Kayıt Ol

Diş Perisi Kimdir?

Çevrimdışı Mu

  • *
  • 26
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Diş Perisi Kimdir?
« : 31 Ocak 2016, 21:45:21 »
DİŞ PERİSİ KİMDİR?

Zaman zaman içinde; kalbur saman içinde. Handadır handa bir kara manda; üç yüz yaşındaydım evvel zamanda.  Odunun biri odun vurdu kafama. Kafam koptu; kalktı gitti sarımsak pazarında bir masal satmaya. Ey kafa, koca kafa... Bir olay görmüş susmaz bu kafa. Toplanın ahaliler, ötelerden gelip geçer bu sözler. Diş perisi nedir bilir misiniz?


********

 
Evinin önünde kopan gürültüyle rüyadan uyandı Hüsniye. Ne çabuk sabah olmuştu böyle? Sanki hiç uyumamış gibi geliyordu. Gördüğü rüyaya tekrar dönebilme umuduyda yatakta kıvrıldı. Önce sağa sonra sola döndü. Yorganı başına çekti. Yastığını ters çevirdi ama nafile. Çabaları boşaydı. Uykusu kaçmıştı bir kere. Dışarıdan gelen gürültü bir türlü kesilmiyordu.
İstemeden de olsa gözlerini araladı. Nedense minik odası karanlığa gömülmüştü. Başını kaldırıp ayakucundaki yuvarlak penceresine doğru baktı. Yoksa güneş daha doğmamış mıydı?
Gürültü daha da yoğunlaşmaya başladı. Merak ve öfkeyle karışık duygular içinde yorganı üzerinden atıp ayağa kalktı. Minik kanatlarını gerip uyumaktan ağrıyan belini ovuşturdu. Gökyüzünden kopardığı bulutlardan yaptığı pofuduk terliklerini giyip yuvarlak penceresine doğru yürüdü minik peri.
Evi yaşlı bir meşenin kovuğundaydı. Gövdesi kalın olduğu için güçlü rüzgarlar estiğinde bükülmez, gıcırdamazdı. Kalın gövdesiyle perileri sıcak tutar, yapraklarıyla onlara şarkı söylerdi. Ağaçta yaşayan periler, evlerinde sessizce günlerini geçirir, peri tozuyla oynarlardı. Kendisi gibi pek çok peri yaşıyordu bu yaşlı meşenin gövdesinde.
“Gelin,” demişti ağaç bir ilkbahar günü. “Size verebilecek pek çok oyuğum var.” Onlar da teşekkür edip ağaca yerleşmiş, ağacın canını yakmamak için minik oyuklarına bir çivi bile çakmamışlardı.
Şimdi bu gürültü de ne oluyordu böyle? Yoksa ağaç kendilerine haber vermeden böcekleri de mi davet etmişti kovuklarına? Belki de tüm bu gürültünün nedeni bir ağaçkakandı. Cırtlak sesli, kendini beğenmiş ağaçkakanlara laf geçirmek mümkün değildi. Sabahtan akşama kadar boyalı gagalarıyla ağaçta oyuklar açar, devamlı dedikodu yaparlardı.
Dikkatlice, kanadını ovuşturdu. Kanadını kırmıştı ve sızlıyordu. İyileşmesi uzun zaman alacaktı. Bir gece çok fazla peri tozu içip uçmaya kalkışmıştı ve karşısındaki elmayı görmeyip hızla çarpmıştı. Bir perinin kanadının kırılması bu dünyada başına gelebilecek en kötü şeydi. Uçamıyordu.
Hızlı adımlarla pencereye doğru yürüdü Hüsniye. Hala üzerinde uyku mahmurluğu vardı. Gürültü daha da artmıştı. Minik evi gürültüyle titriyor, raflara dizdiği iksir şişeleri şıngır şıngır ses çıkarıyordu.
Perdeyi açmasıyla bir şaşkınlık nidası koyması bir oldu. Pencerenin camında sayamayacağı kadar çok ayak vardı. Yüzlerce belki de binlerce ayak, cama basa basa ağacın üst kısımlarına doğru tırmanıyordu. 
“Karıncalar,” dedi kendi kendine şaşkınlık içinde. “Karıncalar taşınıyor mu?”
