Kayıt Ol

Bir Dandik Yazar Hikayesi

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Bir Dandik Yazar Hikayesi
« : 25 Şubat 2012, 10:13:29 »
                         BİR DANDİK YAZAR HİKAYESİ

Yazarımız, hayatı boyunca sürdüreceği bir eser ortaya çıkarmaya karar vermişti. Öyle ki, bu eser dünya üzerindeki en iyi eser olacaktı. Her ciltle birlikte okuyucular onu nasıl yazdığına hayret ederek ve hayranlık besleyerek meraklanacak ve bu onun koltuklarını kabartacaktı. Yazdığı hikayedeki esas karakterlerde kendilerini bulmak isteyeceklerdi fakat her biri onların ellerine su dökemeyeceklerini tek tek anlayacaktı.

Diğer yazarlar mı? Onlar onun yanında oldukça basit mahlukatlardı. Kimisi erotik içerikli birkaç sayfalık şeyler yazıyor, kimisiyse başarısız kısa hikayeler ya da denemelerle ancak kendi kendilerini tatmin edebiliyordu. Mesleki eserler ortaya koymaya çalışanları saymıyordu bile! Yayımlanan ilk birkaç cildiyle birlikte hepsi zaten onu kıskanmaya, ona özenmeye başlamıştı çoktan!

Açıkçası, sözüm-ona yazarımızın daha ilk eseri için iddiasının bu kadar büyük olması ve kendisini böylesine dev aynasında görmesi ona pahalıya mal oldu: Tam bir hayal kırıklığı! Tam bir fiyasko!

Bir ara, içine, ruhuna bambaşka, çok parlak bir şeyler doğar gibi hissetmişti, fakat aklını farklı fikirlerle dolduramadan onu savuşturmuş, hikayesine sadık kalmıştı. O, serisine sadık kalıp efsane olacaktı! Sayısız cilt yazmış, okuyucularında istediği etkiyi bırakmayı da başarmıştı. Hem de her yeni cilt ile biraz daha fazla! Ta ki o son birkaç cilde kadar… Bir şeyler yanlış gidiyordu. Bir şeyler sanki hep yanlıştı… Kendini tekrarlamaya başlamıştı sanki… Sanki… Hayır, bununla savaşmalıydı! Fakat… Karakterlerinden ne esas oğlan ne de esas kız onu seviyordu artık, bu açıktı. Tıkanmıştı. Ne yazarsa yazsın esas kızı hikayeye uyduramıyordu –hayır, o uymuyordu artık. Esas oğlan ise dünyanın en sıkıcı, en yapmacık karakteri olup çıkmış, sanki “Beni yazma!” der gibiydi. Sayısız sayfalarca anlattığı bu iki karakter ve kurguladığı örgü, artık kemikleşmiş olan birkaç sadık okuyucusu dışında kimsenin ilgisini çekmemeye başlamıştı. Yalnız, o bunun derdinde değildi zaten. Yazmakta olduğu şey kendisinin dahi ilgisini çekmiyordu ve asıl sorun da buydu! Her türlü imla kuralına dikkat ediyor, son derece akıcı ve albenili yazabiliyordu fakat hikayesini bir türlü kurtaramıyordu. Kalemler kırıyor, eli ağrıyana kadar sayfalarca yazıyordu. Çöpü buruşuk kağıttan toplarla her gün tepelemesine dolar olmuştu. Bu toplardan kimisinin üzerinde o parlak şeylerin –birçoğumuzun ilham dediği şeyin de denebilir- getirisi olan birkaç bambaşka cümle de mevcuttu fakat…yazamazdı!

