B Ö L Ü M K I R K
Adam yine bahçeye çıktı. Uzaktan köyün camisinden ikindi ezanı duyuluyordu. İşte dehlize girdiği zaman masanın üzerinde bulduğu ve olağan üstü yetenekleri olmadan hayatta okuyamayacağı kara kaplı defterde yazılanları anımsadı." Kurban töreni güneş ufka yaklaşmaya başladığında yapılmalıdır" diyordu. Yine aynı kitap "Eğer güneş dağların ardında kaybolursa çömezler rahip, rahipler başrahip olabilmek için bir sonraki Ekinoks'u beklemek zorundadırlar. Eğer bu kurban töreni gerçekleşmez de güneş batarsa Tanrıça Hekate'nin lanetini hiç kimse, hiç bir şey durduramaz" diyordu. Bahçenin ortasındaki kocaman yeşil halıyı açtı. Halının altında hapishane parmaklığı gibi bir Izgara göründü. Izgaranın altında o ilk günden beri ışığı artan yeşil duvar, dumanlar saçmaya başlamıştı.
Geri dönüşleri yavaş olduğu için karşılarından gelen bej renkli otomobili farkettiler. Komiser bey bir kez selektör yaptı. Karşılarından gelen otomobil saniyeler geçtikçe yaklaşıyordu. Bir yanıt gelmeyince acaba bir başkası mı diye düşünüyordu ki plakayı gördü. Araçlar birbirine teğet geçmek üzereyken bir selektör daha yaptı ve kornasına basmaya başladı. Diğer araç sert bir fren yapıp yolun sağına çekti. Rüzgar Ali de sağa yanaştı. Dörtlü uyarı ışıklarını yakıp beklemeye başladı. Bir dakika sonra Doğan ve yanındaki Yüksel arabalarının yanlarındaydı.
“Boşuna gitmeyin diye uyarmak istedim sizleri" dedi. Ali Rüzgarlı anlamamış gibi kendilerine bakan iki kişiye.
“Neden"
“Biz o eve gittik. Evde sadece yaşlı bir kadın kalıyor. İçeri buyur etti bizi, sanıyorum bir ağanın bağ evi. Ev dışarıdan göründüğü gibi değil çok iyi durumda. Temiz ve bakımlı. Öyle perili, cinli bir yere benzemiyor" dedi.
“İmam arkadaş ne diyor bu işe" Komiser gülmeye başladı. Bu gülüş komik bir olayın tepkisinden çok sinir gülüşüydü.
“O onun bunun çocuğu kaçmış" Yanlarında durup sessizce kendilerini dinleyen Yüksel Hanımı görünce toparladı kendini “Kusura bakmayın Hanımefendi" dedi. Yükselin kafası ise bu tür nezaket kurallarından daha çok Komiserin ev için söylediklerine takılmıştı.
“Bir hile olamaz mı? Bütün bu işleri yapacak cesareti kendinde bulanlar böyle küçük oyunlar oynamış olamazlar mı?" dedi. “Allah kahretsin" dedi içinden Komiser, vazgeçmek için çok çabuk karar vermişlerdi. “Keşke bahçe duvarına tırmanıp içeri bakmayı deneseydim" dedi Uğur Tamsun. Hasan Tırpan ise
“Sanırım yaşlı kadın izin vermezdi" dedi. Bunları söylerken kafasından geçen "Moruk" yakıştırmasına yaşlı kadının verdiği yanıtı düşünüyordu. Bir kaç cümle ile anlattı durumu.
“Bence O evi bir kere daha ziyaret edelim Komiserim" dedi Memur Hasan. Komiser de aynı düşüncede olduğunu belirtmek için kafasını salladı. O arada Yüksel hanım söze girdi.
“Komiserim, Amerikalı iki dostumuz arabalarını geri vermek ve vedalaşmak için İlçeye dönmüşler. İlçede geçen ay olanların bir benzeri hatta daha büyüğü yaşanabilir." dedi. Komiser şaşırdı, kısa bir anda karar vermesi gerekiyordu. Yere baktı bir an, içindeki öfke büyüyordu, sağa sola bakındı. Yerdeki minik taşları öfke ile tekmeledi.
“O zaman sen bu iki arkadaştan birini al o eve git. Ben diğer arkadaşla İlçeye döneyim" dedi. Komiserin sözleri henüz bitmişti ki Hasan Tırpan ileri atıldı
“Komiserim izin verirseniz ben Doğan amirimle gideyim" dedi. Uğur Tamsun saniye farkı ile geç kalmıştı. Otuz saniye sonra Komiserin arabası İlçeye doğru tam gaz gidiyordu.
Halı kalkınca aşağıda günler süren uğraşmalar sonucu açtığı kocaman çukur ortaya çıkmıştı. Sanki bir bomba yada gökyüzünden bir göktaşı düşmüşte bahçenin orta yerine bir krater açmış gibiydi. Kendinin bile inanmakta güçlük çektiği bir kuvvetle o kocaman ızgarayı tutup bir ucunu yere indirmişti. Bu sayede çukuru örten ızgara bir merdiven olmuştu. Merdivenin basamaklarından ağır ve dikkatli adımlarla aşağıya indi. İçini huzur dolduran yeşil ışıklı duvara dokundu. O müthiş hazzı bir kere daha duydu. Bütün organları, dokuları hatta hücreleri bayram yapıyordu sanki. Sanki bedeni denetimden çıkmış o haz duygusunun hiç kaybolmaması için elini oradan çektirmiyordu. Bedene hükmeden beyni ve beyninin içindeki o canlı elini çekmesini sağlamıştı. Yukarı çıkıp boş olan son kabinin son konuğunu getirmeliydi.
Beyninin içinde artık rahatlıkla konuşmaya başladığı o varlığa, bir kere daha duvara dokunmasına izin vermesini istedi, olmadı, yalvardı gene bir ses seda çıkmayınca bunu izin kabul etti. Başını kaldırıp çam dalları arasından görünen ve yavaşça bahçe duvarına -ufka- yanaşan Güneşe baktı. Bu kere iki elini dokundurdu duvara. Duvarın enerjisi bedenine geçiyordu. Sonra ağır adımlarla ızgaradan tırmanmaya başladı, tören tamamlanmalıydı, ne olursa olsun tören tamamlanmalıydı.
Bölgenin iki televizyonundan biri olan Haber Televizyonu cenaze namazını naklen vermişti. Hele namazın sonunda Hocanın duası görülmeye değerdi. Televizyonun yorumuna göre binlerce kişi katılmıştı Cenaze törenine. Yine aynı televizyon yorumcusuna göre İlçe, İlçe olalı beri böyle bir tören yaşamamıştı. Bir daha da kolay kolay yaşayamazdı. Kendini göstermeyip sadece sesiyle programa katılan Kamil Aksu'yu Televizyon izleyen pek çok kişi gibi İşletmedekilerde tanımışlardı.
“Yalaka herif" dedi. Cavit dayı. Lütfü Yurttaş ölünce oğlunu yönetmek onun için çok kolay olacak. Belli etmemeye çalışıyor ama sesi zil çalıp göbek atıyor" dedi.
Birol beyin "Cenazeye gidiyorum" deyip işletmeden ayrılmasından sonra başka bir yere gidip gitmeme konusunda epey tartışmışlardı. Sonuç olarak Fabrikada kalmaya karar vermişlerdi. Rıza Aslan'ın deyimiyle "mesai bitmemişti daha" Yine de yolun karşısında çoğalan kalabalık endişelendiriyordu onları. Muammer Alkaşlı,
“Polisi arayalım" deyince Ali Usta da bıyık altından gülerek
"Boşuna aramayın hepsi Lütfü Yurttaş’ın cenazesindedir" demişti. Cavit Dayı ise bir ara gidip dış kapıyı iyice kapamıştı. Gerçi kapı yarım sürgülü kapıydı ve biraz zorlansalar da pek çok kişi üzerinden atlayabilirdi. Olsun yine de tedbir tedbirdi. Şu ara beklemekten başka yapabilecekleri bir şeyde yoktu.