Kalabalık bir karınca ailesi, evinin duvarlarına ve camlarına basa basa ağacın yukarılarına doğru tırmanıyordu. Kahverengi gövdeleri güneş ışığının eve girmesine engel oluyordu.
Ne olup bittiğini öğrenmek için camı aralamaya karar verdi ancak kolu çevirir çevirmez pencere, üzerindeki ağırlığa dayanamayıp hızla açıldı ve minik periyi kıç üstü düşmeye zorladı. Yanlış zamanda, yanlış yere basan bir karınca da gürültüyle evin içine yuvarlanıp Hüsniye'nin üzerine düştü.
Başını kaldırdığında yüzünün hemen dibinde bir çift kapkara dudak gören Hüsniye istemsizce çığlık attı. Karıncayı üzerinden atmak için biraz debelendi. Hızla ayağa kalktı; ufak kanatları öfkeyle vızıldadı.
Karınca ise çaresizce birbirine dolanan altı bacağını kurtarmaya çalışıyordu. Kolay değildi altı bacağı idare etmek. Kısa bir süre sonra o da, kendini toparlayıp düştüğü yerden kalkmayı başardı.
Hüsniye karıncaya dik dik bakıyordu. Karınca ise perinin güzelliği karşısında ezilmişti. Gözlerini kaçırıyordu. Utanmış ve sıkılmış gibi duruyordu. Ne de olsa karşısında masallardan çıkmış bir peri vardı. O ise kapkara, korkunç, çirkin bir karıncaydı.
Sessizliği ilk bozan Hüsniye oldu. “Ne yaptığını sanıyorsun sen!?”
“Evinize isteyerek düşmedim,” diyebildi karınca. “Pencereniz bir anda açılıverdi.”
“Penceremde ne işiniz vardı peki?”
Karınca başını usulca çevirip dışarıyı, geçip giden onlarca karıncayı işaret etti. Karınca ailesi hala yukarılara tırmanmaya devam ediyordu. “Bizim için aşağısı yukarısı yoktur.” Altı bacağını göstererek, “Bunlar yapışır her yere.”
Karınca göz ucuyla periye baktı. “Sizin duvar dediğiniz yerlerde biz yürüyebiliriz.”
Karıncanın utangaç ve ürkek tavırları Hüsniye'yi yumuşatmamıştı. Bu pis kokan, çirkin, kaba yaratıkları hiç sevmiyordu. Tiksindiği bu yaratıklardan birisi şimdi karşısında durmuş, ona bakıyordu. Bu nahoş sohbeti daha fazla uzatmamak için kısa kesmeye karar verdi. “Neden taşınıyorsunuz?”
“Meşe ağacımızın dibinde mantarlar büyüdü. Mantarlar bahar sinekleri gibidir hemen ölüverirler. Bu yaramaz mantarlar ölmeden önce eğlenmek istediler ve bütün kurtları partiye davet ettiler. Kurtlar sabaha kadar dans ediyor.”
Karınca Hüsniye'ye kısa bir bakış daha attı sonrasında hemen gözünü kaçırdı.
“Kurtlar mantar yiyip sarhoş oluyorlar ve kimseyi uyutmuyorlar. Şişko bedenleriyle bizi eziyor, herkesi öpmeye çalışıyor ve devamlı şarkı söylüyorlar.”
Karınca sözünü bitiremeden odada uçuşan peri tozu yüzünden gürültüyle hapşırdı. Hüsniye tiksintiyle bir kaç adım geri çekildi. Tam ağzını açıp ürkek karıncayı bir güzel haşlayacaktı ki karınca sözlerine devam etti. “Biz de hızlıca kelebeğe dönüşüp peşimizi bıraksınlar diye onlara yukarılardan yaprak getirmeye karar verdik -en tazelerinden.”
“Annemiz, ulu kraliçemiz kurtlar yaprak yerse kelebeğe dönüşürler dedi. Tek kurtuluşumuz buymuş.”
“Anlaşıldı,” dedi Hüsniye sabırsız bir şekilde. Pes etmişti. Binlerce karıncayı tek tek durdurup gürültü yapmamalarını söyleyemezdi. Tüm bu hengameye katlanmak zorundaydı. “Sanırım kurtlar kelebeğe dönüşene dek bu gürültüye alışmak zorundayım.”
