Kayıt Ol

Karıncalar

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Karıncalar
« : 11 Şubat 2012, 15:58:33 »
K A R I N C A L A R

     Hepimiz karıncaları severiz.  Yolda bahçe de ya da evimizde koşuşturan küçük siyah noktacıkları diğer hayvanlardan özellikle diğer böceklerden daha farklı buluruz. İnsanoğlu genelde böceklerden nefret etse de karıncalar, arılar gibi bazı türler bu nefretten ayrı tutulur. Daha bir sevimli daha bir sıcak görünür gözlerimize. Bu sempatide çalışkan ve organize böcekler olmalarının etkisi vardır tabi. Bizlerin az bildiği bir yönleri vardır bu tür hayvanların, özellikle de karıncaların. Karıncalar zekidir ve kolektif bir bilince sahiptir ama bir yönleri vardır ki tehlikelidir… Karıncalar kincidirler. Kendilerine yapılan kötülükleri unutmazlar ve fırsatı bulduklarında gereken yanıtı verirler. En azından bunun bazı karınca türleri için geçerli olduğunu söyleyebilirim. Bu kanaate nereden vardığımı soracak olursanız size az sonra anlatacağım öyküyü dinleyiniz.

     İzmir, Türkiye’nin batıya açılan kapısı, doğunun Paris’i olan İzmir. Deniz kenarı, Karşıyaka sahili yada Alsancak için bunlar geçerli olabilir. Ya içerileri, işsiz ve yoksul insanların yaşadığı dar, kasvetli sokaklar. O sokaklara bakınca ne batıya açılan kapıyı görüyordunuz ne de Paris’i. Öykümüzün geçtiği sokakta böyle sokaklardan biri. Tek katlı evlerin çoğunlukta olduğu bir sokaktı burası. Az ama düzenli bir eğimle yükselen ta yukarılara Kadifekale ye kadar tırmanan bir sokaktı. Sokağa girer girmez anlıyordunuz ne kadar yoksul bir muhite geldiğinizi. Evlerin dış cepheleri boyasızdı, hatta pek çoğunda sıva bile yoktu. Naciye hanımın oturduğu bina ise sokağın en iyilerinde biriydi.

    Naciye Teyze, bir çocuk annesi yaşlı bir duldu. İki üç ev aşağımızdaki oturuyordu. Geniş bahçeli tek katlı taştan duvarlı bir evdi. Bahçenin büyük bir bölümü kullanılmıyordu. Hurdalar, dışarıdan toplanan yada duvarlardan yıkılan taşlar, teneke kutular, plastikler, çöpler  bahçenin koca bir bölümünü işgal etmiş gibiydi. Bu evde yaşayan insanlar geçimlerinin bir bölümü için sağdan soldan hurdalar topluyorlardı. Metal, plastik kağıt, hiç ayrım yapmadan nerede bulurlarsa alıyorlar bahçenin bir köşesine atıyorlardı. İyice parasız kaldıklarındaysa bunları bahçenin bir köşesinde toplayıp hurdacıya satıyorlardı. Mahalleli bu saye de sakinlerinden birine, yaşlı Naciye teyzelerine ve onun berduş oğullarına bakmış oluyorlardı.

     Bahçenin yukarı bölümündeyse bölünmüş çatlamış bir beton ve bu betonun çevrelediği irili ufaklı ağaçlar vardı. Yine de bahçeye geçebilmek için yol hizasında bulunan iki göz odadan oluşan yığma taş evi geçmek zorundaydınız. Bahçe yoldan bir hayli çukurda kalıyordu. Bunun kabahati ise ev sahibesi Naciye teyzenin ifadesiyle “belediyenin ta kendisi”ydi. “Rahmetli kaynatam ilk yaptığında bu ev yolla bir seviyedeymiş, belediye asfaltını hep üst üste döktüğü için zamanla ev çukurda kalmış” derdi. Konuyu çevre detayına inmeden kahramanımızdan daha doğru bir deyimle rahmetli kahramanımızdan bahsetmeliyim.

