Enver ci olduğu, hatta İttihatçıların kendisini koruyup kolladığı söyleniyor.”

    “Ya diğer aile kimlerden”

    “Halil Usta buralı. Güneyden Karabelen köyünden. Küçük yaşta Kazaya gelip yerleşmiş. Bir ocağı var dağın yamaçlarında. Mahir bir ustadır, elinden her iş gelir.” Yine gizli bir sır verecekmiş gibi eğilerek sözlerine devam etti.

     “Abbas Ağa ne kadar sevilmezse Hüseyin Usta o kadar sevilir ve sayılır. Dedi. Konuşa konuşa yürürlerken idare Amiri bir dükkanın önünde durdu. Kazanın tek lokantasının önünde durmuşlardı. Eski, camekanlı kapıdan içeri girerlerken İsmail Hakkı “Hikaye ilgini çektiyse yemek sonrası kahvelerimizi içerken anlatırım” dedi. Kendilerini kapıda karşılayan genç aşçı yamağının buyur etmesiyle lokantadan içeri girdiler.

***

      Zorlukla bulmuşlardır bu evi kendisine. Falanca ağa, Gavur İzmir’ine göç edince anahtarı Kadı efendiye bırakmış mış. Kadı efendi de misafirhane gibi kullanır olmuş. Ev Kazanın kenar mahallesinde bir yerdeydi. Yüksek tavanlı, kalın duvarlı, kâgir bir evdi. Bakımsız, ormana dönüşmüş bir bahçenin içerisinde sık ağaçların arasında bir konak yavrusuydu. İsmail Hakkı Bey bir hademe kadını Muallim için görevlendirmişti.

     “Mürrüvet Kadın, senin evin o yönde, sen her akşam bir iki saat erken çık ve Muallim beye bir kap yemek pişir, sağı solu biraz temizle” demişti. Ve o gün de erken gönderip evi temizletmişti. Yaşlı kadının iyi niyetli çabalarına rağmen her yer hala toz toprak içinde duruyordu. Haftaların, ayların verdiği pasaklar ve kirler bir defada temizlenecek gibi değildi. Ama Allah için yatak odasına serilen çarşaflar ve yorganlar kar gibi bembeyazdı. Gündüz olanlar aklına geldi. Bir kız vardı birde o kıza aşık olan iki genç. Klasik bir sevda öyküsü gibi başlamıştı her şey. Kız ise kendisini sevdiğini söyleyen iki gençten fakir olanı tercih etmişti. Zengin genç ise reddedilmeyi gurur meselesi yapmıştı...öff.. yorgun bedeni ve zihni bunları düşünürken uyuya kaldı genç Muallim Müfit. Birkaç gün sonra yaşananlar unutulmuştu. Taa ki o uğursuz gecede başına gelenleri yaşayana kadar.  
    
    Okuldaki işler kendisini iyice yoruyordu. Her ne kadar Kadı Zait Efendi kendisine yardımcı olacak birini hizmetine verse de okuması yazması bile olmayan yaşlı biriyle işleri halledemiyordu. Eğitim ve öğretim bir yandan, mektebi olağan işeri diğer yandan kendisini iyice yoruyordu. Ama yinede bu yorgunluğun iyi bir yanı vardı ki oda uzun zamandır kabuslar görmüyordu. Yine böyle yorulduğu bir akşamüzeri bir akşamüzeri mektepten hükümet binasına vardığında -galiba geldiğinin üçüncü günüydü- İsmail Hakkı Bey kulağına eğilerek

     “Meryem kayboldu” dedi. Meryem’in kim olduğunu bilmiyordu. Şaşkınlıkla

     “Meryem kim” dediğinde Genç İdare Amiri

     “Hani geldiğin gün bir mahkeme vardı. Bir genç Karabelen köyünde ölmüş olarak bulunmuştu ya...” Hatırlamıştı Müfit Bey olanları

    “Eee” dedi

    “Hani o gencin sevdiği bir kızcağızdan bahsetmiştim. İşte o kızın adı Meryem” Genç Muallim üç gün önce yaşadıklarını anımsadı. Adı geçmese de gençleri kendinse aşık eden ve birbirine kırdıran bir genç kız olduğunu anlatmıştı şimdi yanında yürüyen adam.

    “İki delikanlıyı birbirine kırdıran kız mı” dedi aklından geçen kelimeleri kullanarak

    “Yapma Müfit Ağabey” dedi İsmail Hakkı kırgın bir ses tonuyla “Ya sen beni hiç dinlemedin ya da beni yanlış anladın” diye sözlerine devam etti. İki genç kol kola Hükümet binasından çıktılar. Ağaçlıklı bahçenin uzak bir köşesine doğru yürümeye başladılar. Müfit Bey her ne kadar girmek istemese de hikayenin içine itildiğini düşünmeye başlamıştı. Daha sonra olacakları bilse belki de bu konuşmayı daha başlamadan bitirirdi.

    “Meryem ve Hasan birbirini çocukluktan beri seven iki gençti. Meryem Allah için güzel ve alımlı bir kızdı. Hasanda uzun boylu, esmer yiğit bir delikanlı.Herkes babasının mesleğini sürdüreceğini düşünüyordu. Aralarına kara çalı gibi giren Hilmi itiydi” dedi. Genç Muallim ise Kazadaki ilk ve tek arkadaşının  kolundan kurtulup evine dönmeyi düşünüyordu. Son zamanlarda sevmeye başladığı evinde, yine son zamanlarda alıştığı gibi şişesini açıp bir kadeh parlatmak istiyordu. Yine de arkadaşını kıramazdı. Bu yüzden sözü bitene kadar beklemeliydi.