Karınca, Hüsniye'nin yüzündeki ifadeden bu durumdan duyduğu memnuniyetsizliği anlamış olmalıydı. Belli ki, Hüsniye sessizlik ve huzur istiyordu.
“İsterseniz,” dedi karınca zar zor duyulur bir sesle. “Sizin için karıncalara söyleyebilirim.”
Hüsniye tek kaşını hafifçe kaldırdı. Doğru mu duymuştu? “Bunu gerçekten yapar mısın?”
Hüsniye'nin verdiği tepki karıncayı cesaretlendirmişti. Şimdi ufak, kara kafasını biraz daha kaldırmıştı. Ne zaman göz göze gelseler, ona güzel gözleriyle bakan bu minik perinin karşısında kendisinin ne kadar çirkin ve kaba olduğunun farkına varıyordu.
Ne kadar da güzel bir periydi. Ufak saydam kanatları harikulade bir kavisle arkasına doğru bükülüyordu. Etrafında uçuşan peri tozları kısa pembe eteğini dalgalandırıyor, minik bedeninden parlayan ışık karıncanın kalbine huzur veriyordu. Berrak kahverengi gözlerinde kendi yansımasını görebiliyor, ipeksi saçlarının kokusuyla mest oluyordu. Ancak karşısında ona güzel gözleriyle bakan perinin bir kanadı kırıktı.
“Hey, sana diyorum koca kafalı!”
Hüsniye'nin sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı karınca. “Evet, elbette,” diyebildi.
Perinin etkilenmesini umarak ince bacaklarından biriyle kendini gösterip biraz göğsünü şişirdi. “Bu hafta çok çalışıp, çok yiyecek topladım. Bu yüzden ailem beni dinleyecektir. Onlara yollarını değiştirmelerini söyleyeceğim.”
“İyi tamam,” dedi Hüsniye aceleyle. Bu pis kokan karıncanın evini daha fazla kirletmesini istemiyordu. Yapışkan ayaklarının döşemede bıraktığı izleri bir güzel silmesi gerekecekti. “Hadi git de söyle o zaman.” Eliyle pencereyi gösterdi.
Karınca dünyalar güzeli bu periye hizmet etme düşüncesiyle mutlu olmuştu. Hala perinin yüzüne uzun süre bakamıyor, utanıyordu ama elinden geldiğince dudaklarını gerip gülümsemeye çalıştı. Başını hafifçe eğip, kibarca bir referans verdi ve arkasındaki pencereye doğru tıkır tıkır seğirtti.
Hüsniye tüm bunları tiksintiyle izliyor, öğürmemek için kendini zor tutuyordu.
Tam karınca pencereden çıkmak üzereydi ki, bir anlık bir duraksama geçirdi. Başını ürkekçe çevirip periye bir kez daha baktı. Hüsniye sabırsız gözlerle kendini izliyordu.
“Şey...” dedi karınca. “Adınız?”
“Hah?” Hüsniye karıncanın ne dediğini duymamıştı. Dışarıdaki gürültü karıncanın kısık sesini basıtırıyordu.
“İsminiz ne acaba?” dedi karınca tüm cesaretini toplayıp. Utancından yüzü kıpkırmızı kesilmişti ancak kara, sert kabuğu bunu gizliyordu.
“Adım Hüsniye,” dedi peri sinirli bir ses tonuyla. Bu kadar soytarılık yeterdi. Bütün gün bu pis yaratıkla konuşacak hali yoktu. Aniden ileriye doğru seğirtti. Pencereyi tutup sertçe kapattı. Kapanan cam karıncayı dışarıya itekledi. Pencereyi bir güzel kilitleyip, perdeyi de üstüne çekti.
“Ailem beni dinlermiş! Hah! Pis yaratık. İçinde yaşadığı sürüyü ailesi sanıyor. Basit bir işçi karınca olduğunun farkında değil galiba.”
Hüsniye söylene söylene yatağına geri döndü. Günü hiç de iyi başlamamıştı.