     Şakir, bir evin bir çocuğu, bir evin bir oğlu. Ölü doğan ya da doğduktan sonra birkaç haftalık ömrü olan sayısız çocuğun yaşayan tek ağabeyleriydi Şakir. Kıt olanaklar arasında yoksul büyümüş, sorunlu bir delikanlılıktan sonra görücü usulüyle evlenmiş birkaç yıllık evlilikten sonra boşanmış ve bir kaç yıl önce kırkını aşmış bir dul. Deyim yerindeyse müzmin dul. Hani fıkrada geçtiği gibi;
     “Adama sormuşlar neden içiyorsun diye, karım evden kaçtı yanıtını vermiş. Karın neden evden kaçtı dediklerinde de "Çok içki içiyorum diye" demiş ya işte öyle. Gerçi kendisine kalsa öyle içki içtiği falan yoktu. Sıkıntılarını def edebilmek için akşamdan akşama bir kaç bira içtiğini söyleyebilirdi. Üstelik bira içki bile sayılmazdı. Ailesi ve arkadaşları ki bir tanesi hariç kendisine alkolik muamelesi yapıyorlardı. Bir önceki cümlede ki bağlacıyla ayırdığı Göksel vardı dostu. Kendisini anlayan ve dinleyen bir dost bir arkadaş olarak yalnızca Göksel vardı. Annesine ya da bana soracak olursanız Şakir’i içkiye alıştıran Göksel in ta kendisiydi. Gel gelelim Şakir Kırıcı bu asla kabul etmez, arkadaşı Göksel’e toz kondurtmazdı.

   Şakir in eski güzel günlerde geniş bir ailesi vardı. Eski güzel günlerde aileye dahil bir kendisini dizinde hoplatan bir dede ve karanlık gecelerde masallar anlatan maniler söyleyen bir nine vardı. Amcalar ve hala. Sonra ailesi küçülmeye başladı yalnızca üzerine titreyen bir annesi, kendi yağıyla geçinmeye çalışan bir baba kaldı ve bir de kendisi. Babası, birkaç yıl önce vefat edince ardından Leyla sı biricik eşi kendisini terk edince anasıyla birlikte yapayalnız kalmışlardı koca dünyada.

     İlkokulu bitirmeden daha kendisini meslek öğrensin diye bir işe vermişlerdi.  Ayakkabıcı olan babasının mesleğine yakın bir işti. İçkinin su gibi içildiği bir meslekte kendisini korumasını bilmişti. Ne içki ne sigara ve nede sağda solda bazen tanık olduğu diğer kötü alışkanlıklar. Askere gidesiye kadar ağzına içki koymamıştı. Gel gelelim asker ocağında başlamıştı bu merete. Daha sonra kankası Göksel’le ilerletmişti bira muhabbetini. İyi de olmuştu hani. Elindeki şişenin verdiği rahatlığı ve huzuru başka nereden bulabilirdi ki. O günde sayısız kereler yaptığını yapmış sandalyesini dayadığı dut ağacında geçmişine dalmıştı.

       Askerden teskeresini alıp geldikten sonra uzun süre iş aramış bulamamıştı Şakir. Baba zoruyla girdiği ve hiç sevemediği mesleği ile vedalaşmıştı birkaç ay sonra. Küçücük, havasız, ışıksız yerlerde ömrünü yarı aç yarı tok çürütemezdi. Sonra her şeyi denedi kendince. Pazarcılık yaptı, yumurta sattı, yeşillik sattı ama olmadı. Yeşillikleri yazın sıcaktan soldu, kışın soğuktan dondu. Yumurtaları kırıldı, sıcaklarda bozuldu. Borçla krediyle yapmaya çalıştığı her işte bir başarısızlık bekliyordu kendisini. Bir ara günden güne harabeleşen bu evde, bahçenin bir köşesinde civciv yetiştirmeye kalktı. Onun çabalarını gören iyi niyetli dost ve akrabalarının sağladığı destekleri de yetmedi. Talihi hiç bir şekilde kendisine yardımcı olmuyordu. Kalkıştığı işlerin hiç birinde başarılı olamadı. Hangi dala el attıysa kurudu, hangi suya girmeye kalktıysa kuruttu.