“Tynark, çok heyecanlı, sabırsızlanıyor. Lütfen biraz daha acele edelim" Ana yol ile köyü birbirine bağlayan toprak yoldaydılar. İlk bakışta görememişlerdi aradıkları evi, Doğan tırmanmaya başladıkları şu küçük yükseltiyi aşar aşmaz evi göreceklerini umuyordu. Bir iki dakika sonra karşılarında bir ağaç kümesi gördüler. Kocaman bir çam ağacı vardı aralarında. Arkada oturan Hasan Tırpan kümeyi görür görmez bağırdı
“İşte" Biraz daha yaklaşınca ev geniş cephesiyle karşılarında duruyordu. Aracı kenarı çekip durdular. Ortalıkta var olan sessizlik Doğanın dikkatini çekmişti. Ne bir böcek ne de bir kuş sesi duyulmuyordu hatta rüzgar esmiyor yapraklar bile kıpırdamıyordu. Ağır adımlarla ön kapıya yanaştılar. Hemen arkalarından gelen çığlık sesi tüylerini ürpertti.
O anda evin karşısındaki çalılıkların arasından bir gövde önlerine atılmıştı. Elinde kalın bir dal vardı. Binlerce yıl öncesinin mağaralarında duyulabilecek bir çığlık yine ovada yankılandı. Eğer ani bir refleksle eğilmeseydi kendisine en yakın olan Yüksel hanımın kafasını elindeki dal ile yarabilirdi. Genç kızın eğilmesi çalılardan fırlayanın hızını alamayıp ileri gitmesine neden oldu. İşte o zaman Uzun boylu polis memuru saldırganın ense köküne bir yumruk vurdu. Adam bir an sendeledi. Hızını alamayan bir boğa gibi öte yana geçmişti.
Saldırgan Tekrar hücuma geçti. Bu defa Doğan, Yükseli arkasına almıştı. İnen kalın dal yana kaçılmasıyla omzunu sıyırdı geçti. Hasan Tırpan gene yetişti. Yarı deli saldıran genci arkasından kavradı. Uzun kolları mengene gibi sıkıyordu Doğan kendisini toparlayıp saldırganın önüne geçti. O an durdu. Hasan Tırpan "Haydi ne bekliyorsun" demeseydi belki de vuramayacaktı.
Adam bir yandan debeleniyor kendisini saran kollardan kurtulmaya çalışıyor bir yandan da ayaklarıyla önünde duran Doğana tekmeler atıyordu. İçlerinde en sakin kişi görünen Yüksel saldırgana yaklaştı. Elini adamın ensesine attı. Parmaklarıyla uyguladığı bir anlık baskı bir vahşi gibi saldıran kişinin olduğu yere yıkılmasına neden oldu.
“Bu numarayı bende biliyorum ama bu kadar etkili uygulayana ilk kez rastlıyorum" dedi Doğan soluk soluğa.
“Arkadaş, adama vurmak için daha ne bekliyordun" diye Polis Memuru Doğana sitem edince Doğan eğildi yerde baygın yatan adamın yüzünü çevirdi. Kendilerine bu evde olanları anlatan evi tarif eden din görevlisi genç ayaklarının dibinde yatıyordu.
“Lütfen acele edelim" dedi Yüksel ikisine de aldırmadan Ayak üzeri bir strateji belirlemişti.
“Dağılalım, dağılırsak Tynark'ın dikkatini ilgisini dağıtmış oluruz. Doğan sen şu yana git. Duvardan bahçeye geçmeye çalış. Hasan Bey siz de kapıyı çalın. Yalnız çok dikkatli olun ve olabildiği kadar beni ve Doğan beyi düşünün. Zihinlerimizi birleştirebilirsek ancak yenebiliriz bu şeytanı" dedi. Doğan, sola evin duvarını örten ağaççıkların ve çalıların arasına daldı. O anda kapı tokmağının tok sesi duyuldu.
İçerideki tedirginlik dışarıdaki kalabalıkla birlikte artıyordu. Yolun karşı şeridinde arabalar asfaltın sağına çekmiş, uzun bir kuyruk oluşturmuş İşletmenin sırasına da park edilmeye başlanmıştı. Müdür beyin odasındaki televizyon sürekli çalışıyordu.
“Bu olan biteni, bu televizyon yayınlarını yetkililerden kimse izlemiyor mu?" dedi bilmem kaçıncı defa Ali usta. Bir yandan hoşuna gidiyordu. Sıradan başlayan bir gün önemli bir güne dönüşmüştü. Televizyonda İşletmenin karşısına ilk park eden araçtan alınan görüntüler veriliyordu. Özelliklede konuk araç parkında bulunan siyah Chevrolet. Serkan Güler telefonla Kaymakamlığı aramaya devam ediyordu. Ulaştığında da aldığı cevap can sıkıntılarını arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı.
“Biz kendi vatandaşımızı korumakta zorlanırken elin Amerikalılarını nasıl koruyabiliriz" gibisinden sözler söylemişlerdi. Kalabalığın daha da çoğalmaması için dua etmekten başka bir şey ellerinden gelmiyordu.
Adam kucağındaki çocuğu nazik bir şekilde yere bıraktı. Beyninin içinde yankılanan ses sürekli acele etmesini söylüyordu. Yukarı çıkmış bıraktığı gibi uyumaya devam eden çocuğu kucaklayıp aşağı indirmişti. Minik yavru bir ara gözlerini açmış kendi babasının kucağında olduğunu görünce dudaklarının arasından "baba" sözü dökülmüştü.
Elini altıncı defa kendi için özel yapıldığı belli olan el izine bastırmıştı. Belli belirsiz bir "tıs" sesiyle boş çekmece açılmıştı. Bir an belki saniyenin yüzdelerle ölçülecek biriminde aklına yaptığının doğru olup olmadığı gelmişti. Kendi yavrusunu "Hekate"ye kurban vermesinin doğru olur muydu? Saniyenin yüzdeliklerle ölçülebilecek bölümünde içindeki ses ona "yaptığının doğru olduğunu, kızını çok yüce bir varlığa katılacağını Hekate'ye yaşam vereceğini söylemişti. Az önce yere bıraktığı çocuğu aynı hassasiyetle kucakladı
İşte o anda kapı tokmağının sesini duydu. Kafasını kaldırıp iyice ufka yaklaşan güneşe baktı. Az önce açılan bölme açıldığı gibi sessizce kapandı. Beyninin içindeki efendisi ona kapıya bakmasını emretmişti. Çocuğu nazikçe yere bırakıp ızgaranın basamaklarını hızla tırmandı.
Kalabalığın arasından biri çıktı, ağır adımlarla karşıya geçti. Toplanan kişilerin sayısı sürekli artmaya devam ediyordu. Otomobiller, pikaplar, kamyonetler özellikle traktörler asfaltı kaplamıştı adeta. Gelenler hiçbir şey yapmıyor, yalnızca İşletmenin önüne gelip sessiz bir şekilde bekliyorlardı. Sanki bir emir yada bir işaret gelsin de o zaman eyleme geçelim der gibilerdi. Yolu geçen adam sürgülü ana kapının şöyle bir yokladı. Göğüs hizasına kadar gelen kapının ucuna asma kilidi takılmıştı. Kapının yanındaki küçük kapıyı açtı, iyice yaklaştığı için adamı tanımışlardı.
Birol Bey içeri girdi, Rıza Babanın özenle baktığı çiçekli bahçeyi de geçti. Üç basamağı çıkıp arkadan kilitlenmiş olan büyük camlı ana girişin önünde durdu. Kameraların kendisini zumlayarak çektiğini düşündüğü için kapıyı kibarca tıklattı. Rıza Aslan kapının içinde belirdi. Üzerinde takılı olan yale anahtarı çevirerek camlı kapıyı açtı.
İşletme müdürü, kendi makamının bir karargah gibi kullanıldığını görünce sinirlendi. İlk geldikleri günden beri nefret ettiği Amerikalıların zenci olanı kendi masasında oturuyordu. İçlerinde en aklı başında gördüğü Eksper Serkan beye işaret ederek dışarı çağırdı. Koridorda bir müddet konuştular.