    “İşte o güzeller güzeli Meryem kayıp” dedi İsmail Hakkı Bey. Sözlerine daha devam edecekti ama kendi adını çağırdıklarını duyunca geri döndüler. Haberin devamını ise yemeklerini yapan ve ev işlerini halleden yaşlı Mürrüvet kadından öğrenmişti.

     “Hasan toprağa verildikten sonra Abbas Ağa bir kere haber gönderip Meryem’i isteteceğini söylemiş. Kızın cevabı ise tek cümleymiş. ‘Ölürümde varmam o katile’ demiş. Bir sabah aile uyandığında da Meryem yatağında yokmuş.”

    “Kızı kaçırmışlar o zaman”

    “Kaçırmışlar diyenlerde var, iyi saatlere karışmış diyenlerde” dedi yaşlı kadın gizemli bir sesle. Yaşlı kadının anlattıklarına bakılırsa, ilk şüpheleri üzerine çeken Abbas Ağa ve Oğlu masum görünüyordu. O gece Abbas Ağa oğlunu baş göz etmek için komşu köylerden birinden bir kızla sözlemişti. Ağanın evindeki kalabalık, Hilmi beyin gece hep orada olduğunu söylüyorlardı. Hatta bir ara Kadı Efendinin bile Abbas Ağanın evine uğradığı söyleniyordu. Sonuç olarak güzel kız evinden kaybolmuştu.” Genç muallim bu kadının bu kadar bilgiyi nereden edindiğini bilemiyordu. Kafasını sallayıp geçti.

***
  
  O gece köy bekçisi, mezarlık civarında gezerken uzaklarda ama mezarlığın içinde zayıf bir gölge gördü. Önce düdüğünü çalmayı aklından geçirdi ama ortalığı velveleye vermeden önce biraz daha yaklaştı. O zaman gölgenin elindeki titrek ışıklı yağ kandilini fark etti. Şu aralar mezarlığa defnedilen kişide yoktu. Yalnızca üç dört gün önce ovada bulunan Halil Ustanın oğlu Hasan vardı. Acaba zaman zaman mezarlıklara  dadanan mezar soyguncularından biri miydi?  Olduğu yerden

     “Dur” diye seslendi. Ama ses telleri korkunun ağır baskısı altında görevini yapamamıştı. Gölge alçacık mezarlık duvarını aştı. Yüzyıllık kara servilerin arasında yürümeye başladı. Her gün, her gece buralarda dolaşıyor olsa da hala ürpertisi geçmiyordu. Kalbi deli gibi çarpıyor korkusunu yenmeye çalışan beynine kan pompalamaya çabalıyordu. Her olaya her duruma uyum sağlayabilen insan bedeni korkulara çabuk alışamıyordu. Yine de aklından geçen onca ürkütücü hikayeye rağmen görev duygusu ağır basmış karanlıkta süzülür gibi hareket eden gölgenin peşine düşmüştü.

    Mevtaları rahatsız etmemek için mezar aralarından yol almaya çalışarak kara gölgeye yaklaştı. “Dur” diye tekrar bağırdı. Bu kere sesi gırtlağından çıkmış havayı titreştirerek biraz ileride yürüyen gölgeye ulaşmıştı. Gölge sakince durdu. Başını çevirip geriye baktığında bekçinin elinde taşıdığı ve kendisini seçmek için yüzüne doğru uzattığı fenerle yüz yüze geldi.

    “Benim evlat” dedi. Konuşmak için dudakları aralanınca bembeyaz dişler gecenin içinde ışıldadı. Bekçi olduğu yerde kalakalmıştı.

    “Sen miydin Nene” dedi tanıdık birini görmenin rahatlığıyla. “Gecenin bir yarısında burada ne işiniz var” dediğinde muallimi karşısında konuşabilmek için korkusunu yenmeye çalışan çocuk gibiydi.

    “Çiçekler için toprak alıyorum” dedi zayıf gölge. Alışılmadık bir gece ziyaretçisinden başka ne tür bir cevap beklenebilirdi ki. Üstelik aldığı cevap kendisini tatmin etmekten çok daha başka sorulara yol açmıştı.

    “Kimi çiçekler vardır, havadar toprakta kök salmak, bol güneş ve aydınlıkta büyümek ister. Ama kimi çiçeklerde kasvetli toprağı, karanlığı, nemli havayı sever.” Dedi. Sözlerini tamamladıktan sonra birkaç gün önce örtülmüş bir mezar yığınına yaklaştı. O zaman bekçi davetsiz misafirin elinde taşıdığı küçük kabı fark etti. Sanki orada yokmuş gibi sessizce hareket eden gölge birkaç avuç toprağı elindeki kaba doldurduktan sonra bekçinin donmuş bakışları altında geldiği gibi ağır adımlarla geri döndü. Arkasından söylenen bekçinin sözlerini duymuş gibi durdu.

   “Bekçi efendi, sen burada eylenirken, canavarlar masum bir ceylanın canını yakıyorlar” dedi. Bekçi gölgenin kendisine söylediklerine bir anlam veremedi ama önemli de görmedi. Nede ola konuşan Karabelen köyünün kara bunağıydı.

*****

     Aradan koca bir ay geçmişti. Muallim Müfit eve de, Kazaya da, çalışma arkadaşlarına da alışmıştı. Hatta bu yoksul ama şirin Kazayı sevmeye de başlamıştı. Vazifesini ifa edeceği mektebi diğer binalardan daha iyi durumda bulmuştu. Biraz onarımla daha iyi bir hale getirmişlerdi. Maarif Müdürlüğü de yapan Kadı Zait Efendi kendisinin ricalarını ikiletmiyordu. Kazanın yaşlı ustaları, dülgerler, marangozlar yapıcılar iyi bir çalışmayla binayı onarmışlardı.