     Sonunda aynı akrabalar devreye girdi ve Şakir oldu Şakir Bey. Bir büyük şirkette odacılık yapmaya başladı, sigortalı oldu. Her ne kadar hamallık yapsa da çalışma saatleri belliydi. İşi eski işine göre temizdi ve yaşamını o iş sayesinde biraz olsun düzene koyabilmişti. Neydi eski işi öyle kesilmiş yüzlerce parça deriyi alacaktınız birbirine kah yapıştırarak  kah dikerek ayakkabı yüzü elde edecektiniz. Kasvetli bodrum katlarında, havasız ve ışıksız yerlerde ve  yapıştırıcı kokusu altında saatlerce çalışacaktınız. İnsanların yalnızca ayaklarını görebilecektiniz yüksekteki pencereden baktığınızda. Ama yeni işi öylemiydi ya. Geniş bir caddeye bakan aydınlık bir büroda çalışmaya başlamıştı. Çarşı içinde insanlarla yüz yüze görüşür olmuştu. Doğal olarak böylesi daha iyiydi. Üstelik yeni işi sayesinde Leyla’sı ile evlenmişti.

     O gün yani olayımızın geçtiği gün Şakir bakımsız bahçelerinde pinekliyordu. Neredeyse tüm mahalle bizim semtten ötede olan bir düğün salonuna gitmişlerdi. Sokağın eski sakinlerinden olan Kemal Beyin kızının düğününe davetliydiler. Uzun yıllar bizim sokakta oturmuş ve sonra eşinin ve işinin sayesinde zenginleşmiş saygın birinin düğününe gitmemek olmazdı tabi. Ne de olsa Kemal beyin oğlu mühendis Mustafa ellerinde büyümüştü mahallelinin.

     Viran durumdaki bahçede yıllar önce dikilmiş bir dut ağacı vardı. Kendisi, dedesinin bu ağacı genç bir fidan olarak diktiği günleri anımsıyordu. O zamanların genç fidanı şimdinin kucakladığında parmaklarının birbirine değmediği büyüklükte bir ağaca dönüşmüştü. Gölgesiyle bahçeyi kaplayacak büyüklükte kocaman bir ağaç. Şimdi gölgesinde birasını yudumladığı ağaç, kendisine yaptığı gibi binlerce on binlerce karıncaya ev sahipliği yapıyordu. Karınca Olgunlaşmış ballı dutların dibine döküldüğü ağacın altında yuva yapmayacaklardı da nereye yuva yapacaklardı.

      “Bizimkiler şimdi ya yoldadır ya da düğün salonuna varmışlardır” diye aklında geçirdi Şakir. Her iki durumda da kalabalık vardı, neşe içinde insanlar vardı. Kendisiyse koca bahçede yapayalnız pinekliyordu. Bir türlü kaçamadığı, kaçıp kurtulamadığı yalnızlık girdabındaydı. Yo..yalnızdı ama yapayalnız değil. Şuan eline kadar tırmanan iğrenç karıncalar var kendisiyle bahçeyi paylaşan. Ani bir refleksle eline kadar çıkan küçük kara canlıyı aşağıya attı. Birden irkildi, her yanını sarmışlardı. Terliklerinde, pantolonunun paçalarında, gömleğinde, kollarında onlarca yüzlerce karınca vardı. Nefretten kaynaklanıyormuşçasına sert hareketlerle üzerini temizledi. O zaman durumu anladı; Farkında olmadan oturduğu plastik sandalyeyi dut ağacının dibine, karıncaların yuvasının üzerine koymuştu.

     Aklına karıncalar düştü. Hiç biri yalnız değildi, binlercesi, milyonlarcası bir aradaydılar... Minicik hayvanlar nasılda çalışıyor çabalıyorlardı. Yanında yerde duran şişeden bir yudum daha aldı. "Çok salaksınız yavrum" dedi karşısında bir yetişkin varmış gibi karıncalara. "Kafasız hayvanlar, yukarı bakın, bakında yıllarca çalışıp yapayalnız kalan şu adamı görün." dedi. Sesinde bir hüzün, gizli bir öfke vardı.