Bir zaman sonra, dehşet içerisinde fark etmişti ki bu çok küçük yaşta yazmaya başladığı ilk eseri amatörlükten dahi uzaktı! Biçim olarak dünyanın en güzel eserlerinden olabilirdi –o da bunun için kendiyle gurur duyuyordu- fakat aslında yalnızca tecrübe etmesi gereken bir ‘yazı yazma’ –dikkat ederseniz ‘yazarlık’ demiyorum- teşebbüsünden başka hiçbir şey değildi. Hem, yalnızca okuyucu okusun diye düşünerek nasıl bu kadar uzun yazabilmişti ki! Evet, kurgusunda çok ince detayları düşünmüştü ve bazı olayları da çok güzel tasarlamıştı fakat bu, onların yeterince başarılı işlendiği anlamına gelmiyordu. Diğer yazarlar yaptıkları hatalardan ders çıkarıp yeni ve daha kaliteli eserler ortaya koymaya çabalarken o yalnızca körü körüne inandığı hikayesine kaptırmış ve kendi etrafına tuğlalarla eş değer ciltlerden duvarlar örmüştü.

Ve sonra, o duvar yıkılmıştı

Tüm ciltleri yaktı, yaktırdı. Yepyeni bir hikaye ile tekrar başlayacaktı. Bu seferkini de kesin seveceklerdi! Bu sefer herkese ‘gerçekten’ sevdirecekti yazdığını. Sonradan elbette şunu da ekleyivermişti bu düşüncelerine: “Elbette önce kendim zevk almalıyım bu hikayeyi yazarken!”

Bu seferse göz önünde bulundurmayı es geçtiği başka şeyler vardı… Aklına ilk getirebildiği güzel özelliklere sahip esas kız karakterini yaratmaya karar verdi. Nasıl olsa o ne yazarsa öyle biçimlenecekti her şey, öyle değil mi? Şunu unutmamak lazım ki ilham zorla ve aslen akılla ortaya çıkan bir şey değildir. Bu yolla yaratılacak karakter ve kurgulanacak metnin sonu da muhtemelen vahim olacaktır. Eh, bir de şu var… Bir taslak, bir iskeletin insan etini ayakta tutması kadar önemli bir role sahiptir ama buna rağmen yine taslak hazırlamak çok zor gelmişti yazarımıza.

Bu hikaye ise yalnızca düşük sayıda kişiye ulaşmıştı ve ne yazarımızın kendisi ne de okuyucular tarafından pek tutulmuşu. Artık her ne önemi varsa!

                                                               *****

O parlak şey –ilham- bu sefer tam zamanında gelmişti aslında. Aklında yazması gereken bir hikaye yoktu. Saçmalığa bakın ki “yazması gereken” tabirini kullanabilmekteyiz! Çünkü “Sanat toplum içindir,” sözünü “Sanatı yalnızca ben yapmalıyım, hemen yapmalıyım ki toplum sanat görsün! İlham beklenemez! Ben başlarım o gelir!” şeklinde düşünebilecek kadar mankafa olabilmiştir yazarımız. Sorun şu ki, ilham karşısında ne yapılacağını bilemeyecek kadar onun varlığından kopuk, bihaber, yol bilmez hatta bilmek istemez yaşamıştır bizimkisi. Yazacağı her şey kendi aklının ürünü olmak zorundadır sanki! Ve bunu da ağır öder. İlham, daha o birkaç cümle yazarken kaçıp gider. Orada bir yerdedir fakat başkasına yazdıracaktır hikayeyi muhtemelen.

Neyse ki yazarımız hafiften akıllanmış, yazmayı bir süre bırakmış, dinlenmeye vakit ayırmıştı. Aklına bir-iki tane fikir gelse dahi onlarla yalnızca taslak çalışması yapmış ama her ikisinde de eksik bulduğu noktalar sebebiyle bu çalışmaları dahi yarıda kesmişti. O, kısa hikaye yazmak istemiyordu. Onun istediği, ilhamın tekrar gelip o parlak şey her ne ise onunla ısıtması; ona gerçekten harika, olgun, düzgün bir hikaye yazdırmasıydı.

İlham geldi.

Yazar yazarlığını bıraktı.

İlhama daldı…



Elerki TAŞKIN

   


Let the Dragon ride again on the winds of time.