     Öğrencileri ise kırka yakın sayıda ve her yaş gurubundandı. Ana kuzusu sayılacak yaşta olanlar olduğu gibi bıyıkları terlemeye başlayanları da vardı. Hepsine yetişmeye çalışıyordu. Hepsini yetiştirmeye çalışıyordu.. Ülkesinin, birkaç ay önce yaşadığı o korkunç günler bir daha yaşanmasın diye iyi yetişmiş gençlere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ülkesini ve milletini seven okuma yazmanın ötesinde meslek sahibi olan gençlere ihtiyacı vardı. Onlara tarih öğretiyor aritmetik öğretiyordu. Daha büyüklerine ise ziraat ve baytarlık bilgileri vermeye çalışıyordu. Kendini mektebine ve talebelerine o kadar çok veriyordu ki akşam eve geldiğinde hiçbir şey düşünmeden uyuya kalıyordu. Bu sayede de kabuslarından da uzaklaşmıştı...
  
     Baharın iyice kendi hissettirdiği günlerden biriydi. Öğrencilerini almış kıra götürmüştü. Yolda tabiat hakkında bilgiler vermeye çalışmış ziraat konusunda bildiklerini anlatmaya çalışmıştı. Yetmediği yerlerde ise kendisine yardımcı olan ve çiftten çubuktan anlayan İsmail Hakkı bey çocukları tenvir ediyordu. Ağaçları, çiçekleri böcekleri anlatıyorlardı. Tatbiki bir ders yapmaya başlamışlardı. Öğrencilerinin çok hoşuna gitmişti bu ders. Güzel bir gün geçmişti her zamankinden çok daha fazla yorulmuştu. Yemekten sonra her akşam yapmaya alıştığı gibi bir kadeh parlatmıştı. İçerken ister istemez gözleri gereksiz bir nesneymiş gibi masanın üzerinde tuttuğu sol eline kayıyordu. Budakmış dal parçası gibi duran parmaklarına kayıyordu. Ama o gece güzel havanın ve rakının etkisiyle uyuya kalmıştı iskemlesinde...

     Birden nereden geldiği belli olmayan bir çığlık ile uyandı. Olabildiğince tiz ve acı yüklü bir çığlık. Ses, uzun zamandır unuttuğu ama öncesinde geceler boyu rüyalarında duyduğu sesin aynısıydı. Derinden beyaz bir karanlığın içinden geliyordu. Değdiği her yeri yakıp kavuran alev rüzgarı gibiydi sanki. Aklına Der saadette hekimlerin söyledikleri geldi.
  
     “Seni bulduklarında donmuş bir haldeymişsin. Parmakların uyuşmaya başlayıncaya kadar uzun süre yüksek ateşte kalmışsın. Dondurucu soğuk ve yüksek ateş sende kalıcı tesirler bırakmış. Gördüğün cehennem yangınları o günleri izi olsa gerek” diyorlardı. Unuttukları yangının dağın taşın bembeyaz olduğu bir yerde çıkmış olmasıydı. O beyaz alevlerin içinden, beyaz karanlığın kalbinden gelen çığlıktı.
  
  Hekimlerine söylemediği bir başka husus ise çığlığın geldiği yerde uzun boylu,örgülü saçlı bir kızın gölgesini gördüğüydü. Eğer söyleseydi gördüğü hayaletin kim olduğunu soracaklar ve mahremiyetini sorgulayacaklardı. O zaman çocukluk aşkı, karşı komşunun kızı Ayşe den söz etmesi gerekecekti. Annesinden bile gizlediği, kumral tenli mavi gözlü, endamlı, Odunkapı merdivenlerinin yokuşunun en güzel kızı Ayşe den. söz etmek zorunda kalacaktı. Uzaktan uzağa sevdiği ve tesadüfen göz göze geldiği anlarda sevildiğini düşündüğü, askerlik dönüşü istetmeyi düşündüğü Ayşe’sini anlatmak zorunda kalacaktı.

     Bir ara Yemen çöllerinde terhisi yaklaştıkça ne kadar da umutlanmıştı bir sıcak yuvanın özlemiyle. Günün yorgunluğuyla ağır ağır çıkacağı merdivenlerin üst başında kendisini oğluyla bekleyen Ayşe’sine varacaktı. Ama bir Aralık sabahı gelen Ulak birliğinin Erzurum’a ulaşması için gerekenin yapılmasını söylüyordu. IX kolordu en kısa sürede Erzurum’a ulaşacaktı. Sonrası ise... Ruslarla çarpışma, ve açlık ve soğuk insanın kanını donduran soğuk. Ve yine açlık ve yine soğuk. Sonra da alevler. Uzun bir tedavi dönemi ve İzmir e dönüş. En sonunda ise Ayşe den, Damlacıktan ve İzmir’den kaçış. İşte buradaydı. Ama yaşadığı kabus gecelerinden uyandığında ise hangisinin daha korkunç olduğu konusunda karara varamıyordu; çığlık mı yoksa yakıp kavuran beyazlık mı?