    “Karısını bile elinde tutamayan zavallı biri” dedi. Sinirlendi, önce ayaklarıyla ezdi zavallıcıkları. Beyninde çalan öfkeli davulların ritmiyle acayip bir dansa başladı her yanda dolaşan karıncaların üzerinde. Tımarhanede kaçan bir deli ya da ilkel mağarasında kendisini gök gürültüsünden kurtarması için Tanrısına dans eden mağara adamı gibiydi. Hareketlerinde ne bir ahenk vardı ne de bir ritim. Yalnızca kıskançlık, öfke ve hırs ve gazap, yorulasıya kadar sürdü bu acayip dansı.

     Daha önce de bahçenin davetsiz konuklarından kurtulmak istemişti. Her yanı sardıklarını düşünüyordu ama her girişiminde annesi karşı çıkıyordu günah diyerek. “Ne istiyorsun minicik hayvanlardan” der ardından da lafı oğlunun bozulan evliliğine getirirdi

     “Yuvaları için çalışıyor garibanlar” derdi. Dağılmış evliliğini ima eden sözlerinde, her zaman olduğu gibi kinayelik vardı. Annesi her bulduğu fırsatta yalnızlığını, başarısızlığını yüzüne vurmaktan çekinmezdi. Kimbilir belki annesi de bu sayede kendine olan nefretini kusuyordu. Bütün bu sözlere rağmen annesinin yokluğunda birkaç girişimde bulunmuştu karıncalardan kurtulmak için. Bir keresinde süpürgeyle süpürmeye çalışmıştı ama hayvanlar kısa sürede süpürgeye tırmanmışlar ve bütün bedenini sarmışlardı. Bir başka gün bahçeyi yıkamak bahanesiyle hortumun bir ucunu yuvaya dayamış, hepsini boğmaya çalışmıştı ama yine becerememişti. Binlerce, milyonlarca karıncayı boğacak su bulamamıştı. Operasyonun ortasında gelen annesinden bir hayli fırça yemişti.

     Yakmak aklından geçiyordu ama o kadar zalim olamayacağını anlamıştı. Üstelik eski ve ahşap çatılı evde bunu evi ve kendisini yakmadan beceremezdi.  Ama şimdi tam zamanıydı, kendisine karşı çıkacak annesi düğün ortamında ellerini çırpıyor olmalıydı. İçeriden hayvan damı ile ardiye deposu arasında kullanılan odacıktan aldığı şişeyi açtı ve plastik soğuk sandalyeye oturdu. Sandalyesini dut ağacının gövdesine dayadı. Birkaç yudumdan göz kapaklarının ağırlığını taşıyamaz oldu

      Dakikalar sonra uyandığında küçük iğrenç siyah beneklerin üzerine tırmandıklarını fark etti. Birini aldı parmaklarının arasına

     “Ulan oğlum” dedi “Neden bu kadar çok çalışıyorsunuz.” Birden parmaklarının ucunda debelenen siyah noktacık parmaklarını ısırdı. İstem dışı bir hareketle parmaklarını sıktı. O an sanki bir çığlık kulaklarını doldurdu. Şekilsiz bir varlığa dönüşmüş hayvanı ellerinden attı. Yakasında gezen birini daha aldı. İyice gözlerine yaklaştırdı. Tanıdık birini görmüş gibi oldu. Gözlerini kıstı, kıstı, daha dikkatli baktı parmaklarının arasında debelenen hayvancığa. “Senin yüzünde makyaj mı var? O halde sen dişi olmalısın” dedi mırıldanır gibi. Bir saniye sonra dudakları sinirli bir ifadeyle tekrar aralandı.