“Hadi" dedi Birol Tekin “sizden bir amir bir müdür olarak değil bir arkadaş olarak rica ediyorum. O iki yabancıyı gönderin" dedi. iri yarı neşeli adam bu defa gülmüyordu, hiç bir şey demedi. Müdürünün koluna girdi, Birol bey kah yalvarıyor kah tehdit ediyordu. İri yarı adam amirinin sözlerine kulak tıkamış gibiydi. Biraz zorlama ile koridorda yürüdüler. Ana giriş kapısını açtı
“Bizim aç köpek balıklarına atılacak yolcumuz yok" dedi adamı dışarı itti. İşletmenin müdürü hiç bir şey diyemeden kapının önünde bulmuştu kendini. Bir an kapıyı tekmeleyip küfürler savurmayı düşünmüştü ama yolun karşısında ki kameralar aklına gelince vazgeçti. Tekrar tiyatrosunu oynamaya başladı.
“Yaptıklarınız yasalara aykırı. Yasa kaçaklarını İşletmede barındıramazsınız. Milli bir kuruluşumuzu böyle bir işe alet edemezsiniz" diye bağırmaya başladı. Asıl etkilemeye çalıştığı ise sürekli çekim yapan televizyon kameralarıydı.
Büyük ağır kapının tokmağının her vuruşu tokmağın altındaki pirinç plaka yardımıyla tüm kapıda sonra tüm evde çınlıyordu. Bir kaç saniye sonrasında ise az önce aşıp geldikleri tepeden gelen yankısı duyuluyordu. Tam elini bir kez daha vurmak için tokmağa atmıştı ki kapı açılıverdi. Biraz önce kendilerini karşılayan yaşlı kadın açmıştı kapıyı.
“Ne oldu evladım bir şey mi unuttunuz?" sesi biraz önce bıraktıkları kadar tatlıydı.
“Şey ..."dedi kekeleyerek. Kapıyı çalarken kafasında var olan düşünceler uçup gitmişti.
“Komiserim burada saatini unuttuğunu söylemiş..."sözünü tamamlayamadı. Karşısındaki yaşlı kadının nur yüzü bir anda uçup gitmişti. O sevimli gözler kan çanağına bürünmüştü. Kırmızı kanlı dişlerini göstererek
“Yalan söylüyorsun" diye tısladı İşte o zaman Yüksel aralık olan kapıyı olanca kuvvetinle iterek içeri girdi.
“Asıl sen yalan söylüyorsun Şeytanın uşağı" dedi. O anda yaşlı cadı buhar olmuşçasına kayboldu. O anda dekoru tamamlarcasına bir şimşek çaktı. Kendilerini karanlık ve iğrenç bir mahzende bulmuşlardı.
Önceleri hoşuna giden olaylar denetiminden çıkmaya başlamıştı. Biraz öncesine kadar günlük güneşlik olan hava birden kapanmıştı. Şimşekler çakıyor gök gürüldüyordu. Kafasının içerisindeki varlık temposunu arttırmış "Daha hızlı, daha hızlı" demeye başlamıştı. Elini aynı yere koydu. Kapandığın da dışarıya hiç bir çizgi bile göstermeyen çekmece açılıvermişti.
“Ben onları oyalıyorum sen töreni tamamla" beynindeki varlık etiyle kanıyla şekillenmeye başlamış gibiydi. Çıkan rüzgarda elbisesinin etekleri savrulan küçük çocuğu tekrar kucakladı.
“Baba... Babacığım..." Adam kucağında kendisine yalvaran gözlerle bakan minik yavruya baktı. İçinde kalmış olan insanlık kırıntıları bir an yüreğini sızlattı.
“Korkma yavrum, bizden çok daha büyük bir varlığa katılacaksın" dedi içinden gelen vicdan sesini bastırabilmek için. Tıpkı diğerlerini yatırdığı gibi onu da açılan bölmeye upuzun yatırdı. Diğerlerine yaptığı gibi ana gövdeden çıkan ucun birini çocuğun narin koluna batırdı. Diz çökmüş olduğu yerden beyaz boru içinde milim milim ilerleyen kırmızılığa baktı. Diğer borunun ucundaki maskeyi kızının yüzüne yerleştirdi. Bir an aralanan acı dolu gözleri görmemek için kafasını çevirmek zorunda kalmıştı. İşlemler tamamlanınca açılan bölme yerine oturmaya başladı. Her işlemden sonra duyduğu hazzı duymaya hazırdı artık.
Doğan kapının bir kaç kere çaldığını duymuştu. Kapıdan yeteri kadar uzağa gittiğine inandığında duvarı sarmalayan çalıların ve yaban sarmaşıklarının yardımıyla yukarı tırmandı. Olması gerekenden bir hayli yüksek olan duvarın üzerine çıktığında hiç bir şey göremedi. Her yer otlarla ağaçlarla ve çalılarla kaplıydı. Aşağı atladı, beline kadar çamura batmıştı. Bir an zihninde annesinin hiddetli sesini duydu
“Yine çamura batmış üstün başın." Bunun bir halisünasyon bir göz bağcılığı olduğunu düşündü. Annesinin bağırışları kaybolmuştu. Çamur ise yalnızca ayakkabılarındaydı. Bakımsızlıktan arsızca çoğalmış otların ve çalıların arasında yönünü bulmaya çalışıyordu. Gerçek ile kafasının içindeki hayaller arasında gidip geliyordu. Kendini kaptırdığında çalıları balta girmemiş orman yada bir dal parçasını yılan zannettiği oluyordu. Birden önünde dikilen soğuk bir gerçekle yüz yüze gelmişti. Önünde siyah bir nesne belirmişti.
Bahçedeki insan boyu otlar çalılar kaybolmuş kendini simsiyah metalik boyanmış bir araba ile karşı karşıya kalmıştı bir anda. Aradıkları efsane haline gelmiş Chevroletti burun buruna geldiği. İşin kuralını öğrenmişti aniden gerçekle yüz yüze gelince büyü bozuluyordu. İlerisindeki çukuru görünce yavaşladı. Her ne oluyorsa çukurun içinde oluyordu. Usulca çukura yaklaşmaya başladığında çakan şimşeği farketti. Bir anda hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamadığı karanlık bir fırtınanın ortasında bulmuştu kendisini.
Adam bulabildiği en büyük aynanın karşısında kendisine çeki düzen veriyordu. Sonunda ülke çapında belki de Dünya çapında bir iş başarıyorlardı. İşi her ne kadar idare eden Kamil Aksu yada Kadir Öncü’ymüş gibi görünse de asıl işi yöneten kendisiydi. İmamla konuşan, yerel televizyonlardan canlı yayınları hazırlayan, kayıp çocukların ailelerinin bulunup getirten kendisiydi. Ailelerin çoğu çoktan ümidini kestiği bu olayı onlar sayesinde tekrar umutlanmışlardı. Bazılarını iknada zorlanınca çocukların bulunabileceği yalanını söylemişlerdi. Bir tek dün kaybolan çocuğun ailesi kalmıştı gelmeyen o da o kadar önemli sayılmazdı. "Allahım... Gözyaşı, şiddet, öfke belki de kan; muazzam bir haber olacaktı. Saçlarına fırçayla son bir defa daha dokundu, canlı yayın kameralarının karşısına çıkmaya hazırdı artık.
“Çabuk def et kafandaki düşünceleri" dedi karanlıkta bağırarak. Hemen önünde yürüyen polis memuru bir yandan karanlıkta yürümeye çalışıyor bir yandan da kekeler gibi kendisine bağıran genç kıza yanıt veriyordu.
“Na... nasıl yani"
“Biz, sizin bir saat önce girdiğiniz evdeyiz. O an bir şimşek daha çaktı. Dehlizin karanlık taş duvarları bir an aydınlandı. Arkasından gelen gök gürültüsü taş koridorlarda yankılandı. Nemden yosun tutmuş taşların üzerinde kaymamak için çok dikkatli yürümek zorundaydılar.