********


Sonraki birkaç gün sessizlik içinde geçti. Görünüşe göre karınca gerçekten sözünü tutmuştu. Karınca sürüsü artık evinin duvarlarında yürümüyordu. Yollarını değiştirmişlerdi. Hüsniye yeniden sessiz ve sakin günlerine geri dönmüştü.
Bir de her gün kapısına gelen hediyeler olmasa...
Karıncayla konuştuğu günden beri her sabah kapısının önünde bir hediye buluyordu. Yapraktan yapılmış şemsiyeler, topraktan yapılmış biblolar ve bardaklar, taze yağmur suyu, tohumlar, lezzetli böğürtlenler ve türlü türlü hediyeler...
Hediyeleri kimin bıraktığını biliyordu ve bu durum onu fena halde öfkelendiriyordu. Tüm bunların arkasında o aptal karınca vardı. Hediye almak güzeldi ama neden bir karıncadan gelmek zorundaydı ki? Bunu dostlarına nasıl açıklayabilirdi? Tüm kız arkadaşları yakışıklı ve havalı perilerle takılırken Hüsniye bula bula çirkin bir karınca bulmuştu. Karıncadan arkadaş olur muydu hiç? Bir peri ile karıncanın dost olduğu görülmemiş bir şeydi.
Bütün hediyeleri parçalayıp kapının önüne fırlatıyordu. Buna rağmen her sabah kapısında yeni bir hediye bulmaya devam ediyordu.
Umutsuzca yatağa çöktü. Bu minik kovuğa sıkışıp kalmıştı. Uçamıyordu. Kanadı bir türlü iyileşmiyordu. Kendine itiraf etmek istemese de, bir daha asla uçamamaktan korkuyordu.
“Kanadın hiçbir zaman iyileşmeyebilir,” demişti şişko peri doktoru. Ne zaman kırık kanadına baksa tüm umudunu yitiriyor, içini bir korku kaplıyordu. Gerçekten de bir daha hiç uçamayacak mıydı?
Sanki her şey yolundaymış gibi bir de bu budala karıncayla uğraşmak zorundaydı.
Karıncaya bir ders vermek istiyordu. Artık sabrının sınırlarına gelmişti. Ya arkadaşlarının kulağına giderse? Ya karıncayı görürlerse kapısına hediye bırakırken? İşte o zaman utancından yerin dibine girerdi Hüsniye. Karınca kendisinin ne kadar çirkin ve aptal göründüğünün, perinin ise ne kadar ihtişamlı ve güzel olduğunun farkına değil miydi yoksa?
Pembe çekmecesinden bir tutam kağıt ve bir şişe vişne suyu çıkardı. Çam yaprağını vişne suyuna batırıp yazmaya koyuldu. Karıncaya bir mektup yazacaktı. Hem de en okkalısından. Yazdığı mektubu okuduktan sonra karıncanın peşini bırakmasını umuyordu.
Karıncaya hakaretler savurup, kendisinin ne kadar güzel ve soylu göründüğünü yazdı Hüsniye. Onu bir daha asla görmek istemediğini, artık hediye istemediğini yazdı. Karıncayı her küçümseyişinde, kendisini yüceltiyordu. Sayfalar dolusu yazdı Hüsniye. Ta ki kibrinden ve kendini övmekten sıkılana dek.
Mektubu söğüt yaprağına güzelce sarıp kapısının önündeki paspasa sıkıştırıverdi. Karıncanın sabah olduğunda mektubu görmesini ve peşini bırakmasını umarak derin bir uykuya daldı.