     “Tanıdım seni” dedi. “Sen beni terk eden Leyla sın, üstelik yine makyaj yapmışsın” Birden haykırdı

     “Ben sana kaç kere makyaj yapma demedim mi?” diye bağırdı. Bir saniye sonrasında ise gözleri doldu. “Neden Leyla, neden terk ettin beni” diye mırıldandı. “Seni çok sevmekten başka ne suçum vardı” dedi. “Sabahın erken saatlerinden gecenin geç vakitlerine kadar çalıştım senin için. Senin yanıtın ne oldu…” Gel-git devam ediyordu...
      “Beni terk ettin O…”  Parmaklarının arasında debelenen hayvan öylece kala kaldı. Şakir elinde iğrenç bir nesne tutuyormuş ta atamıyormuş gibi parmaklarını salladı. Eğildi ayaklarının dibindeki şişeden koca bir yudum daha aldı. Kaşınmaya başlamıştı, üzerinde dolaşan küçük hayvanların çoğaldığı hissediyordu. Sandalyesini geriye yasladı izlemeye başladı küçük siyah noktaları. Üzerine çıkıyorlardı adım adım. Tam göbeğinin üzerinde olan birini daha aldı eline. Tekrar gözlerine yaklaştırdı. Bu defa patronu parmaklarındaydı. Kendisine her zaman tepeden bakan kocaman kırmızı suratlı adam parmaklarının arasında minicik kalmıştı.

     “Seni kendini beğenmiş, iğrenç adam” dedi gittikçe peltekleşen diliyle. “Bankaya git Şakir… Kargo gelmiş boşalt Şakir… Makineleri kamyona yükle Şakir… Çayımı getir Şakir.. Masamın üzeri neden bu kadar tozlu Şakir” sesini biraz kalınlaştırmış patronuna benzetmeye çalışmıştı.

     “Yapma Şakir, bu şirketin temel direği olduğunu biliyorsun değil mi?” Boğazı sıkıldığı için konuşmakta zorluk çekiyordu. “Buradaki herkesten vazgeçebilirim ama senden asla” dedi.

     “Sus pis kapitalist” dedi ve yüzüne tükürdü. “Senden ne zaman zam istesem bana bunları söylüyorsun. Bu sözlerle yıllarca beni sömürdün. Her türlü işini bana yaptırdın ama doğru dürüst bir maaş bile vermedin. Eğer sen bana iyi bir ücret verseydin Leyla’m hala yanımda olurdu.” Dedi ve az önce aldığı keyfi arttırmak için parmaklarını yavaşça bastırdı. Patronunun çiçek bozuğu kırmızı yüzü morardı. Nefes alamıyordu, gözleri yerlerinden fırlayacakmış gibi kocaman oldu ve kafası bir mengenedeymiş gibi ezildi.

     Oynadığı oyun hoşuna gitmişti. Geriye yasladığı sandalyesini düzeltti. Ayaklarının dibindeki bira şişesine el attı. O zaman öfkelenmesi için bir nedeni daha oldu, dudaklarını ıslatacak kadar bira kalmıştı şişede. Okkalı bir küfür savurdu. Yaşadığı gerçek değilmiş gibi hissedince havaya kaldırdı şişeyi. Hakikatten şişe boşalmıştı. Bir daha bu defa ağız dolusu küfretti. Yıllardı çevresinde duyduğu ama annesi tarafından söylenmesi yasaklanmış olan tüm küfürleri sıralamaya başladı. Küfürler kendisini rahatlatmıştı ama sorununa çare değildi. İşte o zaman öfkeyle içkinin de üreten fabrikanın da satan bakkalında kulaklarını çınlattı. Evde yalnız olmanın rahatlığıyla şişeyi karşıya hurda yığınlarının üzerine fırlattı. Şişe yığına ulaşmadı, yere düşüp parçalandı. İstediği bir kere daha olmuştu. Yüzünde annesinin yanında hiçbir zaman yapamayacağı bir eylemi gerçekleştirmenin alaycı gülümsemesi belirdi.