“Bir bahar düşün yada yaşadığın bir güzel ortamı anımsa..." Karanlık taş dehlizler önlerinde uzamaya devam ediyordu. “Lütfen. Hiç olmazsa az önce geldiğiniz o evin içini anımsamaya çalış" O an geniş bir salonun içinde olduklarının ayırdına varmışlardı.
“Bu Tynark" dedi. Sizlerin zihinlerinizi etkiliyor. Korkularınızı, hırslarınızı gerçekmiş gibi önünüze koyuyor" dedi. Hasan Tırpan mırıldandı
“Halisünasyon"
“Bu halisünasyon olamaz" diye mırıldandı. Sürünerek az önce gördüğü çukurun ağzına gelmişti. "Bu bir kabus olmalı" Yaklaşık üç metre çapında düzensiz daire şeklinde açılmış bir çukurun başındaydı. Gerçek miydi önüne açılan çukur yoksa yine zihninin bir oyunu muydu? Kafasındakileri defetmeye çalıştı. Önceden kayboluveren hayaller gibi değildi önündeki çukur.
Geniş çukurun ağzında aşağı inen derme çatma bir merdiven vardı. Aslında merdiven de değil başka bir şeye benziyordu. Dikkatli bir şekilde bakınca aşağıda biri olduğunu gördü. Karşı tarafta ışıldayan yeşil pürüzsüz bir duvarın önünde duruyordu. Bomboş bakışları karşı duvarı deliyordu. Aşağıdaki kişi daldığı bu durumdan kurtulsa ve başını biraz yukarı kaldırsa kendisini görürdü.
“Ama...Ama... Bu Besim..." mırıldanıyor muydu yoksa dalgın olan arkadaşını harekete geçirmeye mi çalışıyordu bilemiyordu. Çocukluk, gençlik arkadaşı Besim Kalden. Rakibi, sevgilisini elinden alan can düşmanı Besim Kalden. Besim sanki transa geçmiş bu dünya ile ilgisini kesmiş gibi öylece bakıyordu, önündeki boş duvara. Ne yapacağını bilemedi Doğan. Kendini yaratığa teslim etmiş gibi duran arkadaşını uyarmalı mıydı? Daha vakti var mıydı? O efsanevi tören olacak mıydı? Yoksa sadece bir efsane miydi? Birden aklına az önce toslayacağı siyah araba geldi. Yoksa ortalıkta dolaşıp çocukları kaçıran Sapık Besim miydi? Geriye dönüp Yüksel hanımla konuşmalıydı ki o an onun sesini duydu.
“Lütfen aşağı in" diyordu. Etrafına bakındı, kimseyi göremedi. “Lütfen aşağı in ve elini duvara daya" yanılmıyordu. Bu Yükselin sesiydi ama çevresinde değil kafasının içindeydi. “Telepati" diye aklından geçirirken yanıt geldi.
“Evet ama oyun zamanı değil ve bu bir oyun değil? Lütfen acele et, vakit daralıyor. Evet hemen harekete geçmeliydi, ayağa kalktı. Kendiyle birlikte aşağıda çukurda bekleyen Besim’inde ayağa kalktığını görmüştü.
İşletmenin önüne geldiklerinde hayal kırıklığına uğramıştı. Ne umduğu kadar kalabalık vardı ne de kalabalık beklediği kadar hareketliydi. Televizyonlar canlı yayına devam ediyordu. Hala gelenler vardı ama "neyse" dedi kendi kendine "gerisini ben hallederim". Araban çıkar çıkmaz asistanına
“Merkezle görüştünüz değil mi?" dedi. Genç gözlüklü bir bayan elinde makyaj malzemeleri olduğu halde adama yaklaştı. Yüzüne biraz pudra sürmeye çalışıyordu. Orta yaşı geçkince olan beyefendi giyimli asistan
“Her şey hazır, on beş dakika sonra canlı yayına geçeceğiz. Ulusal bağlamda alt yazılar ile olayı duyurmaya başladık dedi. Bir anlık duraklamadan sonra "İsterseniz biz bu arada ana haber bülteni için bir kaç çekim yapalım. Hem sizin içinde ısınma turu gibi olur" dedi.
Televizyonların haber kralı Kadir Öncü bey "Lütfen" başını salladı. Kendisine bilgi veren asistan gizli bir "Ohh" çekti. Diğer görevliler ise kiralanan küçük otobüsten inen aileleri çekimler için hazırlıyorlardı. Gürsel Yurttaş ve Kamil Aksu bir o yana bir bu yana koşturuyor şimdiye kadar yapmadıkları kadar büyük olan organizasyonun aksamadan yürümesi için hazırlıkların kusursuz olmasına çalışıyorlardı.
Genç kız, kafasının dönmeye başladığını hissediyordu. Yorulmuştu. Bir adım gerisinde yürüyen genç polise tutunmak zorunda kaldı birden sendeleyince. Zaten yaptığı iş başlı başına zihinsel yorgunluktu bir de işin bu yönleriyle uğraşmak zorunda kalıyordu. Hem bu insanları korumak hem de Tynark'a karşı durmak zorundaydı. Dün gece iki defa engel olmaya çalışmıştı. Birinde kendisi başarılı olmuş diğerinde Tynark kazanmıştı. Şimdi son kozlarını oynuyorlardı. Fiziksel gücünü kaybetmeye başlamıştı ama işi tamamlamalıydı. Bu nedenle yanında yürüyen genç polise tutunmak zorunda hissediyordu kendisini.
Yürüdükleri salondan kendilerini bahçeye çıkaracak kapı ile aralarında birkaç adım kalmıştı ki birden önlerinde kocaman bir uçurum açıldı. Genç memur değil uçurumu aşmak yanına yaklaşacak cesareti bile kendinde bulamıyordu. Ardında yürüyen polis memuruna
“Dayanamıyorum... Lütfen beni şu koltuğa yatırır mısın" dedi. Hasan Tırpan önce bir şey anlamamıştı. Duvarlarından sular damlayan böyle bir zindanda koltuğu nereden bulacaktı. Önünde yürümekte olan Yüksel Hanımı kucaklamak zorunda kalınca salonun orta yerindeki koltuğu gördü. Yine gerçeğe dönmüşlerdi, salondaki yıllar öncesinin izlerini taşıyan gerçek antika bir üçlü koltuğa uzattı genç kızı. Uzanır uzanmaz gözleri kapandı. Kaşlarının üzerinde acıdan olduğu anlaşılan kırışıklıklar belirdi. Geriye döndüğü anda biraz önce önlerinde açılan uçurumun kapandığını görmüştü. Kapıyı açıp bahçeye çıktığında gördüklerini yaşamı boyunca unutamayacaktı.
“Ben eski ben değilim artık, eski benin düşmanları da yok olmaya mahkumdur." Kafasını kaldırınca can düşmanı Doğanı çukurun başında görmüştü. İçinde hızla büyüyen bir güç hissediyordu. Kızının akan kanı kabinin içindeki varlığa ulaşmaya başlamış olmalıydı. Bir kaç dakika içinde operasyonun son aşamasına geçeceklerdi. Ne Doğan nede bir başkası buna engel olamazdı, olmamalıydı. Yerinden doğruldu, basamakları inerek ulaştığı o çukurdan bir sıçrayışta dışarı çıktı. Eğer kendi yansımasını bir aynada görseydi hırsı ve öfkesinin dışa vurumu olan yeni bedeninden kendi bile iğrenirdi.
Genç polis kapıyı açıp bahçeye çıktığında Komiserinin "kendisi bizim müdür beyden bile yetkilidir" diye kulağına fısıldadığı Doğan bey o yaratığın kollarında çırpınıyordu. Bir an korktu, nasıl davranması gerektiğini bilemedi.
Kalabalık, birileri tarafından düzene sokuluyordu, mırıltılar seslere sesler sloganlara dönüşüyordu. Yiğidi öldürüp hakkını vermek lazımdı ki adam organizasyon konusunda bir hayli yetenekli ve deneyimliydi. Bunda yapılan ekip çalışmasının önemi de büyüktü. Canlı yayını sunabileceği İşletmenin kapısını ve toplanan kalabalığı alabilecek bir yer seçilmişti. Bu işlem iyi bir programın temel koşuluydu. İşletmenin karşısına yığılan kalabalık eskisi kadar dağınık durmuyordu ve çok daha kalabalık görünüyordu.