Sabah olduğunda hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi. Acaba karınca mektubu okumuş muydu? Artık peşini bırakacak mıydı?
Hevesle açtı kapıyı.
Gördüğü manzara karşısında içinden bir perinin edebileceği kadar sert bir lanet okudu. Kapının önünde yine bir hediye vardı!
Tıpkı her sabah olduğu gibi karşısında yine aynı manzara duruyordu. Ancak diğerlerinin aksine bu sefer ki hediye şimdiye kadar aldığı en büyük hediyeydi. Karşısında kocaman pembe bir kutu duruyordu. Kutu o kadar büyüktü ki, neredeyse boyunu aşacaktı. Üstüne de şirin bir fiyonk kondurulmuştu.
Hemen paspasa göz attı. Mektup yerinde yoktu. “Güzel,” diye düşündü Hüsniye. “Aptal karınca umarım okuma yazma biliyordur.” 
Söylene söylene hediyeyi içeri çekti. Kapıyı sertçe kapatıp bıkkın gözlerle kutuya baktı.
Kutunun üzerine bir not iliştirilmişti. Umursamaz bakışlarla kağıt parçasını süzdü. Kendi adı yazıyordu.
Hüsniye.
Kağıdın arkasını çevirdi.
Boncuk.
Boncuk? Demek karıncanın ismi Boncuk'tu. İstemeden de olsa düşündü peri. Karıncaya adını sormayı hiç akıl etmemişti. Bugüne dek hep onu karınca olarak görmüştü. Ondan hep karınca diye bahsetmişti. Haksız da sayılmazdı. Onun gözünde birbirinin aynı görünen sayısız karıncadan birisiydi Boncuk. Karıncalar için isimlerin ne önemi vardı?
Alaylı bir şekilde gülümseyip kağıdı fırlattı.
Kutuyu yırtarak parçalamaya başladı. Nedense sağlamca paketlenmişti. “İçinde her ne varsa narin bir şey olmalı,” diye düşündü. Yine de umursamadan parçalamaya devam etti. Ne olabilirdi ki? Yapraktan yapılma bir elbise mi? Polenlerden örülmüş bir şapka mı? Elma kabuğundan bir şal mı?
Hiçbirini istemiyordu.
Son kağıt parçasını da yırttıktan sonra kutunun içindeki gizem ortaya çıktı. Peri gördüğü manzara karşısında titreyen bacaklarla bir kaç adım geri çekildi. Aldığı hediyenin ihtişamı karşısında soluksuz kalmıştı.
Karşısında bir çift kanat vardı.
Sanki gün batımından çıkıp gelmişcesine parlayan turuncu desenler, gecenin karanlığına sarılmış gibi derin bir lacivertle süslenmişti bu kanatlar. Turuncu benekler periye göz kırpıyor, Ay ışığı vurmuş gibi titreşen lacivert desenler tüm odada parlıyordu. Kanatlar bir ressamın elinden çıkmış gibi kusursuzca kavisleniyordu. Hüsniye hediyeden gözlerini alamıyordu. Bunlar bir çift kelebek kanadıydı; hem de bu güne dek gördüklerinin en güzeli, en ihtişamlısıydı.
Hayranlık dolu bir nidayla nefesini verdi. Titreyen ellerle kanatlara dokundu. Tıpkı bir örümcek ağı gibi pürüzsüz ve ipeksiydi.
Bu, bugüne dek aldığı en güzel hediyeydi. Minnetle kanatları okşamaya devam etti. Artık yeniden uçabilecekti.