     Hiç birası kalmamıştı ve birkaç yıldır anladığı gibi birasız hayat hiç hoş değildi, yerinden doğruldu. Acaba bir yerlerde yedek şişesi kalmış olabilir miydi? Kenarda köşede bir şişe ya da bir kutu bırakmış olabilir miyim diye yattığı odaya girdi. Dolaplarda, divanın altında, kutularda hiçbir yerde yedeği kalmamıştı. Odasından çıktı, sallanarak bahçeyi dolaşmaya başladı. Bulanık kafasıyla tüm kuytuları ve köşeleri dolaştı. Tam ümidini kesecekken aklına mutfak geldi. Acaba olabilir mi diye eve çıkan iki basamağı yöneldi. Bir dakika sonrasındaysa yüzünde mutlu bir gülümseme ile ağacın dibine döndü. Mutfakta annesini hep şikayet ettiği eski buzdolabının dibinde açık bir şişe bulmuştu. Kimbilir hangi zamandan kalmıştı ama bira bozulmadı ki yalnızca daha etkili olurdu. Bir yudum aldı, tadı biraz garip olsa da içilebilirdi. Tekrar bahçeye döndü ve dut dibindeki sandalyesine yerleşti. Keyifle bir yudum aldı ve ayaklarını yuvalarının üzerine koyduğu karıncaların bedeninde yükselmesini beklemeye başladı.

     Göz erimine ulaşan ilk siyah lekeyi parmaklarının arasına aldı. İlk başta kaçma eğilimi gösterse de hayvancık önünde dikilen gözlere anlamsızca bakmaya başlamıştı.

     “Küçük bir zorlukta kaçmaya çalışıyorsun… Hiç gizlemeye çalışma seni tanıdım, sen bizim Rahmetliye benziyorsun” dedi. “Ne kadar beceriksiz olduğun her halinden belli Şakir” Başını hafif geriye atarak “Kaşları kaldırıyorsun, benim bu halimi beğenmediğini anladım ama seni kim beğensin.” Sanki karşısında babası varmış gibi sesini yükseltti. “Senin benden bir farkın var mı? Zavallı anneciğim olmasa kiminle evlenirdin” Neredeyse bağırmaya başladı, sesi içindeki öfkeyi kusuyordu.

     “Hayatta hiçbir baltaya sap olamadın, bizleri de kendi gibi yetiştirdin, korkak, beceriksiz, itaatkar ve pısırık, lanet olsun sana” dedi Bu kere bit kırar gibi tırnaklarını kullanmıştı zavallı karıncayı ezmek için. “Geber o zaman geber… Geber… Günahsız hayvancık sarı tırnaklar arasında ezildi… Ezildi. Adamın içindeki öfke dinmemişti birde tükürdü parmaklarına. Ardından da parmaklarını gene pantolonuna sürdü.  Bahçeyi çınlatan sesi azaldı. Biraz olsun rahatlamıştı eli alışkanlıkla yere kaydı. Şişeyi başına dikti sonuna kadar içti tüm şişedekini Bu defa şişeyi duvara ulaştıracak gücü bulmuştu.  

     Adamın bakışları hafif buğulansa da oyununa devam etmeye kararlıydı. Cesaretlerini arttırmış karıncalar vücuduna iyice tırmanmaya başlamışlardı. Sanki askeri bir harekat yürütüyorlar düşmana ait bedeni ele geçirmeye çalışıyorlar gibiydiler. Bedeninin her yanında kah ısırıklar kah karıncalanmalar duyuyordu. Başını hafifçe yere eğdi. Ağacın altını karanlık bir gölge, siyah, simsiyah bir leke kaplamıştı. Yer altında yuvalanmış bütün karıncalar toprağın üzerine çıkmışlardı sanki. Kıpır kıpır hareket eden kara bir suyun içindeydi ve su yer çekimine aykırı olarak sürekli yükseliyordu. Üzerini kaplamaya başlayan ve her saniye yükselen kara bir dalga vardı sanki.