Kadir beyi aydınlatan tek Spot yandı. Hava hala aydınlıktı ama haber programı yapımcısının haber müdürü ve sunucusunun yüzüne biraz fazla ışık verilmesi gerekiyordu. Güneş ufka iyice yanaştığı için canlı yayın esnasında diğerlerinin de yanması gerekebilirdi. Güney ufkunda toplanan bej bulutlar bazı olumsuzlukların habercisi olabilecek gibi görünse de o bulutlar buralara gelesiye kadar çekimler bitirilebilirdi.
Asistanına bir kez daha her şeyin hazır olup olmadığını sordu. "Hazır" sözünü aldıktan sonra ışıkların yakılmasını emretti. İşletmenin karşısında yanan tek bir spot olsa da cadde gündüz gibi aydınlanmıştı. Bu ışık kalabalığın bir kere daha hareketlenmesine ışığa koşan kelebekler gibi insanların ışık altında toplanmasına neden olmuştu. İlçeye iyice yaklaştıklarına inanan Rüzgar Ali yüzlerce metre öteden parlak ışığı gördüğünde durumu kavramıştı.
Yattığı yerde Yükselin elinde örselenmiş bir alet vardı Doğanın defalarca sorup yanıt alamadığı müzik setine benzettiği alet vardı. Bir yandan soğuk soğuk terliyor diğer yandan elindeki aleti onarmaya çalışıyordu. "Yolda o kadar çene çalacağına niçin onarmadım" diye kendi kendine hayıflanıyordu. Elindekini bir an önce onaramazsa dışarıdaki boğuşma sesleri daha çabuk kesilirdi, hem de aleyhlerine.
Doğan, karşısındakini polis memurunun aksine çocukluk arkadaşı Besim olarak görmektedir. Ama besim bedeninin tüm organlarını yüksek verimle kullanıyor olmalıydı. Bu nedenle insanüstü fiziksel güçlere sahipti. Kolları mengene gibi boğazını sıkıyordu. Ayakları yerden kesilmişti. Çaresiz kurban tekmeler sallıyor ama isabet ettiremiyordu. Sanki karşısındaki devasa ölçülerde bir Frankesteindi. Yüzü kıpkırmızıydı bunu biliyordu ve bilmesi için görmesine de gerek yoktu. Yüzüne giden aşırı miktardaki kan yüzünü kızartmış olmalıydı. Elleriyle vurabildiği kadar vurmasına rağmen Besim hiç hissetmiyordu.
Neredeyse can çekişir duruma geldiği o anda göz ucuyla bahçeye çıkan memuru fark etmişti. Adam büyülenmiş gibi kalmıştı. Gözleriyle hemen yanların da duran küreği işaret etti. Saniyeler geçiyor acil ihtiyacı olan oksijen gelmiyordu. Yıllar kadar uzun saniyeler sonra donup kalmış olan adam hareketlendi. Duvara dayalı eski küreği aldı, küreğin sırtıyla adamın ense köküne vurdu. Doğanın anımsadığı en son sahne buydu.
Polis memuru Hasan, birden kendisini gördüğü hayalin dışında gerçekle yüz yüze buldu. Doğan bey gerilmiş kolların ucunda kıpkırmızı duruyordu. Debelenen ayaklar eski gücünü kaybetmeye başlamışlar gibi sallanmaları azaldı. Azaldı. Hasan Tırpan ne yapabilirim diye etrafına bakınırken duvara dayalı küreği görmüştü Hızla küreğe uzandı. Bir ara keskin yan tarafıyla vurmayı aklından geçirdi. Vazgeçti bu anlık düşünceden ne olursa olsun katil olsun istemezdi Küreğin sırtı ile vurdu adama, adam tınmadı bile. Sonra bir daha, bir daha vurdu. Kendi gücünün tükenmeye başladığı anda ayakta duran iki kişinin sendelediğini ve olduğu yere yığıldığını gördü. Başarmıştı.
Aracını direk olarak kalabalığın üzerine sürdü Komiser Bey. Bir kaç öfkeli çığlık ve yaşanan küçük bir panik sonunda tam kameranın önünde durdu. Hışımla arabasından çıktı. Komiserinin huyunu delirdiği zaman zapt etmenin güçlüğünü bilen Memuru peşinden fırladı. Meşhur olup olmadığına bakmaksızın gerekeni yapardı Rüzgar Ali. Ama ondan önce kalabalığın içinden araya girenler oldu.
“Çekim yapmak için kimden izin aldınız" dedi öfkeyle. Bir eliyle kameranın vizörünü kapatmaya çalışıyordu.
“Siz kimsiniz kardeşim" dedi Kadir bey sakin olmaya çalışarak. "Hangi hakla halkın haber alma özgürlüğüne engel oluyorsunuz" dedi.
“İzin Beyim... İzin aldınız mı?" Burada sizi yada halkımızı ilgilendiren ne tür haber olabilir." Kanal 5 'in ünlü televizyon habercisi Kadir Öncü ile aralarında bir metrelik mesafe vardı. Dövüşe hazırlanan iki horoz gibiydiler, televizyon sunucusu gösteri yapıyor gibiydi.
“Burada" eliyle yolun karşısını İşletmeyi gösteriyordu "altı çocuk katili iki Amerikalı var. İçerdeki yardakçıları da O iki sapığı kolluyorlar, yardım ve yataklık ediyorlar. Neden siz bana değil de onlara bir şeyler söylemiyorsunuz?"
“Nereden biliyorsunuz sapıl olduklarını." Kalabalığın dışından gelen sesle başta kalabalığın ortasında duran iki adam olmak üzere tüm başlar sesin geldiği yöne döndü.
“Elinizde yargı kararı veya somut kanıtlar mı var?" Sesin sahibi insanları yara yara geliyordu. Uzun boyu çevresindekilerden kendisini hemen ayırt ediyordu.
“Siyah Chevrolet karşıda İşletmenin parkında duruyor" Sesin sahibi kalabalığın çevrelediği boşluğa gelince halkın arasında mırıldanmalar başladı.
“Timur bey bu... Timur Sarıca" Belki benimde Chevrolet arabam var. Hem de aynen onun gibi gece siyahı o zaman bende suçlumu oluyorum?" Bir an dalgalanma oldu kalabalıkta. Aralarından biri haykırdı.
“Tanıklar var, oradaki zenciyi olay yerinde görenler var" Peşinden benzincinin de sesi duyuldu.
“Evet, ben şahidim, onları şimdi size bakan bu iki gözümle gördüm. Önce kırmızı bir arabaydı. Sonra yıkamaya girince üzerindeki boya aktı. Arabanın içinden de zenci indi." Bir yandan konuşurken diğer yandan ortalıkta kendiliğinden oluşan meydanlığa gelmişti. Gürsel Yurttaş, hazırladığı organizasyon için kendiyle bir kere daha gurur duydu. Benzinciyi bile getirtmeyi unutmamışlardı. Omzunda kamerası olan gençte çevrede dönüyor sürekli çekim yapıyordu. Karşıdan polis ve jandarma da göründü. Onlar konuşurlarken toplanan kalabalıkla İşletme arasında asker ve polisin oluşturduğu insan zinciri kurulmuştu. Zincirin öte yanındakiler de gittikçe çoğalıyorlardı. Başlarının yüzlerce yukarısında toplanan koyu gri bulutlar gibi.
Doğan baygın düştüğü yerden küçük bir kızın ağlamasıyla uyandı. Çevresine bakınınca ayaklarını üzerine doğrulmaya çalışan Besimden ve ona tıpkı bir kum torbasına vurur gibi vurmaya devam eden polis memurundan başka kimse yoktu.