********


Hüsniye bütün gün ve bütün gece uçtu.
Yağan yağmura aldırmadan uçtu. Çakan şimşeklere aldırmadan uçtu. Yorgunluktan parmağını bile kaldıramayacak hale gelene dek uçtu. Yaprakların arasından uçtu; onlarla beraber şarkılar söyledi. Rüzgarla yarıştı ve ona şiirler okudu. Bulutları ziyaret etti ve içlerinden geçerken onları ağzına doldurdu. Nehirlere uğradı ve onlardan uzak diyarların öyküsünü dinledi. Ağaçların etrafında dönüp homurdanmalarını dinledi. Çiçeklerin üzerine konup arıları korkuttu. Sincaplarla oyunlar oynayıp, farelerle gülüştü. Kelebeklerle yarışıp, kuşların dedikodusunu dinledi.
Hüsniye bütün gün ve bütün gece uçtu. Ta ki yorgunluk onu sarıp sarmalayana kadar.
Ertesi sabah heyecanla evinden fırladı. Yeni kelebek kanatları için karıncaya teşekkür etmek istiyordu. Neydi adı şu karıncanın? Boncuk muydu?
Kapıyı açtığında paspasın boş olduğunu gördü. Önceki günlerin aksine bir hediye yoktu. Karınca, mektubunu okuyunca anlamış olmalıydı onu rahatsız ettiğini. Yine de yeniden uçmasını sağladığı için bir teşekkürü haketmişti. 
Hızla uçarak meşe ağacının dibine indi. Karınca sürüsü toprakta dört yana yayılmış, kış ayları için yiyecek topluyordu.
Gördüğü ilk karıncayı durdurdu. “Pardon, Boncuk nerede biliyor musunuz?”
Karınca yorgun gözlerle başını kaldırıp Hüsniye'ye baktı. İnce bacaklarından biriyle uzaklarda yavaş yavaş yürüyen birini işaret etti. “Yaşlı karınca herkesi bilir,” dedi.
Hüsniye bir çırpıda gösterilen yere uçtu. Yaşlı karıncanın hemen önüne konuverdi. Bu gerçekten de gördüğü en yaşlı karıncaydı. Kahverengi, sert kabuğu buruş buruş olmuştu. Altı bacağının hepsi de yürürken titriyordu ve yüzünden fışkıran beyaz sakallar onu daha da çirkinleştiriyordu.
“Afedersiniz,” dedi Hüsniye. “Boncuk nerede biliyor musunuz?”
Yaşlı karınca kapkara gözleriyle sadece periye baktı. Hüsniye bakışlarından rahatsız olmuştu. Gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.
“Demek ismini biliyorsun,” dedi yaşlı karınca. “Beni takip et.” Görünüşünün aksine karıncanın sesi gür ve net çıkıyordu.
Yavaş yavaş ilerlediler ormanın içinde. Bir önceki gün yağan yağmur toprağı nemlendirmişti.
Hüsniye içinde bulunduğu durumdan memnun değildi. Yaşlı karınca çok yavaş yürüyor, nemli toprak bulutlardan yaptığı pofuduk ayakkabılarını kirletiyordu.
“Belki de buraya gelmek kötü bir fikirdi,” diye düşündü Hüsniye. Ancak dönmek için artık çok geçti. Boncuk fazla uzakta olamazdı.
Bir süre ilerlediler ve en sonunda yol ikiliyi bir açıklığa doğru götürdü. Açıklığın ortasında sırt üstü dönmüş, bacakları birbirine dolanmış, kuruyup buruşmuş bir karınca hareketsiz yatıyordu.
Elinde olmadan irkildi Hüsniye. “Boncuk öldü mü?”
Yaşlı karınca derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Boncuk sürüden kovuldu. Yiyecek bulmaktansa bütün gününü etrafta boş boş dolaşıp süs eşyaları yapmakla harcıyordu.”
“Onlar benim hediyelerimdi,” dedi Hüsniye sadece kendisinin duyabileceği bir sesle.
“Kendine bir kurt bulmuştu. Her gün onu yaprakla besliyor kelebeğe dönüşmesini bekliyordu.”
“Neden?” diye sordu Hüsniye. Boncuk'un cansız bedenine bakamıyordu.
“Sürüden kovulduğundan beri çok yalnızdı. Bir karınca için yalnızlık, bir perinin uçamamasını gibidir. Etrafında senin gibi binlerce kardeşin varken, herkesin sana yabancı gelmesi ne korkunç bir acıdır.”
Boğazını temizleyip devam etti yaşlı karınca, “Bir peri arkadaşı vardı.” Hüsniye'ye dik dik bakarak ekledi, “Sanırım her gün hediye getirdiği dostu sendin.”
Hüsniye duyulur duyulmaz bir sesle evet manasında bir şeyler geveledi. Pek iyi bir dost sayılmazdı. Kalbi burulmuş, konuşamıyordu.
“Bence kelebeğin doğup onunla arkadaş olmasını bekliyordu. Kelebek sana benzeyecekti.”
Yaşlı karınca yüzünü Boncuk'a çevirdi. “Ne de olsa bir periye en yakın şey bir kelebeğin güzelliğidir.”
“Ancak kelebek dostu ölü doğdu. Geriye sen kalmıştın ama sen yok gibiydin. Yine de ölü dostunun kanatlarını sana verdi.” Kapkara gözleriyle Hüsniye'nin turuncu ve lacivert desenli kelebek kanatlarını süzdü.
“Bir gün çok mutlu döndü meşe ağacından. Çünkü sen de ona bir hediye vermiştin.”
Hüsniye elinde olmadan gözlerinin dolduğunu hissetti. Ağlamak istemiyordu ama kalbi acıyordu. Kendini tutmakta zorluk çekiyordu.
“Mektubumu okudu mu?”
Evet dercesine başını hafifçe salladı karınca. “Sen onun kalbinde kendini öldürdün. Verdiğin hediye buydu.”
“Sen gökyüzünde uçarken o, yağmurun altında seni izliyordu.”
Yaşlı karınca arkasını dönüp yürümeye başladı. “Belki de gelip onu da gökyüzüne çıkarmanı umut etti.”
“Sen gökyüzünde coşkuyla uçarken o, toprakta ıslanarak öldü.”
“Karınca ailesi onu reddetmişti. Kelebek ölmüştü, sen de mektubunla onun kalbinde kendini öldürdün. O da sizle beraber olabilmek için sizin peşinizden ölüler diyarına gitti.”