    Ses, Müfit geçmişinin hayallerine dalmışken bir kere daha geceyi bıçak gibi yardı. Vücudundaki tüm tüyler ürperdi. Soğuk bir ter boşandığını hissetti.  Korktu. Yatağından çıktı ve ağır adımlarla pencereye yaklaştı. Gözleri dolunayın ışıklarıyla yıkadığı bakımsız bahçeyi taradı. Baharın tatlı esintisiyle sallanan dallardan başka bir şey göremedi. Seda, uzaktan ovadan yada Kazanın sırtını dayadığı Menteşe dağlarından geliyor olmalıydı. Bir kere daha duydu aynı sesi ama daha bildik ve daha yakından gelmişti bu kere ses. Bir köpek, çakal veya kurt uluması olmalıydı. Masanın üzerinde duran maşrapasında kalan yudumu da içti. Hafiften sallanarak içeri girdi.

***

    Ertesi gün Kaza da konuşulan konu gecenin içinden gelen sesti. Her ne kadar dağ yamacında kurulmuş olsa da, ne kadar tabiata yakın olsa da o sesler kaza ahalisinde kaygı yaratmıştı. Birde kayıp kızın başına geldiği konuşuluyordu. Bir ay süre geçse de hala bir ses seda yoktu genç kız hakkında. Uzun aramalara rağmen, ne ölüsüne nede dirisine rastlanmamıştı. Son olarak ‘İyi Saate Olsunlar’ a karışmış diyenler kazanmıştı sanki...

     Bir akşam daha oldu. Güneş ovanın karşısında alçaldı. Ufka yaklaşan güneşi izleyen Müfit Bey bahçesine kurduğu masa da oturuyordu. Birkaç gündür içini kavuran acının adını koymuştu. “Hasret” İstediği kadar kaçsa da uzaklaşmaya çalışsa da Badem gözlü Ayşe sini kafasından ve kalbinden söküp atamıyordu. O zaman bir kere görmesinin mahzuru olmazdı. İlk fırsatta gidip görecekti. Mavi körfezi gördüğü merdivenlerin başında birkaç saniye duracak kendisinin geçtiğini hisseden Ayşe’nin perdeyi kıpırdatmasını bekleyecekti. Bir karara varmış olmanın huzuruyla akşam yemeğini yiyebilirdi.

     Gecenin hangi saatiydi bilinmez ama yine bir sesle uyandı. Bismillah deyip doğrulduğunda ses karanlıkta yankılanmaya devam ediyordu. Gece yatarken yastığının altına bıraktığı beylik tabancasını alarak odadan fırladı. Evin dış kapısını açtığında gökyüzünde parıldayan dolunayın ışığında duvarın üzerindeki gölgeyi gördü. İri bir Köpek nasıl çıktıysa bahçe duvarının üzerinde duruyordu. Boz renkli köpek başını dolunaya çevirerek bir kere daha uludu. Ürkütücü vahşi ses dağlarda ve aşağıda ovalarda yankılandı. Genç Muallim o zaman bir akşam önce duyduğu sesin nereden geldiğini anlamıştı. Acı dolu bağırış mı? yoksa hayvani bir çığlık mı? Birden aklına kabuslarından birinde olabileceği geldi. Esen rüzgarın serinliğini ay ışığının yumuşaklığını hissediyordu. Bir kabus bir rüya bu kadar inandırıcı olabilir miydi?

    Sağ elinde tuttuğu ağırlığı fark edince elini poligondaymış gibi hedefine kaldırdı. Ağır adımlarla hayvana yaklaşmaya başladı. Bir adım...Bir adım daha. Göz, gez ve arpacık doğrultusunda kor gibi parlayan gözler vardı. Silahını hafifçe indirince göz göze geldiler bir an köpekle genç adam. Hayvanın bakışlarında kendisini rahatsız eden bir gariplik vardı. Kısa uluma daha duyuldu. Tabancasının horozunu kaldırınca köpek bahçeden dışarı atladı. O zaman Muallim Müfit, Mülazım Müfit olmuştu ve oda bahçe duvarının üzerine fırladı. İri köpek ok gibi fırlamış yukarı yamaca yönelmişti.

     Genç adam ardından köpeği yakalamaya çalışıyordu. Arkasından seslenen İsmail Hakkı'nın sesini duymadı bile. Aklında yalnızca uzun tüylü köpek vardı. O köpeği yakalarsa veya öldürürse kabusları bitecek sanıyordu. O köpeğe ulaşınca beyaz gecelerin içinden gelen acı dolu çığlıkları duymayacaktı, huzura kavuşacaktı. Sağlıklı hayvan yayından fırlamış ok gibi delip geçiyordu karanlığı. Bir ara hayvanı kaybettiğini sandı. Kazanın bu yakasını hiç gezmemişti. Vahşi hayvan, yukarı dağlara yöneldi önce, ardından batıya döndüler. Bilmediği yerlerde karanlık gecenin ortasındaydı. Biraz arandıktan dolandıktan sonra ileride bir kayanın üzerinde gördü hayvanı. İşte o an kocaman köpeğin yalnız olmadığını fark etti. Çevresini  dişlerini gösteren, ağızlarından salyalar akan ve hırlayan bir sürü köpek kaplamıştı. Elindeki ağırlık aklına geldi ama ya bir tanesini vurabilirdi yada ikisini. Korkmanın zamanı diye aklından geçirdi, yabani bir köpek sürüsünün içine düşmüştü.

     Bir komutanmış gibi havladı kayanın üzerindeki köpek. Ardından zarar vermeyecek lakin tehditlerini sürdürecek mesafeye çekildiler diğer köpekler. Arkası ve yanları köpeklerle sarılmış, yalnızca ileriye yürüyebileceği bir boşluk bırakılmıştı. Bir köpek sürüsü tarafından tuzağa düşürülmüş ve esir alınmış gibiydi. Moskof ordusunun esir alamadığı Mülazımı evvel Müfit efendi köpek sürüsüne esir düşmüştü. Kabuslarıyla bir ilgisi olmalı diyerek olayların akışına bıraktı kendini.