“Aşağı in Doğan, gövdedeki ele figürüne elini daya. Lütfen acele et." Konuşan Yükseldi. Telepatiye hala alışamamıştı, çevresine bakındı göremedi ama yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Beyninin içindeki sese uyup aşağı çukura inmeye çalıştı. Lanet olası enerji duvarı yerinde duruyordu. Bir daha denedi ama gene başaramadı. Görünmeyen duvarı geçmek mümkün değildi. Kafasının içindeki ses
“Bir gizli geçit var onu bulmalısın" dedi. Bir gizli geçit, nasıl olabilirdi, nerede olabilirdi. Kafasını toparlayabilse belki düşünebilecekti ama kendini yoğunlaştıramıyordu ki. Adam, az önce kendi boğazını sıkan pençeleriyle gözlerinin önünde genç polis memurunu hırpalıyordu. Bir şeyler yapması gerekiyordu, hem de hemen. Sağına soluna bakındı. Az önce kendisini kurtaran kürek ayaklarının altında duruyordu. Eğildi küreği aldı ama o an kendisini uçsuz bucaksız bir denizde buldu.
Deli bir rüzgar esiyordu, Küçük bir çocuk, kıyıda durmuş kendi boyunu kat kat aşan dalgaların öfkeyle sahile vurduğu açık denize bakıyordu. Fırtına yüzünden ayakta durmakta zorlaştırıyordu. Koyu gri bulutlar, ufukta lacivert deniz ile birleşmişti sanki. Uzaklarda lacivertle grinin birleştiği noktada bir leke, küçük bir sandal da bir adam kıyıya yaklaşmaya çalışıyordu. Adamın arkasında bir dalga belirdi. Yaşlı adam terden sırılsıklam olmuş bir halde sandalını kıyıya çekebilmek için ölümüne kürek çekiyordu. Arkasından gelen dalga yaklaştıkça büyüyor yükseliyordu.
Doğan, kıyıdan olduğu yerden bağırıyor bağırıyordu. Rüzgar sesini dağıtıyordu taa oralara ulaşmasına engel oluyordu. Babasının hiç görmediği ölümünü görüyor o acıyı tekrar yaşıyordu. Beyninin içindeki "Uyan" diye haykıran ses tekrar duyulunca kendine geldi. Şuurunu kaybetmiş olan Besim, karşısında, kendisine yaklaşmaktaydı. Uğraştığı polis memurunu bir kenara boş çuval gibi atmış, çocukluk arkadaşına yaklaşıyordu. Göz göze geldiklerinde gözlerinde ölümü gördü. Yattığı yerden sürünerek kaçmaya çalıştı. Üzerinde tonlarca ağırlık varmış gibi kıpırdayamadı. Gülümseyerek üzerine gelen Azrailin ta kendisiydi.
Turan, Timur beyin ve Yakup ustasının yanında kalabalığa karıştı. Timur Sarıca’nın ustasına göstermiş olduğu saygı, Yakup ustayı gözünde bir kere daha büyütmüştü. Haberin bu bölümünü Yakup ustadan sonra alabilirdi. Aklına içeri girmeyi koymuştu, içeride olanları öğrenmeliydi. Bu birazda bencillikten kaynaklanıyordu, romanı için daha gerçekçi olurdu. Umutları polislerden oluşan zincire takıldı. Onu kalabalıktan biri olarak görmüş olmalıydılar ki geçmesine izin vermediler. Ancak durumunu ve kim olduğunu Komiser Ali Rüzgarlı söyleyince geçmesine izin verdiler.
Sürgülü kapının hemen yanındaki dar kapıdan geçti. Rıza Babanın bakımını yaptığı güzel bahçeyi geçti yönetim kapısından içeri girdi. Kuşatılanlar, Müdür beyin odasında oturuyorlardı. Durum konusunda endişelenmekten başka bir sorunları yok gibiydi. Araya giren polis zinciri kendilerini biraz olsun rahatlatmıştı. Yine de grubun arasında İngilizce bilen biri olmadığı için Amerikalıların gerçek durumlarını bilemiyorlardı. Turan içeri girer girmez Ali usta sordu.
“Bizim çıkmamıza neden izin vermiyorlar"
“Bilmiyorum ama sorun sizde değil sanırım." Göz ucuyla odanın bir kenarında duran iki yabancıyı göstererek
“İki arkadaştan kaynaklanıyor olmalı" dedi.
“Ne istemek bu insanlar bizden" Zenci Amerikalı haklı olarak soruyordu yarım yamalak Türkçe'si ile.
“Ne istiyorlar bu adamlardan" Cavit dayı homurdar gibi gülerek devam etti.
“Hadi anlat bakalım bu adamlara." Turan her şeye yeni baştan başladığını düşünerek yarım İngilizcesiyle anlatmaya başladı. Olayın gerçek boyutlarını anlatırsa ne kadar şaşıracaklarını düşünüyordu. Olaylar biter bitmez başlayacağı romanından iki örnek göndermeyi düşünüyordu Amerika ya. Tabii bu olanlar kazasız belasız biterse.
Kıpırdamayı tekrar denedi, bütün uzuvları ağrıyordu hiç birini kıpırdatamadı. Avının bir yere kaçamayacağını bilen bir avcı gibi yaklaşıyordu Besim kendisine. Kafasının içindeki ses aşağıya inmesi için yalvarıyordu." Gövdedeki ele bastır" diye. Geride uzaklarda ağlamalar vardı. Bir an delirdiğini düşündü. Çocuk ağlamaları duyuyordu. Çocukların sağ olabilir miydi? Umut edebilir miydi? Aslında umutlanmakta istemiyordu. Ya zihninin oynadığı numaralardan biriyse diye çukura yaklaşmaya çalıştı.
Aşağıda yeşil renkli metalik gövde daha da ışıklar saçmaya başlamıştı. Sisler dumanlar içindeydi. Belli belirsiz bir vınlama duyulur olmuştu. Elini çukurun kenarına uzatıp kendini çekmek istedi. Uzanan eli ani bir refleksle geri çekildi. Sanki yüksel voltaj vardı çukurun etrafında.
“Sen bir şey yapamaz mısın?" diye mırıldandı. Sorusuna yanıt beyninin içindeydi.
“Ne ben ne de Tynark fiziksel olarak bir şey yapamayız. Dönüşüm başladı ve tamamlanmak üzere. Tynark şu an bir eşikte, bir boşlukta. Kendi rahminden çıktı ve Besimin bedenine girmek üzere. Eğer şu dakikalarda bir şey yapamazsan Tynark arkadaşının bedenine tamamen sahip olacak. Besim yada bir başkası olmadan bizler sizin gezegeninizde yaşayamayız" dedi.
Doğan bir kere daha denedi çukura yaklaşmayı. Yapamıyordu. Sanki camdan bir duvar varmış gibiydi.
”Sana söyledim" dedi zihnindeki ses öfke kokan bir tonda. Bir başka giriş daha var. Onu bul"
“Nerede
“Bilmiyorum ama yakınlarda olmalı." Doğan sesli konuşuyordu sanki yanında birileri varmış gibi. Yüksel hanımsa uzaktan salonda yattığı yerden yanıt veriyordu Doğanın söylediklerine. Besimin ise hiç acelesi yok gibiydi, yılların içinde biriktirdiği öfkeyi çıkarmak için hiç acele etmiyordu. Başını çevirdi evden içeri girebileceği ve az önce çıktığı kapıyı gördü. Önce emekledi, sonra ağır adımlarla yürümeye başladı. Yürüdükçe ağrıyan kasları açılıyordu, bir kaç adım sonra yürüyüşü iyice normalleşmişti. Arkasından gelen ayak sesleri de kendisiyle birlikte hızlanmıştı, kapıdan içeri girdi.
“Karşıya" dedi kafasının içindeki ses. Karşısındaki kapıyı da geçince salonda buldu kendisini. Salonun karanlığında duvar dibinde kımıldayan gölge gördü.
“Sevgilim sen misin?" "Sevgilim" aralarında o kadar az olarak kullandıkları kelimeydi ki Sevgilim. Beyninde bir kere daha yankılandı "sevgilim." Salon kapısının açıldığını duydu. Romantizmin zamanı değildi.