********


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, devler top oynarken eski hamam içinde... Memiş'in kızını, kör topalın bohçasını alıp geldik. Buyurduk sofraya masalı dinlemeye. Emme ne masal. Kafdağı'nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!
Derler ki, peri kızı Hüsniye bu duruma çok üzülmüş. Kırk gün kırk gece ağlamış. O ağladıkça yağmur yağmış. Yağan yağmur herkesi ıslatmış. Hüsniye'nin kalbinden gelirmiş göz yaşları. O ağladıkça suratı değişmiş. Tıpkı bir karıncaya benzemiş. Gökyüzünden toprağa düşmüş. Kapkara derili çirkin bir periye dönüşmüş.
Boncuk'a bir mezar yapmak istemiş. Lakin en güzelinden olması gerekirmiş. Dil anlatmaya varmasın, göz seyrine doymasın istermiş. Başlamış insan alemine uçmaya, çocukların düşen dişlerini toplamaya. Toplamış da toplamış. Ben diyeyim şu evden, siz diyin ötedeki köşkten. Bütün ahaliye uğramış. Dolaşmış da dolaşmış. Tıngır mıngır bütün dişleri bir araya getirmiş. Birazcık sihir, birazcık peri tozu demeye kalmadan dişler birbirine kaynamış. Ortaya dillere destan bir mezar saray çıkmış. İhtişamı sultanları bile kıskandırır, güzelliği körpeleri bile utandırır, beyazlığı Güneş'in gözlerini alırmış. Dişlerden yaptığı beyaz sarayın tam ortasına koymuş ufak karıncayı. Ay ne zaman Güneş'in üstüne battaniye örtse, çıkagelirmiş diş perisi düşen dişleri toplamaya. Her gece sarayını büyütmek için yeni dişler arayıp dururmuş.




SON


Yazıyı yapıştırınca paragraf başları yok oldu. Kusura bakmayın yapamadım.