     Köpekler görünmüyorlardı ama yönünü değiştirmek yada geri dönmek istediğinde gecenin karanlığında kor gibi yanan gözler ve sivri dişler kendisine engel oluyordu. Bir zaman köpek sürüsüyle yol aldı. İlerideki boz köpek bir önder havasında aralarındaki mesafeyi koruyarak ilerlemeye devam ediyordu.

    On onbeş dakika bu şekilde yol aldıktan sonra yorulduğunu hissetmeye başlamıştı. Utanmasa bir taşın üzerinde oturup dinlenecekti. Yine de soluklanmak için durduğunda çevredeki sesleri fark etti. İnsan sesleriydi. Gülüşmeler, kahkahalar duyuluyordu. Biraz dikkatli bakınca ileride yanan ateşi ve ateşin ulu bir çınar ağacına vuran yalazlarını fark etti. Seslenmek için ağzını açtığında ayaklarının dibinde hırlayan köpeği gördü. “Sus ve dinle” der gibiydi. Madem bir köpeğe uyarak buralara kadar gelmişti o zaman onu dinlemeye devam etmeliydi.

     Ateşin yandığı yer yamacın ovanın düzlüğüyle birleştiği yerdeydi. Asırlık bir Çınar ağacı altında taştan derme çatma örülmüş bir ocak vardı. Burası hemen yanındaki içilebilir suyu olan kuyusu nedeniyle yolcuların mola verdikleri bir yerdi. Az ötedeyse kayalıkların gölgesinde kalan ahşap bir kulübe vardı. Ocakta yanan ateşin etrafındaysa  üç genç oturuyordu. Birkaç adım sonra tanıdı ateşin başındaki hep konuşan genci. Kazaya geldiğinin ertesi günlerde mektepte ziyaretlerine gelmişlerdi ve Abbas Ağa ve Mahdumu Hilmi diye tanıştırmıştı.

     “Ağam daha ne kadar bekleyeceğiz” dedi elemanlardan biri.
  
   “Babam bir zaman ortalıkta görünmeyelim demişti ya...”
  
  “Niye şikayet ediyon oğlum” dedi diğeri “İşte sana temiz hava, işte sana bol yiyecek” dedi ve eliyle ateşte çevrilip duran et yığınını gösterdi. Ardından söylediğine pişman olan ilk adam elindeki testiyi kaldırarak

    “Bol bol şarap da var” dedi ve elinde sıkıca kavradığı testiyi dudaklarına götürdü. Koca bir yudum alıp gürültüyle yutkundu.

     “Ardından da tatlı” değil mi Ağam...” Kahkahalar yankılandı ayın ışıldadığı gecede.
 
    “İlk yabani oturduğu yerden koca bir tükürük attı arkadaşına
  
   “Ulan ayı” dedi. “Ne arsız birisin sen, Hilmi Ağamda yada Abbas Ağamda hiçbir şey öğrenemedin değil mi?”  Ağasının gözüne girmek konusunda iki ızbandut yarış ediyorlardı. Biliyorlardı ki yaşlı Abbas Ağa bir gün vefat edince bütün mallar Hilmi Beye kalacaktı. O halde Hilmi Beyin gözüne girebilirlerse kendilerini kurtaracaklardı.

    “Her şeyde önce Ağa gelir. Önce o bakar tatlının tadına ardından bizler sebepleniriz.” Bir zaman ortalığı bir sessizlik kapladı.. Müfit Bey, İlk tanıştığı günden beridir sevmemişti Hilmi’yi. Baba parası ile büyümüş uçkur ve işret düşkünü bir gençti. Onun nefreti ise delikanlının bu yönlerinden çok gencecik vatan evlatlarının cephelerde savaştığı günlerde sapasağlam birinin babasının tanıdıkları vasıtasıyla askerden kaçmasıydı. Hilmi Bey, bir ara yarenlik etmek için etrafında çok dolaşmıştı ama kazaya yeni gelen Muallimden yüz
bulmayınca eski hayatına ve çevresine dönmüştü.

“Hadi Ağam” dedi. Çok uzun zaman geçti...” Diğeri daha sabırsız gibiydi.    

“Evet” dedi ama ardından da ekledi “evet ama adam daha yeni girdi içeri” Sözler yalnızca
arkadaşının duyacağı yükseklikteydi, Hilmi Ağası duysun istemiyordu. Fısıldar gibi sözlerini sürdürdü
 
   “Adam önce içecek ki enerji toplasın... değil mi” İkisi birden kahkaha atmaya başladılar. Hilmi bu seslere çok kızdı kısk sesle adamlarını azarladı
  
  “Yavaşın develer, sesiniz ovanın ötesinden duyulacak neredeyse” dedi. Bir zaman sessizlik oldu, ardından ilk konuşan,
    “Yeni parça iyi mi bari” dediğinde diğeri
     “Bahşiş atın dişine bakılmaz diye sırıttı. Ardından “Öncekinin yerini de tutmaz değil mi?” dediğinde Hilmi'nin sırıtması karanlıkta bile fark edilmişti. Genç Muallim konunun kayıplarla ilgisi olduğunu sezmesi uzun sürmedi. Olduğu yerden sürünerek biraz daha yaklaştı ateşe doğru.