“Karşındaki kapıdan gir" Merdivenin yanındaki küçük kapıyı gördü. Bu ikinci kapıdan girdiğinde bir mutfakta buldu kendisini. Bu defa aldanmayıp kapıyı içeriden sürgüledi. Kapının arkasındaki mini sürgünün çok dayanmayacağını bildiği için bulduğu bir kaç eşyayı kapının arkasına yığdı. Eşyaları koymaya başladığı anda mutfak kapısı tekmelenmeye başlamıştı Bir taraftan eşyaları kapının arkasına yığıyor diğer yandan mutfakta ki diğer kapıyı aranıyordu. Bir iki saniye geçmeden aradığını bulmuştu.
Bilinmez içine başka bilinmezler gizlenmiş gibiydi. Sanki bir bulmaca çözüyordu, son kapıdan geçince bir bodrumda buldu kendisini. Bu defa aranmadı hiç yeni bir kapı için. Eğilerek geçebileceği ölçüde genişletilmiş bir dehlizdeydi. Dehlizin ilerisi ise parlak yeşil ışıkla aydınlanıyordu, yanılmamıştı. Bir kaç dakika önce metrelerce yukarısında baktığı çukurun içindeydi Dehlizin ucuna vardığında tereddütle yaklaştı. Yaklaştı, bir taş attı, akıllanıyordu gittikçe. Taş doğrudan tok bir sesle düştü. Burada Bu mesafede enerji duvarı falan yoktu. Yere atladı, sıra parlak yeşil ve artık sisli, dumanlı görünen duvardaki el izini bulmasına kalmıştı iz.
Ne aradığını bilmeden parlak yeşil pürüzsüz sayılabilecek duvarın kendinden yana olan tarafını elleriyle yokluyordu. En aşağıdan başlamış üstlere doğru çıkıyordu. Yukarıdan az önce kendisinin çıktığı dehlizden gelen sesler çatırtıya dönüşmüştü. Ara kapının daha fazla dayanamayacağı anlaşılıyordu. Yukarıda uzaklardan geliyormuşçasına işittiği vınlama sesi burada rahatsız edici boyutlara varmıştı.
“Hadi... hadi... Dönüşüm tamamlanmak üzere. "Elleri ne yaptığını bilmez durumda çalışıyor bütün duvarı geziniyordu. Kafasını kaldırmasa da dehlizin ağzındaki gölgeyi görmüştü. Eli, daha doğrusu parmakları bir girinti hissetmişti sanki.
“İşte o, hadi koy, daya elini" Kollarını mengene gibi iki el kavradı, ayaklarının tekrar yerden kesildiğini ve hava da uçtuğunu hisseti. Belki uçmak iyiydi ama toprak duvara vurmak kemiklerine iyi gelmiyordu.
“Beni emretmişsiniz." Emniyet Müdürü Abdullah Bey, karşısında duran astına baktı. Beğendiği ve takdir ettiği idealist birine bunları söylemek zordu. “Bizlerin başka yerlerde görevleri olabilir. Burada bizi bağlayacak yada görev alanına girdiğimiz bir durum olduğunu sanmıyorum" dedi. Komiser Ali anlamamıştı.
“Anlamadım efendim" dedi
“Diyorum ki bütün personel şu an burada, ya diğer bölgelerde bir vukuat yaşanırsa. Kuvvetlerimizin bir bölümünü çeksek diyorum"
“Acil durum için yeterli personel Merkezde kaldı Efendim" dedi.
“Siz yine de Memurlarımızın bir bölümünü geri çekin"
“Kusura bakmayın ama burada olağanüstü bir durum söz konusu. Ben personelimizin bir bölümünü bile geri çekemem" dedi Komiser Ali Rüzgarlı. Amirine karşı gelmesi ilk defa olmuyordu. Israr ederse “Lütfen emrinizi yazılı verin" diyecekti, gerek kalmadı.
“Peki bu durum nasıl sonuçlanacak sizce" dedi Emniyet müdürü.
“Birazdan iyi bir yağmur yağacak gibi. O zaman kalabalık kendiliğinden dağılır" Müdür beyin aklına bu gelmemişti. Gülümseyerek “Yağmurun bir an önce yağması için dua edelim o zaman" dedi.
Bu kez kesinlikle kıpırdanamıyordu, gözünü açıp kendine yaklaşan Azrailine bile bakacak gücü yoktu. Bir kaç kemiği birden kırılmış olabilirdi. Düştüğü yerden kara gölgenin kendisine doğru yavaş yavaş gelişini izliyordu. Bir adım, bir adım daha derken önceleri sevdiği sonradan nefret ettiği o pis gülüş bir adım ötesinde dikiliyordu. Önce bir tekme attı yerde yatan Doğana. Böğrünü delen tekmenin acısı geçmeden ikincisi geldi. Peşinden de diğerleri. Her tekme bir öncekinde daha etkiliydi.
Bir zaman sonra adam eğildi. Yerde yatan bedeni kavradı, başının üzerine kaldırdı. Kaslarını bir yay gibi gerdi, artık sıkıldığı oyuncağını atıp parçalamayı düşünen yaramaz çocuk gibiydi. Doğansa bir saniye sonra başına gelecek olanın farkında olabilecek durumda değildi. Bir saniye... Bir saniye daha geçti. Doğanı yukarıda başının üzerinde tutan eller harekete geçmiyordu. Geçemiyordu. Çukurun başında dikilen Yüksel hanıma takılmıştı gözleri, heykel gibi donup kalmıştı.
Yüksel, gücünün son kırıntılarını kullanıp adeta sürüklenerek çukurun başına gelmişti. Ya şimdi müdahale edecekti yada hiç bir zaman. Daha etkili olması için bir zamanlar kendisine hayran olan adamın gözlerine bakıyordu.
Besimin beyninde büyük bir savaş başlamıştı. Güçlenen vınlama sesi artık evi dolduracak hale gelmişti. Ayakta duran adamın dizleri titredi önce. Kendinden daha uzun boylu daha ağır birini taşıyan kolları aşağı indi. Önceki davranışlarınla kıyaslandığında nezaket sayılabilecek tavırlarla Doğanı yere bıraktı.
Yüksel ise bir yandan Besimi etkilemeye çalışıyor diğer yandan Doğanın kendine gelmesini sağlamaya uğraşıyordu. Doğan, artık kanıksadığı sesle kendine geldi. Yüksel -yada Myra- yalvarıyordu. “Hadi uyan" diye. Gözlerinin açıldığını görüne “Elini anahtara bastır" dedi. Doğan ikinci defa bastırdı elini. Eliyle birlikte uzun bir tıslama sesi duyuldu. Bir iki saniye sonra yeşil parlak duvarın altında, altı dikdörtgen çizgi belirdi. Havada asılı gibi duran vınlama sesinin altında bir de fazla istimin dışarı atılmasını andıran "pus" sesi duyulmaya başlamıştı.
Sesle birlikte bölmeler ana gövdeden ayrılmaya başlamıştı, altı çekmece birden açılıyordu. Saniyeler geçtikçe önce beyaz döşemelerde yatan çocukların saçları göründü. Duvarın geniş bir elips şeklini andırmasından dolayı bölmeler ana gövdeden çıktıkça araları açılmaya başlıyordu. Kimi örgülü, kimi dağınık saçların ardından uyur gibi duran yüzler çıkmaya başladı. Doğan o zaman çocukların ağızlarındaki ağızlıkları gördü. Dudaklarını ve çenelerinin bir kısmını örten beyaz mat plastik görünüşlü ağızlıklardan uzanan hortum makinenin içine bilinmeyene doğru gidiyordu.
“Şimdi ne yapmam gerekiyor?" Kafasını çevirip yukarıda kendisini izleyen genç kıza bakmak istedi. Yüksel çukurun yukarısında yarı baygın durumdaydı. Yüzünde hissettiği acının derin izleri belli oluyordu.