      Kalkmak silkinmek istedi ama adaleleri kendisini dinlemiyordu. Sandalyesi tekrar ağaca dayadı. Alkol ve bağırarak sinirlerini boşaltmanın garip uyuşukluğu bedenini sarmaya başlamıştı. Üzerine basan gafleti yenemiyordu bir türlü. Kara dalga saniyeler geçtikçe yükseliyor ayaklarını aşıyordu. Günlerdir uyumamış gibiydi içinden esnemek geliyor ama çenesini aralayacak gücü bile kendisinde bulamıyordu. Çenesinde tatlı bir kaşıntı başladı. Titreyen parmakları zorda olsa o karıncayı yakaladı. Bu kere parmaklarının ucundaki siyah karınca gözlerine bir hayli sevimli göründü. Gözlerinin hizasına iyice yaklaştırdı bu defa kimi parmaklarının ucunda tuttuğunu anlamaya çalıştı. Ama içinden gelen derin bir uyku duygusu tatlı tatlı her yanını sarıyordu bedeninin.

    “Anne” dedi “Anam... Benim garip anam, senin ne işin var burada” sesinde merak ve şaşkınlık hissediliyordu.

     “Ben, senin iyiliğini istedim oğlum” dedi parmaklarının ucundaki kırışıklı yüz. “Seni bu yaşamdan kurtarmak istedim, bizlerden daha iyi yaşa istedim” dedi.

      “Sen tanıksın anne” dedi Şakir Derdini anlatmak istiyordu ama bedenini kaplayan kapkara kıpırtılı dalga boğazını aşmıştı… “Böyle bir yaşantıyı ben istemedim” Yükselen dalga yüzünü tamamen kaplamıştı. “Şanssızlık, beceriksizlik, yoksulluk, kadersizlik...“ Sesi boğuldu, metrelerce yerin altından geliyormuş gibi son cümlesi duyuldu “Kim ister, kim seçer böyle bir yaşantıyı”

***

     Düğün alayı geldiğinde hava kararıyordu. Yaşlı kadını evinin kapısının önünde bırakanlar birkaç saniye sonra bahçeden gelen acı bir feryat ile Naciye teyzenin evinin bahçesine girdiler. Eski ev bir anda ana baba gününe dönmüştü. Bir gurup komşu yaşlı kadını evden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Görülen manzara ise inanılmazdı. Duvara yaslanan plastik bahçe sandalyesinde uyur gibi duran, kanlar içerisinde bir ceset vardı. Üzerinde binlerce karınca hala titiz bir çalışma sergiliyor kopardıkları minicik parçacıkları yuvalarına taşıyordu. Kafatası kemiği belli olacak kadar açılmış,  alın kemiği ortaya çıkmıştı. Vücudunun sandalyeye değen kısımları eskisi gibi duruyorken üstte kalan kısımlar kemikler görünecek kadar açılmıştı. Göğüs kafesinin içerisindeki iç organları görünüyordu. Bir eli sadece kemikleri görünecek kadar kalmışken diğer eli hafif sıkılı yumruk halindeydi. Komşu delikanlılardan biri usulca yaklaştı.  Henüz katılaşmaya başlayan parmakları yavaşça araladığında minicik bir karınca sakin adımlarla yürüyüp gitti.

    Önce polisler geldi, ardından da ambulans. Cesedin kalan bölümünü bir torbaya kattılar.  Sağlık görevlisi torbanın fermuarını kapatırken gözlerim Şakir abinin kanlı gözlerine takıldı. Kan içindeki göz yuvasından fırlamış gibi duruyordu ama bir mesaj vermek ister gibi gizli bir tebessümle parıldıyordu. Şakir son nefesini mutlu bir şekilde vermiş olmalıydı.


****

      Aradan birkaç gün geçti, sokağın girişindeki bakkalda bir gurup genç takılıyordu. İşi gücü olmayanlar burada takılır gelen giden tanıdık müşterilerle laflardı. O ara Naciye teyze dükkandan içeri girdi. Yüzü iyice sararmış, Kan çanağı şeklindeki gözleri karanlık derin çukurlara kaçmış gibiydi. Oğlunun vefatından dolayı iyice çöktüğü her halinden belli oluyordu. Çırpı gibi olmuş ayakları bedenini zorla taşıyor adım atmak yerine ayaklarını sürüyordu. Kolay değildi tabi, oğlunu kaybetmenin yanında hayatta yapayalnız kalmış biriydi. Hala kendi kendine bakabilecek durumdaydı ama kısa bir zaman sonra iyice elden ayaktan düşünce ne olacaktı. Sokak sakinleri bunu kendilerine dert etmiş aralarında sıkça konuşuyorlardı, içlerinden bazıları huzur evi bile diyordu.