    “Aha Meryem” dedi iğrenç bir sesle Hilmi. O zaman karanlıklardan derin bir uluma duyuldu. Soğuk bir yel ateşi söndürmek istercesine esti. Gökyüzünde turunu tamamlayıp batmaya hazırlanan dolunay bile ürkmüş gibi bulutların arkasına saklanmıştı sanki. Gece bir kat daha karanlığa gömüldü korkusundan. Ateşin başında duran üç adam yerlerinden doğruldu. Telaşla, yanıbaşlarındaki ağaca dayadıkları tüfeklerine sarıldılar. Ellerinde tüfekler, Uzun uzun karanlığı süzdüler ama bir şey göremediler. En azından ağalarına yaranacak bir şey yapmışlardı. Hoş yapmasalar da biricik oğlunun başına bir şey geldiğinde Abbas Ağa canlarına okurdu. Birkaç adım ileri ve geri yürüdüler, yalandan da olsa arandılar. Bir şey çıkmayınca tekrar ateşin başına çöktüler. Dolunay ışığıyla tekrar gölgelere hayat vermeye başlamıştı.

     Hilmi Az önce tüfek alacağım diye elinden attığı testiye yöneldi. Bir kısmı dökülmüş şaraptan içti ve ileriye kayalıkların önündeki tek göz kulübeye doğru yöneldi. İşte o zaman Müfit Bey kayalıkların dibindeki kulübeyi fark etti. Kulübede bir parça ışık bile yoktu. Bir melanet yuvası gibi karanlıkta duruyordu Daha iri olan sakallı adam, Ağasına dönerek

     “Sıra kimde” dedi.  “Evet abi sıra kimdeydi” dedi diğeri. Hilmi
 
    “Bende tabii dedi ve ardımdan hanginizin geleceğini de siz kararlaştırın.

     “Yok abi öyle değil... Bundan sonra sıra kimde” Eliyle karanlıkta duran kulübeyi gösteriyordu. Diğer adam anlamıştı neyin kastedildiğini.
  
   “Sanırım sırada Kör Salim in kızı var” İsterik bir kahkaha cümlenin peşinden geldi.

     “Pakize mi” dedi biri kahkahalar içinde... “Pakize o kadar büyüdü mü?” dedi diğeri soluksuz gülerken.

     Seslerdeki şehvet çalıların arasındaki Muallime kadar ulaşıyordu. İrkildi, insanlığından utandı. Kör Salimi diğer adıyla Terzi Salimi tanımıyordu ama kızını yani Pakize yi tanıyordu. Mektebinde okuyan sevimli ve zeki bir kız çocuğuydu. Bırakın gençliği daha çocukluktan kurtulamamıştı. Birden o sabah Pakize’nin mektebe gelmediğini hatırladı. İçinden müthiş bir kusma isteği geldi ama kendini tutmasını bildi. Koşarken kuşağının arasına kıstırdığı tabancasını çekti sessizce. Şahit oldukları karşısında daha fazla seyirci olamazdı  Henüz  yerinden doğrulmamıştı ki duyduğu bütün seslerden vahşi o sesi duydu. Adına Yabani dediğimiz onca hayvan ve haşerat bile gördüklerine tahammül edemediği belliydi. Ertesi günü tüm Kazanın ve köylerinin duyduklarına yemin edecekleri haykırış duyuldu. İçinden gelen nefretin gücüyle saniyenin küçük bir kesrinde harekete geçmiş olsa bile kendisinden daha hızlı birinin daha bir şeyin olduğunu gördü.

     Bir köpek sürüsü küçük meydanlığa dalmıştı. İçlerinden biri doğrudan Hilmi’ye atılmış sivri dişlerini adamın boğazına batırmıştı. Yırtılan boğazdan boğuk bir ses duyuldu

     “Yardım et baba” diye. Öteki köpeklerde diğer iki adama çullanmışlar her yanını param parça etmeye başlamışlardı. Adamların acı içindeki feryatları köpeklerin bağırışlarına karışıyordu. Her yer kan ve et parçalarıyla dolmuştu. Genç Muallim ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Lime lime olan adamlara mı yardım etmeliydi yoksa sıranın ne zaman kendinse geleceğini mi beklemeliydi bilemedi. Kızıl kan rengiyle tüm geceyi boyamıştı sanki.

     Gök gürültüsünü andıran bir ses yankılandı kızıla boyanmış gecede. Patlayan bir av tüfeğinin sesiydi bu. Bir köpek inleyerek yere yığıldı. Kulübeden bir karaltı dışarı çıktı. Silah sesiyle köpekler bir an durmuşlardı ama ardından asıl düşmanları görmüş gibi hırsla ileriye atılmışlardı. Karanlıkta bir kere daha parıldadı alevle namlunun ucu. Kulübeye doğru koşan bir köpek daha yere yuvarlandı, birkaç takla attıktan sonra yerinden doğrulup tekrar koşmaya başladı. O an, yerde yatan Hilmi’nin gırtlağından başını kaldıran ele başı köpek başını batıya çevirerek, artık iyice ufka yaklaşmış dolunaya doğru uludu. Bir meydan okuma yada bir güç toplama merasimiydi sanki bu olanlar. Uluma sesiyle diğer köpekler duraladılar. Ve bir daha patladı alev kusan namlu. Kanlı bir beden daha yuvarlandı ama bu kere yattığı yerden kalkamadı.
 
    İki çift göz karşı karşıya geldiler bir süre. Olanlardan bir şey anlamayan Muallim Müfit orta yerde donup kalmıştı. Biraz ötesinde çırpınan üç beden vardı. Toprak üzerinde gölleşen kırmızı ılık sıvıyla boyanmıştı sanki. Bakışlarını önce köpeğe kaydırdı. Alevlerin dalgaları arasında daha vahşi gözüküyordu köpek. Boz renkli köpeğin dişlerinden damlayan kanlar az sonra olacakların habercisi gibiydi. Bakışlarını karanlığa, kulübenin olduğu yöne çevirdi.      