“Kollarındaki boruları çıkar." Bölmelerin içinde uyuyan kızların bellerine kadar açılmıştı çekmeceler. O zaman kızların sağ kollarındaki yarım santimetre çapındaki boruları gördü. Önce boruların rengini kırmızı zannetti. Dikkatli bakınca şeffaf bir maddeden yapıldıklarını içindeki sıvıdan dolayı kırmızı bir renk aldığını anladı. Bu geniş çukuru kaplayan ne kadar derine gittiği belli olmayan nesnenin içindeki varlık yada canavar çocukların kanı ile besleniyor olmalıydı. İçinin kalktığını hissetti. İçinden gelen kusma isteğini güçlükle bastırabilmişti.
“Ne bekliyorsun çıkar şu bağlantıları." Yüksele döndü baktı. Güçlükle açılan gözlerdeki yalvarmayı gördü. Hemen önündeki çocuğun kolundaki bağlantıyı çıkardı. O an beyninin bütün hücrelerinde korkunç bir çığlık yankılandı. Genç kız anlattıkları aklına geldi. Yüksel haklıydı. Bu aracın içerisindeki yaratık çocukların kanı ile besleniyordu. Bağlantının çıkması ile ne zamandır yattığı belli olmayan çocuğun zayıf beyaz kolunda bir damla kan belirdi. Kan damlası büyüdü ama bir noktadan sonra pıhtılaştı ve dondu kaldı.
İkinci çocuğun yattığı kabine yöneldi, onu da çıkardı. Beyninde yankılanan çığlık bir kat daha artmıştı. Acele etmeye çalışıyordu. Üçüncü kızın dirseğinin içine el attığında ensesinde müthiş bir ağrı hissetti. Yarı açık kabinin üzerine çöktü. Az önce kolundaki boruyu çıkardığı esmer kızın siyah gözlerini gördü. Dudaklarının arasında günlerdir hasret kaldığı belli olan bir kıpırdanma belirdi. Minik yavrucuğun gülümsemeye çalıştığı belliydi. Son bir gayretle yandaki bölmede yatan kızın kolundaki bağlantıyı da söktü. Tekrar aynı çığlık duyuldu, artık durum tersine dönmüştü, Tynark acı çekiyordu.
Bir sonrakine sıra gelmişti ama ancak bir kişinin girebileceği aralığa giremedi. Besimin güçlü kolları savurup atmıştı kendisini. Geniş çukuru dolduran haykırışlar havadaki vınlamalara vınlamalar ise gökyüzünden gelen gök gürültülerine karışıyordu. O zaman havanın fırtına için hazırlandığının farkına vardı. Yüzüne düşen ilk damlayı da o zaman hissetti. Akşamın çökmeye başlayan karanlığı gökyüzünde yağmura belki de afata hazırlanan bulutların daha da korkunç görünmesini sağlıyordu. Sırt üstü yattığı yerden bulutları seyreden biri olsaydı hayal gücünü hiç zorlamadan bulutların şekillerini anlatabilirdi. Sanırdınız ki sayısız masal kahramanı bulut olmuş başınıza toplanmış harekete geçmek için bir işaret bekliyor.
Akşamın ve bulutların karaltısında kara bir yılan gibi uzayıp giden karayolunu geçmek üzere hazırlanan kalabalık bir gurup vardı. Kadınlı erkekli bir törene hazırlanır gibi bekleşiyorlardı. Bir kaç çocuk dekoru tamamlar gibi anne ve babalarının ellerine sarılmışlardı.
Saatler geçiyor canlı yayına bağlanmayı çok istediği halde Kadir Öncü istediği ortamı elde edip bir türlü canlı yayına bağlanamıyordu. Aradaki polis kordonunu çekmeyi denemiş başaramamıştı. Toplananlar ise aralarına karışan paralı amigoların coşturmasıyla bağırıp slogan atıyorlardı. Son koz olarak o şımarık zengin çocuğunun dediğini yapacaktı. Çocukları kaybolan ailelerle gerekli röportajları yapmışlardı. Şimdi onları ileri sürüp ortalığı bir kere daha hareketlendirmek istiyorlardı.
Ailelerin çoğu önce kabul etmişlerdi bu öneriyi. Ama o kahrolası Timur Sarıca araya girince çoğu verdiği sözden dönmüştü. Yine de Kanal 5’in canlı yayına çıkma arzusu ağır basmıştı. Bu arada kalabalığın içinde bulunan adamlarına biraz daha aktif davranmalarını söylemeyi unutmamışlardı.
Karanlık çukurun içinde etkisini çok daha iyi gösteriyordu. İlk geldikleri anlara göre yeşil ışığın parlaklığı biraz daha azalmış gibiydi. Nede olsa gücünün bir bölümünü Doğan kesebilmişti. Şimdi savrulup atıldığı yerden bir kere daha doğrulmaya çalışıyordu. Bir yandan da Amerikan tarzı filmlerde sıklıkla yaşanan bu tür sahnelerin gerçek olmadığına inandığı aklına geldi. O sahnelerin bir benzerini şimdi kendisi yaşıyordu ve henüz Turanın romanında bir kahraman değildi.
Bütün enerjisini toplamaya çalıştı. Bir kere başardıysa bir daha başarabilirdi. Ayağa kalktığında bir kırığının olmadığına sevindi. Kimbilir belki de bedeni sıcak olduğu için henüz acı vermiyordu kırıkları. Ağır adımlarla az önce çıkardığı bağlantıları tekrar yerine takmaya çalışan Besime doğru yürümeye başladı. Yürümeye hali yokken o aznavura nasıl engel olacağını bilemiyordu ama açtığı bölmelerin yeniden yerine oturmasına izin veremezdi doğrusu.
“Bir daha dene...Başarman gerekiyor" Az önce kopardığı bağlantılar Yüksele de yaramış olmalıydı ki yukarıda ayakta duruyordu. Yüksel’den cesaret alan Doğan, bütün gücüyle Besime yüklendi. Belinden kavrayıp kabinlerin yanından çekmeye çalıştı. Adam vantuzlarla yapışmış gibi kıpırdamıyordu bile. Bir kere daha asıldı tüm gücüyle, birlikte yuvarlandılar. Bölmelerin içinden duman çıkmaya devam ediyordu.
Yuvarlandıkları yerden ilk doğrulan Besim oldu. Saniye geçmeden Doğanda peşindeydi. Makinaya yürümeye çalışan adamın tekrar beline sarıldı. Bir daha yere yuvarlandılar. Okul kaçağı iki çocuk gibi yerlerde debeleniyorlardı. Yukarıda Yüksel hanımın yanında bir gölge daha belirdi, beklemeden aşağı çukura atladı. Yerde alt alta üst üste yuvarlanan adamlara baktı. Bölmelere yöneldi, adımları araca yaklaştıkça araçtan çevreye yayılan feryatlar çoğalıyordu. Besim üzerine çıktığı adamı bıraktı yukarıda boş çuval gibi attığı polis memurunun kendini nasıl toparladığını anlamamıştı. Ama adam aracın başındaydı ve Doğanın yapamadığını tamamlamaya çalışıyordu.
Besim can havliyle yattığı yerden ok gibi fırladı. Polis memuruyla boğuşmaya başladı bu defa. İçinde olduğu panik duygusu dışarıdan açıkça görülebiliyordu. Bu işlere kalkıştığından beri ilk kez kaybedeceğini anlamış gibiydi. Duydukları feryatlara aldırmadan kah Doğan kah Hasan Tırpan çocukların kollarındaki hortumları çıkarıyorlardı. Çıkan her hortum araçtan daha yüksek sesle kopan bir çığlık oluyordu. Çığlıkların yankısı dışarıdan gök gürültüsü olarak geri dönüyordu. Besiminde gücü ve hareketliliği her bağlantının kopmasıyla azalıyor gibiydi.
Son çıkan hortum duydukları sesin fısıltı haline dönüşmesine neden olmuştu. Gücünü araçtan alan Besim bir anda olduğu yerde yığıldı kaldı. Çocukların kendiliğinden uyanmasını beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamış gibiydi.
“Kabus bitti mi?" Doğan bir yandan boğuşmaktan ağrıyan yerlerini tutuyor diğer yandan Yüksele soruyordu.
“Umarım bitmiştir." Biraz durdu düşündü. "Dönüşüm gerçekleşmemiştir umarım" dedi.