     Kısa bir hal hatır faslından sonra yaşlı kadın, akşam ekmeğini aldı, yaz kış üzerinden çıkarmadığı mantosuyla dükkândan ayrıldı. Henüz birkaç adım atmıştı ki Bakkal Mustafa arkasından seslendi.

   “Naciye teyze geçen gün verdiğim fare zehiri işini gördü mü?” Bakkalda duran birkaç kişi birbirlerine baktı. Bakkalda niçin şaşırdığımızı anlamış olmalıydı ki açıklama gereği hissetmişti.

    “Valla borcunu hatırlatmak için demedim” dedi  “Evine bir sıçan dadanmışta” dedi. Yaşlı kadın durdu. Veresiye defteri anımsatılmış gibi algılamıştı, Bakkal Mustafa bir pot kırmışlığın utangaçlığıyla başını eğdi.

     “Evi satıyorum, yakında alırsın defterdekileri hepsini” dedi, yaşlı kadın..

     “Bak yanlış anladın” dedi Bakkal zoraki gülümsemeyle. Eğildi masasının çekmecelerini karıştırdı. Eline geçen bir iki eski defteri karıştırdıktan sonra birini açtı. Ortalarda bir sayfayı buldu ve yırttı.

     “Ne yazıyor burada ekmek, peynir yumurta vesaire, bu hıyarlar şu an senin bütün borcundan fazlasını takıyor bana” dediğinde baklada bekleşip bira kola içen gençleri gösterdi. “Sen bizim Naciye Teyzemizsin” dedi.... Gençlerden biri ekledi,
 
     “Senin borcun bizim borcumuz” Mustafa araya girerek

     “Hedef saptırmayalım beyler” dediğinde yaşları kendisinden küçük olan gençler sustu.  

     “Fareler öldü mü? Ben yalnızca zehrin işe yarayıp yaramadığını öğrenmek istemiştim”  diye sözlerini bağladı.

     “İşe yaramaz olur mu hiç?” Dünyanın en zor işini yapıyormuş gibi soluk soluğaydı. “Bunlar iki taneydiler. Yarım paketi birine yetti” Durdu bu konuşma kendisini iyice yormuş gibi birkaç saniye dinlendikten sonra dudaklarında eski mutlu günlerden kalma bir tebessümle sözlerine devam etti  “Kalanı da diğerine yeter” Ağır adımlarla yürüdü.

    

"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı kimsecik

  • *
  • 26
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Karıncalar
« Yanıtla #1 : 12 Şubat 2012, 14:17:25 »
  Kurgu başarılı olmuş. Okurken insanı içine çekiyor. Devamı gelecek mi?
Bir Ben Var Benden İçeri

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Karıncalar
« Yanıtla #2 : 12 Şubat 2012, 23:31:23 »
yine su gibi akıp giden bir kurgu. tebrikler.

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Karıncalar
« Yanıtla #3 : 13 Şubat 2012, 09:02:04 »
Okuduğunuza ve beğendiğinize sevindim... Okumanıza sağlık (yalan dünyadan alıntı) Sonu yeterince hüzünlü müydü sizce? Bence vurucu olan kısım öykünün sonuydu. Etkileyici olmuş mu?
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Karıncalar
« Yanıtla #4 : 13 Şubat 2012, 09:42:59 »
Okuduğunuza ve beğendiğnize sevindim... Okumanıza sağlık (yalan dünyadan alıntı) Sonu yeterince hüzünlü müydü sizce? Bence vurucu olan kısım öykünün sonuydu. Etkileyici olmuş mu?

gayet etkileyici. ilk okuduğumda nalayamadım ama son paragrafı tekrar edince taşlar yerli yerine oturdu. kısa bir öykü için yeterince etkileyici bence.