     Kapıda dikilen adam, fırsatı değerlendiriyor, çiftesine yeni fişekler yerleştiriyordu. Bir kuzu büyüklüğündeki gölge yıldırım gibi atıldı ve kapanan çiftenin metalik sesi duyuldu. Uçar gibi giden hayvan hasmına kilitlenmiş koşuyordu. İlk tetik düştüğünde bedeninde bir acı hissetti. Sol ön kasına giren çelik parçacık hızını yavaşlatsa da hedefine varmasına engel olamamıştı. İkinci fişek tüylü göğsünden girdiğinde dişleri uzun zamandır özlediği eti delmiş şahdamara ulaşmıştı. Gerek çarpmanın gerekse ölümcül yaraların etkisiyle yere iki beden yuvarlandı.

    O an başka silah sesleri de duyuldu. Birkaç dakika içerisinde ovanın yanı başındaki meydan kalabalıklaştı. Yarım saat sonrasındaysa Muallim Bey evden çıkarken hayal meyal hatırladığı sesin İdare Amiri İsmail Hakkı Beye ait olduğunu ve yanına bulabildiği kadar adam alarak kendisini aramaya başladıklarını öğrenmişlerdi. Birkaç el silah sesinden sonra köpek sürüsü karanlığın içerisine dağıldı. Asıl şaşkınlığı ise kulübenin kapısına vardıklarında yaşamışlardı. Kapının eşiğinde Kazanın korkulan ama bir o kadarda saygı gören Ağası Abbas vardı. Çınarın dibinde de üç ceset ve sayısız köpek leşi vardı. Müfit bey neler olduğunu kulübeden gelen ağlamalarla anlamıştı. Küçücük bir beden kedi gibi yanlarına sokuldu. Çok şükür ki son kurbanı kurtarmışlardı.

     Müfit Bey, kalabalığın başında gelen İsmail Hakkı beye olan biteni anlatmak istiyordu ki ayaklarının yanında bir kıpırdanma hissetti. Yerde yatan köpek sürünür gibi hareketlenmişti. İsmail Hakkı Bey elindeki tabancasını doğrulttuğunda Muallim engel oldu. Ölmek üzere olan hayvan inleyerek sürünüyor bir yere varmak istiyordu sanki. Birkaç dakika sonrasındaysa Çınarın öte yanına vardı. Yeri eşelemeye başladı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. İsmail Hakkının işaretiyle iki üç adam geldi Taze kazılmış toprağı tekrar kazmaya başladılar. Elleriyle tırnaklarıyla yaptıkları işlemi aradıklarını buluncaya kadar sürdürdüler.

     Parmaklar yumuşak dokuya vardığında ne bulduklarını anladılar. İsmail Hakkı Bey çukura inip meşalenin loş ışığında toprağı daha nazik bir şekilde eşeleyince bir aydır aradıkları Meryemin yüzünü gördü. Göz pınarlarından damlayan bir damla yaş bozulmadan duran güzel yüzü ıslattı. O ara yaralı sır oldu. Sonrasında ne kadar aradılarsa da bulamadılar...

*****

   Kara tren dumanlar saçarak ovada ilerliyordu. Başını dayadığı koltuk arkalığında yaşadıklarını düşünüyordu genç adam. Bir ay da neler geçmişti başından. Osmanlı Ülkesinin insanları, savaşlarla ve uğraşlarla ne kadar çabuk öğreniyorlardı hayatı. Kardan buzdan cehennemlerde yaşıyorlar ve ateş altında savaşıyorlardı. Bütün çabalarına ve özverilerine rağmen kaybetmeye devam ediyorlardı. Ama bir gün Makus talihlerinin döneceği, kazanmaya başlayacakları günlerinde geleceğine inanmaya başlamıştı. İşin daha da güzel tarafı bulunan o mezar sayesinde Muallim Müfit o gece çok rahat uyumuştu. Ne bir kabus vardı ne de bağırışlar yada çığırışlar.
     Düşüncelerini uzaklaştırmak için sağa sola bakınmaya yol boyunca uzanan manzarayı seyretmeye başladı. Uzaklarda yalnız bir ağaç vardı kilometrelerce öteden görünen. Dağın yamacında ince çizgi gibi görünen eğimli bir patikayla çıkılıyordu. Sanki her zaman dibinde oturuyormuş gibi tanımıştı ağacı. Sanki tüm olanları görebilecekmiş gibi burnunu cama yasladı. Bir leke, patikadan ağır adımlarla çıkan biri vardı. “Hadi ordan” dedi kendi kendine. Bu mesafeden bir insan görülebilir miydi? Başını tekrar tahta arkalığa dayadı. İzmir’e kadar uzun bir yolu vardı, gönül rahatlığı içinde gözlerini kapadı...