Çevrimdışı Engin YILDIRIM

  • *
  • 27
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Diş Perisi Kimdir?
« Yanıtla #1 : 01 Şubat 2016, 22:44:57 »
Dili biraz daha geliştirilip dengeli hale getirilirse dört dörtlük bir masal olacak.

Girişteki ev ve eşya tabirleri çok insansı kaldığı için masal havası yakalamakta biraz zorlanılıyor sonrasında bir şekilde metin bu gerçeklikten sıyrılıp havasını yakalıyor.

Masalın dili biraz daha şiirsel olmalı. Affınıza sığınarak ilk satırlarla biraz oynadım:

Kovuğunun önünde kopan gürültüyle rüyadan uyandı minik peri Hüsniye. Sanki hiç uyumamış gibi geliyordu. Ne çabuk sabah olmuştu böyle?
Gördüğü rüyaya tekrar dönebilme umuduyda kıvrıldı yattığı yerde. Bir sağa döndü bir sola. Örtüsünü başına çekti. Yastığını ters çevirdi ama nafile.
Dışarıdan gelen gürültü bir türlü kesilmiyordu. Çabaları boşaydı. Uykusu kaçmıştı bir kere.
Gözleri aralandı istemeye istemeye. Minik yuvası karanlığa da gömülmüştü niyeyse. Başını kaldırıp baktı, ayakucundaki yuvarlak penceresine.Güneş de doğmamıştı herhalde.
Gürültü daha da büyüdü içeride. Merak ve öfkeyle attı örtüsünü üzerinden atıldı ileriye. Minik kanatlarını gerip uyumaktan ağrıyan belini ovuşturdu. Gökyüzünden kopardığı bulutlardan yaptığı pofuduk terliklerini giyip yürüdü yuvarlak penceresine...

...

Son kısmında. Masal tekerlemesi final yerinde olmalıydı.
Yani:
 "...ölüler diyarına gitti." kısmından sonra ara verilmeden, "Peri kızı bu duruma çok üzülmüş..." diye devam edilip final yapılıp, tekerlemeyle metin bitirilmeliydi.

Bunların dışında çok beğendim. Masal zaten benim yumuşak karnım :)
Hazır yeri de gelmişken, Tefrika yayınlarından çıkan "44 türk peri masalı" kitabını mutlaka edinin.
Tamirci

Çevrimdışı Mu

  • *
  • 26
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Diş Perisi Kimdir?
« Yanıtla #2 : 01 Şubat 2016, 23:38:40 »
Doğru vallahi. Hemen yakalamışsınız. Yazmaya başladığımda niyetim ortaya masal tadında bir metin çıkarmak değildi. Aklımda bir plan yoktu ve açıkçası bir paragraf sonra ne olacağını bilmeden plansızca, doğaçlama yazdım. Ne yaptığımdan emin olmadığım için kurguyu iki defa değiştirdim ve sadece geceleri uyumadan önce kurgu hakkında düşündüm.

Sanırım dildeki masalsı havanın eksikliği bu plansızlık yüzünden kaynaklanıyor.

Yazdığınız paragraf çok hoş ancak ben bunu bir tuzak olarak görüyorum. Daha önce başka bir masal girişimimde bunu denemiştim ve kendimi devrik cümleler ile kafiyelerden oluşan bir labirentte bulmuştum. Bu şekilde yazmak beni kısırlaştırıyor. Bu şekilde uzun paragraflar oluşturamıyorum; kurduğum cümleler okuyucuya yapay ve zorlama gelecekmiş gibi hissediyorum. Bu yüzden bu tarzda yazmaktan uzak durmaya çalışıyorum.

Önerdiğiniz kitabı -eğer unutmazsam- edinmeye çalışacağım. Küçüklüğümde kırk öyküden oluşan masal kitabı setim vardı. En sevdiğim masal ise Uçan Sandık adında bir öyküydü. Ancak Keloğlan'ın maceraları haricinde yerli bir masal okumadım. Dede Korkut hikayeleri bu kategoriye girer mi bilmiyorum. Belki de ben çok cahilim.

Yorumunuz için teşekkür ederim.