     Yaşlı adamın uzun bir aradan sonra buralara ikinci gelişiydi. En son olarak bir ay önce gelmişti, ondan öncesi ise anımsayamayacağı kadar eskiydi. Aradığı kulübeyi bulmak zor değildi. Kayaların başladığı düzlüğün bittiği yerde tek tük ağaçlar vardı. İçlerinden birisi fersah fersah öteden görülebilecek kadar uluydu. Üstelik ağaç, yamacın yukarılarında tek başına duruyordu. Hem ulu hem de öyle civarda kolay rastlanılacak bir ağaç değildi. Kalın ve yayvan gövdesi, geniş bir alanı kaplayan dalları vardı. Yaprakları ise yaz kış yeşil ve iriydi. Uzaktan görünmeyen ağacın gölgesindeki sazdan yapılmış derme çatma bir kulübeydi. Sırtını kayalıklara dayamış sabah ışıkları altında parıldayan bir kulübe. Yokuşun yukarılarında bir yerlerde kısa bir mola verdi yaşlı adam. O sırada uzaklarda ince bir hat olarak uzanan demiryolunda bir şimendifer düdüğünü uzun uzun çalarak yol alıyordu. Adam gözden kaybolasıya kadar dumanlar kusan demir tırtılı izledi. Ardından ağır ama emin adımlarla saz kulübeye tırmanmaya devam etti.
      Sazdan yapılmış garip şekilli yapı ile arasında birkaç metre kalmışken tekrar durdu. Kendisine öğretilen küçüklüğünden beri bildiği tekerlemeyi söylemeye başladı.
     “Kara nene Kuru Nene.
     Ocağına düştüm gene”  Sesi belli belirsiz çıkmıştı dudaklarından. Birkaç saniye geçtikten sonra titrek sesi devam etti.
     “Ne olur yardım et bene
     “Ben ettim sen etme”   Kulaklarının zorlukla duyduğu bu ses ne zaman içeriye varmış olmalıydı ki zayıf ama etkileyici bir yanıt geldi
     “Yaklaş Halil Usta”  Adam başına gelecekler kendisine birkaç defa anlatılmış olsa da hatta bir ay önce yaşamış olsa da ürpermişti. Nereden biliyordu kimin yaklaştığını.
     Halil Usta, son derece gerçekçi biriydi. Eline aldığı demiri ısıtınca istediği şekle sokardı. İsterse toprağı yaran bir saban, isterse bağırsakları dökecek bir kama olurdu o demir parçası. Bu dönüşmenin kanla, terle ve cehennem hararetiyle olacağını da bilirdi. Körüğün cesaretlendirdiği ateşin içine dalan ham demir ısıyınca yumuşardı. Yılların verdiği bilgi ve beceriyle inen balyoz darbeleri kızgın demiri ezmeğe başlar, inen her darbe biraz daha şekle sokardı demiri. Ya bu yaşlı kadın nereden almıştır bu beceriyi. Diğer canlıları nasıl şekle sokabiliyor daha doğrusu tabiatı kendisine nasıl amade hale getiriyordu. Belki de altıncı histir diye düşündü.
           Dışarıdan bakıldığında bir kulübeyi andıran ama içerisi bir mağara olan yapıya girdiğinde zifiri bir karanlık karşıladı kendisini. Dışarının aydınlığı gözleri kamaştırdığı için içeride hiçbir şey göremiyordu. Gözleri alışıp içerideki tek tük karaltıları seçmeye başladığında gözüne önce hasır göründü. İçeride mağaranın dibine doğru taştan yontularak sedir şekline sokulmuş yükseltiye serilmiş eski bir hasır vardı. Gözleri karanlığa alıştıkça çevredeki nesneleri daha iyi görmeye başlamıştı. O zaman hasırda oturan zayıf kuru karaltıyı fark etti. Derin derin solumasa karşısında duranın bir insan olabileceğinden bile kuşku duyardı.
   “Yaklaş” dedi hırıltıyı andıran bir sesle. Bir teşekkür borçluydu ve Kara Nene vefalı insanları severdi. Üstelik bu ziyaret nezaket ziyaretinin ötesinde önemliydi. Gerekliydi. Bir gece önce yaşananlar hakkında o kadar çok şey anlatılmıştı ki... Oğlunun intikam almak için vahşi bir köpeğe dönüştüğü ve kendi katilinin boğazını parçaladığını söylemişlerdi.  
     İnanmamıştı tabii ama ahaliye bunca zulüm eden Abbas Ağa ve Oğlu Hilmi gereken cezayı bulmuşlardı. Üstelik birde bir ay önce kaybolan ve bir ara “gelinimiz” demeye başladıkları kayıp Meryem’in mezarını bulmuşlardı. Birkaç ay önce duysa ve başkası için anlatsalar güler geçerdi ama bu kere kendisi de inanıyordu Kara Nene ye.
     Size şükran borçluyum” dedi. Derinliği bilinmez karanlık bir kuyuyu andıran mağarada bir çift kor parıldadı. İleride, dipte duran gölge kıpırdamış başını kaldırmıştı. Bakışları karanlığı delen korların hemen altında iki sıra beyazlık peydahlandı. O an adamın kulakları tüm dikkatini aralanan beyaz dişlerin arasından dökülecek kelimelere vermişti.
     “Tanrının adaleti bir şekilde gerçekleşir oğlum. Bizler olabilirsek ancak onun aracısı oluruz” dedi dua eder ya da mırıldanır gibi. Gözleri karanlığa iyice alışan Halil Usta yaşlı kadının dudaklarının kıpırdanmaya devam ettiğini gördü. “Zikir ediyor olmalı” diye düşündü.
     “Geri al emanetini” dedi yanında duran çaputu, önünde el pençe duran adama uzattı. Adam bir iki adım atıp kendinse uzatılan mavi çizgili mintanı aldı. Kendisine uzatılan mintanı tanımıştı, gözleri doldu ama ağlamamaya kararlıydı.
    “Canı Allah verdi ve geriye aldı” dedi. Birkaç dakikalık suskunluktan sonra işinin bittiğini anlayan yaşlı adam gerisini geriye mağaradan çıktı.    
    

"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark